Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 15°C
Az Bulutlu
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Cum 14°C
Cts 19°C
Paz 21°C
Pts 19°C

İmam Malik ve Mezhebi

İmam Malik ve Mezhebi

İmam Malik ve Mezhebi – İslam’da Fıkhi Mezhepler | Muhammed Ebu Zehra

İmam Mâlik(93 —179 H.)

Irak’ta Küfe Mescidinde Ebu Hanife’nin ders halkaları vardı. Onun etrafını, metod ve istinbat ettiği fer’î fıkıh meselelerini gele­cek nesillere nakleden talebeleri sarmakta idi. Fıkhî görüşleri tale­beleri tarafından gelecek nesillere nakledilen en eski fakih, belki de odur. Buna muvazi olarak Medine’de de başka bir ders halkası var­dı. Bu halkayı başka bir İmam teşkil ediyor, onun etrafını da fıkıh ve hadis öğrencileri sarıyordu. O, ders halkasını, Peygamber (S.A.) in Mescidinde teşkil etmeyi ve aynı zamanda Emîru’l-Mü’minîn Ömer b. el-Hattab’ın, müslümanlann dâvalarını halletmek ve devlet işleri­ni düzenlemek için oturduğu yerde oturmayı tercih etmişti. Hicrî II. yüzyılın II. yarısında Peygamber’in Mescidine girenler burada yaşlı, top sakallı, kumral yüzlü, Uzun boylu ve heybetli bir üstadla karşılaşırdı. Etrafını çevreleyenler, heybetinden dolayı onun yüzüne doğrudürüst bakamazlardı. İşte bu zat, Hicret Yurdu’nun îmam’ı Mâlik b. Enes idi. Allah ondan razı olsun![2]

Soyu, Doğumu Ve Gençliği

En sağlam rivayetlere göre İmam Mâlik, 93 H. yılında Medine’­de Yemen kabilesine mensup Arab asıllı bir ana – babadan doğmuş­tur. Babası Yemenli Zû Asbah kabilesine mensup olup adı Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir el-Asbahi’dir. Annesi de, yine Yemen’in Arab kabi­lelerinden el-Ezd kabilesine mensup olup adı Âliye Binti Şureyk el-Ezdiyye’dir.

İmam Mâlik’in dedesi Mâlik, Yemen’in bir valisinden gördüğü zulüm üzerine Msdîne’ye gelip yerleşmiş ve Kureyş’e mensup olan Benî Teym b. Murra kabilesiyle hısım olmuştur. Sonra bu kabile mensuplarıyla dostluk (velâ’) akdetmiş ve gerekince kendisine yar­dım etmelerini sağlamıştır. Mâlik ailesi, Medine’ye yerleştikten son­ra bu aileye mensup olanların çoğu kendisini ilim, hadîs, sahâbîlerin haber ve fetvalarını rivayete vermiştir. İmam Mâlik’in dedesi büyük tabiîlerdendi. Ondan, oğlu, yani İmam Mâlik’in babası Enes ve Ebu Süheyl diye anılan Nâfi’ birçok rivayetler yapmıştır. Bura­da adı geçen Ebu Süheyl, rivayete en çok önem veren biri olup îbni Şihp,b ez-Zühri’nin hocaları arasındadır. Gerçi îbni Şihab yaşça on­dan pek farklı değildi. İbni Hacer’in «Fethu’1-Bârî» sinde aynen şöy­le denilmektedir: «Ebu Süheyl Nafi’ b. Ebî Enes b. Mâlik b. Ebî Âmir, İsmail b. Ca’fer’in hocasıdır. O, Zührî’nin de hocaları arasında olup Zühri’nin talebeleri de ona yetişmiştir. Yani Ebu Süheyl, Zührî’den sonra vevat etmiştir.[3]

O halde İmamamız, ilim ve hadis rivayetiyle meşgul olan bir ailede doğup büyümüştür. Gerçi babası, rivayet bakımından dedesi Mâlik ile amcası Ebu Süheyl’in seviyesinde değildi. Buna göre onun gençliğinde ilim ve rivayete yönelişi, başka bir sanata meyletmeyi-şi, hattâ kendisini tamamen ilme verişi normal birşeydir. İmam Mâ­lik’in «Nadr» isminde bir kardeşi vardı ki o da hadis tahsil etmiş, tâbiîn’in bilginlerinden ayrılmamış, onlardan ilim öğrenmiştir. İmam Mâlik, rivayete yöneldiği zaman kardeşinin şöhretine binaen Ahu’n-Nadr (Nadr’m kardeşi) diye biliniyordu. Daha sonra kendi şöhreti kardeşini bastırdı ve tersine Nadr, Ahû-Mâlik (Mâlik’in kardeşi) di­ye anılmaya başladı.

Onu, hem aile muhiti, hem de umumî çevresi ilme ve ilim tahsi­line yöneltiyordu. Çünkü yaşadığı muhit, Uz. Peygamber’in hicret ettiği, şeriatın vatanı, nurun kaynağı, ilk İslâmî hükümlerin vaz’edil-diği, Uz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman devirlerinde İslâm’ın merkezi olan Peygamber Şehri Medine idi. Uz. Ömer devri, Kur’an ve Pey­gamber’in Sünnetinden istinbat edilen İslâmî hükümler üzerinde itti­fak hâsıl olan bir devirdir ki, bu hükümler, aynı zamanda İslâmi­yet’in gölgesinde gelişen medeniyetler için çok yararlı olmuştur.

Medine, Emevîler devrinde de şeriatın merkezi ve âlimlerin mer­cii olmaya devam etmiştir. Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ile Abdulmelik b. Mervan’ın istişare ettiği bir sahâbî idi. Abdullah b. Ömer bunlara: «Eğer meşveret yapmayı istiyorsanız hicret ve sünnetin yurdundan ayrılmayınız», diye yazmıştır. Ömer b. Abdil-aziz, diğer ülkelerdeki müslümanlara sünnetleri öğretmek için, Me-dînelilere de yanlarında bulunan ve geçmişlerden kendilerine inti­kal eden şeyleri sorup öğrenmek içih yazılar yazmıştır.

İşte İmam Mâlik’in gençliğinde Medine bu durumda idi. Yâni hicret yurdunun İmamı, bu Peygamber Şehrinin ve kendisini ilme sevkeden aile muhitinin gölgesinde yetişmiştir.[4]

İlim Tahsîlî

İmam Mâlik, önce Kur’an-ı Kerîm’i hıfzetmiş ve ailesine, amcası ve ağabeyi gibi, kendisinin de ilim meclislerine gidip okumasını tek­lif etmiştir. Ailesi de onun bu isteğini müsbet karşılamış ve bu hu­susta kendisine en çok annesi ilgi göstermiştir. Annesine, ilim tah­sili için gitmek istediğini söylediği zaman O, kendsne en güzel elbi­seleri giydirmiş, sarığını sarmış ve: «Şimdi git, oku ve yaz…» de­miştir. Annesi sadece Mâlik’in kıyafetine önem vermemiş, aym za­manda onun tahsil edeceği hocaları da seçmiştir. O, oğluna;’«Rabîa1”ya git, onun ilim ve edebini öğren», derdi. Bu Rabia, Medine’de re’y ile meşhur olan büyük bir fakihtir. Annesinin bu teşvikiyle İmam Mâlik, Rabiatu’r Re’y’in derslerine devam etmiş ve genç yaşında on­dan re’y’e dayanan fıkhı öğrenmiştir. Hattâ bir çağdaşı; «Mâlik’i, Rabia’nın ders halkasında gördüm, kulağında askıküpe (şenf var­dı), demiştir[5].

Bundan sonra Mâlik, daldan dala konan ve her istediği ağacın, meyvesinden faydalanan bir kuş gibi, bütün âlimlerin meclislerine gidip gelmiştir. Fakat onun yanından hiç ayrılmadığı, kendisine dai­ma mürşidlik yapan bir hocası olması gerekirdi ki O, İbni Hürmüz’ü böyle bir üstad olarak kabul etmiş ve yanından ayrılmamıştır. Genç bir talebe olan Mâlik, hocasına karşı büyük bir hayranlık ve mu­habbet duyar ve onun ilmini takdir ederdi. O, hocası hakkilicla şöy­le der: «İbni Hürmüz’ün derslerine onüç sene devam ettim. Ondan öyle ilimler öğrendim ki, bunların bir kısmını halkdan hiç kimseye söylemiyorum. O, hava ehlini red bakımından ve insanların ihtilâf ettikleri şeyler hususunda onların en bilgini idi.» Mâlik, hocasının edebiyle edeplenmiş, onun ilim ve hikmetini ögrenniaştir. O, bu hu­susta der ki: «İbni Hürmüz’ün şöyle dediğini ismini: Bir âlim, ta­lebesine «lâ edrî bilmiyorum» demeyi miras olarak bırakmalıdır. Tâ ki böyle söylemek, onların ellerinde sığınacakları bir vâsıta ol­sun. Onlara bilmedikleri bir şey sorulduğu zaman «lâ edri bilmi­yorum» diyebilsinler.» Mâlik’in talebelerinden îbni Vehb; «İmam Mâlik, kendisine sorulan şeylerin çoğuna «bilmiyorum diye cevap verirdi», demiştir.

İşte İmam Mâlik’in böylesine tesirinde kaldığı îbni Hürmüz, Ab-durrahman b. Hürmüz olup el-A’rac ” topal» lakabıyla meşhurdur. O, Haşımîlerin azatlısı idi. Muhaddis ve kıraat ehli tabiîlerden­dir. Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudrî, Muaviye b. Ebî Süfyan gibi sahâbîlerden rivayet etmiştir. Kendisinden de ez-Zührî ve Ebu’z-Zinad gibi birçokları rivayet etmiştir. îbni Hürmüz, 117 H. yılında vefat etmiştir.[6]

Îlim Tahsîlîndekî Gayreti

İmam Mâlik, ilim tahsili için her türlü gayreti göstermiştir. Ça­ğındaki bütün bilginlerden faydalanmış ve ilim uğrunda hiçbir şe­yini esirgememiştir. Bu uğurda her türlü meşakkate katlanmış ve bütün varını yoğunu harcamıştır. Hattâ tahsil uğruna evini dahi sat­mıştır. O, hocalarının hiddetine katlanır, şiddetli sıcak ve soğuklar­da onların yanına gidip ilim öğrenirdi. Kendisi şöyle der: «Ben, öğ­le vakitlerinde Nâfi’a gelirdim. Güneşten korunmak için hiçbir ağaç bulamazdım. Dışarı çıkacağı zamanı gözetlerdim. Dışarı çıkınca onu bir an için terkeder ve görmemiş gibi davranırdım. Sonra önüne ge­çer, kendisine selâm verir ve yine onu terkederdim. Nihayet o içeri girince ben de arkasından girer ve kendisine; İbni Ömer şu mesele­ler hakkında nasıl düşünüyordu ?diye sorardım. O da, bu sorularımı cevaplandırırdı. Fakat, daima hiddetli idi.»[7]

Adı geçen Nafi’, Abdullah b. Ömer’in, azatlısı olup onun ilmini, Peygamber’den yapmış olduğu rivayetleri, sahâbîlerin amelini ve özellikle Emîru’l-Mü’minîn Ömer el-Faruk’un tatbikatını nakletmiştir.

Yukarıdaki ifadeden, İmam Mâlik’in güneşin sıcağına nasıl kat­landığını, hocasının hiddetinden nasıl korktuğunu, ondan Abdullah b. Ömer’in ilmini öğreninceye kadar nasıl sabır gösterdiğini anlıyabiliriz. Hocasına yük olmamak ve onu, sorularına cevap vermek hu­susunda bıktırmamak için nasıl titizlik gösterdiğini görmekteyiz. O, Uzun zaman hocasını bekliyor, onunla karşılaşınca selâm veriyor, sonra susuyor ve daha sonra soruyordu.

İmam Mâlik, îbni Şihab ez-Zührf den de ders almak hususunda çok gayret gösterirdi. O, Said b. el-Müseyyib gibi birçok tabiîlerden de ilim tahsil etmiştir, Saîd b. el-Müseyyib ile görüşmek için de, Nâfi’ ile görüşmek için gösterdiği gayreti göstermiştir. İbni Şihab ile görüşmek için de aynı şekilde davranırdı. îbni Şihab ile görüşmek için onun boş vakitlerini kollar ve sakin bir atmosfer içerisinde on­dan istifade ederdi.

İmam Mâlik’den şöyle rivayet edilmiştir: «Bir bayram günüy­dü. Kendi kendime, bugün îbni Şihab boş olur dedim ve camiden çı­kıp onun kapısında bekledim. O, cariyesine: Bak kapıdaki kimdir? dedi. Câriye kapıya baktı ve senin aşkar kölen Mâlik’dir, dedi. O da: Onu içeri al, dedi. Ben içeri girince: Sanırım ki daha evine gitmemiş­sin, dedi. Evet gitmedim, dedim. Yemek yedin mi? diye sordu. Hayır, dedim. Yemek ye, dedi. Yemeğe ihtiyacım yok, dedim. Öyle ise ne istiyorsun benden? dedi. Bana hadis anlaİmanızı istiyorum, dedim. Yazı yazacak sahîfelerini çıkar, dedi. Ben de çıkardım ve bana kırk tane hadis rivayet etti. Biraz daha rivayet etmesini söyledim. Bu ka­dar yeter. Bu hadisleri riavyet edersen sen de hafızalardan sayılır­sın, dedi.»[8]

İmam Mâlik, görüldüğü gibi işe rivayet ilmiyle başlamıştır ki bu, Peygamber (S.A.)’in hadislerinin ilmidir. Daha sonra sahâbîle­rin fetvalarını öğrenmek ve tesbit etmekle uğraşmış ve fıkhî görüş­lerini de bu temeller üzerine kurmuştur. Uz. Peygamber’in hadîs-i şeriflerine çocukluğundan beri saygı duyardı. Hattâ o, ayakta hadîs rivayet etmekten sakmırdı. «el-Medârik»te anlatıldığına göre kendi­sine; bize Amr. b. Dinar’dan anlat, diye sorulduğunda şöyle demiş­tir : «Onu hadîs rivayet ederken gördüm. İnsanlar ayakta onun söy­lediklerini yazıyorlardı. Ben Peygamber (S.A.)’in hadîsini böyle ayakta yazmayı uygunsUz buldum.» O, bir gün hocası Ebu’z-Zinad’a hadis rivayet ederken raslasmış ve halkasma katılmamıştır. Daha sonra onunla karşılaşınca hocası; Bizim halkamıza niçin oturmadm? diye sormuş, Mâlik de şu cevabı vermiştir: «Yer dardı, Peygamber (S.A.)’in hadîsini ayakta dinlemek istemedim.[9]

Tahsil Ettiği İlimler

İmam Mâlik, önce hadîs ve sahâbîlerin fetvalarını öğrendi. Fa­kat, bununla yetinmeyip hadîs ve rivayet ilminin yanında îslâmla ilgili bütün ilimleri tahsil etti.

Onun çağında akaid etrafında tartışmalar çoğalmıştı. Hâricile­rin kendilerine göre bir din ve akide anlayışları vardı. Keysaniyye, İmamiyye ve Zeydiyye gibi şiî fırkaların da kendilerine göre ayrı ay­rı görüşleri vardı. Mu’tezilîler de, akide ile ilgili nass’ları kendileri­ne has metodlarla açıklıyorlardı. Daha başka birçok fırkalar vardı ki bunların bir kısmı, kendilerine islâm adını verdikleri halde, îs-lâmiyetten büsbütün Uzaklaşmışlardı.

Fikrî bir önderlik yapmak isteyen herkesin, bütün bu görüş ve anlayışları bilmesi ve tesbit etmesi gerekiyordu, İşte İmam Mâlik, bütün bunları îbni Hürmüz’den öğrenmişti. Nitekim bunu kendisi anlatır. Gerçi o, öğrendiği şeylerin tamamını talebelerine intikal ettirmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki İmam Mâlik, ilmi iki kısma ayırı­yordu :

a) Bütün insanlara anlatılan mevzûlarla ilgili olan bilgiler: Bu kısma giren bilgiler, hiç kimseye zarar vermez, her insan aklı bunları öğrenip faydalanabilir. Bunlar, Peygamber (S.A.)’in hadis­leri, sahâbüerin fetvaları ve bunların halka açıklanması gibi husus­lardır.

b) Herkese anlatılmayan ve seçkin kimselere mahsus olan bil­giler : Bu türlü bilgilerin bir kısım kimselere faydasından çok za­rarı dokunmaktadır. Bunlar, çeşitli fırkaların görüşleri ve bu görüş­ler arasında sapık olanların reddedilmesiyle ilgili hususlardır. Bu ihtilaflı meselelerle ilgili hususları herkes anlayamaz veya bir kıs­mı yanlış anlar. Hattâ bunları reddetmek için uğraşırken bir kısım insanlar, bu sapık görüşlere kendilerini kaptirabilirîer…

îlmin üçüncü bir kısmı daha vardır ki, bu Uzun bir tahsilden sonra açıklanabilir. O da, re’ye dayanan fıkıh olup çeşitli meseleler hakkında fetva verme melekesidir. İmam Mâlik, ancak vuku bul­muş bir mesele üzerinde fetva verirdi. Vuku bulma ihtimali olsa dahi, vuku bulmamış olan meselelere cevap vermezdi.

İmam Mâlik’in, biraz önce söylediğimiz gibi hadîs’e bağlı ola­rak tahsil ettiği ilim, sahâbîlerin ve kendisinin yetişemediği tabiî­lerin fetvalarıdır. Uz. Ömer’in fetvalarını, Abdullah b. Ömer’in fet­valarını, Zeyd b. Sabit, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Affan ve Peygarmber (A.S.)’den öğrendikleri şeyleri açıklayarak fetvalar ve­ren diğer sahâbîlerin fetvalarını öğrenmiştir. Elbette bu sahâbîler, vahyin gelişine şahit olmuş. Peygamber CS.A.)’i gözleri ile görmüş ve O’nun hidâyet nurundan bizzat faydalanmış kimselerdir. İmam Mâlik; Said b. el-Museyyib, el-Kasım b. Muhammeb, Süleyman b Yesâr gibi sahâbüerin fıkhını yakından bilen, anlayan ve tetkik eden büyük tabiîlerin fetvalarına da çok önem vermiştir.

İmam Mâlik, hadîs-i şeriflerin yanında sahâbî ve tabiîlerin fık­hını öğrenmekle yetinmemiş, aynı zamanda re’ye dayanan fıkha da yönelmiştir. Medine’de Yahya b. Said ve Rabîatu’r-Rey diye bilinen Rabîa b. (Ebî) Abdirrahman gibi re’y taraftarı fakîhlerden ders okumuştur. Öyle anlaşılıyor ki Medine’deki Eabîa ve diğer re’y taraftar fakîhlerden intikal eden re’y. Iraklı fakîhlerin re’yine benzememek tedir. Iraklı fakîhlere göre re’y, kıyasa dayanmaktadır. Onlara gö re kıyas da, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü aralarındaki ortak ve hükme esas teşkil eden illet sebebiyle, hakkın da nass bulunan bir meseleye mukayese ederek açıklamaktır. Rabîe ve diğer Medineli fakîhlere göre re’yin esası, nass’larla çeşitli mas­lahatları bağdaştırmaya dayanmaktadır. Bu itibarla el-Medârik’de aynen şöyle denilmektedir: «İmam Mâlike: Siz, Rabîa’nın meclisinde kıyas yapar ve bu konuda birbirinizden daha çok fikir beyan eder miydiniz?diye sorulduğunda, O, Vallahi hayır, demiştir.[10]

Bundan anlaşılıyor ki İmam Mâlik, kıyas ve fer’î meselelerin yer aldığı re’y ile fazla uğraşmamıştır. Hatta O, olmamış meselele­ri olmuş gibi ele alıp hükümlerini açıklamaktan ibaret olan «takdirî fıkıh»’dan hoşlanmazdı. Bu türlü fıkıh, Irak’da daha çok olup kı­yastan, meselelerin hükmüne esas teşkil eden illetlerin araştırılma­sından ve bu illetlerin bulunduğu meseleleri aynı hükme bağlamak­tan ileri geliyordu.

İşte îmam Mâlik, ilim tahsiline koyulduğu zaman en çok Pey­gamber (S.A.)’in hadîsleriyle ilgili olan rivayet ilmiyle meşgul ol­muş ve bu1 ilmi güvenilir kaynaklardan tahsil etmiştir. O, Peygam­ber ve sahâbîlerden rivayet edenleri (râvîleri) araştırır, bunlardan fakih olan güvenilir Csika) kimseleri tesbit ederdi. îmam Mâlik, râ­vîleri tanımak, onların aklî güçlerini ve fıkhî derecelerini kavramak hususunda güçlü bir firaset sahibi idi. Onun —Allah kendisinden razı olsun— şöyle dediği rivayet edilir: «Bu ilim, din ilmidir. Bunu aldığınız kimselere dikkat ediniz. —Peygamber’in mescidinin direk­lerini işaret ederek— şu sütunların yanında «Peygamber (S.A) şöy­le buyurdu…» diyenlerden yetmiş kişiye ulaştım. Bunların hiçbirin­den bir .şey almadım. Bunlardan, ancak kendisine Beytu’1-Mal ema­net edilebilecek kişi emîn bir kimse olabilir. Fakat, onların hiçbirisi buna ehil [11]değildi.[12]

Hocaları

Güvenilir râviler, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söyle­mişlerdir: «İnsanlar, ilim tahsilinde devenin karaciğerine benzer­ler. Onlar Medîneli bir âlimden daha bilgin —diğer bir rivayete göre daha fakîh— bir âlimi bulamazlar.» Mâliki Mezhebinde olanlar bu hadîs-i şerifin, İmam Mâlik hakkında vârid olduğunu ileri sürerler. Buradaki «Medîneli bir âlim» sözü ile İmam Mâlik’in kasdedildiğini söylerler. Biz ise, bu hadîs-i şerifi daha geniş mânâda kabul ediyor ve bununla Medine’deki ilmin üstünlüğünü, buradaki âlimlerin de­rinliğini ve çokluk bakımından imtiyazlı olduklarını açıklamak, İmam Mâlik’i de içine alan fikrî bir çevreye sahip oluşu itibariyle Medine’nin şerefini göstermek istiyorUz. Emevîler devri ile Abbasîle-rin ilk devirlerinde Medine’nin ilim bakımından üstünlüğü tarihî bir gerçektir. Hulefâ-i Râşidîn devrinde Medine, sahâbilerin, özellikle onlardan ilk İslâm’a girmiş olanların karargâhı idi. Çünkü Uz. Ömer, ihlâslarmın üstünlüğü, ilimlerinin derinliği sebebiyle onları Medi­ne’de alıkoymuştur. Peygamber (S.A)’in mübarek ilminin hâmili olan bu sâhâ-bîîerin savaşlarda ölüp gitmelerine gönlü razı olmayan Hz. Ömer, onları yanında alıkoymuş ve görüşlerinden faydalanmış­tır… İşte bu yüzden onların ilmi, Hz. Osman ve Hz. Ali devrinde bâ­zıları çeşitli İslâm ülkelerine dağılıncaya kadar Medine’de kalmış­tır.

Emevîler devri gelince; âlimler, diğer şehirlerdeki fitnelerin çok­luğu ve vahyin merkezi olması, Peygamber (S.A)’in mübarek cis­mini sinesinde bulundurması hasebiyle Medine’ye sığınmışlardır. Ayrıca sahâbîlerden hayatta kalanlarla, bunlardan ölmüş olan bil­ginlerin ilim ve rivayetleri burada idi. Tabiîlerin de çoğu Medine’de oturuyordu. Irak, Şam ve diğer memleketlerde bulunan tabiîler, sa­yıca Medine’dekilerden çok daha az idiler. Emevîler devrinin sonu­na doğru âlimler çeşitli fitnelerden ve tahtları sallantıya düşen hü­kümdarların baskılarından kaçıp Hicaz’a geliyorlardı. Daha önce de gördüğümüz gibi Irak fukahasımn başı olan İmam Ebu Hanîfe, ca­nını kurtarmak için Mekke’ye sığınmış ve altı yıl Beytullah’ın mü­caviri olarak kalmıştır.

İmam Mâlik, zekî ve kavrayışlı bir genç olarak böyle bir muhit­te yetişmiş, işare’t ettiğimiz yüz kadar büyük bilginden ilim tahsil etmiştir. O, buradaki bütün düşünce metodlarını öğrenmiştir. Hattâ İmam Ca’fer-i Sâdık’m meclislerini de kaçırmazdı. el-Medârik’de kendisinden aynen şöyle nakledilmektedir:

«Ca’fer b. Muhammed’e gelirdim. O çok şakacı ve güleç yüzlü idi. Yanında Uz. Peygamberin adı anılınca yüzü sararırdı. Ona Uzun zaman devam ettim. Her görüşümde onu ancak üç şeyden biri ile meşgul bulurdum: Ya namaz kılar, ya oruç tutar veya Kur’ân okurdu. Abdestli olmadan Uz. Peygamber’den hadis rivayet etmez­di. Mânâsız sözleri hiç ağzına almazdı. O, Allah’dan korkan zâhid ve âbid âlimlerden idi. Yanma geldiğim zaman yastığını alır, mutlaka bana ikram ederdi…»[13]. İmam Mâlik, onun ve diğer hocalarının faziletlerini burada Uzun Uzun.anlatır.

İmam Mâlik, Medine’deki bütün sahâbîlerin rivayet ve fetvala­rı ile Uz. Peygamberin sözlerini toplamak için büyük bir gayret göstermiştir. O, Uzun zaman îbni Hürmüz’den ayrılmadığı halde Me­dine’nin öteki bilginlerinden de ilgisini kesmemiştir. Kendisi Me­dine’de ilim tahsil ettiği bilginlerin silsilesini şöyle anlatır:

«îbni Şihab ez-Zührî’nin şöyle dediğini işittim: Biz bu ilmi Ravza-i Mutahhafa’daki insanlardan aldık. Onlar: Said b. el-Mûseyyib, Ebu Seleme, Urve, el-Kasım, Salim, Hârice, Süleyman ve Nafi’dir… Sonra onlardan îbni Hürmüz, Ebu’z-Zinad, Rabîa, el-Ensâri ve bir ilim denizi olan îbni Şihab rivayet etmiştir. Bunların hepsi yukarı­da adı geçenlerden okumuşlardır.»[14].

Bu gösteriyor ki îmam Mâlik, îbni Hürmüz, Ebu’z-Zinad, Rabîa, Yahya b. Said el-Ensârî ve İbni Şihab ez-Zührı’den tahsil görmüş­tür.

Daha önce de söylediğimiz gibi İmam Mâlik, Abdullah b. Ömer’­in fetvalarıyla onun, babası Uz. Ömer’den naklettiği şeyleri ve azat­lısı Nâfi’in rivayetlerini biliyordu. O, bu yolla Uz. Ömer, Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Ömer ve benzeri sahâbîlerin fıkhına dayanmak­tadır.

İmam Mâlik’in yukarıda adlarını andığı bilginler, sahabe ve ta­biilerin fıkhını rivayete önem vermekle beraber, onların rivayet ve­ya re’y’e dayanan fıkha karşı gösterdikleri ilgi değişiktir. Meselâ, Abdullah b. Ömer’in azatlısı Nâfi’, Ebu’z-Zinad ve îbni Şihab ez-Zührî’nin fıkhı daha çok rivayete, buna mukabil Rabia ve Yahya b. Said gibi fakihlerin fıkhı da daha çok re’y’e dayanmaktaydı. Îbni Hürmüz’e gelince, onun hakkında îmam Mâlik’in rivayetleri arasın­da fazla bir şey bulamıyorUz. Lâkin İbni Hürmüz’ün, İmam Mâlik üzerinde kuvvetli bir etkisi olduğu muhakkaktır. Öyle görünüyor ki O, İbni Hürmüz’den îslâm kültürü, akaid ve fırkalara dair konular­da çok faydalanmıştır. Buna yukarıda da dokunmuştuk. Fakat ibni Hürmüz, kendisinden rivayet edilmesini istemezdi. Bu yüzden o, İmam Mâlik’i, rivayet senedinde kendisini anmaktan menetmiş, Uz. Peygamber’den bir şey rivayet edilirken yanılmış olması korkusuy­la kendi isminin şöhret bulmamasını istemiştir.

Bu açıklamalara dayanarak, îmam Mâlik’in hocalarını iki kıs­ma ayırabiliriz:

1 — Fıkıh ve re’y üstadları,

2 — Hadîs ve rivayet üstadlan.

îmam Mâlik bu üstadlann hepsinden ders almış, fakat her öğ­rendiği şeyi olduğu gibi kabul etmeyip tetkik ve tenkit süzgecinden geçirerek, bâzısını kabul etmiş, bâzısını da reddetmiştir. îbni Hür­müz’ü çok takdir, ettiği halde, sözlerini tetkik süzgecinden geçirir ve kendisi ile münakaşa ederdi. Bu sebepten îbni Hürmüz, onunla ilmî mübâhaselere girer ve bu mübâhaselerde ona arkadaşı Abdülaziz b. Ebî Seleme’yi de katardı. îbni Hürmüz’e; Biz sana bir şey soruyo­rUz cevap vermiyorsun. Mâlik ve Abdülaziz bir şey sorunca cevap­landırıyorsun’, denildiğinde O şöyle demiştir:

«Vücuduma bir zaaf geldi, aklıma da böyle bir şeyin arız olup olmadığından emin değilim, siz bana bir şey sorduğunUz zaman ce-vaplandırsartı aynen kabul edeceksiniz. Halbuki Mâlik ile Abdül­aziz verdiğim cevabı inceleyip doğru ise kabul, değilse [15]terkediyorlar.[16]

Medine’de Re’y Fıkhı

Irak re’y fıkhının, Hicaz da —bilhassa Medine— hadîs fıkhının merkezi olarak tanınmıştır. Bu görüş büyük bir revaç bulmuş, hat­tâ îslâm fıkıh tarihinde herkesçe kabul edilen bir dereceye ulaşmış­tır. Biz de, re’y taraftarı fakîhlerin Irak’da sayı bakımından Hicazdakilerden daha çok olduğunda şüphe etmiyorUz. Fakat, Irak fıkhı­nın tamamen re’ye, Hicaz fıkhının da tamamen hadîs’e dayandığı­nı söyleyemeyiz. Çünkü, hadîs Irak’ta, re’y de Medine’de kabul edil­mekte idi. Çağının büyük tabiîlerinden biri ve îbni Şihab ez-Zühri gibi bilginlerin hocası olan Said b. el-Müseyyib, fetva vermekten çekinmez ve «Cesaretli Said» lâkabı ile anılırdı. Fetva hususunda cüretle hareket eden bir kimse elbette” fetvası için birçok hallerde re’y’e başvurmak zorundadır. Bâzı tabiîler de rivayetleri çok ciddî bir şekilde inceliyor, herhangi bir hadîsi Allah’ın Kitabı, Peygam-ber’in Sünneti ve ittifakla kabul edilen îslâmî esaslarla karşılaştır­madan kabul etmiyorlardı. Rabîa, Medînelilerin amelini, âhâd olan ve meşhur olmayan hadîslere tercih ediyordu. Rabîa: «Bin kişinin bin kişiden .yaptığı rivayet, tek kişinin tek kişiden yaptığı rivayet­ten daha üstündür», derdi. îşte ilerde açıklayacağımız gibi, îmam Mâlik de- bu metodu kabul etmiştir.

Medine’de fıkhı çalışmalar çok ve bu arada istinbat büyük bir yer işgal etmekte idi. Öyleyse fıkıh çalışmalarının yapıldığı bir yer­de elbette re’y ye tahric de bulunacaktır. Gerçekten Iraklıların re’y metodu, Medînelüerin re’y metodundan ayrılıyordu.-Iraklılara göre re’y metodu kıyas idi. Çünkü onlar, Abdullah b. Mes”ud, Ali b. Ebî Talib ve bunladdan nakillerde bulunan Alkame, İbrahim Nahaî ve diğer tabiîlere uyuyorlardı.

Iraklılarda hadis, Hicazlılara nisbetle miktar ve üstad bakımından farklı idi. Her memlekette fikir önderliği yapan ve önderliğini yaptığı fikri rivayetle besleyen âlimler bulunuyordu. Nihayet bu türlü fıkhı çalışmalarda yapılan önderlik etrafında ayrı ayrı metod ve mezhebler teşekkül etmeye başladı.

Bu konuda Veliyyullah Dehlevî şöyle söyler: «Her bilgin kendi memleketinin ve hocalarının mezhebini seçmiştir. Çünkü o, hoca­larının mezhebini seçmiştir. Çünkü o, hocalarının sözlerinin doğru­luğunu daha iyi biliyor, onların kabul ettiği esaslara daha çok ria­yet ediyor ve gönlü onların üstünlüklerine daha çok meylediyordu. Meselâ; Uz. Ömer, Osman, İbni Ömer, İbni Abbas ve Zeyd b. Sabit’-in mezhebi ile bunların talebelerinden Said b. el-Museyyib —bu Uz. Ömer’in verdiği hükümlerle, Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadîs­leri en iyi bilen bir kimsedir—, Urve, Salim, Atâ b. Yesar, el-Kasım, ez-Zühri, Yahya b. Said ve Zeyd b. Eşlem gibi bilginler, Medînelile­rin nazarında uyulmaya ötekilerden daha lâyık idiler. Çünkü Peygamber (S.A.) Medine’nin faziletlerini, bu şehrin fakîhlerin merke­zi ve her devirde âlimlerin toplanma yeri olacağını beyan etmiştir. Bunun içindir ki îmam Mâlik, onların yolundan gitmiştir. Öte yan­dan Kûfelilere göre Abdullah b. Mes’ud ve talebelerinin mezhebi, Şureyh ve Şa’bî’nin hükümleri ile ibrahim’in fetvaları kabul edilme­ye daha lâyıktı.»[17].

Re’y Iraklılarda olduğu gibi, Medînelilerce de kabul ediliyordu. Fakat, her iki memleket fakîhleri arasında elbette bir ayrılık vardı. Bunun esasını her ekole bağlı olan tabiîler arasındaki ihtilâf teşkil ediyordu. Tabiatıyla rivayet ve re’y bakımından da bu iki memleket fakîhleri arasında bir fark vardı. Şüphesiz rivayet, Medine’de daha çoktu. Çünkü orası, bir kere sahâbîlerin en çok bulunduğu yer”di. Öte yandan birçok tabiîlerin de merkezi idi. Ayrıca Medînelilerle Iraklılar arasında şu bakımdan da ihtilâf mevcuttu: Büyük tabiîlerin sözleri, îmam Mâlik ve kendinden önceki hocaları gibi Medine fa-kihlerince büyük bir değer taşıyordu. Buna karşılık, büyük bile ol­salar, tabiîlerin görüşlerine Irak fakîhleri doğrudan doğruya bağlan­mıyorlardı. Meselâ, Ebu Hanîfe, şöyle diyordu: -îş İbrahim ve Hasan’a gelince onlar da insan, biz de insanız.»

Medînelilere göre re’y hadîslerden çıkarılmakta, Uz. Ömer ve ondan sonrakilerin maslahata uyarak hareket etme metoduna da­yanmaktadır. Bu türlü re’y, bir nevi hadîs ve rivayetlere benzemek­te olup mânâ bakımından bu hadîs ve rivayetlerin dışına çıkma­maktadır.

Bu incelemeden şu sonucu çıkarabiliriz: Bâzı fıkıh tarihi yazan­ların zannettiği gibi Medine’de re’y çok az değildir. Gerçi Irak’taki re’y’e nisbetle az olup metodu da Iraklılarınkine uymamaktadır.

İmam Mâlik, Medine’de hem re’ye, hem de rivayete önem ver­miştir. Çünkü o hem fakîh, hem de muhaddis idi. Veliyullah Dehlevî bu konuda şöyle der: «Mâlik, Peygamber (S.A.)’in hadîslerini fcesbit bakımından Medînelilerin en yetkilisi, isnad bakımından on-iann en güvenilir olanı idi. Uz. Ömer’in hükümlerini, Abdullah b. Ömer, Uz. Âişe ve bunların taleblerinin sözlerini, içlerinde en iyi bi­len odur. îmam Mâlik ve emsali fakîhler sayesinde rivayet ve fet-vâ ilmi ayakta kaldı. Ona bir mesele geldiği zaman, bu meseleye ait hadisleri zikrederek fetva verir ve onu en güzel şekilde [18]cevaplandırıldı.[19]

Îmam Mâlikin Ders Vermeye Başlayışı

îmam Mâlik, ders ve hadîs rivayetine, Medine’nin ilmini tam olarak öğrenip kendi nefsine güven hâsıl olduktan sonra başlamış­tır. Öğrenimini bitirdikten sonra O, Öğrendiklerini başkalarına öğ­retmek, Peygamber (S.A.)’in hadîslerini güvenilir râvîlerden aldığı gibi insanlara nakletmek, fetva vermek, tahriçte bulunmak ve fet­va soranlara yol göstermek vazifesini hissetmiştir. Anlaşıldığına gö­re derse ve fetva vermeye başlamadan önce O, iyi ve erdemli kişi­lerle istişarede bulunmuştur. Bu konuda kendisi şöyle der: «Her is­teyen hadis ve fetva vermek için mescidde oturamaz. îyi, erdemli (faziletli) ve mescidde itibarı olan kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer, onlar, kendisini buna ehil görürlerse oturup ders ve fetva ve­rebilir. Ben, ilim sahiplerinden yetmiş kişi benim buna ehil olduğu­ma şahitlik etmedikçe, mescidde oturup ders ve fetva vermedim.»

Ehliyetine dâir yapılan bu sağlam şahadetten sonradır ki îmam Mâlik, ders ve fetva vermeye başlamıştır. Fakat, bu sırada onun kaç yaşında olduğu tam olarak bilinmemektedir. Ancak, hayatıyla ilgili rivayetlerin heyeti mecmuasından bu sırada onun olgunluk çağına ulaştığı ve bu çağa gelmeden derse başlamadığı anlaşılmaktadır.

Râviler der ki: îmam Mâlik kendisinin ehliyetine dair 70 âlimin şahadetine rağmen derse başlamamıştır. Ancak Rabia ile ihtilâfa düştükten sonra ders vermeye karar vermiştir. Bu ihtilâf, Leys b. Sa’d’in îmam Mâlik’e yazdığı risalede anlatılmaktadır. Bu risalede aynen şöyle denilmektedir: «Bildiğim, hazır bulunduğum, senin ve Medînelilerden Yahya b. Said, Ubeydullah b. Abdülah b. Ömer, Ke­sir b. Ferkad ve bu Kesir’den daha yaşlı olan re’y sahibi Medînelile­rin görüşlerini işittiğim hususlarda Rabia ile aranızda ihtilâf çık­mış; hattâ o, seni meclisini terk etmek gibi hoşlanmadığın bir şeye mecbur etmişti. Ben, Rabîa’yı kınadığım bâzı şeyler hakkında sen ve Abdülaziz b. Abdilah ile müzakere etmiştim. Siz ikiniz, benim kabul etmediğim şeyde bana muvafakat ediyor ve benim hoşlanmadığım şeyden siz de hoşlanmıyordunuz. Bununla beraber Allah’a hamd ol­sun, Rabîa çok hayır, sağlam bir akıl, apaçık bir üstünlük, îslâmî güzel bir yaşayış, genel olarak bütün arkadaşlarına ve özellikle bize karşı sâdık bir muhabbete sahiptir. Allah ona rahmet ve mağfiret etsin. Onu, amelinden daha güzeli ile mükâfaatlandırsın.»

Şayet Rabîa’nın 136 H. yılında öldüğü doğru ise, bu tarihte İmam Mâlik 43 yaşında idi. Buna göre îmam Mâlik’in Rabîa ile ihtilâfa düştüğü zaman olgunluk çağma ulaşmış olduğu düşünülebilir ki, mâkul olanı da budur.[20]

Ders Verme Usûlü

İmam Mâlik, ilk önce Peygamber (S.A.)’in mescidinde ders ver­meye başlamış ve yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,’ Ömer b. Hattab’ın oturduğu yerde oturmayı tercih etmiştir. Aynı zamanda Me­dine’de Abdullah b. Mes’ud’un oturduğu evde oturmayı tercih et­miştir. Çünkü, hem ders verdiği yerde, hem de ikamet ettiği evde sahâbîlerin eserleri kendisini çevrelemekte idi. Nitekim O, düşün­ce ve re’yi bakımından da sahâbîlerin yaşadığı atmosfer içerisinde yaşamakta idi.

îmam Mâlik, İmam Ebu Hanîfe gibi hayatı boyunca derslerine, mescidde devam etmemiş ve idrarını tutamama (selis-i bevl = pros­tat) hastalığına yakalandığı zaman derslerine evinde devam etmiş­tir. Hastalığı şiddetlenince insanların yanına çıkamaz olmuş, fakat derslerini kesmemiştir. îbni Ferhun’un “ed-Dibac el-Müzehheb»’inde şöyle denilmektedir:

«el-Vakîdî der ki: Mâlik mescide gelir, beş vakit namazla cena­ze namazlarında hazır bulunurdu. Hastaları ziyaret eder, gerekli işlerini görür, sonra mescide gelip otururdu. Bu sırada talebeleri et­rafına toplanırdı. Daha sonra mescide gelip oturmayı terketmiştir. Sadece namazını kılar ve ders verdiği yere dönerdi. Sonra cenaze­lerde hazır bulunmaktan da vazgeçmiştir. Cenaze sahiblerine gelir, onları teselli ederdi. Daha sonra O, bunların hepsini terketmiştir. Camiye ne beş vakit namaz için ne de Cum’a için gelemez olmuştur. Bu sırada hiçbir kimseyi taziye için de gelemiyordu. İnsanlar, ölün­ceye dek ona bakmışlardır. Bâzan kendisine durumu sorulduğu za­man şöyle derdi: Her insan özrünü söyleyemez.»

İmam Mâlik’in iki türlü ders meclisi vardı:

1 — Hadîs dersleri,

2 — Vultû bulmuş mes’elelerle ilgili dersleri, yâni fetva işleri. O, derslerine evinde devam ettiği zamanlarda da bu iki türlü

ders meclislerini yürütüyordu. Bir talebesi,bu konuda şöyle anlatır: «İmam Mâlik, derslerini evinde vermeye başladıktan sonra, insan­lar evine ders için geldiğinde cariyesi çıkar ve onlara: Hoca, sizin hadîs için mi, yoksa meseleler için mi geldiğinizi soruyor, derdi. On­lar: Mes’eleler için geldik derlerse, İmam Mâlik çıkar, onların fetva­larını verirdi. Hadîs için geldik derlerse, oturunUz, der ve gusülha-nesine girip gusleder, güzel kokular sürünür, yeni elbiseleriyle tay-lasanını giyer ve sarığım sarardı. Kendisine bir de kürsü hazırlanır­dı. Bundan sonra o, güzel bir kıyafetle, hoş kokular sürünmüş olarak ve huşu içerisinde derse gelenlerin yanma çıkardı. Öd ağacı yakılır ve hadîs-i şerif dersini bitirinceye kadar bu öd ağacı buhurlanırdı.»[21]

Kısaca İmam Mâlik, günlerinin bir kısmını hadîs-i şerife, bir kıs­mını da mes’ele ve fetvalara ayırmıştır. Kendisine sorulan mes’eleleri inceler ve cevaplarını yazılı olarak verirdi. Hem Medine valisi­ne, hem de başkalarına karşı aynı şekilde yazılı olarak cevap ve­rirdi.

İmam Mâlik, ister hadîs ister fetva ile ilgili olsun, derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup lüzumsUz lâflardan tamamen Uzak kalırdı. Bunları, ilim tahsil edenler için şart koşardı. O, şöyle der­di: «İlim tahsil etmek isteyenlere vakarlı, ciddiyetli, haşyetli olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin bilhassa ilmî müzakereler sırasında nefislerini mizahtan Uzak tutmaları ge­rekir..» Yine O, şöyle derdi: «Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken âdabdandır.» İmam Mâlik, kendisini bu hususta çok sıkı bir şekilde kontrola tâbi tutmuştur. Hatta onun elli senelik hocalık hayatında, ders verirken bir defa bile güldüğü bilin­memektedir.

Onun bu tutumu, yaradılışmdaki katılığın neticesi değildir. Sadece din ilminin edebine bağlanışından ileri gelmiştir. O, dini ilim meclislerinin dışında sade bir hayat yaşar, serbest ve mütevazı dav­ranırdı. Bir talebesi onun hakkında şöyle der: «İmam Mâlik, bizimle oturduğu zaman sanki bizden biri gibi davranırdı. Konuşmalarımı­za çok. sade bir şekilde katılırdı. O, bizden daha mütevazı idi. Ha­dîs-i şerif anlatmaya başlayınca onun sözleri bize heybet verirdi; sanki o bizi, bizde onu tanımıyorduk.»

Yıl içinde İmam Mâlik’in derslerine Medînelilerden isteyen her­kes gelirdi. Dersi ister evinde ister mescidde vermiş olsun. Fakat derslerini tamamen evinde vermeye başlayınca, hac mevsiminde dersini dinlemek isteyen hacıların hepsini evi almazdı. Bu bakım­dan o, önce Medînelileri kabul eder, bunlara hadîs rivayetiyle fetva verme işini bitirdikten sonra diğerlerinin içeri girmesine izin verir­di. Kimi zaman da evinin önü çok kalabalıklaşmca, memleketlerine göre onları sıra ile içeri alırdı. el-Medarik’te şöyle denilmektedir:

«el-Hasen b. Rabî’ der ki: İmam Mâlik’in kapısında idim, onun münâdisi, önce Hicazlılar içeri girsinler, diye çağırdı ve yalnız Hicazhlar içeri girdiler. Sonra Şamlılar girsin, diye çağırdı. Daha son­ra da Iraklılar girsin, diye çağırdı. Bu yüzden, onun yanına en son giren ben oldum. Ebu Hanîfe’nin oğlu Hammad da aramızda idi.»

İmam Mâlik, ancak vuku bulmuş mes’eleler hakkında fetva ve­rirdi. Vuku bulmamış mes’eleye, vuku bulması mümkün bile olsa, İmam Ebu Hanîfe’nin verdiği gibi fetva vermezdi. Birisi ona vuku bulmamış bir mes’ele sordu. İmam Mâlik de ona: «Olanı sor, olmayanı bırak.» dedi. Talebesi Îbnu’l-Kâsım derki: «İmam Mâlik, olma­mış bir mes’eleye hemen hemen hiç cevap vermezdi. Talebeleri, öğ­renmek istedikleri bir mes’eleyi, bir adamın ona gelip bunu olmuş bir mes’ele gibi sorması ve onu hocalarının cevaplandırması için hi­leye başvururlardı.»

İmam Mâlik, farazi mes’elelerden kaçınmak suretiyle, bilmek­sizin ve bir kısım mes’eleleri farzederek, hadîs-i şeriflere aykırı bir şey yapmaktan kendisini korumuştur. Ona göre fetva vermek, âlim için bir imtihandır. Bir âlim, fetva vermeye, ancak, insanları amelî hayatlarında irşad etmek ve onların İslâmiyet dairesinden dışarı çıkmamalarını sağlamak için teşebbüs eder.

O, mes’eleler hakkında fetva verirken yanılmamak için çok ti­tizlik gösterirdi. Bilmediği şeye cevap vermezdi. Hattâ kesin olarak bilmediği bir mes’ele üzerinde, «Bilmiyorum lâ edrî» demek âde­ti idi, bu söz onun hatâdan korunmak için sığındığı bir kale idi. Ri­vayet edildiğine göre bir şahıs ona bir şey sormuş ve kendisinin Mağrib (Kuzey Afrika)’den altı aylık bir yoldan geldiğini söylemiş­tir. İmam Mâlik bu şahsa: «Seni, benim bilmediğim bir mes’ele için buraya kadar kim gönderdi?» demiştir. O şahıs; «Bu mes’eleyi bilen kimdir?» dediğinde, İmam Mâlik; «Allah kime bildirdiyse odur.” de­miştir.[22]

Yine Mağribli birisi ona bir mes’ele sormuş, o da: «Bilmiyorum, böyle bir mes’ele bizim memleketimizde vuku bulmamıştır. Hocala­rımızdan hiçbirisinden de bu konuda bir şey işitmedik. Fakat, yarın bize tekrar uğra.» demiştir. Ertesi gün adam gelince îmam Mâlik ona; «Sorduğun mes’eleyi bilemiyorum.» demiştir. O şahıs da; «Ey Abdullah’ın babası, beni sana gönderen kimse, yeryüzünde senden daha bilgin birinin bulunmadığını söyledi.» demiştir. Bunun üzeri­ne İmam Mâlik çekinmeden: «Ben, iyi yapamıyorum.» diye cevap [23]vermiştir.[24]

İmam Mâlikin Şahsiyet Ve Karakteri

Bu ilim, o hak ve hakikat yolundan gidiş, kişinin önce şahsiyet ve karakterinden sonra hocalarının irşadı ve içinde yaşadığı çağın kendisini besleyen fikir atmosferinden, daha sonra da şahsî gayret­lerinden doğar. İmam Mâlik’in bu sıfatlarının bir kısmını işaret et­tik. Fakat kitabımızın hacmi ile İmamımızın şahsiyetine uygun bir şekilde biraz daha geniş bilgi vermemiz gerekiyor. Burada durmak istediğimiz konu, İmam Mâlik’in şahsiyet ve karakteridir. Çünkü bunlar ağacın kökü durumunda olup, diğerleri bu kökten beslenen dallar mesabesindedir. Toprağın içerisinde kök olmazsa, elbette ağa­cın dalları gelişip serpilme imkânına erişemez.[25]

1- Hafıza Ve Zekâsı

Allah, İmam Mâlik’e sağlam bir hafıza, öğrendiklerini unuİmamak için kuvvetli bir arzu vermiştir. O, İbni Şibab ez-Zührî’den 31 hadîs-i şerif dinlemiş, yazmadığı bu hadîslerin hepsini sonra hocası­na anlatmış ve bunlardan sadece bir tanesini unutmuştur. îmam Mâlik’in çağında hafıza ve ezber işine son derecede önem ve itimat gösteriliyordu. İlim, kitaplar vâsıtasiyle değil, bilginlerin ağzından öğreniliyordu. Peygamber (S.A.V)’in hadîs-i şerifleri de kitap ha­linde yazılmamıştı. Hadîs-i şerifler ancak kalblerde ve bilhassa üstadların hafızalarında bulunuyordu. Dolayısıyla hadîs-i şerifleri öğ­renciler, ellerinde kitap halinde bulunduramıyorlardi; sadece onları üstadlarm ağızlarından işiterek öğreniyorlardı.

Şüphesiz kuvvetli hafıza, her ilmî alanda yükselmenin esasını teşkil eder. Çünkü hafıza, âlimin aklını besler ve onun düşüncesine esaslı bir şekilde yardımcı olur. İşte İmam Mâlik, güçlü hafızası sa­yesinde çağının ilk muhaddisi olmuştur. İmam Şafiî, onun hakkın­da; «Hadîs gelince İmam Mâlik, sanki ışık saçan büyük bir yıldız olurdu», demiştir. Hocası İbni Şihab da ona : «İlim Dağarcığı» derdi.

İmam Mâlik, hıfzettiği hadîsler üzerinde böyle kuvvetli olduğu halde bir maslahat görmedikçe insanlara hadis-i şerif anlatmazdı. Kendisine, îbni Uyeyne, senden daha çok hadîs biliyor, denildiğin­de şu cevabı vermiştir: «O halde bütün işittiğim hadîsleri anlata­yım mı? O zaman ben bir ahmak olurum ve insanları sapıtmak isti­yor gibi bir duruma düşerim. Benden bâzı hadîsler rivayet edilmiş­tir. Ben, and olsun ki, bu hadîslerden her biri için bir kırbaç yemek isterdim de o hadîsleri rivayet etmek [26]istemezdim.[27]

2- Sabır Ve Tahammülü

İmam Mâlik, bu güçlü aklı ve sağlam hafızası ile birlikte büyük bir sabır ve metanet sahibi idi. O, ilim tahsili yolunda karşısına çıkan her engeli yenmiştir: İlim tahsil ederken karşılaştığı geçim zor­luğuna ve hocaların hiddetine aldırmamış, yazın kavurucu sıcağına, kışın şiddetli soğuğuna katlanmış, sıcak ve soğuk demeden hoca­dan hocaya koşmuştur. O, talebelerini de ilim uğrunda sabra teşvik ederdi. Ve; «İlim sahibi olanlar, bunu sabırla elde ettiler», derdi. Bir dersinde talebelerine şöyle demiştir: «İlim öğrenmek isteyen herkes, fakirliği yenmek ve ilmi her îıale tercih etmek zorundadır.»

Bu sıfatı, İmam Mâlik’e güçlü bir irade ve sarsılmaz bir azim vermiştir. O, bu sayede hayatın her türlü müşkillerini yenmiş, nef­si ve şehevi arzularına hâkim olmuştur. Onu hiçbir kuvvet ezememiş ve kendisi de hiçbir otorite karşısında zaaf göstermemiştir. İşte bu sayede İmam Mâlik, her yönüyle ilim tahsilini başarmıştır.[28]

3- Îhlâsı

İmam Mâlik’in kalbini hikmet nuruyla aydınlatan sıfatı, İhlasıdır. O, ilim tahsil ederken ihlâs ile çalışmış ve ilmi sırf Allah rızası için tahsil etmiştir. Nefsini, her türlü garaz ve kötü arzulardan te­mizlemiştir. Hakikati araştırırken de ihlâstan ayrılmamış ve hiçbir şekilde sağa sola sapmadan hakîkata yönelmiştir. Ihlâs, fikre ışık tutar ve bu sayede fikir doğru çizgiden ayrılmaz. Hakikata ulaştı­ran en kısa yol doğru olan yoldur. Nitekim iki nokta arasındaki en yakın yol da doğru çizgidir. Nefsi arzular kadar hiçbir şey fikri bulandırmaz. Zira nefsî- arzular, bulut gibi hakikatleri örter; aklın on­ları görmesine engel olur.

İhlâs, ona İlim nurunun, ancak takva ile ciola olan gönülde bulamayacağını kabul ettirmiştir. O, şöyle der: «İlim bir nurdur, ancak takva ve huşu sahibi gönülde yerleşebilir.» İlim tansüindeki fhlftst, kendisini şâz olan fetvalardan Uzaklaştırmtştır. O, apaçık dtelülere dayanan fetvalar verirdi ve şöyle derdi: «En hayırlı şey, açık ve seçik olan şeydir. Eğer iki şey arasında şüpheye düşersen bunlardan en sağlam olanmı al.»

İmam Mâlik, fetva hususunda teenni ile hareket eder” ve çabu­cak cevap vermezdi. îbni Abdilhakem bu konuda şöyle der: «İmam Mâlik, kendisine bir mes’ele sorulduğu zaman soran kimseye: Sen git, ben bu mes’eleyî inceleyim, derdi. Kendisi de gider bu mes’ele üzerinde dururdu. Kendisine bu hususta, niçin böyle yapıyorsun, di­ye sorduk. Ağladı ve : Ben bu mes’elelerden dolayı çok çetin bir gün­le karşılaşacağımdan korkuyorum, dedi.»

O, fetva hususunda kolay ve zor diye bir şey tanımazdı. Ona gö­re her mes’ele, haram ve helâli açıklamaya dayandığı için zor bir işti. Kendisine birisi bir şey sormuş ve bu mes’ele kolaydır, demişti. Bunun üzerine İmam Mâlik kızmış ve şöyle demiştir: «Kolay mes’e­le, öyle mi? İlimde kolay birşey yoktur. Sen Allah’ın «Doğrusu biz, sana, taşınması ağır bîr söz vahyedeceğiz.»[29] âyetini işitmedin mi? İlmin hepsi zordur; bilhassa kıyamet günü mes’ul olunan ilim!»

O, ihlâsı sayesinde apaçık bir nass bulamazsa, bir şeye haram veya helâldir, de.mezdi Fakat, herhangi bir re’ye göre istinbat ge­rekirse yine haram veya helâl demezdi. Ancak, hoş görmüyorum ve­ya iyi buluyorum, derdi. Çoğu zaman sözüne şu âyet-i kerîmeyi ilâ­ve ederdi: «Biz ancak zanda bulunuyorUz ve yakinen bilemiyo­rUz.»[30]

îhlâsı onu, Allah’ın dininde münakaşa etmekten uzaklaştırmıştır. O, hiç kimsenin Allah’ın dîninde mücadele etmesini istemezdi. Çünkü mücadele bir nevi savaştır. Allah’ın .çUni ise müslümanlar arasında savaş alanı olmaktan münezzehtir. Mücadele, çoğu zaman mücadele edenlerin şuursUzca kendi fikirlerine taassup göstermele­rini doğurur. Taassup ise, mutaassıp insanın görüşünü bir tek yöne mahkûm eder; o da, bu yüzden ancak tek taraflı düşünür. İmam Mâlik’e göre mücadele alimlerin şeref ve haysiyetine yakışmaz. Çünkü, dinleyiciler, onlara, birbirini yenmek için söz yansı yapar­ken döğüşmekte olan iki horoz nazarıyla bakarlar. Bu hakikati, Halife Harun er-Heşid’in yüzüne karşı, İmam Ebu Yûsuf da söylemiş­tir. Hânın er-Reşid ona: Hadi münazara ve mücadele et, dediği za­man Ebu Yusuf: «İlim, horoz ve vahşî hayvanlar gibi boğuşma vâ­sıtası değildir», demiştir.

İmam Mâlik, mücadeleden nefret ettiği için insanları da bun­dan çok nehyeder ve şöyle derdi: «Mücadele, kalbi katılaştırır ve kin tohumlarını eker.» Yine O; «Dinde münakaşa ve mücadele, ku­lun kalbinden ilim nurunu götürür», derdi. Kendisine, sünneti bilen bir insanın sünneti savunmak için münakaşa etmesi doğru mudur? diye sorulduğunda; «Hayır, ancak sünneti tebliğ eder, muhatabı bu­nu kabul ederse ne a’lâ, etmezse susar», demiştir. İmam Mâlik mü­cadelenin, mücadele edenleri dînin hakîkatmdan Uzaklaştıracağına kaani idi. O, bu konuda şöyle derdi: «Bir mücadeleciden daha mü­cadeleci olan birinin her gelişinde Cebrail’in getirdiği (Kur’ân) bi­zi terketmektedir.» îmam Mâlik mücadeleyi menettiği halde, dayan­dığı delili açıklamak için ihlâs sahibi bâzı bilginlerle tartışmalar­da bulunurdu.

İmam Mâlik’i, dîne karşı olan ihlâsı, Peygamber (S.A.)’den çok hadîs rivayet etmekten alıkordu. Yukarıda da işaret ettiğimiz gi­bi o, çok fetva vermekten de sakımrdı. Ancak, insanlar arasında vuku bulan mes’eleler hakkında fetva verirdi.[31]

İmam Mâlik Ve Kadılar:

İhlâs ve temiz kalbliliği, İmam Mâlik’i kadı ve kadıların verdi­ği hükümlerle ilgili mes’eleler hakkında fetva vermeye sevketmiş-tir. Talebesi îbni Vehb der ki: «İmam Mâlik’e kadıların işi sorul­duğunda onun, bu sultanların metaldir, dediğini işittim!» O, kadı­ların hükümlerini tenkit etmezdi. İşte o, bu tutumu ile Ebu Hanîfe’-den ayrılmaktadır. Her ikisi de mesleğinde ihlâs sahibi olduğu hal­de, Ebu Hanîfe’yi fıkıh ve dine karşı olan ihlâsı, Kadı Abdurrahman b. Ebî Leylâ’nın verdiği hükümleri derslerinde tenkit etmeye sevket-miştir. Hattâ İbni Ebî Leylâ, İmam Ebu Hanîfe’yi vali ve hükümdar­lara şikâyet etmek zorunda kalmış ve derin bir fıkıh bilgini olan Ebu Hanîfe’nin bir müddet insanlara fetva verme hürriyetini kısıt­layan bir emir bile çıkarılmıştır.

İmam Mâlik’i de ihlâsı, alenen kadıların verdiği hükümleri ten­kit etmemeye sevketmiştir. Çünkü bu hükümleri alenen talebe ve arkadaşları arasında tenkit etmesi, halkın kadılara karşı isyanına sebep olacak, bu yüzden de kadıların heybet ve itibarları sarsıla­cak, dolayısıyla münazaa konusu olan mes’elelerin önüne geçilemiyecektir.

İşte ihlâsa dayanan ayrı ayrı ve birbirine zıt iki tutum… îhlâs birincisini ilim ve hakîkata, ikincisini de nizam ve insanlar arasın­daki ihtilâfları halletme cihetine sevketmiştir.

Eğer biz, bu iki tutumdan birini tercih etmek zorunda kalırsak, elbette hicret yurdunun İmamı olan Mâlik’in tutumunu tercih ede­riz. Bilhassa onun kadılara devamlı öğüt verme, onları daima apa­çık hakîkatlara ulaştırmak için irşad metodu çok önemlidir. Böyle­ce o, verilen hükümleri küçümsemeksizin kadılara, doğru yolu gös­teriyordu.[32]

4- Firaseti

İmam Mâlik, mes’elelerin içyüzüne ve insanların ruhlarına nü­fUz etmesini sağlayan güçlü bir firasete sahipti. O, bu sayede in­sanların davranışları sırasında ruhlarında gizledikleri şeyleri ve sözlerindeki eğrilikleri bilirdi.

Firaset, öyle bir sıfattır ki şahısta kuvvetli bir duygu, aklî ve ru­hî bir uyanıklık, keskin bir basîret, organlarla yapılan hareketleri sıkı bir şekilde tetkik ve sağlam bir akla dayanan zengin tecrübe­ler sayesinde meydana gelir. İşte bütün bunları, herşeyi bilen Allah, İmam Mâlik’e lütfetmiştir. O da, bunları gördüğü eğitim ile kuvvet­lendirip geliştirmiştir. İmam Şafiî, îmam Mâlik’in firaseti hakkında şöyle der: «Medine’ye geldim, İmam Mâlik’le görüştüm, beni din­ledi ve bir müddet iyice bana baktı; onun kuvvetli bir firaseti var­dı. Sonra bana: Adın ne? dedi, ben de; Muhammed’dir, dedim. Ey Muhammed, dedi, Allah’dan kork, günahlardan sakın, çünkü senin ileride yüksek bir şanın olacaktır.»

Şahısların ruhlarına nüfz eden ve onların işlerinin içyüzünü açığa çıkaran firaset, insanları irşad ve terbiye etmek için ileri atı­lan kişileri yücelten sıfatlardandır. Çünkü bu kişiler, o sayede in­sanların hastalıklarının gizli taraflarını kavrar ve onlara şifâ ve­rici ilâcı ve hazmedebilecekleri yararlı gıdaları verirler. Bu suretle ruhun şifâ, selâmet ve kuvveti tamamlanmış olur.[33]

5- Heybeti

Bütün rivayetler, îmam Mâlik’in heybetli bir şahsiyet sahibi ol­duğunda birleşir. Hattâ onun meclisine gelen bir şahıs, orada bulu­nanlara selâm verdiği zaman hiç kimse yüksek sesle onun selâmını alamaz ve herkes, gelen bu şahsa sessizce oturmasını işaret ederdi.

Geten şahıs, bu durumu tuhaf bulurdu. Fakat gözü İmam Mâlik’e ilişip onun keskin bakışlarının etkisi altına girince, öbürleri gibi o da yerini alır ve sessizce otururdu. Sanki ötekiler gibi onun da ba­ğında bir kuş bulunurdu (yani, kıpırdamadan dururdu.)

Medine valisi, önün heybetinden korkar ve sadece onun hUzu­runda küçülürdü. Halîfelerin çocukları da îmam Mâlik’ten korkar­lardı. Hattâ rivayet edildiğine göre, İmam Mâlik, Halîfe Ebu Ca’fer el-Mansur’un meclisinde bulunuyordu. Bu sırada bir çocuk içeriye girip çıkıyordu. el-Mansur, İmam Mâlik’e: Bu kimdir biliyor musun? dedi. O da: Hayır, diye cevap verdi. el-Mansur: Bu benim oğlumdur, senin heybetinden korkuyor, dedi. Hattâ halîfeler kendileri bi­le onun heybetinden korkuyorlardı. Yine rivayet edildiğine göre Ha­lîfe el-Mehdî onu davet etmişti. Meclis çok kalabalık ve oturacak yer yoktu. Nihayet îmam Mâlik gelince cemaat bir tarafa çekilip ona yer verdiler. O da Halîfenin yanına kadar ilerledi. Halîfe de otur­duğu yerden bir tarafa çekilip ayaklarını toplayarak îmam Mâlik’e yer açtı. îşte Medine fakîhlerînin başı olan îmam Mâlik böyle hey­betli idi. Onun nüfUzu valilerden ‘daha fazla idi. Kendisi bir sultan olmadığı halde onun meclisi, sultanların meclisinden, tesir bakımın­dan, daha kuvvetli idi. Çağdaşı bir şair onun hakkında şöyle der:

«Ona cevap verilmez, heybetinden soru sorulmazdı.

Hep eğik olurdu soru soranların başları.

O, vakarın edebi, takva sultanının şerefidir.

Boyun eğilmiş ona, saltanat sahibi olmadığı halde.»

Bu heybetin sun nedir? Bir şahıs, her ne kadar aklî ve bedeni sıfatlara sahip olursa olsun bunlar, bizim ona heybet sıfatını ispat etmemize yetmez, insanlardan öyleleri vardır ki, bütün bu sıfatla­ra sahip oldukları halde heybet sıfatından yoksundurlar. Bunun için diyebiliriz ki, bu heybetin sebebi ruhî bir kuvvettir. Allah, bâzı in­sanlara başkaları üzerinde öyle ruhî bir tesir vermiştir ki bu tesir,, onları ruhlar üzerine, hâkim İçilmiştir. Onların sözleri gönüllerde yer eder. Onlar konuşurken sözleri, sanki ruhlara nakşolunur. Al­lah İmam Mâlik’e İşte buvrûhî kuvveti ihsan etmiştir.

îmam Mâlik’in bütün hayatı onun bu ruhî kuvvetini artırmak­ta, geliştirmekte ve ortaya çıkarmakta idi. Akla uygun bir yaşayış, geniş ufuk, ileri görüş, derin ilim, nefse hâkimiyet, keskin basiret, güzel ahlâk ve az söz, İmam Mâlik’in sıfatları arasındadır. Çünkü çok konuşmak, inşam hataya düşürür ve hatâya düşmek de heybe­tin yansım götürür. Bunlara ilâveten îmam Mâlik, yardakçılık, ri­yakarlık gibi huylardan tamamen Uzak olup takva sahibi ve doğru sözlü idi, O, giyim ve kuşamına çok önem verir ve ev eşyasına da , dikkat ederdi. En güzel elbiseleri giyer, temizliğe son derecede itinâ gösterirdi. Ona, Allah,. bedenî bir üstünlük vermiştir. Bedenî yapı­sı da çok yakışıklı idi. Bir talebesi onu şöyle tanıtır: «îmam Mâlik, Uzun boylu, iriyarı, büyük kafalı, gayet ak saçlı ve ak sakallı, iri gözlü, yakışıklı, güzel” ve iri burunlu, geniş ve Uzun sakalı göğsü­ne kadar inmişti. O, bıyığını üstten kısaltır ve tamamen kesmezdi. Çünkü bıyığın tıraş edilmesini sevmezdi. Bıyığının iki yana doğru uç­larını Uzunca bırakırdı. Bir şeye önem verdiği zaman bıyığını burar ve bu hususta Uz. Ömer’in bıyığını kıvırmasını delil olarak ileri sü­rerdi.»[34]

îmam Mâlik’in bedenî yapısı ve karakteri İşte böyle idi. Ahlâkı ve yaşayışı da heybetini artırmış ve onu sultanlardan daha yüksek bir heybet sahibi yapmıştır… Endülüslü bir şahıs yanma gelip onu görünce şöyle demiştir: «Abdurrahman b. Muaviye[35]’den kork­tuğum gibi hiç kimseden korkmamıştım. Fakat, İmam Mâlik’in ya­nma gelince ondan öyle korktum ki, onun heybetine nisbetle Abdur­rahman b. Muaviye’nin heybeti gözümde çok küçüldü.»[36]

İmam Mâlikin Yaşayışı Ve Geçim Kaynağı

Menkıbe ve haltercemesi kitapları, îmam Mâlik’in talebelik ça­ğında geçimini nereden sağladığım ve ailesinin gelir kaynaklarını tam olarak ve açıkça biîdirmemektedir. Fakat, bize gelen dağınık haberlerin toplamından faydalanarak tatmin edici olmasa bile, onun gelir kaynaklarını açıklamak mümkündür.

Âlimler, îmam Mâlik’in babasının ok imalâtçısı olduğunu zik­rederler. Fakat oğlu bu sanatta çalışmamış, amcaları ve kardeşi gi­bi o da kendisini hadîs rivayetine vermiştir. Söylendiğine göre kar­deşi hem hadis tahsil ve rivayetiyle, hem de ipek ticaretiyle uğraş­mıştır, îmam Mâlik de ona ticarî işlerinde yardım etmekteydi. Bu, onun ilimle uğraşmasına engel teşkil etmez. Bilginlerin tercih etti­ği görüş, îmam Mâlik’in de ticaretle meşgul olduğu yönündedir. Ta­lebesi Îbnu’l-Kâsım; «İmam Mâlik’in 400 dinar altını vardı. Bununla ticaret ederdi. Maişetini de buradan sağlardı», der.[37]

Bu haberler ne olursa olsun, gerçek olan şudur ki, îmam Mâlik tahsil çağında maddî bakımdan biraz sıkıntı çekiyordu. Nihayet ilim sahibi olduktan sonra durumu, halife ve valilerce duyulup şöhreti artınca ona bir maişet genişliği vermiştir. O, yalnız halîfelerin ih­sanlarını kabul eder ve ondan aşağı mevkide olanlardan bir şey almazdı. Kendisine, hükümdarların yaptığı malî yardımı kabul et­mek hususunda sorulan soruya şöyle cevap vermiştir: «Halîfeler­den hediye ve ihsan almakta bir mauzur yoktur. Onlardan aşağı olanlardan almak iyi değildir.»

Bazıları, îmam Mâlik’in çok hediye kabul ettiğini söylerler. Hat-tâ rivayete göre Harun er-Reşîd ona üçbin dinar ihsanda bulunmuş­tur İmam Mâlik’e; «Ey Abdullah’ın babası, Emîru’l-Mü’minînden üç­bin dinar alıyormuşsun?» denildiğinde şöyle cevap vermiştir: «Eğer âdil bir” hükümdar olup insaflı ve mürüvvet sahibi ise onun ihsa­nını kabul etmekte beis görmüyorum,’» Bu ifade gösteriyor ki İmam Mâlik ancak insaflı ve ikramda bulunduğu kimselerin izzeti nefsini rencide etmeyen mürüvvet ehlinden hediye kabul ederdi. O, aldığı bu hediye ve ihsanlarla muhtaçların ihtiyaçlarını giderir ve ilim tah­sil etmek için kendisine sığman talebelerin nafakalarını temin eder­di, îmam Mâlik’in talebelerinden bir kısmı ona sığınmışlar ve onun gölgesinde tahsillerine devam etmişlerdir. İmam Şafiî bunlardan bi­ri olup dokUz yıl îmam Mâlik’in himayesinde okumuştur. Daha ön­ce bâzı sahâbîler, halîfelerin hediyelerini kabul ederlerdi. Bâzıları bu sahâbîlere, halîfelerin hediyeleri hakkında soru sorduklarında onlar şöyle cevap vermişlerdir: «Yemesi bize, günahı da onlara ait­tir..»

Gerçekte âlimlerin Beytu’l-Malda hakları vardır. Çünkü onlar, kendilerini ilim ve insanları irşâd hizmetine vakfetmektedirler. O halde bu ilim adamlarıyla ailelerinin yetecek kadar rızıklarmı Beytu’1-Maldan temin etmek gerekir. Bununla beraber îmam Mâlik, ha­lîfelerin hediyelerini kendisi aldığı halde başkalarını bundan men-ederdi. Çünkü kendisi başkalarında bulunmayan bir niyete sahip­ti. Ayrıca o, bu hediyeleri, İslâm ve müslümanlara yapmış olduğu bir hizmet karşılığı olarak, kabul ediyordu. Başkaları ise hiçbir iş karşılığı olmaksızın hediye alıyorlardı. Fakat o, bu mesele üzerinde fazla bir şey söylemezdi. Çünkü, münakaşayı pek sevmezdi. Kendi­sine hediye hususunda soru soran birisine; «Alma!» diye cevap ver­miştir. O da; «Sen alıyorsun ya!» deyince, îmam Mâlik şöyle cevap vermiştir: «Sen, benim, hem kendi günahımı, hem de senin güna­hını yüklenmemi mi istiyorsun?».

İmam Mâlik’e Allah güzel ve refahlı bir hayat nasip etmiştir. Bu ni’metin eserleri onun giyiminde, mesken ve yaşayışında daima göze çarpardı. O, «Allah’ın ni’met verdiği kimsenin, bilhassa ilim sahibinin üzerinde bu ni’metin eserlerini görmemek, benim hiç ho­şuma gitmiyor», derdi.

İmam Mâlik, yiyeceği şeylere dikkat ederdi. Kaba saba şeyleri yemezdi. Gıdasız da kalmazdı. Haddini aşmamak şartıyla güzel gı­dalarla beslenirdi. Her gün iki dirhem değerinde et yemeye önem verirdi. O çağda etin ucUzluğu gözönüne alınırsa, iki dirhem değe­rindeki et az değildir. O, yemek hususunda zevk sahibi idi. Her çe­şit güzel yiyecekleri çok iyi seçerdi. Bilhassa muz, çok hoşuna gider­di ve mUz hakkında şöyle derdi: «Cennet meyvelerine, hiçbir mey­ve muz kadar benzemez. Kış yaz demeden bulunca onu yiyiniz. Kur’an-ı Kerîm’de cennet meyveleri hakkında-, «Yemişleri ve gölge­leri daimdir.»[38] buyurulur.»

İmanı Mâlik, giyimine de önem verirdi. Güzel ve beyaz elbise­leri tercih ederdi. el-Medârik’te bu konuda şöyle denilmektedir: «îmam Mâlik Aden, Horasan ve Mısır işi pahalı kumoşlardan elbi­seler diktirirdi.»[39] O, aynı zamanda elbiselerinin temiz olmasına çok dikkat ederdi.

Mesken işine de önem verirdi. Evindeki döşemeler iyi cinsten olup her türlü rahatlık imkânları mevcuttu. Evinin içerisinde sağlı sollu minder yastıklar vardı. Kureyş, Ensâr ve eşraftan gelenler bun­ların üzerine otururdu.

îmam Mâlik, her zaman güzel bir kıyafetle dolaşırdı. Güzel ko­kular sürünür ve kendisine lâyık bir şekilde süslenirdi. el-Medârik’­te anlatıldığına göre O, hiçbir zaman pe)mürde elbise ile halkın huzuruna çıkmazdı. Yine el-Medârik’te şöyle denilmektedir: «İmam Mâlik, sabahleyin erkenden elbise ve sarığını giyinirdi. Ne ailesin­den, ne de arkadaşlarından hiç kimse onu sarıksız görmezdi. Yine hiç kimse, onun halkın göreceği yerlerde yiyip içtiğini görmemiş­tir.»[40]

Birisi şöyle düşünebilir: Eefah içerisindeki bu hayat, din adam­larının dünyadan yüz çevirme ve zühd sahibi olma gibi halleriyle bağdaşmamaktadır. Yine bu hayat, din adamlarının kılık ve kıya­fetine değil, hak ve hakikate önem vermesi gerekir, düşüncesiyle de bağdaşmamaktadır. Bu hayat, daha çok sultan ve hükümdarların yaşayışına benzemekte, maddeyi değil mânayı, cismi değil ruhu ga­ye edinen bilgin ve din adamlarının yaşayışına uymamaktadır. îlk görünüşte bunlar doğrudur. Fakat, İmam Mâlik’in hayatı ve içinde bulunduğu şartlar yakından incelenirse anlaşılır ki o, bu yaşayişıyla ziyneti! bir hayat geçirmeyi veya kibir ve gurur satmayı gaye edinmemiştir. Ancak o, bununla ruhi yüksekliği, küçük düşürücü şeylerden uzaklaşmayı, fikir ve irşad hayatında böyle bir yaşayışın kendisine yardımcı olmasını ümid etmiştir.

Çünkü, haddini aşmaksızm gıda maddelerinden tam olarak is­tifade etmeyen kişinin âsâb*ı normal olamaz; aksine o, ruhî ve fikrî sarsıntılar geçirir. Çoğu zaman yanlış düşünme, kötü beslenmeden ileri gelir. Aynı zamanda Allah, bize helâl kıldığı şeyleri nefsimize haram kılmamayı emretmektedir. Ziynet de, kibirlilik vâsıtası ol­mazsa, aslında güzel bir şeydir. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur: «De ki, Allah’ın kulları için çıkardığı ziyneti, temiz ve hoş nzıkları kim haram kılmıştır?»[41]

Zâhidlerin zahidi Uz. Muhammed (S.A.) güzel yemekleri tercih eder, açgözlülük ve boğazına düşkünlük göstermezdi.

Burada şunları da hesaba katmalıyız: îmam Mâlik, böyle mü­reffeh bir hayat sürmekle beraber, eline geçen şeyleri veya kazanç sahibi olduğu günlerdeki gelirlerini, yahut da halîfelerin gönderdi­ği ihsanları tamamen ihtiyacı olanlara dağıtırdı. Hattâ oturduğu ev kendisinin mülkü olmayıp kiralıktı. Gerçi hayatının ilk devresinde kendisine miras olarak intikal eden bir evi vardı. Sonra bunu sat­mıştır.[42]

Hükümdarlarla Îlişkisî

İmam Mâlik, Emevî Devletinin parlak devrinde, bu devletin çö­küş günlerinde ve Abbasî Devletinin güçlü olduğu çağda yaşamıştır. Bu devletin her ikisi de hilâfet adı ile hükümet ediyordu. Fakat as­lında, bunların hükümetleri babadan oğula intikal eden birer salta­nat idi. Hilâfetle saltanat arasında büyük fark vardır. Hilâfetin esa­sı sûra (meşveret) dır, babadan oğula kalan istibdat saltanatında şûranın yeri yoktur. Fakat îmam Mâlik, ancak bu saltanata benze­yen hilâfet devrine yetişmiştir. O, ortaya çıkan birçok fitnelere şa­hit olmuştur. Haricî fitnelerini, Hişam b. Abdilmelik devrindeki fit­neleri, bundan sonra meydana gelen olayları ve nihayet iktidarın Abbasîlere geçişini görmüştür. O, hayatında şu iki hususun kendi­sine bir görüş kazandırdığını mülâhaza etmektedir:

1 — Fitneler sebebiyle sayısız zulüm ve haksızlıklar meydana gelmektedir. Zira fitne)ler anarşiyi umumileştirmektedir. Bir saatlik anarşi içerisinde, senelerce süren istibdat içerisinde işlenmeyen zu­lüm ve haksızlık işlenmiş olur.

2 — Adaletli hükümdarlar —şûra ve seçimle işbaşına gelmese bile— maslahata uygun olabilir. Meselâ; Ömer b. Abdilaziz böyle­dir. Müstebit hükümdarların istibdatları arasında onun merhame­ti, sabâ yeli gibi dalgalanmaktadır. Bu halîfe, zulümleri yok etmiş, bütün insanlara kendi ailesinin fertleri gibi adaletle hükmetmiştir. Bunun içindir ki îmam Mâlik, onu âdil idarenin numunesi sayardı, İmam Mâlik’e ilk Abbasî devrindeki isyan hareketlerinden sorula­rak halîfeyle mi, isyancılarla mı savaşmak gerekir? denildiğinde şu cevabı vermiştir: «Eğer isyancılar Ömer b. Abdilaziz gibi bir halî­feye karşı ayaklanmışlarsa onlarla savaşmak gerekir. Aksi takdir­de onları Allah’a bırakınız. Allah önce bir zalimden başka bir zalim vasıtasıyla intikam alır. Sonra da her ikisinden intikam alır.»

Bu yüzden İmanı Mâlik, fiilî olarak siyasetten uzak kalmış, ne isyancılarla ne de hükümdarlarla birlik olmuştur. Fitneye asla se­bebiyet vermediği gibi zalimi de desteklememiştir. îmam Mâlik, hü­kümdarın istibdat ve azgınlık ettiğini görürse bunu halkın duru­muyla ilgili bulurdu. Çünkü halk, âdil olup haklarını bildiği, vazi­felerini yerine getirdiği, hükümdarlarını kontrol ettiği ve iyiliği em­redip kötülüğü yasakladığı halde, başına müstebit ve zalim bir hü­kümdar geçmez. Onun bu görüşü umumî ve üstün bir görüştür. Peygamber (S.A.) de; «Nasıl olursanız öyle idare edilirsiniz.» buyur­muştur. Nitekim Kur’an’da da: «Bir kavim, nefislerindekini değiş­tirmedikçe şüphesiz kî Allah da onun durumunu değiştirmez.»[43] buyurulmuştur.

îmam Mâlik başta olmak üzere, fakihlerin çoğuna göre, zalim hükümdarlara karşı fitne yaratacak şekilde ayaklanmak doğru de­ğildir. Fakat, böyle bir hükümdarı değiştirmek için çalışmak gere­kir. Fitne ve anarşi çıkarmaksızm zalim hükümdarı değiştirmek için çalışmayan ümmet, toptan günahkâr olur. Fitnelerin gürültü ve pa­tırtısı içerisinde ise gerçeğin sesi işitilmez, nefsi ve şehevî arzulara uyulur, tedavi edilecek yerlere kılıç darbeleri indirilir. Bu durumda mü’min için kılıcını alıp taşa çarpmak daha iyi olur.

Bu itibarla, zulmün hâkim olduğu devirlerde âlimler halkı irşad etmek, ona gerçek dini öğretmek, onun vicdanını geliştirmek, onu şeref ve izzeti nefis sahibi yapmak cihetine gitmişlerdir. Ayrıca im­kân dâhilinde hükümdarlara doğru yolu göstermek, hakkın sesi du­yulmaz olunca da menfî bir vaziyet almak yönünü tercih etmişler? dir. Bütün mü’minler zalimlere karşı menfî bir vaziyet alırsa, onlar zulümlerine devam ve azgınlıklarında ısrar edemezler. Fakat çoğu zaman —hattâ her zaman— zalimler, kendilerini her yönden des­tekleyen, zulümlerini adalet, fesatlıklarını ıslah, halka yaptıkları baskıyı saygı ve i’zaz diye adlandıran kimseleri bulmakta zorluk çekmezler.[44]

Mihneti

İmam Mâlik, fitnelerden uzak durmasına ve onları desteklemek­ten kaçınmasına rağmen Abbasîlerin İkinci Halifesi Ebu Ca’fer el-Mansur devrinde şiddetli bir mihnete (işkenceye) uğramıştır. Bü­tün tarihçiler o büyük âlimin böyle bir mihnete uğradığını kabul ederler. Râvîlerin ekserisine göre onun başına gelen bu mihnet, 146 H. -yılında olmuştur. Tarihçiler bu mihnetin sebebi üzerinde ihti­lâfa düşmüşlerdir. Kimisine göre bu mihnetin sebebi şudur: İmam Mâlik müt’a nikâhının haram olduğuna dair fetva verirdi. Mut’a ni­kâhı, kişinin bir kadınla, belirli bir müddet içinde ona muayen bir ücret vermek suretiyle birlikte yaşamak üzere, yaptığı muvakkat bir akittir. Eğer kadın bu müddet içerisinde kocasına itaat etmezse, vazifesini yapmayan herhangi bir işçi gibi kocası onun ücretinden keser. îmam Mâlik, müt’a nikâhının haram olduğuna dair fetva ve­rince, her türlü fetvadan menedildi. Çünkü, el-Mansur’un dipdedesi olan Abdullah b. Abbas’m mut’a nikâhını helâl saydığı rivayet edi­liyordu, îleri sürülen bu sebep, bizce yerinde değildir. Çünkü el-Mansur’un mut’a nikâhını mubah saydığına dair hiçbir şey bilinme­mektedir. Ayrıca râvîlerin çoğuna göre Abdullah b. Abbas da bu husustaki görüşünden, amcası oğlu Uz. Ali’nin kendisini kınaması üzerine vazgeçmiştir.

Kimisine göre de îmam Mâlik’in mihnetinin sebebi, Uz. Osman’ Uz. Ali’den üstün tutuşu ve alevîlerin onun bu tutumunu halîfeye gizlice bildirmeleridir. Bizce bu sebep de yerinde değildir. Çünkü îmam Mâlik işkenceye uğradığı zaman, Medine’de Muhammed en Nefsü’z-Zekiyye’nin, Bağdat’ta da kardeşi İbrahim’in 145 H. yılında­ki ayaklanmaları üzerine çıkan olaylar yüzünden alevîler, el-Man-sur’a karşı dargın ve kızgın idiler.

Bizim mâkul olarak kabul ettiğimiz sebep şudur: îmam Mâlik, «İkrah karşısında kalan kimsenin yemini muteber değildir.» hadîs-i şerifini sık sık tekrarlıyordu. Alevîler ve Muhammed en-Nefsü-z-Zekiyye ile ayaklananlar, el-Mansur’a yapılan bîat’ın ikrah ile oldu­ğunu söylüyorlar ve bu hadîs-i şerifi bîat’ı iptal etmek için delil ola­rak kullanıyorlardı. Medîne Valisi, el-Mansur adına îmam Mâlik’i bu hadîsi rivayet etmekten menetmiş, sonra da hile yaparak biri vâsıtasiyle bu hadisi ona sordurmuş, İmam Mâlik de, herkesin içe­risinde mezkûr hadîsi tekrar etmiştir. Hicret yurdunun İmamı Mâ­lik için böyle hîle düşünenler, bu suretle onun el-Mansur ve devle­tinin aleyhinde olduğunu yayma imkânı bulmuşlardır. îmam Mâ­lik’in bu hadîsi rivayet edişi, iki şekilde yorumlanmıştır:

1 — Siyasiler ve her zaman siyasîlerin etrafını çeviren müna­fıkların gözü ile: Onlar, îmam Mâlik’in bu hadîsi aleyhlerine bir propaganda olarak rivayet ettiğini, isyancıların ayaklandığı bir sıra­da onu kasten sık sık tekrar ettiğini zannetmişlerdir.

2 — İmam Mâlik’in gözüyle : O, kendisine isorulduğu için bu ha­dîsi rivayet etmektedir. Çünkü, onu rivayet “etmekle Peygamberin sözünü herkese duyurmakta, böylece ilmi açıklamakta ve onu giz­lemekten kaçınmaktadır. îmam Mâlik, bu konuda hiçbir şeye aldırmazdı. Çünkü herhangi bir hadisi rivayet etmekten kaçınırsa, Pey­gamber (S.A.)’in sözünü gizlediği için kendisini günahkâr sayardı ki, bu takdirde Allah ona lanet ederdi. Zira Allah, ilmi gizleyeni lânetlemiştir.

İmam Mâlik’e kırbaç vurmakla işkence yapılıyordu. Hattâ bir kolu da çekilmek suretiyle omUzundan çıkarılmıştır. Medînelilerle kendisine ilim tahsili için gelmiş olan talebelerinin ruhunda bu iş­kenceler, çok kötü bir tesir bırakmıştır. Onlar görüyorlardı ki hic­ret yurdunun büyük fakih ve İmamı, sebepsiz yere bu işkencelere uğruyordu. Halbuki o, hiçbir fitneyi tahcik etmemiş, haksız bir şey söylememiş ve fetvasında haddini aşmamıştır. Mâlik, onların aldık­ları bu mânevi yaraları işkenceden sonra da hak bildiği yolda yürü­mekle tedavi etmiştir. Yani o, yarası şifâ bulur bulmaz yine ders vermeye başlamıştır. Yine o, hiç kimseyi fitne çıkarmak için kışkırİmamış ve fesat çıkmasına sebep olmamıştır. Bu suretle Medîneliler­le İmam Mâlik’in talebeleri, idarecilere kin beslemişler ve onlara buğuz etmişlerdir. Gönülleri de o zâlimlere karşı esef ve elemle dol­muştur.

Bir müddet sonra idareciler, yaptıklarının acı ve ıstırabını duy­muşlar veya en azından açtıkları yaraları tedavi etmek istemişler­dir. Bilhassa kurnaz bir halife olan el-Mansur, fırsat bulunca suçu­nu örtmeye çalışmıştır. Görünüşte İmam Mâlik’e kırbaç vurduran o değildir. Kırbaç vurulması için emrettiği veya rıza gösterdiği de tesbit edilmiş değildir. Bu itibarla, hac maksadıyla Hicaz’a gelince, İmam Mâlik’e haber gönderip özür beyan etmek için onu yanma ça­ğırmıştır. İmam Mâlik’in ilmi, heybeti ve diğer meziyetlerindeki aza­meti, gibi, nıüsamahasmdaki azametini de görmek için bu durumu kendi ağzından dinleyelim:

«Ebu Ca’fer el-Mansur’un yanma girdim. Beni o, hac mevsimin­de yanma çağırmıştı. Bana şöyle dedi: Kendisinden başka hiçbir Tanrı bulunmayan Allah’a and olsun ki olup bitenleri ben emretme­dim, bilmiyorum da. Sen aralarında bulundukça Harameyn ehli (Mekke ve Medîneliler) hayır içindedirler. Ben onların azaptan ko­runmaları için seni eman olarak görüyorum. Allah büyük bir felâ­keti senin sayende onlardan Uzaklaştırmıştır. Çünkü onlar, insanla­rın fitneye en süratli olanlarıdır. Sana yapılan işkenceden sonra, val­lahi valinin derhal yerinden alınmasını ve zindana atılıp cezalandı­rılmasını emrettim. Mutlaka ben, onu, sana yaptığından kat kat faz­la cezaya çarptıracağım. Bunun üzerine ben de şöyle dedim: Allah Emîr’ul-Mü’minîni affeylesin ve işini rasgetirsin. Resûlullâh’ın ak­rabası olduğu için ben onu bağışladım. Halife de: Allah seni de af­feylesin ve rızasına erdirsin, dedi.»

İşte böylece îmam Mâlik, mihnetten, şerefli bir şekilde kurtul­muştur. Bu mihnet, onun halîfe ve halk nazanndaki ftibarını daha da yükseltmiştir. Halîfe, ona, bu şekilde tarziyede bulunmakla be­raber, îmam Mâlik’ten hem nefsiyle ilgili, hem de halkın yararına olan hususları kendisine yazmasını istemiş ve böylece halka karşı reva görülen herhangi bir zulmü ortadan kaldıracağını bildirmiştir. Ayrıca halîfe, İmam Mâlik’e büyük bir vazife havale etmiştir. O da, Peygamber (S.A.)’in hadislerini, sahâbîlerin hüküm, fetva ve eser­lerini, halka kanun olarak tatbik etmek üzere, toplaması işidir.

Halk nazarında ise İmam Mâlik’in mevkii eskisinden daha faz­la yükselmiştir. Hattâ ona vurulan kırbaçlar, Allah katında şeref ve i’tibarınm yüksekliğinin şehâdeti olmuştur. Böylece İmam Mâ­lik, daima yükselmiş ve asla alçalmamıştır.[45]

Vefatı

O büyük İmam şeref, vakar ve heybetle yaşamıştır. Peygamber (S.A.)in mescidine gelen herkes, îmam Mâlik’in hUzuruna varır, onu dinler, ondan Peygamber’in hadîslerini nakleder ve karşılaştığı olay­lar hakkında fetva sorardı. îmam Mâlik’in otoritesi ders hududunu geçmiş, hattâ o, vatandaşlar arasında adaletin bekçisi olmuştur… Halîfe el-Mansur, uğradığı işkenceden sonra ona şöyle demiştir: «Medine, Mekke veya Hicaz’daki herhangi bir validen şahsın veya başkaları hakkında şüpheye düşersen, yahut vatandaşlara bir kö­tülük yapıldığım sezersen bana yaz, ben onlara müstahak oldukları cezayı veririm.» Bu sebepten İmam Mâlik, valilere öğüt verir, hak­sız yere biri için tavassutta bulunmaksızın ve işlerine müdahale et­meksizin, onlara doğru yolu gösterirdi.

îmam Mâlik’in öğütleri valilere münhasır kalmaz, hattâ halife­lere kadar varır. Onun, bunlara vermiş olduğu güzel ve değerli nasîhatlarını tarihler yazmaktadır.

Bu büyük insan, hayatının birçok kısmını hastalıkla geçirmiş­tir. Fakat, onun hastalığını kimse bilmezdi; ancak, bu hususta bâzı kimseler çeşitli zanlarda bulunurdu. Fakat o, hastalığını söylemezdi, îmam Mâlik, önce mescidde ders verirdi. Sonra hastalığının şiddet­lenmesi yüzünden dersini evinde vermeye başladı. O, sadece Cum’a ve Bayram namazlarını kılmak için dışarı çıkar, hastalan ziyaret eder ve cenazelerde hazır bulunurdu. Sonra hastalık ve mazereti arttığı için evine çekildi, cemaata çıkamaz oldu. Daha sonra cenaze namazlarına da gelemez oldu. Sadece taziye ile yetiniyordu. Bir müddet sonra da bütün bunlardan mahrum kaldı. O,’hastalığını hâ­lâ söylemiyordu. Kendisine hastalığı sorulduğunda; «Her insan özü-rünü söylemez.» derdi. Ölüm döşeğine düşünceye kadar hastalığını söylemedi ve ancak öleceği anlarda onu açıklarken şöyle dedi: «Eğer hayatımın son günleri olmasaydı, size bildirmeyecektim. Benim has­talığım idrarımı tutamamamdır. Peygamber’in mescidine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim. Rabbim’e şikâyet olmasın, diye de hastalığımı kimseye söylemedim.»

îşte O büyük ve fazilet sahibi İmam, kılık ve kıyafeti güzel ol­duğu halde, hastalıklı bir hayat yaşıyordu. Fakat inleyip sızlamadan ve halka durumnu bildirmeden en iyi şekilde sabrediyordu. Allah, hem ondan razı olsun, hem de onu razı [46]kılsın.[47]

Görüşleri

îmam Mâlik büyük bir hadîs bilgini olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir fakîh idi. Yani O, hem hadîs hem de fıkıhda İmamlık mer­tebesine ulaşmıştı. Fakat O, fikrî tartışmalarla çalkalanan bir çağ­da yaşıyordu. Bu çağda hem siyaset hakkında, hem de akide konu­sunda birçok sapık fikirler mevcuttu. Meselâ, bâzıları, insan, fiille­rini cebren yapmakta ve hiç bir ihtiyar tirade) sahibi değildir, di­yorlardı. Bir kısımları da, büyük günah işleyenlerin kâfir olduğunu söylüyordu. Bu arada kimisi de daha ileri gidiyor ve; nasıl küfürle tâat fayda vermiyorsa, İman bulunduktan sonra mâsiyet de zarar vermez, diyordu. Ayrıca çeşitli fırkalardan siyasî konularla uğraşan bir gurup: hilâfet, Hz. Ali ve onun Fâtıma’dan doğan oğullarına mahsustur, diyordu. Başka bir grup da; İmamet (hilâfet) in Hz. Hü­seyin evlâtlarına münhasır olduğunu söylüyordu. Üçüncü bir gurup ise, hilâfetin ne herhangi bir Arap kabilesine, ne herhangi bir Arap soyuna, ne de herhangi bir hanedana mahsus olduğunu ileri sürü­yordu… Şüphesiz bu durumda hicret yurdunun İmamı Mâlik, halkı irşad ederek onları bu keşmekeş ve sapık düşüncelerden kurtara­cak ve onlara Allah’ın dosdoğru yolunu gösterecekti. Bu yol hak­kında Allah Kur’an-ı Kerîm’inde, «Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdûr. O halde ona uyun, başka yollara tâbi olup gitmeyin. Son­ra bu sizi O’nun yolundan ayırır.»[48] buyurmaktadır.

îmam Mâlik bu meselelerde de fıkıh ve hadîsde uyguladığı metoddan hareket etmiştir. O, sünnete ve selef-i sâlihin yoluna uyma­nın zarurî olduğuna inanır ve daima şairin şu beytini terennüm ederdi:

«İşlerin en hayırlısı sünnet olandır,

En kötüsü de uydurma ve bid’at olandır.»

îmam Mâlik, Ömer b. Abdilaziz’in şu sözlerinden çok hoşlanır­dı: «Peygamber (S.A.) ve O’ndan sonra işbaşına gelen ulü’1-emr, bir kısım sünnetler koymuşlardır. Bu sünnetlere bağlanmak, Allah’ın kitabına uymak, Allah’a taatı tamamlamak ve O’nun dîninde kuv­vetli olmaktır. Hiç kimse bu sünnetleri değiştiremez. Bunlara aykı­rı olan şeyleri .yapamaz. Bu sünnetlere sarılanlar hidâyete erer, bun­lardan yardım isteyen kazanır, kim bunları terkederse Allah’ın şu âyetine muhatap olur: «Kim mü’minlerin yolundan başkasına oyup giderse onu döndüğü yolda bırakırız, onu cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir yerdir.»[49].

tşte İmam Mâlik, böylece hem akîde, hem de fıkıh üzerine yap­tığı çalışmalarda sünnetten ayrılmamıştır. O, insanların akideyi, Al­lah’ın Kitabı ve O’nun Elçisi’nin Sünnetinden almalarını, şeriatın ne usûlünde, ne de fürûunda akla aykırı bir şey bulunmamakla be­raber, akideyi, mücerret akim hükümlerinden çıkarmamalarını söylerdi.[50]

İman Meselesi

İmam Mâlik, îmanın söz, inanç.ve amel olduğunu söyler ve bu görüşünü Kur’an ve Hadîslerin nass’larmdan çıkarırdı. O, inancın arttığını kabul eder ve eksildiğine dair bir şey söylemezdi. Çünkü Kur’an-ı Kerîm, îmanın artacağını bildirmekte, azalacağına dair herhangi bir beyanda bulunmamaktadır. İşte o, akîde konusunda böyle nakle dayanır ve kişiyi sapıtan aklî faraziye ve düşüncelerin peşine düşmezdi.[51]

Kader Meselesi

İmam Mâlik, hayır ve şerri ile kadere inanır, insanın hürriyet ve ihtiyar sahibi olduğunu, hayır veya şer olsun, yaptığı her şeyden sorguya çekileceğini kabul ederdi. O, bu kadarla yetinir ve insan fullerinin Alââh’ın ona verdiği bir kudretle veya takdir neticesinde meydana geldiğini söylemezdi. Bu konuda o şöyle demiştir: «Kade-riyecilerden kimi gördümse o bayağı, şaşkın ve düşük kimsedir.» îmam Mâlik bu görüşüne, Ömer b.. Abdilaziz’in şu sözünü delil ola­rak gösterirdi: «Allah isyan edilmesini istemeseydi. İblis’i yaratmaz­dı. Çünkü o, bütün fenalıkların başıdır.» İmam Mâlik, buna ilâve­ten, “Kaderiyecilerin hallerini şu âyetti kerime ne güzel açıklıyor, derdi: «Eğer biz dileseydik herkesi elbette hidâyete erdirirdik. Fakat benden (sâdır olan): Cehennemi mutlaka bütün cinlerle ve in­sanlardan (niçeleriyle) dolduracağım, sözü [52]gerçekleşecektir.[53]

Kebîre Meselesi

İmam Mâlik’in büyük günah (Kebîre) işleyenler hakkındaki gö­rüşü şöyle idi: Büyük günah işleyenler günahları kadar azap gö­recekler. Ancak Allah dilerse bunları affeder. Çünkü Kur’an-ı Ke-rîm’de: «Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını yarlığamaz. Ondan başkasını, dilediği kimseler için yarlığar.»[54] buyurulmuştur. İşte bu, Ebu Hanîfe’nin görüşüdür. Ebu Hanîfe’nin oğlu Hammad, babasının bu görüşünü açıkladığı zaman, îmam Mâlik ona katılmış­tır, İmam Mâlik bu konuda şöyle der: «Kul, Allah’a şirk koşmaksızın, bütün büyük günahları işlese, sonra bu kötü hallerden vazgeç­se umarım ki o, Cennetin yüksek derecelerine erebilir. Büyük gü­nah, kul ile Rabbi arasında bir şey olup kul bunun afvını dileyebilir. Afvı istenilmeyen her sapıklık ise, sahibini cehennem ateşine [55]sürükler.[56]

Kur’ân-I Kerîmin Yaratılmış Olup Olmaması Meselesi

îmam Mâlik zamanında Kur’ân-ı Kerim’in yaratılmış (mahlûk) olup olmaması meselesi ortaya atılmıştı. Bu meseleyi ortaya atan Ca’d b. Dirhem idi. O, bu meseleyi Yahudi asıllı olan ve İslâm aki­desini bozmak isteyen bir kimseden almıştır. Müslümanlardan bir kısmi; Kur’ân yaratılmıştır; diğer bir kısmı da, yaratılmamıştır, diye ısrar etmişlerdir. Hatâya düşmekten sakınan müslünıanlar, bu me­selenin bir fitne doğuracağını anlamışlar ve bu konuya dalmaktan kendilerini alıkoymuşlardır. İmam Mâlik de bunlar arasında idi. İmam Mâlik’e göre, müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek için kendilerini vakfetmiş olan kimselerin ortaya attıkları meselelerin arkasına düşüp cedelleşmek doğru değildir.[57]

Kıyamet Günü Allah’ın Görülüp Görülmemesi Meselesi

Mu’tezilîler de, kıyamet günü Allah’ı görmenin mümkün olup olmayacağı meselesini ortaya atmışlar, bu meseleyi aklî esaslara gö­re inceleyip Allah’ın görülemiyeceğini ileri sürmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’deki «Yüzler vardır o gün ter-ü tazedir, Rablanm görecek­tir.»[58] âyeti gibi nass’lan da te’vil etmişlerdir. Fakat İmam Mâlik, Allah’ı görmenin mümkün olduğunu, nass’lann zahirlerine sarılarak ve bunları te’vil etmeksizin kabul etmiştir. Lâkin Allah’ı görme ola­yının keyfiyetini ve bizim dünyadaki görme fiilimize, benzeyip ben­zemediğini izah etmemiştir. Allah’ı görme işinin, O’nun yarattıkla­rından hiçbirine benzemeyen Yüce Zât’ma lâyık olacak bir şekilde gerçekleşeceğini, Kur’ân’da, «Onun benzeri yoktur. O hakkıyla işi­ten, kemâlile görendir.»[59] buyurulduğunu söylemiştir.

îşte İmam Mâlik, akâid hususunda sünnet ve sünnetin metodun­dan hareket etmiş, îslâm akîdes.ai bozmak isteyenlerin veya akâid meselelerinde müslümanlar arasında tefrika doğurmaya çalışanların yolundan gitmemiştir. Zira, bu yolun ötesinde fikrî ve ruhî bir çö­küntü vardır.[60]

Siyaset Ve Hilâfet Meselesi

İmam Mâlik, siyaset konusunda Hulefâ-i Râşidîn’in tatbikatını kabul ederdi. Ona göre adaletin yerine getirilmediği ve Peygamber (A.S.)in sahâbîlerine sövülen bir memlekette oturulmaz. O, bu ko­nuda; «Peygamber’in sahâbîlerine söven bir kimsenin dünyada yeri yoktur.» ve «Haksız iş yapılan ve geçmişlere sövülen bir memleket­te oturmak caiz değildir.» derdi.

İmam Mâlik, hilâfetin sadece Hâşimi ailesine veya Hz. Ali ev­lâtlarına mahsus olduğunu -kabul etmezdi. Çünkü Hz. Ebu Bekr, Ömer ve Osman gibi ilk büyük halîfeler, ne Haşimî ne de Hz. Ali evlâtlarmdandır. O, Hz. Ebu Bekr’in halîfe seçildiği gün sözkonusu olan ve hilâfetin Kureyş’e ait olduğunu açıklayan hadis-i şerifi rivayet etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki kendisi de bu meseleyi böyle kabul ediyordu.

îmanı Mâlik’e göre, sahâbilerin Hulefâ-i Râşidîn’i seçtikleri usûl, en sağlam yoldur. Bu itibarla O, hürriyet içerisinde ve herhangi bir zorlama olmaksızın bî’at edilmek şartıyla halîfenin yerine geçmek üzere birini tavsiye etmesini meşru görmüştür. Nitekim Ebu Bekr (R.A), Uz. Ömer’i yerine halîfe olarak tavsiye etmiştir. İmam Mâ­lik, önceki halîfe tarafından tâyin edilen belli miktarda şahısların teşkil edeceği şûrayı da kabul etmiştir. Yâni İmam Mâlik, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Âli’nin halifelik makamına getirilmelerinde sahâbîlerin yaptığı gibi önceden tâyin edilen şûrayı yerinde bulurdu.

îmam Mâlik’e göre Mekke ve Medine’deki müslümanların biati kâfidir. Mekke ve Medîneliler dâhil olmazsa diğer ülkelerdeki müs­lümanların biati yeterli olmaz. Onun bu şekildeki anlayışı, tamamen sahâbîlerin usûlüne uygundur.

İmam Mâlik, kendi gücüyle halifelik mevkiine gelen ve daha sonra halkın kendi rızasıyla bîat ettiği adaletli kimseyi meşru bir halîfe sayardı. Çünkü, halkın rızasıyla bîat etmesi, onun halifeliğini meşrûlaştırmış olup bunda müslümanların menfaati vardır.

îmam Mâlik, siyasî görüşlerinde dâima maslahat ve adaleti esas alırdı. Fesat ve zarara sebep olan şeyleri caiz görmezdi. Ada­let ve maslahata götüren şeyleri caiz görürdü. İstemedikleri şeyleri yaptırmak için insanları zorlamak (ikrah)’da maslahat ve adalet yoktur. Halife el-Mansur’a karşı ayaklananlardan biri —belki bu,Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye’dir —Ona; «Bana Mekke ve Medîneliler bîat ettiler, sen Ebu Ca’fer el-Mansur’un zulmünü görüyorsun İşte I» demiştir. İmam Mâlik de; «Sen, Ömer b Abdilaziz’i, kendinden son­ra iyi bir kimseyi velîahd olarak tâyin etmekten alıkoyan şey nedir biliyor musun?» diye sordu. O da; «Hayır» dedi. İmam Mâlik, bunun üzerine şöyle söyledi: «Yezid b. Abdilmelik’e bîat yapılmıştı. Ömer b. Abdilaziz, başkasına bîat edildiği takdirde adı geçen Yezid’in ka­rışıklık çıkarıp insanları öldüreceğinden ve maslahata aykırı işlere başvuracağından korkmuştur.»[61]

İşte burada görüyorUz ki İmam Mâlik, halife seçimindeki örnek şekillere değil, gerçeklere ve müslümanların içinde bulunduğu du­ruma göre düşünmektedir. îmam Mâlik’e göre mevcut maslahatla­rın dâima gözönünde tutulması, insanları tâat veya muhalefet et­meye teşvik edenlerin hu maslahatları değerlendirmesi gerekir. O hu prensipten hareket ederek, sükûn ve hUzurun, isyan ve anarşi den; fitnelerden uzak durmanın, fitneye sebep olacak davranışlar dan üstün olduğu neticesine varır. Ayaklanmaksızm hükümdar-doğru yola sevkedecek şekilde irşâd etmek, maslahat îcabı olup, fesat ve zarara meydan vermez.

Hükümdar zalim olursa sabırlı olmak ve onu irşâd etmek gere­kir. Buradaki sabır, zulme boyun eğen zavallı insanın sabrı değil halkın maslahatını gözönüne alan kimsenin sabrıdır. Fesat, dâims isyan hareketleriyle birlikte çıkmaktadır. Zalim hükümdarı güzel öğütlerle ve ona dînin emirlerini hatırlatmak suretiyle adaletli olmaya sevketmek lâzımdır. Bu vazifeyi olgun bir yol gösterici (mürşid) yerine getirir. Eğer o, zalim hükümdarın hışmına uğrar ve gü­zel öğüt verme yolunda öîdürülürse şehid olur; çünkü Peygamber (S.A.) şöyle buyurmuştur: «Şehidlerin en hayırlısı Abdülmuttalib’in oğlu Hamza ile zalim sultana karşı hakikati söylediği için öldürülen kimsedir.» Eğer müslümanlar, îmam Mâlik’in bu görüşüne uysa, müslüman âlimleri öğüt ve irşâd vazifesini yerine getirse ve ikiyüz­lü dalkavuklar bulunmasa, hiçbir istibdat ve hiçbir zalimin azgın­lığı sürüp gitmez.[62]

İmam Mâlikin Fıkıh Ve Hadîsi

Yukarıda da söylediğimiz gibi İmam Mâlik hem muhaddis, hem de fakih idi. O, hadîs rivayet ettiği râvîleri iyice süzgeçten geçirir­di. Belki de O, rivayeti’esaslı şekilde bir disipline bağlayan ilk muhaddistir. Kendisinden sonra gelen talebesi îmanı Şafiî, bu işe son derecede önem vermiştir. îmam Mâlik’in Peygamber (S.A.)’den yap­tığı rivayet, rivayetlerin en sağlamı ve altın halkaları sayılır. Buhârî; «En sağlam rivayet İmam Mâlik’in Nâfi’ vasıtasıyla Abdullah b! Ömer’den yaptığı rivayetlerdir.» demiştir.

îmam Mâlik’in hadîsteki yerini, ilk hadîs mecmuası sayılan «el-Muvatta’» adlı kitabından söz ederken anlatalım. Şimdi burada onun fıkhını ele alalım…

Bütün âlimler, İmam Mâlik’in büyük bir fakîh olduğunu kabul ederler. Ayrıca îbni Kuteybe, onun ayiıı zamanda ve’ye dayanan fakîhlerden olduğunu söyler. Bâzı âlimler, Yahya b. Said’de.n sonra re’ye dayanan fakîh kimdir? diye sormuşlar ve; İmam Mâlik’tir, ce­vabını almışlardır. İmam Mâlik’in fıkhı istinbat sahasında kendine has bir metodu vardı. Fakat, rivayet konusundaki bâzı metodlannı yazdığı halde, istinbat metodunu yazmamıştır. . Bununla beraber, onun bir kısım ifadelerinden bu metodunun anahatlan belli olmak­tadır. Yani kendisinden intikal eden fer’î fıkıh meselelerinden, onun istinbat metodunu çıkarmak mümkündür. Nitekim Mâliki Mezhe­binin fakîhleri, bu işi yapmışlar ve İmam Mâlik’in, fıkhını bina et­tiği metod ve prensiplerini kitap halinde toplamışlardır.

Kıd Iyaz: «el-Medârik» te İmam Mâlik’in istinbat konusundaki metod ve dayandığı esasları anlatır. Ayrıca Mâliki fahîklerinden Râşid b. Ebî Râşid de, «el-Behce» de bunları anlatmıştır.

Bu iki bilgin ile diğerlerinin anlattıklarını özetliyecek olursak şöyle diyebiliriz: Hicret Yurdu’nun îmamı olan Mâlik, önce Allah’ın kitabına sarılırdı. Kitapta bir nass bulamazsa sünnete yönelirdi. Ona göre Peygamber’in hadîsleri, sahâbilerin fetva ve hükümleri ile Me-dinelilerin ameli sünnete dâhildir. Sünnetten sonra bütün çeşitleriyle Kıyas gelir. Kıyas, hüküm bakımından hakkında nass bulun­mayan bir meseleyi, hükme esas teşkil eden ve aralarında müşte­rek olan bir illet sebebiyle hakkında nass bulunan bir meseleye bağ­lamaktır. Kıyasla birlikte maslahat, seddü’z-zerayi’, örf ve âdetler yer alır.

Bu esasları ayrı ayrı kısaca görelim:[63]

Kitab

İmam Mâlik, Kitab (Kur’ân)’ı bütün delillerin üstüne kor. Çün­kü Kitab, bu şeriatın aslı ve anayasasıdır. Kitabın içine aldığı hü­kümler kıyamete kadar bâki’dir. İmam Mâlik, Kitab’ı Sünnet ve di­ğer delillerin başına kor… Dolayısıyla İmam Mâlik, Kitab’ın te’vil kabul etmeyen sarih nassına sarılır. Eğer bizzat şeriat’ta nassın te’vil edilmesini gerektiren bir delil bulunmuyorsa, nassın te’vil kabul eden zahirini de olduğu gibi alır. O, mefhum-ı muvâfakat’a göre de hare­ket eder. Mefhum-ı muvafakat ise, sözün ihtiva ettiği ma’nâya uy­gun düşen hükümdür ki, buna fahvây-i kelâm denir. Şöyle ki: Her­hangi bir hüküm üzerinde Kur’an’m bir nassı bulunur ve aklî bir gayret göstermeksizin doğrudan doğruya bu nass’ın ifade ettiği hü­kümden daha ağır bir hüküm çıkarılabilir. Meselâ yetim mallan ve bu malları yiyenler hakkında Kur’an’da şöyle buyurulmuştur: «Ye­timlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir.»[64]

Bu nass’dan, yetim mallarının boş yere saçılıp savrulmasının ve bu malları korumada kusur edilmesinin yasaklanmış olması hük­münü kolayca çıkarabiliriz.

İmam Mâlik, mefhum-i muhâlefet’i de alır. Bu da, nass’ın bir vasıf veya benzeri bir şeyle mukayyet olarak hüküm ifade etmesi­dir. Nass’daki vasıf veya kayıt bulunmadığı takdirde hükmün aksi anlaşılır. Meselâ; «Sâime’de zekât vardır.» hadîs-i şerifi böyledir. Çünkü bu nass’dan anlaşıldığına göre-safine olan devenin —ki bu, umumî otlaklarda yayılan hayvandır— zekâtı verilecektir. Bunun mefhum-i muhalefetine göre içeride yemlenen deve için zekât veril­mez. Gerçi İmam Mâlik, içeride yemlenen deve (ma’lûfe) ye zekât düştüğünü başka delillerle isbatlamıştır.

O, hükmün illetine yapılan «tenhih» ile de amel ederdi. Meselâ; Kur’ân’ı Kerîm’de: «De ki: Bana vahyolunanlar arasında bir kimse­nin yiyeceği içinde haram edilmiş bir şey bulamıyorum. Yalnız ölü, veya dökülen kan veya domUz eti —ki bu şüphesiz bir murdardır— veya Allah’dan başkasının adına boğazlanmış olan hayvan müstes­nadır.»[65] buyurulmaktadır. Bu âyetten anlaşıldığına göre buradaki

şeylerin haram edilmesinin sebebi, pis ve kötü bir yiyecek oluşudur. Bu vasıfları taşıyan benzeri şeyler de haramdır.

İmam Mâlik, sarih bir nass olsun, işaret olsun, tenbih olsun, mefhum olsun Kitap’tan anlaşılan şeylerin hepsini 1 delil olarak alır. O, Kitab’ı, Hadîs ve diğer delillerin başına kor, bâzı hadîsi senediy­le rivayet eder, sonra da Allah’ın Kitabı’na muhalif ise reddederdi. Meselâ; «Köpek, birinin kabına batarsa o bunu, biri temiz toprakla olmak şartıyla, yedi kere yıkasın.» hadîsini rivayet etmiş, sonra bu hadîs’e göre amel etmemiştir. Çünkü onu sahih ve sabit saymamış­tır. Zira Kur’an-ı Kerîm şu âyetiyle köpeğin avladığı hayvanın yenil­mesini mubah kılmıştır: «Kendilerine hangi şeylerin helâl edildiği­ni sana sorarlar. De ki: Bütün iyi ve temiz rızıklar size helâl kılın­mıştır. Allah’ın size öğrettiğinden öğretip yetiştirdiğiniz avcı köpek­lerin size tutuverdiklerinden de yeyin ve üzerine besmele çekin.»[66].

îmam Mâlik, köpek necis ise avı nasıl mubah oluyor? diye iti­razda bulunmuştur. O, çocuğun vekâlet almaksızın babası veya an­nesi adına haccetmesini caiz kılan haberi de kabul etmemiştir. Çün­kü Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır; «Gerçekten insan için kendi çalıştığından başka bir şey yoktur. Hakîkaten çalıştığı ileride görülecek, sonra ona, tam bir mükâfat [67]verilecektir.[68]

Sünnet

Sünnet, Kitap’tan sonra gelir ve ikinci mertebede yer alır. İmam Mâlik, mütevâtir olan sünneti delil olarak kabul eder. Mütetâtir sünnet ise, yalan üzerinde birleşmesi imkânsız olan bir topluluğun ittifakla rivayet ettiği ve bu rivayet-senedini Peygamber (S.A.)’e ka­dar ulaştırdığı hadîstir. İmam Mâlik, meşhur sünneti de kabul eder. Meşhur sünnet de; Peygamber’den bir, iki veya daha çok sahâbînin rivayet ettiği ve tevatür derecesine ulaşmayan hadîstir. Bu hadîsi, daha sonra, yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayan birçok sahâbî rivayet etmiştir. Yahut da, bir veya daha çok tâbiî’nin riva­yet ettiği ve daha sonra yalan üzerinde ittifak etmiyeceklerinden emin olunan birçok tabiîn’in rivayet ettiği hadislere «meşhur hadîsler» denir. Bu hadîslerin, tabiîler veya teba-i tabiin devrinde meş­hur olması şarttır. Daha sonraki devirlerde meşhur olmak bir şey ifade etmez. Meşhur hadîsler, istidlal bakımından mütevâtir hadîs­lere yakındır.

îmam Mâlik, âhâd haberleri de kabul eder. Âhâd hadîsler, ta­biîler ve teba-i tabiîn devirlerinde mütevâtir veya meşhur olmayan hadislerdir. O, Medînelilerin amelini bu âhâd haberlere tercih eder. Kendi mezhebine mensup olan bâzı fakihlerm istinbatma göre İmam Mâlik, kıyası da bu haberlere tercih ederdi. Bu hususu ileride açık­layacağız. Kadı İyaz ve «el-Mukaddemâtu’l-Mümehhedât»da Büyük İbni Rüşd[69], İmam Mâlik’in kıyası âhad haberlere tercihi konusun­da iki türlü rivayet zikrederler: O, bir rivayete göre, âhad haberi kıyasa, başka bir rivayete göre de, kıyası âhad habere tercih ederdi.

îmam Mâlik’den birtakım meseleler rivayet edilmiştir ki o, bu meselelerde rivayet ettiği âhad haberleri re’y ile terketmiştir. Me­selâ; Abdullah b. Ömer’den rivayet ettiği alım-satımdaki meclis muhayyerliğini ifade eden hadîsi reddetmiştir. Bu hadîs şudur: «Alı­cı ve satıcı, birbirinden ayrılmadıkça muhayyerdirler.» Yani alici ve satıcı birbirinden ayrılmadıkça yaptıkları akdi feshetme hakları vardır. İmam Mâlik bu hadîsi; «Elimizde bu hususta belli bir smır ve tarif yoktur.» diyerek reddetmiş ve akidden sonra feshetme hak­kım iptal etmiştir. Çünkü meclisin (akit yapma oturumunun) müd­deti belli değildir.

İmam Mâlik, taksim edilmeden önce ganimet olarak alman de­ve veya koyun eti pişirilmiş olan tencereleri Uz. Peygamber’in ters çevirdiği haberini de reddetmiştir. Rivayete göre Peygamber (S.A.), taksimden önce ganimet hayvanlarının eti pişirilen tencereleri ters çevirmiş ve eti toprakta yuvarlamıştır. İmam Mâlik, bu haberin Peygamber’e nisbetini inkâr etmiştir. Çünkü tencereleri ters çevirip içindeki eti toprakta yuvarlamak, lüzumsUz yere maslahata aykırı ve zararlı bir davranıştır. Zira Peygamber’in vazifesi menetmektir. Bundan fazlasını yapmak onu ilgilendirmez.

İmam Mâlik, Peygamber (S.A.)’den vârid olan ve Ramazan Bay­ramının ikinci gününden itibaren başlayan altı günlük Şevval orucu hakkındaki haberi de kabul etmemiştir. Çünkü bu haber, Ramazan orucunu artırmaya sebep olmaktadır.

Böyle birçok fürû’ meselelerinde İmam Mâlik, maslahat veya kıyası tercih ederek, âhâd haberleri reddetmektedir. Yâni İmam Mâ­lik, istinbat. ile elde edilmiş de olsa, herkesçe bilinen bir nass (asi)’a aykırı düşen âhâd haberleri bırakır ve bunların Hz. Peygamber’e nisbetini reddederdi. Ancak böyle haberleri, kesin olan başka bir nass (asi) desteklerse kabul ederdi.

Bu açıklamalarımızdan anlaşılacağı üzere İmam Mâlik, yalnız hadis taraftan bir fakîh değil, aynı zamanda re’ye de değer veren bir fakîhtir. Gerçi O, talebesi Şafiî’nin deyişi ile hadîste «Işık saçan büyük bir yıldız» idi. Allah, ikisinden de razı olsun.[70]

Medînelîlerin Amelî

Ancak Peygamber’den nakledildiği düşünülebilen Medînelilerin amelini, îmam Mâlik hüccet sayardı. Hocası Rabîa b. (Ebî) Abdirrahman gibi o da; «Bin kişinin bin kişiden rivayeti, tek kişinin tek kişiden rivayetinden daha üstündür.» derdi. Bu itibarla O, re’ye da­yanan Medînelilerin amelini âhâd haberlere tercih eder, Medînelile­rin amelini delil olarak tanımayan ve onlara muhalefet eden her fa-kihi kınardı. îmam Mâlik, Leys b. Sa’d’e yazdıığ risalesinde bu hu­susu şöyle anlatır:

«Bana gelen haberlere göre sen, bizim bulunduğumUz bu mem­leketteki cemaatın bağlı olduuğ şeylere aykırı olarak halka çeşitli fetvalar veriyormuşsun. Sen emanet ve fazilet ehli oluşuna, sen­den öncekilerin sana olan ihtiyacına ve senin söylediklerine itimat, etmelerine rağmen— nefsini tehlikeye atmaktan korkmalısın. Ve uyduğun takdirde seni kurtuluşa götürecek olan şeylere bağlı kal­malısın. Çünkü Kur’an’da Allah şöyle buyurmuştur: «…O halde sö­zü dinleyip en güzeline uyan kullarımı mü)dele!»[71]. Zîra insanlar, Kur’an’ın nazil olduğu Medine ahâlisine tabidirler.»

Medînelilerin ameli, îmam Mâlik’den önce de revaçta idi. Hattâ kadılar, Medînelilerin amelini Peygamber (S.A.V.)’den nakledilmiş olarak kabul ederlerdi. Rivayete göre, Kadı Muhammed b. Ebî Bekr’e verdiği bir hüküm dolayısıyla şöyle denilmiştir: «Bu hususta şöyle bir hadîs yok mudur?» O; «Evet, vardır.» demiştir. Kendisine; «O hal­de niçin buna göre hükmetmiyorsun?» denildiğinde; «İnsanlar, bu hadîs karşısında nasıl davranmışlardır?» diye cevap vermiştir. Ya­ni Medine’deki sâlih kimseler, bu hadîs üzerinde ittifak etmemiş­lerdir. Dolayısiyle O, Medînelilerin amelini, Uz. Peygamber’den nakledilmiş olması itibariyle daha kuvvetli görmüş ve nisbeten zayıf olan bir haberi ondan kuvvetli olan bir amel ile reddetmiştir.[72]

Sahâbî’nin Fetvası

İmam Mâlik, sahâbinin fetvasını, amel edilmesi vacip olan bir hadis olarak kabul ederdi. Bunun içindir ki O, haccm bir kısım ve­cîbelerini yerine getirirken, bâzı sahâbîlerin fetvalarına göre amel edip Peygamber (S.A.V)’den bu hususta rivayet edilen bir ameli terketmiştir. Çünkü bu sahâbîlerin, hac sırasında Peygamber’in em­ri olmaksızın herhangi bir fiili yapması imkânsızdır. Zira hac ile il­gili ibâdetler nakle dayanır ve başka türlü bilinemez. İşte îmam Şa­fiî, bu gibi konularda hocası İmam Mâlik’i tenkit etmiş ve hocasının asl’ı fer’i mevkiine, fer’i.de asi mevkiine koyduğunu söylemiştir… Çünkü, Peygamber (S.A.V.)’in sözü asl’dir, sahâbinin sözü ise, ona dayanan feri’dir. Öyleyse feri’ nasıl olur da asi üzerine tercih edi­lir?

Lâkin îmam Mâlik, sahâbinin sözünü, ancak nakil ile bilinebi­lecek olan bir meselede delil olarak alırdı. Buradaki çatışma iki asi arasındadır, asi ile feri’ arasında değildir. O halde, îmam Mâlik, iki asl’dan hangisi kuvvetli ise onu tercih ederek, İslâm’ın umumî hü­kümlerine uygunluk bakımından en kuvvetli olanı alıp ikincisini reddetmiş ve onun Peygamber (S.A.V.)’e nisbetini sabit saymamış­tır.

Rivayet edildiğine göre İmam Mâlik, büyük tabiîlerin fetvaları­nı da delil olarak alırdı. Fakat bunları, sahâbîlerin sözlerinin dere­cesinde görmezdi. Tabiatıyla, tabiîlerin fetvalarını da Peygamber’e nisbet edilen hadîslerin derecesinde görmezdi. Ancak, tabiîlerin fet­vası üzerinde Medînelilerin icma’ı hâsıl olmuşsa, İmam Mâlik bu fetvayı delil sayardı.[73]

Kıyas, Îstihsan Ve Masâlîh-Î Mürsele

îmam Mâlik, kıyas’ı kabul ederdi. Ona göre kıyas sözü, kıyasın ıstılahî mânasına şâmildir. O da, hüküm bakımından hakkında nass bulunmayan bir meseleyi, hükme esas teşkil eden ve aralarındaki ortak bir illet sebebiyle, hakkında nass bulunan meselenin hük­müne bağlamaktır.

İstihsan: Cüz’î maslahatın hükmünü, kıyasın hükmüne tercih etmektir. Kıyasa göre hakkında nass bulunmayan meselenin hük­münü, hakkında nass bulunan bir meselenin hükmüne bağlamak gerektiği halde, cüz’î maslahat bunun aksini icap ettirmektedir. İşte İmam Mâlik, bu maslahata göre hükmetmekte ve buna «îstihsan» adını vermektedir. Bu, istihsanm ıstılahî mânâsıdır. Fakat İmam Mâ­lik, istihsanı bütün maslahatları içine alacak şekilde tamim etmiş­tir.Ona göre istihsan, nass bulunmayan yerde maslahatın hükmüne uymaktır. İsterse bu konuda kıyas bulunsun, isterse bulunmasın. Öyle anlaşılıyor ki îmam Mâlik’in istihsan tâbiri, hem ıstılahi mâ­nada istihsanı, hem de masâlih-i mürseleyi içerisine almaktadır.

Masâlih-i mürsele[74]: Hakkında müsbet veya menfî özel bir delil bulunmayan maslahatlardır. Dolayısıyla herhangi bir nass bu­lunmazsa bu maslahatlara göre hareket edilir. Ancak burada güçlü­ğün kldırılması, nazarı dikkte alman maslahatların îslâmiyetin mu­teber saydığı maslahatlardan olması şarttır.

îmam Mâlik, maslahatlara göre hareket etmeyi, biraz önce işa­ret ettiğimiz gibi, istihsan sayardı. Ve: «İstihsan ilmin onda dokuzu­dur» derdi. Nass bulunmazsa kıyasa göre hareket etmek, bazan sı­kışık bir durum meydana getirir. Bunun içindir ki İbni Vehb; «Kı­yasa fazla dalan hemen hemen sünnetten ayrılmış olur.» demiştir.

Hulâsa, İmam Mâlik, herhangi bir Kur’an veya Hadis nassı bu­lunmazsa maslahatın hükmüne uyardı. Çünkü şeriat, saddce insan­ların maslahatlarını temin için gelmiştir. Şer’î her nass, şüphesiz bir maslahatı ihtiva eder. Nass bulunmazsa Allah’ın şeriatının amaçlarına uygun olan hakiki maslahata göre hareket edilir. Şâtıbî, bu hu­susta şöyle der:

«îmam Mâlik, masâlih-i mürseleye göre hüküm verirken şeria­tın amaçlarına riayet ederek, maslahatın mânâsını derinlemesine kavrayan bir kimse olarak hareket etmiş, şeriatın amaçlarının dı­şına çıkmadığı gibi, onun herhangi bir esasına da aykırı davranma­mıştır… Fakat, çoğu zaman âlimler, onun masâlih-i mürsele anla-yaşını tenkit etmiş ve onun daha ileri giderek teşri’ (yasama) kapısı­nı açtığını sanmışlardır… Heyhat!. Rahmetli, bundan ne kadar Uzak­tır. Hattâ fıkıhta öncekilere uymaya razı olan odur. O derecede ki, bâzıları, onun kendisinden öncekileri taklit ettiğini sanmıştır. Lâ­kin O, Allah’ın dîninde basiret sahibi [75]idi.[76]

Seddü’z-Zerâyi’

Seddü’z-zerâyi’, İmam Mâlik’e göre aslî bir delil teşkil eder. On­dan rivayet edilen birçok fürû’ meselelerinde bunun esas teşkil et­tiği görülür. Bu prensibe göre, harama götüren şey haramdır, helâ-la götüren şey helâldir. Maslahata götüren şey de matluptur. Mef-sedet (zarar) ‘e götüren şey ise haramdır. Mefsedet’e sebep olan şey­ler dörde ayrılır.

1 — Kesin olarak mefsedet’e götüren şey; meselâ, içeri giren kimsenin düşmesine sebep olacak şekilde kapının arkasına kuyu kazmak böyledir.

2 — Ekseriya mefsedet’e götüren ve bu hususta galip zan hâsıl olan[77] şey; üzümü, şarap yapan kimseye satmak gibi.

3 — Nâdir olarak mefsedet’e sürükleyen şey; kimseye zararı olmayan bir yerde kuyu kazmak gibi.

Birinci ve ikinci kısma giren şeyler, İmam Mâlik’e göre kesin olarak haramdır. Üçüncü kısma girenler ise, haram değildir. Çün­kü, nâdir şeyler üzerine hükümler bina edilmez.

4 — Ekseriya mefsedet’e sebep olan, fakat bu hususta galip zan hâsıl olmayan şey; veresiye satış böyledir. Çünkü bu türlü satışlar, bazan faize sebep olmakta ve bâzı kimseler de bu yola başvurmak­tadırlar. Burada iki husus birbiriyle çatışmaktadır. Biri esas olan izin hususu ki, buna göre veresiye satış helâldir. Diğeri de faize se­bep olan husus ki, buna göre de veresiye satış haramdır. Bu itibar­la Mâlîkîler, veresiye satışın sahih olduğunu kabul ederler. Yani fa­iz maksadının bulunup bulunmadığını satıcının niyetine bırakırlar. Eğer satıcı faiz kastediyorsa gönahkâr olur ve cezası Allah’a aittir. Faiz kasdetmiyorsa günah işlemiş olmaz.

îşte îmam Mâlik, îslâmî hükümler için geniş bir kapı açmış ve buna göre birçok meseleleri çözmüştür. Bu yüzden onun mezhebi çok verimli olmuş ve fıkhı, şeriatın esaslarıyla insanların maslahat­larını birbirine bağlayan maslahatı koruyucu bir renk [78]kazanmıştır.[79]

Eserleri

Bize İmam Mâlik’in çeşitli risaleleri intikal etmiştir. Talebeleri, onun her türlü fikirlerini rivayet etmişler ve bunları kitap haline getirmişlerdir. Abdullah b. Vehb (öl. 197 H.3) hocası İmam Mâlik’in derslerinde dinlemiş olduğu takrirlerini toplamış ve «el-Mücâselât» adı ile bir kitap meydana getirmiştir. Bu kitap, büyük bir cilt teşkil etmek? olup İmam Mâlik’in rivayet ettiği hadis, eser, terbiye ve âdâb-ı muaşeretle ilgili meseleleri içine almaktadır. Fakat, bunu ki­tap haline getiren îbni Vehb’dir. İmam Mâlik’in kader hakkında da bir risalesi vardır. Bunu, talebesi îbni Vehb’e göndermiştir. Onu da rivayet eden İbni Vehb’dir. Bâzı kadılar için yazdığı kazâî hüküm­lere dair bir risalesi daha vardır. Bunu da, kendisinden bâzı talebe­leri rivayet etmiştir. Fetva hakkındaki risalesi de böyledir.

Bu kitapların İmam Mâlik’e nisbeti tartışma konusu edilmiştir. Fakat ona nisbetini kabul eden görüş tercihe lâyıktır. îmam Mâlik’e nisbetinde şüphe edilmeyen kitap «el-Muvatta» adlı [80]esridir.[81]

El-Muvatta’ Adlı Eseri

İmam Mâlik tarafından yazılan bu kitap, konusunda tedvin edil­miş ilk eserdir. Bu eserde hadîs rivayetleri toplanmıştır. Bundan ön­ce müslümanlar, zihin ve hafızalarına güveniyorlardı. Öte yandan birçok râvîler, yazı yazmayı ve eser telifini bilmiyorlardı. İmam Mâ­lik devrinde tedvin ve telif başlamıştı. Daha önce Ömer b. Abdilaziz, hadîslerin toplanmasını düşünmüş; fakat, onun bu isteği gerçekleşe­memişti. Daha sonra Ebu Ca’fer el-Mansur, bütün halkı bir kanun üzerinde toplamak fikrini ortaya atmıştır. Onun istediği bu kanun Medine’deki fıkıh ve oradaki râvüerin rivayet ettiği hadisleri ihtiva edecekti. Bu hususta el-Mansur’a çeşitli teklifler yapılmıştı? Bu ara­da Abdullah b. el-Mukaffa’, sahâbüer hakkında yazdığı risalede bu konuya halîfenin dikkatini çekmiş ve bütün kazâî hükümlerin tek esasa bağlanmasını ve bu konuda hiçbir memleketin diğerinden fark­lı olmamasını el-Mansur’a arzetraişti.

Elbette, el-Muvatta’m tedvinini gerektiren çeşitli sebepler var­dır. İmam Mâlik, bu eseri Ebu Ga’fer el-Mansur devrinde (onun tek­lifi üzerine) yazmaya başlamış, fakat el-Mansur’un sağlığında bunu tamamlayamamıştır. Ancak el-Mehdî devrinde tamamlayabilmiştir. Fakat onun bu eseri, bütün memlekete şâmil bir kanun olmamıştır. Çünkü İmam Mülik, buna müsaade etmemiştir. Harun er-Reşîd, bu eseri kanun olarak kabul etmek ve bir nüshasını bütün halka öğret­mek için Ka’be’ye asmak teşebbüsünde bulunmuştur. Lâkin îmam Mâlik, buna da razı olmamış, insanlara kazâî hükümlerinde kolay­lık sağlamak için bundan sarfınazar etmiştir.

el-Muvatta’, bir hadîs ve fıkıh kitabıdır. Hadisler, îmam Mâlik’in içtihad ettiği fıkhı mevzuların içerisinde zikredilir. Sonra Medî-nelilerin icmâ’ üzere olan amelleri, bundan sonra da İmam Mâlik’in karşılaştığı tabiîlerin re’yleri ve kendisinin yetişemediği sahâbilerle Said b. el-Müseyyib gibi tabiîlerin re’yleri anlatılır. Medine’de­ki meşhur re’yler ve îmam Mâlik’in hadîs, sahâbilerin fetva ve hü­kümleri ve bâzı tabiîlerin re’y ve fetvalarına dayanarak ileri sürdü­ğü ictihadlar bu kitapta yer almaktadır. Bunun içindir ki İmam Mâ­lik’in fıkhî re’yi, tahric edilmiş ve öncekilere uyan bir re’ydir. Yeni ve icat edilmiş bir şey değildir. îmam Mâlik der ki: «Kitaptakilerin çoğu re’ydir. Andolsun ki aslında onlar re’y değildir. Ancak, bir çok ilim ve fazilet sahiplerinden ve kendilerinden ilim tahsil ettiğim bü­yük İmamlardan işitilmiştir. Bu İmamlar, Allah’dan korkan kimse­ler idi. Bunları, o İmamlara nisbet etmekten çekindiğim için «re’ydir» dedim. Onların re’yleri, yetiştikleri sahâbîlerin re’yleri gibidir. Ben de onları bu re’ylere bağlı buldum. İşte bu, asırdan aşıra zamanı­mıza kadar intikal eden bir mirastır. Yani bu, öngeki İmamların teş­kil ettiği bir topluluğun re’yidir.»

İşte el-Muvatta’, hem sünneti, hem de İmam Mâlik’in sün­net üzere bina ettiği şeyleri ihtiva etmektedir.

el-Muvatta’daki hadîslerin miktarı râvîlerine göre değişmekte­dir. Çünkü el Muvatta’ı rivayet eden râvîler değişik olduğu için za­man zaman yapılan rivayetler de daima değişik şekilde tesbit edil­miştir. el-Muvatta’m en meşhur iki rivayeti vardır:

1 — Biri Yahya b. el-Leysi el-Endelüsî (öl. 234 H.)nin rivayeti,

2 — Öteki de îmam Ebu Hanife’nin talebesi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî (öl. 189 H.)nin [82]rivayetidir.[83]

Mâliki Mezhebi’nin Gelişmesi Ve Yayılışı

Usûlündeki zenginlik ve kaynaklarının çeşitliliği sayesinde Mâ­liki Mezhebi’nin fürû’u çok gelişmiş ve tefekkür ufku oldukça geniş­lemiştir. İmam Mâlik’ten sonra bu mezhebi temsil edenler, kendileri için geniş bir düşünce sahası ve çok çeşitli içtihatlarda bulunacak bir fikir atmosferine sahip olmuşlardır. Bütün bu gelişme imkânlarının yanında, Mâliki Mezhebi’nin metod ve prensipleri çeşitli ve zengin olduğu gibi, İmam Mâlik’in talebeleri de kendisinden sonra hocala­rının prensiplerini tatbik hususunda düşünce sahasını genişletmiş­lerdir. Mâliki Mezhebi bir çok memleketlerde yayılmıştır. Bu mez­hebin fakîhleri arasında derin bir fıkıh ile felsefe ve hikmeti birleş­tiren şahsiyetler vardır. Avrupalılara Aristo felsefesini tanıtan ve filozoflara hücum ettiği için Gazzâli’nin eser ve görüşlerini sert bir dille reddeden filozof İbni Rüşd el-Hafid (öl. 1198 M.), büyük bir Mâlîkî fakîhi idi. İbni Rüşd’ün karşılaştırmalı fıkıh üzerinde «Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihayetü’l-Muktasıd» adlı değerli bir eseri vardır.

Mâliki mezhebinin birbirinden Uzak çok çeşitli ülkelerde yayılışı ve ictihad sebeblerinin bolluğu, metod ve prensiplerinin zenginliği bu mezhebdeki görüşlerin artmasına sebep olmuştur. Mâliki fıkhını araş­tıran kimse, bu çok zengin görüşler sayesinde çeşitli fikir ürünleri­ni, muhtelif çevrelere ve bu çevrelerin örf ve geleneklerine uygun ve elverişli fıkhî anlayışları bulur. Bilhassa örf ve âdetin, Mâliki fık­hında istinbat bakımından, büyük bir yeri vardır. Bu sayede müftî, eğer kendisini, mezhebin kesin prensiplerine bağlanarak ictihad ya­pacak bir mevki’de görmezse, mevcut olan değişik fikirler arasında kolayca tercihlerde bulunabilir.

Bu hususta el-Hattâb şöyle der: «Bu zamanda fetva veren kim­se, en azından mezhebin görüşlerini nakil hususunda mezhebin bü­tün rivayetlerini ve mezheb üstadlannın tefsirlerini, aralarındaki ihtilâfları nasıl izah ettiklerini, meseleleri birbirine nasıl teşbih ve mukayese yaptıklarını, akla yakın veya uzak olan meseleleri birbi­rinden nasıl ayırdıklarını tam olarak bilmelidir. Ayrıca o, Karavîlerden[84] müteahhirin (sonraki âlimler)’in kitaplarındaki meseleleri, îmam Mâlik’in bunlardan önce yaşıyan talebelerinin eser ve riva­yetlerini de bilmek [85]mecburiyetindedir.[86]

Mâlikî Mezhebinin Yayıldığı Yerler

Mâliki Mezhebi birçok ülkelere yayılmıştır. Mantıkî olarak dü­şünürsek, bu mezhebin doğduğu ve geliştiği Hicaz ülkesinde daha çok yayılmış olması gerekirdi. Çünkü o, Hicaz çevresinden beslene­rek meydana gelen bir eserdir. Fakat öyle zaman olmuştur ki bu mezhebin durumu Hicaz’da çok değişmiştir. Bâzan ülkeye hâkim ol­muş, bâzan da burada tamamen sönmüştür. Hattâ Medine’de bu mezhebin uzun zaman adının dahi unutulduğu ve 793 H. yılında bu­raya kadı tâyin edilen İbni Ferhun sayesinde yeniden canlandırıl-dığı anlatılır.

Mâliki Mezhebi, Mısır’a İmam Mâlik’in sağlığında girmiştir. Bu mezhebi Mısır’a ilk olarak sokan, İmam Mâlik’in talebelerinden Abdurrahman b. el-Kâsım, Osman b. el-Hakem, Abdurrahman b. Hâlid, Eşheb ve Mısır’a yerleşen onun diğer talebeleridir. Mâliki mez­hebi, Mısır’ın hâkim mezhebi idi. Nihayet Şafiî mezhebi bu ülkeye gelince, her iki mezheb arasında hâkimiyet mücadelesi başlamıştır. Bugün bile Mısır’da, bilhasa ibâdet bakımından hâkim olan bu iki mezhebdir[87].

Tunus ve civarında da Mâliki mezhebi hâkim bir duruma gel­miştir. Ancak Esed b. el-Furat’ın nüfUzlu olduğu devirde Hanefi mez­hebi, Mâliki mezhebini yenilgiye uğratmıştır. Adı geçen Esed b. el-Furat, aslında Mâliki idi. Sonra Irak’a gelip İmam Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî’den Hanefi fıkhını okumuş ve Hanefî mezhebini kabul etmiştir. Daha sonra el-Muizz b. Badis, Tunus ve çevresini tekrar Mâliki mezhebine sokmuştur. Hâlâ bu ülkelerde ibâdetler, Mâliki mezhebine göre .edâ edilmektedir.

Endülüs’te de Mâliki mezhebi büyük bir otoriteye sahip idi. Söy­lendiğine göre, Endülüslüler bir müddet Şam’ın fakihi olan İmam Evzâî’nin mezhebine bağlanmışlardır. Nihayet Mâliki mezhebi gelip .buraları istilâ etmiştir. Endülüs Emîri (Hakem b. Hişam)’nin katın­da büyük bir mevkii olan Yahya b. Yahya, kadılık mevkiine getiri­lince, Mâliki mezhebi devletin otoritesinden çok faydalanmıştır. Ab­basî Devletinin başkadılığma tâyin edilen Ebu Yusuf, nasıl kadılık makamlarına sadece Hanefî mezhebi mensuplarını tâyin etmişse, Yahya b. Yahya da, aynı şekilde kendi mezhebine bağlı olanları iş­başına getirmiştir. Bu konuda İbni Hazm el-Endelüsî şöyle demiş­tir: «İki-mezheb devletin otoritesine dayanarak bidayette yayılma imkânına kavuşmuştur: Doğuda Hanefî mezhebi, Endülüs’te de Mâ­liki mezhebi.»

Mağrib’de de Mâliki mezhebi aynı şekilde yayılmıştır[88]. İşte Mâliki mezhebi İslâm ülkelerinin batı kısımlarında bu şe­kilde yayıldığı halde, doğu kısımlarında, Irak ve daha ilerilerde pek az yayılma imkânı bulmuştur. Bunun sebebi şudur: İmam Mâlik’in talebelerinin çoğu Mısır ve Tunus’a yerleşmiş olup Mâliki mezhebi bu iki üike vasıtasıyla daha çok o çevrelere [89]yayılmıştır.[90]


[1] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[2] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[3] Fethu’I-Bârî Şerhu’l-Buhârî, c. IV, s. 80.

[4] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[5] Şenf, erkek çocukların kulakları üzerinden takılan bir çeşit küpedir. Mü­tercim Asım Efendi, Kamus Tercemesînde buna «askıküpe» demektedir. Çeviren.

[6] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[7] ed-Dibâc el-Müzehheb, s. 117.

[8] Tertib u’I-Medârik, yazma, Dâr u’1-Kütüb el-Mısriyye, varak : 121. (Müel­lif Kadı İyaz’ın bu eserini umumiyetle «el-Medârik» diye zikretmektedir. Çeviren.

[9] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[10] İbni Abdilberr, el-Intikâ; Suyutî, Tezyîmıl-Memâlik; Kadı tyaz, Tertîbul-Medârık.

[11] İbni AbdÜberr, el-tntDtâ’.

[12] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[13] el-Medârik, varak: 210.

[14] Adı geçen eser, varak: 187.

[15] Adı geçen eser, varak : 141.

[16] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[17] Huccetullah el-Baliga, c. I, s, 144.

[18] Adı geçen eser, c. I, s. 145.

[19] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[20] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[21] el-Medârik, varak : 171, ed-Dibâc, s. 23.

[22] el-Medârik, varak: 159.

[23] Adı geçen eser.

[24] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[25] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[26] el-Medârik, varak : 164.

[27] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[28] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[29] Müzzemmil, 5.

[30] Câsiye, 32.

[31] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[32] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[33] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[34] İbni Ferinin, ed-Dibac el-Müzehheb, s. 18.

[35] Bu, Abdurrahman ed- Dahil diye de anılan I. Abdurrahman olup Abba» silerin iktidara geçip Emevilere karşı baskılarını artırmaları özerine, 750 M. yılında Endülüs’e kaçmış ve 756 M. yılında Kurtuba’da Endülüs Emevî Devletini kurmuştur. Meşhur Kurtuba Camiini yaptıran bu zattır. O, bir ara Abbasî Halîifesi el-Mansur’u sıkıştırmış olup Fransa Kralı Şarlmanla da savaşmıştır.

[36] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[37] Adı geçen eser, s. 19.

[38] Ra’d Sûresi, 35.
[39] el-Medârik, varak : 106,

[40] el-Medârik, varak : 112.

[41] A’râf Sûresi, 32.

[42] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[43] Ra’d Sûresi, 11.

[44] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[45] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[46] İmam Mâlik, 179 H. yılında Medine’de vefat ettiği zaman 85 yaşını geç­miştir. Baki’ mezarlığına defnedildi Cenaze namazım cebrin valisi Ab­dullah b, Zeyneb kildırmıştır. Çeviren.

[47] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[48] En’âm Sûresi, 15.

[49] Nisa Sûresi, 115.

[50] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[51] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[52] Secde Sûresi, 13.

[53] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[54] Nisa Sûresi, 48.

[55] el-Medârik, varak : 207.

[56] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[57] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[58] Kiyâme Sûresi, 22, 23.

[59] Şûra Sûresi, 11.

[60] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[61] el-Medârik, varak : 149.

[62] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[63] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[64] Nisa’ Sûresi, 10.

[65] En’am Sûresi, 145.

[66] Mâide Sûresi, 4.

[67] Necm Sûresi, 39-41.

[68] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[69] Bu zat, Ebu’l-Velid İbni Rüşd el-Kebir (450-520 H./1058-1126 M.) olup ünlü İslâm filozofu İbni Rüşd el-Hafîd (1126-1198) M.)’in dedesidir.Çeviren.

[70] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[71] Zumer Sûresi, 17, 18.

[72] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[73] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[74] Buna göre istidlale «Istıslah» denir ve bilhassa Mâliki Mezhebi İle Hanbelî Mezhebinde mühim bir yer işgal eder. Hanefi Mezhebi ile Şafiî Mezhebinde de bu prensibin bir yeri varsa da, talî derecede kalır. Buna mukabil Hanelilerde istihsan, Şâfiilerde de kıyas, MâÜkîlerdeki istıslalım yerini tutar. Çeviren.

[75] Şatıbî, el-İ’tisâm, c. II, s. 311.

[76] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[77] Büyük bir ihtimalle, zarara veya kötülüğe sebep olduğu tahmin edilen. Çeviren.

[78] İmam Mâlikin istinbat konusunda dayandığı başka deliller de vardır. Bunlardan biri «İstishab»dır. Bu da; bir şeyin değiştirilmesini icabetti-ren müsbet veya menfî bir delil yoksa o şeyin eski hali üzere devam etmesidir.

İşte İmam Mâlik’in, îmam Ebu Hanîfe’ye muhalefet ettiği noktalardan biri de budur. Gerçi Hanefîlere göre de «Berâet-i asliyye» esastır. Fakat istisbab her hususta bir hüccet değildir. Çeviren.

[79] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[80] İmam Mâlik’ten rivayet edilen fetvaları içine alan «el-Müdevvene» adlı bir eser vardır. Bunu, talebesi Abdurrahman b. el-Kâsım (Öl. 191 H.)’dan Esed b. el-Furat vasıtasıyla Abdusselâm Sahmm rivayet etmiştir. Bu eser, Mâliki Mezhebinin ana kitabını teşkil eder. (Bak Muhammed Ebu Zehra, el-İmam Mâlik, Kahire 1952, s. 246.)

Süyûtî, «Tezyin el-Memâlik»’inde Kadı Iyaz’ın «Tertîb el-Medarik» adlı eserinden naklen imara Mâlik’in birçok risalelerini zikreder; bu arada yıl­dızlar (Nücûm)’a dair bir kitabı ile Harun er-Resid’e yazdığı bir risa­lesi üzerinde durur. Harun er-Reşîd’e yazdığı bu risale, Mısır’da basıl­mış olup öğüt ve âdâb-ı muaşeret konularım ihtiva etmekte ve vaizle­rin elinden düşmemektedir. (Bak, M. E. Zehra, el-İmam Mâlik, Kahire 1952, s. 201.) Çeviren.

[81] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[82] el-Muvatta’, iki cilt halinde Mısır’da 1348 yılında ve müteakip yıllarda müteaddit defalar basılmıştır. Çeviren.

[83] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[84] Fas (Mağrib)’da 172-363 H. yıllarında hükümran olan îdrisiler zama­nında (248 H.) inşasına başlanılan Gâmiu’I-Karaviyyin, daha sonraları bir üniversite haline gelmiş ve birçok bilgin yetiştirmiştir. İşte metin­deki «Karavîler»den maksat, burada yetişmiş olan Mâlik! bilginleridir. Çeviren.

[85] Şerhul-Hattâb alâ Muhtasaril-HalÜ, c. I, s. 33. el-Hattab bu pasajı, el-Mâzerî’nin Şerhu’t-Telkin’inden almıştır. Ayrıca Bak. Şeyh Ulleyş, Fetâyâ, c. I, s, 59.

[86] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

[87] Mısır ve KUzey Afrika Fâtımîlerln eline geçince Maliki Mezhebi büyük bir ihmale uğramış; fakat, Fâtımîler ortadan kalktıktan sonra, bilhas­sa Eyyûbîler ve Kölemenler zamanında yeniden canlanarak eski yerim almıştır. Çeviren.

[88] Bir ara Endülüs ve Mağrib’de Mâliki Mezhebi müşkü bir duruma düş­müştür. Şöyle İd : Muvahhidî Emirî Yakub b. Yusuf b. Abdilmü’min, Zahirî Mezhebini benimsemiş ve Mâlikî Mezhebine karşı baskıda bu­lunmuştur. Hattâ bir ara îmam Mâlik’in el-Muvatta’ı hariç, Mâlikî Mezhebine göre yazılan bütün kitapların yakılmasını emretmiştir. Fakat adı geçen emîr Ölünce Mâliki Mezhebi yine eski haline dönmüştür. Çeviren.

[89] Mâlikî, Mezhebi, bugün genel olarak Afrika müslümanlannca takip edi­len bir mezhebdir. Metinde zikredilmeyen Sudan ve diğer Müslüman Afrika’da yaygın olan mezheb budur.

Bilhassa Hicaz’a haccetmek için gelenler vasıtasıyla Hicaz ve çevrelerin­de, Bağdat, Basra, Horasan, Nisabur ve Kazvin gibi Doğu İslâm mem­leketlerinde de yayılmış olan Mâlikî Mezhebi, buralarda fazla tutuna­mamıştır. Çeviren,

[90] İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi, Prof. Muhammed Ebu Zehra,

Hayat Rehberi

İmam Malik ve Mezhebi

İslam’da Fıkhi Mezhepler | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.