Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 15°C
Açık
İstanbul
15°C
Açık
Paz 15°C
Pts 15°C
Sal 20°C
Çar 19°C

Hacr (Kısıtlılık) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

Hacr (Kısıtlılık) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

Hacr (Kısıtlılık) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

  • HACR (KISITLILIK)

Hacr lügatte; mutlak surette menetmek mânasmdadır. Tavaf ederken İçine girmek yasaklandığından dolayı; Kabe’deki Hatim’e de hicr denilir.

Şer’î istilanda ise hacr; belli vasıflardaki şeyleri belli şekilde yapmaktan menetmek demektir. Bu husus ileride -inşâallah- daha da açıklanacaktır. [1]

Hacrin Sebepleri:

Hacrin sebepleri; küçüklük, delilik ve kölelik olmak üzere üçtür: Çünkü çocuk ile deli çıkarlarını bilmez ve ne şekilde elde edeceKİerini de kestiremezler. Bundan dolayı onları hacr (kısıtlılık) altına almak uygun olur. Kölenin tasarrufları, yani yaptığı işler efendisinin tasdikine bağlıdır. O tasdik etmezse, kölenin yaptığı işler geçerli olmaz.

Delinin ve akıl erdiremeyen çocuğun tasarrufları asla caiz değildir: Çünkü bunların tasarrufda bulunma ehliyetleri yoktur. Aklı eren çocuğun tasarrufu, velisi geçerli sayarsa veya önceden izin vermişse, caizdir: Açıkça bilinir ki veli, tasarruftan kendisi açısından ağır basan bir çıkar varsa, geçerli sayar. Aksi takdirde geçerli saymaz. Efendisiyle birlikde köle tasarruf hususunda velisiyle birlikde aklı eren çocuk gibidir. Çünkü kölenin tasarrufları hususunda efendisinindir. Eğer o bu tasarrufları geçerli sayarsa, geçerli olurlar.

Hak Çocuğun ve delinin yaptıkları akidler, ikrarları, boşamaları ve köle azad etmeleri sahih değildir: Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Çocuğun ve bunağın boşaması hariç, diğer

bütün talâklar (boşamalar) geçerli olur [2] Azad etmek yalın bir zarar

meydana getirir. Ayrıca azad etmek bir nevi teberrûdur. Oysa çocuk ile deli teberru ehliyetine sahip değildirler. Zarar içerdiği için ikrar da böyledir. Sefîhlikleri, çıkarlarına yönelmeyişleri, çıkarlarıyla ilgilenmemeleri göz önüne alındığında zarar tarafı ağır bastığı için diğer akidleri de böyledir.

Âkil- baliğ olmayan çocuk ve deli başkasının malını telef ederse, ödemek lâzım gelir: Bu hüküm malı telef edilen kimsenin hakkını ihya etmek için verilmiştir. Kişinin uyku halinde cinayet işlemesi, eğik duvarın yıkılmasıyla altında kalıp ölmek gibi, kasdî olmayan durumlarda tazminat ödemek gerekir. Çünkü bu durumda maddeten bir telefat vukûbulmuştur ki, bu da tazminat sebebidir. Bu ancak haddlerde ve kısaslarda reddedilir. Kasitsızlık şüphe kabul edilir. Bu sebeple teammüden Öldürmede -inşâallah ilgili mevzuda da anlatılacağı gibi- kısas diyete kalbolur.

Kölenin sözleri kendi hakkında geçerlidir: Çünkü bu hususda ehliyeti vardır. Bir malı ikrar ederse, azad edildikden sonra onu ödemesi lâzım gelir: Çünkü hemen ödeyemez ve fakir gibi olur.

Hadd yahut kısas gerektiren bir suçu veya ailesini boşadığım ikrar ederse, hemen lâzım gelir: Çünkü kan hususunda köle hür insan gibi kabul edilir. Bu sebeple efendisinin bu hususda onun aleyhindeki ikrarı geçerli olmaz; kan dökmesi de onun mubah kılmasıyla mubah olmaz.

Boşama mevzuuna gelince; kölenin boşaması geçerlidir. Çünkü bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Köle ancak boşama salahiyetine sahip olur,”[3] Zira köle, boşama ehliyetine

sahiptir. Karısını boşamakla da efendisine bir zarar dokunmayacağından dolayı, boşaması geçerli olur.

Erkek çocuğun bulûğa ermesi; i h ti lanı olması, gebe bırakması ve meni akıtmasıyla ya da 18 yaşma varmasıyla olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhanımed). Kız çocuğunun bulûğa ermesi; ihtilâm olması, âdet görmesi, gebe kalması ya da 17 yaşına varmasıyla olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Çünkü hakiki bulûğ; ihtilâm olmak ve meni akıtmakla tahakkuk eder. Hz. Peygamber (sas) bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurmuştur: “İhtilâm olan (yani bulûğa eren) her erkek ve kızdan birer dinar al.” [4]Çünkü gebe kalmak ve gebe bırakmak, ancak bulûğ ile mümkündür.

Âdet görmek de bulûğa erme alâmetlerindendir. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Âdet gören (yani bulûğa ermiş olan) kadının namazı başörtüsüz olmaz. [5]

Yaş ile bulûğa ermeye gelince; belirtilen yaşa varanların bulûğa ermiş sayılmaları Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. İmameyn ise, bu hususda şöyle demişlerdir; kız ile erkek 15 yaşına varınca bulûğa ermiş sayılırlar. Çünkü mûtad ve umumî olan budur. İbn. Ömer (ra) in şöyle dediği rivayet edilmiştir; ‘ben 14 yaşında iken cephede savaşmak için Hz. Peytmnber (sas) e arzedildim. Beni geri çevirdi. Ertesi sene ar/cdıldiğimde savaşmama izin verdi.[6]

Erkek çocuğun 18, kız çocuğun 17 yaşma varmakla bulûğa ereceğini söyleyen Ebû Hanîfe’nin dayanağı şu âyet-i kerîmedir;

“Kemale erişinceye kadar yatımın malına sadece en iyi tutumla yaklaşın. ” (En’âm: 152). İbn. Abbas (ra) dedi ki; kemal çağı 18 yaşıdır. Bu hususda söylenen en küçük yaş budur. Biz de ihtiyaten bunu esâs aldık. 18 Yaşı çocuğun kemal çağıdır. Erkeğin kemal çağı ise, 40 yaşıdır. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Nihayet insan güçlü çağma erip kırk yaşma varınca… “(Ahkaf: 15). Kadın erkeğe nisbetle daha erken bulûğa ereceği için, onun bulûğ yaşını bir sene eksilterek 17 dedik. Bulûğ ile alâkalı olarak nakledilen hadîs-i şerife gelince; Hz. Peygamber (sas) savaşmak isteyen ama bulûğa ermemiş olan çocuklara da izin verirmiş. Rivayet edildiğine göre adamın biri cephede savaşması için oğlunu Hz. Peygamber (sas) e arz etmişti. Hz. Peygamber (sas) kabul etmeyince, adam; ‘yâ Rasûlallah (sas) oğlumun cephede savaşmasını kabul etmiyorsun, ama savaşması için Râfı’e izin veriyorsun. Oysa oğlum güreşde Râfi’i yeniyor’ demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) oğlunun savaşmasına izin vermişti.

Erkek çocuğun baliğ olduğunu iddia ettiğinde, iddiasının doğru kabul edileceği en aşağı yaş 12 dir. Kız çocukları için ise, bu 9 yaştır. Farklı yaşlar söyleyenler de olmuştur. Ama muhtar olan görüş, bizim söylediğimizdir.

18 yaşına giren erkek ve 17 yaşına giren kız, yani mürahik ve mürahika ‘bulûğa erdik1 derlerse; sözleri doğrulanır: Çünkü bulûğa ermeleri ancak onlar tarafından bilinir. Doğruluğa ihtimali olan bir söz söylerlerse, sözleri tasdik edilir.

Âkil- baliğ hür kimse malını menfaatine uygun olmayan şeylere harcayan bir sefih olsa bile, kısıtlılık altına alınamaz (Ebu Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki;’durumuna bakarak onu kısıtlılık altına alıp, malında tasarrufda bulunmasını menederiz. Zira savurganlık yapması ihtimaline binâen, çocuğu kısıtlılık altına alıyoruz. Madem öyle; sefıhliği kesinlik kazanan kimseyi kısıtlılık altına almamız haydi haydi gerekli olur. Bu sebeple malına tasarruf etmekden menedilir. Malında tasarrufda bulunması menedilmezse, malında kendisi için bir fayda kalmaz. Çünkü açıkça zararına olacak alış veriş akidleri yaparak malını saçıp savurması mümkündür. Rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) Muaz (ra) in mallarım satıp borçlarını ödemiştir. Hz. Ömer (ra) de sefıhliği yüzünden Cüheyneli Useyf in mallarını satmıştır.

Akil- baliğ hür kimsenin sefahet sebebiyle kısıtlılık altına alınamayacağını söyleyen Ebû Hanîfe’nin dayanağı şudur; rivayet edildiğine göre; Hibban b. Munkiz (ra) alış verişlerinde aldatılıyordu. Akrabaları Hz. Peygamber (sas) den onu kısıtlılık altına almasını istediler. Hz. Peygamber (sas) de ona; “Alış veriş yaptığında; ‘aldatma

yok ve ben üç gün müddetle muhayyerim’ de. [7] diye emretmiş ve onu

kısıtlılık altına almamıştı. Çünkü Hibban (ra) Şer’î emirlere muhatap bir kimse idi ve reşid kimse gibi, o da kısıtlanamazdı. Kaldı ki, kısıtlılık altına alınmakla zarar kendisinden uzaklaştırılamazdı. Çünkü o her gün ve her vakitte dört kadınla evlenip onları gerdeğe girmeden ve gerdeğe girdikten sonra boşayarak da malını telef edebilirdi. Şu halde onu zarardan korumak maksadıyla kısıtlamanın bir mânası olamazdı. Ve böylelikle zarardan korunamazdı da… Ayrıca kısıtlamak; insanlığını yok sayarak onu hayvan sınıfına katmaktır ki, ona bu şekilde verilen zarar; nıalını israf edip zayi etmesi sebebiyle uğrayacağı zarardan daha büyüktür. Bu, akıllı ve âticenab kimselerin bildikleri şeylerdendir. Az bir zaran bertaraf etmek için büyük zarara katlanmak caiz değildir. Ama umumî bir zaran bertaraf etmek için kısıtlamak caizdir. Meselâ; utanmaz ve halka hile öğreten bir müftünün, câhil tabibin ve müflis kervancının işten menedilip kısıtlılık altına alınmaları gerekir. Çünkü böyle bir müftü kısıtlanmazsa, din zayi olur. Câhil tabip kısıtlanmazsa, canlar zayi olur. Müflis kervancı da kısıtlanmazsa, mallar zayi olur.

Muaz (ra) ile ilgili hadîs-i şerife gelince; biz deriz ki, Hz. Peygamber (sas) onun malını nzasıyla satmıştı. Çünkü o sefih değildi. Onun hakkında böyle bir şeyi zannetmek nasıl mümkün olabilir? Hz. Peygamber (sas) onu dâvalan halletmesi ve kadılık yapması için seçip beğenmişti. Hz. Ömer (ra) in, Useyfin mallannı satması da böyle olmuştu. Denildi ki, bu satış dirhemlerin dinarlar karşılığında satılması şeklinde olmuştur ki, bu caizdir. Kişiyi kısıtlılık altına almak, korumak maksadıyla malını elinden geçici olarak almaktan daha ağır bir cezadır. İkisi birbiri ile mukayese edilemez. Koruma maksadıyla malım geçici olarak elinden almak, onun için faydalıdır. Çünkü sefıhlik umumiyetle mal sahibi kişinin kendi yaranna olmayan hibe ve nafakalarda olur. Bunu da kendi eliyle yapar.

Kadı bir sefihi kısıtlılık altına alır da, sefih bu karan başka bir kadıya arzeder ve o kadı da bu karan iptal ederse; iptal karan caiz ve geçerli olur. Çünkü ilk muhakeme sonunda verilen karar ihtilaflıdır. İhtilaflı şey üzerine hüküm verilemez. Ama birinci kadı’mn verdiği kısıtlama karannı ikinci kadı da imzalar ve kısıtlı kişi bu karan üçüncü bir kadıya arzederse; üçüncü kadı bu karan bozamaz. Çünkü ikinci kadı ihtilaflı bir şey hakkında karar vermiştir ve bu karar artık bozulamaz.

Sonra; Ebû Yûsuf a göre bir kimse eğer savurgansa, kısıtlanmaya müstahak olur. Kadı tarafından kısıtlılık altına alınmadan evvel yaptığı tasarruflar geçerli olur. Kısıtlının hali düzelirse, kısıtlılık hali ancak kadı kararıyla ortadan kalkar. Yoksa, kendiliğinden kalkmaz. İmam Muhammed dedi ki; savurganlığı onu kısıtlar. Düzelmesi, islah-ı hal etmesi ise; kısıtlılığım sona erdirir. Burada kısıtlılığın konulmasını gerektiren sebep ile, kısıtlılığın kaldınlmasmı gerektiren sebep nazar-ı itibara alınır.Ebû Yûsufun bu hususdaki görüşü ise, şöyledir; bu, üzerinde içtihad edilecek bir hususdur. Ağırlık teşkil eden bir dayanak olsun diye bunun için hüküm vermek gerekir.

Sonra Ebû Hanîfe’ye göre reşid olmayan âkil- baliğ bir çocuğa malı teslim edilmez: Çünkü malının kendisine teslimini gerektiren şart tahakkuk etmemiştir ki, o şart da nassda belirtildiği gibi, kendisinde rüşd halinin görülmesidir. Fakat 25 yaşına vardığında reşid olduğu görülmese bile, malı kendisine teslim edilir (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed). Sefihin, kısıtlılık altına alınmadan evvel yaptığı tasarruflar geçerli olur: İmameyn dediler ki; nass gereği kendisinde rüşd hali görülmezse, malı kendisine teslim edilmez. Malında tasarrufda bulunması caiz değildir. Çünkü tasarrufuna mâni olan illet, sefıhliğidir. Sefihlik var olduğu müddetçe, kısıtlılık hali devam eder.

Ebû Hanîfe’nin görüşünün dayanağı şu âyet-i kerîmedir;

“(Yetimler ) büyüyecekler (de geri alacaklar) diye o malları israf ile ve tez elden yemeyin. “(Nisa: 6). Bu da büyüdüğünde kendi malında tasarrufta bulunmaktan menedilmeyeceğine dair bir işarettir. Ebû Hanîfe de bunu 25 sene olarak takdir etmiştir. Çünkü umumiyetle bu yaşa gelen insanda rüşd hali görülür. Bilindiği gibi bu yaşa gelen bir kimse dede olabilir. Rivayet edildiğine göre; Hz. Ömer (ra) bu hususda şöyle demiştir: Adam 25 yaşına vardığında aklî olgunluğu tamamlanır.

Ayet-i kerîmusindeki kelimesini de böyle açıklamıştır.

Kişinin bu çağa varmadan evvel bulunduğu tasarruflar geçerli olur. Çünkü daha evvel malî tasarrufta bulunmaktan menedilmesi; kısıtlanması için değil de, tedip edilmesi içindir. Bu sebeple evvelki tasarruflan geçerli olur.

Sonra İmameyn’in kavline dayanarak buradan bir kaç mes’ele daha çıkararak deriz ki; kadı bir kimseyi kısıtlılık altına alınca, o kimse çocuk hükmünde olur. Ancak şu bir kaç husus bundan müstesnadır; nikâh, talâk, köle azad etmek, cariyeyi ümm-ü veled kılmak, köle ile müdebberlik anlaşması yapmak, başkla insanların vasiyetleri gibi vasiyette bulunmak, hadd ve kısas ikrarında bulunmak… O, Şer’î emirlere muhatap olduğundan dolayı, tasarruf ehliyetine sahip kimselerdendir. Nikâh akdi yapabilir: Çünkü nikâh (yani evlenmek) aslî ihtiyaçlardandır. Mehr-i misil ile yapılmışsa, bu bağlayıcı olur. Çünkü bunda aldanma yoktur. Ama mehr-i misilden fazla bir mehirle yapılmışsa, fazlası bâtıl olur. Çünkü bu malî bir tasarruftur ve bu akdi yapan da hasta bir borçlu gibidir.

Eğer kadın sefih ise; mehr-i misilden az bir mehir alarak ama kendi dengi olan bir erkekle evlenirse, akdedilen nikâh caiz ve geçerli olur. İnsanların aldatılmamış olacağı az bir mehirle evlenmişse ve gerdeğe girmemişse; o zaman kocaya; ‘ya mehri tamamla ya da kadından ayni’ denilir. Çünkü kadının mehr-i misilden az bir mehre razı olması sahih değildir. Bu durumda koca muhayyer olur. Çünkü o evlenirken fazla mehir vermeye razı olmamıştır. Ama gerdeğe girmiş ise, muhayyer olamaz, mehr-i misil vermesi vâcib olur. Artık onu muhayyer kılmanın bir faydası da olmaz. .

Kısıtlı kimse karısını boşayabilir: Çünkü bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Çocuk ve bunak haricinde her

kesin boşaması geçerli olur,” [8]Çünkü nikâh akdi yapabilen her kes gerektiğinde karısını boşayabilir.

Kısıtlılık altındaki şahıs kölesini azad edebilir: Çünkü kendisinde azad etme ehliyeti vardır. Kısıtlı kişi malî teberruda bulunamayacağından dolayı, azad edilen kölenin kendi kıymetini ödemek için çalışması gerekir. Ancak azad etme tasarrufu fesih kabul etmediğinden dolayı, biz bu tasarrufun geçerli olduğunu söyleriz. Bu durumda kıymet ödeme çalışması her iki tarafı alâkadar eden bir vecibe olmaktadır. İmam Muhammed’e göre sefihin azad ettiği kölenin kendi kıymetini ödemek için çalışması gerekmez.

Kısıtlılık altındaki sefihin kölesiyle yaptığı müdebberlik anlaşmasına gelince; bu azadlık hakkını gerektirdiğinden ya da bir bakıma azadlık olduğundan dolayı, gerçek azadlık sayılmaktadır. Ancak bu durumda köle kendi kıymetini ödemek için efendisinin vefatından sonra çalışır. Efendisi, kendisinde rüşd hali görülmeksizin ölürse; bu köle müdebber olarak kendi kıymetini ödemek için çalışır. Efendisi onu, müdebberlik anlaşması yaptıkdan sonra azad etmiş gibi olur.

Kısıtlılık altındaki kimsenin istîladma (yani cariyesini ümm-ü veled kılmasına) gelince; bu kimse cariyesiyle cinsî münasebette bulunur da cariyesi çocuk sahibi olursa, o da bu çocuğun kendisine âit olduğunu iddia ederse; neslinin devamına ihtiyacı olduğundan dolayı nesebi sabit olur. Kendisi öldükten sonra ümm-ü veledi kendi kıymetini ödemek için çalışmaz. Keza, o kadının kendi ümm-ü veledi olduğunu iddia eder ve kadınla beraber çocuğu da varsa, aynı hüküm geçerli olur. Ama beraberinde çocuğu yoksa; efendisinin ölümünden sonra kendi kıymetini ödemeye çalışır. Çünkü o, bu hususda itham altındadır ve bu azad edilmek gibidir.

Kısıtlılık altındaki sefihin vasiyyette bulunmasına gelince; kıyasa göre bunların sahih olmaması gerekir. Çünkü vasiyyet; teberru ve hibedir. Ancak biz -diğer insanların vasiyyetleri gibi olursa- vasiyyetini müstahsen gördük. Çünkü vasiyyet insanı Allah (cc) a yaklaştıran bir iştir ki, o şahıs hususen böyle bir durumda buna muhtaçtır.

Kısıtlılık altındaki sefihin hadd ve kısas ikrarında bulunmasına gelince; bunu yapabilir. Çünkü akıllı ve baliğ kimsenin -başka şeyden değil- sadece malî tasarrufta bulunmaktan kısıtlanması halinde kısıtlı olmadığı hususlarda ikrarda bulunması sahihtir. Zekât, keffaret ve hacc gibi, Allah (cc) a âit haklar onu bağlar. Çünkü o, Şer’î emirlere muhataptır. Kişi Allah (cc) a âit haklar hususunda kısıtlılık altına alınamaz. Bu sebeple kadı’nın veya naibinin huzurunda zekâtını çıkarıp verir ki; zekât ilgisiz yerlere sarfedilmesin. Kısıtlılık altındaki sefihin keffaretlerine gelince; oruç tutarak edâ edebileceği keffaretleri -başka şeyle değil- ancak oruç tutarak edâ edebilir. Bu, malından uzakta kalmış yolcu gibidir. Zihar keffareti olarak sefihin köle azad etmesi halinde azad geçerli olur. Ama o kölenin kendi kıymetini ödemeye çalışması gerekir. Sefihin bu azad edişi, zihar mes’ûliyetinden kurtulması için kâfi olmaz. Çünkü bu, bedel karşılığı bir azad ediştir. Bu, borçlu hasta gibidir. Borçlu hasta zihar için bir köle azad eder de sonra ölürse, azad edilen köle, ölen borçlunun alacaklılarına kendi kıymetini ödemek için çalışır. Ve bu azad ediş; ölenin zihar mes’ûliyetinden kurtulması için kâfi gelmez. Diğer keffaretlerde de böyledir.

Keffareti oruç tutarak edâ eder, ancak keffaret tamamlanmadan durumu iyileşirse; o acizliği ortadan kalktığı için keffareti oruçtan başka şeyle edâ etmesi gerekir.

Kısıtlılık altındaki sefihin haccetmesine gelince; kadı onun nafakasını güvenilir bir kimseye teslim eder ki, haccda kendisine harcasın. Bazı âlimlere göre, vâcib olduğundan dolayı, onu umreden menetmez. Kıran haccı yapmasına da mâni olmaz. Çünkü bu hacc daha faziletli, daha sevaptır. Hacc ve umreyi ayrı ayrı yapmasına mâni olunmadığına göre; bir arada yapılmaları demek olan kıran’a da mâni olunmaz. Hatta böyle yapması evlâ ve daha faziletli olur. İhtilâf mevzuu olduğu için, hacının kurban olarak bir deve sevketmesine de mâni olunamaz. Çünkü Hz. Ömer (ra) kurbanı (hedyi) deve olarak tefsir etmiştir.

Sebepleri tahakkuk ettiğinde kısıtlılık altındaki sefihin -sebeplerle amel ederek- kul haklarını Ödemesi gerekir. Eşinin, çocuklarının ve yakınlarının nafakaları da böyledir. Çünkü sefih olması kul haklarını ödemesine mâni olmaz. Zira eşin ve çocukların nafakaları aslî ihtiyaçlardandır. [9]

Kısıtlılık Fâsıkm Kısıtlanamaması

Fâsık kısıtlılık altına alınamaz: Bu Ebû Hanîfe’ye göre açıkça ve kat’î olarak böyledir. İmameyn’e göre ise, eğer fasık malını iyi idare edebiliyorsa, kısıtlılık altına alınmaz. Çünkü âyet-i kerîmede;

“Eğer onlarda akılca bir olgunlaşma görürseniz, (hemen mallarım kendilerine verin). “(Nisa: 6). Kendisinde bir nevi reşidlik görülmüştür ki, o da malını iyi idare etmesidir ve bu da nassm kapsamına girmektedir. Kaldı ki kısıtlama, malı kötü idare etme sebebiyle yapılır. Yolsa kişi dinî yönden bozuk olmakla kısıtlılık altına alınamaz. Bilindiği gibi, zımrmlik ve kâfirlik, fasıklıkdan daha büyük bir suç oldukları halde, zımmîler va kâfirler kısıtlılık altına alınmamaktadırlar.

Borçlu da kısıtlılık altına alınmaz. Sefihin kısıtlılık altına alınmasından bahsedilirken, bunun sebebi açıklanmıştı. Kadılık âdabı bahsinde de anlattığımız şekilde; alacaklılar borçlunun hapsedilmesini isterlerse, kadı; malını satıp borcunu ödeyinceye kadar onu hapseder- Borçlunun nakit parası varsa ve borç da nakit para cinsindense, kadı; borçlunun izni olmasa da bu parayla Ödemede bulunur: Çünkü alacaklı borçlunun izni olmasa da, hakkını ondan alabilir. Bu hususda kadı ona yardımcı olmaktadır. Borçlunun dirhem parası olup, borç dinar parası olarak verilecekse, veya durum bunun tersi ise, kadı borç için değişik parasını satar: Kıyasa göre, eşyalar gibi, bu parayı da satamaz. Çünkü bu bir çeşit kısıtlamadır. Ama istihsana göre paralık, mallık ve muayyen olmama bakımından bu iki para bir cins gibidir. Ama eşyalar böyle değildir. Çünkü eşyalar her bakımdan borçlara zıttır. Maksat; paralardan ayrı olarak borçlara yönelmektir.

Bunun için eşyalarını ve akarını satmaz: Böyle yapmak; onu kısıtlılık altına almak ve aynı zamanda karşılıklı rızaya dayanmayan bir ticaret demektir. İmameyn’e göre bunlar da satışa çıkarılır ki, fetva da buna göredir: İmameyn dediler ki; alacaklılar müflis borçlunun kısıtlılık altına alınmasını isterlerse, kadı onu kısıtlılık altına alır.

Aiacaklılann durumunu göz önüne alarak, onlara zarar vermesin diye kısıtlıyı tasarruflardan ve ikrardan meneder. Çünkü bazan borçlu malını başkasına muvazaayla satarak, onların haklarına kavuşma imkânını ortadan kaldırabilir. Ancak raiç bedelle satmaktan menedilmez. Çünkü böyle bir satış sebebiyle aiacaklılann hakları zayi olmaz.

Borçlu borcunu ödemek için malını satmaya yanaşmazsa; kadı onun malını satarak elde ettiği parayı alacaklan nisbetinde alacaklılara paylaştırarak öder. Çünkü borcu ödemek onun vazifesidir. Ödemek için de malını satması gerekir. Buna yanaşmazsa, buruk ve iktidarsız erkeğin karısını, o erkeğe niyabeten boşayabildiği gibi; kadı, borçluya niyabeten borçlunun malını satar. Ebû Hanîfe’nin buna dâir gerekçesi daha evvel geçmişti.

İmameyn’in buna karşı cevaplan ise, şöyledir; müflis borçlunun malım muvazaalı olarak satacağı sadece vehmedilmektedir. Kesin bir hükmü bir vehme dayandırmak mümkün değildir. Müflisin borcunu ödemesini sağlamak kadi’nın vazifesidir. Ama bu maksatla müflisin malını satma işi illâ da kadı’nın vazifesidir, diye bir şeyi kabul etmeyiz. Ama buruk ve iktidarsız erkeğin kansında durum bunun tersinedir: Eğer kocası boşamıyorsa, kadı o kadını kocasından ayırır. Müflisin borcunu ödemesi için kadı onun malını satamaz. Ancak -hangi yolla öderse ödesin- borcunu ödesin diye onu hapseder.

Sonra bu iki mes’ele esas alınarak bunlardan çeşitli hükümler çıkarılır. Şöyle ki; müflisin borcunu ödemesi için paralan, sonra eşyalan, sonra da akarlan satılır. Böyle yapmakla borçları çabuk ödenir. Aiacaklılann haklarına riâyet edilmiş olur. Bu durumda müflis borçlunun üzerinde bir iki parça giysisi bırakılır. Kısıtlılık halindeyken bir başkasının kendisi yanında malı bulunduğunu ikrar ederse, borçlannı ödedikten sonra o ikramı gereğini yapması, yani o malı sahibine vermesi lâzımgelir. Çünkü evvelki aiacaklılann o malda haklan vardır. Eğer o ikramı gereğini derhal yerine getirip o malı sahibine teslim etmesi sahih olsa, onun kısıtlılık altına alınmasının bir faydası olmaz. Ama kısıtlılık altına alındıktan sonra bir mal kazanır da, o malla alâkalı bir ikrarda bulunursa; bu ikran hemen geçerli olur. Çünkü evvelkilerin haklannın bu malla bir alâkaları yoktur. Kısıtlılık halinde iken bir mal tüketirse, hemen o malı ödemesi gerekir. Çünkü tükettiği müşahede edilmiştir. Müdafaa edecek hali kalmamıştır.

Kısıtlılık altındaki sefih kimsenin kansına, küçük çocuklarına ve yakın akrabasına kendi malından nafaka verilir. Çünkü nafaka aslî ihtiyaçlardan olup, aiacaklılann haklanna göre daha önceliklidir. Mehr-i misil Ödeyerek bir kadınla evlenirse, caizdir. Diğer borçlular da bunu örnek alabilirler.

Müflisin hiç malı çıkmazsa -kadılık âdabında da anlatıldığı gibi- hapsedilmeyip serbest bırakılır. Hapisten çıktıktan sonra alacaklıların onu devamlı takip etmelerine mâni olunmaz. Ancak onlar bunu tasarruflarından ve yolculukdan menedemezler. Sadece fazla kazancım alıp, aralarında alacakları nisbetinde paylaşırlar: Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Hak sahibi (alacaklı) nin eli vardır (müdahale edebilir), dili vardır (hakkını almak için kadıya başvurabilir)”.

İmameyn dediler ki; kadı borçlunun iflasına hükmettiğinde aiacaklılann onu takib etmelerine mâni olur. Ancak alacaklılar onun yeniden mal elde ettiğine dair bir beyyine ortaya koyarlarsa, o zaman kadı onlann onu takip edip yakasını tutmalarına mâni olmaz. Bu hüküm kadı’mn iflas hükmü vermesinin şahinliğine dayanmaktadır. İmameyn’e göre bu hüküm sahihdir ve bu sebeple borçlu kendisine mühlet verilmesini hakeder.

Ebû Hanîfe’ye göre kadı’nm iflasa hükmetmesi sahih değildir. Çünkü iflas tahakkuk etmez. Mal gidip gelir. Bir kimsenin iflasına şehâdet etmek, hakikatte mevcud olmayan bir şeye şehâdet etmektir ki, bu kabul edilmez. Zira şâhidler insanlann hallerinin iç yüzünü ve işlerinin gizliliklerini tam olarak anlayamazlar. Meselâ bazan bir kimsenin malı olur da, hiç kimse bu malın farkında olmaz. Zâlimlerden ve hırsızlardan korktuğu için malî sıkıntı içinde bulunduğunu, fakir olduğunu söyleyerek, o malı gizler. Yakasına sarılıp kendisini sıkıştırdıklarında da malı onlara verir.

Borçluyu takip (mülazemet) etmek; onun gittiği her yere beraber gitmek, evine girdiğinde de kapısının önünde oturmaktır. Eğer borçlu kadın ise, fitneden sakınmak için ona mülazemet edilmez. Ancak alacaklı güvendiği bir kadını ona mülazemette bulunması için gönderir. Borçlunun varlıklı olduğuna dair ileri sürülen beyyine, yoksul olduğuna dair ileri sürülen beyyineden daha öncelikle kabul edilir. Çünkü varlık delili ispatlayıcı bir delildir. Ama insanda aslolan yoksul olmaktır.

Hayat Rehberi

Hacr (Kısıtlılık) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

El-İhtiyar Tercümesi | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.