Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 19°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
19°C
Hafif Yağmurlu
Per 16°C
Cum 17°C
Cts 19°C
Paz 20°C

Mürted Bölümü – Redd’ül Muhtar

Mürted Bölümü – Redd’ül Muhtar

Mürted Bölümü – Redd’ül Muhtar – İbn-i Abidin

  • MÜRTED BABI

Mürted lügatta: Mutlak surette herhangi bir şeyden dönen kimsedir. Şeriat ıstılahında: İslâm dininden dönen kimsedir. Rüknü, İmândan sonra küfür kelimesinin lisan ile söylenilmesidir. İmân, Hz. Muhammed (S.A.V.)’ in kesin olarak dininden olup Allah-ü Teâlâ tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerin hepsinde Resûlullah’ı tasdik etmektir. İmân yalnız tasdik midir? Yoksa ikrarla beraber tasdik midir? Bunda iki kavil vardır. Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır. Muhakkıklara göre; yalnız tasdiktir. İkrar ise dünya ahkâmının icrâsı için şarttır. İkrarı imanın rüknü kabul etmeyenler şunun üzerine ittifak etmişlerdir. Kalbiyle tasdik eden kimseden her ne zaman diliyle ikrar etmesi istenir. İkrar etmesinin lâzım olduğuna inanmalıdır. Diliyle ikrar istendiğinde ikrar etmezse, bu inad küfrüdür ki kalbindeki tasdiki kendisine fayda vermez.

Fetih’de zikredilmiştir ki: bir kimse inanmasa bile şaka ve latife yoluyla küfür kelimesini söylese. Allah’a sığınırız – mürted olur. Çünkü dini hafife alıp küçümsemiştir. Buna göre şaka yoluyla küfür kelimesini söylemek inad küfrü gibidir.

Küfür lügatte, örtmek mânâsınadır. Şeriatta ise; Hz. Muhammed’in kesin olarak dininden olup, Cenab-ı Hak tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah’ı yalanlamaktır. Küfür kelimeleri fetva kitaplarında zikredilmiştir.

Elfazı küfür (küfür kelimelerin)e ait müstakil eserler de vardır. Kitablarda zikredilen küfür kelimelerinden hiç biriyle bir kimsenin küfrüne fetva verilmez. Ancak âlimlerin küfrüne ittifak ettikleri surette onun küfrüyle hükmolunur. Nitekim ilerde gelecektir.

Bahır sahibi “Ben küfür kelimelerinden hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi nefsime vâcib kıIdım.” demiştir.

İZAH

“Mürted bâbı İlh…” Musannıf asıl küfrün hükümlerini bitirince iman ettikten sonra arız olan küfrün hükümlerini beyan etmeye başlamıştır.

“Rüknü İlh…” “Bir kimsenin lisânıyla küfür kelimesini söylemesiyle kâfir olması” hâkimin onun kâfir olduğuna hüküm vermesi içindir. Yoksa lisânıyla küfür kelimesini söylemeden batıla itikad etse veya bir zaman sonra kâfir olmaya niyet etse. derhal kâfir olur. T.

“İmândan sonra ilh…” “imândan sonra” ifadesiyle kâfir hariç kalmıştır. Kâfir, küfür kelimesini söylediğinde kendisine mürted hükmü verilmez. Şu kadar var ki. yukarıda geçtiği üzere bir kâfir kadın olsa bile Peygamber Efendimize dil uzatma cüretinde bulunursa, öldürülür.

“Tasdik etmektir ilh…” Tasdik: Hz. Muhammed’in kesin olarak dininden olup Allah-ü Teâlâ tarafından getirmiş olduğu düşünmeye ve delile muhtaç olmaksızın AIIah’ın birliği, Resûl-i Ekrem’in Peygamberliği, öldükten sonra dirilme, kıyâmet günü, namaz ve zekâtın farz, şarab ve zinânın haram olması gibi, bütün insanların malûmu olan şeylerin hepsini kalbin kabul ve iz’ânıdır. Müsâyere şerhi.

“İmân yalnız tasdik midir ilh…” Eşârilerin cumhurunun muhtar olan kavline göre imân yalnız tasdikten ibarettir. Matûrîdi’nin kavli de böyledir. Müsâyere şerhi.

“Yoksa ikrarla beraber tasdik midir ilh…” İmam-ı Azam talebeleri ve Eşârilerin muhakkıklarına göre; imân, ikrarla beraber tasdikten ibarettir. Haricilere göre; imân, tâatla beraber tasdikten ibarettir. Bundan dolayı günâh işleyeni -imânın cüzü- bulunmadığı için kâfir saymışlardır.

Kerrâmîlere göre; imân, yalnız lisân ile tasdikten ibarettir. Eğer lisânın tasdîki, kalbin tasdikine uygun olursa o kimse Cehennem azabından kurtulmuş mü’mindir. Aksi takdirde Cehennemde ebedî kalacak mümindir.

Ben derim ki: Müsâyere’de: “İmânın hakikatinde gerek söz cihetinden gerekse fiil cihetinden dinin hafife alınıp küçümsenmesine delâlet eden bir şeyin bulunmaması lâzımdır.” diye zikredilmiştir.

“İkrar ise dünya ahkâmının icrası için şarttır ilh…” Yani “İmân yalnız tasdikten ibarettir” diyenlere göre; ikrar, kalbiyle tasdik eden kimsenin müslümanla evlenmesi, peşinde namaz kılınması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması, müslüman kabrine defnedilmesi, öşür ve zekatının kabul edilmesi gibi dünya ahkâmının üzerine icrâ edilmesi için şarttır. Bundan dolayı ikrarı müslümanların yanında açıktan söylemesi lâzımdır. “İmân, ikrarla beraber tasdikten ibarettir” diyenlere göre, İkrar imânın hakikatinden cüzdür. Artık ikrar etmeyen kimse, ne Allah yanında ne de dünya ahkâmında mümindir. Şu kadar var ki; ikrar edecek kadar bir zamana yetişmesi şarttır. Böyle bir zamanda yetişmezse, ittifakla kalben tasdiki kafidir. İhtilaf, kelime-i şehâdeti söylemeye muktedir olan kimse hakkındadır. Dilsiz gibi kelimei Böyle bir zamana yetişmezse, ittifakla kalben tasdiki kâfidir. İhtilâf, kelime-i şehâdeti söylemekten âciz olan kimse, ittifakla mümindir. Kelime-i şehâdeti ikrar etmesi istendiğinde özürsüz olarak ikrar etmemek üzere ısrar eden kimse, ittifakla kâfirdir. Çünkü ikrar etmemesi, tasdik etmediğinin alâmetidir. Bundan dolayı ulema, Ebû Talib’in küfrü üzerine ittifak etmişlerdir.

Fakat kelam ulemasının tavsiyelerine göre bize düşen ileri geri dil uzatmamak, kendimizi tutmaktır. (A.D.)

“Şaka ve lâtife yoluyla küfür kelimesini söylese ilh…” Yani söylediği kelimenin mânâsını kasdetmeksizin şaka yoluyla olsa bile kendi isteğiyle küfür kelimesini söyleyen kimse dinden çıkar. Bu, “İmân, yalnız tasdikten veya ikrar ile beraber tasdikten ibarettir.” İfadesine münâfi değildir. Çünkü tasdik her ne kadar hakikatte mevcud olsa bile hükmen yok kabul edilmiştir. Zira Şâir (Allah-ü Teâlâ veya Resûli Ekrem) şaka yoluyla söylenen küfür kelimesi gibi bazı günâhları, tasdikin olmadığına alâmet kılmıştır. Nitekim bir kimse kalbi ile tasdik etse bile puta secdede bulunuyorsa veya Mushaf-ı Şerif’i pisliğe atarsa, kafir olur. Çünkü bunlar, dini yalanlama hükmündedir. Akaid Şerhi.

“İnad küfrü gibidir ilh…” Yani kalbiyle tasdik edip muhalefet ve inad için kelime-i şehâdeti ikrar etmekten çekinen kimsenin küfrü gibidir. Çünkü bu, her ne kadar ikrar imânın rüknü değilse de tasdik etmediğinin alametidir.

“Resûlullahı yalanlamaktır ilh…” Resûlullahı yalanlamak ile “Cenâb-ı Hak tarafından getirmiş olduğu kesin olarak bilinen şeylerde Resûlullahı tasdik etmemek” murad edilmiştir.

= İcmâyı inkâr beyanında =

Nuru’l-Ayn de zikredilmiştir ki; âyeti kerime veya mütevatir haberin delaleti kesin olmazsa yahut haber mütevatir olmazsa yahut haber kesin olup fakat kendisinde şüphe bulunursa yahut icmâsı bütün müctehidlerin icmâsı olmazsa yahut bütün müctehidlerin icmâsı olup fakat sahabenin icmâsı olmazsa yahut sahabenin icmâsı olup fakat bütün sahabenin icmâsı olmazsa yahut bütün sahabenin icmâsı olup fakat tevatür yoluyla sâbit olmadığı için kesin olmazsa yahut kesin olup fakat sukûti icmâsı olursa, bu suretlerin her birinde inkâr eden kâfir olmaz. Bunu usûl-ı fıkıh kitablarını okuyan kimseler bilir. Bu kaideyi ezberle. Fıkıh meselelerini çıkarmada sana fayda verir. Hatta fıkıh kitablarında “Şunu söyleyen veya işleyen kâfir olur. Şunu söyleyen veya işleyen kafir olmaz” diye zikredilenlerden hangisinin sahih olup olmadığını bilirsin.

TENBİH : Bahır’da zikredilmiştir ki; bu hususta asıl ve kaide şudur: Bir kimse haramı, helâl itikad ederse bakılır: Eğer haram li-gayrihi (başkasından dolayı haram) olursa, meselâ başkasının malı gibi, kafir olmaz. Eğer haram li-aynihi (kendinden dolayı haram) olursa yine bakılır: Eğer haram li-aynihinin delili kesin olursa kâfir olur, delili kesin olmazsa kâfir olmaz. Bazı fukahâya göre bu tafsilât âlim hakkındadır. Cahil, haram li-aynihi ile haram li-gayrihi orasını fark edemez. Cahilin helâl itikad ettiği haram kesin delille sabit olan haramlardan olursa, kafir olur. Aksi takdirde kafir olmaz. Meselâ cahil “şarab haram değildir” dese, kâfir olur. Bu bahsin tamamı Bahır.’dadır.

“Elfâz-ı küfüre aid müstakil eserler vardır ilh…” Elfâz-ı küfre aid telif edilenlerin en güzeli Nuru’I-Ayn’ın sonundaki müstakil eserdir. Yine İbn-i Hacer-i Mekkî’nin “Kitabü’l-A’lam fi-Kavatii’l-İslâm” isimli eseri de bu hususta yazılmış en güzel eserlerdendir. Bunda Hanefî ve Şâfiîlere göre; küfür olan kelimeler zikredilmiştir.

“Bahır ilh…” Câmiü’l-Fûsuleyn’de zikredilmiştir ki; bir kimse imanın şartlarını inkâr etmedikçe dinden çıkmaz.

= Bir müslümanın dinden çıkıp çıkmadığında şübhe edilirse mürted olduğuna hükmedilmez =

Bir müslümanın söylemiş olduğu küfür kelimesiyle dinden çıktığı kesin olarak bilinirse mürted olduğuna hükmolunur. Dinden çıktığı kesin olarak bilinmezse, mürted olduğuna hükmolunmaz. Çünkü sâbit olan müslümanlık şübhe ile zâil olmaz. Küfür büyük bir şeydir. Bir mümin kâfir olmadığına dâir rivâyet bulunduğu takdirde küfre nisbet edilemez.

Hülâsa’da zikredilmiştir ki, bu mesele hakkında küfrü gerektiren bir çok vecihler bulunup, bir vecih de küfrü gerektirmediğine dâir bulunsa, müslüman hakkında hüsn-ü zanda bulunmak için müftü küfrü gerektirmeyen veche meyleder. Bezzaziye’de : “Küfrü gerektireni murad ettiğini açıklarsa te’vil fayda vermez.” diye zikredilmiştir. Tatarhaniyye’de “İhtimal ile bir müslüman küfre nisbet edilemez. Çünkü küfür, ukubet (ceza) de nihayettir. Cinayette de nihayet olmasını gerektirir. O halde ihtimal ile nihayet olmaz. Bir müslümanın sözünü hamletmek için güzel bir yol bulunursa yahut zayıf rivayet olsa bile küfründe ihtilaf edilirse, küfrüne fetva verilemez. Buna göre: kitablarda zikredilen küfür kelimelerinin çoğuyla bir müslümanın kâfir olduğuna fetva verilmemelidir. Bunun için ben küfür kelimelerinden hiç biriyle küfrün vaki olduğuna fetva vermemeyi kendi nefsime vacib kıldım. Burada Bahır sahibinin sözü tamam olmuştur.

METİN

İrtidâd (İslâm dininden dönmen) in sahih olması için üç şart vardır:

Birinci şart akıldır. Bundan dolayı delinin, matûhun, müvesvısın ve aklı ermeyen çocuğun irtidâdı sahih değildir.

İkinci şart ayıklıktır. Bundan dolayı sarhoşun irtidâdı sahih değildir.

Üçüncü şart isteyerek yapmaktır. Bundan dolayı mükrehin irtidâdı sahih değildir.

İrtidâdın sahih olması için bâliğ olmak ve erkek olmak şart değildir. Bedâyı.

Eşbâh’da zikredilmiştir ki; sarhoşun irtidadı sahih değildir. Ancak irtidâdı Peygamber Efendimize dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle olursa sahih olur. Tevbe etse bile afvolunmayıp öldürülür.

-AIIah’a sığınırız- bir kimse mürted olsa mezhebimizin muhtar olan kavline göre müstehab olarak kendisine hakim tarafından İslâmiyete geri dönmesi teklif edilir. -İslâmiyete geri dönmesi için teklifin vâcib olmayıp müstehab olması daha önce kendisine teklif ulaşmış olduğu içindir. Bir şüphesi varsa giderilir.- Düşünmek için müsaade isterse, üç gün hapsedilerek müsaade edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete geri dönmesi teklif edilir. Bu üç gün içinde İslâmiyete dönerse bırakılır, dönmezse öldürülür. Çünkü hadîs-i şerifte:

“Kim dinini değiştirirse,onu öldürünüz.” buyurulmuştur. Eğer düşünmek için müsaade istemezse kendisine İslâmiyete dönmesi teklif edilip şüpheleri giderildikten sonra İslamiyete dönerse ne alâ, dönmezse derhal öldürülür. Ancak islamiyete geri dönmesi umut edilirse, derhal öldürülmeyip bir müddet tehir edilir. Mürted İslâmiyete döndükten sonra ikinci defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilip şübhesi giderilir. Tekrarİslâmiyete dönerse dövüldükten sonra bırakılır. Üçüncü defa mürted olsa yine İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilip şübhesi giderilir. Tekrar İslâmiyete dönerse, yüzünde tevbe alâmeti görülünceye kadar hapsedilir. Bundan sonra yine mürted olursa yine hüküm böylecedir. “İslâmiyete dönmüyorum” demedikçe öldürülmez.

Şârih der ki; Belhî’ye nisbet edilerek Hâniyye’nin Hudûd Bahsinin sonundan naklen Zevâhir’de: “Bir kimse üç defa mürted olup her defasında İslâmiyete dönerse kabul olunur. Üç defadan sonra yine mürted olursa, İslâm diniyle alay etmiş olacağından İslâmiyete dönmesi kabul edilmeyip öldürülür.” diye zikredilmiştir. Mürted olan bir kimsenin İslâmiyete geri dönmesi, şehâdet kelimelerini söyledikten sonra İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden beri ve uzak olmasıyladır. İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden berî ve uzak olmadıkça alışkanlık yoluyla şehâdet kelimelerini söylemesiyle İslâmiyete dönmüş sayılmaz. Fetih. Bezzâziye.

İZAH

“Matûhun ilh…” Sirâc’dan naklen Nehir’de zikredilmiştir ki; matûh, aklı noksan olan kimsedir. Bazı fukahâya göre; matûh deli olmayıp şaşkın olan kimsedir. Muğrib’de de böyle zikredilmiştir. Eşbâh’ın Ahkâmü’l-matûh bahsinde: “Matûhun hükmü aklı eren çocuğun hükmü gibi olup yapmış olduğu ibâdetleri sahih olur. Fakat îbâdetler kendisine vâcib olmaz. Bazı fukahâya göre; matûh deli olan kimse gibi olup yapmış olduğu ibâdetleri sahih de değildir. İbâdetler kendisine vâcib de değildir. Bazı fukahâya göre; matûh bâliğ ve akıllı kimse gibi olup, hem yapmış olduğu ibâdetleri sahih, hem de ibâdetler kendisine vâcibdir.” diye zikredilmiştir.

Ben derim ki: Usûl-i Fıkıh’da beyan edildiğine göre, matûhun hükmü aklı eren çocuğun hükmü gibidir. Aklı eren çocuğun irtidâdı sahîh olup öldürülmediği gibi, matûhun irtidâdı da sahih olup öldürülmez. Sonra Hâniyye’de: “Matûhun irtidâdı bilinen ve meşhur olan kitablarda zikredilmemiştir. Fakat fukahâya göre, matûh mürted olma hükmünde aklı eren çocuk hükmündedir.” diye zikredilmiş olduğunu gördüm.

“Müvesvisin ilh…” Yani kalbinden küfür sözleri geçip, diliyle o sözleri söylemeyen kimse mürted olmaz. Çünkü insan kalbinden geçen şeylerden mes’ul değildir. Nitekim bir hadîs-i şerifte:

“Şübhe yok ki, dilleriyle söylemedikçe Allah-ü Teâlâ ümmetimin gönüllerinden geçirdikleri şeyleri onlara bağışlamıştır.” buyurulmuştur.

“Aklı ermeyen ilh…” Yani iyiyi kötüden ayıracak yaşta olmayan bir çocuk küfür olan sözleri söylese, mürted olmaz. Çünkü böyle küçük çocuk henüz ne söylediğini bilmemektedir.

Fetâvây-ı Karii’l-Hidâye’de: “Yedi yaşından küçük olan çocuklara aklı ermeyen (iyiyi kötüden ayıramayan) çocuklar denir. Yedi yaşında olan çocuklara aklı eren (iyiyi kötüden ayıran) çocuklar denir.” diye zikredilmiştir. Nehir. Nitekim bahsin sonunda gelecektir.

“Sarhoşun ilh…” Eşbâh’ın Ahkâmü’s-sekran bahsinde zikredilmiştir ki; kendi isteğiyle haram olan şeylerden birini kullanmak suretiyle sarhoş olan kimse, ayık olan kimse gibi olup sözleri ve yapmış olduğu işleri geçerlidir. Ancak üç meselede geçerli değildir;

a) Sarhoşun mürted olması sahih ve mu’teber değildir.

b) Sarhoşun halis hadleri ikrar etmesi sahih ve muteber değildir.

c) Sarhoşun kendinin şâhidliği üzerine başkasını şâhid tutması sahih ve muteber değildir. (Bu mesele için şâhidlik üzerine şâhidlik bahsine bak.)

“Mükrehin ilh…” Yani öldürülmesi yahut bir uzvunun kesilmesi yahut şiddetli dövülmesi gibi tahammülünü aşan bir şeyle mürted olması için zorlanan kimsenin kalbi imân üzere sâbit ve bununla mutmain olduğu halde lisânıyla emredilen şeyi söylemesiyle mürted olmaz. Çünkü böyle zorlama halinde kalbi imân üzere sâbit olduğu halde lisânıyla küfür sözlerinin söylenilmesine şer’an ruhsat verilmiştir. Nitekim kendi bahsinde gelecektir.

“Bâliğ olmak ve erkek olmak şart değildir ilh…” Aklı eren çocuğun mürted olması sahih ve muteberdir. Bu, İmam-ı Azam ile İmam Muhammed’e göredir. İmam Ebû Yusuf’a göre muteber değildir. Kadınların mürted olmaları da sahih ve mu’teberdir. Bu hususta ittifak vardır. Ancak erkekler ile kadınların mürted olmaları arasında bazı hükümler itibarıyla fark vardır. Nitekim bahsin sonunda gelecektir.

“Tevbe etse bile afvolunmayıp öldürülür ilh…” Yani kendi isteğiyle haram olan şeylerden birini kullanmak suretiyle sarhoş olup Peygamber Efendimize dil uzatmak suretiyle mürted olursa, bu suretle mürted olması sahih ve muteber olup tevbe etse bile -tevbesi Allah yanında makbul ise de – bu tevbesi kendisinden dünyevî cezayı düşüremeyeceğinden afvolunmayıp öldürülür. Eğer haram olan şeylerden birisi kendisine zorla içirilip sarhoş olan kimse, sarhoş iken Peygamber Efendimize dil uzatırsa mürted olmaz. Çünkü bu suretle sarhoş olan kimse deli hükmünde olup söylemiş olduğu sözlerine itibar edilmez. Bahır.

Ben derim ki: Şarih “Burada tevbe etse bile afvolunmayıp öldürülür.” diye kesin olarak hüküm verdi, Halbuki ileride gelecek olan sözü buna muhâlifdir.

“Bir kimse mürted olsa ilh…” Yanı bir kimse İslâm dininden dönerse öldürülmeyi hak etmiş olur. Ancak kendisine önce tevbe etmesi teklif edilir. Eğer İslâmiyete geri dönerse bırakılır. Eğer dönmezse -metinde geçtiği üzere öldürülür.

Bir Yahudi, Hıristiyan veya Mecûsî olsa yahut bir Hıristiyan. Yahudi veya Mecûsî olsa tekrar kendi dinine dönmesi için cebrolunmaz. Çünkü küfrün hepsi bir millettir. Dürr-i Münteka

“Şübhesi giderilir ilh…” Çünkü bir müslümanın mürted olması ancak bir şübheden dolayıdır. Şübhesi ne ise giderilir ve haleti ruhiyesi tetkik edilerek irşadına gayret edilir. İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilmenin faydası da budur.

“Dönmezse derhal öldürülür ilh…” Mürted olup İslâmiyete geri dönmeyen köle olsa bile -öldürülmesinde efendisinin hakkını iptal var ise de-öldürülür. Çünkü:

“Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz.” hadis-i şerifi mutlaktır. Fetih.

Minah’da zikredilmiştir ki; bir kimse hâkimden izinsiz mürted olan köleyi öldürse veya onun bir uzvunu kesse, hâkim o kimseyi tedip eder.

“Şehâdet kelimelerini söyledikten sonra ilh…” Yani mürted olan bir kimsenin İslâmiyete geri dönmesi, şehâdet yani “Eşhedü enla ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû” kelimelerini söyledikten sonra girmiş olduğu din Yahudi dini ise Yahudi dininden, Hıristiyan dini ise Hıristiyan dininden berî olmasıyla yahut bütün bâtıl dinlerden berî olmasıyla yahut mürtedliği inkâr ederek ondan tamamıyla berî olmasıyladır.

“Alışkanlık yoluyla şehâdet kelimelerini ilh…” Bahır’da zikredilmiştir ki; mürted olan kimse söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip beri olmadıkça alışkanlık yoluyla şehadet kelimelerini söylemesiyle tevbe etmiş ve İslâmiyete dönmüş sayılmaz. Çünkü söylemiş olduğu küfür sözünden tevbe edip dönmedikçe şehâdet kelimelerini söylemekle mürtedlikten kurtulmuş olmaz.

Ben derim ki: Bundan “başka bir dine girmiş olmayıp yalnız küfür kelimesini söylemekle mürted olmuş kimsenin de İslâm dinine geri dönmesi için bütün bâtıl dinlerden berî oldum, demesinin şart olduğu” anlaşılmaktadır. Halbuki yalnız küfür kelimesini söylemekle mürted olmuş kimsenin bütün bâtıl dinlerden beri oldum demesi şart değildir. Fakat bâtıl bir dine girerek mürted olan kimsenin İslâmiyete geri dönmesi için “şehâdet kelimelerini söyledikten sonra o batıl dinden berî oldum” diye söylemesinin şart olması, müslüman bir kadınla evlenebilmesi, müslümanlara mirâsçı olması, öldüğü zaman cenaze namazının kılınması ve müslümanların kabrine defnedilmesi gibi dünya ahkamının kendisine tatbik edilmesi içindir. Yoksa ahiret ahkâmınca müslüman sayılması için ihlâsla şehâdet kelimelerini söylemesi kâfidir.

METİN

Mürted olan bir kimseyi, İslâmiyete geri dönmesi için teklif edilmeden önce öldürmek tenzihen mekrûhdur. Yukarıda geçtiği üzere İslâmiyete geri dönmesi için teklifin yapılması müstehabdır. Bu şekilde öldürmek de diyetini vermek yoktur. Çünkü mürteddin kanı mubahdır.

Musannıf “Mürteddin İslâmiyete geri dönmesi, şehadet kelimelerini söyledikten sonra İslâmiyetten başka bütün bâtıl dinlerden veya girmiş olduğu bâtıl dinden berî ve uzak olmasıyladır” diye kayıdlamış ve kayıdlaması da münasibdir. Çünkü kâfirler beş sınıfdır:

1- Allah-ü Teâla Hazretlerini inkâr edenlerdir. Bunlara “Dehriyye” denilir.

2- Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin varlığını ikrar edip fakat vahdaniyyetini “birliğini” inkâr edenlerdir. Bunlara “seneviyye” denilir.

3- Allah’ın varlığını ve vahdaniyyetini ikrar edip peygamberleri inkar edenlerdir. Bunlara “Pelâsife: Filozoflar” denilir.

4- Bunların hepsini inkâr edenlerdir. Bunlara “Veseniyye” denilir.

5- Bunların hepsini ikrar edip yalnız Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini inkar edenlerdir. Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi ki, bunlara “Ehl-i kitap” denilir.

Birinci ve ikinci sınıfdan olanların müslüman olmalarında “lâ ilâhe illallâh” demeleriyle iktifa olunur. Üçüncü sınıfdan olanların Müslüman olmalarında “Muhammedün Resûlullâh” demeleriyle iktifa olunur.

Dördüncü sınıfdan olanların müslüman olmalarında bu iki mübârek kelimeden birisim söylemeleriyle iktifa olunur.

Beşinci sınıfdan olanların müslüman olmalarında, bu iki mübârek kelimeyi söylemekle birlikte bütün bâtıl dinlerden de berî ve uzak olduklarını söylemeleriyle iktifa olunur. Bedâyı’de ve Dürer’in Kerâhiyet Bahsinin sonunda böyle zikredilmiştir.

Kâfirlerin beş sınıf olduğu ve bunların müslüman olmaları için hükümlerinin ayrı ayrı olduğu bilinmiş olunca hali bilinmeyen bir kimseden halini açıklaması istenir. Dürer’de: “Yahudi ve hıristiyanlardan müslüman olmak isteyen bir kimsenin müslüman olması için bütün bâtıl dinlerden berî olması şarttır.” diye zikredilmiştir. Musannıfın İbn-i Nüceym’in ve diğerlerinin fetvalarında da böyle yazılıdır.

Fetâvây-ı Kariü’I-Hidâye’nin Rehin Bahsinde: “Âlimlerimiz böyle fetva vermişlerdir. Fakat ben, yahudi ve hıristiyanlardan bir kimsenin bütün bâtıl dinlerden berî oldum demeksizin şehâdet kelimelerini söylemesiyle müslüman olmasının sahih olacağına fetva veririm. Çünkü şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alâmettir. Artık şehâdet kelimelerini söyledikten sonra İslâm dininden dönerse, tevbe edip İslâmiyete geri dönmesi kendisine teklif edilir. İslâmiyete geri dönerse ne alâ, dönmezse öldürülür.” diye zikredilmiştir.

İZAH

“Dehriyye ilh…” Bunlara “Dehriyye” denilmesinin sebebi; “bizi dehirden (sürekli zamandan) başkası helâk etmez” dedikleri içindir. Bunlar “Kâinâtın bir yaratıcısı yoktur. Bu Kâinât bir tesadüf eseri olarak kendi kendine oluvermiştir.” derler. Ve bütün hâdiselerin var olup yok olmasını dehre ve tabiata nisbet ederler. Bunlara “Gulât-i tabîıyyin” de denilir.

“Seneviyye ilh…” Bunlar mecûsilerdir ki, Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin varlığını ikrar ederler. Fakat O’nun tek olduğunu inkâr ederler. Bunlar; “Biryaratıcı, bu kainâta kâfi gelmez. Çünkü bu kâinatta olup bitenlerin bazısı hayırdır, bazısı da şerdir. Hayrı yaratan hayır yapar, şerri yaratan da şer yapar. Bu zaruridir. Bundan dolayı iki yaratıcı olmak lâzımdır. Hayrı yaratan “Yezdân” dır. Şerri yaratan ise “Ehremen”dir.” derler.

“Felâsife: Filozoflar ilh…” Nehir’de zikredildiğine göre, filozoflardan bazıları Peygamberleri inkâr ederler. Yoksa ekserisi Peygamberleri ikrar ve isbat ederler. Çünkü onlar: “Kâinât, ihtiyar ve irade yoluyla değil ziyânın güneşten, sıcaklığın ateşten meydana geldiği gibi icab ve illiyet yoluyla meydana gelmiştir.” derler. Bundan dolayı onlar Allah Teâlâ’nın Fâil-i muhtâr (dilediğini yapan) olduğunu, gökten melek (Cebrâil) in indiğini, öldükten sonra dirilme. Cennet ve Cehennem gibi dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerden çoğunu inkâr ederler.

Velhâsıl: Filozofların peygamberleri isbat ve ikrarı müslümanların isbat ve ikrarı gibi değildir. Onların peygamberleri isbat ve ikrar etmeleri inkâr hükmündedir. Bundan dolayı şârihin “felâsife: Filozoflar, Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğin ikrar ederler. Fakat peygamberleri inkâr ederler” demesi doğrudur ve yerindedir. Müsâyere şerhinde de böyle zikredilmiştir.

“Veseniyye ilh…” Bunlar, putlara tapanlardır. Kâinâtın yaratıcısını inkâr etmezler. Siyer-i Kebîr Şerhinde zikredilmiştir ki; puta tapanlar Allah Teâlâ Hazretlerini ikrar ederler. Nitekim bunlar hakkında Hak Teâlâ:

“Andolsun ki kendilerini kimin yarattığını onlara sorarsan elbette “Allah” derler.” (Zuhruf Suresi; âyet: 87) buyurmaktadır.

Puta tapanlar Allah-ü Teâlâ’nın varlığını ikrar ederler. Fakat Vahdaniyetini (birliğini) kabul etmezler. Nitekim bu hususta Hak Teâlâ:

“Onlara Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur, denildiğinde kibirlenip küfürlerinde ısrar ederler.” (Saffât Suresi; âyet: 35) buyurmaktadır.

Bedâyı’da zikredilen kâfirlerin sınıfları üzerine Dürer sahibi “Veseniyye”yi ayrı bir sınıf olarak zikretmiş, şârih de ona tâbi olmuştur. Bedâyi sahibi “Veseniyye”yi, “Seneviyye” sınıfına katmıştır. Çünkü Veseniyye’de putları ikinci bir ilâh ittihaz edip mecûsîler gibi Allah Teâlâ’nın Vahdaniyyetini inkâr etmektedirler. İleride geleceği üzere Seneviyye ile Veseniyye’nin müslüman olmalarında hüküm birdir.

“Ehl-i kitab ilh…” Ehl-i kitab, Yahudiler ile Hıristiyanlardır. Bunlar, Allah Teâlâ’nın varlığını, birliğini, Peygamberleri, şeriatları ikrar ve itiraf ederler. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul etmezler. Bunların bazıları Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu kabul etmezler. Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul etmedikleri için “Ehl-i kitab” da kafirdirler. Bedâyı, Muhit ve Hâniyye.

“Birinci ve ikinci sınıftan ilh…” Bedâyı’nın ibâresi şöyledir: “Dehriyyeden veya seneviyyeden olanlar “lâ ilâhe illallâh” dediklerinde müslüman olduklarına hükmolunur. Bunlar şehadet kelimelerini asla söylemezler. Şehâdet kelimelerini söylediklerinde ise müslüman olduklarına hükmedilir. Yalnız “Eşhedü Enne Muhammeden rasûlullâh” dediklerinde de müslüman olduklarına hükmedilir. Çünkü bunlar “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh” şehadet kelimesi ile “ve Eşhedü Enne Muhammeden rasûlullah” kelimesinden hiç birini söylemezler. Bu iki şehâdet kelimesinden birisini söylediklerinde müslüman olduklarına hükmedilir. Bu iki şehâdet kelimesinden birisine imân ettiklerinde diğerine de imân etmiş olurlar.

Enfeu’l-Vesâil sahibi de böylece zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Puta tapanlar, ateşe tapanlar, Allah Tealâ’ya ortak koşanlar veya Allah Teâla’nın birliğini inkâr edenler “la ilâhe illallah” yahut “Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah” yahut “biz müslüman olduk” yahut “Allah Teâlâ’ya imân ettik” dediklerinde müslüman olduklarına hükmedilir.

Muhit’de: “Bir kâfir inandığını inkâr ederek kelime-i şehâdet getirse müslüman olduğuna hükmedilir.” diye zikrolunmuştur. Siyer-i Kebir Şerhinde de böyle denilmiştir.

İbn-i Ebî Şerif Şâfii’nin Müsayere Şerhi’nde: “Seneviyye veya Veseniyye’den olan bir kimse, bütün bâtıl dinlerden berî oldum demeksizin şehadet kelimelerini söylese müslüman olduğuna hükmedilir.” diye zikretmesi kendi mezhebine göredir.

“Üçüncü sınıftan ilh…” Yani Allah Teâlâ’nın varlığını ve birliğini ikrar edip, peygamberleri inkâr eden filozoflardan bir kimse “lâ ilâhe illallâh” dese müslüman olduğuna hükmedilmez. Çünkü bunlar peygamberleri inkar ederler. Bundan dolayı “Lâ ilâhe illallâh” demekten çekinmezler. Eğer “Eşhedü enne Muhammeden rasûlullah” dese, müslüman olduğuna hükmedilir Çünkü bunlar şehadet kelimesini söylemekten çekinirler. Bundan dolayı bunlardan olan bir kimsenin şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alamettir Bedâyı.

“Dördüncü sınıftan ilh…” Yani putlara tapanlardan bir kimse “Lâ İlâhe İllallâh” yahut “Muhammedün rasûlullah” dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü bunlar hem Allah Tealâ’nın birliğini hem de peygamberleri inkâr ederler. Bundan dolayı bunlardan olan bir kimse bu iki mübârek kelimeden birisini söylediğinde müslüman olduğuna hükmedilir. Bunlardan olan bir kimse “ben müslümanım” dese müslüman olmuş sayılır. Çünkü putlara tapanlar hiç bir zaman müslüman olduklarını söylemezler. Bilâkis müslümanları kızdırmak maksadıyla müslümanlıktan berî olduklarını söylerler. Bunlardan birisi “ben Muhammed (S.A.V.)’in dinindenim” yahut “İslâm dinindenim” dese müslüman olduğuna hükmedilir.

“Beşinci sınıftan olanlar ilh…” Bu sınıf yahudi ile hıristiyanlardır.

= Şehâdet kelimelerini getirmekle birlikte bâtıl dinlerden berî olmanın şart kılınması =

Bunların müslüman olduğuna hükmedilmek için “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” demekle birlikte “bütün bâtıl dinlerden berî olduk” demeleri de şarttır.

İbn-i Hümam Müsâyere adlı eserinde “Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” dedikten sonra “bütün bâtıl dinlerden beri olduk” demelerinin şart olması kendilerine dünya ahkâmının, yani müslümanlarla evlenmeleri, müslümanlara mirâsçı olmaları, arkalarında namaz kılınması, öldüklerinde cenaze namazlarının kılınması, müslüman kabristanına defnedilmeleri gibi dünya hükümlerinin tatbik edilmesi içindir. Yoksa kendileri ile Allah Teâlâ arasındaki imânın sâbit olması için şart değildir. Hatta onlardan bir kimse ResüI-i Ekrem Efendimizin bütün insanlara ve cinlere Peygamber gönderilmiş olduğuna inanarak: “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” dese Allah Teâlâ katında imân etmiş olur.” diye zikretmiştir.

Bedâyı’da zikredilmiştir ki; yahudi veya hıristiyan olan bir kimse “şehâdet kelimelerini” söylese “kendi bâtıl dinimden berî oldum” demedikçe müslüman olduğuna hükmedilmez.

Muhît sahibi şunu ilave etmiştir: “Kendi bâtıl dinimden beri oldum” dedikten sonra “İslâm dinine girdim” demedikçe müslüman olduğuna hüküm verilmez. Çünkü o kimse yahudi ise yahudilikten çıkıp hıristiyan dinine, hıristiyan ise hıristiyanlıktan çıkıp yahudi dinine girmiş olabilir. Fakat kendi dinimden çıktım ve İslâm dinine girdim dediği takdirde böyle bir ihtimal kalmaz.

Bazı fukahâ “islâm dinine girdim” deyip “kendi dinimden çıktım” demese bile yine müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü “islâm dinine girdim” demesi, “eski dinimden çıktım” mânâsını ifade etmektedir, demişlerdir. Siyer-i Kebîr’de de böyle zikredilmiştir.

Ben derim ki “Kendi dinimden beri oldum” dediği takdirde “İslâm dinine girdim” demesi de şarttır. Fakat “ben bütün batıl dinlerden beri oldum” dediği takdirde “İslâm dinine girdim” demesi şart değildir. Çünkü böyle söylediğinde başka bâtıl bir dine girmiş olacağına ihtimal kalmaz. Bundan dolayı şârih “yahudi ve hıristiyanların müslüman olmalarında “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün rasûlullah” demekle birlikte bütün bâtıl dinlerden berî ve uzak olduklarını söylemeleri ile iktifa olunur.” demiştir.

TENBİH : Fetih’de zikredilmiştir ki; müslümanlar arasında yaşayan yahudi ve hıristiyanların müslüman olduklarına hüküm verilmek için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra bütün bâtıl dinlerden beri olduklarını söylemeleri de şarttır. Fakat harb meydanında bir müslüman bir yahudiye veya hıristiyana saldırdığında o yahudi veya hıristiyan “şehâdet” getirse yahut “İslam dinine girdim” yahut “Hz.Muhammed (S.A.V.)’ in dinine girdim” veya Muhammedün resûlullah” dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü vakit dar olduğu için bütün bâtıl dinlerden berî oldum” demeğe zamanı yoktur.

“Hali bilinmeyen bir kimseden ilh…” İsfahanlı İsa denilen bir kimseye tâbi olan yahudilerden bir fırka vardır ki; bunlara “İseviyye” denir. Bunlar Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini kabul ederler. Ancak bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu kabul etmezler.

“Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû” diyen bir yahudinin hali bilinmezse kendisine sorulur. Eğer “İseviyye” fırkasından olduğunu söylerse Peygamber Efendimizin bütün İnsanlara peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ve kendi bâtıl inancından berî olduğunu söylemedikçe müslüman olduğuna hüküm verilmez. Eğer “İseviyye” fırkasından olmayıp Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamber olduğunu inkâr edenlerden ise şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hükmedilir.

“Dürer’de ilh…” Zahîre’den naklen Bahır’ın cihâd bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; Resûl-i Ekrem Efendimizin zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar şehâdet kelimelerini söylediklerinde müslüman olduklarına hükmolunuyordu. Çünkü onlar Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Ama bugün Irak’ta yaşayan yahudiler şehadet kelimelerini söyledikten sonra kendi bâtıl dinlerinden berî olduklarını ve İslâm dinine girdiklerini söylemedikçe haklarında müslüman olduklarına hüküm verilemez. Çünkü onlar “Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğini kabul ederler. Fakat “israiloğullarına peygamber olarak gönderilmeyip diğer insanlara gönderilmiştir.” derler.

Siyer-i Kebîr şerhinde zikredilmiştir ki; bugün müslümanlar arasında yaşayan yahudi veya hıristiyanlardan birisi “Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû” dese müslüman olduğuna hükmolunmaz. Çünkü onların hepsi bu şehâdet kelimelerini söylerler. Kendilerine şehâdet kelimelerinin mânâsı sorulunca “Hz. Muhammed (S.A.V.) bize değil size peygamber olarak gönderilmiştir.” derler.

Yine onlardan birisi “ben müslümanım” dese bununla müslüman olduğuna hüküm verilemez. Zira her fırka kendilerinin müslüman olduğunu söylerler. Çünkü “müslüman” Hakk’a teslim olan mânâsına olup her din sahibi kendisinin Hakk’a teslim olduğunu iddia eder. İmam-ı Hulvânî: “Memleketimizdeki mecûsilerden birisi “ben müslümanım” dese müslüman olduğuna hükmolunur. Çünkü bunlar hiçbir zaman “müslümanız” demezler. Hatta çocuklarına sövmek maksadıyla “ey müslüman” derler.” demiştir.

Ben derim ki: İmam-ı Hulvânî: “Yukarıda geçtiği üzere puta tapanlardan bir kimse “ben müslümanım” yahut “ben Hz. Muhammed (S.A.V.)’ in dinindenim” yahut “İslam dinindenim” dese müslüman olduğuna hükmedilir. Çünkü bunlar hiç bir zaman “müslümanız” demezler.” demiştir. Buna göre memleketimizdeki yahudi ve hıristiyanlar hakkında da aynı şey söylenebilir. Çünkü bunlar da hiç bir zaman “müslümanız” demezler. Hatta bunlardan birisi, bir iş yapmaktan kendisini menetmek için “şu işi yaparsam müslüman olayım” der. Bundan dolayı bunlardan birisi kendi rızasıyla “ben müslümanım” dese, bu sözü – her ne kadar şehadet kelimelerini söylediği kendisinden işitilmese bile- müslüman olduğuna delil sayılır. “Ben müslümanım” dediği işitilmeyip, fakat cemaatle namaz kılan veya müslümanların alâmet ve işaretini kullanan kimsenin de müslüman olduğuna hükmolunur. Öldüğü zaman cenaze namazı kılınır.

Şehâdet kelimelerini asla söylemeyen yahudi ve hıristiyanlardan birisi kendi rızasıyla şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm verilir. Çünkü şehâdet kelimelerini söylemek, müslümanlara mahsus alâmet ve işareti kullanmanın üstündedir.

Şüphe yok ki, İmam Muhammed: “Kendi zamanındaki yahudi ve hıristiyanlardan Resûl-i Ekrem Efendimizin kendilerinden başkalarına peygamber olarak gönderilmiş olduğunu ikrar ettiklerinden onların müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra Peygamber Efendimizin bütün insan ve cinlere peygamber gönderilmiş olduğunu ikrar etmeleri ve bütün bâtıl dinlerden berî olduklarını söylemeleri şarttır. Çünkü bunlar Resûl-i Ekrem Efendimizin zamanında Peygamberimizin. peygamber olduğunu inkâr edip şehâdet kelimelerini asla söylemedikleri için o zaman onlardan birisi şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm veriliyordu.” demiştir. Zamanımızdaki yahudi ve hıristiyanlar Resül-i Ekrem Efendimizin peygamber olduğunu inkâr edip şehâdet kelimelerini asla söylemezler ise bunlardan birisi kendi rızasıyla şehâdet kelimelerini söylediğinde müslüman olduğuna hüküm verilir.

“Çünkü şehadet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alamettir. İlh…” Kariü’l-Hidâye: “Yahudi ve hıristiyanlardan birinin şehâdet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alâmettir.” sözüyle İmam Muhammed’in zamanındaki vaziyetin değiştiğini ifade etmiştir. Çünkü İmam Muhammed zamanındaki yahudi ve hıristiyanlar kendi dinlerinde oldukları halde şehadet kelimelerini söylediklerinden, şehadet getirmeleri muslüman olduklarına alâmet kılınmamıştır. Bundan dolayı İmam Muhammed: “Yahudi ve hıristiyanların müslüman olmaları için şehâdet kelimelerini söyledikten sonra bütün bâtıl dinlerden beri olduklarını söylemeleri de şarttır.” demiştir. Ama Kariü’l-Hidaye zamanında yahudi ve hıristiyanlar şehâdet kelimelerini söylemediklerinden onlardan birisinin şehadet kelimelerini söylemesi müslüman olduğuna alâmet kılınmıştır. Günkü o zaman şehâdet kelimelerini ancak müslüman olanlar söylüyorlardı. Zamanımızda da böyledir.

HÂTİME :

= Müslüman olmayan bir kimse cemaate namaz kılma gibi İslâmi fiillerden birini yapmakla da müslüman olur.

Müslüman olmayan bir kimse “cemaatle namaz kılsa” yahut “namazı ikrar etse” yahut “bir mescidde namaz vaktinde ezan okusa” yahut “hac etse” müslüman olduğuna hükmedilir. Fakat tek başına “namaz kılsa” yahut “sadece ihrama girse” müslüman olduğuna hüküm verilmez.

Ahirette insanı kurtaracak olan Müslümanlık; Hz. Muhammed (S.A.V.)in Cenâb-ı Hak tarafından getirmiş olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Resûlullahı kalble tasdik etmekten ibarettir.

METİN

Bir müslümanın sözünü güzel bir veçhile tevil etmek mümkün olursa veya kâfir olmayacağına dâir zaif olsa bile bir rivâyet bulunursa müslümanın küfrüne fetva verilmez. Nitekim Bahır’da ve Eşbâh’da naklen böyle zikredilmiştir.

Dürer’de ve diğer mu’teber fıkıh kitablarında zikredilmiştir ki: bir meselede küfrü gerektiren bir çok vecihler bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir vecih bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen tarafa meyledip onunla fetva vermelidir. Eğer o müslüman küfrü gerektirmeyen tarafı niyet etmiş ise müslümandır. Küfrü gerektirmeyen tarafı niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü niyetinin hilâfına tefsir ve tevil etmesi faide vermez.

Sabahta ve akşamda şu dûa ile küfürden Allah Teâlâ’ya sığınmalıdır. Çünkü bu dûaya devam etmek küfürden korunmaya sebep olacağı Peygamber Efendimiz tarafından bildirilmiştir. Dûa şudur: “Allahümme innî eûzübike min enüşrikebike şey’en ve ene a’lemü ve estağfiruke lima lâa’lemü inneke ente allâmül ğuyubi”

Tevbe-i yeis makbuldur, iman-ı yeis makbul değildir. Yine Dürer’de zikredilmiştir ki; iki hıristiyan bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik edip o da inkâr etse şâhidlikleri kabul edilmez.

Yine müslümanlardan bir erkekle bir kadın bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik edip o da inkâr etse, bunların şâhidlikleri de kabul edilmez.

Nevazil’de: “Müslümanlardan bir erkekle iki kadın bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik yapsalar yahut iki hıristiyan bir hıristiyanın müslüman olduğuna şâhidlik yapsalar şâhidlikleri kabul edilir.” diye zikredilmiştir.

İZAH

“Bir müslümanın sözünü ilh…” Mürted olan bir erkek öldürülmeyi hak etmiş olur. Bundan dolayı bir müslümanın sözü tevil edilebilirse, onu öldürülmekten kurtarmak için tevil edilir, küfrüne fetva verilmez. -Allah Teâlâ Hazretlerine sığınırız- bir müslüman kendi rızasıyla küfür olduğunda ittifak bulunan bir kelimeyi söylese, bütün ibâdetleri ve nikâhı bâtıl olur. Hacca gitmiş ise tekrar hacca gitmesi tâzım gelir. Fakat diğer ibâdetlerini kaza etmesi lazım gelmez. Küfür olduğunda ihtilâf bulunan bir kelimeyi söylese, kendisine tevbe ve istiğfar etmesi ve nikâhını yenilemesi emrolunur.

= Müslümanın dinine sövmenin hükmü =

Müslüman bir kimse, müslüman bir şahsın dinine sövse küfrüne hükmolunmaz. Çünkü “O kimse sövmesiyle İslâm dininin hakikatını kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlâkını ve fena muamelesini kasdetmiştir.” diye tevil etmek imkânı vardır. Böyle söven kimsenin nikâhı bozulmuştur diye hükmedilmez ise de ihtiyaten kendisine nikâhını yenilemesi emrolunur. Çünkü rezil ve ahlak olan kimseler böyle fena sövmeleriyle sövdüklerikimsenin çirkin ahlâkını ve fena muamelesini kasdetmeleri hatırlarına bile gelmez.

Remlî Hayrüddin’e “Bir hâkim bir müslümana” şeriata razı ol” demiş; o da “ben şeriatı kabul etmem” demiş. Bir müftü “Böyle söyleyen kimse kâfir olur, karısı da boş olur.” diye fetva vermiş. Böyle söyleyen kimsenin küfrü sâbit olur mu?” diye sorulduğunda Remlî Hayrüddin: “Bir âlim, bir müslümanı küfre nisbet etmede acele etmemelidir.” diye cevap vermiş. Fetâvây-ı Hayriyye.

“Zaif olsa bile bir rivâyet bulunursa ilh…” Yani bir müslümanın kâfir olmayacağına dâir zaif olsa bile bir rivâyet bulunursa, her ne kadar bu rivâyet bizim mezhebimize aid olmasa bile, bu zaif rivâyetle amel edilir ve müslümanın küfrüne fetva verilmez. Çünkü bir müslümanın küfrüne fetva verilebilmesi için söylemiş olduğu sözün küfür olduğunda bütün İslâm âlimlerinin ittifak etmiş olmaları şarttır.

“Bir meselede küfrü gerektiren birçok vecihler ilh…” Yani bir meselede küfrü gerektiren pek çok ihtimal bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir ihtimal bulunsa, müftü küfrü gerektirmeyen ihtimalle fetva vermelidir. Çünkü bir müslümanın kâfir olmayacağına dâir bir ihtimal olsun bulunduğu takdirde müslümanı küfre nisbet etmemelidir. Şu kadar var ki, eğer o müslüman küfrü gerektirmeyen ihtimali niyet etmiş ise müslümandır, mü’mindir. Küfrü gerektiren ihtimali niyet etmiş veya hiç bir şeye niyet etmemiş ise müftünün onun sözünü tevil ederek kâfir olmaması üzerine hamletmesi bir fâide vermez. Meselâ bir müslüman İslam dinine sövdüğünde, müftü onu öldürülmekten kurtarmak için o müslüman İslâm dininin hakikatine sövmeyip, sövdüğü şahsın çirkin ahlâkına sövmüştür, diye tevil etse bakılır: Eğer İslâm dinine söven kimse hakikaten İslâm dininin kendisini kasdetmeyip sövdüğü şahsın çirkin ahlakını kasdetmiş ise, o kimse müslümandır ve mümindir. Eğer İslâm dininin hakikatını kasdetmiş ise, kendisi ile Allah arasında kâfir olur. Bu takdirde tevbe ve istiğfar etmesi, nikâhını yenilemesi hacca gitmiş ise yeniden hacca gitmesi lâzım gelir. Müftünün onun sözünü tevil ederek kâfir olmaz diye fetva vermesi bir fâide vermez.

“Sabahta ve akşamda şu dûa ile küfürden Allah Teâlâ’ya sığınmalıdır ilh…” Sabah virdi, gece yarısından itibaren başlayıp zeval vaktine kadar devam eder. Akşam virdi, zevdi vaktinden itibaren başlayıp gece yarısına kadar devam eder.

Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Ey insanlar şirkten sakınınız. Çünkü şirk karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir.” buyurduğunda ashab-ı kiram:

“Yâ Resûlullah ondan nasıl sakınalım?” dediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Allahümme inna neuzübike ennüşrike şey’en na’lemühü ve nestağfiruke lima lana’lemühü” diye dûa ediniz. buyurmuşlardır.

“Tevbe-i yeis makbuldür. İmân-ı yeis makbul değildir ilh…” Yani ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın o haldeki tevbesi kabul edilir. Fakat kâfirin o haldeki imânı kabul edilmez. Dürer sahibi, Bezzâziye sahibine tâbi olarak bunun sebebini şöyle açıklamıştır:

Kâfir o zamana kadar Allah Teâlâ’yı tanımamaktadır. Hayattan umudunu kesip hakkı ve hakikatı görünce o onda İmân etmektedir. O halde yapılan iman ise makbul ve muteber değildir. Fâsık, Allah Tealâ’yı tanımaktadır. Müslümandır, mümindir. İmânı mevcuddur ve bâkîdir. Bâkî olan bir şey, yeni baştan yapılandan kolaydır.

Ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın tevbesinin kabul edileceğine delil; Allah Teâlâ’nın :

“Kullarının tevbesini kabul eden ancak O’dur.” (Şûra Sûresi: âyet : 185) kavl-i kerîminin mutlak olmasıdır.

Bezzâziye sahibi: “ölüm döşeğinde hayatından umudunu kesen fâsık müslümanın tevbesinin de, o haldeki kâfirin imânının da kabul edilmeyeceğine dair bir kavil nakletmiş ve bu kavil hanefi, Mâlikî, Şâfii mezheplerine aiddir.” demiştir. Molla Aliyyül-Kari, Bed’ü’l-Emâli Şerhinde bu kavli teyid etmiştir. Cenaze namazı bâbının evvelinde bu mesele hakkında geniş malûmat geçmiştir (oraya bakınız).

= Firavun’un küfründe ittifak vardır. Yunus (A.S.)’ın kavmi müstesnadır =

Hak olan mezheblere göre, ölüm döşeğinde can çekiştiren kâfirin imânı ile kendilerini yok edecek azabı gördüklerinde imân eden kâfirlerin imânı fâide vermez. Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri:

“Azabımızın şiddetini gördükler) zaman imânları kendilerine fâide verecek değildir.” (Mü’min Sûresi: âyet : 185) buyurmaktadır. Bundan dolayı Firavun’un küfründe ittifak vardır. Nitekim bunu Tirmizî Yûnus Sûresi’nin tefsirinde rivâyet etmiştir. Yalnız Muhyiddin-i Arabî “Fütûhât” ismindeki kitabında “Firavun’un imânının kabul edilmiş olduğunu” söylemiştir.

Allâme İbn-i Hacer “Ezzevâcir” ismindeki kitabında:: “Biz Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin büyük bir âlim olduğuna inanırız. Fakat Firavun’un imânı hakkında söylemiş olduğu sözünü kabul edemeyiz. Çünkü peygamberlerden başka hiç bir kimse masûm (hatasız) değildir. Muhyiddin-i Arabî eserlerinin bazısında “Firavun’un Hâmân ve Kârûn ile beraber Cehennemde olduğunu” açıklamıştır. Muhyiddin-i Arabî’nin bir mesele hakkında değişik iki sözü bulunduğu takdirde açık delillere uygun olan sözü kabul edilir. Açık delillere uygun olmayan sözü kabul edilmez.” diyerek Muhyiddin-i Arabî’nin Firavun’un imânı hakkındaki sözünü reddettikten sonra şöyle devam etmiştir:

“Hayattan umutlarını kesenlerin imânı kabul edilmez.” Bundan Yûnus (A.S.)’ın kavmi istisnâ edilmiştir. Bazı müfessirlere göre, “Allamül uyub” ayet-i kerimesindeki istisnâyı muttasıl istisna kılıp, Yûnus (A.S.)’ın kavmi kendilerini yok edecek azabı görür görmez imân edip, imânlarının kabul edilmesi peygamberlerinin bir kerameti ve bir hususiyetidir. Bundan dolayı buna başkası kıyas edilemez. Nitekim Kurtubi, İbn-i Nasırü’ddin Hafızı’ş-Şam ve kendilerine itimad edilen âlimlerden pek çoğunun sahihtir dedikleri bir hadîs-i şerife göre, Allah Teâlâ Resûl-i Ekrem Efendimize bir mûcize ve birikram olarak anasını babasını diriltmiş, onlar da Peygamber Efendimize imân etmişler. Âdet-i ilahînin hilâfına olarak öldükten sonra imânlarıyla faidelenmişlerdir. Nitekim İsrailoğulları arasında öldürülmüş bir kimse, kendisini öldüreni haber vermesi için Cenâb-ı Hak tarafından diriltilmiştir. İsâ (A.S.), Allah’ın izniyle ölüleri diriltirdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de Allah Tealâ’nın izniyle bir çok ölüleri diriltmiştir.

“Peygamber Efendimiz, Hz. Ali (R.A.) ikindi namazını kılsın, diye Allah Teâlâ’ya güneşi geri göndermesi için dûa etmiş. Allah Teâlâ da batmış olan güneşi geri göndermiş. Hz. Ali (R.A.) ikindi namazını kılmıştır.” diye vârid olan rivâyet sahihtir.

Allah Teâlâ Peygamber Efendimize batmış olan güneşi geri gönderip geçmiş olan vakti geri çevirerek ikram ettiği gibi, anasını babasını da dirilterek geçmiş olan imân vaktini imân edilecek vakte çevirerek ikram etmiştir.

“Sen, Cehennemliklerin küfür ve günâh işlemekteki ısrarlarından mesul değilsin.” (Bakara Sûresi; âyet : 119) âyet-i kerîmesi, “Resûl-i Ekrem Efendimizin anası, babası hakkında nazil olmuştur.” diye vârid olan rivâyet sahih değildir.

Sahih-i Müslim’de: “Bir adam: “Ya Resûlullah! Benim babam nerededir?” diye sormuş. Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Cehennemdedir.” buyurmuş. Adam dönüp gidince Resûl-i Ekrem Efendimiz onu çağırarak:

“Benim babam da, senin baban da Cehennemdedir.” buyurmuşlar. “diye vârid olan haber, Resûl-i Ekrem Efendimizin anasının babasının hallerini bilmezden önce idi. Dirilme hadisesi bundan sonra olmuştur.” İbn-i Hacer’in sözü burada bitmiştir. Bu hususda daha geniş malûmat Kafirin Nikâhı Bâbında geçmiştir. (Oraya bakınız.)

METİN

Mürted olan bir müslüman tevbe edip İslâmiyete geri dönerse tevbesi kabul edilir. Ancak şu kimselerin tevbeleri kabul edilmez:

1 – Tekrar tekrar mürted olan müslümanın tevbesi kabul edilmez. Yukarıda geçtiği üzere bir müslüman dördüncü defa mürted olsa tevbesi kabul edilmeyip öldürülür.

2 – Peygamberlerden birine dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın tevbesi kabul edilmeyip, mutlaka hadden öldürülür. Çünkü bu, kul hakkıdır. Tevbe ile ortadan kalkmaz. Peygamberlerden birine dil uzatma cüretinde bulunan bir müslümanın azab edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfir olur. Allah Teâlâ’ya dil uzatma cüretinde bulunmak suretiyle kâfir olan bir müslümanın tevbesi kabul edilir. Çünkü bu Allah Teâlâ’nın hakkıdır. Bu meselenin tamamı Bezzâziye’den naklen Dürer’in cizye faslındadır.

Resûl-i Ekrem Efendimize kalbiyle buğzeden müslümanın da tevbesi kabul edilmez. Fetih. Eşbâh.

Musannıf Fetâvâsında : “Resûl-i Ekrem Efendimiz ile alay etmeyi ve onu küçümsemeyi, hakîr görmeyi, Peygambere dil uzatmaya, kalble buğzetmeye katmak vâcibdir. Çünkü buna da kul hakkı teallûk etmektedir.” diye zikretmiştir.

Musannıfın Fetâvâsında zikredilmiştir ki; musannıfa “Şerif (Hz. Hüseyin’in soyundan) olan bir zata “Allah Teâlâ, senin anana – babana ve seni geride bırakıp giden atalarına, dedelerine lânet etsin.” diyen şahsa şer’an ne ceza terettüb eder?” diye sorulmuş, o da: “Atalarına, dedelerine” kelimeleriyle şerifin muayyen ataları, dedeleri murad edilmedikçe Peygamber Efendimiz şâmil olur. Artık lânet eden şahsın küfrüne hükmolunur.” diye cevap vermiştir. Lânet etmesi sebebiyle kâfir olunca -Bezzâziye’nin zikrettiği ve şârihlerin de ona tâbi olduğu üzere- tevbesi kabul edilmez. Ebû Hâşim ile İmamü’l-Harameyn: ” “Atalarına, dedelerine” kelimeleriyle şerifin muayyen olan ataları, dedeleri murad edilmese bile bu söz Peygamber Efendimize şâmil olmaz.” demişlerdir.

Ebû Hâşim ite İmamü’l-Harameyn’in kavillerine göre “alalarına, dedelerine” ifadeleriyle şerifin yakın olan ataları, dedeleri murad edilmesi ihtimali bulununca Resûl-i Ekrem Efendimize şâmil olmaz. Dolayısıyla lânet eden şahsın küfrüne hükmolunmaz. Bizim mezhebimize lâyık olan da budur. Çünkü fukahâ “küfür olmayan ihtimale meyledilir” diye açıklamışlardır.

Musannıfın Fetâvâsında zikredilmiştir ki; Peygamber Efendimize dil uzatma cüretinde bulunan veya ona kalbiyle buğzeden müslüman hadden öldürülür. Nitekim yukarda geçmiştir. Fakat Kitabüşşifâ’da: “Peygamber

Efendimize dil uzatma cüretinde bulunan veya kalbiyle buğzeden müslümanın hükmü mürteddin hükmü gibidir.” diye zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, o müslümanın tevbesi kabul edilir. Yani hadden öldürülmez. Nitekim akıl sahiblerine gizli değildir.

Musannıf kendi şerhinde: “Ben Mısır’da Hanefi müftüsü Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl’den işittim ki, Kemâl ve diğer fukahâ Bezzâziye sahibine tâbi olmuşlar. Bezzâziye sahibi de Esseyfülmeslûl sahibine tâbi olmuş. Esseyfülmeslûl sahibi Peygamber Efendimize dil uzatan ve buğzeden müslümanın tevbesinin kabul edilmeyeceğini kendisine nisbet edip kendisinden başka Hanefi âlimlerinden “hiç bir kimseye nisbet etmemiştir.” diye zikretmiştir. Netf, Muînülhükkâm, Şerhüttâhavi, Hâvizzahidi ve diğer muteber fıkıh kitablarında: “Peygamberimize dil uzatan müslümanın hükmü, mürteddin hükmü gibidir.” diye açıklanmıştır.

Netf’in ibâresi şöyledir: Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Hükmü mürteddin hükmü gibidir. Mürtedde tatbik edilen ceza buna da tatbik olunur. Bundan anlaşılmıştır ki; Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir, hadden öldürülmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle Kitabüşşifâ’da da böyle zikredilmiştir.

Şârih der ki; Kitabüşşifâ’nın ibâresinden anlaşıldığına göre şerif olan bir zata “ey bin domuzun oğlu” yahut “ey yüz köpeğin oğlu” yahut Hâşimi olan bir zata “Allah Teâlâ Hâşim oğullarına lânet etsin” diyen bir müslüman Peygamber Efendimize dil uzatmış olur. Meleklere dil uzatma, Peygamberlere dil uzatma gibidir.

“Bir Hanefi kaadısı peygambere dil uzatma cüretinde bulunmuş olan bir müslümanın küfrüne hükmetse, Şâfiî kaadısı için o müslümanın tevbesinin kabul edileceğine hükmedip öldürülmesini önlemesi câiz midir?” diye fetva sorulmaktadır. Evet, şâfiî kaadısının vermiş olduğu hüküm câiz ve meşrudur. Çünkü Şâfiî kaadısı her ne kadar Peygamber Efendimize dil uzatıma cür’etinde bulunmanın gereğiyle hüküm vermiş ise de bu verilen hüküm Hanefi kaadısının küfür ile hüküm vermiş olduğu hadiseden başkadır.

Şârih der ki; bundan sonra ben Ebussûud Efendinin Mârûzat’ında bir soru gördüm ki hülâsası şöyledir: “Ebussûud Efendiye: Bir talebenin yanında bir hadis-i şerif zikredildiğinde, ‘talebe “her hadîs-i şerif doğru olur mu ve kendisiyle amel edilir mi?” dese. talebeye ne hüküm terettüp eder?” diye sorulmuş. Ebussûud Efendi de: “Birincisi istifham-ı inkârisi sebebiyle yani hadîs-i şeriflerin doğruluğunu inkâr ettiği için, ikincisi Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve noksanlık nisbet ettiği için kâfir olur.” diye cevap vermiştir. İstifham-ı inkârı sebebiyle olan küfrü, itikadından dolayı olursa imânını yenilemesiyle emrolunur. Fakat öldürülmez. Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve noksanlık nisbet etmesi, zındık olduğunu ifade eder. Buna göre bu talebe yakalandıktan sonra tevbe ederse, ittifakla tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Yakalanmadan önce tevbe ederse, tevbesinin kabul edilmesinde ihtilâf edilmiştir. İmam-ı Azam’a göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. Diğer imamlara göre tevbesi kabul edilmez, hadden öldürülür. Böyle söyleyen talebenin tevbesinin kabul edilip edilmemesinde âlimler arasında ihtilâf bulunduğu için âlimlerin görüşlerine riayet edilerek: “Dokuzyüz kırkdört tarihinde kaadılara böyle söyleyen talebenin salâhı, tevbesi, müslümanlığının güzelliği görülürse İmam-ı Azam’ın kavliyle amel edilerek öldürülmesin, tazir ve hapsedilmesiyle iktifa edilsin. Eğer iyi hali görülür cinsten olmazsa diğer imamların kavilleriyle amel edilerek öldürülsün.” diye sultan tarafından emir çıkarılmıştır. Bundan sonra “dokuzyüz ellibeş tarihinde böyle söyleyen talebenin haline bakılsın. İki fırkanın hangisinden ise onun gereğiyle amel edilsin.” diye ikinci bir emir daha çıkarılıp, bununla birinci emir teyid edilmiştir. Bu kaide hıfzedilmeli ve bununla “tevbesi kabul edilir” diyen âlimler ile “tevbesi kabul edilmez” diyen âlimlerin kavillerinin arası bulunmalıdır.

İZAH

“Hadden öldürülür ilh…” Yani peygamberlerden birine dil uzatan müslümanın cezası, had olmak üzere öldürülmesidir. Çünkü had tevbe ile düşmez. Bundan anlaşılmıştır ki, tevbesi kabul edilmeyip öldürülmesi dünya hükmüdür. Ama Allah Teâlâ katında tevbesi makbuldür. Nitekim Bahır’da da böyledir. Bilmiş ol ki, şârih bunu Dürer ve Bezzâziye sahiblerine tâbi olarak zikretmiştir. Yoksa ileride bunun hilâfını zikredecek ve tahkîki gelecektir.

“Mutlaka ilh…” Yani peygamberlerden birine dil uzatan müslüman, gerek dil uzattığını kendisi ikrar edip tevbe etsin, gerekse dil uzattığına şâhidlik yapıldıktan sonra tevbe etsin, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bahır.

“Dürer’in cizye faslında ilh…” Mâliki mezhebinden İbn-i Suhnun:

“Peygamberlerden birine dil uzatma cür’etinde bulunan müslüman kafirdir, hükmü öldürülmektir. Bunun azab edilmesinde ve kâfir olmasında şübhe eden kimse de kâfirdir, diye bütün âlimler ittifak etmiştir.” demiştir.

Ben derim ki: Bu ibâre Mâliki mezhebinden kaadı İyâz’ın Kitabüşşifâ’sında zikredilmiştir. Bu ibâreyi oradan Bezzaziye sahibi nakletmiş. Fakat ibâreyi anlamada hata etmiştir. Çünkü orada bu ibâre ile “Peygambere dil uzatanın tevbe etmeden önce öldürülmesi murad edilmiştir.” Bu murad edilmese idi. Peygambere dil uzatanın tevbesi kabul edilir. Tevbesi sebebiyle öldürülmesi de önlenir.” diyen birçok müctehidlerin küfre nisbet edilmesi lâzım gelirdi. Hatta “tevbe etse bile öldürülür” diyen kimsenin “tevbe ettiği takdirde ahirette azap edilmez” demesi lâzımdır. Nitekim fukahâ: “Tevbe eden kimseye ahirette azap edilmez.” demişlerdir. Şu halde Kitabüşşifâ’da zikredilen ibâre ile kesin olarak bizim zikrettiğimiz mânâ murad edilmiştir.

“Fakat Kitabüşşifâ’da ilh…” Kitabüşşifâ’nın ibâresi şöyledir: “Ebû Bekir b. Münzir: Bütün ilim ehli, Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman öldürülür. diye ittifak etmişlerdir, demiştir.”

İmam Mâlik, Leys b. Sad, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râheveyh de: “Peygamberimize dil uzatan müslüman öldürülür.” demişlerdir. Bu, İmam şâfiî’nin mezhebidir. Hz. Ebû Bekir (R.A.)’in kavli de budur. Bu zatlara göre Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür.

İmam-ı Azam, talebeleri, Süfyanî Sevrî, Ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman: “Resûl-i Ekrem Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Eğer tevbe etmezse öldürülür.” demişlerdir. Velid b. Müslim, İmam Mâlik’in “Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir.” dediğini rivâyet etmiştir. Buna göre İmam Mâlik’den bu hususda iki rivâyet bulunmuş olur.

Taberî: “İmam-ı Azam ve talebelerinin “Peygamber Efendimize bir kusur nisbet eden” yahut “Peygamber Efendimizden berî olan” yahut “Peygamber Efendimizin mübârek sözlerinden bir sözünü yalanlayan müslüman mürteddir.” dediklerini” rivâyet etmiştir. Kitabüşşifâ’nın ibaresi burada bitmiştir.

Velhâsıl: “Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman kâfirdir” diye icmâ nakledilmiştir. Sonra İmam Mâlik ve ondan sonra zikredilenlerden “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür” diye nakledilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, “Peygamber Efendimize dil uzatan öldürülür” diye nakledilen “icmâ” ile “tevbe etmeden önce öldürülmesi” murad edilmiştir. Bundan sonra İmam-ı Azam vetalebeleri “Peygamberimize dil uzatan müslüman mürteddir. Eğer tevbe etmezse öldürülür.” demişlerdir. Daha sonra Velid b. Müslim, İmam Mâlik’den “İmam-ı Azam’ın kavli gibi bir kavil” rivâyet etmiştir. Şu halde İmam Mâlik’den “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilip, edilmemesi” hakkında iki rivayet bulunmaktadır.

İmam Mâlik’den meşhur olan rivâyet “tevbesinin kabul edilmemesi” dir. Bundan dolayı bu rivâyeti önce zikredilmiştir. Kitabüşşifâ’nın başka bir yerinde “İmam-ı Azam ve talebeleri: Hz. Muhammed (S.A.V.)’den berî olan veya onu yalanlayan bir müslüman mürteddir, kanı helâldir. Ancak İslâmiyete geri dönüp tevbe ederse tevbesi kabul edilir, demişlerdir.” diye zikredilmiştir. Kitabüşşifâ’daki bu ikinci ibâre, birinci ibâreden anlaşılmış olanı, daha çok açıklamıştır.

Kitabüşşifâ’nın başka bir yerinde de “Mâlikî mezhebinden olan fukahânın “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür” demekten maksadları “kâfir olduğu için değil had olarak öldürülmesidir” diye zikredilmiştir. Ama Velid b. Müslim’in İmam Mâlik’den ve ona uyan ehl-i ilimden naklettiği rivâyete göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman mürteddir. Kendisinden mürtedlikten tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tazîr olunur. Tevbe etmezse öldürülür. Yani mürtedde tatbik edilen hüküm buna da tatbik edilir. Fakat İmam Mâlik’in “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmez” kavli, Velid b. Müslim’in, İmam Mâlik’den “tevbesi kabul edilir” diye rivâyet ettiği kavlinden daha meşhurdur.

İşte Kitabüşşifâ’nın “Hanefî mezhebinde Peygambere dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilmesi” şekklindeki ibâresi açıktır. Nitekim Velid b. Müslim’in İmam Malik’den rivâyeti de böyledir. Süfyanı Sevri, ehl-i Kûfe, Evzâî Abdurrahman’ın kavilleri de böyledir.

İmam-ı Azam’a ve diğer âlimlere göre, Peygamber Efendimize dil uzatan zimmînin (İslâm memleketinde yaşayan gayr-i müslimin) ahdi bozulmaz. Nitekim önceki bâbda zikredilmiştir.

“Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür” sözü İmam Şâfiî’nin mezhebidir, diye geçen kavil, İmam Şâfiî’nin meşhur kavli değildir. “Tevbenin kabul edilmesi” hakkındaki meşhur kavlinde tafsilât vardır. Şöyle ki: Takıyyüddin Sübkî “Esseyfü’l-meslûl alâ men sebbe’r-rasûl” isimli kitabında: “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümana verilecek hüküm hakkında İmam Şâfiî’den nakledilmiş olanın hülâsası şöyledir: Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman eğer tevbe edip islâmiyete geri dönmezse kesin olarak öldürülür. Tevbe edip İslâmiyete geri dönerse bakılır: Eğer Peygamber Efendimize dil uzatması, kazf (zinâ isnad etme) yoluyla olursa, bu hususta İmam şâfii’den “öldürülür” yahut “celd vurulur” yahut “hiç bir şey lâzım gelmez” diye üç vecih nakledilmiştir. Peygamber Efendimize dil uzatması kazfden başka bir şey ile olursa, bu hususta İmam Şâfii’den “tevbesi kabul edilir” diye nakledilmiş olan kavlinden başka bir kavlinin bulunduğunu bilmiyorum.

İmam-ı Azam’ın “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesinin kabul edilmesi”, hakkındaki kavli de İmam Şâfiî’nin kavline yakındır. İmam-ı Azam’ın “tevbesinin kabul edilir” diye nakledilen kavlinden başka kavlı bulunmamaktadır.

Peygamber Efendimize dil uzatan müslümana tatbik edilecek hüküm hususunda Hanbelî mezhebi, Mâlikî mezhebi gibidir.” diye zikretmiştir. Takiyyuddin Sübkî’nin sözü burada bitmiştir. İşte Takiyyüddin Sübkî’nin de açıkladığına göre, Hanefî mezhebinde “Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir.” Hanefî mezhebinde “tevbesi kabul edilmez” diye bir kavil mevcud değildir.

Hanbelî mezhebinden İbn-i Teymiyye “Essârimü’l-meslûl alâ şatim’ir-rasûl” isimli kitabında bu meseleyi Takiyyüddin Sübkî’den daha önce nakletmiştir. İbn-i Teymiyye’nin kendi hattı ile yazılı eski bir nüshasını gördüm. Şu ibâre vardı: Hanbelî fukahâsına göre; Peygamber Efendimize dil uzatan kimse gerek müslüman, gerekse kâfir olsun tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Buna İmam-ı Azam’la İmam Şâfiî muhalefet etmişlerdir. Onların kavilleri şöyledir: Peygamberimize dil uzatan müslüman ise kendisinden tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir. Tevbe etmezse mürted gibi öldürülür. Peygamber Efendimize dil uzatan zimmî ise İmam-ı Azam’a göre ahdi bozulmaz. Aynı eserde bir yaprak sonra şu ibâre vardır:

“Ebü’l-Hattab: Bir müslüman Peygamberimizin annesine kazf (zina isnad) ederse tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bir kâfir Peygamberimizin annesine dil uzattıktan sonra müslüman olsa iki rivâyet vardır. Bir rivâyete göre tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Diğer rivâyete göre tevbesi kabul edilip öldürülmez. İmam-ı Azam ile İmam Şâfiî’ye göre bir müslüman gerek Peygamber Efendimize, gerek annesine dil uzatırsa kendisinden tevbe istenir. Tevbe ederse tevbesi kabul edilir.” demiştir. İbn-i Teymiyye’nin eserindeki ibâre burada bitmiştir.

İbn-i Teymiyye’nin eserinin başka bir yerinde “İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel’in meşhur olan kavillerine göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslümandan tevbe etmesi istenmez. Tevbe etse bile tevbesi Allah katında makbul ise de kendisinden dünya cezasını kaldırmaz. Bundan dolayı hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir. Leys b. Sad’ın kavli de budur. Kadı lyâz zikretmiştir ki; selefin de Cumhur-ı ulemanın meşhur kavilleri de budur. Şâfii fukahâsının iki kavlinden biri de budur. İmam Mâlik ile Ahmed b. Hanbel’den “Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir” diye nakledilmiştir. Hanefî fukahâsının kavli de budur. Mürteddin tevbesi kabul edildiği için İmam Şâfiî’nin meşhur olan kavli de budur.

Buna göre, Kitabüşşifâ’da Kadı lyâz’ın, Takiyüddin Sübkî’nin, İbn-i Teymiyye’nin ve onun mezheb imamlarının sözleri açıktır ki, Hanefi mezhebinde Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın ittifakla tevbesi kabul edilir. Diğer mezheblerde tevbesinin kabul edilmesinde ihtilaf vardır. Bu zatlar – her ne kadar nakil bulunmasa bile- hüccet olarak kafidir. Bizim Hanefi mezhebimizin kitablarında Bezzâziye’den ve ona tâbi olanlardan önce buhususda nakil de mevcuddur. Nitekim ileride buna dâir şârihin sözü de gelecektir.

Ben bu hususda “Tenbihu’l-vülât velhük’kâm alâ ahkâm-ı şâtim-i hayri’l-Enâm ev ahad-i ashabihi’l-kirâm aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâm” isimli eserimde gerekli malûmatı verdim.

“Bezzâziye sahibi de Esseyfülmeslûl sahibine tâbi olmuş ilah..” Bezzâziye sahibi, İbn-i Teymiyye’ye tâbi olup: “Peygamber Efendimize dil uzatan müslüman gerek öldürülmek için yakalandıktan ve aleyhine şahidlik yapıldıktan sonra tevbe etsin, gerekse kendiliğinden tevbe edip gelmiş olsun, tevbesi asla kabul edilmeyip zındık gibi hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir. Çünkü bu öldürme hadden vâcibdir. Tevbe ile düşmez. Bu meselede hiç bir âlimin ihtilâfı tesavvur olunamaz. Zira bu had, kul hakkına teallûk eden bir haddir.” dedikten sonra “Bu meselenin delilleri “Essârimü’l-meslûl olâ şatimi’r-rasûl” İsimli kitabda mevcuddur.” demiştir.

Bu mesele hakkında müctehidlerin ihtilafı bulunduktan sonra Bezzâziye sahibinin “bu meselede hiç bir âlimin ihtilâfı tasavvur olunamaz” demesine şaşılır. Nitekim müctehidlerin ihtilâfı İbn-i Teymiyye’nin “Essârimü’l-meslûl”, Takiyyidini Sübkî’nin “Esseyfü’l-meslûl”, Kadı Iyâz’ın “Kitabüşşifâ” isimli eserlerinde beyan edilmiştir. Bu eserlerde “Hanefî mezhebi ile Şâfiî mezhebine göre, Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilir” diye açıklanmıştır. Bezzâziye’nin ibâresinin çoğu Kitabüşşifâ’dan alınmıştır. Bilinmiş olduğu üzere Bezzâziye sahibi bu meseleyi naklederken kolay görerek ihmal etmiştir. Keşke bu meseleyi bizim mezhebimizden hiç bir kimseden nakletmeyip “Kitabüşşifâ” ile “Essârimü’l-meslûl” isimli kitablara isnad etseydi. Bu kitablar dikkatle incelenirse, Bezzâziye sahibi bu meseleyi naklettiği kimselerden anlaşılana muhâlif nakletmiş olduğu açık olarak görülür. Buna göre Bezzâziye sahibinin bu meseleyi naklederken ihmalliği, bütün müteahhir alimlerin bu mesele hakkında hataya düşmelerine sebeb olmuştur. Çünkü bu alimler Bezzaziye sahibinin nakline itimad ederek bu hususda ona tâbi olmuşlardır. Onlardan hiç birisi bu meseleyi Hanefî kitablarının hiç birinden nakletmemişlerdir. Hatta Bezzâziye sahibi tarafından bu kavil ortaya atılmadan önce, gerek bizim Hanefî kitablarında ve gerek diğer mezheb kitablarında nakledilmiş olan kavil Bezzâziye sahibinin kavline muhâlifdir.

“Netf ilh…” Ben derim ki: İmam Ebû Yusufu’n Harac kitabında şöyle bir ibâre gördüm: Herhangi müslüman bir erkek “Peygamber Efendimize dil uzatır” yahut “onu yalanlar” yahut “onu ayıplar” yahut “ona kusur nisbet ederse” Allah’a küfretmiş olur ve karısı boş düşer. Eğer tevbe ederse, tevbesi kabul edilir. Tevbe etmezse öldürülür. Müslüman bir kadın da bu hususlarda müslüman erkek gibidir. Ancak İmam-ı Azam’a göre, kadın öldürülmez. Müslüman olması için cebredilir.

Remlî Hayrüddin Bahır’ın Hâşiyesinde: “Mezhebimiz Hanefî kitablarında “Peygamber Efendimize dil uzatan kadın mürteddir. Onun hükmü mürteddin hükmü gibidir” diye yazılıdır.” şeklinde naklettikten sonra “Netf” ile “Muînü’l-hükkâm” isimli kitabların ibârelerini de nakletmiştir. Bununla beraber Fetâvây-ı Hayriyyesi’nde buna muhâlif olarak fetva vermiş olmasına şaşılır.

Ben hocamın hocası Sâihânî’nin bu hususda: “Musannıfın Şeyhülislâm İbn-i Abdülâl’in sözünü işittikten ve bu kadar nakilleri gördükten sonra “Peygamberimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edilmeyip öldürülür” demesine şaşılır.” diye bir yazısını gördüm.

Bazı hocalarım bana bir risâle okuttular. O risâlede: “Peygamberimize dil uzatan bir müslüman tevbe edip islâmiyete geri dönerse öldürülmez. Mezhebin muhtar olan kavli budur.” diye yazılıydı.

Peygamber Efendimize dil uzatan müslümanın tevbesi kabul edildiği takdirde. Hz. Ebu Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e veya bunlardan birine dil uzatan müslümanın tevbesi evleviyetle kabul edilir.

“Nûru’l-Ayn” isimli kitabın sonunda zikredilmiştir ki; Hüsâm Çelebi. Bezzâziye sahibine bir raddiye yazıp sonunda: “Hanefî kitaplarını araştırdım. Bezzâziye sahibinin kavlinden başka “Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’ın tövbesi kabul edilmez” diye hiç bir kavil bulamadım.” demiştir.

“Bundan anlaşılmıştır ki, Peygamberimize dil uzatan Müslüman’ın tövbesi kabul edilir ilh…” Dünyada tövbesinin kabul edilmesiyle kendisinden ölüm cezasının kaldırılması murat edilmiştir. Ahirette tövbesinin kabul edileceğinde ittifak vardır.

Şerif olan bir zata “ey bin domuzun oğlu” şeklindeki çirkin sözü söyleyen Müslüman’ın tövbesinin kabul edilip edilmemesinde ihtilâf vardır. Bu çirkin söz, şerif olmayan bir kimseye söylendiğinde bu kimsenin yüz tane baba ve dedeleri arasında Peygamber bulunmayabilir. Bir de bu söz ile kendisine söylenilen şahsın anasının üzerine yüz tane köpeğin toplanmış olduğu murad edilir de o şahsın babası ve dedeleri murad edilmiş olmaz. Biz Hanefîlere göre, tevile ihtimali olan bir söz ile bir Müslüman’ın küfrüne hüküm olunmaz. Nitekim yukarda geçmiştir.

“Meleklere dil uzatma ilh…” Fukahâ: “Bir Müslüman peygamberlerden veya meleklerden birine dil uzatırsa kâfir olur.” demişlerdir. Bilindiği vecihle peygamberlere dil uzatmak suretiyle olan küfür mürtedlik küfrüdür. Meleklere dil uzatmak suretiyle olan küfür do mürtetlik küfrüdür. Bir Müslüman -Haşa- peygamberlerden veya meleklerden birine dil uzattıktan sonra tevbe ederse tövbesi kabul edilir, tövbe etmezse öldürülür.

“Şâfii kadısı için o Müslüman’ın, tövbesinin kabul edileceğine hük-medip öldürülmesini önlemesi câiz midir ilh…” Bu mesele Bezzâziye sahibinin zikrettiğine göredir. Bilindiği gibi, bizim Hanefî mezhebine göre Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’ın tövbesi kabul edilir. Tövbesinin kabul edilmemesi Hanefî mezhebine göre değildir. Nitekim bu mesele Hanefî kitaplarında beyan edilmiştir. Hanefî kitaplarından Mâlikî Kadı lyâz, İbn-i Ebî Cemre gibi âlimler nakletmişlerdir. Şu halde bu meseleyi zikretmenin bir mânâsı yoktur.

“”Kâfir olur” diye cevap vermiştir ilh…” Sâihânî: “Ebussûud Efendinin böyle bir cevap vereceği kanaatında değilim. Zira “Her hadis-i şerif doğru olur mu?” diyen talebenin bu ifadesiyle “Mevcut olan her hadîs-i şerif doğru değildir. Çünkü mevcut olan hadîs-i şerifler arasında mevzu hadîsler bulunmaktadır.” demesi muhtemeldir. Bu ihtimal diğer daha yakındır. Dürer’de ve diğer muteber fıkıh kitaplarında: “Bir meselede küfrü gerektiren bir çok ihtimaller bulunduğu halde küfrü gerektirmeyen yalnız bir ihtimal bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale meyledip onunla fetva vermelidir.” diye zikredilmiştir. “Resûl-i Ekrem Efendimize kusur ve noksanlık nispet etmesi, zındık olduğunu ifade eder. “Bu tâbir de doğru değildir. Çünkü zındık, hiç bir dini kabul etmeyen kimsedir.” demiştir.

“Bu talebe yakalandıktan sonra tövbe ederse ittifakla tövbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh…” Bu ifade talebenin zındık olması üzerine tefrî’dir. Sözün kısası şudur: Zındık hâkimin huzuruna çıkarılmadan önce tövbe ederse, bizim Hanefî mezhebine göre tövbesi kabul edilir. Hâkimin huzuruna çıkarıldıktan sonra tövbe ederse ittifakla tövbesi kabul edilmez.

«”Tövbesi kabul edilir” diyen âlimler ile “tövbesi kabul edilmez” diyen âlimlerin kavillerinin arası bulunmalıdır ilh…» Yani Netf ve diğer muteber fıkıh kitaplarında “Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’a mürtedde tatbik edilen ceza tatbik edilir” diye geçen hüküm yakalanmadan önce tövbe etmesi üzerine hamledilmekle ve Bezzâziye’de “öldürülür” diye geçen hüküm yakalandıktan sonra tövbe etmesi üzerine hamledilmekle “tövbesi kabul edilir” diyen âlimler ile “tövbesi kabul edilmez” diyen âlimlerin kavillerinin arası bulunabilir. Fakat bu mümkün değildir. Çünkü âlimlerimiz “Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’ın hükmü, mürteddin hükmü gibidir. Hiç şüphe yok ki mürteddin hükmü zındığın hükmünden başkadır.” diye açıklamışlardır. Alimlerimizden hiç birisi “Peygamberimize dil uzatan Müslüman yakalanmadan önce tövbe ederse tövbesi kabul edilmez.” diye tafsilât vermemiştir. Bezzâziye sahibi ve ona tâbi olanlar: “Peygamberimize dil uzatan Müslüman gerek öldürülmek için yakalandıktan ve aleyhine şahitlik yapıldıktan sonra tövbe etsin, gerekse kendiliğinden tövbe edip gelmiş olsun, tövbesi asla kabul edilmeyip öldürülür.” demişlerdir. Bu Malikî ile Hanbelî mezhebidir. Buna göre “Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’ın tövbesinin kabul edilip edilmemesi ayrı ayrı iki kavlidir. Hatta birbirinize zıt olan iki mezhebdir. Zındıklıkla bilinen ve insanları zındıklığa davet eden zındık kimsenin yakalandıktan sonra tövbesi kabul edilmez. Kızdığından dolayı Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman bu manada zındık değildir.

METİN

= Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatanın hükmü=

3 – Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e veya bunlardan birine dil uzatan Müslüman’ın tövbesi kabul edilmez.

Hâkim-i Şehid’e nispet edilerek Cevhere’den naklen Bahır’da zikredilmiştir ki; Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan veya bunlara ta’n eden Müslüman kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez. Bu kavil ile İmam Debbûsî ve Ebu’l-leys amel etmişlerdir. Fetva için muhtâr olan da budur. Eşbâh sahibi de kesin olarak bununla hükmetmiştir.

Musannıf “Bu kavil, Resûl-i Ekrem Efendimize dil uzatan Müslüman’ın tövbesinin kabul edilmeyeceğine dâir olan kavli, takviye eder.” diyerek bunu ikrar etmiştir. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)’nın hakkına riâyet etmek için hükümde ve fetvada kendisine itimat edilmeye lâyık olan kavil de budur. Fakat Nehir’de: “Cevhere’den nakledilen ibârenin aslı, Cevhere’de yoktur. Ancak Cevhere’nin bazı nüshalarının kenarında bulunduğu için kitabın aslına katılmıştır. Halbuki bu ibârenin daha önceki ibâre ile bağlantısı yoktur.” diye zikredilmiştir. Şârih der ki; bize yukarıda geçen emir kifayet eder.

Eşşeyhu’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin hall beyanında – AIlah Teâlâ bizi onunla fâidelendirsin –

Ebussûud Efendi’nin Marûzât’ında zikredilmiştir ki, Ebussûud Efendi’ye “Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “Füsûsu’l-Hikem” isimli eserindeki bazı sözleri şeriata uymamaktadır. O eseri kendinden sonra gelenleri sapıtmak için yazmıştır. Onu okuyan mülhiddir, diyen kimsenin sözünün mânası nedir? Ve bu kimseye ne lâzım gelir?” diye sorulmuş. Ebussûud Efendi de: “Evet, o eserde şeriata uymayan bazı sözler vardır. Bazıları bu sözleri şeriata uydurmak için tevîl etmişlerdir. Fakat biz, bu şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu yakinen biliyoruz. Artık bu şeriata uymayan sözleri ihtiyaten okumamak vâcibdir. Sultan, bunların okunmasını yasaklayan bir de emir çıkarmıştır. Buna göre şeriata uymayanı eserleri okumaktan, ezberlemekten ve dinlemekten sakınmak vâcibdir.” diye cevap vermiştir.

Kâmûs sahibine Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî hakkında sorulduğunda onu çok medh-ü senâ edip, onun fasîh ve beliğ olan sözlerini güzel bir vecih ile, tefsir ve tevîl edip dedi ki: AIIah’ım! O Şeyh-i Ekber’in i’tikad ve kendisiyle Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine amel ve ibâdet ettiği şeylerde ve kendisinde Senin rızan olan hayırlı sözleri bize ilham ederek söylet! Muhyidin İbnü’l-Arabi, hal ve ilim cihetinden Tarîkatın şeyhidir. Hakikaten ve resmen erbab-ı hakayık ve ashab-ı dekayık olan kâmil, mükemmel ve vâkıf-ı esrarın imamıdır. Yıkılmış ve harap olmuş -Maârifi fiiliyle eserleriyle, talim ve terbiyesiyle ihyâ eden büyük bir zattır. Şeyh-i Ekber’in uçsuz bucaksız deniz gibi olan ilimlerinden bir tarafına âlimlerin fikirleri ulaşınca, orada fikirleri ve düşünceleri gark olup hayrette kalırlar. Şeyh-i Ekber öyle bir ırmaktır ki, onu kovalar bulandırıp, onun fezâil ve kemâlâtına bir noksanlık arız olmaz. Şeyh-i Ekber, zamanında yıldızlar gibi olan âlimleri gizleyen bir buluttur ki, kendisiyle beraber meydana çıkıp şöhret bulamazlar.

Dûaları yedi kat semâyı geçip berekâtı etraf ve afâkı dolduran ve dûası kabul olunan pek muhterem bir zat idi. Ben, o ilim ve hikmet kaynağı, faziletve kerametin toplanma yeri olan o zatı güzel vasıflar ve beğenilen fiiller ile tavsif ediyorum. Halbuki o zatın benim vasıf ve methettiğimden çok yüksekte olduğunu yakinen bilmekteyim. Kendisini hakkıyla vasfetmekten acizim. Hakkında yazmış olduğum vasıfların doğruluğunu kavillerinin fiillerine uygun olması ikrar etmektedir.

Ben zann-ı galibime göre, kendilerini lâyıkıyla medh-u sena edemedim.

Ben kendi inandığım şeyi söylediğim takdirde bana bir vebal yoktur. Şeyh-i Ekber’in kadrinin yüksekliğini ve şânının büyüklüğünü bilmeyip, onu şeriatın hududunu tecavüz eden kimselerden zanneden cahilin sözüne bakma! Ve onun sözüne itibar etme!

Ben, Allah azimuşşân’a ve kendisini Allah Teâlâ’nın hükmünü ve sırlarını beyan etmek için hüccet ve delil olarak diktiği kimsenin Rabbisine yemin ederim ki, şübhesiz benim zikir ve beyan ettiğim Şeyh-i Ekber’in medih ve senasının bazısıdır. Yoksa her ne kadar medholunsa medhe lâyık dır.

Bu dereceye kadar Şeyh-i Ekber’in medihlerinde ziyade ettiğim ancak kendi nefsime noksanlığın ziyade olmasından korktuğum içindir Çünkü bu gibi pek çok fazilet sahibi bir zatı az bir fazilet ve kemâl ile zikretmek hakkında noksanlık olur.

Kâmûs sahibi Şeyh’in medh-u senasına devam ederek: “Şeyh-i Ekber’in kitaplarının hâssalarındandır ki, onları okumaya devam eden kimsenin en güç ve en müşkil meseleleri çözmek için zihni açılır.” demiştir.

İmanı Şarani de “Şeyh-i Ekber Hazretlerini medh-ü sena” etmiştir. Bilhassa “Tenbihü’l-Ağbiya alâ katretinmin bahır-ı ulûmi’l-evliya” isimli eserinde “medh-ü senâ” etmiştir.

İZAH

“Fakat Nehir’de Cevhere’den nakledilen ibârenin aslı, Cevhere’de yoktur. ilh…” Cevhere’nin bütün nüshalarında bu ibârenin mevcut olduğunu kabul etsek bile “Peygamberlerden birine dil uzatan Müslüman’ın tevbesi Mâliki mezhebiyle Hanbelî mezhebine göre kabul edilmez. Fakat bizim Hanefî mezhebine göre kabul edilir.” diye yukarda geçtiği için bu kavle itibar edilmez.

Peygamberlerden birine dil uzatan Müslüman’ın tevbesi kabul edilince. “Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile, Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan Müslüman’ın tevbesi kabul edilmez” denilen kavle hiç itibar edilmez. Hatta “Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan Müslüman’ın tevbesi kabul edilmez” diye dört mezhep imamlarının hiçbirinden sâbit olmamıştır.

Ben derim ki: Evet. Hülâsa’dan naklen Bezzâziye’de zikredilmiştir ki; şübhesiz Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan ve onlara lânet eden Râfızî kâfirdir. Hz. Ali (R.A.)’yi Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’den üstün tutan Râfızî bidatcıdır. Bu. Hz. Ebû Bekir (R. A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan kimsenin tevbesinin kabul edilmeyeceğini gerektirmez ve böyle bir kimsenin kâfir olduğuna hükmetmek müşküldür. Çünkü “ihtiyar” isimli kitabda zikredilmiştir ki; dört mezhep imamı “Bütün bidat ehil, dalâlet ve hataya nispet edilir. Sahabeden birisine dil uzatan veya buğz eden kimse kâfir olmaz. Fakat dalâlete düşmüş olur.” diye ittifak etmişlerdir.

Fethü’l-Kadir’de zikredilmiştir ki; Cumhur-ı fukahâ ve ehl-i hadîse göre, Müslümanların kanlarını ve mallarını helâl sayan, ashab-ı kiramı küfre nisbet eden Haricilerin hükmü, bâğîlerin (haklı olan Müslüman hükümdarına isyan edip, itâat dairesinden çıkan kimselerin) hükmü gibidir. Ehl-i hadîsden bazılarına göre, bunlar mürteddirler.

İbnü’l-Münzir: ” “Hariciler mürteddir” diyen ehl-i hadîsden bazılarına muvafakat eden hiç bir âlim bilmiyorum. Bu. haricilerin küfre nisbet edilmeyeceğine dâir fükahânın icmâ’ının nakledilmiş olduğunu gerektirir.” demiştir.

Muhît’te zikredilmiştir ki; bazı fukahâ: “Bidat ehlinden hiç bir kimse küfre nisbet edilmez.” demiştir. Bazı fukahâ ise: “Bidatıyla kesin delile muhalefet eden bidat ehil küfre nisbet edilir.” demiştir ve bu görüşü ehl-i sünnetin ekserisine nisbet etmiştir.

Hülâsa’dan naklen Bezzâziye’de zikredilen daha sâbittir. İbnü’l-Münzir ise, müctehidlerin nakledilen kelâmlarını çok iyi bilendir. Evet, mezhep ehline göre, bidat ehlinden çoğu küfre nisbet edilir. Fakat bu, müctehid olan fukahânın sözleri değildir. Müctehid olmayan fukahânın sözleridir. Müctehid olmayanların sözlerine itibar yoktur. Müctehidlerden nakledilmiş olan kavillere göre bid’at ehlinden hiç bir kimse küfre nisbet edilmez.

Fıkıh kitaplarında zikredilen müctehidlerin kavillerine göre, selef (ashab-ı kiram ve tâbiîn)’e açıktan dil uzatan kimselerin şahitlikleri kabul edilmez. Fakat Mutezile, Cebriyye, Şîa, Hariciyye, Müşebbihe, Mürcie gibi bid’at ve dalâlet ehlinin şahitlikleri kabul edilir. Yalnız bid’at ve dalâlet ehlinden olan Hattabiyye fırkasının şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü bunlar kendi taraftarları için yalancı şahitlik yapmayı câiz görürler. Hiç bir âlim “Gerek selefe açıktan dil uzatanların ve gerekse Hattabiyye fırkasının şahitliklerinin kabul edilmemesi kâfir olduklarından dolayıdır.” dememiştir.

Muhaddisler: “Fâsid tevîllerinden dolayı ashab-ı kirama dil uzatan ve onları küfre nisbet eden bidat ve dalâlet ehlinin rivâyeti kabul edilir.” demişlerdir. Buna göre Hülâsa’dan naklen Bezzâziye’de- “Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan ve onlara lânet eden Râfızî kâfirdir.” diye zikredilen kavil zayıftır. Çünkü fıkıh kitaplarının metin ve şerhlerinde zikredilen kavillere muhaliftir. Bilindiği gibi fukahânın icmâsına da muhâlifdir.

Molla Aliyyü’l-Kari Hülasa sahibine bir reddiye risâlesi yazmıştır. Bununla kesin olarak bilinmiştir ki, “Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez.” diye Cevhere’ye nisbet edilen ibârenin aslı Cevhere’de mevcud olduğunu farz etsek bile bu bâtıldır. Aslı yoktur. Bununla amel etmek câiz değildir. Yukarıda geçtiği vecihle bir meselede küfrü gerektiren bir çok ihtimaller bulunduğu halde küfrügerektirmeyen zayıf olsa bile yalnız bir ihtimal bulunsa, müftüye lâzım olan küfrü gerektirmeyen ihtimale meyledip onunla fetva vermelidir. Ashab-ı kiramdan birine dil uzatan kimsenin kâfir olmayacağına dair fukahânın icmâsı nakledilmiştir. Buna göre ashab-ı kiramdan birine dil uzatan kimsenin küfrüne hükmolunmaz. Yukarda geçtiği üzere bizim Hanefî mezhebine göre. Peygamber Efendimize dil uzatan Müslüman’ın tevbesi kabul edildiği takdirde, Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e veya bunlardan birine dil uzatan Müslüman’ın tevbesi evleviyetle kabul edilir.

Bahır sahibinin: “Ben fetâvâ kitablarında zikredilen küfür kelimelerinden hiç biriyle bir Müslüman’ın kâfir olacağına fetva vermemeyi kendi nefsime vâcib kıldım.” dediği halde “Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan veya onlara tan eden Müslüman kâfir olur ve tevbesi kabul edilmez.” diye fetva vermesine şaşılır.

Evet, Hz. Aişe (R.A.)’ye kazf (zinâ isnad) eden yahut Hz. Ebû Bekir (R.A.)’in sahabe olduğunu inkâr eden yahut Hz. Ali (R.A.)’nin ulûhiyyetine inanan yahut Cebrâil Aleyhisselâm’a vahyi Hz. Ali (R.A.)’ye indirmesi emredildiği halde yanılarak vahyi Hz. Muhammed (S.A.V.)’e indirdi, diye iddia eden kimselerin kâfir olduğunda hiç şübhe yoktur. Çünkü bunlar, Kur’an-ı Kerîm’e muhâlif olduğu için küfür olması açıktır. Fakat tevbe ederlerse tevbeleri kabul edilir. Bu, “Tenbîhü’l-Vülât ve’l-hükkâm” kitabımızda yazdığımızın hülâsasıdır. Daha ziyade bilgi edinmek isteyen o eserimize baksın ve ona itimad etsin!

“Bize yukarıda geçen emir kifâyet eder ilh…” Buradaki emir ile -yukarıda geçen- dokuz yüz kırk dört tarihinde sultanın kadılara gönderdiği emir murad edilmiştir.

Velhâsıl: Peygamber Efendimize dil uzatan kimsenin kâfir sayılmasında ve öldürülmesinin mubah olmasında şek ve şübhe yoktur. Dört mezheb imamlarından nakledilmiş olan da budur. Ancak dört mezheb imamları arasında ihtilâf böyle bir kimse tekrar Müslüman olup tevbe ettiği takdirde tevbesi Allah Teâlâ katında makbul ise de bu tevbesi dünyada kendisinden öldürme cezasını düşürüp düşürmemesindedir. Bizim Hanefî mezhebine göre, tevbesi kabul edilip kendisinden dünyada öldürme cezasını düşürür. İmam Şâfiî’nin meşhur olan kavli de budur. Mâliki mezhebi ile Hanbelî mezhebine göre tevbesi kabul edilmeyip hakkında hadden öldürme cezası tatbik edilir.

Hz. Aişe (R.A.)’ye kazf (zinâ isnad) etmeyen. Hz. Ebû Bekir (R.A.)’in sahabe olduğunu inkâr etmeyen fakat Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e dil uzatan Râfızî kâfir olmaz. Bidat ve dalâlet ehlinden olur. Bu bahsin tamamı Bâğîler Bahsinin evvelinde gelecektir.

“Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabi İlh…” Muhyiddin İbnü’l-Arabi (560 – 637) Muvahhidler Sultanı Ebû Yusuf Yakub devrinde (560) senesinde İspanya’daki Mürsiyye’de dünyaya gelmiştir. Daha küçük yaşlarında ailesiyle birlikte İşbiliyye şehrine gitmiş, ilk tahsilini burada tamamlamıştır. O günün öğretim sistemine göre Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemiş, tefsir, hadîs ve fıkıh okumuştur. İbnü’l-Arabi, meşhur Arap Tayyî kabîlesine mensuptu. Yakın cedleri hakkında fazla bir şey bilinmiyorsa da, anne ve baba tarafından nüfuz ve itibar sahibi kimseler olduğu anlaşılmaktadır.

Akrabaları arasında tasavvufi bilgilere sahip kimseler mevcuttu. Kendisi de, ifadesine göre, Tasavvufda, kutupluk mertebelerine varmış bir zat idi.

Dayısı Ebû Müslim el-Havlâni de, kutupların büyüklerindendi. Diğer dayısı Yahya b. Yaan Telemsan şehrinin meliki bulunuyordu. İbnü’l-Arabî’nin rivâyetine göre Ebû Abdillah et-Tûsî adlı bir şeyhin tesiri ile hükümdarlığı bırakıp tasavvuf yoluna girmiştir.

Yine kendi ifadesine göre, babası Ali b. Muhammed’in devlet ileri gelenleriyle, bilhassa filozof İbn-i Rüşd ile dostluğu vardı.

İbnü’l-Arabî, bu tahsil sırasında bir aralık halvete çekilmiş. Her sahada ve bilhassa tasavvufî marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken ve bu hususta hiç bir kitap da okumadan, mükâşefe tarikiyle bir çok şeylere muttali olarak halvetten çıkmıştır.

İbnü’l-Arabî, Endülüs’te bir müddet daha kaldıktan sonra seyahate çıkmış, Şam, Bağdat ve Mekke’ye giderek orada bulunan tanınmış âlim ve şeyhlerle görüşmüş, onlardan pek çok istifade ve istifaza etmiştir.

Bir aralık Konya’ya gelip Selçuk Meliki tarafından hürmet ve ikram görmüş, burada iken Sadrüddin Konevî’nin dul bulunan annesini de kendisine nikahlamıştır.

Bundan sonra tekrar Şam’a donmuş ve (637) tarihinde orada vefat etmiştir.

Nefahat’ın beyanına göre, Bağdat ulemasından biri Muhyiddin hakkında bir kitap telif etmiş ve bu kitapta eserlerinin beş yüzden fazla olduğunu beyan etmiştir.

Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin eserlerinden bugün elde mevcut olanlarının bir kısmı şunlardır:

1 – Fütuhat-ı Mekkiyye fi Esrari’l-Malikiyye ve’l-Mülkiyye.

2 – Kitabu’l-İsra ilâ Makâmi’l-Esrâ.

3 – Füsûsu’l-Hikem.

4 – Muhadaratü’l-Ebrâr ve Müsâmeretü’l-Ahyâr.

5 – Kelâmü’l-Abâdile.

6 – Tâcü’r-Resail ve Minhâcü’l-Vesail.

7 – Mevâkiu’n-Nücûm ve Metali Ehilletü’l-Esrâr vel Ulûm.

8 – Rûhu’l-Kuds fi Münasahâti’n-Nefs.

9 – Kitabü’l-Esfâr.

10 – El-İsfar an Netâici’l-Esfâr.

11 – Divan.

12 – Tercemânü’l-Eşvak.

13 – Kitabu Hidâyeti’l-Ebdâl.

14 – Kitabü’ş-Şevâhid.

15 – Kitabü’l-Bâ.

“Yakînen biliyoruz ilh…” Yani şeriata uymayan sözlerin bazı Yahudiler tarafından Muhyiddin Arabî Hazretlerine iftira edilmiş olduğunu Ebussûud Efendinin yakînen bilmesi ya yanında sâbit olan bir delil iledir veya Şeyh-i Ekber’in bu sözler ile muradı anlaşılmayıp tevili de mümkün olmadığı için bu sözlerin Şeyh-i Ekber’e iftira olduğu taayyün etmekledir. Nitekim İmam Şarânî’yi de çekemeyenler, bazı kitaplarına şeriata muhâlif sözler ilave edip İmam Şarânî’ye iftirada bulunmuşlardır. Bunun üzerine İmam Şarânî asrındaki âlimleri toplayıp, bu kitabların müsveddelerini göstermiş. Bu müsveddelerde şeriata muhâlif sözlerin bulunmadığı görülmüştür.

Şeyh-i Ekber’in itiraz ettikleri sözlerinin açıklanmasını isteyenler Nablûsi Abdülganî’nin “Er-Reddü’l-metin alâ müntakısı’l-ârif Muhyiddin” isimli kitabına müracaat etsinler.

“İhtiyaten okumamak vâcibdir ilh…” Şeyh-i Ekber’in kitabında şeriata uymayan sözlerin iftira olduğu sâbit olursa zaten bunların okunmaması vâcibdir. İftira olduğu sâbit olmazsa herkes bu sözler ile Şeyh-i Ekber’in ya muradını anlayamaz veya muradının hilâfını onlar da bu sözleri inkâr eder. Bu takdirde de bu sözlerin okunmaması vâcibdir.

İmam Suyûtî “Tenbihü’l-gabî bi-tebriet-i İbn-i Arabî” ismindeki risâlesinde: “Muhyiddin İbnü’l-Arabî hakkında âlimler iki fırkaya ayrılıp birisi onun velî olduğuna, diğeri ise velî olmadığına inanmıştır. Bence iki fırkanın da razı olmayacağı bir yol vardır: Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin velî olduğuna inanılması, fakat kitablarının okunmasının haram olmasıdır.” demiştir.

Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den “Biz öyle bir zümreyiz ki, bizden olmayanların kitablarımızı okumaları haramdır.” diye nakledilmiştir. Çünkü Sufiler ıstılah olarak bir takım lâfızlar üzerine anlaşıp o lâfızlar ile fukahâ arasında bilinen mânaları murad etmemişlerdir. Kim o lâfızları fukahâ arasında bilinen mânâlara hamlederse kâfir olur.

İmam Gazâli bazı kitablarında; “Sufilerin bazı sözleri, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şerifdeki yed, ayn, istivâ gibi müteşabih olan âyet ve hadîslere benzemektedir.” demiştir.

Bir kitabın Muhyiddin Arabî’ye aid olduğu sâbit olunca, o kitaba bir düşman veya bir mülhid veyahut bir zındık tarafından kelimeler sokulmuş olması ihtimali bulunabileceğinden o kitapta mevcud olan her kelimenin Şeyhin sözlerinden olduğunun sâbit olması veya o kelimeler ile sufiler arasında bilinen manânın kasdedilmiş olduğunun sâbit olması lazımdır. Bunu bilmek ise mümkün değildir. Bildiğini iddia eden insan kâfir olur. Çünkü bu kalbe aid olan işlerdendir ki, bunu ancak Allah Teâlâ bilir.

Büyük âlimlerden birisi sufilerin büyüklerinden birisine “Zâhiri inkârı gerektiren lâfızlar üzerine anlaşıp ıstılah yapmağa sizi sevk eden nedir?” diye sormuş. Sufi de: “Bu ıstılahları bilmeyen, tarikat dâvâsında bulunmasın ve ehil olmayan tarikata girmesin. Ehil olmayan kitaplarımızı okumasın. Bilhassa kitaplarımızı okuyan zâhiri ilimleri anlamaktan âciz ise hem kendisi sapar, hem de başkalarını sapıtır. Kitaplarımızı okuyan ârif ise müritlerine kitap okutmak tarikatlarından değildir ve ilmi de kitaplardan almazlar.” diye cevap vermiştir.

İmam Suyûtî’nin Risâlesinin başka bir yerinde “Fakîh, âlim İzzüddin b. Abdüsselâm “Muhyiddin İbnü’l-Arabî aleyhinde konuşur ve o, zındık dır.” derdi. Bir gün arkadaşları kendisine “Bize kutubu göstermeni istiyoruz.” dediler. O da Muhyiddin İbnü’l-Arabi’yi gösterdi. Bunun üzerine arkadaşları: “Sen ona hem zındıkdır, hem de kutubdur diyorsun. Bu nasıl olur?” dediler. İzzüddin b. Abdüsselâm: “Ben, ona zındık demekle şeriatı koruyorum. Kutub demekle hakikatı söylüyorum.” demiştir.” diye zikredilmiştir. İmam Suyûtî’nin sözü burada bitmiştir.

Muhakkık İbn-i Kemal Paşa Fetvasında “Muhyiddin İbnü’l-Arabi’yi medhetmiş, onun pek çok eserleri bulunduğunu söylemiş, “Füsusû’l-Hikem” ile “Fütuhât-ı Mekkiyye” onun eserlerindendir. Bu kitabların meselelerinin bazıları, Allah Teâlâ’nın emrine ve Peygamber Efendimizin sünnetine muvafıktır. Bu kitapların meselelerinin bazılarını, zahir ehil anlayamaz. Ancak keşif ve batın ehli anlar. Bu meseleler ile murad edilen mânâyı anlayamayan kimsenin bu hususda sükût etmesi vâcibdir. Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri:

“Senin için hakkında bir bilgi hasıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalp: Bunların her biri bundan mesuldür.” (İsra Suresi: âyet : 36) buyurmuştur, diye zikretmiştir.

“Muhyiddin-i İbnü’l-Arabi hal ve ilim cihetinden tarikatın şeyhidir îlh…” Tarikat; Allah Teâlâ’ya ulaşmak arzusuyla menzillerden geçerek, makamlarda yükselerek giden kimselerin takib ettikleri hususi yoldan ibarettir.

Ehl-i Hakk’a göre hal: Sırf Hakk’ın lütfün dan kalbe gelen neşe, hüzün, sıkıntı, ferahlık gibi şeylerdir ki, bunlar insanın kendi kendine elde ettiği hallerden olmayıp, Hakk’tan kalbe gelen hallerdir.

Makam: Allah yolcusunun manevi menziline denir ki, çalışma neticesinde elde edilir.

İlim : Gerçeğe uygun olan kesin inanç dan ibarettir.

“Erbab-ı hakayık ilh…” Hakikat: Allah Teâlâ’nın sırlarını kalp ile müşahede etmekten ibarettir. Hakikat, manevi bir sırdır ki, onun sınırı ve ciheti yoktur. Şeriat, tarikat ve hakikat bir mânayadır. Allah Teâlâ’ya giden yolun bir zâhiri, bir de bâtını vardır. Zâhiri: şeriat ile tarikattır. Batını ise; hakikattir. Şeriat ile tarikattaki hakikatin gizli olması, sütte kaymağın gizli olması gibidir. Sütü yaymadan kaymağını elde etmek mümkün değildir. Şeriat, tarikat ve hakikatten maksat, kulun kendisinden istenilen şekilde kulluk vazifesini yerine getirmesinden ibarettir. Futûhât-ı ilahiyye.

METİN

Sihir yapan ve zındık hakkında:

4 – Sihir yapan ve sihrin tesirine inanmak sebebiyle kâfir olan kimse kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için, esah olan kavle göre tevbe etmeden önce yakalanırsa, yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Tevbe ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip öldürülmez.

5 – Zındık olması sebebiyle kâfir olan ve insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinen kimse, tevbe etmeden önce yakalanırsa, yakalandıktan sonra tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Tevbe ettikten sonra yakalanırsa tevbesi kabul edilip öldürülmez.

Fetih’de: “Sihrin tesirine inanan ile zındığın tevbelerinin kabul edilmeyip öldürülmeleri zahir-i mezhebdir.” diye zikredilmiştir.

6 – Adam boğmayı âdet edinmiş kimsenin de tevbesi kabul edilmeyip -şerrinden insanları kurtarmak için- öldürülür. Sirâc.

7 – Kâhinin hükmü, sihrin tesirine inananın hükmü gibidir. Şümunni.

8 – İnsanları ilhâd (sapıklığ)a dâvet eden mülhidin hükmü zındığın hükmü gibidir.

9 – İbahinin hükmü de zındığın hükmü gibidir. Molla Hüsrev’in Beyzavi Hâşiyesinde böyle zikredilmiştir.

10 – Küfrünü gizleyip Müslüman olduğunu söyleyen münâfığın hükmü de hiç bir dini kabul etmeyen zındığın hükmü gibidir.

11 – Şarabın haram olması gibi İslam dininde haram olduğu kesin olarak bilinen bazı şeylerin haram olduğuna kalbiyle inanmadığı halde diliyle haram olduğuna inandığını söyleyen kimsenin hükmü de zındığın hükmü gibidir. Bu bahsin tamamı Fetih’dedir.

Yine Fetih’de zikredilmiştir ki; sihrin haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip yapan kimse kâfir olur ve öldürülür.

Hâniyye’nin Hazar Bahsinde: “Sihrin tesirine inanmadığı halde tecrübe ve denemek için kullanan kimse kâfir olmaz.” diye zikredilmiştir. Şu halde musannıfın: “Mürted olan bir müslümanın tevbesi kabul edilir. Ancak şu kimselerin tevbeleri kabul edilmez.” diye zikrettiği kimselerin adedi on bir olmuş olur.

İZAH

“Sihir yapan ve sihrin tesirine inanmak sebebiyle kâfir olon kimse ilh…” Fetih’de zikredilmiştir ki; sihir ehl-i ilim arasında ihtilafsız haramdır. Sihrin mubah olduğuna inanmak küfürdür. Bizim Hanefî âlimlerinden, İmam Mâlik’den ve İmam Ahmed b. Hanbel’den: “Sihrin haram olduğuna inansın veya inanmasın sihri öğrenip yapan kimse kâfir olur ve öldürülür.” diye nakledilmiştir. Çünkü Peygamber Efendimiz:

“Sihir yapanın haddi (cezası) kılıçla öldürülmesidir.” buyurmuşlardır.

İmam Şâfii’ye göre; sihir yapan kimse sihrin mubah olduğuna inanmadıkça kafir olmaz ve öldürülmez.

Kahin:

Bazılarına göre kâhin, sihir yapan kimsedir. Bazılarına göre ise, arrâfdır. Zan ve tahminle gaybdan haber veren kimsedir. Bazılarına göre kâhin, cinlerden bir dostu olup, kendisine bütün haberleri getirdiğini iddia eden kimsedir.

Kadı lyâz’ın beyanına göre, Araplarda üç kısım kâhinlik vardı:

Birinci kısım; kâhinin cinlerden bir dostu olup gökyüzünden aldığı haberleri ona bildirirdi. Bu kısım Peygamber Efendimizin gönderilmesiyle bâtıl olmuştur.

İkinci kısım; kâhine cinni yeryüzünde olup bitenler, uzakta ve yakında meydana gelen gizli şeyleri haber verirdi.

Üçüncü kısım; kahinler müneccimlerdir. Bunlar yıldızlara bakarak bir takım hükümler çıkarmaya çalışırlar. Bu kısımların hepsine kehânet denilir ve şeriat hepsinin yalan olduğunu meydana çıkarmış, kâhinleri dinleyip tasdik etmeyi yasak etmiştir.

T E N B İ H : Astronomi ve Kozmoğrafya gibi gökteki varlıklardan bahseden ilimlerin kehânetle bir ilgisi yoktur.

Bizim Hanefî imamları: “Kâhin, eğer şeytanların kendisi için dilediği şeyi yaptıklarına inanırsa kâfir olur. Şeytanların yaptıkları şeylerin hayalden ibaret olduğuna inanırsa kâfir olmaz.” demişlerdir.

İmam Şâfiî’ye göre; kâhin, yıldızlara yakın olup, yapılmasını istediği şeyleri yıldızların yaptığına inanması gibi küfrü gerektiren bir şeye inanırsa kafirolur. Küfrü gerektiren bir şeye inanmazsa kâfir olmaz.

İmam Ahmed b. Hanbel’e göre; kâhinin hükmü, sihrin tesirine inananın hükmü gibidir. Ondan bir rivâyete göre öldürülür. Diğer bir rivâyete göre tevbe etmezse öldürülür.

Sihir yapanın ve kâhinin kâfir olup olmaması hususunda Şâfiî mezhebinden ayrılmamak vâcibdir.

Sihir bilenin öldürülmesine gelince; eğer sihir yapma işiyle uğraştığı bilinirse kendisine tevbe etmesi çini mühlet verilmeden öldürülmesi vâcibdir. Çünkü yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmaktadır. Eğer sihir yapma işiyle uğraşmaz ve küfrü gerektiren bir şeye de inanmazsa yalnız sihri bilmesinden dolayı öldürülmez. Velhâsıl: Sihri bilen kimse küfrü gerektiren bir şeye inanmadıkça kâfir olmaz. Nehir sahibi kesin olarak bununla hükmetmiştir. Şârih de Nehir sahibine tâbi olmuştur.

Sihir bilen kimse, sihir yapma işiyle uğraştığı takdirde küfrü gerektiren bir şeye inansın veya inanmasın mutlak surette öldürülür.

Hâniyye’de: “Bir kimse karı ile koca arasını ayırmak için büyü yapar ve büyünün tesirine inanırsa mürtet olur, öldürülür. Çünkü büyüden dolayı ayrılacaklarına inandığı için kâfir olmuştur.” diye zikredilmiştir.

El-Muhtârât’tan naklen Nuru’l-Ayn’da zîkredilmiştir ki; bir kimse sihir yapar ve bu yaptığı şeyi kendisinin yarattığını iddia ederse kâfir olur ve mürtet olduğu için öldürülür.

Bir kimse sihir yapar ve sihir yaptığını inkâr ederse, sihir yaptığı sâbit olduğu takdirde insanlardan şerrini defetmek için tevbe etmesine müsaade verilmeden öldürülür. Bir kimse sihrin tesirine inanmadığı halde tecrübe için sihir yaparsa kâfir olmaz.

İmam-ı Azam’a göre, sihir yapan kimse gerek Müslüman, gerek zimmî, gerek hür, gerek köle olsun sihir yaptığını ikrar eder veya sihir yaptığı şahitle sâbit olursa, kendisine tevbe etmesi için mühlet verilmeden öldürülür. Bazılarına göre sihir yapan Müslüman ise öldürülür. Fakat kitâbi (gökten inen kitaplardan birine inananlardan) ise öldürülmez.

Gözbağcılığı ile tılsım, sihir değildir.

“Kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için ilh…” Yani sihir yapıp, sihrin tesirine inanan kadın olsa bile yeryüzünde fesat çıkartmaya çalıştığı için öldürülür. Sihrin tesirine inanıp mürtet olduğundan dolayı öldürülmez. Çünkü bizim Hanefi mezhebine göre, mürtet olan kadın öldürülmez.

Müntekâ’da zikredilmiştir ki; sihir yapıp sihrin tesirine inanan kadın da mürtet olan kadın gibi dövülür, tevbe edinceye kadar hapsedilir. Nitekim Zeylaî’de de böyle zikredilmiştir.

“Zındık olması sebebiyle kâfir sayılan ilh…”

= Zındık, münâfık dehri ve mülhid arasındaki fark beyanında =

Allâme İbn-i Kemal Paşa risâlesinde zikretmiştir ki; zındık: Arap dilinde, “Allah Teâlâ’yı inkâr eden, Allah Teâlâ’ya ortak koşan veya Allah Teâlâ’nın hikmetini tasdik etmeyen kimselere” denilir.

Zındık ile mürtet arasında umûm ve husûs min vech vardır. Çünkü bir kimse zındık olur, mürtet olmaz: Asılda zındık olup, İslâm dininden dönmemiş olan kimse böyledir.

Bir Müslüman mürtet olur, zındık olmaz; Bir Müslüman’ın Hıristiyan veya Yahudi olması böyledir.

Müslüman olan bir kimse zındık olur.

Şeriat ıstılâhında zındık: Küfrünü gizleyip Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf eden kimsedir.

Küfrü gizlemekte zındık, Münâfık, dehri ve mülhid ortak oldukları halde aralarındaki fark:

Münâfık: Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmeyen kimsedir.

Dehri: Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar etmemekle beraber, hadiselerin Allah Teâlâ’ya isnadını da inkâr eden kimsedir.

Mülhid: İslâm dininden, küfür yoluna sapan kimsedir. Mülhidin Allah Teâlâ’nın varlığını ve Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini ikrar ve itiraf etmesi şart kılınmamıştır. Bununla mülhid, dehriden ayrılmıştır. Mülhidin küfrü gizlemesi de şart kılınmamıştır. Bununla da mülhid, münâfıktan ayrılmıştır. Mülhidin daha önce Müslüman olması da şart kılınmamıştır. Bununla da mülhid, mürtedden ayrılmıştır. Mülhid küfür fırkalarının tarif bakımından en genişidir. İbn-i Kemal Paşanın sözü burada bitmiştir.

Ben derim ki: Bir kimse gerek Müslümanlığı kabul ettikten sonra zındık olsun, gerekse Müslümanlığı kabul etmeden asılda zındık olsun her iki surette de zındığın Resûl-i Ekrem Efendimizin Peygamberliğini itiraf ve ikrar etmesi şart kılınmamıştır. İleride Fetih’den naklen zikredilecektir ki, zındık hiçbir dini kabul etmeyen kimsedir.

Zındığın hükmü: Zındık ya insanları sapıklığa dâvet etmekle bilinir veya sapıklığa dâvet etmekle bilinmez.

İnsanları sapıklığa dâvet etmekle bilinmeyen zındık da üç vecih vardır: Ya asılda şirk üzerine zındık dır; veya Müslüman olup sonradan zındık olmuştur, veyahut zimmî olup sonradan zındık olmuştur. Asılda şirk üzerine zındık olan kimse Arap olmazsa şirki üzerine bırakılır. Arap olursa şirki üzerine bırakılmaz. Ya Müslüman olur veya öldürülür. Müslüman olup sonradan zındıklığı kabul eden kimse tekrar Müslümanlığa geri dönmezseöldürülür. Çünkü mürted olmuştur.

Zimmî olup sonradan zındık olan kimse de hali üzerine bırakılır. Çünkü küfür bir millettir.

İnsanları sapıklığa davet etmekle bilinen zındık eğer yakalanmadan önce kendi isteğiyle tevbe edip zındıklıktan dönerse, tevbesi kabul edilip öldürülmez. Yakalandıktan sonra tevbe edip zındıklıktan dönerse, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Bu bahsin tamamı Tecnis’dedir.

“Tevbe etse bile tevbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh…” “Tevbesinin kabul edilmemesi” ile “dünyada kendisinden ölüm cezasını düşürmemesi” murad edilmiştir. Yoksa kendisi ile Allah arasında tevbesinin kabul edileceğinde ittifak vardır. Şümunni Risâle-i İbn-i Kemâl.

“İnsanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinen kimse ilh…” Biri “Şeriat ıstılâhında zındık: “küfrünü gizleyen kimsedir” diye tarif edilmiştir. Burada ise “zındık olan kimse, insanları zındıklığa dâvet etmesiyle bilinirse” denilmektedir. Buna göre bu iki ifade arasında zıtlık vardır. Çünkü bir kimse hem küfrünü gizleyecek hem de insanları zındıklığa dâvet etmekle bilinecektir; bu nasıl olur?” diye sorarsa, buna: “Zındık olan kimse küfrünü ve bozuk olan inancını yaldızlı sözlerle süsleyip doğru gösterir ve insanları ona dâvet eder. Şu halde küfrünü gizlemesi ile insanları yaldızlı sözlerle süslediği zındıklığa dâvet etmesi arasında bir zıtlık yoktur.” diye cevap verilir. İbn-i Kemâl.

“Adam boğmayı âdet edinmiş kimsenin de tevbesi kabul edilmeyip öldürülür ilh…” Bir kimse bir defa adam boğarsa öldürülmez. Musannıf: Cihad bahsinden önce “Bir kimse şehirde birkaç defa adam boğarsa öldürülür; bir defa adam boğarsa öldürülmez” demiştir.

Ben derim ki: Adam boğanın burada zikredilmesi istitradi (asıl mevzudan olmayıp, münasebeti gelmişken söylenen söz) dir. Çünkü asıl mevzu dünya ahkâmında tevbesi kabul edilmeyen kafir hakkındadır.

Adam boğmayı âdet haline getiren kimse ise kafir değildir. Bunun tevbesinin kabul edilmemesi yeryüzünde fesad çıkarmasını önlemek ve insanları onun şerrinden kurtarmak içindir.

Yol kesicinin hükmü de. adam boğmayı âdet edinenin hükmü gibidir.

“Kâhinin hükmü, sihrin tesirine inananın hükmü gibidir îlh…” Bir hadis-i şerifde:

“Her kim bir arrâfa veya bir kâhine gelir de onu söylediklerinde tasdik ederse, Hz. Muhammed (S.A.V.)’e indirilene küfretmiş olur.” buyurulmuştur.

= Kâhin ile arrâf beyanında =

İmam Suyûtî’nin Muhtasaru’n-Nihâye’sinde zikredilmiştir ki; kahin: İlerde olacak hadiselerden haber aldığını ve sırları bildiğini iddia eden kimsedir.

Arrâf; müneccimdir.

Hattâbî: “Arraf; çalınan ve kaybolan malın yerini bulacağını iddia eden kimsedir.” demiştir.

Velhâsıl: Kahin, çeşitli sebeplerle gaybı bildiğini iddia eden kimsedir. Bundan dolayı kâhin; arrâf, remmâl ve müneccim gibi bir çok nevilere ayrılır.

Müneccim: Yıldızların doğuş ve batışıyla ileride olacak hadiseleri bildiğini iddia eden kimsedir.

Remmâl: Remil denilen garip ilim yoluyla hüküm çıkaran, murad ve niyetleri haber veren kimsedir.

Remil: Arabça kum demektir. Remilciler eskiden kâğıt yerine kum kullandıkları, nokta ve çizgileri parmakla kum üstüne çizdikleri için bu adı almışlardır. Sonradan bu işaretler kağıt ve tahta üzerinde yapılır ve ona göre hüküm çıkarılırdı.

Kâhin: Kendisinin cinden bir dostu olduğunu ve kendisine ileride olacak hadiseleri haber verdiğini iddia eden kimsedir.

Bu kısımların hepsi şer’an zemmedilmiş, bunları yapanların ve yapanları tasdik edenlerin üzerine küfürle hükmedilmiştir.

= Gaybı bildiğini iddia edenin beyanında ==

Bezzâziye’de: “Gaybı bildiğini iddia eden kimse de, kâhine gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur.” diye zikredilmiştir.

Tatarhâniyye’de: “Bir kimse: Ben çalınan malların yerini bilirim veya cinlerin bana haber vermesiyle çalınan malların yerini haber veririm, dese kâfir olur.” diye zikredilmiştir.

Ben derim ki: Peygamberlerin ve bazı velilerin ileride olacak hadiseleri haber vermeleri -hâşâ kehânet yoluyla değil- Allah Teâlâ’nın vahiy veya ilham yoluylâdır.

Hâsılı: Gaybı bilme dâvâsında bulunma Kur’ân-ı Kerîm’in nassına (âyetine) muarızdır. Gaybı bilme davâsında bulunan kimse kâfir olur. Ancak bu gaybı bilmeyi, vahy veya ilham gibi Allah Teâlâ tarafından açık veya delâlet yoluyla olan bir sebebe isnad ederse kafir olmaz.

Kezâ: Gaybı bilmeyi Allah Teâla’nın yarattığı bir alâmete isnâd ederse kâfir olmaz.

Hidâye sahibinin “Muhtârâtü’n-Nevâzil” isimli kitabında zikredilmiştir ki; ilmi Nücûm, hadd-ı zâtında güzeldir, mezmum değildir. İki kısımdır:

Birinci kısım hisab iledir ve bu haktır. Bunun hak olduğunu Kitabullâh beyan etmektedir. Çünkü Hak Teâla Hazretleri:

“Güneş ve ayın hareketi hesap iledir.” (Rahman Süresi : âyet : 5)buyurmuştur.

İkinci kısım istidlâl iledir. Şöyle ki: Allah Tealâ’nın kaza ve kaderiyle seyir ve hareket eden yıldızlarla hadiselerin olacağına istidlâl etmektir. Bu, doktorun nabza bakıp bununla hasta olup olmadığına istidlâl etmesine benzer ki, bu kısım da câizdir.

Eğer yıldızların seyir ve hareketiyle meydana gelen hadiselerin Allah Teâlâ’nın kaza ve kaderiyle olduğuna inanmazsa yahut istidlal yoluyla değil demücerred ilm-i gaybı bildiğini iddia ederse kâfir olur.

“İbâhinin hükmü de zındığın hükmü gibidir ilh…” İbâhi; bütün haramların mubah olduğuna inanan kimsedir. Haramların mubah olduğuna inanmak zındığın inancıdır.

Fetavây-ı Karii’l-Hidâye’de zikredilmiştir ki; zındık: Dünyanın bâkî olduğuna ve bütün malların insanlar arasında ortak olduğuna inanan kimsedir.

İbn-i Kemâl’in risâlesinde zikredilmiştir ki; tasavvuf dâvâsında bulunanlardan bazısı, yüksek bir dereceye vasıl olduğunu, kendisinden ibadet ve tâatın düştüğünü ve kendisine bütün günâhları işlemenin helâl olduğunu iddia eder. Böyle kimsenin öldürülmesinin vâcib olmasında şübhe yoktur. Çünkü bunun dine zararı pek büyüktür. Böyle bir davâda bulunmakla her şeyi mubah kılan kimse kapanmayan bir kapı açmış olur ve bu kimsenin zararı haramların mubah olduğuna inanan kimsenin zararından daha büyüktür. Çünkü haramların mubah olduğuna inanan kimse küfrünün meydana çıkacağından korkmak bu sapık fikrini söylemekten çekinir. Bu kimse ise ibâdet ve tâatın, haram ve helâlın dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere mahsus olduğunu iddia edip bütün fâsıkları kendisi gibi yüksek mertebeye ulaştıklarını iddiaya dâvet eder.

Bidatları açık olan ehl-i ehvâ (sapık fırkalar) beyanında =

Temhîd’den naklen Nuru’l-Ayn’da zikredilmiştir ki; sapık fırkaların bidatları küfrü gerektirecek şekilde açık olursa, bu bidatlarından dönüp tevbe etmezlerse hepsinin öldürülmeleri mubah olur. Eğer bu bidatlarından tevbe edip Müslüman olurlarsa hepsinin tevbesi kabul edilip öldürülmezler. Ancak İbâhiyye, Gâliyye, Şiâ, Karâmita, Zenâdika fırkaları gerek yakalanmadan önce tevbe etsinler, gerek yakalandıktan sonra tevbe etsinler hiçbir suretle tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler, Çünkü bunlar Allah Teâlâ’ya inanmazlar ki, tevbe edip küfürlerinden dönsünler.

Bazılarına göre, bunlar yakalanmadan ve küfürlerini açığa vurmadan önce tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilip öldürülmezler. Yakalandıktan ve küfürlerini açığa vurduktan sonra tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler.

İmam-ı Azam’ın kavli budur ve bu cidden güzeldir.

Sapık fırkaların bidatı, küfrü gerektirmezse, hangi tazîr ile o bidattan menetmek mümkün olursa o şekilde tazir etmek vâcib olur. Hapsetmeden ve dövmeden o bid’attan menetmek mümkün olmazsa, hapsetmek ve dövmek câizdir

Kezâ: Bu sapık fırkanın reisinin öldürülmeden bidatından menetmek mümkün olmazsa, onu bidatından menetmek için siyaseten öldürülmesi câizdir.

Bir bidatcının kuvveti bulunup insanları bidatına dâvet eder. Bidatını yaymaktan korkulursa – her ne kadar bidatı sebebiyle küfrüne hükmolunmasa bile- fesadının tesiri dinde umumi olduğu için hükümdarın onu siyaseten öldürtmesi câizdir.

Bidat küfür olursa, bidatçıların hepsinin öldürülmesi mubah olur. Bidat küfür olmazsa diğerlerini menetmek için yalnız bidatı öğreten reisleri öldürülür.

“Bu bahsin tamamı Fetih’dedir ilh…” Feth’in ibâresi şöyledir: Münâfığın tevbesinin kabul edilmemesinin hükmü, zındığın hükmü gibidir. Çünkü zındığın tevbesinin kabul edilmemesi hiç bir dine inanmamasından ibaret olan küfrünü gizlediği ve dili ile açıkladığı tevbeye kalbiyle inanmadığı içindir. Münâfık da küfrünü gizlemekte zındık gibidir. Buna göre zındığın ve münâfığın halini bilme yolu, ya bazı kimselerin bunların haline muttali olmasıyla veya bunların kendi hallerini emin oldukları kimselere gizli olarak bildirmeleriyledir.

TENBİH :

Durzi, Teyâmıne, Nasariyye ve İsmâiliyye’nin hükmü beyanında:

Durziler, Teyamıne Suriye ve Lübnan’da yaşarlar. Müslüman olduklarını söylerler, namaz kılarlar, oruç tutarlar. Ruhların tenâsuhuna (ruhun, bir cisimden diğer bir cisme bazen insandan hayvana, bazen de hayvandan insana geçtiğine), içki ve zinanın helal olduğuna, ülûhiyetin (tanrılığın) bir şahıstan diğer bir şahısa geçtiğine inanırlar, öldükten sonra dirilmeye, oruca, namaza ve hacca inanmazlar. Bunların mânâları “dünyada yaşama yollarını düzeltmektir” derler. Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında çirkin şeyler söylerler. Allâme muhakkık Abdurrahman İmâdî’nin bunlar hakkında uzun bir fetvası vardır. Orada “Bunların Karâmita ve-Batıniyye lakabını alan Nuseyriyye ve İsmailiyye gibi inandıklarını” zikretmiştir. Dört mezhebin imamları: “Bunlardan cizye alarak İslâm memleketlerinde oturmalarına izin vermek, bunlardan kız alıp vermek ve bunların kestiklerini yemek caiz değildir.” demişlerdir. Fetâvây-ı Hayriyye’de bunlar hakkında fetva vardır. Oraya bak.

Velhâsıl: Bunlara “zındık, münâfık ve mulhid” denir. İnanışları bozuk olduğu için şehadet kelimelerini söylemekle Müslüman sayılmazlar. Onların Müslüman sayılmaları için, İslâm dinine uymayan bütün inanışlarından vazgeçip beri olmaları şarttır. Çünkü onlar, Müslüman olduklarını iddia ederler ve şehâdet kelimelerini söylerler. Yakalandıktan sonra tevbe ederlerse tevbeleri kabul edilmeyip öldürülür.

Tatarhâniyye’de zikredilmiştir ki; Semerkand fukahâsına “Bir kimse: Ben Karamita mezhebine inanıyor ve insanları ona dâvet ediyordum. Şimdi ise o mezhebden dönüp tevbe ettim ve Müslüman oldum, diye ikrar etse, o kimsenin tevbesi kabul edilip müslüman sayılır mı?” diye sorulmuş. Onlar da: “Tevbesi kabul edilip Müslüman sayılır.” diye cevap vermişlerdir.

Ebû Abdurrahîm b. Muhammed: “Karâmita fırkasını öldürmek ve kökünü kurutmak farzdır.” demiştir. Bazı fukahâ: “Karâmita mezhebinden olduğunu ve ondan dönüp tevbe ettiğini ikrar eden kimseye mühlet verilir. Eğer mezhebinden dönmediği anlaşılırsa öldürülür.” demişlerdir.

Bazı fukahaya göre, mühlet verilmeden öldürülür. Çünkü Karâmita mezhebinden olup, insanları o mezhebe davet ettiği bilinen bir kimse sonraondan dönüp tevbe ettiğini iddiada bulunsa tasdik edilmez. Böyle kimselerin tevbeleri kabul edildiği takdirde, onların öldürülmeleri mümkün olmaz. Buna göre sapık olan fırkalar Müslümanları da sapıtıp İslâmiyet’i yıkmağa çalışırlar. Fakat mutemed olan kavle göre, bu sapık fırkalar yakalanmadan önce tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilip öldürülmez. Yakalandıktan sonra tevbe ederlerse, tevbeleri kabul edilmeyip öldürülürler.

“Hâniyye’nin Hazr Bahsinde ilh…” Fetih’de zikredilmiştir ki, bizim Hanefî mezhebinin fukahâsının muhtâr olan kavline göre sihir yapan küfrü gerektiren şeye inanmadıkça kâfir olmaz, fakat öldürülür. Hanefi fukahâsına göre, galiba sihir ile küfrü gerektiren şey murad edilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ’nın :

“Halbuki onlar (o iki melek); Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye (sihir) öğretmezlerdi.” (Bakara Sûresi: âyet: 102) âyet-i kerîmesi de bunu ifade etmektedir. Buna göre küfrü gerektirmeyen şeye sîhir denilmez. Nitekim Muhtârâtü’n-Nevazil’de “Gözbağcılığı ile tılsım sihir değildir.” diye geçen ifadede de bunu teyid etmektedir. Bundan dolayı Hâniyye’nin Hazr Bahsinde: “Sihrin tesirine inanmadığı halde tecrübe ve denemek için yapan kâfir olmaz.” diye zikredilmiştir. Bundan anlaşılmıştır ki, sihrin tesirine inanmayan veya küfrü gerektiren bir şey yapmayan kimseye “sihir yapıcı” denmez, işin hakikatını Allah Teâlâ Hazretleri bilir.

“On bir olmuş olur ilh…”

= Tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek olan kimseler şunlardır.;

1) Tekrar tekrar mürted olanlar.

2) – Hâşâ – Resûl-i Ekrem Efendimize diluzatmacür’etinde bulunanlar.

3) Hz. Ebû Bekir (R.A.) ile Hz. Ömer (R.A.)’e veyabunlardan birine dil uzatanlar.

4) Sihir yapıp, sihrin tesirine inananlar.

5) Zındıklar.

6) Adam boğmayı ödet edinmiş olanlar.

7) Kahinler.

8) Mülhidler.

9) İbâhiler.

10) Münafıklar.

11) İslâm dininde haram olduğu kesin olarak bilinen şeyleri kalbiyle tasdik etmediği halde diliyle haram olduğuna inandığını söyleyenler.

Ben derim ki: Sihir yapan kimsenin asılda Müslüman olup, sihir yapmakla mürted olduğu için öldürülmesi şart değildir. Çünkü sihir yapan kimse kâfir olsa bile öldürülür. Adam boğmayı âdet edinmiş kimsenin öldürülmesi, kafir olduğu için değil, onun şerrinden insanları kurtarmak içindir. Zındıklığa ve ilhâd (sapıklığ)a dâvet eden kimseler asılda kâfir olsalar bile, Müslüman olduklarını söyledikleri için öldürülmemeleri lâzımdı, Fakat yeryüzünde fesad çıkarmaya çalıştıkları için öldürülürler. Bundan anlaşılmıştır ki; “Tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek olan kimseler” ile “gerek Müslüman gerek kafir olsun işledikleri cinayetten dolayı tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek kimseler” murad edilmiştir. Yoksa “kâfir oldukları veya mürted oldukları için tevbeleri kabul edilmeyip öldürülecek kimseler” murad edilmemiştir. Buna göre. yol kesicilerin, sapık fırkaların, üzerine zina yahut hırsızlık yahut kazf yahut içki haddi (cezası) lâzım gelen kimselerin de zikredilmesi münâsib olurdu.

METİN

= Mürted olduklarında öldürülmeyenler =

Bilmiş ol ki, mürted olan Müslüman tevbe edip İslâmiyet’e geri dönmezse muhakkak öldürülür. Ancak şu kimseler öldürülmeyip hapsedilir ve Müslüman olmaları için cebrolunur:

Kadın, hünsâ, Müslümanlığı tebaiyetle olan kimse, Müslüman olan kâfir bir çocuk, zorla Müslümanlığı kabul eden kimse, iki erkeğin şahitlikleriyle Müslümanlığı sâbit olup sonra o iki erkek, şâhidliklerinden dönseler böyle Müslümanlığı şahitlikle sâbit olan kimse; Eşbâh sahibi, bir erkek ile iki kadının şâhidlikleriyle Müslümanlığı sâbit olan kimseyi de ziyade etmiştir.

İki Hıristiyan erkek bir Hıristiyan erkeğin Müslüman olduğuna şahitlik edip o da Müslüman olduğunu inkâr etse şahitlikleri kabul edilmez. Bazılarına göre kabul edilir. İşte böyle Müslüman olduğuna şahitlik edilen kimse, eğer iki Hıristiyan erkek bir Hıristiyan kadının Müslüman olduğuna şahitlik etseler, şahitlikleri ittifakla kabul edilir. Bu bahsin tamamı Dürer’in Kerahiyet bahsinin sonundadır. Böyle mürted olan bir kadının İslâm memleketinde doğurmuş olduğu çocuk mürted olarak bâliğ olduğunda yahut sarhoş olan bir kimse Müslüman olduğunda aklı eren çocuk gibi kabul edilir. Buluntu çocuk da böyledir. Müslümanlığı hükmî olup hakiki değildir. Haniyye’de ve diğer fıkıh kitaplarında : “Yukarıda geçen zorla Müslümanlığı kabul eden kimsenin harbi (Müslümanlar ile aralarında anlaşma bulunmayan gayri Müslimlere aid ülke ahalisinden) olması lâzımdır.” diye kayıdlanmıştır. Zimmî (İslâm devleti tebaasından olup İslâm ülkesinde oturan gayrı Müslim) ile müste’men (kendisine emân verilen gayrı Müslim) zorla Müslümanlığı kabul etseler, Müslümanlıkları sahih olmaz. Fakat musannıf: “İkrâh (zorlama) bahsinde, kıyasa göre zimminin zorla Müslümanlığı kabul etmesi sahihdeğildir.” demiştir. İstihsana göre, zimmînin zorla Müslümanlığı kabul etmesi sahihdir. Buna göre mürted olduklarında öldürülmeyen kimseler on dört olmuş olur.

Birkaç kimse bir şahsın mürted olduğuna şâhidlik edip, o da inkâr etse, adâletli olan şâhidleri yalanlamak için değil, onun inkârı tevbe ve mürtedlikten dönme sayılacağı için kendisine dokunulmaz. Yani mürtedliği tevbesi kabul edilen şeyler ile olmuşsa amelinin sevâbından mahrum olması, vakfının bâtıl olması, karısı ile arasında ayrılık vâki olması gibi, mürteddin diğer hükümleri sâbit olur. Fakat kendisi tevbe edip Müslümanlığa geri dönmüş olduğu için öldürülmez. Eğer mürtedliği -hâşâ- Peygamber Efendimize dil uzatma gibi tevbesi kabul edilmeyen şeyle olmuşsa, tevbesi kabul edilmeyip öldürülür. Nitekim yukarıda geçmiştir. Eşbâh.

Bahır’da: “Bazıları: Bir Müslüman’ın mürted olması ve mürtedliğin diğer hükümleri hakkında şâhidlik asla kabul edilmez; diyerek yanılmışlardır.” diye zikredilmiştir. Musannıf da bunu ikrar etmiştir. Böylece mürted olduklarında öldürülmeyenler on beş olmuş olur.

Şürunbulâlî’nin Vehbâniyye şerhinde zikredilmiştir ki; mürtedliğin ittifakla küfür olan suretlerinde amel ve nikâh batıl olur. Hemen mürtedlikten tevbe edip İslâmiyet’e dönmez ve nikahı yenilemezse çocukları veledi zina olur.

Mürtedliğin küfür olmasında ihtilal bulunan suretlerinde istiğfar tevbe ve nikahı yenilemekle emrolunur.

İZAH

“Kadın ilh…” Kadınlar mürted olduklarında öldürülmeyip hapsedilirler ve Müslüman olmaları için cebredilirler. Ancak -yukarıda geçtiği üzere- sihir yapıp, tesirine inanmak sebebiyle mürted olan kadın öldürülür. Bahır.

“Hünsâ ilh…” Yani hünsâ-ı muşkil, erkek veya kadın olduğu tayin edilemeyen kimse, mürted olursa öldürülmeyip hapsedilir ve Müslüman olması için cebrolunur. Tatarhâniyye’den naklen Bahır’da böyle zikredilmiştir.

“Müslümanlığı tebaiyetle olan kimse ilh…” Bedâyı’dan naklen Bahır’da zikredilmiştir ki: anası babası Müslüman olan bir çocuk, onlara tâbi olmakla Müslüman sayıldığı halde kendisinden İslâmiyet’e dair bir ikrar işitilmeksizin kâfir olarak bâliğ olacak olsa mürted sayılamayacağından öldürülmesi câiz değildir. Çünkü mürtedlik, tasdikten sonra meydana gelen bir yalanlamanın ismidir. Halbuki bu çocuk, bâliğ olduktan sonra İslâmiyet’i tasdik etmemiştir. Zira tasdikin delili olan ikrar mevcud değildir. Ancak bu çocuk, bâliğ olmadan önce ebeveynine tebaiyetle Müslüman hükmünde bulunmuş olduğu için, baliğ olduktan sonra görülen küfründen dolayı tevbe edinceye kadar hapsolunur. Kazancı hakkındaki hüküm, mürtedlerin kazançları hakkındaki hüküm gibidir. Zira hükmen mürteddir.

“Müslüman olan kafir bir çocuk ilh…” Yani kâfir bir çocuk anasına babasına tâbi olmakla değil, kendisi bizzat Müslüman olup sonra mürted olarak bâliğ olsa öldürülmeyip hapsedilir ve Müslüman olması için cebrolunur. Bahır.

“Zorla Müslümanlığı kabul eden kimse ilh…” Zorla Müslümanlığı kabul eden kimsenin, Müslüman olduğuna hükmetmek, zahire (görünüşe) göredir. Çünkü kılıç başı üzerinde bulunurken inanmadığı açıktır. Fakat bununla beraber bir şübhe meydana gelir ve o kimsenin öldürülmesini düşürür. Fetih sahibi, bunları Mebsût’dan naklettikten sonra şöyle devam etmiştir: “Bu zikredilenlerden her biri öldürülmeyip Müslüman olmaları için cebrolunur. Eğer bir kimse bu zikredilenlerden birini henüz tevbe edip İslâmiyet’e geri dönmeden önceöldürürse, o kimseye bir şey lâzım gelmez.”

“Sonra o iki erkek şâhidliklerinden dönseler ilh…” Çünkü geri dönmeleri, şâhidlikleri hususunda yalancı oldukları şüphesini verir.

“Bir Hıristiyan kadının Müslüman olduğuna şâhidlik etseler, şâhidlikleri ittifakla kabul edilir ilh…” Çünkü mürted olan erkek öldürülür. Mürted olan kadın öldürülmeyip Müslüman olması için cebrolunur.

“Mürted olan bir kadının İslâm memleketinde doğurmuş olduğu çocuk mürted olarak bâliğ olduğunda ilh…” Yani anası gibi öldürülmeyip Müslüman olması için cebrolunur.

“Sarhoş olan bir kimse Müslüman olduğunda ilh…” Yani sarhoş olan bir kimsenin Müslüman olması sahihdir. Eğer bundan sonra mürted olursa aklı eren çocuk hükmünde olup, çocuk mürted olduğunda öldürülmediği gibi bu da öldürülmez. Bu, Tatarhâniyye’den naklen Bahır’da zikredilmiştir.

Ben derim ki: Ayıldıktan sonra mürted olursa öldürülmez. Çünkü sarhoşun Müslüman olmasında şüphe vardır.

“Hükmî olup ilh…” Yani buluntu bir çocuk, İslâm memleketine tâbi olmakla Müslüman sayılır. Nitekim bâbında gelecektir.

“İstihsana göre, zimminin zorla Müslümanlığı kabul etmesi sahihdir îlh…” Bununla amel edilir. Remli. Bazı âlimlere göre doğru olan da budur. T.

Ben derim ki: Bunun vechi şudur: Harbî olan kimse Müslümanlarla savaşır. Bunda kıyas ve istihsan câri değildir. Fakat zimmî böyle değildir. Çünkü zimmi zimmeti kabul ettikten sonra Müslümanlarla savaşamaz. Artık kıyasa göre zorla bir Müslüman’ın mürted olması sahih olmadığı gibi, zorla bir zimmînin Müslüman olması da sahih değildir. Fakat istihsana göre, zimmînin zorla Müslüman olması sahihdir. Ancak mürted olursa öldürülmez.

“Mürted olduklarında öldürülmeyen kimseler on dört olmuş olur ilh…” Bunlar şunlardır:

1 – Kadınlar.

2 – Hünsâlar.

3 – Müslümanlığı tebaiyetle olan kimseler.

4 – Anasına babasına tâbi olmakla değil bizzat kendileri Müslüman olan kâfir çocuklar.

5 – Zorla Müslümanlığı kabul eden harbîler.

6 – Zorla Müslümanlığı kabul eden zimmîler.

7 – Zorla Müslümanlığı kabul eden müstemenler

8 – İki erkeğin şahidlikleriyle Müslümanlıkları sâbitolup, sonra şâhidleri dönen kimseler.

9 – Müslümanlıkları bir erkek ile iki kadının şâhidlikleriyle sâbit olan kimseler.

10 – İki Hıristiyan erkeğin Müslüman olmuşlardır, diye şâhidlik yaptıkları Hıristiyan erkekler.

11 – İki Hıristiyan erkeğin Müslüman olmuşlardır, diye şâhidlik yaptıkları kadınlar.

12 – Müslüman memleketinde mürted olan kadınlardan doğup mürted olarak bâliğ olan kimseler.

13 – Sarhoş iken Müslüman olan kimseler.

14 – Buluntu olan çocuklar.

“Onun inkârı tevbe ve mürtedlikten dönme sayılacağı için kendisine dokunulmaz ilh…” Bundan anlaşılmıştır ki, şehâdet kelimelerini söylemese bile İslâmiyet’e dönmüş sayılır. Çünkü mürtedlik bahsinin evvelinde: “Mürted olan bir kimsenin tevbe edip İslâmiyet’e geri dönmesi için şehâdet kelimelerini söylemesi şart kılınmayıp bâtıl olan bütün dinlerden berî olduğunu ve İslâm dinine girdiğini söylemesi şarttır.” diye zikredilmiştir. Onun inkârı, şehâdet kelimelerini söylemekle beraber olması da muhtemeldir. Hâkim’in Kafî’sinde zikredilen mesele bunu teyid eder. Şöyle ki: Mürted olan bir kadın, hâkimin huzuruna çıkarıldığında “Ben mürted olmadım ve ben Allah’dan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Allah’ın resûlu olduğuna şehâdet ederim” dese bu inkârı tevbe sayılır.

İnkâr, ancak üç şart ile tevbe olarak kabul edilir:

1 – Mürted olan kimsenin mürtedliğini inkâr etmesi.

2 – Allah Teâlâ’nın birliğini ve Hz. Muhammed (S.A.V.)’in Peygamberliğini ikrar etmesi.

3 – İslâm dinini ikrar ve kabul etmesi. Eşbâh şerhi, Zahire.

“Vakfının bâtıl olması ilh…” Yani bir Müslüman mürted olunca, her türlü vakfı bâtıl olur. Çünkü vakıf bir kurbet ve bir ibâdettir. Kurbet ile ibâdet ise mürtedlikle bâkî kalmaz. Sonra tevbe edip İslâmiyet’e dönünce, vakıfları geri dönmüş olmaz. Yeniden vakfetmesi lazım gelir. Bundan dolayı bir mürted ölür yahut öldürülür yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunursa, Müslüman iken vakfetmiş olduğu şeyler varislerine mirâs olarak intikal eder. Bahır.

“Karısı ile arasında ayrılık vâki olması ilh…” Yani mürtedlik ile karı koca arasında ayrılık vâki olur. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf’a göre, erkek mürted olursa, bu ayrılık fesih (nikahın bozulması) yoluyla olur. İmam Muhammed’e göre, bu ayrılık talâk yoluyla olur. Kadın mürted olursa, bu ayrılık ittifakla fesih yoluyla olur. Karı ile koca arasında mürtedlik sebebiyle meydana gelen ayrılık, mürtedlikten tevbe edip İslâmiyet’e geri dönmekle ortadan kalkmış olmaz. Mutlaka nikâhın yenilenmesi lâzım gelir.

“On beş olmuş olur ilh…” İnkârı, hükmen (tevbe sayılıp hakikaten tevbe etmediği için bu kimse de mürted olup tevbe etmediklerinde öldürülmeyen kimselere dahil olmuştur.

“Çocukları veled-i zina olur ilh…” Nuru’l- Ayn’da zikredilmişti ki, Müslüman bir erkek mürted olursa nikâhı bâtıl olur. Erkek tevbe edip İslamiyet’e geri dönünce kadın razı olursa yeniden evlenirler. Razı olmazsa evlenemezler. Mürted olduktan sonra nikah yenilenmeden önce cinsî münasebetten hasıl olan çocukların nesebleri sabit olur Fakat veled-i zina olurlar.

Ben derim ki; Galiba nesebin sâbit olması, ihtılâf şübhesinden dolayıdır. Çünkü İmam Şâfiî’ye göre, mürted olan kimse ile karısı arasında ayrılık vâki olmaz.

“Nikahı yenilemekle emrolunur ilh…” Küfür olduğunda ittifak bulunan bir şeyi, bir Müslüman yaptığında veya söylediğinde kendisine o şeyden tevbe ve istiğfar etmesi ve mutlaka nikâhını yenilemesi emrolunur.

Küfür olduğunda ihtilaf bulunan bir şeyi, bir Müslüman yaptığında veya söylediğinde kendisine o şeyden tevbe ve istiğfar etmesi ve ihtiyaten nikâhını yenilemesi emrolunur.

Küfrü gerektirmeyen fakat hatalı ve tehlikeli olan bir şey, bir Müslüman yaptığında veya söylediğinde ondan tevbe ve istiğfar etmesi emrolunur, nikâhını yenilemesi emrolunmaz.

METİN

Mürted olan kimse, cizye vermesiyle yahut kendisine geçici veya devamlı emân verilmekle mürtedliği üzere bırakılmaz. Dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir edilip yakalansa, köle olarak da bırakılmaz. Çünkü onun hakkında terettüp eden hüküm, ya tevbe edip İslâmiyet’e dönmek veya öldürülmektir. Mürted olan kadın, mürted erkek gibi değildir.

Bir Hıristiyan, Yahudi veya bir Yahudi Hıristiyan olsa hali üzere bırakılırlar. Kendi dinlerine geri dönmeleri için cebrolunmazlar. Çünkü küfür bir millettir. İmam Şâfii buna muhâlefet etmiştir.

Mürtedin kendi mallarına malik olması geçici olarak durdurulur. Tevbe edip İslâmiyet’e dönerse malına mâlik olur. Eğer mürted olarak ölür yahut öldürülür, yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunursa Müslüman iken kazandığı mala, Müslüman iken almış olduğu borcu ödedikten sonra Müslüman vârisleri mirâsçı olur. Eğer vârisi karısı olursa iddeti bitmemiş olması şartıyla mirâsçı olur. Mürted iken kazandığı malından mürted iken almış olduğu borcu ödedikten sonra geri kalan malı ganimet olur.

İmameyn’e göre, mürted olan kadının kazancı gibi, mürted erkeğin kazancı da gerek Müslüman iken kazandığı olsun, gerekse mürted iken kazandığı olsun Müslüman olan vârislerinin olur.

Hâkim, mürtedin kaçtığına hükmederse, malının üçte birinden müdebberi, malının hepsinden ümmüveledi âzâd olur. Sonra vereceği borcunun hemen verilmesi lâzım gelir, malı varisleri arasında taksim edilir, mükâtebi kitabet bedelini vârislere öder. Velâ hakkı mürtedde aid olur. Çünkü o, âzâd etmiştir. Bedâyı.

Bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmetmek, ancak kölenin kendi hakkını dâvâ etmesi zımında sahih olmalıdır.

İZAH

“Mürted olan kadın, mürted erkek gibi değildir ilh…” Yani mürted olan bir kadın dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir edilip yakalansa, öldürülmesi câiz olmadığı için cariye olur. Fakat İslâmiyet’e dönmesi için cebrolunur. Bu cebrolunma, hapsedilmek ve dövülmek suretiyle yapılır. Bu muamele onun İslâmiyet’e dönmesine veya ölmesine kadar devam eder. Cariye olması, İslâmiyet’e geri dönmesi için cebredilmesini kendisinden düşürmez. Nitekim Müslüman olan bir cariye mürted olsa İslâmiyet’e dönmesi için cebrolunur. Bedâyı, Bahır.

“Mürtedin kendi mallarına mâlik olması geçici olarak durdurulur ilh…” İmameyn’e göre, durdurulmaz. Bedâyı’da zîkredilmiştir ki; mürted, tevbe edip İslâmiyet’e dönerse malına mâlik alacağında, mürted olarak ölür yahut öldürülür yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunursa malına mâlik olamayacağında ihtilâf yoktur. Ancak ihtilâf mürted olarak öldüğünde yahut öldürüldüğünde yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğunda vardır. İmameyn’e göre, o ândan itibaren malına mâlik olamaz. İmam-ı Azam’a göre, mürted olduğu andan itibaren malına mâlik olamaz.

İhtilâfın faidesi; İmameyn’e göre, mürtedin tevbe edip İslâmiyet’e dönmeden önceki tasarrufları geçerlidir. İmam-ı Azam’a göre, durdurulur. Çünkü malına mâlik olması, durdurulmuştur. İslâmiyet’e dönerse tasarrufları geçerli olur. İslâmiyet’e dönmezse bâtıl olur. Kiraya vermesi, kiralaması, vasiyeti, vasî tâyin etmesi, vekil tâyin etmesi, vekil olması durdurulmayıp derhal bâtıl olur. Amelinin sevâbı gider, nikâhı bozulur. İslâmiyet’e dönünce nikâhını yenilemesi lâzım gelir. Ancak karı ile kocanın her ikisi birlikte mürted olup yine birlikte İslâmiyet’e dönerlerse aralarındaki nikâh olduğu gibi bâkî kalıp nikâhın yenilenmesine lüzum görülmez.

“Müslüman iken kazandığı mala Müslüman vârisleri mirasçı olur ilh…” İmam Muhammed’den bir rivâyete göre, mürtedde mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir. Esah olan rivâyet de budur. İmam Muhammed’den diğer bir rivâyete göre, mürted olduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir. İmam Muhammed’den üçüncü bir rivâyete göre, mürtedin hem mürted olduğu zaman hem de mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu za-man vâris bulunanlara itibar edilir. İmam Muhammed’den sahih olan rivâyete göre, mürted olan bir kimsenin mürted olduğu günde: kafir çocuğu bulunup, bu çocuk babası mürted olduktan sonra fakat babası mürted olarak ölmeden yahut öldürülmeden yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunmadan önce Müslüman olsa babasına mirâsçı olur.

Kezâ: Bir kimsenin mürted olduktan sonra Müslüman cariyesinden olan çocuğu kendisine mirâsçı olur. Her ne kadar çocuk anasına tebaiyetle Müslüman sayılsa bile “Dar-ı harbe kaçtığına hüküm olunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir.” ifadesi esah kavle muhaliftir. Esah olan kavle göre “dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu zaman” vâris bulunanlara değil, “dar-ı harbe kaçtığı zaman” vâris bulunanlara itibar edilir. Bu zâhir rivâyettir.

Siyer-i Kebîr Şerhi’nde: “Dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu zaman vâris bulunanlara itibar edilir.” diye zikredilmiştir.

“Eğer vârisi karısı olursa ilh…” Yani mürted olan kimseye karısı iddeti içinde vâris olur. Mürted olan kimse mürted olmakla ölüm hastalığına yakalanmış gibidir. Çünkü mürted olan kimse öldürülünceye kadar küfür üzerinde ısrar etmesiyle ölümün sebebi olan mürtetliği seçmiştir. Nehir.

“İddeti bitmemiş olması şartıyla ilh…” Bu ifadeye göre, mürtedin karısı kendisine cinsî yakınlıkta bulunulmamış yahut cinsî yakınlıkta bulunulup mürted olan kocası mürted olarak ölmeden yahut öldürülmeden yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmeden önce iddetini bitirmiş olursa kocasına mirâsçı olamaz. Çünkü mirasçı olacağı zamandan önce aralarındaki evlilik tamamıyla ortadan kalkmıştır. Birbirine yabancı olmuşlardır. Nehir.

“Müslüman iken almış olduğu borcu ödendikten sonra ilh…” Yani “bir mürtedin Müslüman iken almış olduğu borcu Müslüman iken kazanmış olduğu maldan, mürted iken almış olduğu borcu mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenmesi” İmam Züfer’in İmam-ı Azam’dan rivâyetidir. İmam Ebû Yusuf’un İmam-ı Azam’dan rivâyetine göre, mürtedin bütün borçları mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bu kazancı kâfi gelmezse gerikalan borcu Müslüman iken kazanmış olduğu malından ödenir. Hasan b. Ziyad’in İmam-ı Azam’dan rivâyetine göre, mürteddin bütün borçları yalnız Müslüman iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bu kazancı kâfi gelmezse geri kalan borcu mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenir. Bedâyı’da, Valvalciyye’de: “Sahih olan Hasan b. Ziyad’ın rivâyetidir.” diye zikredilmiştir. Çünkü ölünün borcu kendi malından ödenir. Mürtedin malı ise Müslüman iken kazanmış olduğu malıdır. Mürted iken kazanmış olduğu malı ise, ganimet olarak Müslümanlara aiddir. Bu maldan borç ancak zaruret zamanı ödenir. Zaruret zamanı ise, Müslüman iken kazanmış olduğu malı borcuna kâfi gelmediği zamandır. Nehir.

TENBİH: Kuhistânî’de zikredilmiştir ki; İmam-ı Azam’dan zikredilen bu üç rivâyet, mürted olan kimsenin hem Müslümanlığı halinde hem de mürtetliği halinde olmak üzere iki kazancı bulunduğu takdirdedir. Eğer iki kazancı bulunmazsa borcu bulunan kazancından ödenir. Bunda ihtilaf yoktur. Yine bu ihtilâf mürteddin kendi ikrarıyla sâbit olmayan borcunun ödenmesi hakkındadır. Mürtedin kendi ikrarıyla sâbit olan borcu mürted iken kazanmış olduğu maldan ödenir.

“Mürted iken kazandığı malından mürted iken almış olduğu borcu ödendikten sonra geri kalan malı ganimet olur îlh…” Yani geri kalan malı, Müslümanlar için beytülmale konulur. Mürted iken kazandığı malı ile, dar-ı harbe kaçmadan önce kazanmış olduğu malı murad edilmiştir. Dar-ı harbde kazanmış olduğu malı ise, dar-ı harbde mürted olarak öldükten sonra ancak mürted olup kendisi ile beraber dar-ı harbe kaçmış olan çocuğuna tahsis olunur. Zira o malı, ehl-i harbden (Müslümanlar ile harb edecek kimselerden) iken kazanmıştır. Mürted olup kendisiyle beraber kaçmış olan çocuğu da ehl-i harbden olmuştur. Ehl-i harb birbirine vâris olup, ehl-i İslâm ehl-i harbe vâris olamaz. Eğer o mürte-din Müslüman çocuğu da kendisi ile birlikte dar-ı harbe kaçmış olursa, bu Müslüman çocuğu İmam-ı Azam’a göre ancak babasının Müslüman iken kazanmış olduğu malına vâris olup, mürted iken kazanmış olduğu malına vâris olamaz. Çünkü Müslüman nerede bulunursa bulunsun Müslüman memleketi ehlinden sayılacağından Müslüman çocuğun dar-ı harbde bulunduğu hali, İslâm memleketinde bulunduğu hali gibidir. Siyer-i Kebîr şerhi.

“İmameyn’e göre, mürted olan erkeğin bütün malına Müslüman va-risleri mirâsçı olur ilh…” Çünkü İmameyn’e göre, bir mürtedin malları kendi mülkünden yalnız mürted olmasıyla çıkmış olmaz. Mürted olarak öldüğü yahut öldürüldüğü yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğu ândan itibaren mülkünden çıkar. Bundan dolayı mürtedin gerek Müslüman iken kazanmış olduğu mallarına, gerekse mürted iken kazanmış olduğu mallarına Müslüman vârisleri mirâsçı olur.

“Mürted olan kadının kazancı gibi ilh…” Yani mürted olan kadının kazancı Müslüman vârislerinin olur. Kadın hasta iken mürted olursa ona Müslüman kocası da vâris olur. Çünkü kadın hasta iken mürted olmakla kocasının hakkını iptal etmeyi kasdetmiştir. Hasta olmadığı halde mürted olursa, kocası ona vâris olamaz. Zira mürted olan kadın öldürülmez. Bundan dolayı mürted olan kadının malına kocasının hakkı teallûk etmiş olmaz. Mürted olan erkek böyle değildir.

Velhâsıl: Mürted olan erkeğin karısı iddet içinde ona mutlak surette vâris olur. Şöyle ki: Bir erkek gerek hasta iken gerekse hasta olmadığı, halde mürted olsun, mürted olarak öldüğünde yahut öldürüldüğünde yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğunda karısının iddeti henüz bitmemiş ise ona mirâsçı olur. Kadın hasta iken mürted olursa, Müslüman olan kocası ona vâris olur. Kadın hasta olmadığı halde mürted olursa, kocası ona vâris olamaz.

“Sonra vereceği borcunun hemen verilmesi lâzım gelir ilh…” Çünkü mürted olan kimsenin dar-ı harbe kaçtığına hükmolunmakla ehl-i harbden olmuş olur. Ehl-i harb ise İslâm ahkâmı hakkında ölülerle müsavidir. Bundan dolayı bir mürteddin dar-ı harbe kaçtığına hükmolunduğunda ölmüş olduğuna hükmedilmiş olur. Artık ölmüş kimse ile ilgili hükümler sâbit olur. Nehir.

“Bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmetmek ilh…” Bilmiş ol ki, bazı fukahâ: “Bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmetmek şart olmayıp, mürtedin ahkâmından birisine hükmedilmesi, dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmesi için kâfidir.” demiştir. Fakat ekser-i fukahaya göre, mürted ile ilgili hükümlere karar verilmeden önce, mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmiş olması şarttır. Müctebâ, Fetih, Bundan anlaşılmıştır ki; mürtedin dar-ı harbe kaçtığına kasden hüküm verilmesi sahihtir. Fakat lâyık ve münasip olan, mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmetmek, ancak kölenin kendi hakkını dâvâ etmesi zımnında sahih olmasıdır. Çünkü mürtedin dar-ı harbe kaçması, öldüğü gün gibi olduğundan kasden hüküm altına girmemelidir. Bahır.

Nehir’de zikredilmiştir ki; “Mürted ile ilgili hükümlere karar verilmeden önce mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmiş olması şarttır.” ifadesinin mânâsı, hâkimin ibtidâen “ben falan mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hüküm verdim” demesi olmayıp, bilâkis meselâ; bir müdebber: “benim efendim mürted olarak dar-ı harbe kaçtı, bu yüzden ben âzâd oldum” diye dâvâ edip ispat ederse, hâkim önce efendisinin dar-ı harbe kaçtığına, sonra da o müdebberin âzâd olduğuna hükmeder. Nitekim fukahânın kelâmından anlaşılan da budur.

Mücteba’da zikredilmiştir ki; bazı fukahâya göre, hakimin müdebberin azâd olduğuna hükmetmesi zımnında mürteddin dar-ı harbe kaçtığı sâbit olur. Ama ekser-i fukahâya göre, hâkimin önce mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmetmesi lâzımdır. Çünkü mürted olan efendisinin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmesi, müdebberin azâd olmasının sebebidir.

Mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilince, mürtedin ölmüş hükmünde olmasında İmam Şâfiî’nin ihtilafı vardır. Bu ihtilâf şüphesinden dolayı önce mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmeli, sonra da mü debberin âzâd olmuş olduğum hükmedilmelidir.

METİN

Bilmiş ol ki, mürtedin mürted iken tasarrufları dört kısımdır:

1 – Mürtedin bir kısım tasarrufları ittifakla geçerlidir. Bunlar, tam velâyete dayanmayan şu beş tasarrufdur:

a) İstilâdı,

b) Talâkının vâki olması,

c) Hibeyi kabul etmesi,

d) Şuf’ayı teslim etmesi,

e) İzin verilmiş kölesini hacr ve men etmesidir.

2 – Mürtedin bir kısım tasarrufları da ittifakla bâtıldır. Bunlar, yapan kimsenin her hangi bir dine bağlı olmasıyla sahih olan şu beş tasarrufdur:

a) Nikahı,

b) Kestiği hayvan,

c) Avladığı av,

d) Şahitliği,

e) Vâris olmasıdır.

3 – Mürtedin bir kısım tasarrufları da ittifakla durdurulandır. Bunlar, eşitlik esasına dayanan mufavaza ortaklığı ile başkasına geçerli velâyet esasına dayanan küçük çocuğu üzerindeki tasarruflardan ibarettir.

4 – Mürtedin bir kısım tasarrufları da İmam-ı Azam’a göre, mülkü zail olduğu için durdurulur. İmameyn’e göre geçerli olur. Bunlar malı mal ile mübadele veya teberru akdi yoluyla olan tasarruflardır. Alış-veriş, sarf, selem, köle âzâd etme, müdebber kılma, kitabete kesme, hibe etme, rehin verme, kiraya verme, ikrardan sulh olma, hükmen mübadele olduğundan borcu alma, vasiyet gibi. Bu tasarruflar İmam Azam’a göre durdurulur. Bunlar mürtedin İslâmiyet’e dönmesiyle geçerli olur. Mürted olarak ölmesi yahut öldürülmesi yahut dar-ı harbe kaçtığına hükmedilmesiyle bâtıl olur. İmameyn’e göre, bu tasarruflar sahih ve geçerlidir.

Mürtedin bir kâfire emân vermesi ve âkılesinin diyetini ödemesi beyan edilmeyip bâkî kalmıştır. Bunların bâtıl olmasında şübhe yoktur. Mürtedin emanet vermesi, emaneti kabul etmesi, yitiği alması, hamam kapısına veya yol üzerine bırakılmış çocuğu alması câizdir. Nehir.

Mürted olan bir kimse dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına dair hüküm verilmeden önce Müslüman olarak gelirse hakikaten öldükten sonra dirilmiş gibi olup sanki mürted olmamıştır. Zeylaî.

Mürted olan kimse dar-ı harbe kaçtıktan sonra Müslüman olarak gelirse vârislerinin elinde bulunan malını hâkimin hükmüyle veya vârislerinin rızasıyla alır. Malı beytülmale verilmişse ganimet olduğu için onu alamaz. Malı helâk olmuş veya varisi onu mülkünden çıkarmışsa, her ne kadar malı başkasının elinde mevcud olsa bile alamaz. Çünkü mürtedin dar-ı harbe kaçtığına dair hâkimin vermiş olduğu hüküm sahihdir. Müdebberinin, ümmü veledinin âzâd edilmiş olmaları bozulmaz. Bunların velâsı kendisinin olur. Mükâtebi de kitabet bedelini vârislerine öde-memişse ondan kendisi alır. Eğer kitabet bedelini ödemekten aciz olursa kendisine köle olarak döner. Bedâyı.

İZAH

“Mürted iken tasarrufları dört kısımdır ilh…” Yani:

1) Mürteddin tasarrufu ittifakla geçerlidir.

2) Tasarrufu ittifakla bâtıldır.

3) Tasarrufu ittifakla durdurulur.

4) Tasarrufu İmam-ı Azam’a göre, durdurulur, İmameyn’e göre geçerli olur. T.

“Tam velâyete dayanmayan şu beş tasarrufdur ilh…” Zeylaî: “Bu beş tasarruf tam velâyeti gerektirmez ve hakiki mülke de dayanmaz. Hatta bu tasarruflar, velâyeti noksan olan köleden de sahihdir.” demiştir. T.

“İstiladı ilh…” Yani bir mürteddin cariyesi çocuk doğurup mürted çocuğun nesebinin kendisinden olduğunu iddia etse, çocuğun nesebi kendisinden sâbit olur. Bu çocuk diğer vârisleriyle beraber ona vâris olur. Cariye de ümmü veledi olmuş olur. Bahır. T.

“Talâkının vâki olması ilh…” Yani bir mürted, henüz iddeti içinde bulunan karısını boşayacak olsa talâk vâki olur. Çünkü mürtedlik ile meydana gelen haram olma, ebedî değildir. Mürtedin Müslüman olmasıyla karısının haram olması ortadan kalkmış olur. Dar-ı harbe kaçmadan önceki talâkı vâki olur. Dar-ı harbe kaçıp orada karısını boşasa talâk vâki olmaz. Ancak karısının iddeti bitmeden Müslüman olarak döner de onu boşarsa talâk vâki olur. Fetih, Hâniyye.

“Şufayı teslim etmesi ilh…” Yanı bir mürted şufa hakkını düşürebilir. Bu, İmam Muhammed’in kavlidir. İmam-ı Azam’a göre, İslâmiyet’e dönünceye kadar şuf’a hakkına mâlik değildir. İslâmiyet’e dönüp vaktinde şuf’a hakkını taleb etmeyince, bu hak düşmüş olur.

“İzin verilmiş kölesini ilh…” Yani bir mürted, ticaret yapması için önce izin vermiş olduğu kölesini mürted iken ticaretten men edebilir.

“Bunlar, yapan kimsenin her hangi bir dine bağlı olmasıyla sahih olan şu beş tasarruftur ilh…” Yani bir mürted, mürted olarak bırakılmayacağı için, hiç bir dine bağlı değildir. “Din” ile “semâvi bir din” murad edilmeyip bütün dinler murad edilmiştir. Çünkü Mecûsilerin ve puta tapanların nikahları sahihtir. Halbuki bunların dinleri semâvî bir din değildir.

“Nikahı ilh…” Yani bir mürted, her hangi bir dine bağlı sayılmayacağından onun bir kadınla nikah akdi – isterse kadın da kendisi gibi mürted olsun – sahih ve muteber değildir.

“Kestiği hayvan ilh…” Yani bir mürteddin kestiği hayvan yenmez.

“Avladığı hayvan ilh…” Yani mürteddin köpek, doğan veya tüfek ile avladığı hayvanların eti de yenmez.

“Şahidliği ilh…” Yani mürteddin şâhidliği yüklenmesi sahihdir. Fakat başkaları lehine veya aleyhine şahidlik yapması sahih ve muteber değildir.

Valvalciyye’nin Şehâdât bahsinden naklen Eşbâh’da: “Bir mürtedin mürted olmadan önce hadîs-i şerif rivâyeti bâtıl olur, Bundan dolayı kendisinden daha önce işitilmiş olan hadis-i şerifin rivayet edilmesi caiz değildir.” diye zikredilmiştir. Fakat bizim sözümüz mürtedin, mürtedlik halinde yapmış olduğu tasarrufu hakkındadır. Eşbâh’da ise bir mürtedin, mürted olmadan önceki tasarrufu beyan edilmiştir.

“Vâris olmasıdır ilh…” Yani bir mürted hiç bir kimseye varis olamaz, Mürtedin, mürted olmadan önce kazandığı mal ile mürted olduktan sonra kazandığı mala başkalarının vâris olup olmayacağı hakkındaki meseleler ise yukarıda geçmiştir.

“Mufaveza ortaklığı ilh…” Bir mürted bir Müslüman ile mufaveza ortaklığı kursa ittifakla durdurulur. Mürted İslâmiyet’e dönerse geçerli olur. Mürted olarak ölürse İmameyn’e göre aslından inâne ortaklığı olmuş olur. İmam-ı Azam’a göre bâtıl olur, Çünkü mufaveza ortaklığında ortakların dinde de eşit olmaları lazımdır. Bahır

“İmameyn’e göre geçerli olur ilh…” Ancak mürtedin bu kısım tasarrufları İmam Ebû Yusuf’a göre, hasta olmayan bir Müslüman’ın tasarrufları gibi geçerlidir. İmam Muhammed’e göre hasta bir Müslüman’ın tasarrufları gibi geçerlidir. İmam Muhammed: “Mürtedlik, öldürmeye vardıracağı için, ölüm hastalığı gibidir.” demiştir. İmam Ebû Yusuf ise: “Mürtedin İslâmiyet’e dönerek nefsini öldürülmekten kurtarmak kendi elindedir. Hasta ise kendi nefsinden hastalığı gidermeye kâdir değildir. Buna göre mürted, hasta kimseye benzemez.” demiştir. T. Bahır.

“Hibe etme ilh…” Eğer hibe, bir şey karşılığında yapılırsa mübadele kabilinden olur Bir şey karşılığında olmazsa teberru kabilinden olur. Nehir. H.

“Rehin verme ilh…” Rehin, helâk olduğunda borcun karşılığı ödenmiş olur. Buna göre rehin borcun karşılığı olmuş olur.

“İkrardan sulh olma ilh…” Yani ikrardan sulh olma, mübadele olur. Ama sulh, inkardan veya sukûttan olursa – sulh bahsinde zikredildiği üzere – dâvâcı hakkında karşılıktır. Dâvâlı hakkında yemin fidyesi ve nizayı kesmektir. Bundan “mürted dâvâcı olursa sulhun mübadele akdinde dahil olacağı, dâvâlı olursa sulhun teberru akdinde dahil olacağı” anlaşılır. Fakat sulhun teberru olması düşündürücüdür. Çünkü mürted malı meccanen vermeyip yeminine fidye olarak vermiştir. Yemine fidye olarak verilen şey ise malı, mal ile mübadele akdi olmadığı gibi, teberrü akdi de değildir.

“Hükmen mübadele olduğundan borcu alma ilh…” Fukahâ: “Borç misliyle ödenir ve ödeşme vaki olur. Buna göre alacağını alan kimse, borçlunun zimmetinde bulunan bedeli almış olur” demişlerdir. T.

“Vasiyyet ilh…” Yani mürtedin, mürted iken yapmış olduğu vasiyyeti İmam-ı Azam’a göre durdurulur. İmameyn’e göre geçerlidir. Müslüman iken yapmış olduğu vasiyyeti kurbet ve ibâdet olsun olmasın bâtıl olur. Bunda ihtilaf yoktur. Mebsût, Fetih.

“Bunların batıl olmasında şübhe yoktur ilh…” Yani zimminin emân vermesi sahih olmayınca mürtedin emân vermesi evleviyetle sahih değildir. Mürteddin âkilesinin diyetini ödemesi bâtıldır. Çünkü mürtedden yardım da kabul edilmez ve Kendisine yardım da edilmez. Diyet ödeme ise yardım esasına dayanır. H.

“Sanki mürted olmamıştır ilh…” Buna göre müdebberi, ümmüveledi âzâd olmaz. Borcunun vadesi gelmiş olmaz. Kendi malında vârisinin yapmış olduğu tasarrufu iptal edebilir. Çünkü varisi fuzûlî olmuş olur. Vârislerinin yanında bulunan malı hâkimin hükmü ve vârislerinin rızaları olmaksızın kendi mülküne döner. Bahır. Dürr-i Müntekâ.

Ben derim ki: Buna misâl: Mürteddin dar-ı harbe kaçtıktan sonra henüz hâkim kaçtığına hüküm vermeden, İslâm memleketinde bulunan kölesini âzâd etmesi veya o köleyi dar-ı harbde bulunan bir Müslüman’a satmasıdır. Birtakım tasarruflarda bulunduktan sonra tevbe ederek geri dönse bütün malları kendisine verilir. Dar-ı harbde iken yapmış olduğu bütün tasarrufları da batıl olur. Çünkü dar-ı harbe kaçmakla malları üzerindeki mülkiyet hakkı kalkmıştır. Mallarının, vârislerinin mülküne dahil olması hâkimin dar-ı harbe kaçtığına hüküm vermesine bağlıdır. Dar-ı harbe kaçtıktan sonra henüz hâkim kaçtığına hüküm vermezden önce orada iken yapmış olduğu tasarrufları mülkü olmayan mallara tesadüf etmiş olduğundan -her ne kadar bu malları sonra kendi mülküne dönecek olsa bile- sahih ve muteber değildir. Bunun benzeri şudur: Müşterinin muhayyer olması şartıyla malını satan kimse henüz müşteri satışı bozmadan önce satmış olduğu malında tasarruf da bulunsa -her ne kadar satılmış olan mal müşterinin satışı bozmasıyla satan kimsenin mülküne dönecek olsa bile- bu tasarrufu sahih ve muteber değildir. Eğer dar-ı harbe kaçıp henüz kaçtığına hüküm verilmemiş olan mürted, orada iken İslâm memleketinde bırakmış olduğu kölesi hakkında aslen hürdür, veya fülanın kölesidir, ben ondan gasbettim, diye ikrar ettikten sonra tevbe ederek geri dönse, bu ikrarı tasarruf olmayıp lâzım olan bir ikrar olduğundan sahih ve mu’teberdir. Nitekim bir kimse bir şahsın kölesi hakkında aslen hürdür veya fülanın kölesidir diye ikrar ettikten sonra, o köleyi o şahıstan alsa, önceki ikrarı satın aldıktan sonraki ikrarı gibi sahih ve muteberdir. Siyer-i Kebîr Şerhi.

“Hakikaten öldükten sonra dirilmiş gibi olup ilh…” Yani hakikaten ölmüş bir kimseyi Allah Teâlâ diriltip dünyaya gönderse, o kimse vârislerinin elinde bulduğu mallarını alır. Bahır. Fakat Bahır sahibi bu meseleyi “Bir mürted dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına dair hâkim tarafından hüküm verildikten sonra tevbe edip geri gelirse, vârislerinin elinde bulduğu mallarını alır.” meselesinden sonra zikretmiştir.

“Hakimin hükmüyle veya vârislerin rızasıyla alır ilh…” Çünkü hâkim, bir mürtedin dar-ı harbe kaçtığına hüküm verince, malı vârislerinin mülkü olmuş olur. Bundan sonra mürted tevbe edip geri gelse, hâkim malının kendisine geri verilmesi için hüküm vermeden önce malını geri alamaz.

Hatta hâkim malının kendisine geri verilmesi için hüküm vermeden önce vârisi kölesini âzâd etse, bu mürted dönmeden önce âzâd etmiş hükmünde olup sahihtir ve mürted için bir şey ödemesi lazım gelmez.

Mürted, döndükten sonra henüz hâkim malının kendisine verilmesine hüküm vermeden önce kölesini âzâd etse, bu sahih olmaz. Çünkü âzâd etme hakikaten mülkü gerektirir. Zeylai. Siyer-i Kebîr Şerhi.

“Malı beytülmale verilmişse ganimet olduğu için onu alamaz ilh…” Bu ifadeden anlaşılmıştır ki, mürtedin malı varisi bulunmadığı için beytülmale konulmuşsa o malını alır.

“Veya vârisi onu, mülkünden çıkarmışsa ilh…” Mürtedin malını vârisi gerek satma veya hibe etme gibi feshi kabul eden bir sebeple mülkünden çıkarmış olsun, gerekse âzâd etme, müdebber ve ümmüveled kılma gibi feshi kabul etmeyen bir sebeble mülkünden çıkarmış olsun mürted bu malını geri alamaz. Çünkü vârisinin yapmış olduğu tasarruf geçerlidir. Fetih.

“Müdebberinin, ümmüveledinin azad edilmiş olmaları bozulmaz ilh…” Çünkü bunların azad edilmiş olduğuna dair verilmiş olan hüküm sahihdir. Azâd etme, sahih olduktan sonra bâtıl olmayı kabul etmez. Fetih.

“Mükâtebi de kitabet bedelini vârislerine ödememişse ondan kendisi alır ilh…” Mükâtebi kitabet bedelini vârislerine ödemişse, bu ödenen bedel vârislerinin elinde mevcudsa alır, mevcud değilse alamaz. Mükâtebi kitabet bedelini ödemekle âzâd olmuştur. Azâd olma feshi kabul etmez. Bahır.

METİN

Bir mürted Müslüman iken terk etmiş olduğu ibâdetlerini mürtedlikden döndükten sonra da kaza etmekle mükellef olur. Çünkü namazı ve orucu terk etmek günahtır. Günâh ise, mürtedlikten sonra da bâki kalır. Bu günâhtan kurtulmak ancak kaza etmekle mümkün olur.

Mürted olan kimsenin Müslüman iken yapmış olduğu ibâdetleri bâtıl olur. Mürtedlikten İslâmiyet’e döndükten sonra o ibâdetlerini kaza etmesi lâzım gelmez. Bundan yalnız hacc farizası müstesnadır. Bunu zengin olduğu takdirde kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü diğer ibâdetlerin sebepleri olan vakitler geçmiş olduğundan geri getirilmesi mümkün değildir. Hacc farizasının sebebi ise, Kâbe-i Muazzama’dır. Bu Sebep mevcuddur. İslâmiyet’e geri dönen bir mürted ise bir kâfir gibi yeniden Müslüman olmuş sayılacağından üzerine zengin olduğu takdirde hacc farizası yeniden farz olur.

Bir Müslüman bir şahsın malını çalma gibi kendisine mal yahut kısas yahut diyet vâcib olacak bir cinâyet işledikten sonra mürted olup dar-ı harbe kaçsa yahut İslâm memleketinde bu cinâyetlerden birisini mürted olarak işledikten sonra dar-ı harbe kaçsa ve bir zaman Müslümanlar ile harp ettikten sonra Müslüman olarak İslâm memleketine gelse, işlemiş olduğu cinâyetlerin hepsiyle muaheze olunur. Cinâyeti hırsızlık haddi olduğu takdirde çaldığı malı öderse hırsızlığından dolayı had lâzım gelmez. Çünkü bunda asıl ve kaide şudur: Mürted, kul hakkı ile muâhaze olunur. Kul hakkı olmayanda tafsilât vardır. Mürted olarak dar-ı harbe kaçtıktan sonra orada bu cinâyetleri işledikten sonra Müslüman olarak İslâm memleketine gelse, bu cinâyetlerinden dolayı muâhaze olunmaz. Çünkü bu cinâyetleri harbî (Müslümanlar de harbeden kimse) iken yapmıştır. Nitekim bir harbi, Müslüman olduktan sonra, daha önce Müslümanlarla harp ederken işlemiş olduğu cinâyetlerinden dolayı muâhaze olunmaz.

Bir kadına, kendisine itimat edilen bir kimse kocasının öldüğünü veya üç talâk ile boşadığını haber verdiğinde, kadının iddetini bitirdikten sonra evlenmesi câiz olduğu gibi, bir kadına kocasının mürted olduğu haber verildiğinde de iddetini bitirdikten sonra istihsânen başkasıyla evlenmesi câizdir.

Kezâ: Kadına, haber veren itimatlı bir kimse olmayıp fakat kocasının boşadığını bildiren bir mektup getirip, kadın da mektubun doğru olduğuna kanaat getirse, yine iddetini bitirdikten sonra evlenmesinde bir beis yoktur. Mebsût.

Mürted olan her hangi bir kadın öldürülmez. Küçük veya hunsa olsa bile İslâmiyet’e dönünceye kadar hapsolunur; kendisiyle beraber oturulmaz, kendisiyle beraber yemek yenilmez. İmam Şâfii’ye göre, mürted kadın da öldürülür

Bizim Hanefi mezhebinin esah olan kavline göre, mürted olan bir kadını, isterse kadın cariye olsun, bir kimse öldürürse kendisine kısas ve diyetten bir şey lâzım gelmez. Esah olan kavle göre, mürted olan cariye, efendisi istesin istemesin cinsî yakınlıktan başka hizmet için efendisinin yanında hapsedilir. İki hak arasını birleştirmek için, cariyenin dövme işini efendisi üzerine alır.

Mürted olan bir kadının İslâmiyet’e dönmesi ve kocasıyla evlenmesi için cebrolunur. Kocasından başka bir kimse ile evlenmesi câiz değildir. Bununla fetva verilir. İmam-ı Azam’dan: “Mürted olan bir kadının İslam memleketinde olsa bile cariye olması câizdir.” diye rivayet edilmiştir. Kendi kocalarından ayrılmak maksadıyla mürted olacak kadınların bu fena maksatlarını önlemek için bu kavil ile fetva verilse, bunda bir beis yoktur. İstila sebebiyle kocası için cariye olur. Müctebâ.

Fetih’de: “Mürted kadın, Müslümanlar için ganimet olur. Kocası onu hükümdardan satın alır yahut kocası, kendilerine ganimet verilenlerden olursa hükümdar, karısını kendisine hibe eder.” diye zikredilmiştir.

Mürted olan bir kadın öldürülmediği için tasarrufu sahihdir. Mutlak surette kazancı vârislerinin olur. – Hastanın talakı bahsinde geçtiği gibi- kadın hasta iken mürted olup iddeti içinde ölürse, Müslüman kocası kendisine vâris olur.

Şârih der ki; Zevahir’de zikredilmiştir ki; kadın sıhhatta iken mürted olursa, öldürülmeyeceği için mal kaçırıcı sayılmayacağından kocası kendisine vâris olmaz.

Mürted olan bir kimsenin cariyesi bir çocuk doğursa, mürted kimse o çocuğun kendisinden olduğunu iddia ettiği takdirde çocuk hür olarak onun oğlu olur, cariye de ümmüveledi olur. Cariye Müslüman olursa, o kimsenin mürted olmasıyla çocuğun doğumu arasında gerek altı aydan az, gerekse ziyade müddet bulunsun, çocuk anasına tebaiyetle Müslüman olur. Mürted ölür veya dar-ı harbe kaçarsa, Müslüman olan çocuk ona vâris olur. Cariye kitabi olup efendisinin mürted olmasından itibaren altı aydan önce doğurursa, çocuk Müslüman olup mürted ba-basına vâris olur. Ancak kitabi olan cariye, efendisinin mürted olmasından itibaren altı aydan ziyade veya altı ayda doğurursa, mürtedin suyundan hâsıl olduğundan mürted olan kocasına tâbi olur. Çünkü mürted, İslâmiyet’e dönmesi için cebrolunacağından İslâmiyet’e yakındır. Buna göre çocuk mürted olacağından mürted olan babasına vâris olamaz.

İZAH

Mürtedlikten sonra da günâhları bâkidir – “Günah ise mürtedlikten sonra da bâki kalır ilh .” Timurtaşi’den naklen Kuhistâni’de zikredilmiştir ki; âmme-i fukahâya göre mürtedin mürted iken ve mürted değil iken işlemiş olduğu günâhları düşer. Fakat muhakkıkların ekserisine göre düşmez.

Ben derim ki: Âmme-i fukahâya göre, mürteddin işlemiş olduğu gü-nâhlarının düşmesi, mürted tevbe edip İslamiyet’e döndüğü takdirdedir. Çünkü bir hadîs-i şerifde :

“İslâm (Müslümanlık) daha önce işlenmiş küfür ve günâhı siler, sü-pürür.” buyurulmuştur. Eğer mürted, mürted olarak ölecek olursa mürted iken ve mürted değil iken işlemiş olduğu günâhları bâkî kalır. Çünkü mürted olmakla en büyük günâhı işlemiştir. En büyük günâh ise, diğer günâhları nasıl giderebilir. elbette gideremez. Bundan anlaşılmıştır ki, Müslüman iken kendisinden tevbe etmiş olduğu günâhları da tevbe etmemiş gibi geri döner. Çünkü tevbe, bir tâat ve bir ibâdettir. Tâat ve ibâdetlerinin sevâbı ise, mürted olmakla gitmiştir. Nitekim Sirâciyye’den naklen Tatarhâniyye’de: “Bir kimse mürted olduktan sonra Müs-lüman olsa, sonra kâfir olup küfür üzere ölecek olsa, hem birinci küfrün hem de ikinci küfrün ukûbeti ile muâhaze olunur. Bu, Fakîh Ebulleys’in kavlidir.” diye zikredilmiştir.

Yukarıda geçen hadîs-i şerif. âmme-i fukahanın kavlini teyid eder. Fakat buna, mürtedin Müslüman iken terk etmiş olduğu ibâdetlerini kaza etmekle ve üzerinde bulunan kul haklarını ödemekle mükellef olması münafi değildir. Çünkü ibâdetlerin kazası ve kul haklarının ödenmesi zimmetinde sâbittir. Bunlar bizzat günâh değildir. Günâh ise, ancak ibâdetleri vaktinden çıkarmak ve kul üzerine cinayet işlemektir. Bunların günâhlarının düşmesiyle, zimmetinde sâbit olan hakların da düşmesi lâzım gelmez. Nitekim bazı muhakkıklar: “Kabul edilen hac ile büyük günâhlar affedilir.” diye vârid olan haber ile: “Hakların kendilerinin affedilmesi değil, hakların günâhlarının affedilmesi murad edilmiştir.” demişlerdir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.

“Mürted olan kimsenin Müslüman iken yapmış olduğu ibâdetleri bâtıl olur ilh…”

= Mürted olan kimse tevbe edip İslâmiyet’e dönünce, düşmüş olan ibâdetlerinin sevâbı tekrar geri döner mi?

Tetimme’ye nisbet edilerek Tatarhâniyye’de zikredilmiştir ki; bir mürted tevbe edip İslâmiyet’e dönünce, mürted olmasıyla düşmüş olan ibâdetlerinin sevâbının tekrar geri dönüp dönmemesinde ihtilâf vardır.

Ebû Ali, Ebû Hâşim ve bizim Hanefi imamlarına göre, düşmüş olan ibâdetlerin sevabı tekrar geri döner. Ebu’l-Kasım Kabî’ye göre, geri dönmez. Biz: “Düşmüş olan bir sevap bir daha geri dönmez. Fakat evvelce yapılmış tâat ve ibâdetler sonraki sevâbda müessirdir.” deriz. Bahır.

Muhakkık Teftezâni Makâsıd şerhinin Tevbe Bahsinde zikretmiştir ki; Mutezile fırkası “tevbe ile günâhın ukûbetine müstehik olma düşünce, günâhın iptal etmiş olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına müstehik olmanın tekrar geri dönüp dönmemesinde” ihtilâf etmişlerdir.

Ebû Ali ile Ebû Haşim: Günâhın iptal etmiş olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına müstehik olma tekrar geri dönmez. Çünkü yapılan tâat ve ibâdet derhal yok olur. Ancak sevâba müstehik olma bâkî kalır, sevaba mustehik olma da günâhla düşmüştür. Düşen bir şey bir daha geri dönmez.” demişlerdir.

Ebu’l-Kasım Kâbi: “Günâhın iptal etmiş olduğu tâat ve ibâdetin sevâbına müstehlk olma tekrar geri döner. Çünkü büyük günâh ibâdet ve tâatı yok etmez. Ancak ibâdet ve tâatın hükmü olan sevabın meydana çıkmasına mâni olur. Güneşin önüne gelen bulut güneşin ziyasının meydana çıkmasına mâni olup bulut gidince, güneşin ziyasının meydana çıktığı gibi, tevbe edilince günâh işlenmemiş gibi olur ve ibadetin sevâbı meydanaçıkar.” demiştir.

Bazıları: “Ebu’l-Kasım Kâbi’nin kavil, müteahhirin alimlerin ihtiyarıdır ki; mürted olan kimse, tevbe edip İslâmiyet’e dönünce mürtedlikle düşmüş olan ibâdetlerin sevâbı tekrar geri dönmez. Fakat evvelce yapılmış tâat ve ibâdetler, gelecek zamanda sevaba müstehik olmasında tesir edici olarak tekrar geri döner. Bu, dalları ve meyveleri yanan, zamanla yeşerip dal budak salarak yeniden meyve vermeye başlayan ağaca benzer.” demişlerdir. Makasıd şerhinin ibâresi burada bitmiştir.

Makâsıd şerhinde Ebû Ali ile Ebû Hâşim ve Ebu’l-Kasım arasındaki zikredilen ihtilaf, Bahır’da zikredilen ihtilâfın aksinedir. Bunlar arasında zikredilen ihtilâf büyük günâhların tâat ve ibâdetlerin sevâbını düşürmesi hakkındadır. Çünkü bu âlimler Mutezile fırkasındandır. Mutezile fırkasına göre; büyük günâh işleyen imândan çıkar. Fakat her ne kadar Cehennemde ebedî kalsa bile kâfir olmaz. İmândan çıkması, tâat ve ibâdetlerinin sevâbının düşmesini gerektirir. Bu cihetten bunlara göre büyük günâh, biz ehl-i sünnete göre, mürtedlik gibidir. Artık bu âlim-lerin arasında zikredilen büyük günâh hakkındaki ihtilâfı, mürtedliğe nakletmek sahih olur.

“Mürted, kul hakkı ile muahaze olunur ilh…” Yani mürted olan bu kimseden mürtedliği sebebiyle kul hakları düşmez. Ancak mürted olan kimse kadın gibi mürtedliği sebebiyle öldürülmeyen kimselerden olup dar-ı harbe kaçtıktan sonra esir edilerek cariye olsa, vaktiyle zimmetinde bulunan bütün kul hakları düşer Ancak kısas düşmez. Tahâvi Şerhi.

“Kul hakkı olmayanda tafsilat vardır ilh…” Yani bir mürted Müslüman iken terk etmiş olduğu ibâdetlerini mürtedlikten döndükten sonra da kaza etmekle mükelleftir. Nitekim yukarıda geçmiştir.

Hadlere gelince: Siyer-i Kebir Şerhinde zikredilmiştir ki; bir kimse İslâm memleketinde Müslüman veya mürted iken bir cinâyette veya haddi gerektiren herhangi bir harekette bulunduktan sonra mürted olarak dar-ı harbe kaçıp sonra tevbe edip İslam memleketine geri gelse bakılır: Eğer o cinâyet, kısas, gasb, kazf haddi gibi kul hakları ile ilgili olursa bunlardan dolayı muâhaze olunur. Yani hakkında kısas, diyet, gasbettiği malı ödeme, kazf haddi gibi cezalar tatbik olunur. Eğer zina, hırsızlık, yol kesme ve içki haddi gibi Allah hakkı ile ilgili olursa muâhazeye mahal kalmayıp icab eden had düşmüş olur. Çünkü dar-ı harbe kaçmak, ölme hükmünde olduğundan şübhe meydana getirir. Şer’i hadler ise şübhe ile düşer. Bu cinâyet, hırsızlıktan ibaret olduğu takdirde dahi çalınan mal ödettirilse de, bu hırsızlıktan dolayı had lâzım gelmez. Yol kesme cinâyetinde, kasden adam öldürmüşse kısas edilir. Hata en adam öldürmüşse bakılır: Bu öldürme mürted olmadan önce vâki olmuş ise diyeti âkilesi üzerine vâcib olur Mürted olduktan sonra vâki olmuşa, diyeti kendi malından vâcib olur.

Bir mürted hapiste iken içki içip sarhoş olsa, ayıldıktan sonra İslamiyet’e dönse yine kendisine had vurulmaz. Çünkü şer’î hadler, hadleri gerektiren haram şeyleri, işlemekten menetmek için meşru kılınmıştır. Buna göre insanları fenalıklardan menetmek için meşru kılınan hadlerin faydalı olabilmesi için bu fena şeyleri işleyen kimsenin bunların haram olduğuna inanması lâzımdır. Mürted ise, mürted iken şarabın haram olduğuna inanmaz, ama bu mürted, hapiste iken şarap haddinden başka Allah hakkına aid haddi gerektiren her hangi bir cinâyet işlerse, haram olduğuna inandığı için hakkında işlemiş olduğu cinâyetin haddi tatbik olunur. Eğer hapiste değil iken Allah hakkına aid herhangi bir cinâyet işleyip dar-ı harbe kaçmadan tevbe edip İslâmiyet’e dönerse, hakkında işlemiş olduğu cinâyetin haddi tatbik edilmez.

Bir murted dar-ı harbe kaçtıktan sonra orada gerek Allah haklarıyla ve gerek kul haklarıyla ilgili herhangi bir cinayette bulunduktan sonra tevbe edip İslam memleketine gelse, o cinayetten dolayı muaheze edilemez. Çünkü o cinâyeti işlerken ehl-i harb hükmünde bulunduğundan işlediği cinâyet muahezeyi gerektirecek bir surette işlenmemiş ve kendisi İslâm hükümetinin velayeti altında bulunmamıştır.

“Bir kadına kocasının mürted olduğu haber verildiğinde ilh…” Yani Siyer-i Kebir’in rivâyetine göre, bir kadına iki erkek veya bir erkek ile iki kadın, kocasının mürted olduğunu haber verseler, kadın iddetini bitirdikten sonra evlenebilir. Kitabü’l-İstihsânın rivâyetine göre, bu husus da adâletli bir kimsenin haberi de kafidir. Çünkü evlenmenin helâl ve haram olması dini bir iştir. Nitekim bir kimsenin öldüğünü adâletli bir şahıs haber verse, onun haberi kâfi gelir.

“Üç talâk ile boşadığını ilh…” Bâin talâk da üç talâk gibi olmalıdır. Bundan anlaşılmıştır ki, kadın ric’i talâkla boşanmış olsa, evlenmesi câiz olmaz. Çünkü kocasının müracaat etme ihtimali vardır. T.

“Kocasının boşadığını bildiren bir mektup getirip ilh…” Bundan an-laşılmıştır ki, itimatlı olmayan bir kimse kadına kocasının boşadığını bildiren mektup getirmemiş olsa, kadın o kimsenin doğru söylediğine kanaat getirse bile evlenmesi helal olmaz.

“İddetini bitirdikten sonra evlenmesinde bir beis yoktur ilh…” Yani kadının iddeti boşandığı veya kocasının öldüğü zamandan itibaren başlamış olur, haberi aldığı andan itibaren başlamış olmaz. Kadın evlendikten sonra ilk kocası sağ olarak gelse veya boşadığını veyahut mürted olduğunu inkâr etse, kadın da ilk kocasının boşadığını veya mürted olduğunu ispat edemese, ikinci nikah bozulur kadın ilk kocasına geri döner.

“Mürted olan herhangi bir kadın öldürülmez ilh…” Ancak herhangi bir kadın sihir yapıp tesirine inanırsa yahut Peygamber Efendimize açıktan dil uzatma cüretinde bulunursa öldürülür. Nitekim cizye bahsinde geçmiştir.

“Hapsolunur ilh…” Yani mürted olan her hangi bir kadın öldürülmeyip hapsedilir. Zahir rivayette, hapsedilen mürted kadının dövüleceğizikredilmemiştir. İmam-ı Azam’dan: “Mürted olan kadın hapsedilir. İslâmiyet’e dönünceye kadar veya ölünceye kadar her gün üç kamçı vurulur.” diye rivâyet edilmiştir. Hasan b. Ziyâd’dan: “Müslüman oluncaya veya ölünceye kadar her gün otuz dokuz kamçı vurulur.” diye rivayet edilmiştir. Dövmek, manen öldürmektir. Çünkü hapishânede her gün dövmek ölüme vardırır. Bazılarına göre her gün yetmiş beş kamçı vurulur. Bunda İmam Ebû Yusuf’un kavline meyil vardır. İmam Ebû Yusuf’a göre; tazir, yetmiş beş kamçıya kadar vurulabilir. Hâvî Kudsî: “Dövme ile olan her tazirde bununla amel olunur.’ demiştir.

Zeylaî: “Her üç günde bir dövülür.” diye kesin olarak hükmetmiştir. Bunlardan anlaşılmıştır ki, mürted olan küçük kız çocuğu hapsedilmez ve dövülmez. Fetih.

“İmam Şâfii’ye göre, mürted kadın da öldürülür ilh…” Diğer mezhep İmamlarına göre de öldürülür. Delilleri Fetih’de zikredilmiştir.

“Kendisine kısas ve diyetten bir şey lâzım gelmez ilh…” Fakat helâl olmayan bir şeyi işlediği için tedib olunur. Bahır.

“Mürted olan bir kadının kocasından başka bir kimse ile evlenmesi câiz değildir ilh…” Hâkimin Kâfî’sinde zikredilmiştir ki; mürted bir kadın, dar-ı harbe kaçtığı takdirde iddeti bitmeden önce kocasının onun kız kardeşi ile evlenmesi câizdir. Bu kadın esir edilip İslâm memleketine getirilse veya kendisi tevbe edip geri gelirse, kız kardeşinin nikâhına bir zarar gelmez. Esir edildiği takdirde cariye olur ve İslâmiyet’e geri dönmesi için cebredilir. Kendisi tevbe edip İslâm memleketine gelirse, gelir gelmez dilediği kimse ile evlenebilir.

Fetih’de zikredilmiştir ki; Debbûsî, Saffâr ve Semerkand Fukahâsından bazıları: “Kadının mürted olmasıyla kocasından ayrılık vâki olmaz.” diye fetva vermişlerdir. Ekser-i fukahâya göre, mürted olan bir kadına yetmiş beş kamçı vurulur, İslâmiyet’e dönmesi ve kocasıyla nikâhı yenilemesi için cebredilir. Kâdihân fetva için bunu seçmiştir.

“İstilâ sebebiyle kocası için cariye olur ilh…” Fetih’de zikredilmiştir ki; bazı fukahâ: “Tatarlar Harzem-i istilâ ettikleri gibi bir İslâm memleketini istilâ edip, Müslümanları sürüp ve çıkardıktan sonra orada kendi hükümlerini icra ederlerse, bir Müslüman daha önce mürted olmuş karısını orada ele geçirdiği takdirde ona mâlik olur. Çünkü orası dar-ı harb olmuştur. Karısını hükümdardan satın almasına hâcet yoktur.” demişlerdir.

“Fetih’de ilh…” Fetih sahibi metinde geçeni naklettikten sonra şöyle devam etmiştir: “İslâm memleketinde bir kadın mürted olursa Müslümanlar için ganimet olur. Nevâdir’ln rivâyetine göre, cariye olur. Kocası onu hükümdardan satın alır yahut kocası kendilerine ganimet verilenlerden olursa hükümdar karısını kendisine hibe eder. Ama kâfilerin istilâ ettiği dar-ı harb olan yerde Müslüman bir kadın mürted olsa, kocası satın almaksızın ve kendisine hibe edilmeksizin ona cariye olarak mâlik olabilir. Hırsız olarak dar-ı harbe girip, onlardan birisini esir eden kimsenin ona mâlik olması gibi. Bu, Nevâdir’in rivâyetine göre değildir. Çünkü mürted kadının cariye olması dar-ı harbde vâki olmuştur, İslâm memleketinde vâki olmamıştır.

“Tasarrufu sahihdir ilh…” Yani mürted bir kadının alışverişi gibi hiç bir tasarrufu durdurulmaz. Mürted erkeğin yukarıda geçtiği gibi bazı tasarrufları durdurulur, bazıları da batıl olur.

“Öldürülmediği için ilh…” Yani mürted olan bir kadının mürtedliği, mülkünün elinden gitmesine sebep değildir. Bundan dolayı mürted bir kadının malında tasarrufu ittifakla câizdir. Bahır. Makdisî: “Eğer kadın sihir yapıp, sihrin tesirine inanan veya zındık gibi öldürülmesi vâcib olanlardan olursa, mürted olan erkek gibi olup milki elinden gider ve malındaki tasarrufları durdurulur.

“Mutlak surette kazancı varislerinin olur ilh…” Yani mürted olan bir kadının gerek Müslüman iken kazanmış olduğu malı gerekse mürted iken kazandığı vârislerinin olur. Bir kimse mürted olup Müslümanlığında bir şübhe bulunursa, mürted kadın hükmündedir. Yani gerek Müslüman iken gerek mürted iken kazanmış olduğu malı vârislerinin olur.

“Mal kaçırıcı sayılmayacağı için ilh…” Yani mürted olan bir kadın öldürülmeyeceği için ölüm hastası hükmünde değildir. Artık kocasından mal kaçırıcı sayılamayacağından kocası ona vâris olamaz. Çünkü kadın mürted olmakla kocasından ayrılmıştır ve kâfir olarak ölmüştür. Fakat mürted olan erkek, ölüm hastası hükmünde sayıldığı için mürted olarak öldüğü veya öldürüldüğü takdirde karısının iddeti bitmemiş ise, karısı ona vâris olur.

“Çünkü mürted, İslâmiyet’e dönmesi için cebrolunacağından İslâmiyet’e yakındır ilh…” Yani çocuk mürted olan babasına tâbi olur ve Müslüman olması için cebrolunur. Çocuk kitabî olan cariye annesine tabi olmaz. Çünkü annesi Müslüman olması için cebrolunamaz. Dürer.

METİN

Mürted olan bir kimse malıyla beraber dar-ı harbe kaçsa ve İslâm ordusu harb neticesinde o ülkenin ahâlisi üzerine gâlip gelse, o kimsenin malı ganimet olur, kendisi ganimet olmaz. Çünkü murtedin köle olması meşru değildir.

Mürted olan bir kimse, malsız olarak dar-ı harbe kaçtıktan sonra -zahir rivâyete göre, gerek dar-ı harbe kaçtığına hüküm verilmiş olsun gerek olmasın- yine mürted olarak İslam’ın memleketine gelip malını olarak tekrar dar-ı harbe kaçsa, yine İslâm ordusu harp neticesinde o ülkenin ahâlisi üzerine galip gelse, mürtedin ilk kaçmasıyla malı vârislerine intikal etmiş olduğundan vârisleri malın eski mâliki olmuş olurlar. Yukarıda geçtiği üzere eski mâliklerin hükmü, mallarını mücahitlerin elinde bulduklarında bakılır: Eğer mal, mücahitler arasında taksim edilmiş ise, isterlerse onu kıymetiyle alırlar bir faide olmadığı için o malı misliyle almazlar.

Mürted olup dar-ı harbe kaçan kimsenin kölesini hâkim, mürtedin oğlu için hükmetse, o da köleyi kitabete kestikten sonra mürted olan babasıİslâmiyet’e dönerek gelse, hem kitabet bedeli hem velâ hakkı babasına aid olur ve babası oğlunu vekil tâyin etmiş gibi olur. Mürted olan bir kimse hata en bir şahsı öldürdükten sonra mürted olarak dar-ı harbe kaçsa veya öldürülse, öldürdüğü şahsın diyeti mürtedin varsa Müslüman iken kazanmış olduğu malından, yoksa mürted iken kazanmış olduğu malından alınır. Hâniyye’den naklen Bahır’da böyle zikredilmiştir.

Bir mürted bir şahsın malını gasb edip onu zâyi ettiğini ikrar etse, zâyi edilmiş mal varsa Müslüman iken kazanmış olduğu malından, yoksa mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. Eğer mürtedin gasbı görülmekle veya şâhidle isbat edilmiş olsa, ittifakla o gasb edilmiş mal hem Müslüman iken kazanmış olduğu malından hem de mürted iken kazandığı malından ödenir. Zahiriyye.

Bilmiş ol ki, kölenin cariyenin, mükâtebin ve müdebberin mürted oldukları halde işledikleri cinâyetleri mürted değil iken işledikleri cinâyetleri gibidir.

Bir kimsenin eli kasden kesilip -Allah’a sığınırız- sonra mürted olur ve elindeki yaradan dolayı ölür yahut dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına hüküm verildikten sonra İslâmiyet’e dönerek geri gelir ve elindeki yaradan dolayı ölürse, bu iki surette elini kesen şahıs malından diyetin yarısını mürtedin vârisine verir. Çünkü sirayet masûm olmayan bir mahalle hulûl etmekle heder kılınmıştır. Elinin kesilmesi, kasden kesilmekle kayıtlanmıştır. Çünkü hatada diyet akile üzerine lâzım gelir.

Şârih: “Dar-ı harbe kaçtığına hüküm verildikten sonra…” diye kayıdlamıştır. Çünkü mürted dar-ı harbe kaçtığına hüküm verilmeden önce İslamiyet’e dönerek geri gelirse yahut dar-ı harbe kaçmadan İslâmiyet’e dönerse ve elindeki yaranın sirayetinden dolayı ölürse, elini kesen şahıs diyetin hepsini öder. Zira eli kesilen kimse, eli kesikliği vakit masûm olduğu gibi, yaranın sirayet ettiği vakitte de masumdur.

El kesen şahıs mürted olup mürted olarak öldürüldükten veya öldükten sonra eli kesilen kimsenin elindeki yarası nefsine sirayet edip ölürse bakılır: Eğer el kesme kasden vâki olmuş ise kanı hederdir. Çünkü kısas edilecek mahal kalmamıştır. Yani eli kesen ölmüştür. Eğer el kesme hata en vâki olmuş ise diyeti el kesenin âkilesinden hüküm gününden itibaren üç senede ödemeleri lâzım gelir. Hâniyye.

Bir mükâteb mürted olup dar-ı harbe kaçsa ve mürted iken kazanmış olduğu malı ile beraber esir edilse, İslâmiyet’e dönmediği için öldürülse, kitabet bedeli efendisine verilir. Geri kalan malı vârislerine verilir. Çünkü mürtedlik kitabete tesir etmez.

Karı koca mürted olup dar-ı harbe kaçsalar ve kadın orada bir çocuk doğursa, bundan sonra o çocuğun da oğlu olsa daha sonra o ülke ile harp edilerek İslâm ordusu üstün gelse, o çocukların ikisi de ana ve babaları gibi ganimet olurlar. Birinci çocuğun hamli her ne kadar dar-ı harbde olsa bile çocuk ana – babasına tâbi olduğu için dövülerek İslâmiyet’e cebrolunur. Fakat İslâmiyet’i kabul etmezse öldürülmez. İkinci çocuk zâhir rivâyete göre dedesine tâbi olmadığı için, onun hükmü esir edilen bir harbînin (kâfirin) hükmü gibidir.

Musannıf: “Karı – koca mürted olup dar -ı harbe kaçsalar” diye kayıdlamıştır. Çünkü ikisi birden mürted olmayıp da meselâ; Müslüman bir koca ölüp karısını hâmile bıraksa, o da mürted olarak dar-ı harbe kaçıp orada doğursa sonra o ülkenin ahâlisi üzerine İslâm ordusu gâlip gelse, o çocuk köle olmaz. Babasına tebaiyetle Müslüman sayılacağı için ona vâris olur.

Mürted olarak dar-ı harbe kaçan kadın orada doğurmayıp esir edilerek getirildikten sonra İslâm memleketinde doğursa, çocuk babasına tebaiyetle Müslüman, anasına tebaiyetle köle sayılır. Köle olduğu için babasına vâris olamaz. Bedâyı.

İZAH

“O kimsenin malı ganimet olur ilh…” Yani ganimet olarak beytülmale konulur, vârislerine verilmez. Bahır.

“Mürteddin köle olması meşru değildir ilh…” Yani mürted olan erkek, eğer İslâmiyet’e geri dönmezse öldürülür. Mürted olan bir erkeğin malının ganimet olup, kendisinin ganimet olmamasında bir müşkülât yoktur. Çünkü müşrik Araplar da böyledir. Yani bunlar hakkında terettüb eden hüküm ya İslâmiyet’i kabul etmeleri veya öldürülmeleridir. Bahır.

“Mürted olan bir kimse malsız olarak dar-ı harbe kaçtıktan sonra ilh…” Burada üçüncü bir mesele kalmıştır. Şöyle ki; Mürted olan bir kimse bir kısım malıyla beraber dar-ı harbe kaçtıktan sonra yine mürted olarak İslâm memleketine gelip geri kalan malını da alıp tekrar dar-ı harbe götürse de sonra bu mallar bir harb neticesinde İslâm ordusunun eline geçse, önce götürdüğü mallan ganimet olur sonra götürdüğü malları vârislerinindir. Vârisleri bu malları askerler arasında taksim edilmeden önce bulurlarsa meccânen alırlar. Taksim edildikten sonra bulurlarsa kıymetleriyle alırlar. H.

“Mürted olan babası İslamiyet’e dönerek gelse ilh…” Yani kitabete kesilen köle kitabet bedelini mürtedin oğluna ödemeden babası İslâmiyet’e dönerek geri gelse hem kitâbet bedeli hem de velâ hakkı babasına aid olur. Eğer kitâbet bedelini mürtedin oğluna ödedikten sonra babası İslâmiyet’e dönerek geri gelirse, velâ hakkı oğluna aid olur.

Musannıf “mürtedin oğlu köleyi kitabete kesse” diye kayıtlamıştır. Çünkü oğlu, köleyi müdebber kıldıktan sonra babası İslâmiyet’e dönerek geri gelse, vela hakkı oğlunun olur, babasının olmaz.

Köleyi kitâbete kesme ile müdebber kılma arasında fark: Kitâbete kesilmiş bir köle kitâbet bedelini ödeyemediği takdirde kitâbet feshi kabul eder. Çünkü kitabete kesme her bakımdan âzâd etme değildir. Fakat müdebber kılma ise, her bakımdan âzâd etme olduğundan feshi kabul etmez. Nehir.

“Mürted olarak dar-ı harbe kaçsa ilh…” Ama mürted olan bir kimse dar-ı harbe kaçtıktan sonra orada hata en adam öldürdükten sonra tevbe edip İslâm memleketine gelse, kendisine bir şey lâzım gelmez. Kezâ orada gasb veya kazfde bulunduktan sonra tevbe edip İslâm memleketine gelse, ehl-i harb hükmünde olduğu için yine kendisine bir şey lâzım gelmez. Bahır.

“Diyeti, mürtedin varsa Müslüman iken kazanmış olduğu malından ilh…” Bu Hasan b. Ziyad’ın İmam-ı Azam’dan rivâyetine göredir. Ki,- yukarıda geçtiği üzere- mürtedin borcu, önce Müslüman iken kazanmış olduğu malından ödenir. Kifayet etmezse, mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. Nitekim Bahırın ibaresinden anlaşılan da budur. Bu, mürtedin diğer borçlarının ödenmesi hakkında musannıfın beyan ettiğine muhaliftir.

“Hâniyye’den naklen ilh…” Doğru olan Haniyye’den değil, Tatarhâniyye’den naklen Bahır’da zikredilmiştir. Buna göre Fetih’de: “Hata en adam öldüren mürtedin mürtedlik halindeki kazancından başka malı bulunmasa bu maldan İmam-ı Azam’a göre diyet alınmaz. İmameyn’e göre alınır.” diye zikredilen kavil yanlıştır. Çünkü hata en adam öldüren mürtedin hem Müslüman iken kazandığı hem de mürted iken kazandığı malı bulunsa İmameyn’e göre, diyet her iki maldan da alınır. İmam-ı Azam’a göre, önce Müslüman iken kazanmış olduğu maldan alınır. O malı kifayet etmezse mürted iken kazanmış olduğu maldan alınır.

“Bir mürted, bir şahsın malını gasb edip onu zayi ettiğini ikrar etse ilh…” Fevâidü’z-Zahîriyye’den naklen Şürunbulalî’de zikredilmiştir ki: gasb mürtedin ikrarı ile sâbit olursa, İmameyn’e göre hem Müslüman iken hem de mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. İmam Azam’a göre mürted iken kazanmış olduğu malından ödenir. Çünkü ikrar mürtedden bir tasarruf olup, malında sahih olur. Mürtedlik halinde kazanılan mal ise, İmam-ı Azam’a göre mürtedin malıdır. Tatarhâniyye’den naklen Bahır’da da böyle zikredilmiştir.

“Mürted değil iken işledikleri cinâyetleri gibidir ilh…” Yani köle, cariye, mükâteb ve müdebberin mürted oldukları halde işledikleri cinâyetleri mürted değil iken işledikleri cinâyetleri gibidir. Artık efendi muhayyerdir. Dilerse köle ile cariyenin kendilerini cinâyetleri karşılığında verir, dilerse cinâyetlerinin fidyesini verip onları kurtarır. Mükâtebin cinâyetinin fidyesi kendisinin kazanmış olduğu malından alınır. Müdebberin cinayeti ise, cinâyetler bahsinde gelecektir. Mürted olan köleyi cariyeyi, mükâtebi ve müdebberi öldüren kimseye bir şey lazım gelmez. Bahır. T.

“Bir kimsenin eli kasden kesilip -Allah’a sığınırız- sonra mürted olup ilh…” Eğer mürted olan bir kimsenin eli kasden kesilip elindeki yaradan ölse, elini kesen şahsa bir şey lâzım gelmez. Çünkü mürted olan kimseyi öldüren şahsa bile bir şey lâzım gelmez.

“Diyetin yarısını münadin vârisine verir ilh…” Çünkü bu diyet mürtedin Müslüman iken kazanmış olduğu malı yerindedir. T.

”Çünkü sirayt masûm olmayan ilh…” Yanı eli kasden kesilen kimse, mürted olup elindeki yaranın sirayetiyle ölse veya bu kimse dar-ı harbe kaçıp, kaçtığına hüküm verildikten sonra tevbe edip Müslüman olarak geri gelse ve elindeki yaranın sirayetiyle ölse, elini kesen şahıs üzerine diyetin yarısı lâzım gelir. Bu iki surette de kısas lâzım gelmez. Çünkü birinci surette sirayet masûm olmayan bir mahalle hulûl etmekle heder kılınmıştır. İkinci surette ise dar-ı harbe kaçtığına hüküm verilmekle o kimse takdiren ölmüştür ölüm ise sirayeti keser. O kimsenin sonra tevbe edip İslamiyet’e geri dönmesi ise, yeni bir hayat sayılır ve ilk cinâyetin hükmü geri dönmüş olmaz. Hidâye.

“Karı-koca mürted olup dar-ı harbe kaçsalar kadın orada bir çocuk doğursa ilh…” Kezâ: Müslüman olan karı-koca, çocukları dünyaya geldikten sonra ikisi de mürted olsa, bu çocuklar İslâm memleketinde bulundukça mürted sayılmazlar. Çünkü önce ana-babalarına tebaiyetle Müslüman sayılan bu çocuklar daha sonra bulundukları İslâm memleketine tebaiyetle Müslüman sayılırlar. Eğer mürted olan karı – koca çocuklarıyla beraber dar-ı harbe kaçsalar veya bu mürted olan karı kocadan birisi çocuklarıyla beraber dar-ı harbe kaçsa, artık bu çocuklar Müslüman sayılmazlar. Çünkü bu çocukların Müslüman sayılması ana -babalarına veya İslâm memleketine tebaiyetle idi, bunlardan hiç birisi kalmamıştır.

İslâm ordusu orasını istila etse, mürted olan karı – koca hakkında yukarıda geçen hüküm tatbik edilir. Çocuklar ganimet olur. Baliğ olduklarında anaları gibi Müslüman olmaları için cebrolunurlar. Çocukların yalnız babaları mürted olup çocuklarını dar-ı harbe götürse, çocukların anaları Müslüman olarak İslâm memleketinde kalsa, sonra İslâm ordusu orasını istilâ edip çocukları esir alsalar çocuklar analarına tebaiyetle Müslüman sayılacakları için ganimet olmazlar. Bahır.

“Çocukların ikisi de ana ve babaları gibi ganimet olur ilh…” Yani mürted olan ana – babanın dar-ı harbdeki çocuklarının ganimet olması açıktır. Çünkü çocukların anaları cariye olur. Çocuklar ise, hürriyette ve kölelikte analarına tâbi olur. Oğlunun oğullarına yani torunlara gelince: Bunlar ninelerine tâbi olmazlar. Zira torunlar dedeye tâbi olmazlar. Nineler ise dedeleri hükmündedir. Torunlar kendi babalarına da tâbi olmazlar. Çünkü kendi babaları da tâbidir. Tâbi olan bir kimse ise başkasını kendisine tâbi kılamaz. Nitekim ileride gelecektir. Esir edilen torunların hükmü esir edilen harbînin (kâfirin) hükmü gibi olup ya cizyeyi kabul ederler veya öldürülürler.

“Çocuk ana babasına tâbi olduğu için ilh…” Yani çocuk Müslümanlıkta ve mürtedlikte ana – babasına tâbidir. Mürted olan ana – babası Müslüman olmaları için cebrolunacağı gibi çocukları da Müslüman olmak için cebrolunur. Şu kadar var ki çocuk Müslümanlığı kabul etmezse öldürülmez. T.

“Zâhir rivâyete göre ilh…” Yani zahir rivâyete göre torun dedeye tâbi olmaz. Hasan b. Ziyad’ın İmam-ı Azam’dan bir rivâyetine göre torun dedeye tâbi olur.

Zâhir rivâyetin vechi: Torun dedeye tâbi olacak olsaydı, bütün insanların Hz. Adem (A.S.) ile Hz. Havva’ya tebaiyyetle Müslüman olup zürriyetlerinde mürtedden başka kâfir bulunmaması lâzım gelirdi. Bu meselenin tamamı Zeylaî’dedir. Dedenin baba gibi olmadığı meseleler on üç olup feraiz bahsinde gelecektir.

“Dedesine tâbi olmadığı için ilh…” İkinci çocuk yani torun dedesine tâbi olmadığı gibi kendi babasına da tâbi olmaz. Çünkü kendi babasının mürtedliği tebaiyyetledir. Tâbi olan bir kimse ise başkasını kendisine tâbi kılamaz; zaten tebaiyyetin aslı kıysa muhâlif olarak sâbit olmuştur. Çünkü mürtedin oğlunun mürted olması hakiki nıürtedlik olmayıp hükmî mürtedlik olduğundan hapsedilerek Müslüman olması için cebrolunur. Hakkında öldürme cezası tatbik edilemez. Babası hakkında öldürme cezası tatbik edilir. Bahır.

METİN

= Aklı eren bir çocuğun mürted ve Müslüman olması hakkında =

Aklı eren bir çocuğun Müslüman olması ittifakla sahih olduğu gibi mürted olması da sahihdir. İmam Ebû Yusuf’a göre, mürted olması sahih değildir. Küfür ve şirk af ve mağfiret edilmediği için mürted çocuğun ebedî cehennemde kalmasında ihtilaf yoktur. Artık Müslüman olan bir çocuk kâfir olan ana ve babasına vâris olamaz.

Aklı eren bir çocuk mürted olursa dövülerek Müslüman olması için cebrolunur. Telvih. Aklı eren çocuk yedi veya daha ziyade yaşta bulunup, iyiyi kötüden faydalıyı zararlıdan ayırabilen çocuktur. Müctebâ, Sirâciyye.

Tarsûsi “Enfeu’l-Vesail” isimli eserinde: “Aklı erme yaşını takdir edeni göremedim diyerek aklı eren çocuk, İslâmiyetin kurtuluşa sebeb olduğunu bilip iyiyi kötüden tatlıyı acıdan ayırabilen çocuktur.” diye tarif etmiştir.

Çocuğun imân etmesi vacib midir?

Şârih: “Müctebâ ve Sirâciyye’de aklı erme yaşı nakledildiği halde Tarsûsî’nin “Aklı erme yaşını takdir edeni göremedim.” demesi doğru değildir.” demiştir. Bu nakli Resûl-i Ekrem Efendimizin yedi yaşında bulunan Hz. Ali (R.A.)’a İslamiyet’i arz etmesi de teyid ve takviye eder. H. Ali (R.A.) bu yaşta İslâm eşrefi ile müşerref olmasıyla iftihar ederek: “Sizin hepinizi, henüz bâliğ olmamış bir çocuk iken Müslüman olarak geçtim. Sizleri, kesici kılıç gibi olan yüksek himmetimle mızrak gibi tesirli azim ve kasdımla Müslümanlığa sevk ettim.” demiştir.

Bundan sonra deriz ki: Aklı eren çocuğun baliğ olmadan önce etmiş olduğu imânı farz mıdır? Fukahânın kelâmlarının zâhirine göre evet ittifakla farzdır.

Tahrir-i Muhtar isimli eserde zikredilmiştir ki; Ebû Mansur-ı Matüridî’ye göre aklı eren çocuk da bâliğ gibi imân etmekle muhâtabdır. Hatta çocuk aklı erdikten sonra imân etmeksizin ölse ebedi cehennemde kalır. Nehir.

Vehbâniyye Şerhinde zikredilmiştir ki; bazı alimlere göre bir kimse “derviş, dervişân” dese kafir olur. Fakat fukahânın sahih olan kavillerine göre kâfir olmaz.

Kezâ: Bazı âlimlere göre, Allah için bir şey ver diyen dilenci kâfir olur. Allah-ü Teâla’ya, Ya Hâzır Ya Nâzır! diyen kimse kâfir olmaz. Fukahâ: “Raksı helâl sayıp bilhassa defle oynayarak tegannî eden kimse kâfir olur.” demişlerdir.

Velî olan kimse için tayy-î mesafe (mesafeyi zamanı atlarcasına geçme) câizdir, diyen şahıs cahildir. Bazı âlimler veli olan kimse için tayy-î mesafe câizdir diyen şahıs kâfir olur demişlerdir.

Necmüddin Ömerü’n-Nesefi’den: “Evliya-ı kirâm için her türlü harikulâde kerâmetin isbatı câizdir.” diye rivâyet edilmiştir.

İZAH

“Mürted olması da sahihdir ilh…” Yani aklı eren çocuk gerek bizzat kendisi gerekse ana – babasına tebaiyyelle Müslüman olduktan sonra bâliğ olmadan önce mürted olsa, karısı kendisine haram olur ve Müslümanlara vâris olamaz. Mürted olan çocuk öldürülmez. Çünkü öldürme bir ukûbettir, çocuk ise dünyada ukûbet ehlinden değildir. Fakat bir kimse onu öldürürse kendisine kısasdan ve diyetten bir şey lazım gelmez. Nitekim mürted olan bir kadın öldürülmez ve onu öldürene de kısas ve diyetten bir şey lazım gelmez. Kuhistânî, Fetih.

“İmam Ebû Yusuf’a göre mürted olması sahih değildir ilh…” Çünkü mürtedlik sırf zarardır. Müntekâ’dan naklen Tatarhâniyye’de: “İmam-ı Azam da İmam Ebû Yusuf’un kavline dönmüştür.” diye zikredilmiştir. Fetih’de de böyle zikredilmiştir.

“Mürted çocuğun ebedi cehennemde kalmasında ihtilâf yoktur ilh…”

İhtilâf ancak dünya ahkâmına göredir. Çünkü ahiret ahkamına göre küfrün affedilmesi ve şirkle beraber cennete girilmesi şeriat ve aklın hükmüne muhaliftir. Bahır. Kuhistânî.

“Aklı eren bir çocuğun Müslüman olması ilh…” Yani aklı eren bir çocuğun Müslüman olması sahihdir. Böyle bir çocuk üzerine nefsine ve malına dokunulmaması, kestiği hayvanın yenilmesi, Müslüman bir kızın evlenmesi ve Müslümanlara vâris olması gibi İslâm-i hükümler terettub eder Kuhistânî.

“Dövülerek Müslüman olması için cebrolunur ilh…” Yani aklı eren bir çocuk mürted olursa dövülmek ve hapsedilmek suretiyle Müslüman olması için cebrolunur.

Ben derim ki: Mürted olan çocuk bâliğ olduktan sonra Müslüman olması için dövülür ve hapsedilir. Çünkü – yukarıda geçtiği üzere – çocuk ukûbete ehil değildir.

Hâkim’in Kâfi’sinde zikredilmiştir ki; mürâhik ki; mürâhik (bâliğ olmaya yaklaşmış) olan bir çocuk mürted olup kâfir olarak akıl bâliğ olsa öldürülmez. Fakat tevbe edinceye kadar hapsedilir.

“Aklı eren çocuk ilh…” Hidâye sahibi: “Aklı eren çocuk ile İslâmiyet’e aklı eren çocuk murad edilmiştir.” demiştir. Mebsût’da: “Aklı eren çocuk ile münazara eden ve sözü anlayan çocuk murad edilmiştir.” diye zikredilmiştir.

Ben derim ki: Münazaranın manâsı çocuğun “Müslüman cennete, kafir cehenneme girecektir ana ve babanın dinine muhalefet etmen yakışmaz denildiğinde evet dinleri hak ise muhalefet edilmez” demesidir. Gizli değildir ki yedi yaşındaki çocuk çok defa bunları düşünemez.

Münazara ile dünya işleri de murad edilebilir. Şöyle ki: Bir Çocuk bir şey satın alıp parayı satıcıya verdiğinde, satıcı: “Sen küçüksün malı ancak babana teslim ederim” dediğinde çocuğun ona: “Benden parayı niçin aldın, malı bana teslim etmeyeceksen paramı geri ver” demesi gibi. Bu ve buna benzer sözler çok defa yedi yaşındaki çocuktan vaki olabilir. Buna göre “Çocuğun münazarasının din hususunda olması lâzımdır.” diyen kimsenin kavli ile “Çocuğun münazarasının dünya işleri hususunda olması lâzımdır.” diyen kimsenin kavli birleşmiş olur.

“Yedi yaşında bulunan Hz. Ali (R.A.)’a ilh…” Bazı alimler “Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Ali (R.A.’ye İslâmiyet’i arz ettiği vakit Hz. Ali (R.A.) sekiz yaşındaydı.” demişlerdir. Sahih olan da budur. İmam-ı Buharî Tarihinde Urve’den bunu tahric etmiştir. Hâkim Müstedrek’inde on yaşında olduğunu tahric etmiştir. Bazı alimler “on beş yaşında olduğunu” söylemişlerdir. Fakat bu doğru değildir. Bu meselenin tamamı Fetih’dedir.

İlk İslâm şerefiyle müşerref olan çocuklardan Hz. Ali (R.A.). hür erkeklerden Hz. Ebû Bekiri’s-Sıddık (R.A.), kadınlardan Hz. Hadicetü’l-Kübra (R.A.), kölelerden Zeyd b. Hârise (R.A.)’dır. Bu bahsin tamamı Dürr-ü Müntekâ’dadır.

Kâmûs’un “Ve. De. Ka.” maddesinde zikredilmiştir ki; Mâzini: “Hz. Ali (R.A.) Kureyş’e hitab ederek “İşte siz beni öldürmek isteyen kavimsiniz…” beyitlerinden başka şiir söylememiştir.” demiştir. Zemahşeri bunu doğru görmüştür. Bundan anlaşılmıştır ki metinde Hz. Ali (R.A.)’a nisbet edilen beyitler Hz. Ali (R.A.) tarafından söylenmiş olduğu sahih değildir.

“Fukahânın kelâmlarının zâhirine göre evet, ittifakla farzdır ilh…” Yani aklı eren çocuğun bâliğ olmadan önce imân etmesinin farz olmasının faidesi bâliğ olduktan sonra yeniden ikrar etmesinin farz olmamasıdır. Fetih sahibi: “Delilin muktezası, çocuk üzerine iman bâliğ olduktan sonra vâcib olur.” demiş, sonra şöyle devam etmiştir: “Alimler: Çocuk üzerine imân vâcib değildir, fakat imân ederse farz olarak vaki olur, diye ittifak etmişlerdir.

Fahrü’l-İslâm’a göre; imânın asıl vücubunun sebebi olan alemin hâdis olması, çocuk hakkında da sabittir. Fakat imânın edâsı çocuğa vâcib değildir. Çünkü imânın edâsının vücubu muhatap olmakladır, çocuk ise muhatap değildir. Sebebi bulunduktan sonra imân bulunursa farz olarak vâki olur. Nitekim üzerine zekât farz olan bir kimse malının üzerinden bir sene geçmeden zekâtını vermiş olsa, vermiş olduğu zekât farz olarak vâki olur.

Şemsü’l-eimme’ye göre; imânın hükmü olan edâsının vücubu bulunmadığı için çocuk hakkında imân asla vâcib değildir. İmânın edâsının vücubu bulununca asıl vücubu da bulunmuş olur. Çocuk müsafir olan kimseye benzer. Misafire cuma namazı farz değildir. Fakat cuma namazını kılarsa kendisinden o günün öğle namazının farzı düşmüş olur.” Feth’in ibâresi burada bitmiştir.

“Tahrir-i Muhtar isimli ilh…” Ebû Mansur-i Matüridî’ye, Irak Meşayihinin ekserisine ve Mutezile’ye göre: aklı eren çocuğun ima etmesi vacibdir. İmân etmediği takdirde azaba müstehik olur. Bunu diğer Hanefî âlimleri kabul etmemiştir. Çünkü Resûl-i Ekrem Efendimiz:

“Üç sınıfdan kalem kaldırılmış ve bunlar hakkında tekâlif-i şer’iyye düşmüştür: Uyanana kadar uyuyan kimseden, bâliğ oluncaya kadar çocuktan, iyi oluncaya kadar deliden.” buyurmuşlardır. Bir de imân nedir? diye sorulduğunda imânı tarif edemeyen mürâhika (bâliğ olmaya yaklaşmış kız çocuğu)nın nikâhının bozulmamasıdır.

İmam-ı Azam’dan: “Allah Teâlâ, insanlara peygamber göndermemiş olsaydı, yine insanların akıllarıyla Allah Teâla’yı bilmeleri vâcib olurdu.” diye nakledilmiştir.

Buhârâ alimleri de Eşariler gibi “kendilerine peygamber gönderilip tebliğ edilmeyen kimselerin mükellef olmadıklarını” söyleyip muhtar olan budur, dedikten sonra: “İmam-ı Azam’dan: “Hiç bir kimse gökleri, yeri ve kendisini görüp dururken Yaratanını tanımamakta mazûr değildir.” diye nakledilen rivâyet ile “Kendilerine peygamber gönderildikten sonra Yaratanını tanımamakta mazûr değildir, mânası murad edilmiştir.” diye hükmetmişlerdir. Bu takdirde İmam-ı Azam’ın: “insanların akıllarıyla Allah Teâlâ’yı bilmeleri vâcib olurdu.” kavlindeki “vâcib olurdu” kelimesinin manâsını “layık olurdu” mânasına hamletmek vâcib olur.

Derviş, dervişânın mânâsı beyanında

“Bazı alimlere göre, bir kimse “derviş, dervişân” dese kâfir olur ilh…” Çünkü bunun mânası, her şey mubahdır demektir. Bunda mubah olmayan şeyler dahil olacağından harama helâl demiş olur da kâfir olur. Fakat fukahânın sahih olan kavline göre kâfir olmaz. Çünkü bunun mânâsı, yoksulların yoksulluğu veya fakirlerin fakirliği demektir. Buna göre o kimse “biz yoksulların yoksulluğuna yapışmışız” veya “biz sana fakirlerin fakirliği ile muhtacız” demiş olur. Bunda ise her şeyin mubah olduğuna değil, bir şeyin bile mubah olduğuna delâlet yoktur. Nuru’l-Ayn sahibi buna karşı çıkarak: “Fukahanın zikrettiği mânâ, lügat mânâsıdır. Melâhide ve Kalenderiyye istilahında ise, “her şey senin için mubahtır” mânâsında kullanılması örf ve âdet olmuştur. Buna göre bunu söyleyen kimse, bu fırkalardan ise yahut onların murad ettiği mânâyı murad etmiş olursa yahutmânâsını bilmeyip onları taklit ederek veya onlara benzemek isteyerek söylemiş olursa kâfir olur veya kâfir olmasından korkulur. Artık imânını yenilemesi kendisine vâcib olur. Eğer “derviş, dervişân” diyen bunun mânâsını bilmeyen veya mânâsını, düşünmeyen bir kimse olursa hata etmiş olur ve kendisine tevbe, istiğfar lâzım gelir ” demiştir Netice olarak, böyle sözlerin söylenmesine müsaade edilmemelidir.

“Bazı ilimlere göre, Allah için bir şey ver diyen dilenci kafir olur ilh…” Yani bu âlimler: “Allah Teâlâ Hazretleri her şeyden müstağni olup her şey kendisine muhtaç iken, Sanki dilenci Allah için bir şey taleb etmiş olur.” dediler. Fakat bunda da racih olan kavil dilencinin kâfir olmamasıdır. Çünkü dilencinin bu sözünün “Allah Teâlâ Hazretlerinin rızası için sizlerden bir şey taleb ediyorum” diye tevil edilmesi mümkündür. Vehbâniyye Şerhi.

Ben derim ki: Böyle sözlerin söylenmemesi vâcibdir. Yukarıda geçtiği üzere küfür olmasında ihtilâf bulunan bir sözü söyleyen kimseye tevbe ve istiğfar etmesi ve nikâhını yenilemesi emrolunur. Fakat bu, söyleyen kimse söylediği sözün mânâsını bilmediğine göredir. Eğer söylediği söz ile doğru olan mânâyı kasdederse o sözü söylemesinde bir beis yoktur.

“Allah Teâlâ’ya, Ya Hâzır, Ya Nâzırî diyen kimse kâfir olmaz ilh…” Çünkü huzûr ilim (bilmek) mânâsınadır. Nâzar ise rüyet (görmek) mânâsınadır. Buna göre, Ya Hâzır: Ya Âlım: Ey her şeyi bilen; Ya Nâzır: Ya men yerâ: Ey her şeyi gören Zat-ı Âlâ mânâlarına olmuş olur. Bezzâziye.

Raksı helâl sayan kimse hakkında

“Fukahâ: Raksı helâl sayıp bilhassa defle oynayarak tegannı eden kimse kâfir olur, demîşlerdir ilh..”

Raks: Tarikata bağlı olan bazı kimselerin yaptığı gibi ölçülü hareketlerle sallanıp oynamaktan ibarettir.

Bezzâziye sahibi Kurtubi’den: “Ginânın, çalgı çalmanın ve raksın haram olduğu hususundu imamların icma’ı vardır diye naklettikten sonra: “Ben Şeyhülislâm Kirmani’nin: Raksı helâl gören kâfir olur, diye fetvasını gördüm.” demiştir. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir.

Nuru’l-Ayn sahibi Temhid’den. “Raksı helal gören fasık olur, kâfir olmaz.” diye naklettikten sonra şöyle devam etmiştir: Raks ve semâ hakkında niza ve münakaşayı kesen tahkikat geniş olarak Avârifü’l-Maârif ve İhyau’l-Ulûm’da zikredilmiştir. Bunu İbn-i Kemal Paşa şöyle hülasa etmiştir: “İhlâs ile tahkîka vâsıl olmuş isen, heyecanla salınarak zikretmende bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakka ibâdet edersen, onun baş üstünde Hakka yalvarması hakkıdır. Muhtelif vaziyetlerde zikir ve sema vakitlerini en iyi amellere sarf eden âriflere, çirkin hallerden nefislerini zapta muktedir olan saliklere müsaade verilir. Onlar Hak’dan başka bir ses işitmezler. Allah’dan başkasını arzu etmezler. Zikrederken inlerler. şükrederken seslerini yükseltirler. Vecde geldikleri zaman sayha ederler, bağırırlar, şuhud halinde sükûn ve istirahata kavuşurlar.

İbn-ı Kemal Paşa. “İşte vecd ile zikreden zümre hakkında benim cevabım bundan ibarettir. Doğrusunu Allah Teâlâ Hazretleri bilir.” demiştir. Nuru’l-Ayn sahibinin sözü burada bitmiştir.

“Evliya-i kirâm için her türlü harikulade kerâmetin isbatı câizdir ilh..” Bezzaziye’de zikredilmiştir ki; âlimlerimiz: “Ölülerin diriltilmesi asanın yılana çevrilmesi, ayın ikiye bölünmesi, az yemekle bir çok kimselerin doyurulması, parmakların arasından su çıkması gibi büyük mûcizelerin bir veli için kerâmet olarak icrâ edilmesi mümkün değildir. Tayy-i mesafe de büyük mûcizelerdendir. Çünkü Peygamber Efendimiz

“Yer benim için dürüldü.” buyurmuşlardır. Eğer tayy-i mesafe (yerin dürülmesi) başkası için de câiz olsaydı, bunun Peygamber Efendimiz için tahsis edilmesinin bir fâidesi kalmazdı.” demişlerdir. Fakat Kadı Ebû Zeyd’in kelâmında “Veli için Tayy-i mesafe câizdir.” denilmesinde küfür olmadığına delâlet vardır. Bezzâziye’nin ibâresi burada bitmiştir

Ben derim ki: Fukahânın “Doğuda olun bir kimse batıda bulunan bir kadın ile evlenip, kadın bir çocuk doğursa, bu çocuğun nesebi doğuda olan babasından sâbit olur” demeleri tayy-ı mesafenin caiz olduğuna delalet eder

İmamu’l-Haremeyn: “Bize göre Kur’an-ı Kerim gibi benzerini hiç bir kimsenin getiremeyeceği hakkında kesin delil bulunan bazı mûcizeler dışında kerâmet olarak her türlü harikulâdelerin zuhuru câizdir.” Demiştir.

İns ve cinnin müftüsü, asrında evliyaların reisi İmam Necmüddin Ömer’ün-Nesefî’ye: “Evliyaullahtan bazısını Kâbe-i Muazzama ziyaret edermiş, bunu söylemek câiz olur mu?” diye sorulmuş. O da: “Ehl-i sünnete göre velâyet sahibi olan zatlar için kerâmet olarak her türlü harikulâde hallerin zuhuru câiz ve mümkündür.” diye cevap vermiştir. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir. işin hakikatini Hak Tealâ Hazretleri bilir.

Hayat Rehberi

Mürted Bölümü – Redd’ül Muhtar

Redd’ül Muhtar – İbn Abidin | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.