Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 15°C
Açık
İstanbul
15°C
Açık
Paz 15°C
Pts 15°C
Sal 20°C
Çar 19°C

Kefalet Bölümü – Fetevayı Hindiyye

Kefalet Bölümü – Fetevayı Hindiyye

Kefalet Bölümü – Fetevayı Hindiyye

  • 1- KEFALETİN TARİFİ, RÜKÜNLERİ VE ŞARTLARI KEFALETİN TARİFİ

Kefalet: Bir şeyin mutâlebesi hakkında (- istenmesi hususunda) bir zimmeti, diğer bir zimmete zammetmektir.

Yâni, bir malın veya bir nefsin mutâlebesi hususunda, bir kimsenin kendi zâtını, başkasının zâtına ilâve ederek, o başkası hakkında lâzım gelen mütâlebe hakkını (= istenme hakkını) kendisi de iltizâm ve teahhüt etmektir.

“Kefalet, borçta böyle yapmaktır.” diyenler de olmuştur. Önceki tarif esahhtır. Hidâye’de de böyledir. [1]

Kefaletin Rüknü

Kefaletin rüknü îcab ve kabûl’dür.

Bu, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammet

(R.A.)’in kavillerine göre böyledir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un önceki kavli de budur.

Gerçekten kefalet, sadece kefil’in bulunması ile tamamı olmaz. Kefilin mala veya nefse (, = cana) kefil olması da müsâvîdir.

Şayet mekfûlün leh[2] (= talip = mazmunun leh)’in veya bundan başka bir yabancının, akid meclisinde kabulü bulunmazsa; sâdece kefilin bulunması ile kefalet işlemi tamam olmaz.

Veya, kefâslet işleminin tamam olabilmesi için, alacaklının, mekfûlün Ieh’ten başka olan şahsa: “Benim için, filanın nefsine kefil ol.” demesi, o şahsın da: “Kefil oldum.” karşılığını vermesi gerekir.

Veya, bu sözü, bir yabancının söylemesi gerekir. Şöyleki: “Filanın nefsine (veya malına), filandan dolayı kefil ol.” demesi üzerine, diğerinin de: “Kefil oldum.” demesi gerekir ki kefalet sahih olsun.

Mekfûlün lehinde aynı mecliste, bu kefalete razı olması beklenir.

Kefilin, hazırda bulunmayan şahsın rızâsından önce, nefsini kefa­letten çıkarma (kefil olmaktan vaz geçme) hakkı vardır.

Ancak, kefilin: “Filanın nefsine (veya malına) filandan dolayı kefil oldum.”Demesibulunmadankefaletakdedilmiş olmaz.

Meselâ: Mekfûlün leh, bir şahsa, kefil olmasını tebliğ eder; kefil de bunu kabul ederse; bu kefalet sahih olmaz.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) ilk kavlinden rücû ederek şöyle demiştir:

Kefalet, sadece kefilin kabulünün bulunması ile tamam olur. Başkasından hitapvekabulbulunsunveyabulunmasın farketmez. Muhıyt’te de böyledir.

îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un bu kavli üzerinde âlimler görüş ayrılığına düştüler.

Bazı âlimler: “Tevakkuf (= durmak) vasfıyle kefalet caiz olur. Meselâ: Buna talip razı olursa kefalet geçerli olur; razı olmazsa, bu kefalet bâtıl olur.” demişlerdir.

Bâzıları ise: “Talibin rızası, îmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre şart değildir; kefilin kabul etmiş olması, kefalet için yeterlidir.” demişlerdir. Esahh olan da budur. Kâfî’de de böyledir. Zahir olan da budur. Fethu’l-Kadîr’de de böyledir.

Bezzâ ziyye’de: ‘ ‘Fetva bunun üzerinedir.” denilmiştir. Nehru’I-Fâık ve Bahru’r-Râık’ta da böyledir.

Mekfûlün anh[3] ( = kendisine kefil olunulan) dan bir hitap veya kabul bulunur ve meselâ: O, bir şahsa: “Benden dolayı, filan adama karşı, nefsime (veya malıma) kefil ol.” demesi veya bir şahsın, onun malı veya nefsi için kefil olması hâlinde, mekfûlün anh’in kabul etmesi gibi bir hâl olursa; kefaleti istenilen kimseden hitap ve kabul bulunması hâlinde bile, İmâm Ehû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Muhammed (R.A.)’e göre, bu kefalet sahih olmaz.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un önceki kavli de böyledir.

Mekfûlün anh’in hitap ve kabulü yok mesabesindedir.

Matlûb, hastalığı hâlinde, vârisine karşı hitap eder ve meselâ: Birinin üzerinde bulunan borca kefil olur ve daha sonra da, bu şahıs, o hastalıktan ölürse; kıyâsen, bu iki imamımıza göre de, kefaleti sahih olmaz; istihsânen ise, sahih olur.

Ve bu şahıs, o hastalıktan ölürse; kefalet hükmüne göre, kefalet borcu, —alacaklı şahıs hazırda olmasa bile— veresesinden alınır. Muhiyt’te de böyledir.

Şayet bu kimse, terekesiz (= hiç bir mîras bırakmadan ölürse, vârisleri, bu kefaletborcununödenmesiiçinsorumlu tutulmazlar. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

O hasta şahsın, bu sözü, vârislerine değil de bir yabancıya söylemiş olması hâlinde âlimler ihtilâf etmişlerdir:

Bazı âlimler: “Bu kefalet borcunu, bu yabancının ödemesi sahih olmaz. Çünkü, bir yabancıdan, iltizamsız, borcu-ödemesi istenilmez. Bu hususta hasta ile sağlam müsavidir.” demişlerdir.

Bazıları ise: “Bu ödeme sahih olur. Çünkü, hasta onu nefsi için kasdederek söylemiştir. Bu yabancı da, ohastanın emri ile borcu ödeyince; hastanın terekesine (= ölünce bıraktığı şeylere) başvurur. Ve bu, hasta hakkında sahih olur. Kâfî’de, Tebyîn’de, Kifâye’de, Nihâye’de ve Aynî’de de böyledir.

Evceh[4] olan da budur. Fethu’l-Kadîr’de de böyledir.

Vârislerin, hastaya: “Senin üzerinde bulunan bütün borçları, biz, alacaklılara ödeyeceğiz.” deseler; alacaklıların hazırda bulunmama­larından dolayı bu sahih olmaz.

Hasta da, vârislerden bu talepte bulunamaz.

Ancak, vârisler, bu hasta öldükten sonra aynı sözü söylerlerse; bu kefaletleri, istihsânen sahih olur. Fetâvâyi Kâdthân’da da böyledir. [5]

Kefaletin Şartları

Kefaletin şartları dört kısımdır:

1) Kefile râcî şartlar

2) Asîl’e (= mekfûlün anh’e) râcî şartlar

3) Mekfûlün leh’e (= taliple, alacaklıya) râcî şartlar

4) Mekfûlün bih’e (= kefilin ödemeyi veya teslim etmeyi kabul ve teahhüt ettiği şey’e) râci-şartlar. [6]

Kefile Râci Şartlar

Kefile râciişartlar şunlardır:

l) Akıl

2) Bulûğ

3) Hürriyet

Sabînin (= çocuğun) ve mecnûnun (= delinin) kefil olmaları vt akdi yapmaları caiz değildir.

Ancak velî, yetimin nafakası hakkında borçlanır ve ona, ödemesini emrederse, bu sahih olur. Ona kefil olmasını emretmesi ise sahih olmaz. Bahru’r-Râık’ta da böyledir.

Küçük bir çocuk (= sabi) bir mala veya nefse kefil olduktan sonra bulûğa erişir ve ona, “o zaman kefilolduğunu” kabul ederse; bu çocuktan hiç bir şey alınmaz.

Çünkü, bu çocuk, kefaleti geçersiz olarak ikrar etmiştir.

Şayet, bulûğa ermesinden sonra, çocuk ile arasında ihilâf çıkar ve alacaklı: “Sen, bulûğa erdikten sonra kefil oldun.” dediği hâlde, çocuk: “Ben, sabi iken kefil oldum.” derse; bu durumda, çocuğun sözü geçerli olur.

Bir kimse, alacaklıya: “Ben, deli iken (veya bunamışken) kefil oldum.” der; alacaklı da, bunu inkâr ederek: -‘Sen, sağlam (= aklı basında) iken kefil oldun.” derse; bu kefilin, ikrarı kabul edilen kimse­lerden olması hâlinde, onun sözü geçerli olur; aksi takdirde alacaklının sözü geçerli olur. Muhıyt’te de böyledir.

Hürriyet de, kefaletin kefile râci şartlarmdandır.

Kefalet akdinin geçerli olması için, kefil olan kimsenin hür olması gerekir.

Ticaretten men edilmiş bulunan kölenin, kefaleti caiz değildir.

Ancak, köle kefalet akdi yaparsa; azâd edildikten sonra muâhaze olunur.

Beden sıhhatine gelince, kefaletin sıhhati için, bu şart değildir.

Hasta bir kimsenin kefaleti, —malının üçte birinden— sahihtir. Bedâi”de de böyledir. [7]

Asîl’e Râci Şartlar

Kefaletin sahih olması için, asîl’de (= mekfûlün anh’de = kendi­sine kefil olunanda) da bazı şartların bulunmasi lâzımdır:

1) Mekfûlün anhin veya naibinin, mekfûlünbih’i teslim almaya muktedir olması gerekir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavlidir.

Ölünün, veya müflisin, bir borca kefil olması sahih değildir.

İmâmeyn’e göre ise, bu sahihtir.

Sahih olan, İmâm-ı A’zam (R.A.)’ın kavlidir. Zâd’da da böyledir.

Şayet ölen şahıs, —kefaletten dolayı olan— borcu kadar mal ter-kederse, kefaleti sahih olur. Serahsî’nin Muhiytı’nde de böyledir.

2) Kefaletin sıhhatinde, mekfûlün anlrin mâlûmiyeti (= bilinmesi, bilinir olması) şart olduğu gibi, mekfûlün leh’in mâlûmiyeti de şarttır.

Meselâ: Bir kimse, başka bir kimseye: “Sana, insanlardan birisine sattığın, bir şey için kefil oldum.” derse; bu kefalet geçersiz olur.

Ancak: “Senin, filân kimsede olan malına kefil oldum.” derse; bu caiz olur.

Mekfûlün anh’in meçhul oiihom hâlinde kefalet ona izafe edilemediği için, bu durumda, kefil muhayyerdir. Bu. Zehıyre v< Muhıyt’in Kefalet Bahsi’nden böyle anlaşılmaktadır.

Nihâye’de ise, kefilin hür, âkil ve baliğ olması şart koşulmuştur. Bahru’r-Râik’ta da böyledir.

Bir kimse, sabî (= küçük çocuk> veya mecnûn (= deli) bir kim­sede alacağı bulunduğunu iddia eder; başka bir şahıs da, bunların veli­sinin izni olmadan, bunlara kefil olursa; bu kefalet sahih olur.

Bu sabînin ticârete me’zun olup olmaması da müsavidir. Bulûğa erişip erişmemesi de böyledir.

Kefilin, sabinin hazır olmasını istemesi hâlinde, kefalet velînin izni ile meydana gelmişse, —sabî, hazır olması için— cebrolunur.

Şayet, vekâlet velinin ve sabînin izni ile meydana gelmemişse, bu durumda, sabî cebren huzura getirilmez.

Şayet sabî, kefilden kefil olmasını istemişse, huzura getirilmesi emredilir mi?

Eğer bu çocuk, ticâret yapmasına izin verilmiş bir çocuksa, huzura getirilmesi emredilir.

Şayet kefil, bu çocuğun malına kefil olmuş ve bu kefaletini de yerine getirmişse; ödediğini almak için, o sabîye müracaat eder.

Şayet bu çocuk, ticârete izinden men edilmiş bir çocuksa; huzura celbedilmez. Bu durum da kefil de, o çocuğun yerine ödediği şey için, ona müracaat edemez. Muhıyt’te de böyledir. [8]

Mekfûlün Leh’e Râcî Şartlar

Kefaletin sahih olması için, mekfûlün leh (= Talip, alacaklı) ile: ilgili bazı şartlar da vardır:

1) Mekfûlün leh’in (= alacaklının) malum olması, (= bilinmesi), kefaletin sıhhatinin şartlarındandır. Bedâî”de de böyledir.

Bir kimse, iki şahsa hitap ederek: “Ben, şu şahsın borcu olan, bin , dirheme kefilim*’ veya “… borcuna kefil oldum.” derse; kimin için konuştuğu malum olmadığından bu kefalet geçersizdir. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, bir topluluğa: “Sizin sattığınız şeye kefilim; o benim üzerimedir. (= borcumdur.) dediği zaman, kefaleti, muhataplar hakkında sahih olur; muhatap olmayanlar hakkında ise sahih olmaz. Serahsî’nin Muhiyti’nde de böyledir.

Şayet bu şahıs, sayılı bir topluluğa işaret ederek: “Bunlardan kim alış-veriş yaparsa, ben onun bedeline kefilim.” derse; bu kefalet caiz olur. Çünkü bu durumda, kendisine kefil olunanlar bellidir. Hızânetü’l-Müftîn’de de böyledir.

2) Kefaletin şartlarından biri de, mekfûlün leh’in (== kefalet talep eden şahsın) akıllı olmasıdır.

Mecnûnun ve akıl edemiyecek kadar küçük olan sabînin, kefaleti kabul etmesi sahih değildir.

Burada, alacaklının hür olması şart değildir. Bedâi”de de böyledir. [9]

Mekfûlün Bih’e Râcî Şartlar

Kefaletin sahih olması için, mekfûlün”bih’e (= kefilin Ödenmesini veya teslim edilmesini üzerine aldığı şey’e) de, tealluk eden bazı şartlar vardır:

1) Mazmun (= mekfûlün bih), teslim edilmesi bakımından, asîl olan şahsın (= mekfûlün anh’ın) icbar edilmesi gereken bir şey olmalıdır. Zehıyre’de de böyledir.

Satılan şeye, borca, gasbolunan şeye, kocanın elinde bulunan mehre, kadının yanında bulunan ve boşanma bedeli olan mala, sulh bedeline ve fâsid olarak satımı yapılan şeyin teslimine kefalet caizdir. Tebyîn’de de böyledir.

Emânetlere kefalet caiz değildir. Çünkü bunlar mazmun ( = Ödenmesi lâzım gelen şey, borç) değildir. Müdarebe ve ortak mallan gibidirler. Zehıyre’de de böyledir.

Rehinler, icâreler ve ödünçler de böyledir. Yani, bunlara da, kefalet caiz değildir. Kâfî’de de böyledir.

Emânet bırakılan şeyin temkini için kefalet caizdir ve sahihtir.

Zehryre’de de böyledir.

Keza, rehin bırakılan şeyin, sonradan —sahibine— teslimine ve kârın müstecire verilmesine kefalet de caiz ve sahihtir. Kâfî’de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)’in Cami* isimli eserinde: “Ödünç alı­nan şeyin teslim edilmesine kefalet, nassan sahihtir.” denilmiştir. Zehıyre’de de böyledir.

Füsûlü Imâdiyye’de: “Şahidi, hâkimin huzuruna getirmek için kefil olmak, caiz değildir.” denilmiştir.

2) Kefaletin sahih alınması için, mekfûlün bih’i kefilden almaya güç yetirmek de şarttır.

Bir kimse, başka bir kimsenin bilinen bir evini yapmayı veya bilinen bir arazisini sürmeyi kabullenip, ona bir kefil verirse; mutlak ameli şart koşmuş olması hâlinde, bu kefalet caiz olur.

Şayet, iş veren bizzat o şahsın yapmasını şart koşmuş; kefil de, işin (= amelin) kendisine kefil olmuşsa; bu durumda kefalet caiz olmaz.

Şayet, nefsini teslim etmeye kefil olmuşsa, bu kefalet caiz olur.

Keza, bir yerden, başka bir yere gitmek üzere, bir deve kiralandığında, kiraya veren, kiracıdan, devenin teslim edileceği husu­sunda kefil almış olursa; bu kefalet sahih olur. Bu deveye yük yükletmek sahih olmaz. Zehiyre’de de böyledir.

Keza, bir kimse, hizmet için bir köle kiraladığı zaman, başka bir şahıs da, o kölenin hizmet edeceğine kefil olsa; bu kefalet de bâtıl (= geçersiz) olur. Hidâye’de de böyledir.

Keza, kısasa ve hadlere kefil olmak da bâtıldır.

Yeri bilinmeyen bir şahsa kefil olmak da böyledir. Yani, bu kefalet de sahih değildir.

3) Kefaletin sahih olması için gereken şartlardan biri de, borcun sahih olmasıdır.

Kitabet bedeline[10] kefalet caiz değildir. Nihâye’de de böyledir.

Kazanç bedeli de,’ kitabet bedeli gibidir. Herhangi bir şahsın buna kefil olması sahih olmaz. Çünkü, bu da kitabet gibidir.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’ye göredir.

İmâmeyn’e göre ise, mükâtep hür gibidir; borcu ise sahihtir. Kâfî’de de böyledir.

Mekfûlün bih’in miktarının ma’lûm olması şart değildir. Bahru’r-Râık’ta da böyledir. [11]

2- KEFALET LAFIZLARI KEFALETİN KISIMLARI, HÜKÜMLERİ VE BUNLARLA İLGİLİ KONULAR

Bu banda:

1) Kefalet Lafızları

2) Nefis (= can) ve Mal Kefaleti

3) Kefaletten Kurtulma

4) Kefalette Müracaat

5) Kefalette Ta’lik ve Te’cil olmak üzere beş bölüm vardır. [12]

1- Kefalet Lafızları

Kendisi ile kefalet vuku bulan veya vuku bulmayan lafızlar vardır. Kendisi ile kefalet vâki olan lafızlar şunlardır: Kefalet, hamâlet, zaman, zeamet, garâmet… ileyye (= bana) ve aleyye (= benim üzerime) demekle de kefalet vâki olur. Tahâvî Şerhi’nde de böyledir.

Kefalet lafızlarının tamamı örf ve âdette, ahidden haber vermek içindir. Tefrîd’den naklen Tatarhâniyye’de de böyledir.

“Ondan kefil oldum.” demek sahihtir. Nefsi ve bedeni demek gibi… Bunlar hakikatte bedeninden ibarettir.

Ve, “Onun ruhu…”, “başı” ve “…yüzü…” demek gibidir ki, bu da örf bakımından, ondan ibarettir.

“Nısfı (= yarısı)…”, “üçte biri…”, “parçası…” gibi şüyu bulan lafızlar da, o şeyin cüz’ünden ibarettir. Kftff’de de böyledir.

Bir kimsenin: “… eline,” veya “… ayağına kefil oldum.” demesi yahut bunlara benzer bir şey. söylemesi hâlinde, bunlara izafet ıtlâkı sahih olmadığından, kefalet de sahih olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimsenin, başka bir kimsenin “gözüne kefil olmasını” söyle­mesi hâlinde durumun ne olacağı, kitapta .

Fakiyh Ebû Bekir Belhî’nin: “Bu sözle de kefalet sahih olmaz.” dediği hikâye edilmiştir.

Şayet, bu sözü ile o kimsenin bedenine niyyet etmiş olursa, bu niyyeti sahih olur.

Böyle bir niyyeti olmazsa; bu söz, tek uzvuna sarfedilmiş olur ki, o da gören gözüdür. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Ferç, kitâbü’t-talâk’da ilgili fasılda zikredilmiştir. Burada ise, zikredilmemiştir.

Âlimler: “Ferç, kadına izafe edilerek söylendiği zaman kefaletin sahih olması daha uygun olur.” demişlerdir. Muhiyt’te de böyledir.

Parçanın, kefile izafe edilmesi, meselâ: “Ben sana, yarımı (veya üçte birini) kefil ediyorum.” denilmesi caiz değildir.

Bu hususu, İmâm Kerhî zikretmiştir. Sirâcü*I-Vehhâc’da da böyledir.

Şayet kefil: “Onu ödemek, benim üzerimedir.” derse; kefil olmuş olur.

Bu kimse, şayet: “Onun nefsini (<= kendisini) teslim etmek, benim üzerimedir.” derse; yine kefil olmuş bulunur.

Keza: “Onu sana ulaştırmak, benim üzerimedir.” diyen kimse de, kefil olmuş olur.

“Onu, sana getirmek, benim üzerimedir.” demek de aynıdır. Muhıyt’te de böyledir.

Nâtıff’nin Ecnâs isimli eserinde şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, başka bir şahsa: “Bu adam, benim yanımda senindir.” veya “Onu, bana bırak.” derse; bu lafızlarla kefalet vâki olur.

Bazı yerlerde gördüğümüze göre; bir kimse, başka birinden bahse­derek: “Yarm, onu ödemezse; o mal benim yammdadır.” der; bahse­dilen şahıs da bir gün sonra o şeyi ödemezse, o şey, bu sözü söyleyen (kefil olan) şahıstan alınır. Zehıyre’de de böyledir.

Uygun olan “… o yanımdadır.” diyen kimsenin kefil olmuş bulunmasıdır. Çünkü, ledeyye lafzı “…yanımda” lafzı yerindedir. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimsenin nefsine kefil olup, onu talibe verdiği zaman, ondan barî olur. Yani, kefaletten kurtulmuş bulunur.

Daha sonra tâüp, matlûbu ilzam eder ve bunun üzerine kefil, talibe: “Bırak onu; ben, kefaletin üzereyim.” veya “Bırak onu, ben, kefaletin gibiyim.” der; talip de bırakırsa; bu durumda, o şahıs, kefile ilzam edilmiş olur. Ve bu kefil binefsihî kefildir.

Bu şarısiîi kefaleti, o şahıstan kabul bulduğu için, yeniden kefalettir.

Çünkü, kefil: “Bırak onu, ben ona kefilim.” dedikten sonra, karşı taraf da bırakmış olunca, ortada, kefaletin geçersiz kalmasını gerekti­recek bir şey kalmaz. Zehiyre’de de böyledir.

Talibin o şeyi bırakmaması hâlinde, diğerinin kefil olmamış olması daha uygundur. Çünkü, bu durumda, talibin kabulü bulunmadığı için, kefalet sahih değildir. Fösûlü’I-Imâdiyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa: “Filân adama sattığın şey, benim üze­rimedir.” derse; bu —kefalet olarak— caizdir. Çünkü, bu durumda kefaletin vücubunu, bir sebebe izafe etmiş olmaktadır ki, bu sebep de mubayaadır. (== alış-veriştir)

Malla ilgili bir kefaletin, gelecek zamana izafe edilmesi, —halk arasındaki teamül (= eskiden beri yapılageldiği için kanun gibi sağlamlaman bir usûl; alışkanlık) den dolayı caiz olur. Serahsî’nin Mumyti’nde de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseden alacaklı olduğunu iddia eder, rnüddeâ aleyh (= …iddia olunan kişi) de bunu inkâr eder ve bu arada başka bir şahıs da, iddia eden şahsa: “Filan şahsın üzerinde olduğunu iddia ettiğin alacağın—, benim üzerimedir.” derse, bu şahıs borçlanmış olur ve onu ödemesi gerekir.

Ancak, bu şahıs: “Ne iddia ediyorsun?” demişse, kendisine bir şey gerekmez, Tatarhâıtiyye’de de böyledir.

Bir kimseİ başka bir şahsa: “Filân adama, her gün bir dirhem ver; ben, sana öderim.” der; o şahıs da verir ve hatta, bu şekilde, pek çok alacağı birikmiş, olursa; âmir: “Ben bunların tamamını murat etmedim.” dese bile, bunların tamamını ödemesi gerekir Hızânetü’l-Müftîn’nde de böyledir.

Şayet, bu kimse: “…Toplayana, ödeyene veya bırakana kadar, o, benim üzerimedir.” derse; bu şahıs, dediği şeye ‘kadar kefildir. Zahîriyye’de de böyledir.

Şayet, bu kimse: “Toplayana veya bırakana kadar, ben kefilim.” derse; ödiyeceğini açıkça söylememiş olduğu için, bu kefalet sahih olmaz. Ödeyeceği şey nedir? Mal mj, nefis mi? Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Fakıyh Ebû Ca’fer: Bir kimse: “Filânı bilmek benim üzerimedir.” derse; kefil olmu? sayılır.” demiş; Fakıyh Ebû’1-Leys ise: “Kefil olmaz.’ demiştir.

Fakıyh Ebû Ca’fer’in kavli, insanlar arasındaki örfe daha yakındır. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Vâkiât’ta: “Fetva, kefil olur; diyene göredir.” denilmiştir. Zahî­riyye’de de böyledir.

Bir kimse; “Filanı bilirim.” veya “O, malumdur.” demekle; bahsettiği şahsın nefsine kefil olmuş olmaz; Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir. .

Fetâvâyi Kübrâ’da da bu kaville fetva verilmiştir. Tatârhâniyye’de de böyledir.

Bir kimsenin, diğer bir kimse için: “Onu bilmeyi, ben tazammun ederim.” demesi, o şahsa kefil olmuş olması sayılmaz. Muhıyt’te de böyledir.

Âlimler, “Filânı bilmek benim üzerimedir.” diyen kimse, ona delâlet etmeye ilzam olunur.” demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

“Senin, filânın üzerinde olan şeyini, ben veririm.” demek, kefalet değil, söz vermektir.

Bazı âlimlerimiz ise: * ‘Filanın üzerinde bulunan şeyini, ben veririm.” demek, örf hükmüne göre kefalettir.” demişlerdir.

Şeyhu’l-İslâm Zahîru’d-dîn ise: “Bu, kefalet olmaz.” diye fetva vermiştir. Muhıyt’te de böyledir.

Ancak, bu şahıs: “…Kabul ettim.” derse; bu kefalet sahih olur.

Müteâhhirîn, bu kavil hususunda ihtilâf etmişlerdir.

Bazıları: “Bu kefalet değildir.” demişlerdir.

Bazıları ise: “O şahıs, bu sözle kefaleti irâde eylemişse; kefil olur. Şayet, kefaleti irâde etmemişse; bu sözü va’d olur, kefalet olmaz.” demişlerdir.

“Senden, onun üzerine gelen her şey, benim üzerimedir.” demek, kefalet değildir.

“Senin için, filanın üzerine kırılan her şey, benim üzerimedir.” demek de sahih —kefalet— değildir.

Şayet, bir kimse: “Ben kabû! ettim; onu, yarın sana teslim ederim.” derse; bu söz mutlak kefalet olur. Çünkü, o şahsın böyle söylemesi, tam bir kefalettir.

Bu durumda, “Onu, sana yarım teslim ederim-” sözü ise, kefalete dahil değildir.

“Filanın nefsine, yarm kefil oldum.” demek, bunun hilâfınadır.

Mes’eleler, buna göre kıyâs olunur.

Bir kimse, başkasına: “Ben kabul ettim. Ne zaman istersen, filân zatı, sana teslim ederim.” derse; bu söz mutlak kefalet olur.

Bu kimse, o zâtı teslim ettiği zaman, sözünü yerine getirmiş ve kefaletten beri olmuş olur.

Bir kimse, bir başkasına: “Sen, filancayı her ne zaman istersen, işte, ben onun şahsını tazmin ederim.” dediğinde, bu şahsın, daha önce teslim etmeye kefil olmamış bulunması uygun olur.

Bu mes’ele, fetvalarda böyle vâki olmuştur.

Bir kimsenin, diğer bir kimseye: “Filan adamda olan malın ziyan görürse, onu, ben veririm.” demesi kefalet değildir.

“Şayet, filân şahıs, filan zamana kadar, senin malım, sana ver­mezse, işte o zaman, cevabını ben veririm.” veya “Eğer Ödemeye gücü yetmezse; cevabını ben veririm.” demekle, kefalet sahih olmaz. Füsûlü’t Imâdiyye’de de böyledir.

Kâdî’1-tmâm Rüknü’l-İslâm Aliyyü’s-Sağdî’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir.

Bir kimsenin: “Filân adamı hazır etmeye gücüm yetmezse; o malın cevabını vermek benim üzerimedir.” demesi de kefalet değildir. Nesefî’nin Fetvâlan’nda şöyle denilmiştir:

Bir kimse, başka bir kimseye: “Senin, filanda olan alacağını, sana, ben vereceğim; ben teslim edeceğim.” dediğinde; karşısındaki şahsın kabul ifâde eden: “Ben kabul ettim.”; “Tezammun ettim.”, “Benim üzerime…” veya “Bana ait…” gibi bir sözü olmadıkça, bu söz kefalet olmaz.

Şeyhu’I-İmâm Zahîru’d-Dîn Hasan bil Ali el-Mürğînânî şöyle demiştir:

Ö şahıs, bu sözleri muallak olarak söyleyerek, meselâ: “Eğer, filan .şahıs, senin, onun üzerinde olan malını (alacağını) ödemezse; ben öderim.”, “…ben veririm.” derse; kefil olmuş olur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, bir topluluğa hitap ederek: “Sizin filan şahısta bulunan her şeyiniz, benim üzerimedir.” dediğinde, bu sözünden dolayı, ona tazminat gerekmez. Çünkü, bu söz mücmeldir. Hızânetü’I-Mnftîa’de de böyledir.’

İbnü SemâVnun Nevâdiri’nde, İmâm Muhammed (R.A.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir kimsenin, başka bir kimsede malı (alacağı) olduğunda, diğer bir şahıs, bu alacaklıya: “Filanda bulunan malını, ben, ödemeyi tazammun ediyorum; ben, ondan alır, sana veririm.” derse, bu sözünden dolayı, o malı tazmin etmesi gerekmez.

Ancak, malı karşılıklı olarak alıp, mal sahibine verirse; bu caiz olur. Bu mânâ, kelâmü’n-nâs (~ insanların = halkın sözü) dır.

Bir kimsede, başka bir şahıstan gasbetmiş olduğu bin dirhem bulunduğunda, mağsûbün minh {~ kendisinden gasbedilmiş bulunulan kişi) de, gâsib’la malının mislini almak için kavga ettiği sırada diğer bir şahıs: “Kavga etmeyin. Ben tazammun ediyorum. Senin malını, o adamdan alıp sana teslim ederim.” derse; dediğini yapması gerekir.

Gâsıp (= malı gasbetmiş, zorla almış bulunan şahıs), mağsûbu (~ gasbettiği şeyi) zayi etmişse (= tüketmişse, harcamışsa, helak etmişse), bu borç olur. Üçüncü şahsın bunu tazammun etmesi ise, bu durumda bâtıl (~geçersiz, hükümsüz) olur.

İmâm Muhammed (R.A.)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: Bir kimse, kölesini, başka bir şahsın gasbettiğini iddia edince, diğer bir şahıs: “Gasbedildiğini iddia ettiğin köleyi, ben öderim.” derse; böyle

söyleyen şahıs borçlanmış olur.

Bir kimse, kölesinin gasbedildiğini ve bu kölenin de Ölmüş olduğunu iddia edince; diğer bir şahıs: “Onu boş ver; ben köleni öderim.” derse; bunu söyleyen şahıs, o saatten itibaren, o kölenin kıymetini tazmin eder. Beyyine ile isbat etmesine ihtiyaç kalmaz. Hulâsada da böyledir. [13]

2- Nefis (= Can) Ve Mal Kefaleti

Nefse (= ferde, cana) kefalet caizdir. Çünkü, bir yolunu bulup, onu teslim etmeye güç yetirilebilir.

Talip, bu nefsin yerini biliyorsa, kefil olan şahısla, matlûbun arasını serbest bırakır, Hidâye’de de böyledir.

Yahut, iddia edildiği veya onun, hâkimin huzuruna çıkmasını hoş karşılamadığı zaman, muvafakat eder.

Onu yakalamaya gücü yetmezse, hâkimin yardımını talep eder.

Tebyîn’de de böyledir.

Bir şahıs, bir nefis için, birini kefil aldıktan sonra, gidip başka bir şahsı daha kefil alırsa; bu iki şahıs da kefil olurlar. Hidâye’de de böyledir.

Kefil olan şahsın, kefil olduğu kimseyi, hazır etmesi gerekir. Kefalette, bu kefilin de hazır olmasışartkoşulmuşsa, istenilen vakitte, bizzat gelip hazır olması gerekiT.

Böyle yapıp, verdiği sözü yerine getirirse ne âlâ… Sözünü yerine getirmemesi hâlinde, hâkim, bu kefili hapseder. Kâfî’de de böyledir.

Bu durum, kefilin aczinin zahir olmaması hâlinde böyledir.

Fakat, bu kefilin, sözünü yerine getirmekten âcizolduğuaçıklık:kazanmışsa,ozamanhabsedilmez;hapsedilmesinde bir mana yoktur. Ancak, bu durumda da, bu kefille, kefili olduğu şahsın arası serbestbırakılmaz; kefil, yine de, kefil olduğu şahsı elde etmek için aramaya devam eder. Tebyîn’de de böyledir.

Kefil, sözünü yerine getirmeyince hemen hapsedilmez.

Kefil, kefaletini Kabul etmesi hâlinde ve kefaletini iki veya üç uef’a yerine getirmeyince, hâkim tarafından hapsedilir.

Ancak kefil, kefaleti inkâr eder ve bu hususta da beyyine getirirse; yahut, hâkim, kendisine yemin teklif ettiği hâlde, kefil yemin etmekten kaçınırsa; bu durumda ilk defada hapsedilir. Zahîriyye’de de böyledir.

Zâhiru’r-rivâye budur. Nehrû’I-Fâık’ta da böyledir.

Bu hüküm, buraya has bir hüküm değildir; bi’1-akis, bütün haklar için geçerli bir hükümdür. Zahîriyye’de de böyledir.

Bizzat, kendisine kefil olunan şahıs gâib olunca hâkim, kefile, o şahsın gidip gelmesine kadar mühlet verir. Uzun müddet geçmesine rağmen, kefil olunan bu şahıs dönmez ve kefil de onu getirmezse; bu durumda, kefi) hapsedilir. Hidâye’de de böyledir.

Kendisine kefil olunan şahıs gâib olur ve yeri de bilinmezse; kefi Ünden teslim etmesi istenilmez.

Şayet kefil alan şahısla, kefil olan şahıs arasında ihtilâf çıkar ve kefil olan şahıs: “Ben, onun yerini bilmiyorum.” dediği hâlde, kefil alan şahıs: “Biliyorsun.” derse; duruma bakılır: Şayet, ticâret için, her zaman gittiği yere gitmiş olursa; bu durumda talibin sözü geçerli olur. Ve kefile, onun gittiği yere gitmesi (ve onu getirmesi) emredilir. Ancak, nereye gittiği bilinmiyorsa; bu durumda ise, kefilin sözü geçerli olur.

Şayet talip, “kefil olunan şahıs, filan yerdedir.” diye beyyine geti­rirse; bu durumda, kefile “oraya gidip, kefil olduğu şahsı getirmesi” emredilir. Tebyîn’de de böyledir.

Kefil olunan şahsın irtidâd edip (= islâmdan çıkıp) dâr-i harbe gitmiş olması hâlinde, duruma bakılır: Şayet kefil, gidip onu getirme gücüne sahipse, gidip-gelmesi için ona mühlet verilir. Kefil de, gidip getirir.

Kefilin, bu şahsı, gidip getirmeye gücünün yetmemesi halinde ise, kefil sorumlu tutulmaz. Zehıyre’de de böyledir.

Söylediğimiz “bu yerlerin hepsinde, yani, kefilin gitmesinin emredildiği yerlerde, talibin, —diğeri gâib olunca, hakkının zayi olma­ması için— başka bir kefil isteme hakkı vardır. Tebyîn’de de böyledir.

Bir nefis hakkında, kısas için kefil olmak caizdir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’ye göre, namuslu bir kadına zina ifti­rasında bulunan kişiye uygulanan hadd-i kazif’te; hırsızlık yapan kim­seye uygulanacak olan hadd-i sirkat’te de kefil olmak caiz olur. Ancak, bu hususta icbar edilmez; bi’1-akis müsamaha edilir; kefil veren kim­senin nefsi tîb olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Fakat, içki, zina, hırsızlık gibi Allah için olan hadlerde, bazı âlim­lere göre, kefalet caiz olmaz. Nefsi güzel olsa bile, bu böyledir.

Kifâye’de de böyledir.

Kefil vermeye cebredilmediği takdirde, iddiada bulunan şahsın, kadı. efendiye beyyine ile gelmesi lâzımdır. Aksi takdirde yolu açık bırakılır. Muhıyt’te de böyledir.

Şemsü’I-Eimme Serahsî, Edebü’l-Kâdî’de şöyle buyurmuştur: Hatâen yaralama davasında, hatâen öldürme davasında, kısası olmayan yaralamalarda, ta’zir icabeden şeylerde, matlûba, kefil vermesi cebredilir.

Bu, davaların mal davası olması halinde de aynıdır. Nihâye’de de böyledir.

Kısas hadlerinde, hapsetme yoktur.

îki şâhid veya hakimin tanıdığı âdil bîr şâhid şehâdette bulunursa; hüküm verilir. Kâfi’de de böyledir.

Mal bilinse de, bilinmese de; borçlunun da izni olsun veya olmasın, mal’a kefil olmak caizdir.

Kefil olması halinde, alacaklı, talep etmesi hâlinde, isterse, borçludan; isterse kefilden alacağını alabilir; borçludan veya kefilinden alması arasında bir fark yoktur. Sirâdyye’de de böyledir.

Bunlardan birisinin, “alacaklıdan, alacağını diğerinden isteme­sini” talep etmesi hâlinde de, alacaklı alacağını dilediğinden istiyebilir. Hidâye’de de böyledir. [14]

3- Kefaletten Berâet (- Kurtulmak)

Âlimlerimiz: “Bir nefse kefaletin caiz olduğu hallerde, bu kefa­letten berâct de (= kurtulmak da) sahih olur.” demişlerdir.

Ancak, bu kefaletten kurtulmak için, şu üç şeyden birisinin bulunması gerekir:

1) Kefil, kefil olduğu şeyi, talibe teslim edince, kefaletinden berâet etmiş (= kefilliğinden kurtulmuş) olur.

2) Alacaklı şahsın, alacağından vaz geçmesi ile de, kefil kefaletinden beraet etmiş olur.

3) Kefil olmanın ölmesi ile de, kefil, kefaletten berâet etmiş olur. Mulııyt’te de böyledir.

Bir kefil, kefili olduğu şahsı getirip, alacaklının gücünün yeteceği, şehir gibi bir yerde, muhakeme olmaları için, teslim ederse; bu durumda da kefil kefaletten berâet etmiş olur. Kâfî’de de böyledir.

Alacaklının bunu kabul edip etmemesi de müsavidir. Feifeu’l-Kadîr’de de böyledir.

“Ancak kefil, kefil oîduğu şahsı, alacaklısın, sahrada veya karanlık bir yçrde teslim ederse; kefaletten Kurtulmuş olmaz. Kâfî’de de böyledir.

imâm Ebû Hanîfe (R.A.)’ye göre, bir kimse, kefil olduğu şahsı, alacaklısına, kefil olduğu şehirde değil de, bir başka şehirde teslim ederse; kefaletten kurtulmuş olur.

tmâmeyn’e göre ise, bu şahıs kefaletten kurtulmuş olmaz. Hidâye’de de böyledir.

Âlimlerimiz, bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Eyceh (- daha uygun) olan, İmâmeyn’in kavlidir. Fethu’S-Kadîr’de de böyledir.

Bu ihtilâf, “kefil olunan şeyin, bu şehirde teslim edilmesinin şart koşulmamış olması” halindedir.

“Bu şehirde teslim edilmesi” şart köşulmuşsa; tmâmeyn’e göre de, başka şehirde teslim, etmesi hâlinde, bu kefil, kefaletten kurtulmuş olmaz. Kifâye’de de böyledir

Şayet kefil, hâkimin huzurunda teslim etmeye kefil olmuş bulunmasına rağmen, çarşıda teslim etmiş olsa bile, kefaletten berî olur., Kâfi’de de böyledir.

İmâm Serahsî şöyle buyurmuştur: Âlimlerimizden müteahhirîn ulemâsı şöyle buyurmuşlardır: “Bu husus, o zamanın âdeti üzeredir. Bizim zamanımızda, hâkimin huzurunda teslim etmeye kefil olan zat, başka bir yerde teslim etmekle, kefaletten kurtulmuş olmaz.” Gâyctü’i-Beyân’da da böyledir.

Kübrâ isimli kitapta: “Fetva, buna göredir.” denilmiştir. Tatar-hâniyye’de de böyledir.

Bir kefile, “kefil olduğu şahsı, emîrin ( = mülkî âmirin veya komutanın) yanında teslim etmesi” şart koşulduğu hâlde, o, kadı’nın (= hâkimin) yanında teslim ederse veya “kadı’nın yanında teslim edilmesi” şart koşulduğu1 hâlde, emirin yanında teslim ederse; veyahud da, “filân kadı’nın yanında teslim etmesi” şart koşulduğu hâlde, başka bir kadı’nın yanında teslim ederse; kefil, bu kefaletlerin hepsinde de, Jcefâletten kurtulmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Ebû Hâmid’den sordum:

— Başka bir kimseye kefil olan şahıs, kefil olduğu şahsı, yakınları ile birlikte evinde oturmakta olan alacaklısına götürüp, o cemaatin huzurunda teslim eder ve ona: “İşte senin alacaklı benim de kefil olduğum zât.” der ve bu kefil oturmadan çıkıp giderse; bu kadarcık işle, teslim yerini bulur mu?

İmâm, bana şu cevabı verdi:

— Evet, yerini bulur. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olur ve: “Şayet, filan vakte kadar, alacaklının malını ödemezse, kendisinin ödeyeceğini” söyler ve bu kefile, kefalette büyük mescidde ödemesi şart koşulur, o da, o yerde ödemek için geldiği hâlde, alacaklıyı orada bulamazca; bu kefil, nefis ve malla ilgili kefaletten kurtulmuş olur.

Keza, kefaleti sadece nefs için olmuş bulunsaydı, hüküm yine böyle olacaktı.

Bir kinişe, borçlu, yarına kadar, mescidde ödemediği takdirde, borcu, kendisi ödemek üzere, başka bir kimseye kefil olur ve alacaklının yarın mescid-i a’zamda hazır bulunmasını şart koşup, kefili olduğu şahıstan alınacak olan şeyi alsa, o şahıs, borcundan kurtulmuş olur.

Bahsedilen yarından sonra kefil, alacaklı ile karşılaşır ve ona: “Sen dün kayboldun.” der; alacaklı da: “Ben, sözümü yerine getirdim.” karşılığını verir; ikisi de birbirlerine inanmazlarsa; kefilin kefaleti baki olur. Ve bu malı (borcu) kefilin ödemesi gerekir.

Şayet, her ikisi de, mescide geldiklerine dâir beyyine getirirler, ancak buna şahid gösteremezlerse; bu durumda da kefil, kefili olduğu malı öder; nefse ait kefaleti de hâli üzere kalır.

Şayet kefil, mescide vardığını isbat ettiği hâlde, talip bu hususta beyyine ibraz edemezse; bu kefil hem mal, hem de nefis kefaletinden kurtulmuş olur. Ve bu durumda, o alacaklının mescid’e varmış bulunduğu sözü doğru kabul edilmez.

Bir kimsenin nefsine kefil olan bir şahıs, mekfûlün bih’in ( = kendisine kefil olunan şahsın) hâkimin huzurunda (onun emri ile) hap­sedilmiş olması hâlinde, onu, alacaklıya, hapishanede teslim etmekle, kefaletten kurtulmuş olur.

Bir kimse, hapsedilmiş bir şahsın nefsine kefil olur; bu şahıs da hapishaneden çıkarılıp tekrar hapsedilir ve kefil de, bu durumda, onu talibe —hapishanede— teslim ederse; âlimlerimiz: “Bu şahsın, ikinci hapsi, ticaret veya benzeri bir şey sebebiyle olmuşsa, kefilin, onu, talibe bu şekilde teslim etmesi sahih olur ve bu kefil kefaletten kurtulmuş bulunur. Şayet ikinci hapsi hükümdar tarafından yapılmışsa; bu durumda, kefil, kefaletten berî olmaz.” demişlerdir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Mekfûl, (= kendisine kefil olunan şahıs), bir borç sebebiyle veya başka bir sebepten dolayı, hapsedilmiş bulunursa, borçtan, kefil sorumlu tutulur. el-Asl’da da böyle söylenmiştir.

Âlimler: “Bu hüküm, mekfûî’ün başka bir şehirde hapsedilmiş olması hâlinde böyledir.

Ancak, mekfûl, kefaletin aktedildiği şehirde ve davaya bakan hs âmin hükmü ile hapsedilmiş olursa; kefil olan şahıstan, onu teslim el nesi talep edilmez.

Bu durumda hakim, mekfûlü hapishaneden çıkarıp, davacı şahsa g jsterir; sonra tekrar hapseder.

Fakat mekfûl, kefalet akdinin yapıldığı şehirde başka bir hâkimin hükmü ile hapdedilirse; (ki, bir şehirde birden çok hâkim bulunabilir veya bu şahsı vali hapsetmiş olabilir) kıyâsen kefil olan şahsın, bu şahsı teslim etmekle sorumlu tutulur.

İstihsân’da ise, kefil, bu durumda da sorumlu tutulmaz. Sanki, bu mekfûlün hapsedilmesi ile ilgili hüküm, o borçtan dolayı verilmiş bir hüküm; hapishane de, davaya bakan hakimin hapishanesi —gibi olmuş— olur. Zehıyre’de de böyledir.

Müntekâ’da şöyle zikredilmiştir:

Mekfûlün bi’n-nefs (= Nefsine kefil olunmuş bulunulan şahıs), başka bir hakimin hapishanesinde hapsedilmiş bulunur; iddia sahibi de, aynı şehirde başka bir hakime dava açmış olursa; bu durumda, bu hakim, mekfûlün bi’n-nefs’i talep eden bu davacıya “Diğer hakime gidip, davasını onda açmasını” söyler. Muhıyt’te de böyledir.

Mekfûlün bi’n-nefs (= Nefsine kefil olunmuş bulunulan şahıs) hapsedildiği zaman, kefili, bu şahsı, talibe, hapishanede teslim ederse; bu durumda da, kefaletten berî (= kurtulmuş) olmaz.

Âlimlerimiz: “Bu hüküm, bu mekfûlün bi’n-nefs’in başka bii hâkimin hapishanesinde bulunmakta olması halinde geçerlidir.” demişlerdir.

Bu mekfûlün bi’n-nefs’in davasına bakan hakimin hapishanesinde bulunması halinde hükmün ne olacağı hususunda ise, alimlerimiz ihtilaf etmişlerdir.

Bâzı alimler: “Kefil, bu durumda, kefaletten berî (= kurtulmuş) olur.”; bâzıları ise: “… berî olmaz.” demişlerdir. Esahh olan kavil ise, bu kefilin kefaletten berî (= kurtulmuş) olmasıdır.

Bu mes’elede kıyâsa uygun olan hüküm şudur: Bu mekfûlün bi’n-nefs, kefaletin akdedildiği şehirde hapsedilmiş bulunursa, istih-sânen, ister başka bir hakimin, isterse valinin hapisânesinde hapsedilmiş bulunsun, kefil kefaletten berî (= kurtulmuş) olur.

Keza âlimlerimiz: “Bu hüküm, bu mekfûlün bi’n-nefs’in tâlip’den dolayı değil de, başka bir şahıstan dolayı hapsedilmiş olması hâlinde geçerlidir. Şayet, talipden dolayı (yani talibin açtığı davadan dolayı) hapsedilmiş olursa; bu durumların hepsinde de, kefil, kefaletten beri ( = kurtulmuş) olur. Zehryre’de de böyledir.

Bir kimse, hapishanede olmayan bir şahsın nefsine kefil olduktan sonra, bu mekfûlün bi’n-nefs hapsedilir; hak sahibi olan şahıs da bu durumda kefili dava eder; kefil ise, hakime: “Ben ona kefil oldum; ancak, sen, onu başkasının alacağından dolayı hapsettin.” derse; İmâm Muhammed (R.A.): “Bu durumda hâkim, matlûb olan (= istenilen) şahsın, —kefilin, talibe teslim edebilmesi için— getirilmesini emreder. Sonra da, bu şahıs geri hapsedilir.” buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir hâkim, borcu yüzünden hapsedilmiş bulunan bir mekfûlün bih’i, talibin davası için hapishaneden çıkardığında; kefil, talibe, hâkimin huzurunda: “İşte, sana veriyorum.” derse, kefaletten berî ( = kurtulmuş) olur.

Kefil, bu sözü, hakimin bulunmadığı bir mecliste söylediği zaman, kefaletten berâet etmiş (= kurtulmuş) olmaz. İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunda, kendisine kefil . olunan bu şahsı, başka bir şahıs, hapishaneden çıkarıp hâkimin huzu­runa getirince, kefil talibe, teslim ederse; bu durumda kefaletten berî olmuş (= kurtulmuş) olmaz.

Bir kefil, kefaleti sebebiyle; mekfûlün bih (= kendisine kefil olduğu şahıs) da dem (= kan) sebebiyle hapsedilmiş bulunursa; kefilin, mekfû­lün bih’in nefsini teslim etme imkânı yoktur.

Şayet kefil, kefaleti sebebiyle hapsedildikten sonra, mekfûlün bih’in bir şehirde saklanmakta olduğunu anlarsa; bu durumda hâkim, talibe “ondan kefil almasını” emreder ve kefili hapishaneden çıkarır ki,, kefil olduğu şahsı getirsin.

Keza, mekfûlün bih (= kendisine kefil olunan şahıs) bir borcu yüzünden hapsedildiğinde, sual karşılığında, “malının o şehirde değil de, Horasan’da olduğunu” söylerse; bu durumda hapisten çıkarılır ve kendisinden nefsi için bir kefil alınır. Bu mekfûlün bih de, Horasan’a gidip malını satarak borcunu öder. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Bir başka şahsın nefsine kefil olan kimse, talibe: “Onu, sana teslim ettiğim zaman, ben kefaletten berîyim.” demese bile, kefü odîuğu şahsı talibe teslim edince kefaletten berî ( = kefillikten kurtulmuş) olur. Hîdâye’de de böyledir.

Bir kefil, mekfûlün bih’i ya talip talep etmeden önce veya talip talep ettikten sonra teslim etmiş olabilir.

Şayet kefil, mekfûlün bih’i, talibin talebinden önce teslim etmiş olursa; “kefaletin hükmünü yerine getirdim.” dememiş olsa bile, kefa­letten berî (= kefillikten kurtulmuş) olur.

Ancak kefil, mekfûlün bih’i, talip talep etmeden önce, ona teslim ederse; “Kefalet yönünden teslim ediyorum.!* demedikçe, kefaletten berî olmaz. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Bir kefil, mekfûlün bi’n-nefs’i (= kendisine kefil olmuş bulunduğu şahsı), talibe teslim ettiği halde, talip kabul etmek istemezse; kabul etmesi için cebredilir. Tebyîn’de de böyledir.

Bir kimse, bir ay sonra teslim etmek üzere Kefil olduğu bir şansı, bir ay dolmadan önce teslim ederse; —alacaklı kabul etmese bile— kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olur» Hulâsa’da da böyledir.

Matlûbun (= istenilen şahsın) kendi nefsini teslim etmesi halinde de, kefil kefaletten kurtulmuş olur.

Mekfûlün bih’i kefilin vekilin veya elçisinin teslim etmesi halinde de, kefil kefaletten kurtulmuş olur. Kenz ‘de de böyledir.

Ancak, bu durumlarda, kefilin kefaletten kurtulması için vekil veya elçinin: “Kefaletin hükmünü, sana teslim ettim.” demeleri şarttır. Tebyîn’de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), bu mes’eiede vekil veya elçinin: “… filanın kefaletinden…” demelerini de şart koşmuştur.

Şeyhu’I-lslâm Hâher-zâde şöyle buyurmuştur:

Âlimlerimiz, kefalette, teslimi yerine getirilmesi lâzım bir şart kılmışlardır.

Teslimin şartı da, “Filanın kefaletinden dolayı teslim ediyorum.” demektir.

Bu şart, bir kimsenin, iki kişiye kefil olmuş bulunması hâlinde geçerlidir.

Bir şahıs, bir kimseye kefil olmuşsa; bu durumda “… filanın kefa­leti…” demeye ihtiyaç yoktur. Muhıyt’te de böyledir.

Mekfûlün bi’n-nefs’i (= Kendisine kefil olunan bir şahsı), talibe, —kefil, vekili veya elçisi değil de— yabancı bir kimse, “… kefilin yerine teslim ediyorum.” diyerek teslim eder; talip de, bunu kabul ederse; kefil, kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) oîur.

Ancak, bu durumda tâüp susar ve “kabul ettim.” demezse; kefil, kefaletten berâet etmiş (= kurtulmuş) olmaz.

Şayet hâkim veya hakimin vekili, müddea aleyh’den (- borçlu olduğu.iddia olunan şahıstan), nefse kefil aldığında, —müddeî’nin ( = alacaklı olduğunu iddia eden şahsın) talebi olsun veya olmasın—, kefil, onu hâkime teslim ederse; kefaletten berî olur.

Ancak, bu durumda kefil; o şeyi, talibe teslim ederse; kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olmaz. . .

Bu hüküm, hâkim veya onun naibinin, kefaleti, sahibine izafe etmemeleri hâlinde böyledir.

Şayet hâkim veya onun emîni, müddeâ aleyh’e: “Müddeâ, (= iddia eden şahıs) senden kefil istiyor.” derler; o da bunu kabul ettikten sonra, mekfûl’ü hâkime veya onun eminine telim ederse; bu durumda, kefa­letten berî’ (= kurtulmuş) olamaz.

Ancak, mekfûl’ü talibe teslim ederse; bu durumda kefaletten berî olmuş olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, “matlûb’tan, kendi nefsi için kefil alması maksadiyle” l>aşka bir şahsı vekil tâyin ederse; bu durumda iki vecih vardır:

1) Vekil, o kefili, kendi nefsine izafe edebilir. Bu vecihte, kefilden, mekfûlün bih’i isteme hakkı bu vekile âit olur.

2) Vekil, o kefili, müvekkiline (- kendisini vekil tâyin eden kim­seye) izafe edebilir. Bu durumda ise, talep etme hakkı müvekkilindir.

Şayet kefil,matlûbu müvekkile teslim ederse; istihsânen, her iki durumda da, kefaletten berî olur. ZefuyreMe de böyledir.

Fakat, kefil, matlûbu vekile teslim ederse; vekilin, kefaleti kendi nefsine izafe etmiş olması hâlinde, kefaletten berî (= kurtulmuş) olur.

Vekilin, kefaleti müvekkile izafe etmiş olması hâlinde ise, kefil, matlûbu vekile teslim etmesi ile, kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olmaz. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir topluluğun, bir nefs için kefil olması hâlinde, bu cemâatten birisi, toptan kefil oldukları zâti getirince, cemâatin tamamı kefaletten berî olurlar.

Ancak, bu cemâattekilerin her biri, ayrı ayrı kefil olmuşlarsa; teslim edenin dışında kalanlar, kefaletten berî olamazlar. Bedâi”de de böyledir.

Mekfûlün bih (= kendisine kefil olunan şahıs) öldüğü zaman* nefse kefil olmuş bulunan şahıs, kefaletten berî olur. Hidâye’de de böyledir.

Mekfûlün bih’in hür veya köle olması arasında bir fark yoktur. Fethu’l-Kadîr’de de böyledir.

Keza, kefilin ölmesi hâlinde de, kefalet sona erer. Hidâye’de de böyledir.

Bir nefse kefil olan kimse, talibe, başka bir kefil daha verirse; mekfûlün anh (= asîl = teslim edilmesi gereken.şahıs) ölünce; bu kefil­lerin ikisi de, kefaletten berî olurlar.

Keza, böyle bir durumda, birinci kefil ölünce, ikinci kefilden <te kefalet mecburiyeti kalkmış olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunda, talibin ölmesi hâlinde de, nefse kefalet devam eder.

Kefil, bundan sonra, matlûbu vasîye teslim ederse; kefaletten berî (= kefillikten kurtulmuş) olur. Bu durumda, tereke hakkında borç olup olmaması da müsavidir.

Kefilin, matlûbu vârislere teslim etmesi hâlinde, terekede borç varsa; kefil kefaletten berî olamaz. Bu durumda da, borcun dağınık veya toplu olması müsavidir.

Şayet, terekede borç yoksa, kefil, sadece, ödenenin hissesinden berî (= kurtulmuş) olur.

Şayet malda fazlalık varsa ve ölen de, malın üçte birini vasıyyet etmişse; kefil, kefil olduğu malı, vârislere veya vasîye yahut borçluya verirse, kefaletten berî olamaz.

Şayet kefil, malı bunların üçüne birden teslim ederse, kefaletten berî olur mu?

Şemsü’l-Eimme Şerahsî: Bize göre, sahih olan kefaletten berî olmamasıdır.” buyurmuştur. Zahîriyye’de de böyledir.

Vârislerin borcu ve vasıyyeti ödemeleri hâlinde, caiz olur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahıs için, bin dirheme kefil olduktan sonra, tâlib ölse; bu kefil, ölen şahsın varisi ise, kefaletten berî olur. Mal ise, mekfûlün bih’de (= kendisine kefil olunan şahısda) hâli üzere kalır.

Bu kefalet, izinsiz vâki olmuşsa, matlub da berî olur. Zira, tâlib ölünce, mal vârisin oîur.

Şayet kefil, talibin sağlığında bu mala hâkimin hükmü veya hîbe yolu ile sahip olursa; kefaletin borçlunun emri ile vâki olmuş bulunması hâlinde, kefil, bu borçluya müracaat eder; onun emri ile kefil olmamışsa, ona müracaat edemez.

Kefilin irsiyet yolu ile mala sahip olması hâlinde de hüküm böyledir.

Bu hâl, talibin ölmesi, kefilin ise, ona vâris olması hâlinde vâki olur.

Şayet talip (= alacaklı) ölür, mekfûlün bih (= kendisine kefil olunan şahıs) da, (~ borçlu da) ölenin vârisi olursa, bu durumda kefil, kefaletten berî olur. Çünkü, bu durumda borçlu, zimmetinde bulunan şeyin mâlikidir. (= sahibidir.) Ve asilin beraatı (= borçtan kurtulması), kefilin berâati (= kefillikten kurtulması) olur.

Şayet talibin ikinci bir oğlu daha varsa, bu durumda, borçlu ile bir­likte kefil, diğer oğulun hissesi kadar olan borçtan berâet eder. (= kur­tulur.) Diğer oğlunu hissesine isabet eden malın kefaleti ise, kefilin üze­rinde baki kalır. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Mekfûlün anh’in (= asîl’in = borçlunun) borcunu ödemesi hâlinde, kefil, kefaletten kurtulmuş olur.

Asîl’in (=mekfûlün anh’in = borçlunun), talip tarafından berâet ettirilmesiyle de, kefil, kefaletten kurtulur. Kâfî’de de böyledir.

Bu durumda, asîl’in (- borçlunun = mekfûlün ahn’in) teberrüu kabul etmesi şarttır.

Borçlu (mekfûlün anh = asîl), alacaklının (= mekfûlün leh’in = alacaklının) teberrûunu reddederse; bu durumda, alacaklının alacağı, hâli üzere kalır.

Âlimlerimiz, bu borcun, kefile avdet edip etmiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: “Avdet eder.”; bazıları ise: “Avdet etmez.” demişlerdir. Tahâvî Şerhı’nde de böyledir.

Tâlib (= Alacaklı – mekfûlün leh), borçluya (= mekfûlün anh’e) bağış yaptıktan sonra; borçlu bunu reddetmeden önce, alacaklı ölürse; bu durumda borçlu borcundan berâet etmiş olur.

Borçlu, borcunu ödemez ve hîbeyi de reddederse; bu reddedişi sahih olur. Mal ise, matlûbun (= asilin = borçlunun = mekfûlün anh’in) üzerinde bulunur. Yani, borçlu yine borçlu ve kefil de, yine kefildir. Muhiyt’te de böyledir.

îbrâ etme (= borçtan vaz geçme) veya hîbe (= borcu bağışlama), borçlunun (= mekfûlün anh’in = asil’in) ölümünden sonra olursa; bunu, vârislerin kabul etmesi sahih olur-

Şayet varisler, bağışı reddederlerse; bu ibra (— alacaklının alacağından vaz geçmesi) bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur. Bu, İmâm Ebû Yftsuf (R.A.)’un kavlidir.

Çünkü, ölümden sonra, ibra yetkisi vârislere aittir.

İmâm Muhammed (R.A.) ise: “Onların reddetmeleri ile, ibra red­dedilmiş olmaz. Şayet, hayatta iken ibra edilse de, onu kabûletmeden ölmüş olsaydık bu red’le; red vâki olmuş bulunurdu.” buyurmuştur. Tahâvî Şerhı’nde de böyledir.

Kefile ibra yapılmış olması hâlinde, —kefil bunu kabul etse de, etmese de— bu ibra sahih olur. Asîle’ (= mekfûlün anh’e – borçluya) müracaat edilemez.

Ancak, alacağın borçluya (~ mekfûlün anh’e = asîl’e) bağışlan­ması veya ona tasadduk edilmesi hâlinde, onun kabul etmesine ihtiyaç vardır. Hidâye Şerhı’nde de böyledir.

Kefil hakkında, ibrâ’m ve hibenin hükümleri ayrı ayrıdır. İbra’ hakkında, kabule ihtiyaç yoktur.

Hîbe ve tasadduk hakkında ise, kabule ihtiyaç vardır.

AsîPde (= mekfûlün anh’de) ise, ibra, hîbe ve tasadduk’un hü­kümleri aynıdır; hepsinde de kabule ihtiyaç vardır. Tahâvî Şerhı’nde de böyledir.

Hasta bir kimse, nefse kefil olmuş bulunan vârisini ibra etmesi (= kefaletten berî kılması, kurtarması) caizdir. Çünkü, borçlunun ve vâris­lerin hakların tealluk etmeyen durumlarda, maraz-ı mevt [15]sıhhat yerindedir.

Nefse kefalet de, borçlunun ve vârislerin hakkına tealluk etmez; çünkü o, mâl değildir. Bunun içindir ki, nefse kefil olan şahıs, yabancı biri olursa; hastanın ibrası, malının üçte birinde muteber değildir.

Keza, nefse kefil olan şahıs vârislerden biri olmaz ve hastanın üze­rinde de borç bulunursa, hüküm yine böyledir.

Ancak, bunu kefile ibra eder; sonra da bu hastalıktan ölürse; böyle yapması caiz olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Şayet talip, kefili ibra ederse; o kefaletten beri (= kurtulmuş) olur; asîl ise, hâli üzere kalır.

Bir kefil, kefaletini gerektiren şey hakkında, talip ile sulh olursa; bu durumda asîl berâet edemez.”Kâfî ‘de de böyledir.

Kefil veya asî!, talip ile; bin dirhem olan alacağının yerine beş yüz dirhem’e yaparlar ve bu anlaşmanın akdi esnasına her ikisinin de berâeti söyîenmişse; bu durumda, borçlu da, kefil de berâet etmiş olur.

Bu sulh anlaşmasının akdedilişî sırasında, sadece asilin berâeti şart koşulmuş olsa bile, yine hem asıl, hem kefil berâet etmiş bulunur. Böyle bir şart koşulmamış olsa bile, hüküm böyledir.

Bu anlaşmanın yapılışı sırasında, sadece kefilin berâeti şart koşulmuş olursa; bu durumda, sadece kefil, beşyüz dirhemden berâet eder; bin dirhem borç ise, asilin üzeinde baki kalır. Tebyîn’de de böyledir.

Bu durumda, alacaklı muhayyerdir: Dilerse, alacağının tamamını asîlden alır; dilerse, beşyüzünü asilden, beş yüzünü kefilden alır. Kefil ise, verdiği beş yüz dirhem için, asîl’e (= mekfûlün anh’e = borçluya) müracaat eder.

Bu durumda, anlaşmanın asîîin emri ile veya onun emri olmadan yapılmış olması halleri de müsavidir. Tahâvî Şerbı’nde de böyledir.

Şayet kefil, alacaklıyı, başka bir şahsa havale eder; alacaklı da, kendisine havale olunan şahisda bunu kabul ederlerse, bu durumda, kefil de, borçlu da borçtan berî (= kurtulmuş) olurlar. Sirâcü’l-Vehhâc’da da böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olduktan sonra; talip ( = mekfûlün leh), mekfûlün bi’n-nefs’de (= nefsine kefil olunmuş bulu­nulan şahısda) bîr hakkının bulunmadığını ve onda başkası yönünden de, ana-babası yönünden de, vasıyyet ve vekâlet yönlerinden de bir hakkının olmadığını söylerse; bu durumda kefil, kefaletten berî ( = kefillikten kurtulmuş) olur. Hulâsa’da da böyledir.

Talip (= mekfûlün leh): “Onda, (mekfûlün bi’n-nefs’de) bir hakkım yoktur.” derse; yine kefil, kefaletten berâet etmiş ( = kurtulmuş) olur. Bu şekildeki bir ikrarla, bütün haklar sakıt olur. Zehıyre’de de böyledir.

Asîl (= mekfûlün anh), borcunu talibe (= mekfûlün leh’e) Ödemeden önce, kefili, kefaletten berî kılar veyaona bağışta bulunursa, bu caiz olur.

Hatta, kefil, bundan sonra, talibe asîlin borcunu öderse; —ödediğini almak için— asîFe müracaat edemez. İmâm Kadîhan ve İmâm Mahbûbî’de böyle söylemişlerdir.

İmâm Muhammed (R.A.), el-Asl’da şöyle buyurmuştur:

Nefse kefil olan bir kimse, kefil olduğu kimsenin borcunu öderse. binefsihî kefaletten kurtulur. Muhıyt’te de böyledir.

Borçlu olan şahıs, alacaklının alacağını ödese bile; talip, borçluda, başka hakkının da bulunduğunu iddia ettiği müddetçe, borçlunun nef­sine kefil olmuş bulunan şahıs, kefaletten berî olamaz. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Nefse kefil olmuş bulunan bir kimse, mal vererek kefaletten düşmek için anlaşma yaptığında, ondan bunun için mal almak sahih olmaz.

Bu şahıs, nefse kefil olmaktan berâet eder mi? Bu hususta iki rivayet vardır. Bu rivayetlerden birine göFe, kefaletten berî ‘olur. Füsûlü’l-Üsteruşniyye’de de böyledir.

Fetva bununla verilir. Zehıyre’de de böyledir.

Bu şahıs, hem nefse, hem de mala kefil olmuş ve nefse kefaletten kurtulmak için sulh yapmış bulunursa, bu durumda, nefse kefaletten berî olmuş (= kurtulmuş) olur. Füsûlü’l-Üsterûşniyye’de de böyledir.

Mekfûlün leh (= Talip ~ alacaklı), kefile: “Sen, bana karşı, maldan berî oldun.” derse; bu, “borçlunun o malı ödediğini” ala­caklının ikrar etmesi olur. Bu durumda kefil, asîl’e (- mekfûlün anh’e = borçluya), —onun emri ile kefil olmuşsa— müracaat eder.

Şayet alacaklı, kefile: “Seni ibra ettim.” derse, bu bir ibradır. Ve bu, “alacaklının, kefilden bir şey aldığının ikrarı” değildir. Bu durumda kefil, asîl’e mal için, müracaat edemez.

Eğer alacaklı, kefile: “Sen beri oldun.” der; ancak “…bana…” dememiş olursa; bu,- İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre, “Malı almış olduğunu” ikrardır. İmâm Muhammed (R.A.)’e göre ise, ibradır. Kâfi’de de böyledir.

Bu mes’elede İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (R.A.)’de, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’la beraberdir.

Bu konuda, Hidâye Sâhibi’de bu kavli ihtiyar etmiştir.

İki ihtimalden, doğruya en yakın olan budur. el-İhtiyâr Serhu’I-Muhtâr’da da böyledir.

Aslında, bu kaviller arasında muhalefet yoktur.

Alacaklı, bir yere: “Kefil, kefil olduğu dirhemlerden berî oldu. ( = onlara kefil olmaktan kurtuldu.)” diye yazarsa; bu da, “alacaklının, bu dirhemleri aldığını” ikrar etmesi olur. Nehru’l-Fâık’ta da böyledir.

raıavayı ttindiyyt

Şayet alacaklı (= talip = mekfülün leh) kefile: “Sen, maldan çözüldün.” derse; buda “…berîoldun. ( = kurtuldun.)” demek gibidir. Bu imamlarımızın hepsine göre de böyledir. Çünkü,’ “çözülmek” sözü, ibra ve berâet için kullanılır.

Mahbûbîde, böyle zikretmiştir. Mi’râcü’d-Dirâye’de-de böyledir. « Bir kimse, satılan bir şeye kefil olur ve bu şeye de başka bir hak sahibi çıkara; kefil, kefaletten berî (= kurtulmuş) ölür.

Keza, satılan bu şey, bir hâkimin hükmü ile, kusurundan dolayı veya hakimin karan olmadan yahut görme muhayyerliği sebebiyle geri verilirse; bu durumlarda da kefil, kefaletten berî olur.

Bir müşteri, kendisine satılan şeyin satıcısına, ondan alacaklı olan şahsa, bu şeyin bedeli karşılığında kefil olur; daha sonra da satılan bu şeye bir hak sahibi çıkarsa; bu kefil, kefaletten berî olur.

Ancak bu şeyin, bir aybı sebebiyle, hâkimin hükmü ile veya bir hü­küm olmadan geri verilmesi hâlinde, kefil, kefaletten berî olamaz. Bahrû’r-Râık’ta da böyledir. [16]

Mehre Kefalet

Bir kimse, bir kadını nikahladığı zaman, başka bir kimse de, kad nın —kocası tarafından— mehrine kefil olur; sonra da, duhûl vaki olrradan, bu kan-kocanın birbirlerinden ayrılmaları sebebiyle mehir sâkît olur veya talâk sebebiyle, mehrin yarısı sakıt olursa; birinci hâlde kefil, kefaletin (mehrin) tamamından; ikinci halde ise, —zevcin berâe-tinden dolayı kefaletin (mehrin) yarısından berî (= kurtulmuş) olur.

Kendi, nefsini, bin dirhem mehirle, bir erkeğe nikahlayan kadın, kocasına söyîiyerek, bu bin dirhemi, kendisinden alacaklı olan şahsa ödettikten veya kocası buna kefil olduktan yahut onu kocasına havale ettikten sonra ve fakat duhûlden önce, kendi yönünden kocası ile aralan açıldığından, mehrin tamamı sakıt olsa; bu durumda koca,, kefaletten berî olamaz. Bu kefalet baki kalır ve koca ödeme yapınca, ödediği niktar için, bu kadına müracaat eder.

Keza, kocası bu kadını, duhûlden önce boşarsa; bu durumda da, ıehrin mislini, —kefaletine— öder ve fakat yansı için kadına müracaat ier. Muhıyt’te de böyledir. [17]

Kefaletten Berâeti Şarta Bağlamak

Kefaletten berâti, bir şarta ta’lik etmek (= bağlamak) caiz olmaz.

Hidâye’de de böyledir.

Zahir olan da budur. Gâyetü’I-Beyân’da da böyledir.

Bu^ kavlin, sahih olduğu rivayet olunmuştur. Hidâye’de de böyledir.

Evceh (= en uygun) olan da budur. Fethû’l-Kadîr’de de böyledir.

Bu hususta, birbirine muhalif iki rivayet vardır. Ve bu rivayetlerde şöyle denilmiştir.

Burada ortaya atılan şart, talibin menfâati bulunmayan, mahzâ bir. şart ise ve “yarın olduğu zaman…” demek gibi, halk arasında bilinen bir şey değilse; bu durumda, .berâeti bir şarta ta’lik etmek caiz olmaz.

Ancak, bu durumda ileri sürülen şart’ta talip (- alacaklı) için bir menfaat bulunur ve buda halk arasında bilinen bir şey olursa, berâeti bu şart ta’lik etmek sahih olur. Inâye’de de böyledir.

Asîl’in, berâeti, bir şarta ta’lik etmesi caiz değildir.

Şayet alacaklı, borçluya: “Yarın gelince, sen borçtan kurtuldun.” dese; bu caiz olmaz. Serahsî’nin Muhıyti’nde de böyledir.

Başka bir şahısta alacağı bulunan bir şahıs, alacaklı olduğu bu şahsa: “Sende olan malımı, eğer sen ölene kadar ödemezsen; artık, çözülmüşsün.” der; sonra da borçlu ölürse; bu berâet bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur.

Fakat bu alacaklı: “…ben ölürsem, sen çözülmüşsün.” derse, bu caiz olur. Çünkü, bu bir vasıyyettir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Şayet bir alacaklı (= talip), borçluya (= matlûba): “Filân şahıs zindandan çıktığı zaman (veya yolculuğundan döndüğü zaman) sen, borcundan berisin.” derse, işte bu bâtıldır.

Ancak, bu borçlu, zindanda bulunan bir kimsenin, bin dirhemine kefil olmuşsa; bu durumda, ibra caiz olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.,

Bir kimse, başka bir şahsın malına kefil olur ve bu kefil, mekfûlün leh’e: “Eğer, onun nefsini yarın sana verirsem, ben maldan beriyim.” derse; bu caiz olur. \^e bulunduğu beldenin teamülü (adeti) dolayısıyle, bu maldan beri olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Hişam, fmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

Bir kimse, oğlunun karısının mehrini, oğlunun veya karısının bina’dan önce ölmeleri halinde, üzerine alır ve oğlu veya karısı bina’dan önce ölürse; bu durumda şart bâtıl (= geçersiz) olur. Füsûlü’l-Imâdiyye’ de de böyledir.

Nefse kefil olmuş bulunan bir kimse: “Ben borçluyu, alacaklısına gösterdiğim veya ona kavuşturduğum zaman, kefaletten beriyim.” derse; bu şart caiz olur. Ancak, bunun için, kefilini borçluyu, talibe gösterdiği veya ona kavuşturduğu yerde, talibin hakkını istemeye gücü-nünyetmesi gerekir. Serahsî’nin Muhıytı’ndede böyledii

Mücerred’de İmâm Ebû H anî t e CR.A.)’nin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Bir kimse, diğer şahsa: “Bu gün, senin için, şu adama kefil oldum. Bu gün geçince, kefaletten beriyim.” dese; o gün geçince, gerçekten kefaletten beri olur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahısta bulunan borca kefil olduğu zaman, borçluyu tutup, alacaklıya teslim ederse, bu mala kefaletten beri (-kurtulmuş) olur.

Şayet alacaklı şahıs, —kefil, kendisine borçluya getirip teslim etmeden önce— kefilden malını alır; sonra da, kefil matlûbu alıp getirir ve alacaklıya teslim ederse; bu kefil, alacaklıya müracaat ederek önceden vermiş bulunduğu malım geri alır. Zehıyre’de de böyledir.

Alacaklı şahsın, nefse kefil olmuş bulunan kimsenin kefaletten berâetini şarta bağlaması hâlind üç vecih vardır:

1) Berâet caiz, şart bâtıldır.

Meselâ: Bir kimse, başka bir kimsenin nefsine kefil olur; alacaklı da, bu kefili, on dirhem vermesi şartıyle, kefaletten ibra ederse, işte bu berâet caiz, şart ise bâtıldır.

Şayet kefil, kefaletten kurtulmak için, alacaklı ile, mal karşılığında anlaşma yaparlarsa, bu sulh da sahih olmaz. Bu durumda kefilin, ala­caklıya mal vermesi îcâbetmez. Ve bu kefil, kefaletten de berâet etmiş olamaz.

Vahidî ‘nin Câmii’nde Havale ve Kefâle Rivyetleri’nde böyledir.

Başka bir rivayette ise, kefil bu durumda, kefaletten berî olur.

2) Berâet de, şart da caiz olabilir. Bunun şekli ise şöyledir:

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine de, üzerinde —alacak olarak— bulunan mala da kefil olur; alacaklı şahıs, bu kefile, “Malı, kendisine verdiği takdirde, nefsin kefaletinden kurtulacağını” şart koşarsa; bu durumda berâet de, şart da caiz olur.

3) Kefalet de, şart da caiz olmaz. Bunun şekli de şöyledir:

Bir kimsenin, başka bir şahsın, hassaten nefsine kefil olması hâlinde, alacaklının, kefile, “kendisine mal vermesini ve sonra da borçluya müracaat etmesini” şart koşarsa; bu bâtıl olur. Fetâvâyi Kâdî’hân’da da böyledir.[18]

4- Kefalette Müracaat

Bir kimse, başka bir kimseye: “Filan adama, benden dolayı, bin dirheme kefil ol.” veya “Benden dolayı, filan şahsa, bin dirhem öde.”; “Benden dolayı, bin dirhemi tazmin eyle.”; “Onun, benim üzerimde olan malını ver.”; “Benim yerime sen öde.”; “Onun, benim üzerimde olan, bin dirhemini öde.”; Benden dolayı, ona, bin dirhem ver.”; “Benden dolayı, ifâ eyle.”; “Onun, benim üzerimde bulunan bin dirhemini, ona ver.”; “Benden dolayı, ona, bin dirhem def eyle.” der; emredilen şahıs da, onun bu sözünü yerine getirirse; bu zât, emredene müracaat eder. Yani, —onun adına— verdiğini, âmirden (= vermesini emreden şahıstan) geri ister.

Bu mes’eleler, el-Asl’dadır. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kefil, kefil olduğu şeyi kendisinin ödediği ve kefaletinin sahih olduğu her yerde, kefili olduğu şahsa başvurur.

Ancak kefil, kendisi ödemeden, asıl borçluya müracaat edemez.

Bir kefil, kendi yanında bulunan maldan ödeme yaptığı zaman, asıl borçluya, kefil olduğu malı almak için müracaat eder; yoksa, kendi ödediği malı almak için müracaat edemez.

Meselâ: Kendisi katkıntılı dirhemleri ödediği hâlde; kefil olduğu mal, saf dirhemler olsa; bu kefil, katkmtısız dirhemler almak üzere mü­racaat eder ve alır.

Bu kefil, şayet dinarlar yerine dirhemler veya tartılan bir şeye yahut Ölçülen bir şeye kefil olduğu halde, alacaklıyla anlaşmak suretiyle, kefilolduğu şeyin yerine, aynı cinsten olmayan başka bir şey öderse; bu durumlarda da, neye kefil olmuşsa, asıl borçludan onu ister ve alır.

Muhıyt’te de böyledir.

Amire müracaat, ancak, âmirin üzerinde bulunan borcu kabul ve ikrar ettiği, borç ikrarının da caiz bulunduğu zaman olur.

Meselâ: Mekfûîün anh (= asıl – kendisine kefil olunulan borçlu), mahcur ( = malîni kullanmaktan men edilmiş; ticâret yapması yasak­lanmış) bir sabî olur ve bu sabî, bir şahsa, “kendisine kefil olmasını” söyler; o şahıs da kefil olup, kefil olduğu şeyi de öderse; mekfûîün anh olan mahcur çocuğa müracaat edemez.

Keza, ticâretten men edilmiş bulunan bir köle, başka bir şahsa, “kendisine kefil olmasını” söyler; o da kefil olur ve bu kölenin borcunu öderse; köleye müracaat edip, kefil olduğu şeyi isteyemez.

Ancak bu şahıs, köle azâd edildikten sonra, ona müracaat edebilir.

Bir kimse, kendisinden kefil olmasını isteyen, ticâret yapmaya izinli bir sabiye kefil olur ve onun borcunu öderse; kefil olduğu şey için, bu sabiye müracaat eder. Inâye’de de böyledir.

Bir kimse, diğerine: “Ver veya tazmin et. (^ Öde veya kefil ol.” dediği halde “…benden dolayı…” veya “benim üzerimde olanı…” demezse; bu durumda, kefil olan şahıs, kefil eden’şahsın ortağı ve dostu ise, emredene müracaat edebilir. Aksi takdirde müracaat edemez. Serahsî’nin Muhıytı’nde-de böyledir.

el-Asl’da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, alış-veriş yaptığı bir sarrafa “filan şahsa, borç yerine, bin dirhem vermesini” söyler veya “…bin dirhem vermesini söylediği hâlde, “borç yerine…” demezse; bu emri yerine getiren sarraf, emredene mü­racaat ederek, bin dirhemini ister ve alır.

Bu, îmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavlidir.

Şayet emredilen şahıs, âmirin alış-veriş yaptığı bir kimse olmadığı gibi aynı san1 atı yapan meslekdaşı da değilse; âmir: “Ona, benden dolayı ver.” demedikçe; emredilen şahsın, müracaat etme hakkı olamaz.

Yine el-Asi’da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, kendi ortağı olmayan bir şahsa: “Filan adama, bin dirhem ver.” der; o şahıs da verirse; bu şâhıs, âmire müracaat edemez. Fakat bu şahıs, bin dirhemi verdiği şahsa, müracaat eder. Çünkü, bu şahıs, —kefaleti— caiz olacak şekilde vermemiştir. Fetâvâyî KâdîEsân’da da böyledir.

Bir kimse, hazırda bulunan bir şahıstan dolayı, onun emri olmadan, bin dirheme kefil olur; mekfûîün anh (= kendisine kefil olunan kimse) de: “Gerçekten, kefaletine razı oldum.” der ve bu hâl alacaklının kabul etmesinden önce vâki olursa; bu kefil, ödediği şey için, mekfûîün anh’e müracaat eder. Kefaletten Önce emreylemiş olsaydı, yine böyle olurdu.

Şayet mekfûîün anh’in rızâsı, alacaklının kabulünden sonra vuku bulmuşsa; bu durumda kefil; ödediği şeyden dolayı, mekfûîün anh’e (- kendisine kefil olduğu kimseye ~ asıl borçluya) müracaat edemez. Bu durumda, onun rızâsına itibar edilmez. Zehıyre’de de böyledir.

Bir köle, efendisi nâmına kefil olur; efendisi, bu köleyi azâd eder ve köle de, kefaletinden dolayı ödeme yaparsa veya bir efendi, kölesi nâmına, onun isteği üzerine kefil olur ve onu azâd ettikten sonra da, kefaletinden dolayı ödeme yaparsa;.bu durumlarda, bu şahıslardan biri,. diğerine müracaat edemez. Kâfi’de de böyledir.

Nikahlanan bir kadının kocasının evinde, —kiracı olarak— başka bir kadın oturmakta oİur; nikahlanan kadın da, o eve iner ve kiracı kadın nâmına, onun kirasını tazmin ederse; bu durumda —ister onun emri ile olsun, ister emirsiz olsun— bu kadın, kiracı kadına müracaat i edemez.

Bu, şuna benzemektedir: Bir baba, küçük oğlunun mehir bedelini Tazmin edip ödese; oğluna müracaat edip, verdiğini ondan alamaz, “azmin veya ödeme vakti şart koşulursa, bu rivayet baba hakkında mahfuzdur.

Baba, oğluna müracaat etmek şartıyle ödem yaparsa, o zaman, oğluna başvurarak, verdiği mehrin bedelini ondan alır.

Kadın hakkında da cevap budur. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, bir satıcının alacağına kefil olduğunda, bu satıcı, alacağını, kefile hîbe eder; kefil ise, bu alacağı müşteriden tahsil etmiş bulunur; sonra da müşteri, aldığı bu şeyde kusur bulursa; satıcıya mü­racaat ederek, verdiği bedeli ondan alır.

Bu durumda, her ikisinin de, kefile müracaat etme hakları yoktur. gerahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Şayet kefil, elbiseyi selem yolu ile satmışsa; kıymeti için borçluya müracaat eder.

Şayet veresiye verirken, şehirde teslim etmeyi, selem sahibinin rızâsı ile, şart koşmuş olur; kefil de, şehrin hâricinde teslimde bulunursa; müslemün ileyh’e (= Malı sonradan verecek olan satıcıya) şehirde mü­racaat edebilir. Tatarhâniyye’de de böyledir,

İbnüSemâ’a’nin Nevâdiri’nde, İmâm Ebû Vûsuf (R.A.)’un şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

Bir kimse, başka bir kimseden bin dirhem alacaklı olduğunu iddia eder; müddeâ aleyh’in emriyle, başka bir şahıs da, o bin dirhemi ödedikten sonra da, müddet (= iddiada bulunan) ile müddeâ aleyh ( = kendisi hakkında iddiada bulunulan kimse) birbirlerinde alacak ve vere­ceklerinin olmadığını doğrularlar ve müddeî, aldığı şeyi, müddeâ aleyh’e verirse; ilk tazmin eden şahıs, müddeâ aleyh’e müracaat eder.

Müntekâ’da şöyle zikredilmiştir:

Bir şahsın, başka bir şahısta bin dirhem alacağı olduğunda; ala­caklı, borçluya “hâl-i hazırda (= hemen) veya vadeli olarak, bu bin dirhemi, başka bir şahsa ödemesini” söylerse; İmâm Ebû Yûsfu (R.A.): “Eğer, o bin dirhem, hemen alacaklıya ödenecek olduğu hâlde, me’mur bunu vadeli olarak öderse; bu durumda âmir, bin dirhemi için borçluya müracaat eder.

Âmirin bin dirhemi vadeli olur; me’mur da bu bin dirhemi, aynı şekilde vadeli öderse, bu durumda, emredenin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.

Keza, yanında bir emânet bulunur ve âmir de, “alacaklısına, bin dirhem vermesini” isterse; bu bin dirhemi verenin, o emâneti alma hakkı yoktur. Mumyt’te de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), el-AsPda şöyle buyurmuştur: Emânet bırakan kimse, o emânetin geri alınmasını temin maksa-diyle bir kefil alırsa veya malı gasbedilmiş bulunan bir kimse, gasbedilmiş bu malını almak için bir kefil alsa; bundan sonra da kefil olan şahıs, kefil olduğu malı, sahibinin yanına getirse, kefil ariyet bırakılan veya gasbedilmiş olan mala müracaat ederek, —taşımış olmasından dolayı ecr-i mislini alır. Bu istihsândır.

Burada, kefalet yerine vekâlet olsa; şöyle ki: Ödünç alan şahıs veya gâsıb, emânet alınan veya gasbedilmiş olan bu malı muîr (= ödünç olarak veren) veya mağsûbün minh’in (= kendisinden gasbedilmiş kim­senin) evine vermek üzere bir vekil tutulmuş olsa, bu da caizdir.

Ancak vekil, bu şeyi nakletmeye zorlanamaz. Kefil ise, nakle zor­lanır. Zehıyre’de de böyledir.

Ebû Süleyman, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

Bir kimse, diğerinin emriyle, bin dirheme kefil olduktan sonra, mekfûlün anh (= kendisine kefil olunmuş bulunulan asıl borçlu), bu kefilin huzurunda borcunu ödese; daha sonra da, alacaklı bunu inkâr ederek, bu hususta yemin de etse; bu durumda alacaklı kefilden, alacağını alır. Kefil ise, mekfûlün ahn olan borçluya müracaat eder.

Şayet kefîl, mekfûlün anh’in (= asıl borçlunun) huzurunda, ödeme yaptıktan sonra, alacaklı aldığını inkâr ve bu hususta yemin ederse; bu durumda kefil, asıl borçluya müracaat edip bir şey alamaz. Muhıyt’te de böyledir.

Bir vasi; ölenin borcunu ödemiş olursa; onun terekesine müracaat ederek, verdiğini ondan alır. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bin dirheme bir köle satan şahıs, bu bin dirhemi müşteriden alması hususunda, bir başka şahsı kefil aldığında, bu kefil, o kölenin bedelini, satıcıya nakten öder, müşteri de teslim alır; bilâhare de, kefil, müşteriye müracaat etmeden gâib olur; bundan sonra da, bir hak sahibi gelerek, müşterini elinden bu köleyi alırsa, bu durumda müşterinin, —kefil gelene kadar— kölenin bedelini almak için satıcısına müracaat etme hakkı yoktur.

Kefil ise, geldiği zaman muhayyerdir: Dilerse, ödeme yaptığı satı­cıya; dilerse, müşteriye müracaat eder. Ödediğini, bunlardan birisine tazmin ettirince, diğerine tazmin ettiremez.

Satıcı ödeme yaparsa, müşteriye müracaat edemez.

Şayet kefil, daha önce müşteriye ödetmişse, müşteri de, satıcıya müracaat ederek, ona ödetir.

Şayet, kefil peşin ödediği zaman, müşteriye müracaat etmiş son­radan gâib olmuş, bilâhare de, bir hak sahibi meydana çıkmışsa; bu durumda müşteri, satıcıya müracaat eder ve ödediği bedeli ondan alır.

Keza, bu köleye bir hak sahibi çıkmaz fakat, bu kölenin hür olduğu meydana çıkarsa veya mükâtep veya müdebber olduğu anlaşılırsa; yahut, satılanın câriye olması hâlinde, onun ümm-ü veled olduğu meydana çıkarsa, cevap yukarıdakinin aynıdır.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir kimseden, bin dirheme bir köle satın aldığında, bu müşterinin emri, ile bir kimse, bu kölenin bedeline kefil olur ve bu kefil bedeli peşinmen ödedikten sonra gâib olur; bu köle de, henüz satıcının elinde iken —yani müşteriye teslim edilmeden önce— ölürse; bu müşteri, kölenin bedeli için, satıcıya müracaat eder.

Bu durumda, kefilin müşteriye müracaat edip etmemesinde de bir fark yoktur.

Köle ölmez, ancak müşteri onda bir Kusur bulur ve —ister hakimin hükmü ile, ister hükümsüz olarak— geri verirse yahut hıyâr-ı rü’yet ( = görme muhayyerliği) sebebiyle, veya şart sebebiyle geri verirse; bu durumalrda müşteri, ödediği bedeli almak için, satıcıya müracaat eder. Kefilin ise, ona müracaat etme hakkı yoktur.

Şayet bir şahıs, diğer bir şahıstan, bin dirheme, bir köle satın alır; başka bir şahıs da, müşterinin emri ile, o kölenin bedeline kefil olduktan sonra, bu kefil, satıcı ile, elli dinara anlaşma yaparsa (= sulh olursa), bu durumda kefil, müşteriye dirhemler olarak müracaat eder; dinarlar’ olarak müracaat edemez.

Bu köleye bir hak sahibi çıkar, kefil de hazırda bulunmazsa; bu durumda müşteri, satıcıya baş vuramaz.

Kefilin hazır bulunması hâlinde ise, satıcıya dinar olarak başvurur.

Şayet kefil, müşteriye müracaat etmek isterse; buna hakkı olmaz.

Ancak, bu hüküm, şunun hilâfınadır: Kefil, dirhemler olarak ödeme yaparsa, o zaman, müşteriye müracaat eder..

Şayet sulh (= anlaşma) yerine, alış-veriş yapılmış olsaydı, yani kefil, elii dinarı satıcıya, bin dirheme satmış bulunsa, sonra da, bu köleye bir hak sahibi çıkmış bulunsaydı, bu alış-veriş de, sulh gibi olurdu.

İmâm Muhammed (R.A.), sulh ile alış-verişin müsâvî olmasından şunu murad, etmiştir: Hak sahibi, satıcı ile müşteri birbirlerinden ayrıldıktan sonra meydana çıkarsa; bu durumda, alış-veriş bâtıl ( = geçersiz, hükümsüz) olur. Nitekim, bu durumda sulh da bâtıl olmak­tadır.

Fakat, dirhemlere, alış-verişten sonra ve taraflar birbirlerinden ayrılmadan önce, bir hak sahibi çıksaydı; bu durumda, bu alış-veriş bâtıl olmazdı; sulh ise bâtıl olurdu.

Bu köleye, bir hak sahibi çıkmaz ancak, köle satıcının elinde iken, —müşteriye tesiim etmeden önce ölür; kefil de, elli dinarı, satıcıya, bin dirheme satar ve bu satıcı, dinarları teslim alırsa; bu durumda müşteri, dirhemler için satıcıya müracaat eder. Kefilin ise, satıcıya müracaat etme hakkı olmaz..

Bu durumda, alış-veriş yerinde sulh işlemi yapılmış olsaydı (şöyîeki; ‘^Cefil, satıcı ile bin dirhemi, elii dinara anlaşmış bulunsa, sonra da, bu köle müşteriye teslim edilmeden önce, satıcının elinde iken ölseydi) işte bu durum, alış-veriş mes’elesine benzerdi.

Ancak, sulh ile alış-veriş arasında şu fark vardır:

Sulhta, köleyi satan şahıs için muhayyerlik vardır: Dilerse, elli dinarı, kefile geri verir; dilerse, bin dirhemi, müşteriye öder.

Alış-verişte ise muhayyerlik yoktur. Köleyi satan şahıs, bin dirhemi iade eder.

Sulh mes’elesinde, satıcı dinarı ihtiyar ederse; bu durumda kefil, satıcıdan dinarlarını geri alır.

Satıcı, dirhemleri ihtiyar eaerse; müşteri, bu dirhemleri satıcıdan geri alır.

Şayet kefil, müşteri tarafından satıcıya, kölenin bedelini vermekle görevlendirilmiş bir me’mur olur ve bu me’mur da, satıcıya elli dinar vermiş veya elli dinara sulh olmuş bulunursa; bu caiz olur.

Şayet kefil, müşterinin emri ile kefil olmuş biri olmaz ve bu kefil, satıcıya elli dinar vererek sulh olmuş bulunursa, bu alış-veriş caiz oimaz.

Sulh, satıcının, müşteri üzerinde olan alacağı için yapılmışsa; bu sulh da bâtıl (= hükümsüz, geçersiz) olur.

Şayet sulh, müşterinin berâeti için yapılmışsa, bu sulh caiz olur.

Şayet sulh, bir şart bulunmadan, mutlak olarak yapılmışsa; bu sulh da sahih olur.

Bu köle, müşteriye teslim edilmeden önce ölür veya ona bir hak sahibi çıkar ve sulh da mutlak olarak, —bir şart söylenmeden— yapılmış bulunursa; bu durumda müşterinin, satıcıya müracaat etme hakkı yoktur. Fakat kefil, satıcıya müracaat edebilir.

Bu durumda ise satıcı muhayyerdir: İsterse dinarları, isterse dirhemleri verir. Zehıyre’de de böyledir.

Şayet borçlunun emriyle, onun naibi ödeme yapmış olursa; borçluya müracaat eder. Nitekim, müracaat etmesi şart koşulmamış olsa bile, başkasının borcunun ödenmesi de böyledir. Mi’râcü’d-Dirâye’de de böyledir.

Şemsü’l-Eimme şöyle buyurmuştur:

Yukarıdaki hüküm, bu işin emirle yapılmış olması hâline göredir. İkrah ‘la (= zorlanarak, tehditle) yapılmış olması hâlinde böyle değildir.

Şayet, emirde ikrah varsa, onun müracaat emrine itibar edilmez. İnâye’de de böyledir.

Müslim’in Siyeri’nde şöyle zikredilmiştir:

Harbîlerin elinde bulunan bir esîri, bunlardan birisi, esirin emri olmadan satın alırsa, bu tatavvu’ olur ve satın alan şahıs, —bedeli için— esire müracaat edemez. Ve bu esirin yolu açıktır.

Şayet, bu kimse, o esîri,.kendisinin emri ile satın almışsa; kıyâs’a göre me’mur (satın alan), âmire (bu esire) müracaat edemez, İstihsân’da ise, müracaat edebilir. Ve bu durumda, esirin, onun müracaat, etmesini emretmesi ile emretmemesi de müsâvîdir.

Bu mes’ele, şuna benzemektedir: Bir kimse, başka bir kimseye: “Malından, benim ev halkıma harcama yap.” veya “… Evimin yapıl­masına harcamada bulun.” der; bu şahıs da harcama yaparsa; me’mur (harcama yapan şahıs), âmire (harcama yapmasını emreden şahsa), yaptığı harcama için müracaat ederek, onu ister ve alır.

Keza, bir esir, bir şahsa emrederek, fidyesini vermesini söyler ve ondan alırsa; bu durum da, satiri almayı emretme menzilindedir. Fetâ­vâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, devesini kiraya verir ve bir de kefil alır; sonra da, deveyi kiraya tutan şahıs gâib olur ve kefil onunla yük taşırsa; ecr-i misliKefalet için, devesini kiraya veren şahsa müracaat eder.

Dikiş dikmekteki kefalet de böyledir.

Kefil, hak sahibini, alacağı sebebiyle, başka bir şahsa havale ederse; hak sahibi beri olur; kefil de, borçluya müracaat eder.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un kavlidir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Züfer (R.A.)’e göre, bu kefilin borçluya müracaat etme hakkı olmaz.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu, başka bir şahsa, “kefil olmasını” söyledikten sonra, diğer bir şahsa da “bu kefilin nefsine kefil olmasını” söyler; o da bunu kabul ettiği zaman, alacaklı ilk kefilin nefsini yakalarsa; bu doğru olmaz. Çünkü bu kefil, bi-nefsihî kefil olmamıştır.

Şayet bir kimse, başka bir kimseden, “kefile kefil olmasını” ister; bu ikinci şahıs da, ilk kefilin borcuna kefil olur ve alacaklı, bu ikinci kefilden alacağını alırsa; bu durumda, borcu ödeyen bu şahıs, kendisine kefil olmasını söyleyen ilk kefile müracaat eder.

Bu mes’ele, Müntekâ’da zikredilmiştir. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: “Benim adıma, filan şahsa, bin dirhem hîbe et (= bağışla)” der; me’mur da, bu isteği yerine getirirse; bu bin dirhem, âmir tarafından hîbe edilmiş olur.

Bu durumda me’mur âmire de, —bu hibeyi— alana da müracaat edemez.

Ancak âmir, hîbe’ye müracaat edebilir.

Bu durumda, bin dirhemi veren şahıs, onu teberru’ etmiş olur.

Şayet bu âmir: “Filan şahsa, benim adıma bin dirhem hîbe et; ben onu, gerçekten sana öderim.” der, me’mur da, denildiği gibi, bu bin dirhemi hîbe ederse; bu hîbe caiz olur. Ve âmir, bu bin dirhemi, olduğu gibi, me’mura Öder. Âmirin, hîbeye müracaat etme hakkı da vardır. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Şayet âmir: “Benden için…” veya “Benim nâmıma borç ver.” der ve me’mur da verirse; bu me’mur, verdiğini almak için, amire mü­racaat eder. .

Bu âmir: “…benim üzerimedir.”; “…ben öderim.” demiş olsaydı, hüküm yine böyle olurdu.

Ancak me’mur âmirin emrettiği şahsa değil de, başka bir kimseye verirse; bu durumda, âmire müracaat edemez. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Şayet âmir, me’mura: “Filan şahsa, bin dirhem borç ver.” der ve me’mur da verirse; bu durumda, âmirin me’mura, bir şey ödemesi gerekmez. Bu mes’elede, âmirle me’murun ortak olup olmamaları da müsavidir.

Bir kimse, başka bir şahsa mal hîbe ettikten sonra, mevhûbün leh (= kendisine hibe edilen şahıs), başka bir şahsa, “o şahsın kendi malından, mevhûbün leh’e karşılıkta bulunmasını” söyler, o da söyleni­leni yaparsa; âmire müracaat edemez.

Ancak âmir, ona: “… Bana müracaat edip, verdiğini benden alırsın.” derse; bu durumda me’mur, âmire müracaat edebilir.

Keza bir kimse, başka bir şahsa: “Benim yeminime keffâret olarak, yemek yedir.”; “…Kendi malından, benim malımın zekâtım ver.”; “Bana bedel olarak, bir şahsa hacc yaptır.” veya “Benim zıharımdan dolayı, bir köle-azâd eyle.” derse; bu durumların hepsinde de, me’mur, âmire müracaat edebilir. Fetâvâyi Kâdshân’da da böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa: “Bana, bin dirhem bağışla; filan şahıs onu, öder.” der; bahsi geçen şahıs da huzurda bulunur ve: “Evet, öderim.” derse; me’murun bu bin dirhemi hîbe etmesi hâlinde, bu hîbe, ödemeyi kabul eden şatiıs adına yapılmış olur. Bu durumda hîbe bu hîbe için verilen malı, ödemeyi kabul eden şahıs borçlanmış olur. Zehiyre’de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), Câmi”de şöyle buyurmuştur:

Bir şahsa bin dirhem borcu olan bir kimse, başka bir şâhsa, “kendi malından, borçlu olduğu şahsa, bin dirhem ödemesini” söyler; me’mur da: “Borcunu ödedim; sana müracaat ediyorum.” der; borçlu da, bunu kabul ve tasdik ettiği hâlde, alacaklı: “Hayır, bana bir şey ödemedi.” derse; bu durumda, alacaklının yemin ederek söylediği şöz geçerli olur.

Bu takdirde me’mur hiç bir şey —almak—’ için amire müracaat edemez. Âmir, me’mura inanmış olsa bile hüküm böyledir.

Keza bir kimse, borçlunun isteği ile bir mal için kefil olduktan bir müddet sonra: “Mal sahibinin malını ödedim.” der; borçlu da buna inanır, ancak alacaklı bunu yalanlarsa;, yemin etmesi hâlinde, alacaklı, borçludan malını alır.

Bu durumda kefil, borçluya müracaat edemez.

Şayet âmir, me’murun ödediğine inanmaz, ancak me’mur ödemiş olduğuna beyyine getirirse; hu durumda me’mur âmire başvurarak verdiği malın mislini ister ve betyinesi de kabul edilir.

Fakat, alacaklı gâib olur (j= huzurda bulunmaz) ve âmir, me’mura: “Filan şahsın, benim üzerimde bin dirhem alacağı var; sen, köleni, —benim alacağım karşılığında— ona sat.” derse; bu caiz olur.

Me’mur kölesini, o alacaklıya sattıktan sonra, aralarında ihtilaf çıkar; alacaklı: “O, köleyi bana sattı;’fakat ben teslim almadan önce, köle öldü.” dediği hâlde, âmir ve köleyi satan (me’mur): “Hayır, sen onu teslim aldın.” derlerse; bu durumda, yemin etmesi hâlinde, ala­caklının sözü geçerli olur.

Bu alacaklı yemin edince, bu kölenin tesüm alınmadan önce ölmüş olduğu sabit olur. Ve bu durumda da, akid bozulmuş olacağından, ala­caklı, alacağı için asıl borçluya müracaat eder.

Bu durumda me’mur ise, âmire müracaat edemez.

Şayet âmir, borçlu olduğu şahıstan, o malı aldığını inkâr eder, kefil ise, bunu isbât ederse; beyyinesi kabul edilir. Bu, gaibe yapılan ödeme olur.

Şayet âmir, me’mura: “Filan adamın, bende bulunan bin dirhem alacağı karşılığında, ona köleni vererek sulh (= anlaşma) yap.” der sulh yaparlar ve sonrada, alacaklı: “Ben almadım.” derse; bu mes’ele yukarıdaki mes’elenin aynısı, gibidir. Ancak, kölenin sahibi, kölenin bedeli için, âmire müracaat eder. Aiış-veriş faslında ise, alacağı sebe­biyle, âmire müracaat eder. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, “bir başka şahsın alacağından dolayı, bir şahsa, bor­cunu yarın ödememesi hâlinde”, nefsine kefil olur ve buna iki şahit tutar; bu şahitlerin şehiideti üzerine, alacaklı kefile, “—borcu— ödemesini” söyleyince de,; borçlu ve kefil, bu borcu inkâr eder ve iş mahkemeye düşer; hâkim de, şâhidlerin şehâdetlerine dayanarak, “kefilin, malı —birgün geçtiği halde— ödemediğine” hükmedip bu malı, kefilden alır, alacaklıya verirse; kefil, asıl borçluya müracaat eder. Kefil, asıl borçluya müracaat edemiyeceğini zannetmekte olsa bile, —bu durumda,— müracaat edebilir.

Keza, bunların aralarında kefalet bulunmaz, ancak, hâkim onu yalanlarsa, yine kefil, asıl borçluya müracaat edebilir. Zahîriyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye, bin dirhem veya bir köleyi emânet bıraktığında; emânet bırakan şahıs, “enaânet olarak bıraktığı şeyi, bor­cunun yerine ödemesi” hususunda, emâneti bıraktığı şahsa izin verir veya alacaklısı ile bu köle karşılığında sulh (.= anlaşma) yapmasına izin verir; o şahıs da: “Öyle yaptım.” dediği hâlde, alacaklısı bu şahsı yalanlar ve esas borçludan alacağını alırsa; bu durumda, borçlu, kendi­sine emânet edilmiş bulunulan şeyi, tazmin eder. (= öder.)

Fakat, kölenin sahibi, borçluya “köleyi, borcunun yerine sat­masını’ söyleyip, buna izin verir; o da: “Sattım ve teslim ettim.” der; alacaklı ise, onu yalanlar ve bu hususta yemin de ederse; emânet bırakan şahıs, borçluya müracaat edemez. Kâfî’de de böyledir.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, bin dirhem alacağı olduğunda, borçlu şahıs, başka bir adama: “Bu şahsın, bende alacağı olan bin dirhemi sen ver; ben, sana öderim.” der; me’mur da: “Verdim.” deyince, âmir ona inanır, alacaklı ise yalanlarsa; alacaklının sözü geçerli olur.Bu durumda me’mür,âmire müracaat edip, bin dirhemini ister.

Şayet, borçlu olan şahıs, bu me’mura: “Filan adama, bin dirhem öde; onun, bende bin dirhem alacağı var; ben, onu sana öderim.” der; me’mur da: “Verdim.” deyince, âmir bunu tasdik ettiği halde alacaklı yalanlar ve bu hususta yemin ederse; alacağını almaya müracaat etmesi hâlinde, me’mur, âmire müracaat edemez.

Şayet âmir de, alacaklı da, me’murun vermiş olduğunu iddia ettik? leri halde, me’mur verip ödediğine dâir beyyine ibraz ederse, bu durumda me’mur âmir’e müracaat eder. Alacaklı da, âmire müracaat eder. Önceki mes’elede de, sonraki mes’elede de borçlu, alacaklının alacağından berî olur. Muhiyt’te de böyledir. [19]

5- Kefalette Ta’lîk Ve Te’cil

Kefaleti şartlara ta’Iik etmek (= bağlamak) sahih olur.

Meselâ: “Bir kimsenin, diğerine: “Filan şahsa sattığın benim üzerimedir.”; “Senin için, onun üzerinde eriyen, benim üzerimedir.”: “Filanın, senden zoraki aldığı, benim üzerimedir.” demesi gibi…

Şart;

a) Hakkın vücûbu ( — yerini getirilmesi) için olursa; meselâ: “Satı­lan şeye, hak sahibi olduğu zamarj…” demek gibi…

b) Ödeme imkanı için olursa; mesela: “Zeyd gelirse, işte o borçludur.” demek gibi…

c) Ödemekten özür beyânriçin olursa; meselâ: “Bu beldeden gâib olursa…” demek gibi, kefaletle ilgili olursa; bu şartlar sahih olur.

Ancak, kefaletin: “Rüzgar eserse…”; “Yağmur yağarsa…” veya “Zeyd eve gelirse…” gibi bir şart ta’Iik edilmesi (= bağlanması) sahih olmaz.

Şarta bağlanması sahih olan kefalet, fâsid şartla bâtıl ( = . geçersiz, hükümsüz) olmaz. Talâk ve ıtâk gibi… Kâfî’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa: “Filan adama bir şey satarsan, işte o benim üzerimedir.” der; o şahıs ona bir şey sattıktan sonra, yine aynı şahsa başka bir şey daha satarsa; bu kefilin, —sadece— önce satılan şeyin bedelini ödemesi gerekir; sonradan satılan şeyin bedelini ödemez. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimsenin, başka bir kimseye: “Filan adama sat; sattığın her şeyin bedelini ödemek benim üzerimedir.” demesi, istjhsânen caizdir.

Bu durumda, hangi cinsten ve ne miktarda olursa olsun, me’murun o şahsa sattığı her şeyin bedelini, ödemek, kefile ait olur.

Kefil, “Bir şey satmadım.” diyerek, me’murun, o şahsa mal sattığını inkâr eder; alacaklı ise: “Ona, bin dirhemlik eşya sattım ve o teslim aldı.” der; borçlu da, satıcıyı tasdik ederse; kefilin, bu bin dirhemi ödemesi gerekir mi?

Bu mes’elede iki vecih vardır:

1) îddia edilen eşya, satıcının veya müşterinin elinde durmakta ola­bilir.

Bu durumda, kıyâsen, bp kefile bir şey lâzım gelmez. Bu kavli, Esed bin Amr, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’den rivayet etmiştir.

Istihsân’da ise, hakkını tesbit edip, ödemesi gerekir.

2) Satılan eşya helak olmuş olabilir.

Bu durumda, alacaklı beyyine getirmedikçe, kefile bir şey gerekmez. Bu hüküm, kıyâsen de, istihsânen de böyledir.

Ancak, kefil satıcıya: “Sen, beş yüz dirhemlik eşya sattın.” dediği halde; talib ise: “Ben, bin dirhemlik eşya sattım.” der; borçlu da, satıcıyı tasdik ederse; bu durumda kefilden bin dirhem alınır.

Bu istihsânen böyledir.

Şayet kefil olan şahıs, satıcıya: “Bu gün sattığın eşyanın bedelini ödemek banadır” derse; bu satıcının, o’ğün sattığı bütün eşyanın bede­lini kefil öder.

Keza, kefil satıcıya: “Her ne zaman satarsan, ben öderim.” derse; bunları kefil öder.

Şayet bir kimse (kefil)’, satıcıya: “Ona eşya satarsan…” veya “Ona eşya sattığın zaman, ben, onun bedelini tazmin ederim. ( = öderim.)” der; satıcı da, eşyasını iki parça edip, bir parçasını, diğerinden önce, beş yüz dirheme satarsa, kefil, bunlardan, önce satılanı öder; ikinci satılanı ödemez.

Bir kimse, saticıya: “Filan kimseye, zayıf kumaş satarsan, işte onun bedeli bana aittir.” dediği haide, satıcı, ona kıymetli bir kumaşı veya bir yığın buğdayı satarsa; bu durumda kefilin bir şey ödemesi gerekmez. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, diğer bir kimseye: “Filan adama sat; sana isabet edecek zarar, baha aittir.” veya: “…bu, senin yanında zayi (= helak) olursa, ben, onu öderim.” derse, bu kefâiet sahih olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse: “Kim, bu gün filan şahsa, bir şey satarsa, işte o bana aittir.” dediği zaman, satıcı, o şahsa değil de, başka bir şahsa, bir şey satarsa; kefile bir şey gerekmez.

Bişr, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un^öyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir kimse, başka bir kimseye: “Şu hizmetçini, filan şahsa, bin dirheme sat; o bin dirhemi ben öderim.” dediği halde; satıcı, onu ikibin dirheme satarsa; kefil olan şahıs, bu iki ban dirhemin, bin dirhemini öder; —bin dirhemini ise, ödemez.—

Satıcı, onu beş yüz dirheme satarsa; kefil olan şahıs, bu durumda beş yüz dirhem öder.

Satıcının, onun yansını beş yüz dirhem satması hâlinde de, kefil olan şahıs, bu beş yüz dirhemi öder. Muhıyfte de böyledir.

Fetâvâyi Attâbiyye’de şöjjle zikredilmiştir:

Bir kimse, başka şahsa: ‘»’Sen, o şahsa borç verdiğin zaman, o benim üzerime borçtur ve satıştır.” der ve satıştan önce, sözünden rücû’ eder veya onu satıştan men ederse, ödeme yapmaz. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: “Bu gün, filan şahsa borç verirsen; işte o, benim üzerimedir.” dediği halde,- muhatabı o şahs bir şey satsa; bu durumda kefile bir şey gerekmez; yani müşterinin sattığı şeyin bede­lini kefil ödemez. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye: “Filan şahsın üzerinde olana, senin için kefil oldum.” dediğinde, alacaklı beyyine getirerek, o şahsın üze­rinde bin dirheminin olduğunu söylerse, kefil olan şahıs, bu bin dirhemi Öder.

Alacaklıma beyyine getirememesi hâlinde, kefilin yemin ederek söylemiş olduğu söz ve bu sözü ile kabul ettiği miktar geçerli olur.

Şayet borçlu olan şahıs, miktarın daha fazla olduğunu ikrar ederse; bu ikrarı kefili hakkında kabul edilmez; kendisi hakkında ise geçerli olur. Kâfî’de de böyledir.

Bir kimse, sıhhatli bulunduğu sırada: “Filan şahsın, filan şahısta olduğunu söylediği alacağını Ödemek bana aittir.” diyerek kefil olduktan sonra, bu kefil hastalanır ve kendi üzerinde olan borcuna, malı kâfi gelmez; kefil olduğu borçlu da “filan şahsa bin dirhem borçlu olduğunu” ikrar ederse; bu durumda, hastanın bütün malı ile borcunu ödemesi lâzım gelir.

Keza borçlu, bu borcynu, kefil öldükten sonra ikrar ederse; yine borç kefile ilzam olunur. Vfe alacaklı, kefilin alacaklıları ile muhakeme edilir. Fetâvâyi Kâdîhân’da cia böyledir.

Bir kimse, başka b^r kimseye: “filanın üzerinde olan…” veya “Filanda olduğu sabit olan…” yahut “Filanın üzerine hükmolunan alacağın, benim iizerimedii1.” der; borçlu da, bir mal ikrar ederse; bunu kefilin ödemesi gerekir.

Ancak üzerine hükmolunanı ödemesi için, bu hükmü hâkimin vermiş olması gerekir..

Bir kefil, borçluya: “Dün senin üzerine ikrar olunanı, ben öderim.” dediğimde, borçlu: “Dün benim üzerime, bin dirhem ikrar olundu.” derse; bu kefile ilzam edilmez’.

Ancak bu kefil: “Hali hazırda kajbûl edileni öderim.” derse, ilzam edilir; yani, o borcu kefil öder.

Bu durumda kefil, “borcun, kefaletten önce ikrar edildiğini” bel­gelerse; yine borcu ödemez. Çünkü bu kefil, “sana ikrar edileni öderim.” dememiştir.

Borçlunun, bu durumda yemin etmekten kaçınması hâlinde, hâkim, borcu kefile değil borçluya ilzam eder. Gâyetü’l-Beyân Şerhu’I-Hidâye’de de böyledir. .

Bir kimse diğerine: “Senin, filan şahısta eriyen malın bana aittir.” der; alacaklıda, buna razı olur ve borçlu alacaklıya: “Bende, bin dirhemin vardır.” deyince, alacaklı da: “Onda bin dirhemim vardır.” der; kefil ise: “Alacaklının, borçluda hiç bir şeyi yoktur.” derse; AsıFda: “Bu durumda borçlunun sözü geçerlidir. Ve kefilin bin dirhem ödemesi gerekir.” denilmiştir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, başka’ bir kimsenin bin dirhem alacağı hususunda, —borçlunun emri ile ve borçlunun filan köleyi rehin vermesi şartıyle— kefil olur; alacaklıya karşı bir şart koşulmaz ve sonradan bu borçlu, o köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda kefil, kefaletten vaz geçme veya devam ettirme hususunda muhayyer olamaz.

Çünkü, bu şart, kefil ile borçlu arasında cereyan etmiştir; kefil ile alacaklı arasında cereyan etmemiştir.

Şayet şart, kefil ile alacaklı arasında olmuş bulunsaydı, hüküm, bunun hilâfına olurdu. Şöyle ki:

Kefil, talibe: “Ben senin malına, borçlunun şu kölesini bana rehin vermesi karşılığında kefil oluyorum.” depiği halde, borçlu, o köleyi kefile rehin olarak vermezse; bu durumdk kefil .muhayyerdir: İsterse, kefaletine devam eder; isterse, bu kefaletini bozar.

Çünkü, bu durumda muhayyerlik, alacaklı tarafından sabit olmuştur.

Keza ‘/efil, talibe: “Borçlunun, şu kölesini bana rehin vermesine karşılık, senin, onda bulunan alacağına kefil oluyorum. Şayet rehin vermezse, ben de, sana mal vermekten berîyim.” der ve bu şartla kefil

olur; borçlu ise, o köleyi rehin vermekten kaçınırsa; bu durumda da kefil, kefaletten berî olur.

Kefil olan zat, borçluya:\”Bana kefil vermene karşılık, senin üze­rinde olan mala ben kefil olurum.” dediğinde, kefil olan-bu şahıs, kefa­lete devam etmekle, onu bozmak arasında muhayyer olamaz.

Şayet alacaklıya karşı şaft koşarak: “Eğer, —borçlu— bana, mal için kefil vermezse, ben kefaletten berîyim.” der; alacaklı da kefil ver­mezse, bu durumda kefil, kefaletten berî olur. Muhiyt’te de böyledir.

İmâm Muhammet! (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, diğerine “borçlunun, kendisine muhafaza edilmek üzere, bir emânet bırakması şartıyle, ona kefil olacağını” söylerse, bu tazminat caiz olur ve borçlu, o emâneti bırakması hususunda cebredilir.

Bu istihsândır.

Bu emânetin zayi olması hâlinde, tazminat gerekmez. Zehıyre’de de böyledir.

Keza, emânet sahibi, emânetini tazmin ettirmek ister, borçlu da, bu emâneti, borcunu ödemek için, alacaklıya vermiş olursa; bu da caiz olur.

Bu mes’ele ile bundan önceki mes’ele aynıdır.

Müntekâ’da şöyle zikredilmiştir:

Şayet, tazmin eçien şahıs, kendisine emânet bırakılan şahsın dirhemlerini geri verir veya sahibi onu geri alırsa, bu durumda mal, tazmin eden şahsa ait olur. Muhıyt’te de böyledir.

Şayet kefil “şu evin parasından olmak üzere, bin dirhem ödemeyi tazammun eder, ev ise satılmazsa, bu durumda kefil için tazminat yoktur. Zehıyre’de de böyledir.

Kefil: “Şu evin parasından ödeme yaparım.” der ve bu evi bir köle karşılığında satarsa, onun bir mal ödemesi gerekmediği gibi, köleyi satması hususunda da cebredilmez.

Şayet bu şahıs, sonradan bu köleyi satarsa, —bundan elde ettiği— dirhemleri, istihsânen kefaletinin yerine vermesi gerekir. Muhıyt’te de böyledir,

Bir1 kimse, başka bir şahsa: “Şu kölenin parasından öderim.” diyerek, —kefâleten— borçlanır ve, bu şahsın o kölesi de ölürse; bu kefilden tazminat ibtâl edilir. (= Hükümsüz olur.)

Ancak, bu şahıs, o köleyi yüz dirheme satar; borç ise, bin dirhem olursa, bu durumda, o şahıs, bu kölenin bedelini— borca verir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse: “Şu kölenin bedelini borçlanıyorum.” dediği halde, bu, şahsın kölesi bulunmazsa; bu borç bâtıl (‘– geçersiz, hükümsüz) olur.

Ancak, bu şahıs “kölenin parasından ödemeyi borçlanırsa”; bu durumda, kendisinin kölesi olmasa bil& o borcu ödemesi gerekir. Zehiyre’de de böyledir.

Bir kimse, diğer bir şahsa: Yarısını burada yarısını da Rey Şehri’nde vermek üzere” bin dirhem borçlanır ve bu borcu ne zaman ödeyeceği hususunda bir vakit (= vade) tayin etmezse, alacaklı şahıs, bu alacağını, nerede isterse, orada alır.

Ancak, bunun için, borcun menkûl (= taşınır) bir mal olması gerekir. Yani, borç alınan şey, menkûl bir mal olursa, alacaklı, bunu dilediği yerde alabilir. Durum böyle değilse, alacaklı, bu alacağını, şart koşulan yerde alır.

Bir kimse, diğerine: “Sana, sana vermemek üzere, bin dirhem borçlandım.” derse, bu —borçlanma— bâtıl (= hükümsüz, geçersiz) olur.

Ancak, borçlanan bu kimse: “…Sağlığında, sana vermemek üzere…” derse; bu caiz olur.

Bu borç, borçlanan şahsın ölümünden sonra, terekesinden alınır. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, “başka bir şahsın nefsine, Küfe Kadısı’nın hükmettiği şeyi (miktarı) borçlanır, ancak, onun borçlanmasına başka bir kadı hü­küm verirse; bu şahsın, o borcu da ödemesi gerekir.

Ancak, kefâleten borçlanan şahıs: “Filanjdmsenin hükmüyle, sana verilmesi gereken şeyi, ben öderim.” dediği halde, ona bir başkası hü­küm verirse, bu kefilin o borcu ödemesi gerekmez.

Bu hüküm, her iki hâkimin de hanefi mezhebinde olması halind egeçerlidir.

Fakat, bu hâkimlerden biri hanefî olarak hükmeder; diğeri ise, şâfî-yü’1-mezbep olarak hükmederse; bu kabul edilmez.

Bu durumda, birinin ta’yini (= belirlenmesi) îcabeder ve hüküm —ancak— böylece sahih olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir-

Bir kimse, diğer bir şahsa karşı, “kendisinin, o şahsın, elbisesini gasbettiğini” iddia eder; müddeâ aleyh de (= iddia olunan şahıs da), bu şahsın nefsi için bir kefil alır ve bu kefile: “Eğer yarma kadar, onu bana teslim etmezsen,, gasbettiği o elbisenin kıymeti senin üzerinedir ve bu kıymet, on dirhemdir.” der kefil ise: “Hayır, —o elbisenin kıymeti— yirmi dirhemdir.” karşılığını verir ve bu durumda alacaklı şahıs sükût ederse; İmâm Muhammed (R.A.): “Bu —kefil olan— şahsın, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’m’n kıyâsında ve bizim kavilimizde, yirmi dirhem değil, on dirhem ödemesi gerekir.”buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir şahsın, diğer bir şahısta, yüz dirhem alacağı olur; başka bir şahıs da gelerek, “yüz dirhem borcu bulunan şahsın nefsine, yüz dirhemi yarın ödemek üzere” kefil olursa; bu durumda, bu kefaletlerin ikisi de sahih (- sıhhatli geçerli) ölür.

Bu şahıs, yüz dirheme kefil olduğu hâlde, bunu, bir gün sonra ödemezse; bu kefilin diğer şahsa olan kefaleti, hâli üzere kalır.

Kefil, bundan sonra yüz dirhemi ödese bile, kabul etmiş bulunduğu, o şahsın nefsine ait kefaletten berî (= kurtulmuş) olamaz. Hızântü’l-Müftîn’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olduğu zaman, başka bir şahıs da gelerek, “kefil olan şahsın nefsine, filan vakte kadar” ala­caklının malının, borçlunun üzerinde bulunması şartıyle” kefil olursa; bu kefillerin ikisinin kefaletleri de, hilâfsız olarak sahilidir; geçerlidir.

Bir kimse, diğer-bir şahsın nefsine, “eğer yarın, alacaklının, ken­disinde bulunan bin dirhemini vermezse, —kefilin— kendisinin vermesi üzerine” kefil olur ve alacaklı da, borçlu da, borcun —bin— dirhem değil, yüz dinar olduğunu iddia ederlerse; borçlunun, bir gün sonra, bu borcunu ödememesi hâlinde, kefilin hiç bir şey ödemesi gerekmez. Zehiyre’de de böyledir.

Müntekâ’da şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, diğer bir kimsenin nefsine “şayet borçlu gâib olursa, onun üzerinde bulunan borcu, kendisinin ödeyeceği şartıyle” kefil olur; borçlu da çekip Kûfe’ye gider, sonra da, bu borçlu oradan dönünce, kefil onu, alacaklıya teslim ederse; bu durumda kefilin, borçlunun borcu olan malı da, alacaklıya ödemesi gerekir. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olarak “Şayet, borçlu olan bu şahıs, yarın, talibin (= alacaklının), iddia ettiği malı ödemezse, o bana aittir.” dediği hâlde, borçlu, bir gün sonra, alacaklıya bir şey ödemez ve alacaklı da, “o şahısta, bin dirhem alacağının olduğunu” iddia ederse; borçlu bunu kabul etse bile, kefilin bu durumu inkâr etmesi hâlinde, onun (kefilin) yamin ederek söylediği söz geçerli olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Şayet alacaklı, bin dirhem alacağı olduğu hususunda beyyine getirir veya kefil bu durumda yemin etmekten kaçınırsa, kefilin bu bin dirhemi ödemesi gerekir. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, borçlu bir şahsın nefsine, “yarın ödememesi hâlinde, borçlunun kabul «edeceği malı, kendisinin ödeyeceği hususunda kefil olur; borçlu ise borcunu, bir gün sonra ödemez ve “üzerinde bin dirhem borç bulunduğunu” ikrar ederse; borçlunun ikrar ettiği bu miktarı, kefili olan şahsın ödemesi gerekir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

İkrara kefalet ile davaya kefalet arasında şu fark vardır:

İkrara kefalette, her vecihten, gerekli sebepler izafe edilmektedir ki, bu caizdir.

Örf ve adet de böyledir. Teamül de budur.

Davaya kefalet ise, gereken sebepler, biri hâriç, gereken sebebe izafe ediliyor. Çünkü dava, müddeî (= iddia eden) hakkında, gereken sebep oluyor. Müddeâ aleyh (= iddiada bulunulan şahıs) hakkında ise, gereken sebep olmuyor. Bu, teamül de (= insanlar arasında Öteden beri, yapılagelen bir alışkanlık da) değildir. Bu, kıyâsla da reddedilmektedir.

Bu vecihte sebebi, kefalete izafe edilemediğinden, bu şekildeki bir kefaletin sıhhati de, (= geçerli olması da) mümkün olmamaktadır.

Şayet, sadece dava izafe edilir ve alacaklı şahıs, bunu bir hüccet ile tesbit ettiğinden, vücûp için sebep, her yönden vâki olursa; bu şekildeki bir izafe asla boşa gitmez. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine “bu şahıs, yarın üzerinde bulunan borcu ödemezse, bu borcu kendi üzerine almak üzere” kefil olduktan sonra, bu kefil alacaklı ile karşılaşır ve alacaklı, o günün sonuna kadar, lüzumlu görüp, borçlu şahsı dava ederse; bu durumda, borcu, bu kefilin ödemesi gerekir. Çünkü kefil, —kefil olduğu sırada—bir ödemede bulunmamıştır.

Şayet borçlu şahıs, alacaklıya: “Ben, filan şahsın kefaletinden dolayı, sana, nefsini (= kendimi) teslim ettim.” derse; bu durumda kefil, borçtan berî (= kurtulmuş) olur.

Bu durumda nefse kefaletin, borçlunun emri ile olması ile onun emri olmadan olması arasında bir fark yoktur. Bedâi”de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimseye kefil olduğu zaman, alacaklıya: “Eğer, onu, sana, yarın ödemezse; onun üzerinde bulunan malın, bana aittir.” denilerek, bu şart ortaya konulunca, malın miktarı söylenmemiş olursa; bu durumda da, ikinci kefalet sahih (= geçerli) olur.

Borçlu, bir gün sonra borcunu ödememiş olursa, borcun miktarı belli olsa da, belli olmasa da, kefil bu borcu öder.

Borcun miktarı hususunda, bizzat borçlu ile kefil arasında ihtilâf çıkarsa; bu durumda, fazla olan miktarı inkâr etme bakımından, kefilin sözü geçerli olur.

Bir başkasının nefsine kefil olan şahıs, alacaklıya: “Eğer, onu, yarın sana teslim etmezsem, benim üzerime yüz dirhem borç olsun.” der, ancak, “onun üzerinde olan yüz dirhem…” demezse; bir gün sonra, kefilin, borçlu şahsı, alacaklıya teslim etmemesi halinde, bakılır: Şayet kefil, o şahsın yüz dirhem borçlu olduğunu ikrar eder’ve ona kefil olduğunu söylerse; kefil olmuş bulunur. Zahir olan budur.

Şayet bu kefil: “Alacaklının, bu şahıs üzerinde, hiç bir şeyi yoktur.” derse; bu —bize göre— alacaklı için bir ikrardır.

Bu durumda alacaklı “Benim, o şahısta, yüz dirhemim var. Sen, ona kefil oldun ve “o vermediği takdirde, ben öderim” diye şart koştun.” derse, kıyâsen, bu kefile, bir şey gerekmez. Ve, kefilin bu husustaki sözü geçerli olur.

Bunu İmâm Muhammen” (R.A.) kabul etmiştir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un önceki kavli de budur.

İstihsânda ise, kefil olan şahsın, bu malı ödemesi gerekir.

Bu da, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavlidir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un sonraki kavli de budur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, alacaklıya: “Eğer ben, onu sana teslim etmezsem, istediğin zaman, onun üzerinde bulunan bin dirhemin, bana aittir.” dedikten sonra, alacaklı onu ister ve kefil de, onun yerine ödeme yaparsa; o bu maldan (borçtan) berî (= kurtulmuş) olur.

Şemsü’l-Eîmme Scrnhsî şöyle buyurmuştur:

“Ona verirse” sözünün manası, “istediği mecliste ona teslim ederse” demektir.

Şeyhu’l-İslâm ise şöyle buyurmuştur:

O sözün manası, “alacaklının isteği gibi veren kadar, onu temin için, meşgul olması”dır. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, diğerine: “Eğer filan şahıs, senin malını vermezse, o benim üzerimedir.” der ve alacaklı da, borçluyu sıkıştırınca, o, o saatte borcunu ödemezse; bu durumda, alacaklının kefili sıkıştırması hâlinde, kefil, istihsânen bu borcu öder. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, alacaklısına: “Eğer, onu, yarın sana ödemezsem, bu yüz dirheminden başka, sana yüz dirhem daha vermek, bana aittir.” der ve onu da bir gun sonra ödemezse; bu mes’ele, İmâm Muhammed (R.A.)’nin kavli üzerine caiz olmaz. Ancak, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ile İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un kavli üzerine ise, caiz olur.

Âlimler, bu iki imamımızın kavilleri hususunda ihtilâf etmişlerdir: Bâzıları: “Diğerinin borçlusundan kefil olmaz. Ve o kefilin, asla mal ödemesi gerekmez.” demişler; bazıları ise: “Borçludan da kefil olur.” demişlerdir. Muhiyt’te de böyledir.

Bir kimse, alacaklısına: “Eğer onu, yarın sana ödemezsen, filan adamın üzerinde bulunan yüz dirhem alacağın, benim üzerime olsun.” derse; bu ikinci kefalet, bi’1-ittifak caiz olur.

Bu şahıs, o borç -hususunda, borçlunun ortağı ise, şöyleki: Borcu ödemek, herhangi bir sebepten dolayi, ikisinin üzerine de vacip olmuşsa; bu durumda, bu şahıslardan her biri, diğerine kefil olabilir.

Şayet kefil olan şahıs, borçlu olan şahsa yabancı ise, ikinci kefalet, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre caiz olur. Hatta, borçlu, bir gün sonra borcunu ödemezse; o borcu ödemek, kefile ait olur.

İmâm Muhammed (R. A.)’e göre ise, ikinci kefalet bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur.

Bir kimse, alacaklısına: “Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, senin filan şahsın üzerinde bulunan alacağın, benim üzerime olsun.”-der ve bunu söylerken de, o —filan— şahıs da hazır bulunur ve bunu kabul ederse; bu caiz olur.

Bu borçlu şahıs, alacaklısına: “Eğer yarın, onu, sana ödemezsem, onun üzerinde bulunan, senin yüz dirhemin, benim üzerime olsun.” dediğinde, alacaklı, “yüz dirhem değil de, yüz dinar alacağı olduğunu” iddia eder ve kefil de borcunu ödemezse, hilâfsız olarak, bu durumda, kefilin, bir şey ödemesi gerekmez. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, alacaklısına: “Eğer, yarın, onu, sana ödemezsem, filan şahsın, filan şahısta bulunan atacağı, benim üzerime olsun.” derse, bu durumda, ikinci kefalet, hilafsız olaıak, caiz olmaz.

Bu, Şeyhu’l-İmâm ve Şeyhu’l-İstâm’ıii kavilleridir.

Bir kimse, alacaklıya: “Eğer onu, yarın ödemezsem, o zaman, ben filan şahsın nefsine kefilim.” der ve başka bir şahsın adını söyler ve talibin de, o şahısta alacağı bulunursa, bu ikinci kefalet caiz olur.

Bu durumda borçlu, borcunu bir gün sonra ödemezse, ikinci şahsın nefsine kefil olmuş olur. Mühıyt’te de böyledir.

Bir kimse, “eğer, filan zamana, onda bulunan alacağını ödemezse, o, benim üzerimedir.” diyerek, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunda; alacaklı şahıs, o yerden gâib olur; kefil de, onu aradığı hâlde, bulamaz ve bu alacaklıya, borcu ödeyenıezse; bu durumda şahit tutmuş olsa bile, yine de, o borcu, kefilin ödemesi gerekir.

Keza alacaklı, kefile karşı, bir yeri şart koşar; kefil de, kefili olduğu malı, alacaklıya vermek üzere, o yere getirip, alacaklıyı arar ve bula­mazsa; bu durumda da, kefilin o malı ödemesi gerekir.

Müteâhhirîn’in kavli, bunun üzerinedir.

İmâm Ebû Yûsuf (R. A.)’un kavli.de budur.

Bu gibi mes’elelerde, alacaklı gâib olunca, kefil durumu kadı’ya bildirir. Ve kadı, kefilin, borcu teslim edebilmesi için, alacaklıya bir vekil tâyin eder. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Câmiü’s-Sağîr’de şöyle zikredilmiştir:

Bir kimse, diğer bir kimsede, “yüz dinarının olduğunu…” veya “… yüz dinarının değil de, mutlak bir malının bulunduğunu…”‘veya “… mutlak dinarının olduğunu…”, “… iddia eder;” ve fakat bunun mik­tarını açıklamaz; bir başkası da, bu iddia sahibine: “Sen, onu bırak; ben onun nefsine kefilim. Eğer onu, yarın sana teslim etmezsem, yüz dinar benim üzerime olsun.” der; alacaklı da bua razı olur; ancak borçlu, bir gün sonra, bu borcunu Ödemezse; kefilin iki vecihten, bu yüz dinarı ödemesi gerekir.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre böyledir.

Hak sahibinin, yüz dinar alacaklı olduğunu iddia etmesi hâlinde, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin görüşü de budur. Zehiyre’de de böyledir.

Bir kimse, “Alacaklının, onun üzerinde bulunan malını, yarın vermezse, o, benim üzerime olsun.” diyerek, başka bir kimsenin nefsine kefil olur; kefil olunan mal da, yarın olmadan ölürse; yarın diye işaret edilen günün geçmesi hâlinde, kefil, bu malı öder.

Şayet, yarın gelmeden, kefil olan şahıs ölür; kefilin vârisleri ise, yarın (diye işaret edilen gün) geçmeden, kefil olunan bu malı alacaklıya öderlerse; bu durumda kefil, bu mal ile ilzam olunmaz. Zahîriyye’de de böyledir.

Vârislerin, zaman geçene kadar, bu malı ödememiş olmaları hâlinde, yine kefil, bu mal ile ilzam olunur. Zehiyre’de de böyledir.

Bir kimse, “alacaklının istediği zaman teslim etmek üzere”, başka bir kimsenin nefsine kefil olarak: “Eğer teslim etmezsem, onun üzerinde bulunan borç, benim üzerime olsun.” der; mekfûlün anh de (= kendi­sine kefil olunan şahıs yani asıl borçlu da) ölür ve alacaklının, onun teslim edilmesini istemesi hâlinde, kefil bundan âciz kalırsa, bu kefilin, o şahsın borcunu ödemesi gerekir mi?

Bu hususta, Radiyallahu anh şöyle buyurdu:

— Babam: “Bu hususta bir rivyet yoktur. Uygun olan ise, bu kefilin o borcu ödemesinin lâzım gelmemesidir. Çünkü, mekfûlün anh’in ölü­münden sonra, bu malın kefilden istenilmesi sahih değildir. Şart bulunmayınca da, mala kefalet infaz edilmez. Zahîriyye’de de böyledir.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir şahsa: “Eğer seni, filan şahıs öldürürse, ben, senin diyetini öderim.” dediğinde, o şahıs da: “Ben buna razıyım.” derse, bu caiz olur.

Şayet bu şahıs: “…seni yaralarsa…” veya “…elini keserse…”; “… köleni öldürürse…” yahut “seni gasbederse…”, “…ben, onun kıyme­tini öderim.” der, o şahıs da, buna razı olursa; bu da caiz olur.

Ancak bu şahıs, eğer: “İnsanlardan her kim seni öldürürse…” veya “…gasbederse…”, “…ben senin diyetini öderim.” derse, bu batıl ( =geçersiz, hükümsüz) olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimsenin nefsine kefil olur ve: “O adam, yarın borcunu ödemezse; işte, zayi olan bu malına kefil ve dâvasına vekil olacağım.” der; borçlu da, buna razı olursa; bu vekâlet de, kefalet de câzi olur.

Borçlu şahıs, bir gün sonra, bu borcunu öderse, kefil olan şahıs, hem vekâletten hem de kefaletten berî (== kurtulmuş) olur. Bir gün geçtiği hâlde, borçlu borcunu ödemezse, bu şahıs, onun malına kefil, dâvasına da vekil olur.

Bundan sonra, bu şahıs, kefili olduğu malı teslim ederse, nefse olan kefaletinden berî olmuş olur.

Bu durumd#, bu şahıs, dâvaya vekâletten de berî (= kurtulmuş) olur mu?

Bu şahsın, malın kefaletinden berî olmuş bulunduğunda şek yoktur.

Hem kefaletten, hem de vekâletten kurtulmayı şart koşmamış olması hâlinde, borcunu ödediği zaman, kefaletten berî olur; ancak vekâletten berî olamaz.

Her ikisinden de berâeti şart koşmuş olsa bile, yine mala kefaletten beri olur; fakat, dâvaya vekâletten berâet edemez. (= kurtulamaz.)

Bir kimse, yarın borcunu ödememesi hâlinde, başka bir kimsenin nefsine kefil, davasına vekil olduğunda, borçlu şahıs, borcunu ödemez ve taraflar bu borcu kefil olan şahsın ödemesine razı olurlarsa, bu da caiz olur. Çünkü, alacaklı da, borçlu da iki kefalette birleşmiş, olmak­tadırlar.

Ancak kefil, bu hususta ihtilaf etse bile bu mâni değildir.

Bir kimse, başka birinin nefsine kefil olur ve “yarın ödemezse, dâvasına da vekil olacağını” söyler ve alacaklı da buna razı olursa; bu borçlunun, bir gün sonra borcunu ödememesi halinde, bu şahıs, o borçlunun davasına vekil olur.

Bu borçlunun, borcunu ödemesi hâlinde ise, bu şahsa bir şey gerekmez.

Şayet alacaklının hakkını kefil ödediği halde, alacaklı bunu kabul etmezse, o bu borcu ödemekten berî olmuş olur. Alacaklı, kefilin ödemesini kabul ettiği zaman, kefil, borçluya müracaat edemez.

Bir kimse, başka bir kimseye, belirli bir müddete kadar kefil olur ve: “Eğer, o şahıs, borcunu, o zamana kadar ödemezse, ben ödeyeceğim ve dâvasına da vekil olacağım.” der, alacaklı da buna razı olursa, belir­lenen vakit gelmeden, alacaklının, kefilden kefalet istemeye hakkı olmaz.

Zâhiru’r-rivâye budur.

Belirlenen vakit gelmeden, bu alacaklının dâva açma hakkı da yoktur.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine kefil olur, borçluyu da, dava için vekil eder; kefil ise, alacaklının alacağını ödemeye razı olduktan sonra bu kefil ölürse, alacaklı ile bu kefilin varisleri arasında dava yoktur.

.Şayet alacaklı şahıs, alacaklı olduğu şahsı bulursa, hâkime dava açar. Hakim hüküm verince de, alacaklı alacağım, kefilin malından alır.

Ancak bu durumda, alacaklı şahsın, borçluyu dava edebilmesi için, haklı olduğunu isbat etmesi gerekir.

Bu durumda hâkim, hükmünü verince, alacaklı muhayyerdir: Alacağını, isterse, borçlunun malından; isterse, kefilin malından alır.

Şayet bu alacaklı, alacağını borçludan ister, o da öderse, bu durumda alacaklı, başka hiç bir kimseye müracaat edemez.

Bu alacaklı, alacağını kefilin terekesinden ister, onun varisleri de ödeme yaparlarsa, ödedikleri şey için borçluya müracaat ederler ve ver­diklerini ondan alırlar. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, diğerine: “Eğer, borçlu ödemeden aciz ise, o zaman, o alacağın benim üzerime olsun.” dediğinde, borçlu olan şahsın aczi, onun hapsedilmesi ile meydana gelir.

Yani, borçlu şahıs hapsedildiğinden dolayı borcunu ödemezse, bu durumda kefil ilzam edilir. Yani, bu borçlunun borcu, kefilden alınır. Füsûlü’l-İmâdiyye’de de böyledir.

Bir borçlu, alacaklıya: “Eğer, yarın nefsimi sana teslim etmezsem, senin iddia ettiğin mal benim üzerime olsun.” der ve bir gün sonra da nefsini ona teslim etmezse; bu durumda bir şey gerekmez.

Şeyhu’l-İslâm, Câmiu’s-Sağîr Şerhı’nin Kitâbü’s-Sulh’unda, şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, diğer bir kimseye: “Şu yoldan git; eğer maiın alınırsa, o zaman, o malı ben tazmin ederim. (= öderim.)” der; o şahıs da, söylenilen yoldan gider ve malı alınırsa, tazminat sahih olur. Bu durumda, ödenecek şeyin meçhul olmasına rağmen, tazminat caizdir.

Ancak, bir, kimse, diğerine: “Eğer oğlunu, arslan yerse veya yırtıcı bir hayvan malını telef ederse, onu, ben öderim dese; bu sahih olmaz. Füsûlü’l-Üstürûşnîyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın borcundan dolayı: *’- Filan, filan maldan, şuna ve şuna kefil olmak üzere- ben kefilim.” der; diğerleri ise, bundan kaçınırsa; Fakıyh Ebû Bekir el-Bettıî: “Bu durumda, birinci kefalet lâzımdır; bu şahsın kefaleti terketmeye ihtiyarı yoktur.” buyurmuştur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir alacaklı, borçluya: “Senin üzerinde bulunan malımı (alacağımı), filan şahsa havale et.” der; borçlu da, denileni yaparsa; bu. caiz olur.

Bu durumda, alacaklı muhayyerdir: Alacağını dilediğinden alır.

Bu işlem, kefalet menzilindedir. Ve asıl, borçtan beri olmuş ( = kurtulmuş) sayılmaz. Çünkü, bu havale, ödeme şartıyle yapılmıştır. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Bir kimse, diğerine: “Filanın üzerinde bulunan alacağını, filan şahsa havale edersen, ben, onu tazmin ederim.” der, alacaklı da buna razı olursa; ödeyecek olan şahsın, bunu diğer şahsa havale etmesi hâlinde, bu caiz olur.

Kendisine havale edilen şahıs, bunu kabul etmezse; borçlu, hâli üzere, yine borçludur.

Alacaklı olan şah’ıs, alacağını ister kefilden, isterse asıl borçludan alır. [20]

Borcun Te’hir Edilmesi

Borcu, belirli bir müddete kadar te’hir etmek caizdir. Bunda, az bir bilgisizlik de muhtemeldir. Tebyîn’de de böyledir.

Bu hususta, müddetlerin tamamı müsavidir.

Bir kimse, başka bir şahsın nefsine, “alacaklısı seferden dönene kadar kefil olursa; bu caizdir. Bu kefil olunan vâdenin hululünün tevehhüm edilip edilememesi de müsavidir.

Bu vâdenin hululü, hâl için (yanı o anda) asla tevehhüm olunmazsa (meselâ: Kefil olan şahıs, hasad zamanına kadar veya bağ bozumuna kadar yahut ekini, davara tepeletme zamanına kadar kefil olursa) bu da caiz olur. Ve söylenen bu müddet de sabitleşir.

Ancak, söylenilen vadenin hal için (o anda) hululü, tevehhüm edi­lebilirse (meselâ: Kefil olan şahsın, rüzgar esene kadar veya yağmur yağana kadar kefil olması halinde) bu müddet sabit olmaz. Zahîriyye’de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.) şöyle buyurmuştur:

Bir kimsenin, diğer bir kimseye, “bir aya kadar”, “üç aya kadar”, “‘üç güne kadar” veya bunlar benzer bir tarzda kefil olması caizdir.

Bu kefaletin sahih olması hâlinde, bahsedilen vâde girince, alacaklı, alacağını kefilden ister. O müddet içinde, alacaklının alacağını isteme hakkı yoktur.

Âlimlerimiz, zahir u’r-rivây ede böyle söylemişlerdir. Muhıyt’te de böyledir.

Sirâciyye’de: “Sahih olan budur.” denilmiştir.

Fetâvâyi Suğrâ’da da, bununla fetva verilmiştir. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimse: “Bu saatten itibaren, filan şahsı nefsine, bir aya kadar kefilim.” derse, bu bir ay geçince, kefalet sona erer. Bunda hilaf yoktur.

“Filanın nefsine, bir ay (veya üç gün) kefil oldum.” diyen şahsın, —kefalet— durumu hakkında, İmâm Muhammed (R.A.), kitapta bir şey zikretmemiştir.

Bu hususta, âlimlerinizi arasında ihtilaf vâki olmuştur. Bazıları: “Bu söz, bir aya kadar (veya üç güne kadar) sözü ile müsavidir.” demişler; bazıları ise: “Bu şekilde kefil olan kimseden, alacaklı, bu müddet içinde, alacağını ister. Bu müddet geçince, kefil, kefaletten Derî olur. (= kurtulur)” demişlerdir.

Şeyh Abdülvehhap eş-Şeybânî de, bu kavle meyletmiştir. Zahîriyye’de ve Muhıyt’te de böyledir.

İmâm Muhammed (R. A.)’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Bir kimse, başka bir kimseye: “Senin filan şahıstan olan alacağına, ne zaman istersen, işte kefil oldum; —ancak— benim için, bir ay mühlet vardır.” yani “Senin, filan şahısta bulunan alacağına, istediğin zaman kefil oldum. Ancak, bu borcu, istediğin andan itibaren, bir ay mühlet içinde öderim.” derse; işte bu kefalet de caiz olur.

Alacaklı, bu alacağını istediği zamandan itibaren, kefil, bir ay içinde, bu borcu öder.

Bu bir ay geçtiği halde, kefil, borcunu ödememiş olursa, alacaklı, bu alacağını, önceki borçlusundan talep eder.

Ancak kefilin, bu şartı kefaletten sonra koşması hâlinde, bu şart bâtıl (= geçersiz, hükümsüz) olur. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Müntekâ’da$öyle zikredilmiştir:

Bir kimse, diğer bir şahsın nefsine “alacaklının, alacağını istediği zaman, bir ay müddetle, onu ödemek üzere” kefil olursa; bu kefaletin alacaklının alacağım istediği zamandan itibaren, bir ay müddeti vardır.

Bu bir ay geçince, alacaklı, alacağını istediği zaman alır. Bu şahsa, ikinci defa, bir aylık mühlet yoktur.

Bu kefil, borcu öderken: “Artık, borçtan berî oldum.” derse, bu şahıs., istikbâlde, o kefaletten berî (= kurtulmuş) o!ur.

Şayet bu kefil, borcu verdiği hâlde “ondan berî oldum.” demezse; alacaklı, ondan alacağını bir daha isteyebilir; söylemeden vermesi hâlinde, bu kefil, kefaletten beraat etmiş (= kefillikten kurtulmuş) olmaz.

Hatta, bu kefil, “borçtan beri oldum.” demeden, o borcu bir daha vermiş olsa bile, alacaklı, onu yeniden isteyebilir. Bu durumda kefil için, bir ay müddet vardır. Zehıyre’de de böyledir. [21]

Vadeli Borca Kefalet

Bir kimse, kendisine vadeli borcu bulunan şahıstan, bir kefil aldığı zaman; bu vâde, kefil üzerine de sabit olur.

Bir kimsenin, hâl-ijıazırda ödenecek bir borcu olur; başka bir kimse de, bu borca vadeli olarak kefil olursa; bu borç, asıl borçlu için de, te’hir edilmiş olur.

Ancak alacaklı şahıs, kefaletin akdedildiğ; esnada, hassaten ( = özellikle, sadece) kefil için müddet tanırsa; bu borç, asıl için te’hir edilmiş olmaz. Hizânetü’l-Müftîn’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın, bin dirhem borcuna vadeli olarak kefil olduktan sonra, bu kefil ölürse, tekeffül ettiği bin dirhem terekesinden hâl-i hazırda (= hemen) alınır.

Ve bu kefilin vârisleri, vâde tamam olmadan, asıl borçluya müra­caat edemezler.

Şayet bu durumda, asîl (esas borçlu) ölürse, onun hakkındaki borç çözülür; kefil hakkında ise vadeli olarak baki kalır.

Bu durumda alacaklı, asîl’in vârislerine değil de, kefile mütâbaat ederse; bu vâde dolana kadar bekletilir. Sirâcü’l-Vehhâc’da da böyledir.

Bir şahsın, başka bir şahısta, sattığı bir malın bedeli olarak, bin dirhem alacağı olur; başka bir şahıs da, ona, bir seneye kadar kefil olursa; bunda iki vecih vardır:

1) Eğer kefil, müddeti nefsine izafe ederek: “Buna müddet ver.” demişse, müddet sadece kefil hakkında sabit olur.

2) Şayet kefil, müddeti nefsine izafe etmemiş ve bunu mutlak olarak zikretmiş; alacaklı da, buna razı olmuşsa; bu durumda müddet, hem kefil, hem de asîl (= asıl borçlu = mekfûlün anh) hakkında sabit olur.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, müddetli (vadeli) bin dirhem alacağı olur; diğer bir şahıs da, ona aynı vadede, veya daha kısa yahut daha uzun bir vâdede ödemek üzere kefil olursa; bu —kefalet— caiz olur.

Bu mal, (yani borç olan bin dirhem), kefilin tâyin ettiği müddette ödenir.

Şayet, bu borç hâl-i hazırda (hemen) ödenmesi gereken bir borç olduğu hâlde, kefil bunu, borçludan te’hir ettirmişse; bu te’hir, borçlu hakkında da sahih olur. Alacaklı hakkında sahih değildir.

Şayet bu borcu, alacaklı ve borçlu sonraya te’hir etmişlerse; bu te’hir hepsi hakkında da sahih olur.

Şayet kefil, borcu belirli bir müddete kadar te’hir ettirmişse, bu te’hir, sadece kefil hakkında sahih olur. Muhıyt’te de böyledir.

Te’hiri reddeden kefil reddedilir. Hızânetü’I-Müftîn’de de böyledir.

Kefil borcu ödeyeceği hâîde, alacaklı, vâde tamam olmadan has­saten (- Özellikle, sadece) kefili te’hir ederse; vâde tamam olmadan, bu alacaklı, mekfûlün anh’e (= asîle = asıl borçluya) müracaat edemez. Muhıyt’te de böyledir.

Mebsût’ta şöyle zikredilmiştir:

Alacak olarak bir başkasının üzerinde bulunan mal, satılmış bulunan bir malın bedeli veya gasbedilmiş bulunan bir mal oiduğu zaman, alacaklı asîle bir sene vade tanır (alacağını bir yılte’hir eder), o da bunu kabul etmezse; bu borcu ödemek asîle (= mekfûlün anh’e = asıl borçluya) ait olur; bu durumda, kefilin kefaleti ise, hâli üzere kalır. Nihâye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın malına (alacağına) kefil olduğu zaman, diğer bir şahıs da, bu kefile kefil olur; sonra da alacaklı, asîlden malı (alacağını) almayı te’hir ederse; bu-te’hir, ikinci kefil hakkında da geçerli olur.

Bu alacaklının, birinci kefilden (alacağını) te’hir etmesi halinde, bu te’hir de, ikinci kefil için geçerli olur.

Mal (borç) asîl üzerinde, hâli üzre kalır. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimsenin bin dirhem alacağına, bir seneye kadar kefil olduktan sonra, o müddet gelmeden, bu kefil, alıcıya bir köle satıp, onu teslim ettikten sonra da, bu köleye bir hak sahibi çıkarsa, o mal, vade tamam oluncaya kadar, kefilin üzerinde kalır.

Keza, müşterinin almış bulunduğu malı, hakimin hükmü ile geri verirse; bu geri veriş hükümsüz bir geri veriş gibi olur.

Bu alış-veriş akdi, ikâle edilirse (= tarafların rızası ile bozulursa) yine müddet avdet etmez.

Şayet bu kefil, o köleyi satmaz; borcunu acil olarak öder; ancak, alacaklı, verilen bu dirhemleri karışık bulduğundan geri verirse, bu durumda mal (alacak),-belirlenen müddete kadar, kefilin üzerinde kalır.

Keza, bu alacaklının, ödenen dirhemleri noksan veya kalp bul­masından dolayı, hâkimin hükmü ile veya böyle bir hüküm olmadan iade etmesi hâlinde de, hüküm böyledir.

Ancak alacaklının, bu dirhemlerin verildiği esnada, onların züyûf akçe olduğunu bilerek alması hâlinde, bu caiz olur. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsa kefil olduğunda, mekfûlün anh ( = asîl = asıl borçlu) alacaklıya bir mal satar; sattığı mal da köle olur ve onu da teslim ederse; bu durumda kefil, kefaletten hükmen berî olmuş bulunur.

Asaletin, beraatı (= borçtan kurtulması), kefaletin de beraatı ( = kefaletten kurtulması) olur.

Alacaklının elinde iken, köleye bir hak sahibi çıkar veya bir kusu­rundan dolayı alacaklı, bunu hâkimin hükmü ile geri verirse; bu mal (alacak) tekrar kefile avdet eder.

Ancak alacaklı, bir hâkimin hükmü olmadan, bu köleyi geri verirse; mal (borç) kefile avdet etmez. Muhıyt’te de böyledir.

” Bir kimsenin, bir borca-müddetli (vadeli) kefil olması halinde, bu kefalet caiz olur.

Bu mal (alacak) belirlenen müddete kadar, kefilin üzerinde (alacak olarak) kalır; asîl (= mekfûlün anh – asıl borçlu) ise, onu hâli hazırda ödemelidir. Zelııyre’de de böyledir.

Bir asîl ve kefil, —borcu— bir ay le’hir ettikten sonra, onu bir sene daha te’hir ederlerse; müddetlerin toplanması halinde —sadece— bir müddet geçmiş gibi olur. Muhıyt’te de böyledir.

İmâm Muhamnıed (R.A.), “Kefalette Muhayyerlik, Borçta İkrar Babı”nda, “sahih kefâletde muhayyerlik1’i şöyle zikretmiştir:

Bir kimse, “—Üç güne kadar muhayyer olmak üzere— başka bir şahsın bin dirhemine kefil olduğunu” ikrar ettiğinde, alacaklı da bunu kabul ederse; bu durumda muhayyerlik sabit olur.

Ancak, alacaklı bunu inkar ederse; kefil bu ikrarına beyyine getirmedikçe, muhayyerliği sabit olmaz. Zehıyre’de de böyledir. [22]

3- KEFALETTE DÂVA VE HUSÛMET

Bir kimse, başka bir şahsın, bin dirhem —borcuna— kefil olduktan sonra, bu bin dirhemin kumar veya şarap parası yahut benzer­leri gibi, edası vacip olmayan bir şey olduğunu iddia ederse, bu sözü kabul edilmez.

Bu kefil, alacaklıya karşı, böylece bir beyyine ikâme eder; alacaklı ise, bunu inkâr ederse; kefilin bu beyyinesi de kabul edilmez.

Bu durumda kefil, alacaklının yemin etmesini talep etse; bu talebine de iltifat edilmez. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Alacaklının ikrarı üzerine beyyine ikâme eden kefilin beyyinesi dinlenmez. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kefil, malı (borcu) alacaklıya ödemiş olur ve borçluya müra­caat etmek ister; bu esnada alacaklı da huzurda bulunmaz, borçlu ise: “Bu mal (borç), kumar parası (veya lâşe parası) idi,” der veya buna benzer bir şey söyleyip, kefile karşı, bu hususta beyyine ikâme etmeye kalkarsa; bu borçlunun beyyinesi de kabul edilmez.

Ve bu durumda, bu borçluya, o malı, kefile ödemesi emredilir. Ve bu borçluya: “Hasmını (= dâva edeceğin şahsı = alacaklıyı) ara ve onunla muhâsemeye tutuş. (Onu dâva et.)” denilir.

Şayet alacaklı şahıs, kefilden malı almadan önce gelir ve hâkimin huzurunda “bu malın (alacağın) şarap parası veya buna benzer bir şey olduğunu” söylerse; bu durumda hem asîl (= mekfûlün anh), hem de kefil, bu malı ödemekten ve kefaletten berî ( = kurtulmuş) olurlar.

Bir hâkim, kefili, kefaletten berî kıldıktan sonra, borçlu gelerek “bu malın borç olduğunu” söyler; alacaklı da, bunu doğrularsa; bu durumda malı (borcu) ödemek, borçluya aittir. Kefil hakkında, ikisinin sözüne de inanılmaz.

Bu durumda, havale de kefalet gibidir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Birbirine ortak bulunmayan üç kişinin, birbirlerinde biner dirhem. alacakları bulunur ve bu üç kişiden ikisi, “üçüncünün, borçluya kefil olduğuna” şahitlik etseler; borcun bu iki kişinin müşterek borcu olması hâlinde, ikisinin de şehâdetleri kabul edilmez. Kâfi’de de böyledir.

Bir kimse, diğer bir kimseye karşı, “onun nefse ve mala kefil olduğunu iddia edip, bu hususta iki de şahit getirdiğinde; bu şahitler, kefalettin zamanında ve mekânında ihtilaf ederlerse; hâkim, bunların şehâdetini kabul eder.

Bu şahitler, kefaletin akdedildiği zaman ve mekânda ittifak ettikleri hâlde, müddetinde (vâdesinde) ihtilaf ederlerse; dâva da mala kefalet hususunda olur ve şahitlerden birisi: “…Bir aya kadar kefil oldu.*’, dediği halde, diğeri: “…İki aya kadar kefil oldu.” derse; iddia sahi­binin, bu iki müddetten en yakın olanını iddia etmekte olması hâlinde, hâkim, bu şahitlerden ikisinin şahitliğini de kabul eder.

İddia sahibinin bu iki müddetten uzak olanını iddia etmesi hâlinde ise, hâkim, bu şahitlerin ikisinin şehâdetini kabul etmez. Muhıyt’te de böyledir.

İki kişi, bir şahıs hakkında, “bir adamın bin dirhemine kefil oldu.” diye şahitlik yaparlar; bu şahitlerden birisi: “Bir seneye kadar kefil oldu.” dediği hâlde, diğeri ise: “Hâl-i hazırda (alacaklı istediği zaman vermek üzere) kefil oldu.’ der; alacaklı da, “hâl-i hazırda kefili oldu.” diye iddia eder; kefil ise, kefaletini inkâr eder veya bunu ikrar (kabul) ettiği halde, müddetin bir sene olduğunu iddia ederse; bu durumlarda mal (borç) kefilin üzerinedir; Hızânetü’I-Müftîn’de de böyledir.

Şayet dâva, nefsin kefaleti hakkında olur ve şahitlerden birisi: “Bir ay…” diğeri de: “İki ay müddetle kefil oldu.” diye şahitlik yapar­larsa; Şcyhu’I-İslârn, bu mes’eleyi şerhederken, tafsilâtlı olarak şöyle uyurrnuştur:

Şayet Mdia sahibi, şahitlerin söylediği bu iki müddeten, yakın olanını iddia ediyorsa; şehâdet kabul edilir.

İddia sahibinin, bu iki müddetten uzakta olanını iddia etmesi hâlinde, şehâdet kabul edilmez.

Şemsü’l-Eimme Serahsî ise, Şerhı’nde, tafsilâtsız olarak: ((Bu şehâdet makbuldür.” buyurmuştur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir şahit, “kefalet üzerine”; diğer şahit de “Bu kefilin kefaleti üzerine” şahitlik yaparlarsa; bu şahitlerin ikisinin.de şahitlikleri kabul edilir.

Bu şahitlerden ikisi de, “o şahsın, bin dirheme kefil olduğuna” şahitlik yapsalar; ancak, sözde ihtilâf edip, biri: “Ona kefil oldu.” dediği halde, diğeri: “Ona tazammun etti.” veya biri: “O bana aittir dedi.” dediği halde, diğeri: “O benim üzerimedir; dedi.” derse, ikisinin de şehâdetleri caiz olur. Zahîriyye’de de böyledir.

Bir kimse, başka bîr şahısta, “kefaletinden dolayı, belirli bir mal (alacağı olduğu) iddiasında bulunduğu halde, borçlu olan şahsın nese­bini (soyunu, kimliğini) belirtemese; bu şekildeki bir dava sahih olur mu?

Şemsü’l-Eimme el-Ezvecendî’nin fetvasına göre, “bu dava sahih değildir.”

Zahîru’d-dîn el-Murğînânî de, böyle fetva vermiştir.

tmâm Muhammed (R.A.), Kefalette Şehâdet Bâbı’nda şöyle buyurmuştur:

Şayet iki şahit: “Bu şahıs, şu adamın nefsine kefil oldu; fakat biz, o adamın ismini bilmiyoruz; ancak, onu yüzünden tanıyoruz.” diye şehâ-dette bulunurlarsa, bu şehâdet caiz olur.

Keza, bu şahitlerden birisi: “Ben, o adamı yüzünden de tanımam.” dese bile, kefil yine de kefildir.

Bu durumda kefile: “Nesebini (soyunu, kimliğini) açıkla.” denilir.

Şayet kefil, bir adam getirir; mefkûlün leh (= talip = alacaklı = kefilden malın teslim edilmesini istemeye ve da’vâ etmeye hakkı olan kimse) de: “Borçlu, işte budur.” deyince, alacaklı da, bunu tasdik ederse; ne âla!.. Bu durumda, yemine hacet kalmaz.

Ancak, alacaklının talibi yalanla:’aası hâlinde davaya itibar olunur.

bu mes’elede inkâr, kefalet davasında delildir ki, borçlunun kim olduğunu söylemesi şart değildir; bu durumda borçlu sadece.nesebini söyler.

“Bu mes’elede delil şahindir.” de denilmiştir. Doğru olan ise, bunun sahih olmamasıdır. Bu mes’elenin mâba’di (= devamı, sonu),

mâkablini(= öncesini, başlangıcını)ifsâdettiği (= bozduğu)gibi…

Gerçekte kefalet, belirli şahıslar hakkında vâki olur; ancak, şahitler, onu tanıyamazlarsa, nesebini sormazlar; bu durumda kefalet, belirli şahsın nefsinden vâki olur.

Şemsü’l-Eimme’nin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: Gerçekten, iddia sahibi: “Evet, şu şahıs, şu adamdaıi dolayı kefil oldu.” dediği halde; “kefil oldu.” dediği şahıs, meçhul bir şahıs olursa; bu kefalet sahih olmaz. Zehıyre’de de böyledir.

İki şahit, “bir şahsın, bir nefse kefil olduklarına” şahitlik ettikleri zaman, bu şahitlerden birisi: “Borçlu Zeyd’dir.” dediği hâlde, diğeri: “Borçlu Amr’di*.” derse; bunların şahitlikleri kabul olunmaz.

Bir kimse, diğerinden önce, “bir nefse, iki kişinin kefil olduk­larım” iddia edip, iki de şahit getirir; bu şahitler de “o iki adamdan birinin kefil olduğunu” söylerler, diğerinde ise ihtilâf ederler ve birisi “o şahsın kefil olduğunu” söylediği halde, diğer şahit, şüphe eder ve: “Ben bilmiyorum; kefil bu mudur; başkası mıdır.”derse; bu durumda şahit­lerden ikisinin de “kefil” dediği şahıs yakalanır; diğerinin kefil olduğuna hükmedilmez.

îki kişi, “bir şahsın, kendi babalarına kefil olduğuna; filanın da, filan şahsın nefsine kefil olduğuna” şahitlik ederlerse, bu şehâdetleri geçersiz olur.

Çünkü, ikisi de bir lafızla şahitlik yapmışlardır ki, bu durumda, babaları hakkındaki şahitlikleri geçersiz olduğu için, diğer şahıs hakkındaki şahitlikleri de bâtıldır. (= geçersizdir; hükümsüzdür.)

İki kişi, bir şahıs üzerine şahitlik yaparak: “filan şahıs, filan şahsa, “yarın borcunu ödemezse, bin dirhem olan borcunu, o ödeye­cektir.” diyerek kefil oldu.” deseler; bu şehâdet caiz olur.

Bu iki kişi, “şahitliklerini bu gün yerine getireceklerini” söyleseler; o gün geçince, kefaletten berî olurlar.

Şayet bu şahitler, malda ihtilâf ederler ve biri: “…bin dirhem…” dediği halde, diğeri: “…beş yüz dirhem…” diye şahitlik yaparlar; bu arada da, “bir nefse kefalette” görüş birliği yaparlarsa, bu durumda hâkim, nefse ait olan kefalete hükmeder.

Çünkü, şahitlerin bu hususta ittifakları Vardır. İhtilâfları ise, mal hususundadır.

Bu şehâdetleri, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’ye göre kabul edilmez.

Alacaklının, bu iki maldan azını veya çoğunu iddia etmesi arasında da bir fark yoktui.

Bu iki şahit, mal hususunda ihtilaf ederler; birisi “borcun dirhemler olduğunu” söylediği halde, diğeri “…dinarlar olduğunu” iddia ederse; alacaklı, bunlardan hangisini iddia ederse etsin, bu şahit­lerin şehâdetleri kabul edilmez.

Bu şahitler mal hususunda ittifak ederek: “O, bin dirhemdir.” derler; ancak, ihtilaf ederek, birisi: “Bu, bir borçtur.” dediği halde, diğeri: “Satılan bir malın karşılığıdır.” der; alacaklı ise, “onun, satılan bir m-aiın bedeli” olduğunu iddia ederse, bu durumda, hiç bir şeyle hükmedilmez.

Bu hüküm, alacaklının iki sınıftan birisini iddia ettiği zaman geçerlidir. Şayet alacaklı, iki sınıfı da iddia ederse;’şahitlerin şehâdetleri kabul edilir ve bin dirhem olarak hükmedilir.

Bu iki şahit, az olan mala kefil olmuş olurlarsa, şehâdetleri kabul edilmez. Muhıyt’te de böyledir.

Nişanı, İmâm Muhammed (R.A.)’ın şöyle buyurduğunu nakle­diyor:

Bir kimse, “bir şahsın, başka bir şahsın nefsine kefil olduğunu, iddia ettiği hâlde; o şahısda kefil olmadığını iddia eder ve iddia sahibi, “kefilin, kefil olduğuna” beyyine ibraz ederse; bu durumda onun kefa­leti ilzam olunur.

Bundan sonra, kefil, “Onun emri ile kefil olduğunu” belgelese bile, bu durumda onun beyyinesi kabul edilmez. Zahîriyye’de de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.)\ Camimde şöyle buyurmuştur:

Bir kimse, başka bir şahsa, hakimin hükmü ile sabit olmuş bir borç için kefil olduktan sonra, mekfûlün anh (= borçlu) kaybolur ve bunu takiben de, alacaklı gâib olan şahısta, bin dirhem alacağının bulunduğuna beyyine getirirse; bu durumda bu borca hükmedilmez. Bu borç, kefile de, asîle de hükmedilmez.

Çünkü, kefalet iddiası lazım değildir. Onun lüzumu, asîl üzerine, hükümle sabit olur.

Hatta alacaklı: ”ben, borçluyu filân hakime götürdüm ve onda bin dirhem alacağımın olduğunu isbat ettim; hâkim de, bu şekilde hüküm verdi.” der; kefil ise, bunu inkar ettiği halde, alacaklı bunu isbât ederse; hakim, “Bu alacaklının, bin dirhem olan alacağını, kefilin ödemesine” -hükmeder. Zehıyre’de de böyeldir.

Bir kimse, gâib olmuş bir şahısta, bin dirhem alacağının bulunduğuna beyyine getirir ve: “Bu adam, onun nâmına kefil oldu.” derse,, hâkim, borçludan bedel olarak, kefilin bin dirhemi ödemesine hükmeder.

Bu kefil de, asîle müracaat ederek, verdiğinin mislini ondan ister ve alır.

Eğer alacaklı, kefaletin, borçlunun emri olmaksızın yapıldığını iddia ederse; hâkim, asîle değil de, kefile bin dirhemi hükmeder.

Eğer alacaklı, kefile: “Sen, benim, filan şahısta bulunan bütün malıma (alacağıma) kefil oldun.” der; onun da “bin dirhem olduğunu” söyler ve hem bu alacağa, hem de kefalete burhan (= delil, isbat) geti­rirse; bu durumda hâkim, hem kefile, hem de asîle, bu bin dirhemi hükmeder.

Bu durumda, âmirin iddia edip etmemesi de değişmez.

Ancak kefil, borçlunun emriyle kefil olmuşsa, verdiği için, ona müracaat eder; aksi takdirde müracaat edemez. Kflfî’de de böyledir.

İki şahit, diğer iki şahidin kefaletlerine şehâdette bulunarak: “Biz, kefili de, mekfûlün anhi de (= asıl borçluyu da) bilmiyoruz; ancak, filan ve filanın şahitliklerine şehâdet ediyoruz; filan oğlu filan, bu adamın nefsine kefil oldu; filan oğlu filan da kefil oldu.” derlerse, bunların şehâdetleri kabul edilir.

Bundan sonra, iddia olunan şahıs, filan oğlu filanın kefaletini kabul ederse; o kefil yakalanıp, borç ondan alınır.

İddia olunan şahıs, bunu inkâr ederse; iddia eden şahsın şahitlerine ihtiyaç hasıl olur. Muhıyt’te de böyledir. [23]

4- BİR ŞEYE İKİ KİŞİNİN KEFİL OLMASI

Bir kişinin, iki şahıs üzerinde, ona verdiği (sattığı) bir eşyanın bedeli veya verdiği borcun karşılığı olarak, bin dirhem alacağı olduğunda, bu iki kişi birbirlerine kefil olsalar, bunlardan birinin bor­cunu ödememesi halinde, diğer borçlu, bu borcun yarıdan fazlasını ödemedikçe, ortağına müracaat edemez.

Borcu ödeyen ortak, bu borcun yandan fazlasını öderse, ödediği bu fazla miktar için, ödemeyen ortağına müracaat eder. Kâfi’de de böyledir.

Ödemede bulunan ortak: “bu ödediğim, arkadaşıma kefil olduğum miktar yerinedir. dese bile, ödediği miktar kendi hissesine düşen borcun miktarını geçmedikçe, bu sözü kabul edilmez. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimsenin, bin dirhem miktarındaki borcunun tamamına, bir şahıs kefil olduktan sonra, başka bir şahıs da gelip yine bu borcun tamamına kefil olur; bunu takiben, diğer bir şahıs daha gelerek, önceki iki kefilin her birine, bu bin dirhemin tamamına kefil olur ve önceki kefillerden biri borcu öderse; arkadaşının hissesine düşen miktar için, ona müracaat eder.

Ödeyen şahıs, diğer kefilden beş yüz dirhemi ister ve alır. Nafî* Şerbı’nde de böyledir.

Daha sonra da, her iki kefil, asîl’e (- mekfûlün anh’e = asıl borçluya) müracaat ederek, ödediklerini ondan alırlar.

Bin dirhemi, ilk olarak ödeyen şahıs isterse, bu bin dirhemin tamamını, borçludan isteyip alır.

Alacaklı alacağını alıp kurtulunca, kefillerden diğeri de, borçludan, borcunun tamamını alabilir. Hidâye’de de böyledir.

İki kişi, alış-verişten dolayı, bir başka şahsa bin dirhem borçlu oldukları zaman, bu şahıslardan biri diğerine kefil olduğu halde, bu şahıs, kefil olan ortağına kefil olmaz ve kefil olan şhis, bir şeyler öderken: “Bu, benim kefil olduğum miktara karşılıktır.” dese, bu sözü kabul edilir.

Keza. iki kişi, bir şahıstan, bin dirheme bir köle satın alırlar ve bu iki kişiden her biri diğerine kefil olurlar, sonra da, satıcı şahıs, bu iki müşteriden hassaten O özellikle) birinin hissesini te’hir eder; bilâhere de, hissesi te’hir olunan müşteri, borcun yansını öder ve: “Bu, benim arkadaşıma kefil olduğum miktarın yerinedir.” dese, bu sözü kabul edilir.

Bir kimsenin, başka bir kimsede, ona verdiği borçtan dolayı veya ona sattığı bir malın bedeli olarak, bin dirhem alacağı olduğunda, bunun yarısına bir şahıs, diğer yarısına da, başka bir şahıs kefil olur; asıl borçlu da, borcunun beş yüz dirhemini, alacaklısına, bir şey söylemeden öderse; bu durumda, kefillerin ikisine bedel olarak ödemiş olur.

Ancak bu borçlu, ödeme esnasında: “Bu, filanın kefil olduğunun yerinedir.” derse; bu durumda da, borçlunun söylediği gibi olur.

Mekfûlün anh’in (= asîlin = asıl borçlunun) borcu, çeşitli olur. (Meselâ: İki ayrı borç; iki ayrı şeyin satış bedeli gibi…) veya iki ayrı sebeple ödemesi gereken iki mal olur. (Meselâ: Birisi borç parası, diğeri satış bedeli olması gibi…) ve bu durumda, iki kefilden birisi, bu malların ikisine, diğeri de, sadece birine kefil olur; asıl borçlu ise, borcunun beş yüz dirhemini öder ve: “Bu, filan ve filanın yerinedir.” derse, borçlunun dediği gibi olur.

İki beş yüz dirhemden birisi kaldığında, asıl borçlu, bunu öderken: “…kefaletten dolayıdır.” derse, bu sözü de kabul edilir. Muhıyt’te de böyledir.

Bir ahş-verişten dolayı, bir şahsın diğerine bin dirhem ödemesi gerektiğinde, alacaklı, alacağını bir seneye kadar ödenmek üzere, iki takside bağlar ve bu taksitlerden birinin hal-i hazırda (hemen) ödenmesi gerekir, diğer taksit ise, oir yıl vadeli olur; bu borcun her kısmına da ayrı ayrı birer kefil bulunur ve sonradan da, asıl borçlu bu taksitlerden birini, hiç bir şey söylemeden öderse; bu taksit, hâl-i hazırda ödenecek miktara kefil olan kimsenin yerine ödenmiş olur. Zehıyre’de de böyledir.

Ancak, borçlu Öderken: “Bu, vadeli olarak ödenecek miktara kefil olanın yerine bedeldir.” derse, bu sözü kabul edilir. Muhıyt’te de böyledir.

İki kişi, bir şahsın bin dirhem alacağına kefil olurlar; ayrıca bun­lardan her biri diğerine de kefil olur ye alacak, bunlardan birinden bir1 seneye, diğerinden ise, iki seneye kadar alınacak olursa; bu caiz olur.

Bu bir sene geçince, —bir seneliğine— kefil olan şahıs, borcunu öder ve mekfûlün anh’e (= asıl borçluya) müracaat eder; diğer kefile müracaat edemez. Muhıyt’te de böyledir.

Bir müfâveda ortaklığında, ortaklar birbirlerinden ayrıldıktan sonra, bu ortaklıktan alacağı olanlar, alacaklarını, bu —eski— ortak­lardan hangisinden dilerlerse, ondan alırlar.

Bu ortaklardan birisi, borcun yarısından fazlasını ödemedikçe, diğer ortağına müracaat edemez. Ancak, yarıdan fazlasını ödemiş olursa, bu fazlalık için ortağına müracaat eder.

Kıyâsa göre, iki mükâtep kölenin birbirlerine kefil olması caiz olmaz.

Ancak, iki mükâtep birbirine kefil olduktan sonra, bunlardrl birisi, —borca mahsuben— bir şey öderse, ödediğinin yarısı için, diğerine mü­racaat eder.

Bu mükâteplerden hiç biri ödemede bulunmaz ve efendileri bun­lardan birini azâd ederse; bu durumda, bu ıtk (= azâd ediş) caiz olur. Azâd edilen mükâtep, ödeyeceği şeyin yarısından da, berâet etmiş olur. Bu durumda, efendisi,- azaa ettiği mükâtebin hissesini, azâd edilmeyen mükâtebden alır. Bunu azâd edilenden alması halinde ise, azâd edilen mükâtep, diğer mükâtebe müracaat eder.

Şayet efendi, azâd etmediği mükâtepten almış olursa, o, her hangi bir şey —almak— için, müracaat edemez. Sadru’ş-Şehîd Hüsamü’d-dîn’ in Câmiu’s-Sağîr Şerhı’nde de böyledir.

Üç kişi, bir şahsın, bin dirhemine kefil olduklarında, bu kefil­lerden birisi ödemede bulunursa, diğerlerine müracaat edemez.

Şayet bu kefilller, —ayrıca— birbirlerine de kefil olmuşlarsa, bun­lardan birinin ödemede bulunmuş olması hâlinde, ödeme yapan, bin dirhemin üçte ikisi için, diğerlerine müracaat eder.

Alacaklı ise, bunların her birinden, bin dirhemini isteyebilir. Bu hüküm, kefillerden ikisinin, kefaletten berî olmuş olmaları hâlinde geçerlidir. Berî olan bu kefillerden birisi zafer bulursa, ona yansı için müracaat olunur.

Sonra da, ikisi, üçüncüye, üçte bir için müracaat ederler.

Şayet ikisi, gâib olana-zafer bulurlarsa her birisi, altıda bir için mü­racaat ederler.

Bu kefillerden birisi zafer bulursa (kefaletten kurtulursa), ala­caklı diğer kefillerden her birine alacağının yarısı için müracaat edebilir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.) şöyle buyurmuştur:

İki şahıs, bir kimsenin, bin dirhem alacağına, ”alacaklının, kimden isterse, ondan alması şartıyle” kefil olmaları; borçlunun emri ile, iki kefilden her birinin diğerine kefil olması menzilindedir. Serâhsî’nin-Muhıytı’nde de böyledir. [24]

5- KÖLE VE ZİMMÎ’NİN KEFALETİ

Köle’nin Kefaleti

Bir kölenİH, efendisinin izni olmadan, bir mala veya nefse kef olması caiz değildir.

3una rağmen, bir köle, bir şeye kefil olmuş bulunursa; kefil olduğ mal, bu köle azâd edildikten sonra, kendisinden alınır. Serahsî’nir Muhıytı’nde de böyledir.

Bir köleye, ticaret için verilen izin, kefalet için geçerli olma; Zehıyre’de de böyledir.

Bir köleye, efendisi kefalet için izin verirse, bu kölenin efendisin veya bir yabancıya mal için kefil olması sahih olur.

Bu köle ister tacir, ister ticâretten men edilmiş olsun, üzerinde bor bulunmadıkça, kefaleti geçerli olur.

Câriye, müdebere ve ümm-ü veled hakkındaki hüküm de böyledii Muhıyt’te de böyledir.

Bir borca kefil olmuş bulunan köle, bu borçtan dolayı satılabilir. Ancak, bu kölenin kefil olduğu borcu, efendisi öderse, o zamat

köle satılmaz. Bedâi’de de böyledir.

Üzerinde borç bulunan bir köle, efendisinin izni ile —bile olsa— efendisine veya bir yabancıya kefil olduğu zaman, köle olduğu müd detce, üzerine bir şey terettüp etmez.

Bu köle, azâd edilirse, o zaman kefil olduğu şeyi öder. Muhıyt’te de böyledir.

Bir efendinin, kölesine kefil olması sahihtir.

Bu kefaletin mala veya cana (nefse) olması ile kölenin borçlu vey; borçsuz bulunması halleri de, bu hüküm bakımından müsavidir

Nihâye’de de böyledir.

Bir mükâtebin, başkasına (yabancı birine) kefaleti caiz olmaz.

Bu hükümde de, mükâteb’e, efendisinin izin vermiş veya izin ver­memiş olması halleri müsavidir.

Fakat, bir mükateple, kefalet hususunda sözleşme yapılmışsa, ıtk (= azâd) edildikten sonra, ondan, borcu istenir.

Ancak, bir mükâtebin, efendisine kefil olması caizdir. Bedâi”de de böyledir.

Bir köleye kefaletten dolayı borç ödeyen herhangi bir şahıs, ödediği bu şeyi, o köle azâd edildikten sonra, ondan alabilir

Bu köle, “o malın helak olduğunu” söylediği hâlde, efendisi onu yatanlar veya efendisi bu köleyi satar yahut borca verirse, bu durum­larda bu köle mahcur olur. Zaman belidensin veya belirlenmesin, hâl-i ” hazırda (hemen) kefil alınır. Kâfî’de de böyledir.

Keza, bir köle, kendisine emânet edilen bir şeyi zayi eder veya bir köle, bir kadına, efendisinin izni olmadan, şüphe ile cima’ ederse, bu köleden, hâl-i hazırda (o anda) hiç bir şey alınmaz.

Bir kimse, hâl (istenildiği zaman) veya başka zaman —alırım— diye bir açıklama yapmadan, başka bir kimseye bir şey verirse; bunun —ödeme— vakti, kefile karşı, hâl (istenildiği zaman) olur.

Bir kölenin yerine, bir şey ödemiş bulunan bîr şahıs, bu ödemeyi, kölenin isteği ile yapmış olursa, azâd»edildikten sonra, o köleye müra­caat eder.

Bu şahıs, ödemeyi-kölenin isteği olmadan yapmışsa, azâd edildikten sonra da, ona müracaat edemez. Tebyîn’nde de böyledir.

İmâm Muhammed (R.A.), Câmiü’s-Sağîr’de şöyle buyurmuştur: Bir kimse, bir kölede, bin dirhem alacağının olduğunu iddia eder,

başka bir kimse de, bu kölenin nefsine kefil olur; bilâhare de bu köle ölürse, ona kefil olan şahıs, kefaletten berî (= kurtulmuş) olur. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir şahsın elinde bulunan bir kölenin, kendisine ait olduğunu iddia eder, diğer bir şahıs da, bu kölenin nefsine kefil olur, bilâhare de, bu köle ölür ve iddia sahibi o kölenin kendisine ait olduğunu isbât ederse; kefil olan şahıs, bu kölenin kıymetini, —iddia eden şahsa— tazmin eder. (= öder.)

Bu kölenin, iddiada bulunan şahsın mülkü olduğu, köle elinde bulunan şahsın ikrarı veya yemin etmekten kaçınması ile sabit olur; bu köle de, köle yanında bulunan şahsın yanında ölürse; bu köienin kıyme­tini, köle yanında bulunan şahıs öder. Bu durumda, kefile birşey gerekmez.

Ancak, kefil de, asilin kabul ettiğini kabul ederse, tmâm Timurtâşî: “Köjenin öldüğünü söyleyen şahsın, bu sözüne inanılmaz. Bu şahıs da, kefil de hapsedilir. Hapis müddeti uzarsa, o, kölenin kıymetini tazmin eder.” buyurmuştur. Nihâye’de de böyledir. [25]

Zimmîlerin Kefaleti

Ehl-i zimmet (~ zimmî) ile ehl-i İslam’ın (= müslüman’ın), kefalet hükmünde müsavi (= eşit) olduğunu bilmek gerekir.

Ancak müslüman ile zimmî, şarap ve hınzıra (— domuza) kefalet bakımından müsâvî olmazlar.

Bir zimmînin, diğer bir zimmîde alacağı şarap olur veya onda gasbedilmiş şarabı bulunur; başka bir zimmî de, o şahsa kefil olursa, bu kefalet caiz olur.

Bu şahıslardan birinin müslüman olması hâlinde, bu mes’elede bazı verililer meydana gelir.

1) Alacaklı müslüman olmuş olabilir. Bu durumda kefil, şarap kefaletinden berî (= kurtulmuş) olur. Bütün âlimlerimize göre, bu durumda kefil, şarabın kıymetini ödemekten de beri olur.

2) Borçlu müsiüman olmuş olabilir.

Bu durumda borçlu, şaraptan da, kıymetinden de berî (= kur­tulmuş) olur.

Kefil de, kefaletten berî olur.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un kavlidir.

Bu kavil, ayrıca İmâm Ebû Hanîfe (R. A.)’den de rivayet edilmiştir.

İmâm Züfer, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bu borçlu, şarabın kıymetini alacaklıya öder; kefil de, kefaleti üzere devam etmektedir.

İmâm Muhainmed (R.A.)’in kavli de budur,

3) Hassaten ( — özellikle) kefilin kefaletine gelince;

Borçlunun nıüslüman olması hâlinde, şarap kefilden aslı ile sakıt olur. (Yani, kefil şarabın aslını ödemez.) Bedelini ödemekten ise berî olamaz. (= kurtulamaz.)

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin son kavlidir.

İmâmEbû Yûsuf (R. A.)’un kavli de budur.

İmâm Muhammed (R.A.) ise: “Bu durumda satıcı muhayyerdir: İsterse, kefile müracaat ederek, şarabın bedelini talep eder; isterse, asıl borçluya müracaat ederek, şarabın aynını (kendisini) alır,

4) Bu şahısların hepsi birden müslüman olmuş olabilir: Bu durumda, şarabın aslı sakıt olur; bedeli ise kalır.

5) Alacaklı ve kefil müslüman olabilir.

6) Alacaklı ve asıl borçlu müslüman olabilir.

Bu durumların ikisinde de, şarabın aslı sâkıt.olur; bedeli ise kalır.

7) Kefil ve asıl müslüman olabilir.

Bu durumda da, şarap sakıt olur; bedeli kalır. Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nın son kavlidir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un kavli de budur.

İmâm Muhammed (R.A.)’e göre ise, bu durumda alacaklı, hangi­sini isterse, onu alır.

8) Bu şarap bir malın bedeli (karşılığı) olur ve alacaklı da, borçlu da müslüman olmuş bulunabilir.

Bu durumda kefil, şaraptan da, bunun bedelinden de, bi’1-ittifak berî olur.

9) Bu durumda kefil müslüman olmuş olabilir.

Böyle bir hâlde, alacaklı, borçludan şarabın kendisini talep eder. Kefil ise, hem şaraptan, hem de, bedelinden berî olur.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin son kavlidir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un kavli de budur.

İmâm Muhammed (R.A.)’e göre ise, bu alacak şarap kıymetine dönüşür ve kefil onu öder. Alacaklı da şarabın kıymetini talep eder.

10) Şarabın verilmesi, bey-i selem’den dolayı icabetmekte olur ve alacaklı ile borçlu müslüman olmuş bulunabilir.

Bu durumda bey-i selem bâtıl (= geçersiz) olur. Bey-i selem bâtıl olunca da, asîl de, —bu borçtan— berî olur.

Asilin (= mekfülün anh’in = asıl borçlunun) berâeti ise, kefilin de, o borçtan kurtulmasını gerektirir.

11) Böyle bir durumda, kefil müslüman olabilir.

Bu durumda kefil, hilafsız olarak, kefaletten berî olur.

Borçlu hâli üzerine kaldıkça, şarap, alacaklı hakkında baki kahr. Muhıyt’te de böyledir.

Bu hususta asıl olan:

Alacaklı müslüman olduğu zaman, şarap aslen iptal (= geçersiz) oiur.

Çünkü, şarabın teslim edilmesinin mümkün olmayışı, alacaklının ve borçlunun müslüman olmalarından gelmektedir.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre, şarabın teslimi, özründen dolayıdır.

İmâm Muhammed (R.A.)’e göre, şarabın teslimi bâtıl olmaz; bilakis, hak sahibi tarafından geldiği için, kıymetine döndürülür.

Bir hıristiyan erkek, iki hıristiyan kadınla, şarap karşılığında hulû’laşır (= kadınların vereceği şarap karşılığında, erkek onların nikâhlarını verir.) ve bu kadınlardan her biri diğerine kefil olduktan sonra, müslüman olurlarsa, bu kadınlar kefaletten berî olurlar. Bunların üzerindeki şarap kefaleti, şarabın bedeline dönüşür. Bu kefalet, müs­lüman olmayanın üzerinde, şarap olarak baki kalır.

Şayet müslüman olan kadıa, şarabın bedelini öderse, arkadaşına hiç bir şey için müracaat edemez.

Eğer kâfir olan kadın, şarabın tamamım öderse, müslüman olan kadına müracaat ederek, şarabın kıymetini alır.

Şayet kadınların ikisi de müslüman olurlar, kocaları ise müsîüman olmazsa, bu kadınların her birine kefil oldukları şarapla asıl borçlu bulundukları şarabın kıymetini ödemeleri gerekir.

Bu kadınlardan her hangi biri, bu kıymetin tamamını öderse; diğerine müracaat ederek hiç bir şey alamaz.

Şayet ikinci olarak müslüman olan kadın ödeme yaparsa, onun nâmına yaptığı Ödemeden dolayı, ona müracaat eder.

Şayet birinci olarak müsîüman olan kadın ödeme yaparsa, arkadaşına müracaat edemez.

Eğer önce, bukadınlardan biri, sonra kocaları, daha sonra da diğer kadın müslüman olursa, önce müslüman olan kadının üzerinde bulunan şarabın tamamı, kıymetine dönüşür. Ve bu kadın, arkadaşına müra­caatta bulunamaz.

Diğer kadının üzerinde bulunmanın kıymeti asalete dönüşür ve kocanın, kefalet yönünden, onun üzerinde bulunan hakkı bâtıl (-geçersiz) ölür.

Hıristiyan bir erkek, iki hıristiyan kadınla, kan bedeli olarak, şarap ile anlaşma yaparlar ve bu iki kadın da, birbirlerine kefil olurlarsa, bu mes’ele de hulû’ mes’elesi gibidir; bir değişiklik yoktur. Kâfî’de de böyledir.

Bir zimmî,diğer bir zimmî de şarap veya domuz —alacağı olduğunu— iddia eder; müddeâ aleyhe de bir müslüman kefil olur; bu şahıs, davası için de, o müslümanı vekil ederse, bu kefalet caiz, fakat mekruh olur.

Borçlunun üzerine, şarap veya domuz beyyinelerle hükmolunursa, bu durumda, bunları kefilin ödemesi gerekir mi? Burada iki vecih vardır:

1) Eğer kefil, ona, domuz veya şarabın zayi olmasından önce kefil olmuşsa, bu durumda kefile hiç bir şey lâzım gelmez.

2) Kefil, şayet şarabın veya domuzun zayi olmasından sonra kefil olmuşsa, bu durumda şarap hakkında bir şey gerekmez.

Domuz hakkında ise, eğer kadı efendi onun, —dirhemler veya dinarlar olarak— kıymetiyle hükmederse, bu durumda kefilin hükme­dilen bu şeyi ödemesi gerekir.

Fakat, kadı efendi onun kıyemti ile hükmetmezse, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’ye göre, bu durumda kefile hiç bir şey gerekmez.

Çünkü hak, ancak kadı efendinin hükmü ile ayından kıymete nak­leder; başka şekilde nakletmez. Bu durumda, kefilin —domuza kefil olmasından dolayı— domuz ödemesi gerekir.

İmâmeyn’e göre, helak sebebiyle hak, ayın’dan kıymetine nakleder. Buna göre,, kefilin o şeyin kıymetini vermesi caiz olur. Muhıyt’te de böyledir. [26]

Mürtedin Kefaleti

Mürtedin kefaleti de, başka şahısların kefaleti gibidir. Mürtedin tasarrufu durdurulmuştur.

İrtidâd eden kadının kefaleti de, diğer insanların kefaleti gibi caizdir. Bunların tasarrufları da, diğer insanlartın tasarrufları gibidir.

Şayet irtidad eden şahıs, dâr-i harbe gider, orada da esir edilirse, kefaletinin nefse ait olması hâlinde, işte o bâtıl (= geçersiz) olur.

Şayet, kefaleti mala ise, o mal, kendisi için mala intikal eder; yani, o malı öder.

Bir harbî, bir mala veya bir nefse kefil olduktan sonra, dâr-i harbe kavuşur, bilâhare de, emân ile geri dönerse, kefaletini yerine getirir.

Bir müslüman, bir mürtedin nefsine veya malına kefil olduktan sonra, bu mürted dâr-i harbe gitse; bu müslüman, kefaletinden dolayı o mürtedin malına vâris olur.

Eğer bu mürted geri döner ve verâset| hâkimin hükmü ile geri veri­lirse, bu durumda kefil, kefaletten berî ölür. Durum böyle olmazsa, alacaklı, kefili yakalar. Serahsî’nin Muhıyti’nde de böyledir. [27]

Kefalet Konusu İle İlgili Çeşitli Mes’eleler

Kefâlet-i Bi’d-Derek

Kefâlet-i bi’d-derek caizdir.

Kefâlet-i bi’d-derek: Satılan bir şeyin, istihkak yolu ile (başka bir şahsın, o şey hak sahibi çıkması sebebiyle) müşterinin elinden alındığı takdirde, bu müşterinin vermiş olduğu semeni (= bedeli, karşılığı) ken­disine edâ ve teslim etmeye veya o şeyi satan kimsenin şahsını, müşteriye teslim etmeye kefil olmak demektir.

Bir kimse, bu şekilde bir şeye kefil olduktan sonra, satılan şeye bir hak sahibi çıkarsa, bu şekilde, satıcısına hükmedilene kadar, kefil sorumlu olmaz. Serahsî’nin Muhıyti’nde de böyledir.

Kefâlet-i bi’d-derek yoluyla, satıcının nefsine kefalet caizdir. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Uhde’yi tazammun (= uhde’ye kefil olma) bâtıldır. ( = eçersizdir, hükümsüzdür.)

Zâhiru’r-rivâye budur. Gâyetü’l-Beyan Şerhu’l-Hidâye’de de öyledir.

Bu, şu şekilde olur: Bir kimse, başka bir şahıstan bir köle satın ldıfında, diğer bir şahıs da, müştepnin uhde’sini tazammun ederse, erçekten bu caiz olmaz.

Çünkü, uhde kelimesi müşterek (bir çok mana ifade eden) bir simdir. Bazen, “eski kağıt”a; bazen akde (= sözleşmeye;) bazen akid ukukuna; bazen derek üzerine ve bazen de muhayyerlik şartı üzerine ;lâk olunur.

Bundan dolayıdır ki, uhde ile amel etmek güç olur.

Onun ne anlama geldiğinin açıklanmasından önce, ne olduğuna ehâlet galip olduğu için tazammunu bâtıl olur. Tebyîn’de de böyledir.

Halâs’ı tazammun da bâtıldır. (= geçersizdir, hükümsüzdür.) Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavlidir.

Çünkü, İmâm-ı A’zam (R.A.)’a göre, halâs: Satılan bir şeyi, hak ahibinden kurtarıp müşteriye teslim etmek demektir. Buna mahal oktur ve bu bâtıldır.

Zira, halâs’ı tazammun, bir şahsın, vefasına (yerine getirmeye) gü-ünün yetmiyeceği bir şeyi borçlanması demektir.

Ancak, bu şahıs, satılan şeyi borçlanır veya onun bedelini verirse, u tazammun sahih olur.

Çünkü, bu durumda o kimse, ödemeye gücünün yettiği bir şeyi azammun etmiş olur. Bu da, hak sahibinin izin vermesi halinde, satılan eyi, onun izin vermemesi halinde ise parasını teslim etmektir. Kâfî’de de öyledir.

Meselâ: Bir kimse, bir ev sattığı zaman, başka bir şahit», satıcıdan olayı, müşteriye kefil olsa, bu şahsın kefaleti, satıian şeyi (evi) iüşteriye teslim etmek ve onu ikrar husûsundadir.

O şahıs, böyle yapmaya hak sahibi değildir. Hatta bu şahıs: “Bu ev enimdir.” diye iddia etse veya “şüf a” vahut “kira” iddia etse, davası inlenilmez. Tebyın’ae de böyledir.

Bîr kimse, hazır bulunduğu halde kefil olmazsa, bu teslim lyılmaz. Durum, dava üzere kalır. Hidâye’de de böyledir.

Âlimlerimiz, zikredilen bu hususun cevabında şöyle buyurmuşlardır:

Bu, şunun üzerine hamledilir.

Bir kisme, yazdığı zaman, “ahm-satıma filan şahittir.” veya “ahm-satım, benim huzurumda cereyan etti.” yahut “benim yanımda, ahm-satım kararlaştırıldı.” diye yazsa; şehadet hakkında yazılan bu şeyden dolayı alım-satımın sıhhatli olması gerekmez. Yazılan şeyin geçerli olması, ahm-satım. yazılırken: “Filan, şu kadar (mal) sattı. O şahıs, sattığı şeye sahipdi. Filan da şahit idi.” diye yazılması gerekir. Bundan sonra dava sahih olmaz. Nihâye’de de böyledir.

Müstehak olarak elde edilen bir malı, kefil, rehin alırsa, bu rehin bâtıldır. Buna tazminat gerekmez. Muhıyt’te de böyledir.

« Bir kimse, birisinin emriyle, bin dirheme kefil olduğunda, asıl borçlu olan şahıs bu kefile, “bir ipeği, beyYl-ayne ile satmasını” emreder, o da, öyle yaparsa, bu alış-veriş de bundan elde edilen kârda kefilin olur.

BeyYl-ayne[28] ile emretmenin manasi şudur: Kefil, bir tüccardan, on dirhem borç almak ister. O da vermekten kaçınır ve o kefile, on dirhemlik bir elbiseyi veresiye olarak onbeş dirheme satar: borç alan da, onu on dirheme, geri satar; işte bu, mekruhdur. Kâfî’de de böyledir.

Bir kimse, diğerinin emriyle bin dirheme kefil olduğunda asıl borçlu, onu kefile ödese, şundan hâli kalmazlar: Ya iktiza yönü üzere öder. Şöylekı: Malı kefile verir ve: “Ben, talib olan alacaklının senden hakkını alacağına inanmıyorum; O istemeden önce, bunu al.” der; o da onu alır.

Veya gönderme vechi üzere verir ki: O da, asıl borçlu, kefile: “Şu malı al ve alacaklıya gönder.” der.

Asil, bu iki durumda da verdiğini geri alamaz.

Kefil, eğer iktiza yönüyle almışsa, tasarrufa yetkilidir. Bu durumda elde edeceği kâr kendisine aiddir. Bu kârı tasadduk etmesi deicab etmez. Ancak, bundan bir nevi çirkinlik vardır.

İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavline göre, eğer borcu asıl öderse, Fetâvâyi Hindiyye bu böyledir.

Fakat, borcu kefil öderse, bütün imamlarımıza göre, bunda bir çirkinlik yoktur.

Mektup yoluyla alırsa, ondan kâr istenmez.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)’e göre böyledir. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre ise kâr talep edilir. Ancak kefalet, bir yığın buğday gibi belirli bir şeye yapılır ve kefil onu, asîlden alacaklıya vermeden önce alır, tasarruf ederse, hükümde, yaptığı kâr kefilin olur. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) şöyle buyurmuştur: Bu durumda bana göre, sevgili olan, o kârı asıl borçluya vermektir. Esahh olan da budur.

Eğer kefil fakir ise, bu kâr kendisine güzel ve temiz olur.

Kefil zengin ise, bu durumda iki rivayet vardır.

Fahru’I-İsIâm el-İmâm, şöyle buyurmuştur: “Güzel olan, bu kârın kefilin olmasıdır. Bu kavil, iktiza yönüyle aldığı zaman geçerlidir.. Mektup yönüyle almışsa, önce geçtiği gibi ihtilaf vardır. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.) ve İmâm Muhammed (R.A.)’e göre bu kâr, ona tîb ( = temiz, güzel) olmaz. İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göre ise, bu kâr, ona tîb. olur. Inâye’de de böyledir.

Bir insan, bir insanın nefsine kefil olmak istediği halde, asla kefil olmamış olursa, işte bunun zâhirü’r-Rivaye de yolu şudur: Kefil, kefale­tini söylediği esnada: “Bu aydan sonra kefil olmamak üzere, filanın nefsine bir aya kadar kefil oldum.” der, böylece de, bu şahıs asla kefil olmuş olmaz. Çünkü, .bu aydan sonra kefil olmayışı, bu ayı takip eden ayıda nefy eder ve zahiri rivâyeye göre, o anda da kefil olmaz. Zira o, bir aya kadar kefil olursa; aydan sonrayada kefil olur. Bu aydan sonra kefil olmamak üzere bir aya kadar kefil olunca, asla kefil olmuş olmaz. Fusûlü’l-Imâdiyye’de de böyledir.

Mecmûu’n-NevâzH’de şöyle zikredilmiştir:

Bir kimsenin, başka birisinde bin dirhem alacağı bulunduğunda, buna başka bir şahıs kefil olur; ve borçlu, alacaklıya: “Gerçekten filan adam, bu bin dirheme beden dolayı sana kefil oldu; artık, beni ondan berî kıl; ben aradan çıkayım; da’van kefil ile olsun.” der; alacaklı da, onu borçtan berî kılarsa, kefil beraat eder.

Çünkü, asilin beraatı kefilin de beraatıdır. Bu, çarelerden birisidir.

İnsanın bunu böylece öğrenmesi ve hakkını ibtâl ettirmemesi gereklidir.

Bir kimse, diğerine, onun isteğiyle bir mala kefil olur; borçlu da, onu rehin bırakırsa, bu rehin caiz olur.

Eğer bu rehin, kefilin yanında helak olursa; helak sebebiyle, —borçluya karşı, kendisine gerekeni— ödemiş olur. Bu husustaki cevap, hakikatan ödenmesi halinde olan cevap gibidir.

Bir kimsenin, birisinin nefsine, “bin dirhem olan borcunu, bir seneye kadar ödemezse, kendisi ödemek üzere” kefil olduktan sonra, borçlu bir seneye kadar, ona bir malını rehin bıraksa, bu durumda, o rehin bâtıl olur. Çünkü, bundan sonra, asîlin üzerine, kefil için bir mal icâbetmez.

Keza kefil, kefaleti hakkında, alacaklıya: “Eğer, filan adam ölürde, senin malını vermezse, işte o, benim üzerimedir.” dedikten sonra, asil borçla kefile rehin verse, bu caiz olmaz.

Alacaklının, o malı, kefilden ibra etmesi de caiz olmaz. Ancak, asîle karşı yaptığı ibra, caiz olur. Rehin yoluyla caiz olmayan hakların tamamı, ibra ile de caiz olmaz. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir kimse, müvekkilin nefsine filan adamı kefil vermek üzere vekil olursa, onun üzerinde olanı zâmin (= borçlu) olur. Bu vekil, alacaklının malım, müvekkiline öderse, alacaklı, onu kefilden alır. Kefil ise, bunun vekilden alamaz. Çünkü alacaklı, ona onu kefilden Kefil ise, bunu vekilden alamaz. Çünkü burada vekil, elçi menzilindedir. Zira, onda akdin (— sözleşmenin) gereği olmadığı gibi onun kabulü de yoktur. Ancak, ondan borçlu tarafında kefaletine, mücerred bir emir vardır. Akde emreden şahıs, akdin hukuku ile sorumlu olmaz. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

Bir kimse, diğer bir kimseye, “borcunu, kendi malından ödeme­sini” söyler; me’mur da, ona razı olmasa, cebredilemez. Zira, me’murun sözü bir va’ddır. Va’d ise, lâzım (= yerine getirilmesi mutlaka gereken bir şey) değildir. Ancak, kabul ederse ve kefil olursa; o zaman ödemekle cebredilir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Müntekâ’da zikredildiğine göre, İbrahim, İmâm Muhammed ÎR.A.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir kimse: “Bu mektupda yazılı olanı, filan adamdan dolayı, filan şahıs için tazmin edeceğim.” der veya “Bu Kadı efendinin kitabında.olanı…” dese, bu bâtıldır. Şayet: “Bu kitapda yazılı, filandan dolayı, filanın üzerinde olanı, tazmin edeceğim.” derse, işte bu caiz olur.

Bir kimse, başka bir şahsa, elbise sattığında, alan şahıs bu elbi­senin bedelini borçlanırsa veya mudarabe ortaklığı ile eşyanın bedelini borçlanırsa, bu borçlanma bâtıldır. Çünkü, kefalet karşılıklı verip almayı gerektirir. Bu da kefil ile alacaklıya aittir. Bunlardan herbirisi, kendi nefsffçin borçlu olur.

Keza, iki adam bir köleyi tek satışla sattıklarında, bu şahıslardan birisi, diğerinin hissesini tazammun ederse, bu bâtıl olur. Hidâye’de de böyledir.

Eğer, bu iki kişi, o köleyi, iki ayrı satışla satarlarsa, şöyle ki: Bu şahıslardan her birisi, bu kölenin yarısını, ayrı ayrı satarlar, sonra da onlardan birisi; arkadaşının parasına kefil olursa; bu kefalet sahih olur.

Nikaha vekil olan şahsın, kadının mehrine kefil olması da sahih olur.

Alış-veriş hususunda elçi olan şahısda, satar ve müşteri namına kefil olursa; bu kefalet de sahih olur. Kâfî’de de böyledir.

Bir kimse, bir kadının, kocası tarafından her ay verilmesi lâzım gelen nafakasına kefil olması caiz olur. Kefil olan bu zat, ay başında bu kefaletten dönemez.

Şayet bu şahıs icar hakkında, her ay İçin kefil olmuş olaydı, ay başında, kefaletten rücü edebilirdi.

Aradaki fark: Nafaka, her ay başında yemlenmez; bütün aylarda, tek sebeble vâcib olur. İcarda ise, her ay icar yemlenir.

Bundan dolayı da kefil, yeni ayın kefaletinden rücû edebilir. el-Ihti-yâr Şerhu’l-Muhtar’da da böyledir.

Bu kefil ölür; sonra da, icarcı olduğu yerde kalırsa; müste’cire bir şey lâzım gelmez. Kefilin terekesinden, icar bedeli alınır.

Ölümle, kefalet geçersiz olmaz. Kefaletü’d-derek de böyeldir. Nefis kefaleti ise, bunun hilâfinadır. Yani kefilin ölmesiyle, kefalet sona erer. Hizânetü’l-Müftîn’de de.böyledir.

Kefil için ücret yoktur. îcarcıdan ücret alamaz. Fakat kçfîl, icarı, icarcıdan önce öderse, onu almak üzre icarcıya müracaat eder. Ancak, bunun için onu istemesiyle kefil olmuş olması gerekir.

Bir kimse, ticaretten men edilmiş bir sabiye, on dirhem vererek:

“Bunu, nefsine harca,” dediğinde, bir başkası da gelip, onu veren için, on dirheme kefil olsa, bu kefalet sahih olmaz. Çünkü, sabiye verilen şey, kefaleti gerektiren bir şey değildir.

Şayet bu şahıs, o şeye sabiye verilmeden önce, kefil olmuş olsaydı ve: “Bu sabiye on dirhem ver; ondan dolayı, o on dirhemi ben tazmin ederim.” deseydi, işte bu kefalet sahih olurdu. Kefil olan şahıs da, onu verene emrettiği için, borçlu, sabi ise, ona nâib olurdu.

Keza, mahcur bir sabi, bir şey satıp parasını alınca, başka bir şahıs gelerek, derek olma sebebiyle, müşteriye kefil olsa; sabi parasını aldıktan sonra kefil olması halinde kefaleti sahih olmaz. Eğer, bundan önce kefil olmuşsa, kefaleti sahih olur. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Bir ahras {- dilsiz) aklederek yazıp, bir adamı nefsine veya mal­ına kefil eder; veya bir adam onun birşeyine kefil olur ve bu kefaleti, yazılan şahıs da kabul ederse; işte bu.caiz olur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, yaş bir şeye kefil olunca, onun bedelini aslına öder. Kefilin üzerinde, o yas şey kalır. Bozulmadığı için de, değişmez. O kıymet, asîl borçludan alınınca, kefil kefaletten berî olur. Eğer kefil, alacaklıya o yaş olan şeyi verirse, kıymetini almak için, asîle müracaat eder. Kâft’de de böyledir.

Ölüm hastalığında (= maraz-ı mevt’te) yatan bir hasta, bir adamın malından dolayı kefil olduğunda, eğer bu hastanın malı, üze­rinde olan borcuna yetmiyorsa; onun, kefaleti bi’I-külliye batıldır.

Eğer, bu hastanın üzerinde borç yoksa, malının üçte biri nisbetinde, kefaleti caizdir.

Şayet bir vâris için veya vâristen dolayı kefil olmuşsa, bu asla sahih olmaz.

Bir hasta, bir adamın bir dirhemine kefii olur, üzerinde de borç bulunmadığı halde sonradan bîr yabancıya bütün malını kuşatacak miktarda borçlu olduğunu ikrar ederse; bu kefilin ölmesi hâlinde, tere­kesine, borçlu olduğunu ikrar ettiği kimse, kefil olduğu şahıstan, daha çok hak sahibidir.

Şayet, terekesi, kabul eylediği borçtan daha fazla ise, bakılır: Borcu çıktıktan sonra, kalan maldan üçte biri, kefaletine yetiyorsa, bu kefa­letin tamamı sahih olur. Eğer borcun tamamı baki kalanın üçte birinden çıkarılmaz ise, üçte biri kadarı sahih olur. Mulııyt’te de böyledir.

İcâre malına kefil olmaktan, sonra da onu fesh edip, yeniden sözleşme yapılmaktan soruldu; İmam şu cevabı verdi: “Bu kefalet baki kalmaz.” Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimsenin, diğerinde vadeli bin dirhem alacağı olduğunda, alacaklı borçludan kefil isterse; zahiri rivâyeye göre, kadı, borçluyu kefil vermeye mecbur eylemez.

Müntekâ’da zikredildiğine göre, âlimlerimz şöyle buyurmuşlardır:

Eğer, borç vadeli ise, alacaklı, borçludan kefil vermesini ister.

Bundan sonra şöyle denilmiştir: “Bundan sonra şöyle denilmiştir:

Hâkim, vadeli borç için, bir yere gitmek isteyen kefil alırsa, deliller geçerli olur. Ancak, bu, kadın için geçerli olmaz.

Kocası sefere çıkmak isteyen bir kadın nafakası için kefil talep ederse, kadı, kocadan, kadının bir aylık nafakası için, kefil alır.

Bu, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’a göredir ve istihsanen de böyledir. İnsanlara rıfkan, böyle yapılır. Sadru’ş .-Şehîd, Vâkıâlı’nda: “Nafaka mes’elesinde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’ın kavline göre, insanlara merhameten böyle yapılır.” buyurmuştur.

Diğer borçlar hakkında da, müftî, böyle fetva verirse, —insanlara acımak bakımından— güzel olur. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, başka bir kimsenin üzerinde bulunan mala (alacağı) kefil olduktan sonra, bu kefil, mekfûlün anlı (= asıl borçlu) ve alacaklı ihtilâf eyleseler; kefil, borcun yüz dirhem olduğunu kabul ettiği hâlde, alacaklı, “yirmi dinar olduğunu” iddia etse, borçlu ise: “Bir kürr buğdaydır.” dese, bu durumda borçluya ve kefile bir şey gerekmez.

Onlardan herbirisi, böylece yemin ederlerse, da’vadanda kurtu­lurlar.

Eğer birisi yemin eder, diğeri etmezse; yemin etmeyen borcu öder; yemin eden ise, borçtan kujtulur. Muhıyt’te de böyledir.

Bir kimse, diğerine: “Ben, senin için, filanın üzerinde olan alacağına, bir aya kadar kefil oldum; artık, ben alım-.verimden beriyim.” alacaklı ise: “Belki de sen, bir aydan sonra, bir aya kadar alım-verim olmamak üzre kefiloldun. Bir aydan sonra ben alacağımı istiyorum.” derse, alacaklının sözü geçerlidir; kefilin sözü kabul edilmez. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimse, başkasına: “Filânın nefsi için, sana kefil oldum.” dediği zaman, mekfûlün leh (= alacaklı), borçludan bir sey iddia eyle-mezse, kefalet caiz olur.

Bir kimse, diğerinden, “kendi nefsî malından borcunu ödemesini” istese, me’mur onu kabul etmeye cebredilmez. Ancak, kabul ederse ve kefil olursa o zaman ödemeye cebredilir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Müntekâ’da şöyle zikredilmiştir:

Bİr kimse, diğer şahsa, bir kese içinde, bin dirhem ödediğinde ken­disine ödenen şahıs, bunun bin dirhemden noksan olmasından korkar; başka bir şahıs da “bin dirhemden noksan olanını ödemeye” kefil olur; bin dirhemi alan şahıs da, onu tamam bulduğu hâlde, bu dirhemler katkmlılı olursa, kıyâsda, bu kefİie bir şey gerekmez.

Bu, İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin kavlidir.

Bu dirhemleri teslim alan şahıs, harcamada bulunursa, hiç bir şeyle İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’e göre veren şahıs veren şahsa müracaat edemez. Bin yeni dirhem ödeyip, katkıntılı dirhemleri borçluya verir.

Borca, iki kişi ortak bulunduğunda, bunlardan birisi ortağının hissesine kefil olursa, bu kefalet bâtıldır.

Bir kadının, kocasında mehir olarak, bin dirhem alacağı olur, başka bir şahıs da, kocasından dolayı, bu kadına kefil olur,.sonra da bu kadın ölürse, kocası ve kardeşi, ona varis olurlar.

Kefil de, bu bin dirhemin yarısından kurtulur. Kardeşine isabet eden yarısı, kefilin üzerinde kalır; o da, kocadan alıp, kardeşe verir.

Bir müslüman, diğer bir müslümanda malının (alacağının) olduğunu iddia ettiğinde, diğeri bunu inkar eder; alacaklı da” onun emriyle, malına, bir zimminin kefil olduğunu” söyler; kefil olduğunu söylediği zimmi ve kefaleti inkâr ederse; alacaklının iki şahit dinletmesi hâlinde, onların şahitlikleri, kefil olan zimmi üzerine caiz olur; müs­lüman üzerine ise, caiz değildir. Hatta, kefil bu durumda mal iddia etse bile, asîle, bir mal için müracaat edemez. Bu husus aslın kefaletinin rivayetlerinde, ammeten zikrolunmuştur.

Bazı rivayetlerde ise: “Bu şehadetler, asla caiz olmaz.” denilmiştir. Muhıyt’te de böyledir.

Nefse veya mala kefil olan bir zat, kendi nefsini kefalet sözleşmesinden çıkardığı zaman, alacaklı ve borçlu hazır bulunurlarsa, nefsini kefaletten çıkaramaz; kefilliği baki kalır.

Vekile gelince, müvekkilinin huzurunda, nefsini vekâietten çıkarırsa, işte o vekâletten çıkmış olur.

Kitâb-ı Hıyel’de buna işaret olunmuştur.

Kefilin, kefaletten nefsini çıkarmaya hakkı vardır.

Bir adamın, başka bir adamla, va’deli alacağı olduğunda, bir başkası da alacaklıya: Eğer, alacağını fülan adamdan kaldırır, açarsan; işte ben, onun nefsine sana, kefil olurum” dedikten sonra, liu kefil, mal hulul etmeden nefsini kefaletten çıkarmak istese, bunu yapamaz. Burada mesele, “mal hulul etmeden” diye şarta bağlanmıştır ve bu bir işarettir. Şayet, mal halledilirse, bu kefil de, kefaletten çıkabilir. Zehıyre’de de böyledir.

Harâc’ta, kefalet ve rehin caizdir. Hidâye’de de böyledir.

“Bundan maksat Muvazzaf haracdır.” denilmiştir. Kifâye’de de böyledir.

Nevâibe gelince, eğer onunla murad, müşterek (= umuma ait) nehir kirası, mahalle bekçisinin ücreti, orduya teçhiz eden muvazzafın ücreti, esirlerin fidye hakkı veya beytü’1-mâl ile ilgili olmazsa, buna kefalet bi’1-icma’ caiz olur. Şayet onunla, —zamanımızda olduğu gibi— hükümdar için dikici, boyayıcı ve başkaları gibi haksız olarak çalışanlar murad edilirse-ki işte bu zulümdür bundaki kefalet hususunda âlimler ihtilâf ettiler. Fethu’l Kadîri’de de böyledir.

Fetva ise kefaletin sahih olduğu üzeredir. Vikâye’de de böyledir.

Bunun sahih olduğuna meyi edenlerden birisi, Şeyhu’î-İmâm Aliyyü’l-Bezdevî’dir. Hidâye’de böyledir. Nesefi, Şemsü’I-Eimme ve Kâdîhân’m kavilleri de; Fahru’l-İslâm’ın kavli gibidir. “Mutâlebenin teveccüh hakkı, diğer alacaklardan daha üstündür.”

Mutâlebe için, kefalet babında ibret vardır. Çünkü, onun iltizamına şürû edilir. Bunun için, biz deriz ki: “Kim bu nâiblerin hakkını adaletle dağıtmaya kalkarsa, önada ücret verilir. Her ne kadar, alıcısı zulmen almış olsa bile böyledir. Mi’racü’d-Dirâye’de de böyledir.

Kendisinde kefalet şart kılınan akidler üç kısımdır.

1) Eğer kefil, kefaletten önce huzurda olmaz veya kefaleti kabul etmezse yahut hazır olduğu halde kabul etmezse, bu durumda kefalet akdi, kıyâsen ve istihsânen bozuktur.

Şayet kefil, hazır olur ve kefaleti kabul ederse, bu istihsânen sahih olur. Bu şekildeki her sözleşme, fâsid şartlan ibtâl eder. ( = geçersiz kılar.) İster ahş-verişte, ister icârede, ister selem (= parayı peşin alıp, malı veresiye satmak) de olsun, bu böyledir.

2) Kefalet şartının bozulmadığı Akidler: İster, kefil hazır olsun; i ister hazır olmasın. İster kefaleti kabul etsin, isterse etmesin değişmez.

Bu öyle bir akiddir ki, fâsid şartlar, bunu ibtâl etmez (Borç gibi, mal karşılığı köleyi azat etmek gibi, nikâh ve kasden öldürme sulhu gibi…).

Ancak kefil kefaleti kabul etmezse; kefalet sabit olmaz. Kabule derse sabit olur. Ancak, bu hallerin hiç birinde akid, kefaletin şartlarıyla bozulmaz.

3) Kefilden önce, kefaletin şartları bulunursa, kefil hazır olsun veya olmasın, bu kefalet sahih olur.

Ancak, kefil, kefaleti kabuletmezse, o zaman kefalet sahih olmaz.

Bir kimsenin, diğerinde, sattığı bir sevin parası olarak, hâli hazırda ödemesi gereken bin dirhem alacağı veya veresiye yoluyla bin dirhem alacağı olduğunda alacaklı, borçludan kefil ister, borçlu da, kefil de bunu kabûlederse, bu borcu te’hir etmek sahih olur. Kefilin hazırda bulunup bulunmasıda fark etmez.

Ancak kefil, kefaleti kabul etmezse, bu durumda kefalet sahih olmaz. Muhıyt’te de böyledir.

Gemide bulunan iki kişiden birisi suyu az bir yere vardıklarında arkadaşına: “Eşyalarını suya at; benim eşyalarım seninle benim aram-dadır.” derse, bu fâsiddir.

Şayet, arkadaşı eşyasını atarsa bunu teklif eden şahıs, eşyasının yarısının kıymetini öder. Serâhsî’nin Muhıyti’nde de böyledir.

Teklif sahibi, dediğini yapabilmek için, denize atılan eşyaya, kendi eşyasının yarısı ile müşteri olur. Tatarhâniyye’de de böyledir.

Bir kimse, diğer bir şahsa karşı, “gerçekten, senin bana sermâye olarak verdiğin köleye, “Eğer efendiyin sermayesine hıyanette bulu­nursan, ben onu öderim.” diye söz verdin. Ve bu köle, gerçekten benim malıma, şu kadar hıyanette bulundu. Onu ödemek sana, düşer.” dese, bu dâva sahih olur. Füsûlü’l-Imâdiyye’de de böyledir.

iddia sahibi, müddeâ aleyhin, iddia olan şey üzerine kefil getirmeşini taleb ettiğinde, bu iddia olan şey, menkul (= taşınır mal) veya akar (= gelir getiren mal) veya borç olursa duruma bakılır: Eğer menkul olursa (ölçülen, tartılan şeyler gibi…) borçlunun kefil vermesi cebre­dilmez. Çünkü, onun hüküm meclisine getirilmesi gerekmez.

Şayet, misli de olmazsa, (köle, hayvan ve elbise gibi…) kefil vermesi cebredilir.

Eğer iddia olan şey, akar veya borç olursa, ondan kefil alınmaz. Serahsî’nin Muhıytı’nde de böyledir.

İbnü Semâ’a, Nevâdiri’nde, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’un şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

Bir kimse, diğeri için bir koyun kestiğinde, o şahıs, koyunu yer; bir başkası da, ona kefil olursa; ona koyunu koyun olarak ödemek gerekmez. İmâm Ebû Hanîfe (R.A.), böyle buyurmuştur. Çünkü, onun üzerine, koyun ödeme mecburiyeti yoktur.

Ancak, koyunun bedelini (— parasını) öder.

Bir adam, diğerine bir koyunu borç verdiğinde, alan şahıs, onu zayi eder; bir başkası da, ona kefil olursa, tazminat gerekmez. Çünkü, onun üzerine koyun yoktur.

Keza, insanların kendi aralarında, birbirlerine ivaz (= karşılık, bedel) olarak vermedikleri hiç bir şeyde tazminat gerekmez.

Gasbedilen bir şey de, helak olduğu zaman, aynı değil kıymeti tazmin edilir.

Sulhu’I-Asi1 da İmâm Ebû Hanîfe (R.A.)’nin şöyle buyurduğu nak­ledilmiştir:

Helak olan ayn hakkında, sulh, kıymetinin ekserisi üzerine yapılırsa, bu caiz olur.

İmâm Ebû Yûsuf (R.A.): “Bir adam, başkasının koyununu gas-bedip boğazlasa, bir başkası da, ona kefil olsa, ben ona tazmin eyletirim. Bu, hayvanların tamamında böyledir/’ buyurmuştur.

Keza, bir kimse, bir köleyi gasbettiğinde, bu köle yanında ölür, bir başkası da, ona kefil olmuş olursa, onu tazmin eyler.

Görmüyor musun ki, bir adam kölesinden kefili berî ederse, işte o kıymetinden berî olmuş olur.

Bu mes’eleler, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.)’dan nasdır ki, gasb olunan zayi olursa, kıymeti değil, ayn’i tazmin olunur. Zehıyre’de de böyledir.

el-Asl’da şöyle zikredilmiştir:

Bir adam, birisinin kölesini, cariyesini, bir malını veya parasını gasben (= zoraki) aldığında, bir başkası ona kefil olursa, onun kefaleti sahih olur. Bu kefil, gasbolunan bizzat duruyorsa, onu aynen öder. Eğer zayi olmuşsa, kıymetini öder. Asıl borçlu daicab ettiği gibi…

Bu şeyin kıymetinin miktarı hakkında alacaklı ile kefil arasında ihtilaf olduğu zaman, kefilin sözü geçerli olur.

Şayet gâsıb, kefilin kabul eylediği kıymetten fazlasını kabın ederse; bu fazlalık, ona ilzam edilir; kefile ilzam edilmez.

Kıymetin fazlalığına beyyinesi olması hâlinde kefil, o fazlalığı alır. Bu kitapta zikredümemiştir. Asîl borçlu, yemin ederse, bu böyledir; yeminden kaçınması hâlinde, ziyâdeyi ödemek ona ait olur.

Bu mes’ele şöyle: Kefil: “Onun kıymeti, beşyüz dirhemdir.” dediği hâlde, mah gasbolunan şahıs: “Hayır, kıymeti bin dirhemdir.” derse; bu durumda, borçludan yemin etmesi istenilir. Eğer, yemin etmekten kaçınırsa, kefilin bin dirhem ödemesi gerekmez.

Şayet, bunun hilâfına ikrarı sebkat olursa; şöyleki: Malı zoraki alı­nan şahıs onun kıymetinin bin dirhem olduğunu söylediğinde, kefil duyar ve sükût eder, kendisine yemin verilince de, ondan kaçınırsa; işte o zaman, kefilin bin dirhem ödemesi gerekir. Muhıyt’te de böyledir.

Kadı, müddeâ aleyh’den kefil talep olunursa, sika (=, İnanılır, güvenilir) bir kefil alır. Ve bana: “Üç güne kadar beyyine hazırla.” der. Çünkü onlar, her üç günde bir, hüküm için meclis kurarlar.

Şayet, müddeâ aleyh kefil vermekten kaçınırsa; hâkim, onun borcu ödemesini emreder; fakat, onu habseylemez. Hulâsa’da da böyledir.

Burada Sika, evi veya dükkânı belli olup, nefsini gizlemesi müm­kün olmayan kimse demektir.

Bundan başka, kefilin tacir veya benzeri olmasına, hâkim iltifat etmez.

Bir odada, tek başına oturan kimse de, sika olamaz.

Şayet dava olunan: “Ben, sika olan bir kefil bulamadım.” derse, onun sözü geçerli olur. Bu durumda iddia edenin, —alacaklının borçludan aldıpı gibi hareket ederek —alması emredilir. Muhıyt’te de böyledir.

Şayet iddia sahibi: “Beyyinem kayboldu.” der veya bir tek şahit gösterir ve: “Diğeri, hazırda yoktur.” derse, kefil alamaz. Hulâsa’da da böyledir.

Bu, borçlu, şehirde oturuyorsa böyledir. Borçlu misafir ise, kefü vermekte cebredilmez; hüküm meclisine gelene kadar müsâde edilir.

Eğer iddia eden zat, beyyine getirirse bu böyledir; değilse yolu açık bırakılır. Serahsi’nin Mııhıytı’nde de böyledir.

Müddeâ aleyh, “misafir olduğunu” söyler, iddia eden de, bunun inkâr ederse bu durumda iddia edenin sözü geçerli olur. Çünkü şehir­lerde, asıl olan ikâmettir. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Şayet “Ben, yarın (veya üç güne kadar) çıkarırım.” der ve üç güne kadar da kefil ederse, talip ( — alacaklı) da üç güne kadar çıktığını inkâr ederse, bakılır ve arkadaşlarına sorulur; eğer onlar: “Evet, bizimle beraber çıkmak için hazırladı” derlerse; onu çıkma zamanına kadar kefil eder.

Sefer (= yolculuk) sebebiyle icarı bozmakda böyledir. Hulâsa’da da böyledir.

Kadı’dan bu şekilde kefil istemenin, kitapdaki şartı hakkında âlimler şöyle buyurdular: “Bu hüküm, o şahıs âlime olduğu zaman böyledir. Eğer adam cahil ise, kadı iddia olunan kimseye emrederek, “kefil vermesini” söyler. îddia eden, kefil istemese bile, bu böyledir. Muhiyt’te de böyledir.

Bu kimse nefsi için kefilverdiği zaman, vekilden imtina eder. ( = kaçınır.) Bu durumda, kadı, onu cebredemediği gibi, mülâzemetini de emredemez.

Şayet, dava için vekil verirde, kefil vermekten kaçınırsa, bu durumda kefil vermeye zorlanır, (yâni cebredilir.) Hulâsa’da da böyledir.

Bir kimsenin üzerinde borç bulunur; önada rehni ve kefili olur ve bu borçlunun izniyle bir kefil daha olur, o da alacaklının alacağını öder sonra da, alacaklının elinde rehin helak olursa, Nevâzipde “Bu durumda, kefil, kefil olduğu şey için asîle müracaat eyler.” denilmiştir.

Bunun numunesi şudur: Bir kimse, bir şey sattığında, müşterinin emriyle bir de kefil alsa ve kefil parayı verdiğini iddia ettikten sonra da satılan şey satıcının yanında, helak olsa, bu durumda kefil satıcıyı dava edemez. Parası için de, ona müracaat edemez. Ancak, müşteri dava edebilir. Sonra da, müşteri, —kefilden dolayı- ona müracaat eder.

Bir kimsenin, başka bir kimseye borcu olur ve buna kefili de bulunur ve alacaklısı hem kefilden, hem de asilden rehin alır ve her birisi bu borç» bedel olmak üzere aldığı bu iki rehinden birisi rehin alan şahsın yanında zayi olursa, İmâm Ebû Yûsuf (R.A.^: “Eğer, ikinci defa aldığı rehin helak olduğu halde, rehin veren, önce ki alınan rehnin helak olduğunu biliyorsa, bu durumda, ikinci rehin, borcun yansına bedel olarak helak olmuş olur.

Burada bilmek ve bilmemekten bahsedilmemiştir. Sahih olan ise. zikredilmiş olmasıdır. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Eğer böyle bilmiyorsa bu, borcun tamamına karşılık olarak helak olmuş olur.” buyurmuştur.

Rehin Kitabı’nda şöyle zikrolunmuştur:

İkinci defa alınan rehin, borcun yarısına bedel olur.

Rehin Kitabı’nda: “Nasrâni olan iki köle, bir kitabet ile, ikisi birden bedellerine şarap vermek üzere, mükatep olduktan sonra, onlardan birisi müslüman olursa, şarabın tamamı bedele dönüşür; kitabet ise, baki kalır.

Keza, bu kölelerden birisi ölse de, onun vârislerinden birisi müs­lüman olsa, borç olan şarap bedele döndürülür. Kâfî’de de böyledir.

Yol korkusundan emin olmak için, tüccarlara borç yoluyla verilen paralar mekrûhdur. Allah Resulü menfaat çeken (- menfaat getiren, sağlayan bir biçimde) borç vermekten men eylemiştir.

Bunun şekli şudur: Bir kimse, bir dostuna vermesi için, bir tüccara on dirhemi, — enrânet yoluyla değil— borç yoluyla verir, böylece de, bu dirhemlerin yolda uğrayacağı zarardan kurtulup, kendisine fayda; sağlamış olur.

Ancak menfaat şart koşulmaz ve örf de böyle olmazsa, bunda bir beis olmaz. Kâfî’de de böyledir.

Bîr kimsenin, diğerine:”Filah yere kadar, yol emniyetine dâir, bana bir yazı yaz; sana bir miktar para vereceğim.” demesinde hayır yoktur. Zehıyre’de de böyledir.

Bir kimse, ortağından veya bir dostundan bir şahsa süftece (=poliçe)[29] tarzında, bir mektup getirip verince, o, bu mektubu okuduktan sonra, ona: “Benimle sana yazdı.” veya “Bana onu öde.” yahut “Bunu, sana yazdı” dese, işte bu bâtıldır. Zehıyre’de de böyledir.

Mektup gelen adam, dilerse, ona malı verir; dilerse vermez. Tahâvî şöyle buyurmuştur:

Kendisine mektup verilen zat, süftece mektubunu kabul eder ve içindekini önceki itimad üzere okursa, bu mektupta yazılmış olan malı verir. Veya mektubu yazan şahıs: “Bunu, sana yazdım; vereceğin şeye ben kefilim.” der. Fetâvâyi Kâdîhân’da da böyledir.

Fetva ise, önceki kavle göredir. Yâni, o ne yazarsa yazsın, isterse verir, isterse, vermez. Zehıyre’de de böyledir.

Şeyhu’1-İmâm Ebû Bekir Muhammed bin Fadl’ın şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

Bir adam, çırağını şehirlerden birisine yolladıktan sonra o çırak şehirden çıkınca, diğer bir çırağını da, öncekine, bir miktar ma! ile yollar, bilahare de ona bir süftece mektup yazarak bir adamın isminden bahsedip, “ona bir miktar mal verilmesini” ister; süftece mektubu çırağa varınca, o da, onu kabul edip verilmesi istenilen yere, mal ver­dikten sonra, ustasından, bu çırağa bir mektup daha gelir ve: “İsminden bahseylemiş olduğum kimseye, süfteceyi kabul etme.” der ve devamında da: “Eğer kabul eder, ona mal verirsen; onu sana ödemem.” derse; bu çırağa.imtinâ etmek hakkı var mıdır?

İmam şu cevabı vermiştir:

Eğer, yazılan mektup, süftecenin sahibi ise malda mektup yazılana verildi ise çırağın ona kefil olması ve ödemesi sahih olur. Çırağın geride” kalan malı, vermeme hakkı olmaz.

Fakat süftece sahibi malı katibe verirse, çırağın onu ödemesi’sahih olmaz. Ve bu durumda çırak, kalan malı vermeme hakkına sahiptir.

Bu çırağın, önceki verdiğini geri isteme hakkı da yokdur. Bu, çirak süftece sahibinin malına kefil olduğu zaman geçerlidir. Fakat, kefil olmazsa; bu çırak süftece sahibine, malı, iki yönden vermez. Ancak, diliyle kabul eder veya “filan için, mal benim üzerimedir.” diye mektup yazar ve bunun üzerine de şahit tutarsa; o zaman verir. Fetâvâyi Kâdî­hân’da da böyledir.

Bir başkasından, bir kısım tacirlere süftece olduğunda, o, maldan bir kısmını verir, bir kısmı ise, baki kalırsa, malın, mektupdan önce verilmiş, sonra da, mektup sahibine, “malı ver.” diye yazılmış; o da, mektupta yazılanı kabul etmiş olması hâlinde, gerçekten o mal, onun üzerine borçtur. Ve, o ödemeye cebrolunur.

Eğer kabul etmezse, cebredilmez.

Eğer mektup yazanın malı yoksa, mektup yazılana, mal vermesi için cebredilemez. Yalnız malı tazmin, mektup sahibine ait olur. Zehıyre’de de böyledir.

En doğrusun, noksan sıfatlardan münezzeh, her türlü kemâl sıfat­ları ile muttasıf olan. Allah-u Teâlâ bilir.

Hayat Rehberi

Kefalet Bölümü – Fetevayı Hindiyye – Muhammed Evrengzib

Fetevayı Hindiyye | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.