Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 19°C
Parçalı Bulutlu
İstanbul
19°C
Parçalı Bulutlu
Paz 21°C
Pts 23°C
Sal 24°C
Çar 22°C

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı – 16. Bölüm

Tefsir, hadis, fıkıh ve tarih gibi İslâm ilimlerinin ana konularına dair pek çok eserin orijinallerini yayınladık.

Ülkemizde şimdiye kadar neşredilen tefsirlerin en genişi, en kapsamlısı olduğu gibi, ansiklopedik özelliği ile de bu alanda ayrıcalıklı bir yer tutan 16 ciltlik “Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri”nin neşrini gerçekleştirdik. Bugün ise sahasında büyük bir boşluğu dolduracağına inandığımız “Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı”nı siz okuyucularımıza sunmanın sevinci içindeyiz.

“Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı” Abdurrahman Cezîrî başkanlığında seçkin Mısır ulemâsından oluşan bir komisyonun uzun ve titiz çalışmasının ürünüdür. Kitap temizlik, namaz, oruç ve hac gibi ibadet konularından baş­ka hayatın hemen hemen bütün alanlarında karşılaştığımız problemlere, eh­lisünnet mezheplerinin Kur’ân, sünnet, icma ve kıyasa dayanan İslâmi çözümlerini toplamaktadır.

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı – 16. Bölüm

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı – Abdurrahman Ceziri – 16. Bölüm

Karı – Kocadan Biri, Liân Cümlelerinin Bazısını Söylerse

Hanefîler dediler ki: Hâkimin hüküm vermesi durumunda olân cüm­lelerinin yarıdan fazlası, tamamı hükmünde olur.

Şâfiîler dediler ki: Karı-kocadan biri liân cümlelerinin bir kısmını telaffuz ederse, bu liân hükmünü almaz. Kadın, Allah (c.c.) in Kur’an-ı Ke-rîm’de zikrettiğinin tamamını telaffuz etmedikçe, zina haddinden kurtulamaz.

Fikıhçılar, Hânın şahitlik gibi olduğu ve hâkimden başkasının huzurun­da sabit olmayacağı hususunda ittifak etmişler ve demişler ki: Liânm, karı­sıyla gerdeğe girmiş olsun olmasın koca tarafından yapılması; kocanın da akıllı, baliğ ve müslüman olması şarttır. Ayrıca Hân yapılırken sayıları dörtten az olmayan erkek ve âdil bir cemaatın hazır bulunması da şarttır. Olabilir ki koca, karısına yaptığı isnattan rücû eder veya karısı zinayı ikrar eder. Karı­nın da kocasının nikâhında sahih bir akidle bulunması, nikâhının fâsid ol­maması ve kadının iddette bulunmaması şarttır. Düzgün yazı yazmasını bili­yorsa, ahrasın liâni sahih olur. Şehadetten önce yazıyı beş kez tekrarlaması şarttır. Şafiî ve Hanbelîler, Hânın yemin olduğunu söylediler. Hanefî ve Mâ-likîler dediler ki: Liân, yeminle te’kîd edilen, lanet ve gazapla perçinlenen bir şahitliktir. Yüce Allah buyurmuş ki: “Onlardan her birinin dört defa Al­lah adıyla şahitlik etmeleridir.[1] îbn Abbas’ın da rivayet ettiği gibi; Hân yapan Hilâl bin Ümeyye’yle ilgili olarak Hz. Peygamber şöyle demiştir: “Hilâl geldi. Şahitlik etti: Sonra geldi, yine şahitlik etti.” Liânın, yeminle şaibeli bir şahitlik olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Kadının Hamlîndeki Çocuk Üzerine Liân Yapmak

Şâfiîler ve Mâlîkîler dediler ki: Doğumdan Önce hamildeki ço­cuk üzerine Hân yapmak mutlak surette sahih olur. Aynı şekilde, hamildeki çocuğu doğumdan önce reddetmek de sahih olur. Ancak Mâlikîler, kendi ara­larındaki ihtilâf dolayısıyla kadının üç veya bir hayız görerek istibrâ yapma­sını şart koşmuşlardır. Bu şartı koşarken de yukarıda geçen hadîsten istidlal­de bulunmuşlardır. Karı hâmileyken liân vâki olduğu, karındaki çocuğun da zina vukuuna kesinlikle delâlet eden kuvvetli bir karine oluşu ve sırf hamile­lik dolayısıyla şüphe meydana geldiği için koca, kendisine bu nedenlerden ötürü bulaşan ar ve utanç lekesinden acilen kurtulsun diye bu haldeyken Hân yap­mak sahih olur.

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Kadının karnındaki şişkin­liğin çocuk değil de yel olması ihtimalinden ötürü kesin bilgi ve karara varı­lamayacağı için, doğumdan Önce Hân yapmak ve çocuğu reddetmek sahih olmaz.

Hanefîler dediler ki: Kendisiyle ikrar yapıldıktan sonra çocuğu red­detmek sahih olmaz. Çünkü çocuğun nesebi ikrar olunduktan sonra onun ikrarından rücû etmek sahih olsaydı, her türlü ikrardan rücû etmek sahih ola­caktı. Böylece de hiç bir hak yerini bulamayacaktı. Bu ikincisi icmâ ile bâtıl­dır. Rivayet olunduğuna göre adamın biri, karısının karnındaki çocuğun ken­disine ait olduğunu itiraf etmiş, doğduktan sonra çocuğu reddetmiş ve ken­dine ait olmadığını söylemişti de Hz. Ömer (r.a.) ona iftira haddini tatbik etmiş ve çocuğu onun nesebine ait kılmıştı. Liân nedeniyle nikâhı feshedilen kadının iddet süresi zarfında kocasından nafaka ve barınma yeri alma hak­kına sahib olmadığı hususunda fikıhçılar ittifak etmişlerdir. Çünkü kadın, nafakayı ancak fesih iddetinde değil talâk iddetinde hakeder. Mesken de böy­ledir. Ebû Hanîfe gibi Hânın talâk olduğunu söyleyen kimse, liân iddeti beklemekte olan kadının nafaka ve meskeninin, kocası tarafından temin edilme­sinin vâcib olduğunu söyler.

Ahrasın Hükmü

Hanefîler dediler ki: Ahrasın kazfî ve Hânı sahih olmaz. Çünkü haddi ondan defedecek şüphe vardır.

Mâlîkî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Ahrasın kazfi ve karısı için liân yapması; anlaşılır, meramım izah eder ve ne söylemek istediğini bil­dirir bir işaretinin bulunması ya da güzel yazı yazabilen biri olması durumunda sahih olur. Bu durumdaki bir kimse kadına zînâ iftirasında bulunursa; had­de çarptırılması gerekir. Çünkü insanlara anlatabilecek şekilde yazı yazarak veya işaret ederek bir kadına zina iftirasında bulunan bir kimse, İffetli bir kadına isnatta bulunmuş ve ona namus lekesi sürmüş olur. Şu halde onu açık hükmün altına almak ve konuşan kimse muamelesine tabi tutmak icab eder.

Liânlaşan Karı-Kocanın Çocuğu

Fıkihçılar, liânlaşan karı-kocamn çocuğunun, ananın nesebine bağlana­cağını ve ölmesi durumunda anasının ona mirasçı olacağını, anasının ölmesi durumunda onun anasına mirasçı olacağını söylemişlerdin Bir kimsenin bir kadını, kocasının zina etmiş olduğunu iddia ettiği bir erkekle zina ediyor di­ye iddia etmesi sahih olmaz. Bu kadına zina isnadında bulunan kimse, kazf haddine çarptırılır. Çünkü kocasının söylediklerinin doğru olmadığı açığa çık­mıştır. O kadın iffetlidir. Aslolan, harama düşmemektir. Sırf Hânın vukûbul-ması, kadını iffetli olmaktan çıkarmaz. Kesin bilgi elde edilmedikçe ırzlar ayıp-lanamaz ve lekelenemez. Liânîaşan karı-kocamn çocuğuna bir kimsenin veled-i zina (piç) demesi doğru olmaz. Ona böyle diyen ve onu bu sıfatla çağıran kimseye seksen değnek vurulur. Reddedilen çocuğun akrabası, anasının ak­rabasıdır. İbn Abbas (r.a.) tan rivayet: “(Liânda) talâksız olarak ayrıldıkları (ya da) kocasının ölümü nedeniyle ayrılmış olmadıkları için kadına azık ve mesken verilmemesine hükmolundu.” Ayrıca Hz. Peygamber için: “Liânla ayrılan eşlerin reddedilmiş çocuğunu, kadının nesebine bağladı” denilmiştir. Bir rivayette de “Çocuk anasına nisbet edilir” denilmiştir. Yani çocuk, sade­ce anasına ait kılınmış, babasının nesebinden çıkarılmış ve çocukla babası arasında miras bağı kalmamıştır. Anasının asabesi, çocuğun asabesi olur. Li-ân hadîsinde Hz. Peygamber’in şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Kadına zi­na isnadında bulunan kimseye seksen değnek vurulur” Bir başka rivayette de şöyle demiştir, Hz. Peygamber: “Bu kadının çocuğunun, babası adıyla ça-ğırılmamasına, çocuğunun piç olarak nitelenmemesine hükmolundu. Kadı­na zina isnad eden veya çocuğuna veled-i zina diye seslenen kimseye had tat­bik edilir.”

Liân Yapan Kocanın, Mehri Geri İstemesi Sahih Olmaz

Fikıhçılar dediler ki: Lİân tamamlandığında kadının nikâh akdi fesho-lunur ve kendisine ait olan malı (mehri) hakeder. Zîra bu mehir sebebiyle ko­cası, Hândan önceki müddet zarfında onun cinsiyet organını helâl edinmişti. Rivayet olunduğuna göre Hilâl bin Ümeyyc, karısına liân yaptıktan sonra “Ya Resûlallah, malım?” demişti. Yani karısına daha önce vermiş olduğu mehri geri almak istemişti. Peygamber (s.a.s.) ona cevaben, “Senin ona karşı bir yolun yoktur” demişti. Yani bu nedenle kadın, mehri haketmiştir. Hz. Pey­gamber, Hilâl’a yalan da söylese doğru da söylese; karısının mehri haketmiş olmasının sebebini açıklamıştı. Çünkü koca, liân yaparken doğru söylemişse; karısının kendisinden mehir almasını hakettiren cinsel yaran ondan zaten almıştır. Koca liân yaparken yalan söylemişse, karısına zina isnadında bulu­narak zulmetmiş olduğu için karısı mehri haketmiştir. Bu görüş, kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadın hakkında icmâ ile kabul edilmiştir. İbn Ömer’­den rivayet: Resûlullah (s.a.s.) liân yapan karı-kocaya şöyle dedi:

“İkinizin hesabı Allah’a kalmıştır, İkinizden biri yalancıdır. (Kocaya hi­taben) senin, ona karşı bir yolun yoktur.” Adam dedi ki “Ya Resûlallah, ma­lım?” Resûlullah şu cevabı verdi: “Senin için mal yoktur. Eğer onun aley­hinde söylediklerin doğruysa, vermiş olduğun malın (mehrin), onun vaginasını helâl edinmene karşılık oldu. Onun aleyhinde söylediklerin yalansa; bu (malın), kadına nispetle sana çok daha uzaktır.[2] Bu hadîs üze­rinde Buharı ve Müslim ittifak etmişlerdir.

Kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadına gelince; cumhûr-u ulemâ, onun da gerdekten önce boşanan diğer kadınlar gibi mehrin yarısını hakettiği gö­rüşüne kail olmuşlardır. Hammad; “Hüküm odur ki; bu kadın mehrin tamamını hakeder” demiştir. Zührî ile Mâlik, bu kadına bir şey verilmemesi gerektiğini söylemişlerdir.

Çocuğun Renk Bakımından Babasına Uymaması

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Sırf rengi kendi rengine uymuyor diye babanın kendi çocuğunu reddetmesi caiz olmaz.

Şafiîler dediler ki: Renk muhalefetine ayrıca zina karinesi eklenmezse çocuğu reddetmek caiz olmaz. Koca karısını hâmileyken zinayla itham eder ve kadın da kendisiyle zina ettiği iddia edilen erkeğin renginde bir çocuk do­ğurursa; o zaman sahih görüşe göre çocuğu reddetmek caiz olur.

Hanbelîler dediler ki: Babasının rengine uymayan bir çocuğun doğ­ması halinde, zinaya delalet eden bir karînejbulunması durumunda çocuğu reddetmek câİz olur. Karîne bulunmaması durumunda reddetmek caiz olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle demiştir:

“Fezare oğulları kabilesinden bir adam, Hz. Peygamber’e gelerek şöyle dedi;

Karım siyahı bir çocuk doğurdu. (O böyle derken, çocuğu reddetmek istiyordu.)

Hz. Peygamber kendisine şöyle dedi:

Senin deven var mıdır?

Evet vardır.

Rengi nedir?

Kızıldır.

Onda siyah lekeler var mıdır?

Evet vardır.

Peki, devene bu lekeler nereden geldi?

Soydan gelme olabilir.

Öyleyse bu da soydan gelme olabilir.”

Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber ona, çocuğunu reddetmesi için ruhsat vermedi.[3] Bu hadîsi cemaat rivayet etmiş ve Ebû Davud’un da bir rivayetinde “Karım siyahı bir çocuk doğurdu ve ben onu inkâr ediyor, tammıyorum”deniImiştir.Rivâyete göre Hz. Âişe şöyle demiştir;

“Resûlullah (s.a.s.), yüzünün çizgileri parlayarak yanıma geldi ve dedi ki: “Görmedin mi? Az önce Mücezzir, Zeyd bin Harise ile oğlu Üsâme’ye baktı ve “Bu ayakların bazısı bazısındandır.” (Yani Üsâme, Zeyd’in oğludur) dedi.[4] Bu hadîsi, cemaat rivayet etmiştir.

Bu meselenin aslı şudur: Halk, Üsâme’nin, Zeyd bin Hârise’nin oğlu olup olmadığı hususunda şüpheye düşmüştü. Zeyd’in rengi beyaz, Üsâme’ninkiy-se siyahtı, Halk bu konuda, Hz. Peygamber M üzecek derecede dedikodu ya­pıyordu. Hz. Peygamber, -Üsâme’nin, Zeyd’in oğlu olduğuna dâir- Müdli-cı’nm sözünü duyunca sevinip mutlu oldu. Çünkü Müdlicî’nin sözleri, efen­dimiz Üsâme’nin babası Zeyd üzerindeki töhmeti kaldırmıştı. Üsâme’nin ne­sebinin Zeyd’den olduğunu tasdik etmişti ki; doğrusu da buydu. Resûlullah (s.a.s.) da ancak kendince doğru olan şeylerden ötürü sevincini açığa vurur­du. Üsâme’nin, babasının meşru çocuğu olduğu şer’an tespit edilmişti. Renk ayrılığı dolayısıyla dedikodular kaynamaya başlayınca, Müdlicî’nin sözleri, kötü ve dedikodudan ibaret olan sözleri ortadan kaldırmış oldu.

Zina İsnadından Sonra Kadını Boşamanın Hükmü

Hanefîler dediler ki: Koca, zina isnadında bulunduğu karısını, is­nattan sonra üç talâkla veya bâin olarak boşarsa, aralarında Hân olmaz. Bu isnad nedeniyle kazf haddi de erkeğe tatbik edilmez. Karısına “Sen üç talâk­la boşsun, ey zinâkâr” derse; kocaya had tatbiki gerekir ama Hân yapması İcab etmez. Çünkü o, kendisine yabancı olan bir kadına zina isnadında bu­lunmuştur. Ama “Ey zin|kâr! Sen üç talâkla boşsun” derse; kocaya ne had, ne de Hân gerekir. Çünkü o, Hânın var olmasından sonra karısını üç talâkla boşamıştır. Boşama nedeniyle de Hân düşmüş olmaktadır.

Bir kimse dört karısına zİnâ isnadında bulunursa; her bir karısıyla ayrı ayrı liân yapması gerekir. Dört yabancı kadına zina isnadında bulunursa, dört kadın için sadece bir hadde çarptırılır. Bundaki fark şudur: İkinci meselede maksat, suçu işlemekten menetmektir ki; o da bir had ile gerçekleşmektedir. Birinci meseledeyse Hândan maksat, töhmet altına alınan kadına sürülen le­keyi temizlemektir. Kocası üzerindeki nikâhı iptal etmektir. Bu da bir tek Iiânla tahakkuk etmez. Bir kimse karısına: “Karnındaki çocuk benden değildir” derse; liân yapmak gerekmez. Çünkü hamileliğinin var olduğunu kesin ola­rak bilmiş değildir. Öyleyse iftira etmiş sayılmaz. Bir kimse kendi hür karısı­nın çocuğunu reddeder, karısı da onu doğrularsa; ne had ne de liân gerekir. O çocuk,- anası ile babasının çocuğudur. Onu reddetmede doğrulanmazlar. Çünkü nesep çocuğun hakkıdır. Ana, çocuğunun hakkını düşürmeye yetkili değildir. Ananın tasdikiyle çocuğun nesebi reddedilmiş olmaz. Ananın doğ­rulaması nedeniyle had ve liân gerekmiyor. Çünkü bundan sonra, yani koca­sının doğru söylediğini onayladıktan sonra; kocasının yalan söylediğine şe-hadette bulunması caiz olmaz. Liân yapılamayınca neseb de reddedilemez. Bir kimse zina isnadında bulunduktan sonra karısını ric’î bir talâkla boşar­sa, evlilikleri devam ettiği için liân gerekir. Bâin olarak boşadıktan sonra ka-nsıyla yeniden evlenirse, bu zina isnadı dolayısıyla ne had ne de Hân gerekir.

Doğumdan Sonra Çocuğu Reddetmek

Kocanın doğumdan hemen sonra çocuğu reddetmesi durumunda redde­dilmiş olacağı hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Doğumdan sonra ara­dan uzun bir zaman geçerse, çocuk reddedilemez. Reddedilse bile reddolunmuş sayılmaz. Çünkü aradan geçen bu uzun zaman içinde koca, doğum tebriklerini kabul etmiş, doğum ihtiyacı olan eşyayı satın almış, dostların getir­diği hediyeleri de kabul etmiştir. Böyle yapar da hiç bir şey söylemeksizin aradan uzun bir zaman geçerse; onun bu hareketi çocuğu açıkça kabullenmiş olduğunu gösterir. Bundan sonra çocuğu reddetmesi sahih olmaz. Kubeyse bin Züeyb’in şöyle dediği rivayet olunur: “Adamın biri karısının karnındaki çocuğun kendisinden olmadığını söyledi. Sonra henüz doğum vukûbulma-dan çocuğu kabullendi. Ama karısı doğurunca yine reddetti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), karısına iftira ettiği için o adama seksen değnek vurulması­nı emretti ve çocuğu da onun nesebine kattı.” İbn Abbas (r.a.) bir rivayetinde şöyle der:

“Resûlullah (s.a.s.), Hilâl bin Ümeyye ve karısına liân yaptırıp onları birbirlerinden ayırdı. Kadının çocuğunun bir babaya mensup kıhnmaması-na, ama çocuğuna veled-i zina da denilmemesine, kadına zina isnadında bu­lunan veya çocuğuna piçlik isnad eden kimseye iftira haddi tatbik edilmesine hükmetti.[5] İkrime (r.a.) dedi ki: “Bu çocuk bilâhare bir şehrin emîri oldu ve bir babaya da mensup olarak bilinmiyordu.” Bunu Ahmed bin Hanbel rivayet etmiştir.

Koca uzak bir beldede olur da memleketine geldiğinde karısının doğum yapmış olduğunu öğrenirse; karısı, onun öğrenmiş olduğu anda doğum yap­mış gibi kabul edilir. Doğumu öğrenir Öğrenmez çocuğu reddetmesi sahih olur. Ama öğrendikten sonra bir müddet beklerse, çocuğu reddetmesi sahih olmaz. Çünkü artık çocuğa razı olmuştur.

Doğmadan Önce çocuğun nesebinin reddedilemeyeceği hususunda fıkıh-çilar ittifak etmişlerdir. Çünkü bu reddediş, doğmamış olan çocuğun üzerine hüküm vermektir. Doğmamış çocuğa doğumdan önce miras ve vasiyet gibi hükümler vermek mümkün değildir. Bu hükümler çocuğun dünyaya gelme­sine dek ertelenir. Hanefîler dediler ki: Bir kimsenin İkiz çocuğu doğar da bunlardan birincisinin nesebini kabul eder, ikincisini reddederse; her iki ço­cuğun nesepleri sabit olur. Koca, karısıyla Hân yapar. Ama bunun aksini ya­par, yani birinci çocuğun nesebini reddeder de ikinciyi kabullenirse; yine her iki çocuğun nesebi sabit olur, ve kocaya had tatbik edilir. Nesebin sübutuna gelince; bu çocuklar ikiz oldukları için aynı dölsuyundan yaratılmışlardır. Ba­banın kabullenmesiyle birinin nesebi sabit olduğunda, zarurî olarak diğeri­nin de nesebi sabit olur. İkinciyi reddettiğinde kendini yalanlamış olmaz. Do­layısıyla liân yapar. Birinciyi reddettiğinde kendini yalanlamış olmaktadır. Çün­kü ikinciyi kabullenmiştir. Bu nedenle kendisine had tatbik edilir.

Bir Kimsenin, Karısının, Adını Belirttiği Bir Erkekle Zînâ Ettiğini İddia Etmesi

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Koca; karısının, adını belirt­tiği bir erkekle zİnâ ettiğini iddia eder ve karısına, “Falan adam seninle zina yaptı” derse; karısı için liân yapar. O adam istediği takdirde, koca iftira had­dine çarptırılır. Çünkü iftira haddi, liân ile sakıt olmaz.

Şâfiîler tercihe şâyân olan en kuvvetli görüşlerinde dediler ki: Koca, karısı ve karısıyla zina ettiğini iddia ettiği erkek için bir hadde çarptırılır. Şâfiîlerin ikinci kavillerine göre koca; hem karısı hem karısıyla zina yaptığını iddia ettiği erkek için ayrı ayrı hadde çarptırılır. Liân yaparken kazften (ifti­radan) söz ederse, haddi sakıt olur.

Hanbelîler dediler ki: Kocaya, karısı ve karısıyla zina ettiğini iddia ettiği erkek için tek bir had tatbik edilir. Liân yapması ile de bu had sakıt olur.

Enes bin Mâlik (r.a.) den rivayet: Hilâl bin Ümeyye, Şerîk bin Seniha’­nın kendi karısıyla zina ettiğini iddia etti. Bu adam, anadan taraf Bera’ bin Mâliksin kardeşiydi. İslâmiyette liân yapan ilk erkek, Hilâl’dir. Hilâl, karısı ile liân yaptı. Resülullah (s.a.s.) dedi ki:

“Onu (Hilâl’in karısını) gözetleyin. Eğer saçı düz ve gözleri bozuk bir çocuk doğurursa, bu çocuk Hilal bin Ümeyye’nindir. Eğer gözü kara, saçı kıvırcık ve bacakları ince bir çocuk doğurursa, bu çocuk Şerîk bin Seniha’­nındır.” Ravi diyor ki: “Ben de o kadının karagözlü, kıvırcık saçlı ve ince bacaklı bir çocuk doğurduğunu haber aIdım.[6] Bu hadîsi Ah­met bin Hanbel, Müslim ve Neseî rivayet etmiştir.

Başka bir rivayette de şöyle denilmektedir: Karısının üzerinde bulundu­ğu adamı ona haber verdi. Koca sarı renkli, saçı az ve düz bir kişiydi. Karısı­nın yanında gördüğünü iddia ettiği adamsa; fazlaca esmer, etli ve dolgun bir kişiydi. Resülullah (s.a.s.) “Allah’ım! Sen vuzuha kavuştur” dedi. Kadın, ko­casının yanında bulduğunu iddia ettiği adama benzer bir çocuk doğurdu. Bu­nun üzerine Resülullah (s.a.s.) karı ve koca arasında liân yaptı.

Görmeden Liân Yapmanın Hükmü

Mâlikîler dediler ki: Adamın biri karısına “Ey zİnâkâr” der ve bu­nu ispatlamazsa kendisine iftira haddi tatbik etmek vâcib olur. Karısının zinâ ettiğini gözüyle gördüğünü iddia etmedikçe Iiân yapamaz. Çünkü Mâlikî-lere göre Hân yapabilmek için karısının zina ettiğini görmüş olması şarttır.

Hanefîler ve Şâfiîler dediler ki: Koca, zina ettiğini gördüğünü söylemese bile, karısına Iiân yapabilir. Çünkü bu mezheplere göre Iiân yapa­bilmek için, karısının zina ettiğini görmüş olması, şart değildir.

Bîr Kîmse Îddet Halindeki Karısının Zina Ettiğini Görürse

Mâlikîler dediler ki: Bir kimsenin karısı kendisinden boşanır ve sonra iddet günlerinde karısının zina ettiğini görürse; karısıyla Hân yapa­bilir. Boşadıktan sonra hâmile olduğu görülür ve “Ben onu bir hayizla istib-râ ettirdim” derse, yine Iiân yapabilir.

Şâfiîler dediler ki: Kadın hâmileyse veya çocuk doğurmuşsa, kocası onunla Iiân yapabilir. Aksi takdirde Iiân yapma hakkına sahib olmaz.

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Koca artık onunla asla Ii­ân yapamaz. Çünkü boşadıktan sonra, karısı kendisine yabancı bir kadın olur.

Bir Kimsenin Nikâhtan Sonra Karısını Boşaması Ve Kadının Da Çocuk Doğurması

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Adamın biri bir kadınla evlenir ve nikâh akdinden hemen sonra, cinsel temas imkânı bulmadan onu boşar ve nikâh akdinden altı ay sonra bu kadın bir çocuk doğurursa; bu ço­cuk o erkeğin nesebine katılmaz. Sanki nikâh akdinden sonra altı ay geçme­den doğmuştur. Çünkü kadının, nikâh akdinden önce hâmile kaldığı kesin­leşmiştir.

Hanefîler dediler ki: Erkeğin hâkim huzurunda kadın üzerine ni­kâh akdi yapması ve akitten sonra boşaması durumunda; akitten sonra ne fazla ne eksik tam altı ay geçince bir çocuk doğarsa, bu çocuk bu erkeğin nesebine katılır. Çünkü bu çocuk akitten sonra ve boşamadan önce (ana rah­minde) meydana gelmiştir.

Bîr Kadınla Evlendikten Sonra Kaybolan Kimse

Hanefîler dediler ki: Adamın biri bir kadınla evlenir de karısından uzaklaşıp iki yıl süreyle kaybolur ve sonra kocanın ölüm haberi gelince karısı iddet bekledikten sonra da evlenir ve ikinci kocasından çocukları olup, bun­dan sonra ilk kocası çikagelirse; ikinci evlilikten sonra doğan çocukları ilk kocasının nesebine katılır ve ikinciden reddedilirler. Kadın da ikinci kocadan boşanır ve ilk kocasına döner. Hanefîlerin bu meseledeki delilleri, şu hadîstir:

“Çocuk yatağa aittir. Zina edene de taş vardır.[7]Bu hadîsi, cemaat rivayet etmiştir. Ebû Hüreyre’nin bir rivayetini, Buharı şu la­fızla nakletmiştir: “Çocuk, yatak sahibinindir.” Kadın, nikâh akdiyle erkeİn yatağı olmuştur. Şu halde çocuk, şâri’in nassıyla ona ait olur. Bazı akıl­lar kabul etmeseler de hükümlerin konumu ona döner. Hadîs-i şerifte geçen yatağın (firaş) mânası hakkında âlimler ihtilâf etmişlerdir:

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Hadîste geçen firaş (ya­tak) kelimesi, kadının adıdır. Bu kelime kadının yatak gibi kocasının altına serilmesi durumunu ifade eder. Kâmus’ta kadının, kocasının yatağı olduğu söylenmektedir. “Kaldırılmış yataklar” sözü de bu cümledendir. “Cariyeyi erkek yere serer” ifadesi de kullanılmaktadır.

Hanefîler-dediler ki: Hadîs-i şerifte geçen firaş (yatak) kelimesi, ko­canın adıdır. İbn A’rabî, bu mânada şâir Cerir’in şu mısraını delil olarak nak­letmiştir:

“Kadın onu kucaklayarak geceledi, Kadının kocası da öylece geceledi.”

“Zina edene taş vardır” sözündeki “taş” kelimesi, “çocuk hususunda hiç bir hakkı yoktur” anlamındadır. Bazı kimseler ise, “taş”dan kasdedile-nin, “Muhsan olduğu halde zina eden kişiye, taşla recmetme vardır” demek olduğunu söylemişlerdir.

“Sa’d bin ebî Vakkâs ile Abdullah bin Zem’a, Resûlullah (s.a.s.) m yanı­na gelerek cidalleştiler. Sa’d dedi ki: ;Ya Resulallah kardeşim Utbe’nin oğlu bana, kendisinin kardeşim Utbe’nin oğlu olduğunu söyledi. Sen onun ben­zerliğine bakıver.’ Abdullah bin Zem’a ise şöyle dedi: “Bu benim kardeşim­dir, üesûlallah. Babamın yatağında (annemden) doğmuştur.” Resûlullah (s.a.s.) onun benzerliğine baktı. Çocuğun açık ve belirgin bir şekilde Utbe’ye benzediğini gördü ve “O, senindir, ey Zem’a oğlu Abdullah). Çocuk yatağa aittir. Zina edene de mahrumiyet vardır. Ey Zem’a kızı Şevde, sen de on­dan uzak dur. Ona görünme” dedi. Ve daha sonra Şevde de onu asla görme­di.[8] Bu hadîsi Cemaat rivayet etmiştir. Şevde, müminlerin annesiydi. Yani Hz. Peygamberin hanımlarmdan-di. Allah ondan razı olsun.

Hanefîler sırf nikâh akdiyle nesebi sabit kılar ve derler ki; bu hususta sırf zan yeterlidir. Hatta demişler ki; doğunun en uzak noktasında bulunan bir erkek, batının en uzak noktasında bulunan bir kadınla nikâh akdi yapıp evlenir ve nikâhtan altı ay sonra bu kadın bir çocuk doğurursa, çocuk erke­ğin nesebine katılır.

Buna bazıları,doğumun meydana gelme sebebinin bulunmayışından do­layı, karşı çıkmıştır. Doğrusu çocuğun nesebinin babaya ait olduğunu ispat­lamada yalnız nikâh akdini yeterli saymak elle tutulur bir delil sayılmaz. Çocuğun nesebinin sabit olması için İbn Teymiye, gerçek bir gerdeğe girişin vukûbulduğunun bilinmesi gerektiğini söylemiştir. Karısıyla zifafa girmeyen bir kimsenin karısının doğurduğu çocuğu nasıl olur da şeriat bu kocanın nesebi­ne katar? Sadece gerdek imkânı var diye bu çocuğu bu kocanın nesebine kat­mak mümkün değildir. Hanefîler buna cevaben demişler ki: Gerçek bir ger­değin vukûbulduğunun bilinmesi mümkün değildir. Bu bilgiyi esas almak, bir çok neseplerin bâtıl olmasına yol açar. Bu bilginin esas alınması, ihtiyatî bir önlemdir. Sırf gerdeğe girip cinsel temasta bulunma imkânı bu ihtiyat ba­kımından uygundur.

Şafiî, Mâlîkî ve Hanbelîler dediler ki: Bu meselede çocuklar, ikinci kocaya ait olurlar. Çünkü onun yatağı durumunda olan bu kadınla cinsel te­masta bulunmuş olduğu kesindir ki; akla yatkın olan da budur. Çocuğun ne­sebinin sabit olması için; kadının onu, hamileliğin en az süresi geçtikten son­ra; yani üç mezhep imamına göre sahih, veya îâsi d nikâhta cinsel temas imkâ­nından itibaren veya Hanefîlere göre kan-koca biraraya gelmeseler dahi ni­kâhın akdedilmesinden altı ay seçtikten sonra ya da ibn Teymiye’ye göre cin­sel temasın muhakkak vukûbulmasınm bilinmesinden itibaren altı ay geçtik­ten sonra doğurmuş olması gerekir. Bunda icmâ vardır. Bu süre geçmeden çocuk doğarsa; bu çocuğun nikâh akdinden önce anasının rahmine düşmüş olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz ve bu çocuk, iki kocadan hiç birine ne­sep bakımından bağlanamaz. Bir çocuğun nesep bakımından birden fazla er­keğe bağlanamayacağını söylemişlerdir.

Haricîlerin Bu Konudaki Görüşleri

Haricîler dediler ki: Zina ve kazf, küfürdür. Ehl-i Sünnet ise, “Karıları­na zina isnad eden ve kendi nefislerinden başka şahitleri de bulunmayan kim­selerin her biri dört defa şöyle şahitlik etmelidir. âyet-i kerîmesini

bunlara karşı bir delil olarak ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet, bu âyet-i kerî­meden iki yönden istidlalde bulunmuşlardır:

1- Zina isnadında bulunan erkek doğru söylüyorsa, kadın zina etmiştir. Erkek yalan söylüyorsa, kadına iftira etmiştir. Haricîlerin kavline göre bu du­rumda karı ve kocadan biri küfre girmiş olmaktadır ki; bu da irtidattır. Hal böyle olunca da karı-kocamn ayrılması gerekir. Liân yapmaya sebep kalmaz. Bu ayrılık da irtidad ayrılığı olur ve bu kan-koca, kesinlikle birbirlerine mi­rasçı olamazlar.

2- Kocanın liân yapması nedeniyle kadın üzerinde küfür sabit olursa, -nitekim Haricîler böyle derler- kadının yüz değneklik had veyahut recm ce­zasına değil de ölüm cezasına çarptırılması gerekir. Çünkü mürtedin cezası zina haddine zıttır. Ehl-i Sünnet demiş ki: Bu âyet-i kerîme “Zinanın vukuu, nikâhı ifsad eder” diyenleriiî sözlerinin bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Çün­kü: Koca karışma zina isnadında bulunduğunda onun bu sözünün, nikâhın fâsidliğini itiraf etmiş gibi olması gerekir ki; karısının kendi süt kardeşi ya da kâfir olduğunu ikrar eden kimseyle aynı kategoriye girsin. Eğer böyle olursa ayrılığın, Hândan önce sırf zina isnadıyla vukûbulmasi gerekir. Oysa ki bu görüşün fâsidliği icmâ ile sabittir.

Mutezilenin Bu Konudaki Görüşleri

Mütezilîler dediler ki: Liân âyeti, karısına zina isnadında bulunan kim­senin; eğer yalan söylüyorsa Allah’ın lanetine müstahak olduğuna, fasık ve günahkâr olduğuna delâlet etmektedir. Zina eden erkekle kadın da aynı şekilde Allah’ın gazap ve azabını hakederler. Yoksa kendi kendilerini lanetle­meleri güzel bir davranış olmaz. Nitekim bir kimsenin, çocuklaraveya deli­lere Iânet etmesi için Rabbine duada bulunması da caiz olmaz. Böyle yapar­sa, azaba müstahak olur. Azap da sevap gibi daimî olur. Azapla sevap bir araya gelmezler. Bunların sevapları da silinip yok olur. Tevbe etmedikleri tak­dirde cennete giremezler. Zîra cennete giren mükelleflerin, işledikleri taatler dolayısıyla mükâfatlandırdıkları hususunda icmâ-ı ümmet vardır. Bu da fâ-sıklarm ebediyyen cehennemde kalacaklarına delâlet etmektedir.

Mezhep imamları dediler ki: Biz o kimsenin fışkı nedeniyle ilâhî gazaba uğramış olmasının, iman etmiş olması bakımından Allah’ın rızasına nailîyetini temin ettiği hususunu kabul etmeyiz. Kabul etsek bile; cennete sevabı ha-kedenden başkasının girmeyeceği hususunu kabul etmeyiz. Buradaki icmâ memnudur.

Denilmiştir ki: Lânetleşmede Allah’ın gazabından beş defa söz etmekle kadın özelleştirildi ki, bu da ona karşı katı bir davranıştır. Çünkü zinanın esas nedeni odur. Çalımlı, gösterişli olduğu ve erkekleri kendine tamahlan dırdığı için zinanın asıl kaynağı odur. Zaten bu nedenle celd (had) âyetinde önce kadından bahsedilmiştir.

Ahlakı Rezillikleri Ortadan Kaldırmada İslâm’ın Gösterdiği Hassasiyet

Ahlâkî rezillikleri ortadan kaldırmaya ve milletlerin ayakta kalıp mut­lu olmalarını garantileyen ahlâkı hiçe sayan kimselere engel olmaya has­sasiyet gösteren İslâm dîni, insanların şeref ve neseplerini korumaya da özen gösterir. Şu halde müslümanlar için tek çıkar yol; şereflerini, nesep ve hayalarını korumak ve fuhşiyatı alenîleştirmemektir. Aksi takdirde Cenab-ı Allah’ın kendilerine acımayacak kimseleri, müslümanlara musallat etmesi yakındır.

(13) Hikmet sahibi şeriat koyucu, zinayı yasaklamış, haram nitelikli cinsel te­mastan insanları nefret ettirmiş ve onu, insanın iyiliklerini silip yok eden, fa­ilini de cehennem ateşine sokan günahlardan kılmıştır. Yüce Allah buyuru­yor ki:

“Babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın. Cahiliyet devrinde geçen, affedilmiş geçmiştir. Şüphe yok ki o, pek çirkindi. Allah’ın buğzuna sebepti. O ne fena bir adet idi.[9] Kur’an-ı Kerîm’in bir baş­ka yerinde de bununla ilgili olarak şöyle buyuruluyor:

“Onlar ki, Allah’la beraber başka bir ilâha ibadet etmezler, Allah’ın ha­ram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zina etmezler; kim de bunları ya­parsa, günahının cezasına kavuşur. Kıyamet günü de azabı katmerleşir. Azab içinde ebedî, hakîr olarak kalır.[10] Cenab-ı Allah bu âyette zina­yı şirk ve haksız yere adam öldürmekle bir arada anmıştır ki; bu ikisi günah­ların en çirkini ve Allah tarafından yasaklanan suçların en büyüklerinden-dir. Bu da zinanın harâmlık derecesinin büyük olduğuna, en büyük suç ve günahlardan biri olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Allah bu suç­tan bahsettikten sonra bunu işleyenlerin büyük günaha girdiklerini, cehennem ateşindeki azaplarının katmerleşeceğini, ebediyyen kalacaklarmış gibi hor ve hakîr olarak uzun süre cehennemde bekleyeceklerini haber vermiştir. Ve yine Cenab-ı Allah ferman buyuruyor: “De ki: Rabbim, gizli ve açık bü­tün fuhşiyatı haram kıldı.[11] “(Bekâr olup) zina eden kadınla zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanı­yorsanız, bunlara Allah’ın dini hususunda merhametiniz tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da, bunların ceza tatbikinde şahid olsun. Zİnâ eden bir erkek, ancak zina eden bir kadınla veya bir müşrike ile evlenmek ister. Zina eden bir kadını da, ancak zina eden bir erkek veya müşrik bir kimse nikâh etmek ister. Müminlere böyle bir evlenme haram kılınmıştır.[12] Ab­dullah bin Mes’ûd, Resûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Allah’tan başka tanrı bulunmadığına ve benim de Allah’ın elçisi oldu­ğuma şehadet eden müslüman bir kimsenin kanı, ancak şu üç şeyden biri ne­deniyle helâl olur: Zina eden evli kimse. (Haksız yere) adam öldüren kimse. Dinini (islâmiyeti) terk eden, cemaatten (müslüman topluluğundan) ayrılan kimse.[13] Bu hadîsi Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî rivayet etmiştir.

Abdullah bin Zeyd (r.a.) den rivayet: Resûlullah (s.a.s.) in şöyle seslendi­ğini duydum:

Ey Arap günahkârları, ey Arap günahkârları! Sizin için korktuğum en korkulu şey, zinadır ve gizli şehvettir.” Bu hadîsi Taberanî rivayet etmiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.) Resûlullah (s.a.s.) in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“Adam zina ettiğinde kendisinden iman çıkar. Üzerinde gölge gibi du­rur. Zinadan sökülünce (çekilince) iman kendisine geri döner.[14] Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Lafız kendisine aittir.

Beyhakî’ye ait bir rivayette Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

‘iman bir gömlektir. Allah onu dilediğine giydirir. Kul, zina ettiğinde

(Allah) ondan iman gömleğini çıkarır. Tevbe ederse ona geri verir.” Ebû Hü­reyre, Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Cenab-i Allah onlarla konuşmaz, onları aklamaz, onlara bakmaz ve onlar için pek acıklı bir azap vardır: Zinâ eden yaşlı kimse, yalancı hükümdar, kibirli yoksul![15] Bu hadisi Müslim ve Neseî rivayet etmiştir. Evsat adlı eserdeyse Taberanî, bu hadisi şu lafızla rivayet etmiştir: “Cenab-ı Allah kıyamet gününde zinakâr ihtiyara ve zinakâr acuzeye bakmaz.” Büreyde (r.a.), Resûlul­lah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yedi kat gök ve yedi kat yer, yaşlı zinâkâra lanet ederler. Zinâkârlann tenasül organlarının pis koku­su, cehennemliklere eziyet verir.” Bu hadîsi Bezzar rivayet etmiştir.

Kölenin Haddi

Dört mezhep imamı ittifak ederek demişler ki: Köle ve cariye zina ettik­leri takdirde kendilerine tam had tatbik edilmez. Onlardan her birine; kadın olsun erkek olsun ellişer değnek vurulur. Evli de olsalar recmedilmez, yalnız­ca elli değneklik hadde çarptırılırlar. Çünkü mezhep imamları, muhsan ol­mak için hür olmayı şart koşmuşlardır. Köle evli de olsa muhsan değildir. Buna delil olarak şu âyet-i kerîmeyi göstermişlerdir: “Eğer onlar muhsan ol­duktan (evlendikten) sonra bir fuhuş yaparlarsa; o vakit hür kadınlar üzeri­ne gerekli bulunan cezanın yarısı kendilerine lâzım gelir.[16] Recm ce­zasının yarıya bölünmesi mümkün değildir.

Şâfiîler ve Mâlîkîler dediler ki: Köle zina ettiği takdirde kendi­sine elli değnek vurulur ve yarım sene süreyle de sürgüne gönderilir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.s.) buyurmuşlar ki:

“Birinizin cariyesi zina eder de zinası kesinlik kazınırsa, ona had değne­ği vursun, onu kınamasın. Sonra yine zina ederse, ona had değneği yursun, onu kınamasın. Üçüncü kez zina ederse; kıldan bir ip karşılığında olsa bile onu satsın.[17]Bu hadîsi, ibn Mâce dışında kalan Kütüb-ü Sitte müellifleri Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet etmişlerdir.

Müsned’de; Abd ibn Ahmed, mü’minlerin emiri, Hz. Ali’den şöyle bir rivayette bulunmuştur: “Resûlullah (s.a.s.) beni, zina etmiş olan kara bir ca­riyeye gönderdi kî, ona had değneğini vurayım. (Gittiğimde) onun nifas ha­linde olduğunu gördüm. Durumu Hz. Peygamber’e bildirdiğimde bana şöyle dedi: “Nifâsından temizlendiğinde ona had değneğini vur.”

Abdullah bin Ayyaş bin ebî Rabiâ el-Mahzumî’den rivayet: “Kureyş’ten bazı cariyeler için Ömer bin Hattâb bana emir verdi. Biz de imaret cariyele­rine (zina yapmış oldukları için) ellişer değnek vurduk.[18]

Köle erkek, zina ettiği takdirde kendisine yüz değnek vurulur. Cariye zi­na ettiği takdirde kendisine elli değnek vurulur. Bekâr cariyenin zina etmesi halinde kendisine had tatbik edileceği hususunda dört mezhep imamı, Ebû Hüreyre ile Zeyd bin Halid el-Cühenî’nin rivayet etmiş oldukları şu hadîsi delil edinmişlerdir:

“Zinâ eden bekâr cariyenin durumu hakkında Peygamber (s.a.s.)e sor­duklarında şu cevabı verdi: Zinâ ederse ona had değneği vurun. Sonra yine zinâ ederse, yine ona had değneği vurun. Sonra yine zinâ ederse, yine ona had değneği vurun. Sonra bir örgü (Örülmüş bir ip) karşılığında olsa dahi onu satın.[19] İbn Şihab demiş ki: “Bilmiyorum; üçün­cüden sonra mı, yoksa dördüncüden sonra mı satılacaktır?” Bu hadîs-i şerîf üzerinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir.

İbn Abbas, Mücahid ve Said bin Cübeyr demişler ki: Köle ve cariye, be­kâr iseler kendilerine zinâ haddi uygulanmaz. Ancak hâkimin takdirine göre ta’zîr edilirler. Evliyseler; kadın olsun, erkek olsun; cariye ve kölejer eşitçe. ellişer değnek had cezasına çarptırılırlar. Fıkıhçıların bu meseledeki ihtilâf­larının sebebi, muhsanlık için ileri sürülen şartların farklı oluşudur. Âyet-i kerîmede geçen “muhsan” kelimesinden “Evli ve müslüman kimse” anla­mını hitap deliliyle çıkaranlar derler ki: Evli olmayana had değneği vurul­maz. “Muhsan” kelimesinden “Müslüman kimse” anlamını çıkaranlar, bu hükmün evli olsun olmasın, herkesi ilgilendirdiğim söylemektedirler ki; kuv­vetli olan da bunların görüşüdür.

Hanefî, Mâlîkî ve Hanbelîler dediler ki: Kölenin ve cariyenin zinâ etmesi durumunda sürgüne gönderme cezası uygulanmaz. Çünkü köle, mertebece düşük bir insandır. Hür kimseler gibi, insanların ayıplamaların­dan etkilenmez. Kaldı ki insan, şeref ve nesebiyle orantılı olarak utanç du­yar. Oysa köle bu ikisinden de teçerrüt etmiştir.

Şâfiîler esah olan kavillerinde dediler ki: Köle ya da cariye, zinâ ettiği tespit edilirse, yarım sene sürgüne gönderilir. Çünkü bir çok hükümlerde o, hür kimsenin yarısıdır.

Efendinin Kölesine Had Tatbîk Etme Yetkisi

Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: Efendi, yanında bir bey-yinenin bulunması veya suçlunun huzurunda ikrarda bulunması durumunda kölesine ve cariyesine had tatbik etme yetkisine sahiptir. Bu suçun zina veya kazf (iftira), içki içme veya diğer bir suç olması farketmez. Çünkü köle, efen­dinin malından sayılmaktadır. Allah’ın hakkını tercih etmek (şer’î hükmü ye­rine getirmek) için malındakî (kölesindeki) menfaati, kendisinin zararına olarak elden çıkarabilir.

Bazı görüşlerinde Mâlikîler ve Hanbelîler dediler ki: Hırsızlık haddi bun­dan müstesnadır. Hırsızlık haddine imam veya naibinden izin almaksızın; efen­dinin kölenin elini kesmesi caiz olmaz.

Hanefîler dediler ki: Haddi gerektiren hiç bir halde efendi; köle ve cariyelerine had tatbik etme yetkisine sahip değildir. Aksine, bu işi imama (devlet başkanına) bırakması vaciptir. Çünkü hadleri tatbik etmek, aslında devlet başkanlığı makamının yetki ve hususiyetlerindendir. Şeriat koyucu had­leri tatbik etme yetkisini, bazı zorbalara ve benzeri kimselere değil de yeryü­zünde fesadı: defetmek; ve toplumda anarşinin yayılmamasriçin devlet baş­kanına vermiştir. Çünkü halk, İslâm ve hukuk adına değil de cahiliyet gayre­ti adına birbirlerine karşı olan öfkelerini ve gazaplarım yatıştırmada kendi nefsine hâkim olamaz. Oysa devlet başkanı böyle değildir. Çoğu kez onun halktan bir kimseye karşı garazı sözkonusu olamaz. Halktan birini tutup di­ğerini ezmez. Çünkü onun güçlü bir iradesi vardır. Ayrıca o, hükmünü baş­kasında infaz etme gücüne ve kudretine sahiptir. Bunun tersi olmaz. Had se­bebiyle devlet başkanı bir kimseyi zulmen de olsa öldürdüğünde, maktulün akrabaları normal olarak devlet başkanını öldüremezler. Çünkü o, kanun­larla korunmaktadır ve ayrıca polis ve asker gücünü elinde bulundurmaktadır.

Zımmînin Haddi

Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: Zımmî bir kimse zina ettiğin­de tıpkı müslüman gibi ona had tatbik edilir.

Mâlikîler dediler ki: Zımmiye had tatbik edilmez, çünkü o muhsan değildir. Zîra muhsanhk, müslümana Özgü bir şereftir.

Yahudinin Haddi

Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: Zina etmesi hali ristiyan, zımmî ve müste’menlere had tatbik edildiği gibi yahudiye edilir. Çünkü onlar da, Özellikle davalarının bize arzedilmesi durumunda şe­riatın fürûatına muhataptırlar. Kaldı ki; onlara haddin tatbik edilmesi, kıya­met gününde onların azaplarını hafifletir. Ayrıca sünnette de sabittir ki Pey­gamber (s.a.s.), Medîne’li yahudiler tarafından kendisine davaları arzedildi-ğinde, yahudi bir erkekle yahudi bir kadına zina haddini tatbik etmişti. Ab­dullah bin Ömer (r.a.) in rivayetine göre “Yahudiler zina etmiş bir kadınla bir erkeği Resûlullah (s.a.s.)’a getirdiler. Resûlullah, onlara; “Bunlarla ilgili olarak kitabınızda ne (gibi bir hüküm) buluyorsunuz?” diye sordu. Onlar dediler ki: Yüzleri karartıkr ve rezil rüsvay edilirler. Resûlullah (s.a.s.) onlara cevaben:

“Yalan söylediniz… Onda (kitabınız Tevrat’ta) recm vardır. Tevrat’ı getirin. Ve eğer söylediklerinizde doğruysamz onu okuyun” dedi. Tevrat’ı ve kendi aralarından bir okuyucu getirdiler: O da okudu. Kitabın bir yerine gel­di ki; orada elini yazının üzerine koydu. Ona “Elini kaldır” denilince elini kaldırdı ve yazı göründü. O adam (veya oradakiler) dedi: “Ya Muhammedi Tevrat’ta recm hükmü vardır. Lâkin biz bu hükmü kendi aramızda gizliyor­duk.” Zina etmiş olan yahudi erkekle yahudi kadın hakkında Peygamber (s.a.s.) gerekli emri verdi; onlar da recmedildiler. Ravî diyor ki: Erkeğin, taşlanırken kadının üzerine eğildiğini ve kendi bedenini siper ederek kadını taşlardan ko­ruduğunu gördüm.[20] Cabir bin Abdullah’tan rivayet:

“Resûlullah (s.a.s.) Eşlem Oğullarından bir erkeği ve yahudilerden bir erkeği ve bir kadını recmetti.”

[21]Berâ bin Azib (r.a.) den rivayet: “Zina suçundan ötürü değnek cezasına çarptırılmış, yüzü siya­ha boyanmış bir yahudi, Peygamber (s.a.s.)’e uğradı. Peygamber (s.a.s.) de yahudileri çağırdı ve onlara, “Zina haddini kitabınızda böyle mi buluyorsu­nuz?” diye sordu. Onlar “Evet” deyince, âlimlerden birini çağırarak ona şöyle dedi:

“Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah aşkına doğru söyle: Zina haddini kita­bınızda böyle mi buluyorsunuz? Âlim şu cevabı verdi: “Hayır! Allah aşkına demeseydin, recm haddinin Tevrat’ta bulunduğunu sana haber vermezdim. Ama zina fiili, eşraf tabakasına mensup insanlarımız arasında çoğaldı. Şe­refli birini yakaladığımızda onu salıveriyorduk. Zayıf birini yakaladığımız­da, ona had tatbik ediyorduk. Dedik ki: Gelin, asil olana da olmayana da uygulayacağımız bir hüküm üzerinde karara varalım. Toplandık ve recm ye­rine yüzü siyaha boyama ve değnek vurma cezasını koyduk.” O âlimin böyle demesi üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: “Allah’ım! Senin emrini öldür­düklerinde onu ilk dirilten benim.” Böyle dedikten sonra emir verdi ve adam recmedİIdi.” [22]

Bunun ardısıra izzet ve celâl sahibi Yüce Al­lah şu âyeti inzal buyurdu:

EyResul! Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla “İnandık di­yenlerle (münafıklarla) yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Onlar, durmadan yalan dinleyenler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir ka­vim için casusluk edenlerdir. Yerli yerinde hak olarak söylenen kelimeleri son­radan değiştirirler. “Eğer size şu (fetva) verilirse onu kabul edin, verilmezse sakının” derler.[23]

Yahudiler, birbirlerine şöyle diyorlardı: Muhammed’e gidin. Eğer size; zînâ eden kimseye değnek vurulmasını ve yüzünün siyaha boyanmasını em­rederse, kabul edin. Recm emrini verirse sakının. Bunun üzerine Cenab-ı Al­lah şu âyet-i kerîmeleri inzal buyurdu:

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfir­lerdir.[24]

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zalim­lerdir.[25]

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar fasıklardir.[26]

Ravi, bu üç âyetin de kâfirler hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel ve Müslim rivayet etmiştir. Bu hadîsler, tıpkı müs-lüman gibi zımmîye de zipâ haddinin uygulanacağına delâlet etmektedirler.

Hanefîler ve Mâlîkîler dediler ki: Ne yahudi ne hiristiyan ne zımmî ne de müste’men üzerine had tatbik edilmez. Çünkü bu iki mezhep, muhsanlık için müslüman olmayı şart koşmuşlardır. Gayr-i müslim muhsan olamaz. Dolayısıyla recm edilmez. Ancak değnek cezasına çarptırılır. Çün­kü recm, suçluyu günahtan temizler. Zımmî ve gayr-ı müslim ise, günahtan temizlenmeye ehil değildir. Bilâkis bunlar, cehennem ateşiyle yanmadıkça ebe-diyyen temizlenemezler. Ayrıca bunlar, şeriatın fürûatmda ilahi emre muha­tap değildirler. Aksine her şeyden önce şeriatın aslıyla muhataptırlar. Merfu ve mevkuf olarak îbn Ömer’in hadîsinden rivayet olunduğuna göre Peygam­ber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a ortak koşan kimse, muhsan değildir.” Hanefîlerle Mâlikîler, gayr-1 müslimin recmedilmesinin câizliğine delâlet eden hadîslere cevafren-demiş-ler ki: Resûlullah (s.a.s.), Tevrat’ın hükmünü yahudîlere uygulamıştır. Onla­ra Islâmın hükmüyle hükmetmemiştir. Bu olay da, O’nun Medîne’ye ilk teş­riflerinde vukûbulmuştu. O zamanlar, Tevrat’ın hükümlerine uymakla me’-murdu. Sonraları bu hüküm şu âyet-i kerimeyle neshedildi: “Kadınlarınız­dan zina edenlere karşı, içinizden dört şahit getirin.[27] Cenab-ı Allah bu âyet-i kerîmedeki hükmü sadece müslümanların kadınları için vaz’etmiş-tır. Şevkânî der ki: “Açıkça görüldüğü gibi bu cevapta zorlama vardır. Resû-lullah’ın uygulaması, bu babdaki garip hadîslere karşı konulmuştur. Resü-lullâh’ın bu uygulamayı Medine’ye ilk gelişinde yapmış olması, anılan hük­mün şer’an sabit olmasıyla çelişmemektedir. Bu,” Allah’ın ehli kitap için meşru kıldığı bir hükümdür. Resûlullah (s.a.s.) da bunu böylece takrir etmiştir. İs­lam! hükümlere uygun hükümlerin sûbutunda bizim için izlenecek tek yön­tem sadece budur. Şeriatımızda bunu iptal edecek bir kural da bilâhare ko­nulmuş değildir. Özellikle Hz. Peygamber, ehl-i kitap arasında Allah’ın indirdiği hükümleri uygulamakla emrolunmuştu. Kur’an-ı Kerîm’in de açıkça belirttiği gibi onların arzu ve heveslerine uymaktan yasaklanmıştı. Yahudî-ler, zina edenin hükmünü sormak için Hz. Peygamber’e gelmişlerdi, kendile­rine şeriatlerini tanıtsın ve bildirsin diye gelmemişlerdi. Tabii ki kendi şeria-tiyle onlar arasında hükmetti ve bu hükmün, kendi şeriatinde olduğu gibi onların şeriatlerinde de mevcud olduğu hususunda onları uyardı. “Kendi şe-riatine aykırı olduğu halde onların şerİatleriyle onlar arasında hükmetti” de­mek caiz olmaz. Çünkü Hz. Peygamber gibi bir şahsiyetin, kendi nezdinde mensuh bulunan bir hükümle onlara hükmetmesi caiz olmaz. Böyle yapmakla sırf onları ilzam etmek istemişti.”

Müslümanın, Irzı Îçin Kıskanç Ve Gayretli Olması

Evvel emirde islâmiyet, zina ile savaşmış; insanları iffetli olmaya, temiz ve erdemli kişiler olmaya davet etmiştir. Hz. Peygamber:

“İffetli olun ki, kadınlarınız da iffetli olsunlar.” diyerek bu konuda dik­katlerimizi çekmiştir. Günahlardan kaçınmış, ırzını korumuş, saliha ve iffetli kadınlarla evlenmeye müslüman erkekleri teşvik etmiştir. Yüce Allah buyu­ruyor ki:

“İyi kadınlar (Allah’a) itaatkârdırlar ve Allah kendilerini koruduğu ci­hetle, kocalarının gıyabında ırz ve mallarını muhafaza ederler.[28]

“Sizden her kim, hür olan mü’min kadınları nikâh edecek bir zenginli ğemuktedir olamazsa, ona da ellerinizin altındaki mü’min cariyelerinizden, efendilerinin rızasıyla nikahlamak vardır.[29]

Konuyla ilgili olarak da Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Kadınların en hayırlısı sevgisi çok ve doğurgan olandır. Ona baktığın­da seni sevindirip memnun eder. Ona emrettiğinde sana itaat eder. Yanında bulunmadığında da malım ve ırzını muhafaza eder.[30]

Ifk hadisesi vukûbulup da, aslında suçsuz olduğu halde insanlar Hz. Âişe (r.a.) yi itham ettiklerinde, Azız ve Yüce Allah, O’nun masum olduğunu âyet­ler indirerek Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla bildirdi. Nûr sûresinde yer alan onbes kadar âyetle onu müdafaa etti ki; onun namusuna leke gelmesin; bu çir­kin suçtan onun habersiz olduğu tüm dünyaya açıklansın. Yüce Allah, Hz. İsa Efendimizin anası, Hz. Meryem’i de zina töhmetine karşı bir kaç âyetle savunmuştu:

“Bİr de îmran’ın kızı Meryem’i (misal yaptı) ki; ırızım pek sağlam ko­rumuştu.[31]

“Irzını helâl ve haramdan koruyan o Meryem’i de hatırla ki; biz O’na (Cebrail vasıtasıyla ve enirimizle meydana gelen) ruhumuzdan intikal ettir­dik.[32]

(Ey Meryem; hakikaten Allah, seni ibadetle seçkin kıldı. Seni pâk ve tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.[33]

İsrailoğullarınm Efendimiz Musa (a.s.) hakkında etttikleri itham ve de­dikodulara karşı da Cenab-ı Allah, Hz. Musa’yı müdafaa etmişti: “Nihayet Allah onu, dediklerinden temize çıkardı. O, Allah katında şerefli idi.” [34]

Allah onu müdafaa etti ki; onun kavmi karşısında ırzı temiz, ve şere­fi de korunmuş olsun.

Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, çirkinlikler ve fuhşiyat karşısında insanın susmasını yasaklamıştır. Kişinin, karısının veya aile efradının fuhuş işlediği­ni bilir veya bu hususta onların gidiş tarzlarından kuşkulanırsa; susması, onun dünyada şerefini heder eden, ahirette de onu şiddetli azaba maruz bırakan çok feci bir durum olur. Resûlullah (s.a.s.) buyurmuş ki:

“Deyyus, cennete giremez.[35]Deyyus, ırz ve namusu için kıs­kançlık duymayan ve gayrete gelmeyen kimsedir. Aile efradının yanına kirnin girip çıktığı onu ilgilendirmez. Karısının ve kızlarının hal ve gidişatı, onu düşündürmez. Bilâkis alçaklık ve pespayeliğe karşı susup razı olur. Ailesinin yanhş yola sapmasını onaylar. Bu adam kıyamet gününde Allah’ın en çok buğzettiği kimselerdendir. Kendisinde bu tehlikeli hastalık mevcud olduktan sonra yaptığı ibadetler, taatler ve Allah’a yaklaşma vesilesi olan iyi davranış­lar ona hiçbir yarar sağlamaz. Lafzı kendisine ait olmak üzere Ahmed bin Hanbel, Neseî ve Hâkim rivayet ettiler -ve Hâkim de bu rivayetin senedinin sahih olduğunu söylemiştir- ki; Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi vardır ki, Allah, onlara cenneti haram kılmıştır: Devamlı içki içen, ana-babasına eziyet eden ve ailesinin fuhuş yapmasını onaylayan dey­yus.[36] Taberanî, sahih bir senedle rivayet etmiştir ki, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi vardır ki ebediyyen cennete giremezler: Deyyus, erkekleşen ka­dınlar ve devamlı içki içen.” Dediler ki: Ey Allah’ın Resulü! Devamlı içki içeni bildik. (Peki ya) deyyus nedir? Buyurdu ki: “Ailesinin yanına kimin girdiği­ne aldırış etmez.” Denildi ki: Erkekleşen kadınlar nedir? Buyurdu ki: “Er­keklere benzeyen kadındır.” Hafız Münzirî “Bu hadîsin senedinde geçen ra-vilerden cerhedilmiş bir kimsenin var olduğunu bilmiyorum” demiştir.

Konuyu uzatıp usanç verme korkusuyla söylemediklerimizi bir yana bı­rakalım da bu babda zikrettiğimiz bütün bu meseleler zina suçunun çok fa­hiş bir şey olup; ferd, toplum ve aileye karşı işlenen en tehlikeli suç olduğu­na; malın zayi olmasına, içkinin yayılmasına, insanların öldürülmesine ve top­lumun bozulmasına neden olduğuna; mü’minlerin safları arasında kin ve düş­manlık meydana getirdiğine, onların güçlerini zayıflattığına, azimlerini, ka­rarsızlığa çevirdiğine; onların şeref, onur, mürüvvet ve şehametlerini ellerin­den çekip aldığına, kalplerine zillet ve alçaklık tohumunu ektiğine; zaaf, kor­kaklık ve horluğu gönüllerine yerleştirdiğine; onları özgürlük ve bağımsızlı­ğın tadından yoksun bıraktığına delâlet etmektedirler, isterseniz deyin ki; zi­na suçu her kötülüğün sebebi, her günahın baş nedenidir. Tüm toplumu çö­kertmek ve toplum yapısının sütunlarını yıkmak için bir kazmadır. Şu halde şeriat koyucunun bu zina suçu üzerinde bu kadar fazla durması; şüpheli ba­kış, yabancı kadını elleme, sesini dinleme, onunla tenhada buluşma gibi su­çun bu ön hareketlerini yasaklaması ve böylece de insanın zinadan kurtarıl­ması uğrunda gerekli önlemleri alması, tuhaf karşilanmamahdır.

Bekâr zinâkâra yüz değnek vurulması, evli zinâkârı ise Ölünceye dek taş­lamak, onlara şefkat etmemek, acımamak, liânın meşru kılınması, iftiranın haram kılınması, iftira edene had tatbik edilmesi biçiminde şeriat koyucu­nun koymuş olduğu bu had, tuhafınıza gitmesin. Şeriat koyucu bu haddi koy­muştur ki; insanlar namuslarını korusunlar, toplum da barış ve güvenlik, huzur kalsın. Unutma ki; Allah’ın yeryüzünü yaratmasından ve yernün Adem (a.s.) tarafından imar edilmesinden sonra dünyada cana kar Menen ilk suç, öldürme suçudur. Bu suç kadın uğruna, şehvetin tahrikiyle Menmiştir. Bu olay, Kabil ile Habil arasında cereyan etmiştir.

Faîde

Kur’an-ı Kerîmde buyuruluyor:

“Bunlara Allah’ın dini hususunda (emirlerini yerine getirmede) merha­metiniz tutmasın.[37] Müfessirler dediler ki: Bu âyetten kasıt şu olabi­lir: Hadleri uygulamayarak veya eksik uygulayarak suçlulara acımayın. Yani hadleri uygulamazlık etmeyin. Suçlulara acıyıp şefkat ettiğiniz için Allah’ın hadlerini terk etmeyin. Bu; Mücahid, İkrime ve Saîd bin Cübeyr’in görüşüdür.

Bazıları demişler ki: Bu âyet, zina için had değneğini hafifçe vurarak mer­hametiniz sizi tutmasın anlamına da gelebilir. Aslında bu âyet, iki ihtimali de içermektedir: Birinci ihtimal daha önceliklidir. Çünkü âyet-i kerîmede önce zikredilen, had değneğidir. Değneğin vuruluş biçiminden söz edilmiş değil­dir. Şu halde had değneğinden sonra zikredilen şeyin ona dönmesi gerekir. Bu hususta Resûlullah (s.a.s.)’i örnek almak yeterlidir. O buyurmuş ki;

“Muhammed’in kızı Fâtıma da hırsızlık yaparsa, onun da elini keserim.[38]

Âyet-i kerîmede “Allah’ın dini hususunda…” kaydı konularak dikkatle­rimiz çekilmiştir: Yani din bir şeyi emrederse; o emrin hilafına insanlara acı­yıp merhamet etmek doğru olmaz. Âyet-i kerîmenin sonundaki “Eğer Al­lah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız” kaydına gelince; bu, Yüce Allah ve O’-nun dini uğruna insanı heyecanlandırıp gazabını alevlendirme kabilinden söy­lenmiştir. Cübaî der ki; bu âyetin takdiri şöyledir: Eğer Allah’a inanıyorsa­nız, hadleri uygulamayı terketmeyin. Bu da şunu gösteriyor: Mürcİe’nin söy­lediğinin tersine, vacipleri edâ etmek, imandandır.

Bunlara cevaben denilir ki: Merhamet, bazı cahillerin zannettikleri gibi, “Bu hadleri uygulamamak daha iyi olur” şeklinde insanın-kendi tabiatıyla hüküm vermesi durumunda ancak meydana gelir ki; bu durumda kişi, bu hatah anlayışı dolayısıyla dini inkâr etmiş ve imandan çıkmış olur. Hadîste varid olmuştur ki;

Hâd vururken bir kırbaç eksiltmiş olan bir vali (mahşer gününde) huzu­ra getirilir. Ona (Allah tarafından) denilir ki: “Niçin böyle yaptın?” O da şöyle der: “Senin kullarına merhamet ettiğimden..” Ona (Allah tarafından) denilir: “Sen onlara benden daha mı merhametlisin?” Bundan sonra onun ateşe atılması emredilir. Had vururken bir kırbaç fazla vuran (bir vali) huzu­ra getirilir. Ona denilir ki: “Niçin böyle yaptın?” O da şöyle der: “Sana kar­şı gelmeye son versinler diye…” (Cenab-ı Allah ona) der: “Sen onlar hakkın­da benden daha mı iyi hüküm verirsin?” Bundan sonra onun ateşe atılması emrolunur.”

Zina Edenin Ayıbını Örtmenin Vâcib Oluşu

Haberi hâkime intikal etmeyen suç için had tatbik edilmeyeceği husu­sunda âlimler görüş birliği etmişlerdir. Hâkimin, meydana geldiğini bildiği ama ikrar veya şahitlerin şahitliğiyle nezdinde sabit olmayan suçlar için de had tatbik edilmez. Zîra İbn Abbas’tan rivayet olunduğuna göre Resülullah

(s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

Beyyinesiz olarak bir kimseyi recmetseydİm, falan kadını recmederdim.

Çünkü onun konuşmasında, görünüşünde ve yanına giren kimselerde şüphe zahir olmuştur.[39]

Yani o kadın, alenen fuhşiyatı ilân edi­yordu. Ama fuhuş yaptığı, ikrar veya beyyineyle sabit olmamıştır.

Hilâl bin Ümeyye, karısıyla mülâane yaptığında Resülullah (s.a.s.) ona şöyle demişti: “O, (zevcen falan vasıfta bir çocuk doğurursa; çocuk, kocası Hilâl bin Ümeyye’ye aittir.” Kadın, istenilmeyen vasıfta bir çocuk doğurduğunda Resülullah (s.a.s.) şöyle dedi:

“Eğeryemînlerolmasaydı,benim o kadınla görülecek bir hesabım olacak­tı.[40]

Bir kimse hâkim huzurunda herhangi bir haddi (gerektiren suçu işledi­ğini) ikrar eder ve o haddi (suçu) açıklamazsa, açıklaması istenmez. Ve suç taayyün edip tesbit edilmezse; ona had tatbik edilmez. Enes (r.a.) in bu hu­susta şöyle bir rivayeti vardır:

“Resülullah (s.a.s.) m yanında oturuyordum. Adamın biri gelip dedi ki: “Ey Allah’ın Resulü! Beh bir hadde çarpıldım. O haddi üzerime uygula.” Peygamber (s.a.s.) ona haddi (gerektiren suçun mahiyetini) sormadı. Namaz vakti geldi. O da Peygamber (s.a.s.) ile beraber namaz kıldı. Peygamber (s.a.s.) namazı tamamladığında adam O’na yaklaşıp durdu ve dedi ki: “Ya Resülul­lah, ben bir hadde çarpıldım. Bana AIlahın Kitabı’ndaki hükmü uygula.” Peygamber (s.a.s.) ona, “Sen bizimle beraber namaz kılmadın mı?” diye sordu. O da evet diye cevap verince, kendisine şu karşılığı verdi: “Kuşkusuz, Allah senin suçunu (veya haddini) bağışlamıştır.[41]

Müslim Şerhi’nde Nevevî der ki: Bu hadîsten anlaşılan şu ki; o adam, ta’zîr gerektiren suçlardan birini işlemiştir. Günahı da küçük günahlardandı. Çünkü namaz kılması, o günah için keffaret olmuştu. Suçu eğer haddi veya başka bir şeyi gerektirseydi, namazla sakıt olmazdı. Hadleri gerektiren suçların cezalarının namaz kılmakla düşmeyeceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Kadı İyaz’ın bazı kimselerden aktardığına göre hadîste sözü edilen adamın haddinden ka­sıt, bilinen haddir. Peygamber (s.a.s.) ona had tatbik etmedi. Çüskü haddi gerektiren fiili açıklamamıştı. Aybı Örtbas etmeyi tercih ettiği için de Peygamber (s.a.s.), bu fiili açıklamasını ondan istememişti, hatta adama, bu hususta açıkça telkinde bulunmayı hoşgörmüştü. Çünkü toplumda fuhşiyat yayılmasın diye islâmiyet, ayıpları örtbas etmeyi emretmiştir. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyur­muşlar ki:

“Bir ayıp gören kimse onu örterse, sanki toprağa gömülen birisini di­riltmiş Olur.[42]

“Kim bir müslümanın ayıbım örterse, Allah da kıyamet gününde onun aybmi Örter.[43]

Mâiz, Peygamber (s.a.s.)e gelerek zina ettiğini onun yanında ikrar etmiş; suçunu itiraf etmişti. Tevbe eder, kendini koruyup gizler, bir daha da yanına gelmez ümidiyle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz onu geri çevirmişti.

Said bin Müseyyeb’in şöyle dediği rivayet edilir: Aldığım bir habere gö­re Eşlem kabilesinden Hezal adında bir erkeğe -bu adam, zina eden bir adam, şikâyet için gelmişti. Tabii bu olay, kazf haddiyle ilgili âyetin nüzulünden Ön­ce vukûbulmuştu- Peygamber (s.a.s.) Efendimiz şöyle demişti:

“Ey Hezal! Onu aban ile örtüp gizleseydin, senin için daha iyi olurdu. [44]Bu da, fuhşiyatı çevreye duyurmamaktan kinayedir. Zîra Resûlullah (s.a.s.) buyuruyorlar ki:

“Bir müslümanı setr eden kimseyi, Allah, dünya ve ahirette setreden”[45]

Hâkim ile Beyhakî, sahihlerinde rivayet ederler ki: Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.) Medîne-i Münevvere’den yola çıkıp, o zamanın Mısır emîri olan Ukbe bin Âmir’in yanına gitti ve huzuruna çıkıp onunla kucaklaştı. Ukbe, ona “Ya eba Eyyûb, seni buraya getiren sebep nedir?” diye sordu. O da, “Bir hadîs… Resûlullah (s.a.s.) tan duymuştum. O hadîsi duyan kimselerden, benden ve senden başkası kalmadı. Hadîs, mü’minin ayıbını örtmekle ilgiliydi. Ukbe dedi ki: “Evet Resûlullah (s.a.s.)ın şöyle dediğini işittim:

“Dünyada bir mü’minin aybını örten kimseyi, kıyamet gününde Allah örter.[46] Ebû Eyyûb, ona; “Doğru söyledin” dedi ve sonra da Medîne’ye geri döndü. Şahit, suçu gözüyle gördüğünde dilerse sırf Allah rı­zası için, ilâhî had ve yasaklar çiğnenmesin diye şahitlik yapar. Zîra hadîs-i şerifte buyurulmuş kİ:

“Yeryüzünde uygulanan.bir had, yeryüzü ehli için, üzerlerine kırk sa­bah yağmur yağdırılmasından daha hayırlıdır.[47] Evet, bu şahit dilerse mü’min kardeşinin ayıbını örtmek için fuhşiyatm şuyû bul­maması gayesiyle şahitliği terk de edebilir. Zîra Peygamber (s.a.s.) buyurmuş ki: “Müslüman kardeşini setreden kimseyi Allah da ahirette setreder.” Kaldı ki Cenab-ı Allah, kullarının ayıplarının örtülmesini ister, fuhşun yayılmasın­dan ve müsîümanlann rüsvay olmalarından hoşlanmaz. Dahası; fuhuş habe­rinin yayılmasından, fuhşiyattan söz etmekten ve onu yaymaya meyletmek­ten nefret eder. “Mü’minler içinde kötü sözlerin yayılmasını arzu edenler için, muhakkak dünya ve ahirette acıklı bir azap vardır.[48]

Müslümanın Kendi Nefsini Örtmesi

İslâmiyet; bu büyük günahlardan birini işlediği takdirde müslümanın, suçtan tamamıyla kopmasını, Allah’a tevbe etmesini, kendi nefsinin aybını örtmesini, işlediği suçu halkın huzurunda anlatarak ve günahım açığa vura­rak kendini rezil rüsvay etmemesini vâcib kılmıştır. Resûlullah (s.a.s.)m şöyle buyurduğu rivayet olunnjuştur:

“Ey insanlar! Artık Allah’ın hududun (u çiğnemey)e son verin. Bu pis­liklerden (günahlardan) birine çarpılan kimse, Allah’ın Örtüsüyle Örtünsün. Kimin iç yüzü bize görünürse, ona Yüce Allah’ın Kitabı’m (n hükmünü) uygularız.[49] Çünkü bu, fuhşiyatı açığa vurmak, Allah’a isyan denizinin tam ortasına düşmek ve O’nun yasaklarını hiçe sayıp çiğnemektir. Bu da toplumun çözüntüye uğrayıp yıkılmasının ve fertlerdeki utanma duy­gusunun kaybolmasının bir delilidir. Çünkü hata yapan ve günah işleyen kim­sede, bu günahını halk arasında ilân etmeyi engelleyecek ve suçunu, içinde yaşamakta olduğu topluma açıklamaktan menedecek, Allah’a karşı olan ha­ya perdesini atmasına mani olacak bir haya kalıntısının bulunması, gerekir. İnsan, Allah’a ve efkâr-ı umumiyyeye karşı utanma duygusunu yitirdiğinde, hem kendisi ve hem bütün toplum için tehlikeli olur. Çünkü o, kendisindeki en değerli şeyi kaybetmiştir. Kaldı ki; günahı açığa vurmakla fesat yayılmış, insanlar günah ve fesatçılığa teşvik edilmiş, tıpkı sıhhatli kimselerin arasına karışan hasta bir kimse gibi başkaları günah işlemeye itilmiş olur. Bunun has­talığının başkalarına bulaşacağı ve hastalık izlerinin diğer insanlara intikal edeceği şüphesizdir. Bu nedenle hikmet sahibi şeriat koyucu, bize seslenmiş ve Resûlullah (s.a.s.) de bize öğretmiş ki, bizden bir kimse günah işleyecek olursa haberi gizleyip, örtünmeye sığınsın. Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunsun. İçine düşmüş olduğu durumu başkalarına anlatmasın. Nitekim bir rivayete göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Bu pisliklerden birini işleyen kimse, izzet ve celâl sahibi Allah’ın örtü­süyle örtünsün.”

İslâmiyet günahım açığa vuran kimseleri şiddetle kınamış; onları Allah’ın ba­ğışlamasından, afv ve rahmetinden mahrum kılmıştır. Resûlullah (s.a.s.) bu­yurmuş ki:

“Açığa vuranlar dışında, bütün ümmetim affedilmiştir. Örneğin kul ge­celeyin bir iş yapar; sonra sabahladığında ki Allah’ta onu örtmüştür- şöyle der: “Ey falan, dün şöyle şöyle yaptım.” Oysa gecelediğinde izzet ve celâl sahibi Allah onu setreden Sabahladığında, Allah’ın kendisi üzerindeki örtü­sünü kaldırır.[50] Günahları terkedip nefislerini gizleyen, ha­talarını insanlara anlatmayan, kendilerinden sadır olan mâsiyetten ötürü piş­man olan edep sahibi ve Allah’tan utanan kimselere gelince; onlarla ilgili olarak sözü Hz. Peygamber’e bırakalım:

“Cenab-ı Allah, mü’mine yanaşır, onun üzerine himaye ve örtüsünü ko­yar. Günahlarını ona ikrar ettirir ve der kî: “Şu günahı biliyor musun? Şu günahı biliyor musun?” (Kul) der ki: “Evet ey Rab(bim).” Nihayet ona gü­nahını ikrar ettirir ve (kul artık) helak olduğunu düşünür. (Ama Yüce Allah şöyle) buyurur: “Ben onu dünyada senin üzerine örtmüştüm. Bu gün de se­nin için onları bağışlıyorum.[51]Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel ri­vayet etmiştir.

Hadler, Sahipleri İçin Keffarettir

Hadlerin sahipleri için keffaret oldukları hususunda âlimler görüş birliği etmişlerdir. Çünkü hadleri uygulamakla zalimlerin forsu kırılır, şer ve fe­sat sahipleri korkutulur. Toplum yıkımdan, helakten, fesat ve telefiyetten korunur. Enes (r.a.) den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle bu yurmuştur:

“Ümmetim beş şeyi helâl kıldığında, helak onların üzerine olsun. Lâ-netleşme açığa çıktığında, içki içtiklerinde, ipek giydiklerinde, şarkıcılar edin­diklerinde, erkekler erkeklerle ve kadınlar da kadınlarla yetindiklerinde…” Bu hadîsi Tirmİzî ve Beyhakî rivayet etmiştir. Suçlu kimseye had tatbik et­mek, onun günahına keffaret olur. Ahiretteki azaptan kurtulur. Çünkü Cenab-ı Allah, bir suç için iki ceza vermez. Rivayet olunduğuna göre zina edip sonra da pişman olan ve suçunu huzurunda itiraf eden Gâmidiye’li kadınla ilgili olarak Peygamber (s.a.s.) şöyle demişti:

“Öyle bir tevbe etti ki; şayet (bu tevbesi) Medîneli yetmiş kişiye paylaş-tırılsaydı, onlara kâfi gelecekti. Onun kendi nefsini Allah için feda etmesin­den daha faziletli bir şey bulunabilir mi?[52] Rivayete göre Pey­gamber (s.a.s.), zina ettiğini ikrar edip, günahkârlıktan ötürü pişman olan ve kendisine had tatbik etmiş olduğu, taşlarla recmetmiş olduğu Mâiz bin Mâlik el-Eslemî hakkında yemin ederek Allah’ın, onun günahım bağışladı­ğını ve onu cennete koyduğunu, sadıkane bir şekilde tevbesini kabul buyur­duğunu, kendisine had tatbik etmenin onun günahı için keffaret olduğunu söylemiştir. Bu sözüne itiraz eden birisine de şöyle demiştir:[53]

“Nefsim kudret elinde bulunana andolsun ki; o, şu anda cennet nehir-Ierindedir. O nehirlere dalmaktadır.”

Ubade bin Samit (r.a.) den rivayet:

“Bir mecliste Resûlullah (s.a.s.) ile beraberdik. (Bizlere) dedi ki: Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmayacağınıza, zina etmeyeceğinize, hırsızlık etmeyece­ğinize, Allah’ın dokunulmaz kıldığı bir canı -haketmedikçe- öldürmeyeceğinize dâir bana biat edin. Kim bunları yerine getirirse, mükâfatını Allah vere­cektir. Kim ki bu suçlara isabet eder ve bu sebeple cezasını dünyada çekerse, bu onun için keffaret olur. Kim de bu suçlara isabet eder ve fakat Cenab-ı Allah onun bu suçunu örterse, onun işi Allah’a kalmıştır. Dilerse onu affe­der. Dilerse azaplandırır. [54]Bir rivayette ravî, “Bu husus­lar üzerine bizler, O’na (Resûlullah a) biat ettik kaydını eklemiştir. Bu ha­dîsi, Ebû Dâvud dışında kalan Kütüb-ü Sitte sahipleri rivayet etmişlerdir.

Peygamber (s.a.s.) in, “Cezasını dünyada çekerse, bu onun için keffaret olur” sözü, hadlerin günahlar için keffaret olduklarını ve hadde çarptırılmış kimseler için telafi edici unsur olduğunu açıkça ifade etmektedir. Sadece cay­dırıcı değildir. Merhum Tirmizî’nin bir rivayetine göre Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Kim bu suçlardan birine isabet eder ve dünyada da bu suçtan ötürü ceza görürse, artık Allah, âhirette kuluna ikinci kez ceza çektirmeyecek ka­dar (lütuf ve) kerem sahibidir.[55] Merhum İmam Şafiî de­miş kî: “Hadlerle ilgili olarak bundan daha açık ve net bir hadîs görmedim.” Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Ne biliyorsun? Belki de hadler, günahlara keffaret olsunlar diye indi­rilmişlerdir.[56] Bu rivayet, bîr önceki hadîse benzemekte ve ahlam bakımından onu teyîd etmektedir. Hadlerin uygulanması, nefisleri gü­nahlardan ve hatalardan; toplumu fesat ve zarardan temizler ki; bu, selef ule­masının cumhurunun görüşüdür. Azîz ve Yüce Allah’ın, rahmetine,gark-olsunlar; dört mezhep imamı da bu görüştedirler. Bazı kimseler hadlerin sa­dece caydırıcı tedbirler olduklarını, suçlunun kıyamette ayrıca azap çekece­ğini söylemişlerdir. Ama tercihe şâyân olan birinci görüştür. Kerem-i ilâhîye ve feyz-i rabbanîye yaraşan da odur. Rabbimizin kerem ve feyiz sahibi oldu­ğunu, O’nun sevgilisi Mustafa (s.a.s.) bizlere haber vermiştir.

Hısımlık Mahremiyeti

Hanefîler dediler ki: Şu sayacağımız sebeplerden birisiyle hısımlık mahremiyeti sabit olur:

1- Sahih akid.

2- Helâl cinsel temas.

3- Fasid nikâha dayanılarak yapılan cinsel temas. Şüpheyle yapılan cin­sel temas da böyledir.

4- Kadınla erkeğin şehvetle birbirlerine dokunmaları.

5- Kadının tenasül organına şehvetle bakmak. Şehvetle de olsa kadının diğer organlarına veya saçına bakmakla, hısımlık mahremiyeti sabit olmaz.

6- Hısımlık mahremiyeti zinayla veya nikâhsız da olsa şehvetle bakmak­la veya ellemekle sabit olur. Şehvetten kasıt, erkeğin kalben arzu duyması ve bunu ikrarıyla bilmesidir. Bazıları demişler ki; şehvetten kasıt, erkeğin kal­ben arzu duymasının yanısıra penisinin canlanıp uzamasıdır. Bu hükmün delili de şu hadîs-i şeriftir:

“Bir kadının tenasül organına bakan kimse (ye) o (kadı)nın anası ve kı­zı helâl olmaz.” Diğer bir rivayette “Ona, onun (kadının) anası ve kızı ha­ram olur.” Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Bir kadının ve onun kızının tenasül organına bakan kimse mel’undur, mel’undur.” Bir kadınla zina eden veya şüphe sonucu cinsel temasta bulu­nan bir kimseye, zina ettiği veya temasta bulunduğu kadının usûl ve fürûu haram olur. O kadın da kendisiyle temasta bulunan veya zina eden erkeğin usûl ve fürûuna haram olur. Kadınla erkeğin birlikte şehvetle birbirlerine ten­lerini dokundurmaları ve birbirlerinin tenasül organlarına bakmaları da bu hükme tabidir. Ancak hısımlık mahremiyetinin oluşması için tenasül organı­nın dışına değil de içine bakmak geçerli bir sebep olur. Bunun esası da şu âyet-i kerîmedir:

“Babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın.[57] Buradaki nikâh kelimesini cinsel temas anlamına yormak daha uygun olur. Ayrıca Hz. Peygamber de buyurmuş ki:

“Bİr kadının tenasül organına şehvetle bakan veya onu şehvetle elleyen kimseye o (kadı) nın anası ve kızı haram olur. O (kadın) da onun (erkeğin) oğluna ve babasına haram olur.” Zina (döl) suyunun mahremiyeti, tıpkı tıpkısına nikâhtaki helâl (döl) suyunun mahremiyeti gibidir.

Mâlikîler dediler ki: Zina yoluyla vukûbulan cinsel temasın hükmü hususunda üç kavil vardır:

1- Şâfiîlerin kavli gibi; “Bu cinsel temas nedeniyle hısımlık mahremiyeti sabit olmaz” diyenler olmuştur.

2- Hanefî mezhebi gibi; “Bu cinsel temas nedeniyle hısımlık mahremi­yeti ilgili taraflara yayılır” diyenler olmuştur. Muvattâ’da da görüleceği gibi İmam Mâlik de bu görüşe katılmıştır. Vefat edinceye kadar bu şekilde fetva vermiştir.

3- “Bu cinsel temas, sadece mekruhluğu yayar” diyenler olmuştur ki; bu zayıf bir kavildir.

Şâfîîler dediler ki: Bir kızla zina eden kimseye o kızın anası haram olmaz. Nitekim bir ana ile zina etmek de o kadının kızını,kendisiyle zina eden erkeğe haram kılmaz. Zina suyundan doğan kız, suyundan yaratılmış oldu­ğu erkeğe, o erkeğin usul ve fürûuna haram olmaz. O kızın zina etmiş olan anası, zinayı gönüllü veya gönülsüz de yapmış olsa, hüküm aynıdır. Bu kı­zın, o erkeğin döl suyundan doğmuş olduğu kesinlik kazansa da kazanmasa da hüküm aynıdır. Bu kız, o erkeğe yabancı bir kadındır. Zinadaki döl suyu­nun mahremiyeti olmaz. Ancak bu erkeğin o kızla evlenmesi, sadece ihtiyat bakımından nikâhta helâli araştırmak ve salih bir zürriyeti dünyaya getirmek bakımından mekruhtur.

Hanbelîler dediler ki: Haram cinsel temas da helâl cinsel temas gi­bidir. Her iki temasla da hısımlık mahremiyeti sabit olur. Bir kimse bir ka­dınla zina ederse; o kadın, o kimsenin ebeveynine haram olur. O kadımn anası ve kızı da o kimseye haram olur. Bir kimse kaynanasıyla cinsel temasta bulu­nursa; karısı kendisine haram olur ve ondan ayrılması vâcib olur. Aynı şekil­de bir erkek, kendi karısının (başka evlilikten doğma) kızıyla cinsel temasta bulunursa, o kızın anası (yani karısı) kendisine haram olur. Bu mezhep ule­mâsı, Hanefîlerin de söyledikleri gibi; bîr kimsenin zinadan doğma kızım ni-kâhlamasının haram olduğunu söylemiştir. Rivayete göre adamın biri, cahi-Iİyet devrinde kendisiyle zina etmiş olduğu bir kadının şu anda kızıyla evle­nip evlenemeyeceğini soran bir adama Hz. Peygamber şu cevabı vermişti:

“Hayır, ben bunu uygun görmüyorum. Bir kadını nikahlayıp onun muttali olduğun yerlerine, kızında da muttali olman (gizli yerlerini görmen) senin için doğru olmaz.” Hz. Peygamber bu cevabı vererek o adamın o kadının kızıyla evlenmesini haram kılmıştı ki; bu hadîs bu’babda nasstır.

Zinadan Doğan Kızın Hükmü

Âlimler dediler ki: Zina sonucu doğan kız, dölsuyundan doğmuş oldu­ğu erkeğe yabancı bir kadındır. Kendisinden önce ölmesi durumunda o erke­ğe mirasçı olamaz. Onun nesebine katılmaz. O erkeğin ona nafaka vermesi vâcib olmaz. Onunla tenhada buluşması caiz olmaz. Bu erkek, evlendirmede ona velilik yapma yetkisine sahip değildir. Yani onun üzerinde velilik yapa­maz. Kendisinden önce Ölmesi ve geride mal bırakması durumunda bu kadı­na mirasçı olması sahih olmaz. Mahremler ve miras hususunda bu kadın ona yabancıdır. Evlilik ve hısımlık hususunda onun yakınıdır. Onunla evlenip hı­sım olması, usûl ve fürûunu nikahlaması; kadının da onunla, onun usûl ve fürûuyla evlenmesi sahih olmaz. Tercihe şâyân olan kuvvetli görüş budur. Bu kızın, kendisinin dölsuyuidan doğmuş olduğunu kesinlikle bilse de bu hu­susta şüphe etse de hüküm değişmez. Çünkü bu kızın anasıyla zina etmiştir. Zinada onunla temas kurma esnasında kadın hâmile kalmıştır. Şu halde bu kızın,kendisinin dölsuyundan doğmuş olduğu hususuağırhk kazanmaktadır.

Zinanın Zararları

Bu mevzuda vârid olan âyet ve hadîsleri anlayıp kavradıktan sonra âlimler, zinanın zararlarım özet olarak aşağıda maddeler halinde sıralamışlardır:

1- Zina eden kişi, zina halindeyken kalbindeki İman nuru gider. Tevbe etmeden ölürse, imansız gider.

2- Zina suçu, adam öldürmekten hırsızlık yapmaktan ve diğer suçlar­dan daha büyük ve şiddetlidir. Bu nedenle; şayet evliyse, zina eden kimsenin öldürülmesi mubah kılınmıştır.

3- Zina, korku ve ürküntü verir. Bu suçu işlemeye devam eden kimsenin duasına Allah icabet etmez.

4- Kendisine ceza olsun diye kıyamet gününde cehennem ateşi onun yü­zünde parlayarak yanar.

5- Cenâb-ı Allah, zina eden kimseyi cehennem ateşinin ortasında alev­lenmekte olan bir fırının içine atar. Bu fırında onun bedeni yanar, cismi erir.

6- Zinâkârların kokuları cehennem ateşinin ortasında, heladaki pislik­ler gibi tiksindirici olur. Öyle ki; cehennemlikler bile bunların kokularından eziyet çekerler.

7- Cenab-ı Allah, zinâkârın adını temiz ve iyi kimselerin kütüğünden si­ler, onu seçkin mü’minlerin mıntıkasından kovar.

8- Cenab-ı Allah, kıyamet gününde zinâkârlara rahmet ve hoşnutluk na­zarıyla bakmaz. Baksa baksa öfke ve gazap nazarıyla bakar.

9- Zinayı helâl sayan, zina etmeye devam eden, ondan hoşlanan ve tevbe etmeyen kimseye Cenâb-ı Allah cenneti haram kılar ve o kişi cennetin ko­kusunu koklayamaz.

10- Rezil ve bozuk bir neslin meydana gelmesi nedeniyle zina yaygınla­şır. Bu da topluma eziyet verir,ve onu yıkar.

11- Bir mıntıkada zina zuhur ederse, Cenab-ı Allah onları, lût kavmine yaptığı gibi yıkım, helak ve tahrib ile korkutur.

12- Zina, dünya ve âhirette utanç ve rüsvaylık sebebidir.

13- Allah’ın azabından korkarak zinadan uzak duran kimseyi kıyamet gününde Cenâb-ı Allah, gölgesinde gölgelendirir; onu affedip bağışlar ve onu korkulardan emin kılar.

14- Allah’tan korkarak zina suçundan kaçınmak rızkı arttırır, hayır ge­tirir; mü’minin simasında heybet, nûr ve onuru parlatır. Allah en iyisini bi­lendir.

Muhannesin Hükmü

Muhannes: Konuşurken kırıtarak, mayışarak kadınlara benzeyen veya giysi ve zİnetlerinde kadınlara benzeyen kimsedir. Nitekim zamanımızdaki bazı genç­ler de saçlarını salıvererek, zülüflerini bırakarak, kadın süslerini ve bazı giy­silerini takınıp giyinerek, konuşurken seslerini incelterek ve diğer bazı tavır­lar takınarak kendilerini kadınlara benzetmeye çabalamaktadırlar. Muhan-nesleri, kendileri için bir ceza olsun, yalnızlık ve ünsiyetsizlik acısını hisset­sinler, kötü arkadaşlarından uzak kaldıkları için gurbet elemini tatsınlar diye müslüman beldelerinden en azından 90 km. kadar uzaklıktaki bir yere sür­gün etmenin vâcib olduğu hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Âlimler de­mişler kİ; ancak şu üç kimse sürgün edilir: Zina eden bekâr, mühânnes, isyankâr. Ama muhannes kendisine arkadan cinsel temas yaptırıyorsa, ölün­ceye dek taşlarla recmedilir. Bu suçu sabit olduğunda onu sürgüne gönder­menin bir faydası olmaz. îbn Abbas (r.a.) dan rivayet:

“Peygamber (s.a.s.), erkeklerden muhannes olanlara ve kadınlardan da erkekleşmeye özenenlere lanet etmiş ve “Onları evlerinizden çıkarın.” demiş, falanı da çıkarmıştı. Hattâb oğlu Ömer (r.a.) de falanı çıkarmıştı.[58] Bunu Buharı rivayet etmiştir.

Ellerini ve ayaklarını kına ile boyamış olan bir muhannesi Resûlullah (s.a.s.) m huzuruna getirdiler. “Buna ne oluyor?!” dedi. (Getirenler) “Ey Allah’ın Resulü, bu adam kadınlara benzemeye çalışıyor” dediler. Resûlullah (s.a.s.) onun için gereken emri verdi ve Bakî’e sürüldü. “Ya Resûlallah, onu öldürmeyelim mi?” diye sorduklarında; “Doğrusu ben, namaz kılanları öl­dürmekten nehyedildim” cevabım verdi. Bu hadîsi Ebû Dâvud rivayet etmiş­tir. Âlimler dediler ki: imam, muhannesi suç işlemekten menedip caydırma­ya yeteceğine inandığı kadar ta’zîr edebilir. Sefer mesafesi kadar uzaklıktaki bir beldeye onu sürgün edebilir. Tabii bu da itiraf veya şahitlerin şehadetiyle livata (arkadan zina yaptırma) suçunu işlediğinin sabit olmaması durumun­da sözkonusu olan bir hükümdür. Nitekim bu, hadîs-i şerifte de sabit olmuş­tur. Rivayet olunduğuna göre Halid bin Velid (r.a.), Hz. Ebûbekir’e şu meal­de bir mektup yazmıştı: “…Bir arap beldesinde tıpkı kadın nikahlanır gibi nikahlanan bir adam gördüm…” Bu mektubu alan Hz. Ebûbekir (r.a.), sahabe-i kiramı topladı. Bu mesşle hakkında onların görüşlerini sordu. Bu konuda en şiddetli sözü söyleyen; Ebû Talib oğlu Hz. Ali efendimiz oldu. Dedi ki: Bu, sadece bir ümmetin işlediği bir günahtır. O ümmete (Lût kavmine) de Cenab-ı Allah’ın neler yaptığını biliyorsunuz. Bu adamı ateşle yakma görü­şündeyim. Bütün sahabİler onun bu görüşü üzerinde icmâ ettiler. Efendi­miz Hz. Ebûbekir, onu ateşle yakması için Halid bin Velİd’e (r.a.) mektup gönderdi. Tabii yakması da, onu,1 recm edip üzerine haddi tatbik ettikten ve öldürdükten sonra olacaktı. Çünkü hayattaki kimseyi ateşle yakmak caiz de­ğildir. Zîra izzet ve celâl sahibi Allah’tan başkası için bir kimseyi ateşle azap-landırmak caiz olmaz.Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, serkeş hayvanları bile ateşle azaplandırmayı haram kılmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.) nin şöyle dediği ri­vayet olunur:

“Resûlullah (s.a.s.) bizi bir seriyyeyle gönderdi ve dedi ki: Kureşten fa­lan ve falan adamı isim vererek görürseniz, onları ateşle yakın.” Sonra yo­la çıkmak istediğimizde bize şöyle dedi: “Falan ve falanı ateşle yakmanızı size emretmiştim. Doğrusu Allah’tan başkası ateşle azaplandıramaz. Onları EÖrürseniz,öldürün.[59] Bu hadîsi Buharî rivayet etmiştir.

Zînâ Eden Kadını Nikahlamanın Hükmü

Hanefîler ve Şafiîler dediler ki: Adamın biri bir kadınla zina ederse; Anadan sonra sahih bir akidle onunla evlenmesi caiz olur. Çünkü zina (döl) suyunun mahremiyeti yoktur. Rivayete göre Hz. Ebûbekir (r.a.) in zamanında bir erkek bir kadınla zinâ etmiş, evli olmadıkları için kendilerine yüzer değnek vurmuş, sonra bunları birbirine nikahlamış ve onları bir yıl müddet­le sürgüne göndermişti. Ömer, ibn Mes’ûd ve Câbir bin Abdullah gibi saha-bîlerin de -Allah onlardan razı olsun- buna benzer hükümler verdikleri riva­yet olunmuştur. İbn Abbas (r.a.), bu hükümle ilgili olarak şöyle demiştir: “Ev­veli gayr-ı meşru ilişki, sonu nikâhtır. Nikâh mubahtır. Gayr-ı meşru ilişki nikâhı haram kılmaz. Bu, şuna benzer: Adamın biri bir bahçeden meyve ça­lar. Sonra bahçe sahibi geldiğinde, ondan -ayrıca- meyve satın alır. Çaldığı meyveler haram, satın aldığı meyvelerse helâldir.”

Mâlikîler dediler ki: Bir adam bir kadınla zinâ ettiği takdirde, ken­disinin fasid (döl) suyundan istibrâ etmedikçe o kadını nikahlaması sahih ol­maz, çünkü nikâhın hürmeti vardır. Bu hürmetin bir gereği olarak nikâh (döl) suyunun, gayr-ı meşru ilişkide olan (döl) suyu üzerine dökülmemesi icab eder ki; helâl ile haram birbirine karışmasın, değersiz (döl) suyu ile değerli (döl) suyu birbirine katılmasın. Zîra Yüce Allah buyurmuş ki:

“Zinâ eden bir erkek, ancak zina eden bir kadınla veya bir müşrikeyle evlenmek ister…” sonra şöyle buyurmuş:

Mü’minlere böyle bir evlenme haram kılınmıştır.[60]

İbn Mes’ûd’un; “Bir erkek bir kadınla zinâ eder de sonra onu nikahlar­sa; her ikisi de ebediyete kadar zinâkâr olurlar.” dediği rivayet olunur. Yüce Allah buyuruyor ki: “Haram kılınanların dışında kalanlar, zinadan kaçınıp namuslu insanlar olarak (yaşamanız şartıyla) mallarınızla (mehir vermek ve­ya satın almak suretiyle) ara (yıp nikâhla)mamz için size helâl kılındı.[61] Zinadan kaçınıp namuslu yaşayanların nikâhını mubah, diğerlerinin ni­kâhını ise bâtıl kılmıştır. Bir kimse, zinâ ettiği kadını nikâhlar, ama onun ha­ram olan (döl) suyundan istibrâ etmeden gerdeğe girmezse; bu evliliğin câiz olacağı hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Zinâ ettiği bir kadınla bilâhare evlenen bir erkeğin durumu hakkında Hz. Âişe’ye sorulduğunda, O’nun bu evliliği mekruh saydığı rivayet edilir.

Koca Veya Karının Zinâ Etmesinin Hükmü

“Zinâ eden bir erkek ancak zinâ eden bir kadınla veya bir müşrikeyle evlenmek ister. Zinâ eden bir kadını da ancak zinâ eden bir erkek veya bir müşrik nikahlamak ister.[62] âyet-i kerîmesinden hüccet çıkaran bir grup

âlim demişler ki: Zinâ eden kimsenin, kendisiyle karısı arasındaki nikâh ak­di fâsid olur. Kadın da zinâ ederse, kendisiyle kocası arasındaki nikâh akdi fâsid olur. Kocasının kendisinden ayrılması vâcib olur. Bazıları demişler ki: Bununla nikâh fâsid olmaz. Eşlerden birinin zinâ etmesi nedeniyle nikâh ak­di infisah etmez. Ancak kadının zinâ etmesi durumunda kocası, onu boşa­makla emrolunur. Nikâhında tutarsa, günahkâr olur. Zinâkârlıkla şöhret bul­muş kadınla evlenmek câiz olmaz. Açıkça fuhuş yapan ve bu yolda meşhur olmuş bir erkekle de evlenmek câiz olmaz. Meğer ki; bunların dürüst ve sa­mimi olarak tevbe etmiş oldukları anlaşılsın.

Demişler ki: Bir kimse zinâkârlıkla iştihar eder veya işlenen diğer gü­nahları işler, islâmm yasaklarını hiçe sayıp çiğnerse ve muhafazakâr bir aile­nin kızıyla evlenir ve onlara kendini iyi göstererek kızın ailesini aldatır; onlar da bilâhare durumu öğrenirlerse; bu adamla kızlarının evli kalması veya on­dan ayrılması hususunda muhayyer olurlar. Kocanın bu durumu, akdi feshe­den ayıplardan bir ayıp gibidir. Bu görüşü savunanlar, delil olarak şu hadîsi ileri sürerler:

“Hadde çarptırılmış zinâkâr bir kimse, ancak kendi gibi birisini nikah­layabilir.[63] Ama fâsıklıkla şöhret bulmamış olan bir kim­seyi karısından ayırmak sahih olmaz.

Bazıları dediler ki: Bir kimsenin karısı zinâ ederse, nikâh fâsid olmaz. Koca zinâ ederse, kendisiyle karısı arasındaki nikâh akdi fâsid olmaz. Zinâ-kârın, ancak bir zinâkârla evlenebileceğine hükmeden âyetin mensuh oldu­ğunu söylediler. Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.)a gelerek:

“Karım kendisine dokunmak isteyenlerin ellerini geri çevirmez” diyen ve karısının durumuyla ilgili olarak şer’î hükmü soran bir adama Resûlullah “Onu boşa” demiş. Adam; “Ben onu seviyorum” deyince, “Onu (nikâhın­da) tut” karşılığını vermişti.

Mut’a Nikâhının Hükmü

İmamiye kitaplarında da yazılı olduğu gibi mut’a, bilinen veya meçhul olan bir süreyle sınırlı, geçici bir nikâhtır. Bu sürenin en çoğu kırkbeş gün­dür. Hayızdan kesilmiş olan kadının mut’a nikâhı, belirtilen sürenin sona er­mesiyle ortadan kalkar. Hayız gören kadının mut’a nİkâhıysa, iki hayız gör­mesiyle ortadan kalkar. Kocası ölen kadının mut’a nikâhına gelince; bu, dört ay on gün bitince ortadan kalkar. Bu nikâhın hükmü: Kadın için şart koşu­landan başka mehir, tevarüs ve iddet hükümleri sabit olmaz. Ancak anlatı­lan şekilde istibrâ gerekir. Bu nikâhla, -aksi şart koşulma di kça- nesep sabit olmaz. Mut’a nikâhı nedeniyle hısımlık mahremiyeti oluşur.

İslâmiyetin ilk zamanlarında Hz. Peygamber’in mut’a nikâhına zaruret nedeniyle ruhsat verdiği, bilâhare bu nikâhı yasakladığı, bu yasağın devam ettiği, ruhsatın neshedildiği hususunda fıkıhçılar söz birliği etmişlerdir. Selef ve halef âlimlerinin cumhuru, bu nikâhla ilgili ruhsatın neshedilmiş olduğu görüşündedirler.

Nevevî der ki: Doğrusu şu ki; mut’a nikâhının haram kılınması ve mu­bah kılınması iki defa vuku bulmuştur. Hayber harbinden Önce mut’a nikâhı mubahtır. Hayber harbi esnasında mubah kılındı. Sonra fetih senesinde -bu, Evtas muharebesinin yapıldığı zamandır- mubah kılındı. Daha sonra müeb-beden haram kılındı. Ümmetin ekserisi bu harâmlık görüşündedirler. Sele­me bin Ekva’dan rivayet:

“Resûlullah (s.a.s.) Evtas muharebesinde mut’a nikâhına üç gün için mti-sade verdi. Sonra da yasakladı.[64]Bunu Müslim rivayet etmiş­tir. Hz. Ali’den rivayet:

Resûlullah (s.a.s.), Hayber muharebesinde mut’ayı yasakladı.[65] Bunu Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. İmam Buharı demiş ki: Bu nikâh ruhsatının Peygamber tarafından nesholunduğu-nu Hz. Ali açıklamıştır. Sahih bir senedle İbn Mâce, Hz. Ömer’in şöyle bir hitapta bulunduğunu nakletmiş: “Resûlullah (s.a.s.) mut’a nikâhı için bize üç günlük izin verdi. Sonra onu haram kıldı. Allah’a andım olsun, evli olup da mut’a nikâhı yaptığı fealde. kendisini taşla recmetmediğim bir tek kimse yoktur/’ İbn Ömer (r.a.) demiş ki: “Resûlullah (s.a.s.) bizi (mut’adan) ya­sakladı. Biz fuhuş yapıcı değiliz.” Bu rivayetin senedi kuvvetlidir.

San’anî der ki: Mut’a nikâhının mübahlığı kat’îdir. Nesholunmuşluğu ise zannîdir, sahih değildir. Çünkü mübahlığını rivayet edenler, nesholundu-ğunu rivayet etmişlerdir. Bu, ya her iki tarafta kat’îdir veya her iki tarafta da zannîdir. Nihayetü’l Müctehid adlı eserde, mut’a nikâhının harâmlığının mütevatir haberlerle nakledilmiş olduğu anlatılmaktadır.

Livata (Homoseksüellik) Haddi

Livata, (homoseksüellik) insanın nevine ve fıtratına yakışmayan ahlâ­kî suçlardan biridir. Livatada, yani erkeğin erkek ile cinse! temasta bulun­masında insanlığa karşı açıkça düşmanlık edilmekte ve Allah’ın kanunla­rının sınırları dışına çıkılmaktadır. Bu nedenle Cenab-ı Allah bu suçu, tıpkı zinâ gibi fuhuş olarak adlandırmıştır:-

“Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı rezaleti (oğlancılığı) mi yapıyorsunuz?. [66]Bu çirkin fiili İşleyen kimse hakkında imamlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları demişler ki: Oğlancılık yapan ki­şi eğer evliyse, zinâkârın cezasına çarptırılır ki; o da idamdır. Yapılan kim­seye gelince; onun cezası, bekâr zinâcılar gibi değnek cezasıdır. Çünkü onda evlilik sözkonusu olmaz.

Diğer bazıları demişler ki: Oğlancılık (livata) yapanın cezası, had ba­bından değil de ta’zîr babmdandır. Kadı onu bu suçtan caydırmak için uyun gördüğü tarzda hapseder veya değnek altına yatırır. Suçu tekrar işler ve terketmezse, onu îdamla ta’zîr eder.

(14) İmamlar, livatanın şeriat nazarında haram olduğu, büyük günahlardan sayıldığı, hatta zinâ cürmünden daha fahiş olduğu ve büyük fuhşiyatlardan biri olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bunun haram olduğu ve fa­ilinin lânetlilerden olduğuna dâir mütevatir hadîsler varid olmuştur. Ancak imamlar, bu suçun ispatlanması için beyyinenin belirlenmesi hususunda ihti­lâf etmişlerdir.

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Livatanın ispatı için ge­rekli beyyine, zinanın ispatı için gereken beyyine gibidir. Bu suç ancak dört âdil şahitle ispatlanabilir. Şahitler arasında kadın bulunmamalıdır. Ayrıca ya­panın penisinin, yapılanın anusuna milin sürmedanlığa girişi gibi girdiğini görmüş olmalıdırlar.

Hanefîler dediler ki: Livata için gereken beyyine, zinâ beyyinesin-den apayrıdır. Çünkü bunun zararı, zinâmnkinden daha hafif; cinayeti de zınânınkinden daha azdır. Zîra oğlancılık sonucunda nesepler karışmaz, ırz­lar pây-ı mâl olmaz. Bu suçun beyyinesi, sadece iki şahitle sabit olur. Delil olmaksızın bu suç, zinâ gibi mutala^ edilmez. Kaldı ki; ne Kitapta ne de sün­nette böyle bir delil mevcut değildir. Şu halde diğer hüküm ve şehadetler gibi bunun hükmü de olduğu gibi aslı üzere kalır.

Livatanın haddi mi, yoksa ta’zîri mi gerektirdiği hususunda imamlar ih­tilâf etmişlerdir..

Mâlîkî, Hanbelî ve Şâfîîler dediler ki: Livata, haddi gerektirir. Fakat bu haddin niteliği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu ihtilâflarında da zina hükmüne kıyas yapmışlardır. Livata ile zina arasında ortak nokta ola­rak, haram bir penisin haram bir ferce (anus veya vaginaya) konulmasını gös­termişlerdir.

Mâlikî, Hanbelî ve bir rivayetlerinde Şâfiîler dediler ki: Livata haddi; bekâr olsunlar, evlenmiş olsunlar, cinsel teması yapanların ikisinin de ölün­ceye dek taşlarla recmedilmeleridir. Bu suçu işleyenlerin muhsan (evli) olma­ları veya olmamaları, zinada anlatılan muhsanlığın şartlarını taşıyıp taşıma­maları nazar-ı itibara alınmaz. Ya da bu kimseler kılıçla öldürülürler. Gö­rüşlerini teyid için bu imamlar, Iivatanm da bir zina türü olduğu hususunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. Çünkü oğlancılıkta da bir penis bir makada şehvet ve lezzetle girmektedir. Şu halde oğlancılık yapan da kendisiyle yapı­lan da evli zinâkâr ile bekâr zinâkâr hakkında vârid olan delillerin genel kap­samı içine girmektedirler. Zîra Hz. Peygamber buyurmuş ki:

“Yapanı da, kendisine yapılanı da öldürün.[67]

“Üsttekini de alttakini de öldürün.[68]

Beyhakî’nin Said bin Cübeyr kanalıyla Mücahîd’den rivayet ettiğine göre oğlancılık yapan bekâr bir kimsenin hükmü Abdullah bin Abbas hazretleri­ne sorulduğunda o, “Recmedilir” demiştir. Ayrıca Hz. Peygamber de:

“Evli olsunlar, olmasınlar; yapanı da kendisine yapılanı da öldürün.[69] diye bir emir vermiştir. Bu hadîsi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Hammad bm ibrahim, İbrahim en-Nehaî’den naklen şöyle demiştir: “İki defa recmetmek uygun olsaydı, homoseksüellik yapan kişi recmediUrdi.” Ebû Musa, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

“Erkek erkeğe yaparsa, her ikisi de zinâkârdır. Kadın kadına yaparsa, her ıkısı de zinâkârdir.”

Alimler dediler ki: Bu fiil zinadır. Nass ile zina ahkâmına tabidir. İşin ısım tarafına gelince zina fuhuştur. Oğlancılık da, Kur’an-ı Kerîm nassı ile fuhuştur. Yüce Allah Lût kavmi hakkında buyurmuş ki:

“Sizden önce, alemlerden hiç birinin yapmadığı fahişeyi (bir rezalet olan oğlancılığı) mı yapıyorsunuz?” [70]

İşin mâna yönüne bakacak olursak zina, manevî bir fiildir ki onun bir maksadı vardır: Bu fiil, lezzet kastıyla döl suyunu akıtmak için penisi, içinde hiç şüphe bulunmayan yasak bir şe-kİIde vaginaya girdirmektir. Livatada da bütün bu eylem ve unsurlar mevcut­tur. Çünkü vagİna ile anusun her biri, örtülüp muhafaza edilmesi şer’an vâ-cib olan birer fere (cinsel organ) dirler. Bunlar, namaz dahilinde de namaz haricinde de avrettirler. Bunların her ikisine de bakmak haramdır. Tabiatıyla bunların ikisi de insanın şehvetini uyandırırlar. Bunları görmek, temas etmek ve penisi içerilerine girdirmekle insan lezzet duyar. Öyle ki; şeriatten haber­siz bir kimse bunlar arasında ayırım yapamaz.

Geçen yılki gazete ve dergiler, ingiltere senatosunun, erkeğin erkekle ev­lenmesine, ve erkeğin erkeği nikahlamasına; ona kan gibi evlilik muamelesi yapmasına müsaade eden bir kanun çıkardığını haber verdiler. Ayrıca iki er­keğin kilisede icra edilen evlenme akid ve merasiminin fotoğrafını da yayın­ladılar. Allah korusun bu; kaderin alaya alınması ve kalplerin çöküntüye uğ­ramasıdır.

Sözkonusu olan şu ki; anus da sıcaklık ve yumuşaklık arayışı içinde olan­lar için şehveti uyandırır. Bu bakımdan anusla vagina arasında fark yoktur. Bu nedenle şeriat koyucu, penisin sırf bu organlardan birine girdirilmesi se­bebiyle gusletmeyi vâcib kılmıştır. Bunun; yani penisin anusa girdirilmesinin haram olduğunda şüphe yoktur. Çünkü kişi ancak mülkiyetinde bulunan cinsel organla temasta bulunabilir. Evet, bu mülkiyet vagina üzerinde var olabilir. Ama anus üzerinde böyle bir mülkiyet düşünülemez. Anusla yapılan cinsel temasın haram olduğu zahirdir. Çünkü anus üzerinde hiçbir halde mülkiyet vaki olamaz. Aynı şekilde anustan yapılan cinsel temasta dölsuyunun heder olacağı, vaginadan yapılan cinsel temasa nispetle daha kat’îdir. Çünkü kadı­nın vaginası çocuk üretir. Her ne kadar zinâkârın amacı bu olmasa da zina­nın çocuk üretebileceği düşünülebilir. Ama livatada bu husus düşünülemez. Şu halde anustan yapılan cinsel temasta dölsuyunun telef olacağı kat’îdir. Bu söz kıyas yoluyla söylenmiş bir söz değildir. Kıyasta had sabit olmaz.1 Ama ou, haddin nassla vâcib olmasıdır. Burada mahal adının değişikliği sadece failin adının değişik olması gibidir.

Diğer bir rivayetlerinde Şâfiîler dediler ki: Oğlancılık (livata) haddi, zi­na haddi gibidir. Bu suçu işleyenin muhsan olup olmaması gözönünde bu­lundurulur. Bu, Said bin Müseyyeb, Ata bin ebi Rebah, Hasan-ı Basri, Kata Nehaî, Sevrî, Evzaî, Ebû Talib ve imam Yahya’nın mezhebidir. Bunlar dediler kî: Livata yapan kimse bekârsa, kendisine yüz değnek vurulur ve sür­güne gönderilir. Evliyse ölünceye kadar taşlanarak recmedilir. Çünkü bu da bir zina türüdür.

Hanefîler dediler ki: Livatada had yoktur. Ama imamın, suçluyu caydıracağına kanaat getireceği miktarda uygun bir tarz ve miktarda ta’zîr etmesi vardır. Suçu tekrar işler ve bu kötü fiili bırakmazsa; had olarak değil de ta’zîr olarak kılıçla îdam edilir. Çünkü bu hususta sarih bir nass yoktur. Bu görüşü yorumlarken merhum Şevkânî şöyle der: Açıkça görüldüğü gibi bu mezhepdei livataya Özgü delillere ve genel olarak zina hakkında vârid olan âyet ve mütevatir hadîs delillerine muhalefet vardır.

Hanefîlerden Ebû Yûsuf ve Muhammed bu hususta İmam-ı A’zam’a mu­halefet etmiş ve demişler ki: Livata ile şehvet tatmin olur. Hatta bazı erkekle­re göre, kadınlarla yapılan cinsel temastan hiç farkı yoktur. Livata, tam ola­rak şehvet duyulan bir yerde (anusta) cinsel temas yapmaktır. İşte bu nedenle oğlancılık yapanların her ikisine zina haddi tatbik etmek gerekir. Bekâra yüz değnek vurulur. Muhsanlık şartım taşıyan evlenmiş kimse ise recmedilir. Bu çirkin fiili işledikleri için Cenab-ı Allah, Lût kavmini müfsid olarak adlan­dırmıştır. Müfsidin cezası ise ölüm ve acıklı azaptır. Yüce Allah buyuruyor:

“Lût dedi ki: Ey Rabbim! bozguncular kavmine karşı bana yardım et.[71]

Imameyn demişler ki: Sahabe-i kiramın üzerinde ittifak ettikleri hüküm gereğince livata yapanlara nefisleri teslim edilmez. Suçlan bağışlanmaz. An­cak sahabîler, bunların cezalarının şiddetlendirilmesinin ne şekilde olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Biz de sahabîlerin, üzerinde ittifak ettikleri hük­mü benimsedik. Livata yapanlara had tatbik edilmesi gerektiğine dâir İmarr Ali (r.a.) nın kavlini tercihe şâyân bulduk.

Livatanın Cezası Hakkında Sahabîlerîn Görüşleri

Sahabe-i kîrâm efendilerimiz, livata yapanlara had tatbik etmenin ge­rekliliği üzerinde ittifak ettikten sonra bu haddin uygulanış biçimi hususun­da ihtilâf etmişlerdir. Ebûbekr-i Siddîk (r.a.) demiş ki: Livata yapanlar had olarak kılıçla öldürülür, sonra ateşte yakılırlar ki; bu suçu işlemekten vaz­geçsinler. Bu işi yapmaya niyetlenenler de korkutulsunlar. Bu, Hz. Ali (ker-remellahü vechehü) nin ve sahabe-i kiramın bir çoğunun görüşüdür.

Hafız Münzirî demiş ki: Ebûbekir, Ali, Abdullah bin Zübeyr ve Hişam bin Abdülmelik; livata yapanları kılıçlayarak veya taşla recmederek öldür dükten sonra ateşte yakmıştır. Bu cürmü irtikâb eden ve bu kötülenmiş reza­leti işleyenler, başkalarına ibret olacak bir cezaya çarptırılmayı ve inatçı fâ-sıkların şehvetini kıracak bir azapla azaplandırılmayı fazlasıyla haketmişlerdir. Daha Önce âlemlerden hiç birinin işlemediği bir fuhşu irtikâb eden Lût kavminin cezasına şenaat ve şiddet bakımından benzer bir cezaya çarptırıl­ması pek münasip olur. Cenab-ı Allah bu fiili işleyenlerin belcelerini yere ba­tırmış, altlarını üstlerine getirmiş, üzerlerine çamurdan pişirilmiş taşlar yağ­dırmıştı. Bu azap ile onların bekârlarının ve evlilerinin, küçüklerinin ve bü­yüklerinin, kadınlarının ve erkeklerinin kökünü kazımıştı. Tabii bu, işledik­leri fuhşun cezasıydi. Kur’an-ı Kerîm, onları zalimler olarak adlandırmıştır. Bu çirkin fiili işlemekle hem kendilerine hem de insanlığa zulmetmişlerdi. Yüce Allah, kutsal kitabında onlardan sözederken şöyle buyuruyor:

“Onlara azap emrimiz gelince, o memleketin üstünü altına getirdik. Ve üzerlerine arka arkaya ateşte pişirilmiş çamurdan taşlar yağdırdık ki; onlar, rabbinin katında (hükmünde) azab için damgalanmalardır. Bu taşlar, (senin ümmetinin) zalimlerinden de uzak değildir. (Onların da başlarına yağar.)[72]

Rivayet olunduğuna göre Abdullah ibn Abbas (r.a.) demiş ki: Oğlancı­lık yapanla kendine yaptıran kişiler, ulu, yüce ve dağ gibi yüksek bir mekân­dan, yahut çok yüksek bir binanın üstünden aşağıya atılır, üzerlerine duvar yıkılır, ölünceye dek taşlanırlar. Nitekim Lût kavminin başına gelen de buy­du. Abdullah bin Zübeyr’in “Bunlar, pislik kokusundan geberinceye kadar pis kokulu bir yerde hapsedilirler” dediği rivayet olunur.

Ama bu görüşler arasında tercihe şâyân olan, bekâr da olsa evli de olsa, livata yapan kişinin mutlaka recim şeklinde hadde tabi tutulmasıdır. Livata cezası için Cenab-ı Allah, geçmiş ümmetlere recm cezasını meşru kılmıştır. Lût kavmi hakkında buyurmuştur ki:

“Üzerlerine çamurdan (pişirilmiş) taşlar atmak için[73] Ayrıca Kur’an-ı Kerîm onları, dinin ve hikmet sahibi şeriat koyucunun direktifleri dışına çıkan fâsıklar olarak adlandırmıştır. “Bilâkis siz haddi aşanlarsınız.[74] “Doğrusu biz, bu memleket halkının yaptıkları fenalıklar (küfür ve isyan) yüzünden, üzerlerine gökten bir azap indireceğiz.[75]

Ayrıca Resûlullah (s.a.s.) da livata yapan kimseyi lanetlemiş ve onun; Allah’m rahmetinden kovulmuş olduğunu haber vermiştir. Merhum Neseî, Sahih’inde Hz. Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Allah, Lût kavminin yaptığı işi yapana lanet etsin.[76] La­net, Allah’ın rahmetinden kovulmaktır. Bu pis fiil, milletleri ayakta tutan ma­nevî sütunları yıktığı, toplumu helak ettiği, toplumun gençlerini ve kadınla­rını bozduğu için Cenab-ı Allah, bu suçun cezasını diğer suçlarınkine nispet­le daha da şiddetlendirmiştir. Hz. Peygamber buyurmuş ki:

“Bir kavim ahdi bozarsa, onların arasında ancak ölümle hükmolunur. Bir kavim arasında fuhuş zuhur etmez ki; Cenab-ı Allah onlara ölümü mu­sallat etmesin.[77] Tirmizî de sahih bir senedle Hz. Peygam-ber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Ümmetim için en çok korktuğum şey, Lût kavminin amelidir.[78] Enes (r.a.) den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ümmetim beş şeyi helâl saydığında onların üzerine he­lak gelsin: Lânetleşme açığa çıktığında, içki içtiklerinde, ipek giydiklerinde, şarkıcılar edindiklerinde, erkekler erkeklerle ve kadınlar da kadınlarla yetin­diklerinde…” Bu hadîsi Beyhakî, Sahih’inde rivayet etmiştir. Yabancı bir ka­dınla, anusundan cinsel temasta bulunan kimseye de bu had tatbik edilir. Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Lût kavminin amelini işleyenler (yok mu?) Alttakini de üsttekini de recmedin: Hepsini recmedin.[79] Yüce Allah Lût kavmi hakkında açık­lama yaparken onların insanî fıtratın gereklerinin dışma çıktıklarını haber vermiştir. Onlar akıllı İnsanın, hatta şuursuz hayvanm yöneldiği hikmetin ve cinsel duygunun gereklerinin dışına çıkmışlardı. Cenab-ı Allah onların bu yap­tıklarıyla sadece şehvet ve lezzeti kasdettiklerini bildirmiştir. Onların hayvan­lardan daha düşük, tuttukları yol itibariyle daha sapık olduklarım tescil et­miştir. Çünkü hayvanların erkekleri, her canlı türünün muhafaza ettiği nesli çoğaltmak amacıyla -ki bu, onurlu bir amaçtır- dişilerini isterler. Dişisi gebe

kalınca da artık ona yaklaşmazlar. Erkek hayvan erkek hayvanm üstüne asla atlamaz.

Bu nedenle Cenab-ı Allah, onları haddi aşan, günahkâr, zalim, kötülük yapmaya alışkın kimseler olmakla nitelemiştir. Onlar hakkında demiş ki: “İn­sanların içinde erkeklere mi gidiyorsunuz? Ve Rabbinizin sizin için yaratmış olduğu zevceleri bırakıyorsunuz. Doğrusu siz, harama tecavüz eden bir ka­vimsiniz.[80]

“Lût dedi ki: Ey Rabbim! (Azabın inmesi hususunda) bozguncular kav­mine karşı bana yardım $t. Elçilerimiz müjdeyi getirdiklerinde ona şöyle de­diler: Biz bu memleket halkını helak edeceğiz. Çünkü halkı, büsbütün zalim Oldular.[81]

“Doğrusu biz bu memleket halkının yaptıkları fenalıklar (küfür ve is­yan) yüzünden üzerlerine gökten bir azap indireceğiz.[82] “Lût’u da (Peygamber) gönderdik. Bİr vakit kavmine şöyle demişti: Sizden Önce âlem­lerden hiç birinin yapmadığı rezaleti (oğlancılığı) mı yapıyorsunuz? Siz, ka­dınları bırakıp da şehvetle erkeklere mi varıyorsunuz? Muhakkak ki siz, çok ileri giden azgın bir kavimsiniz.[83]Lût’un bu sözüne karşı, kav­minin (birbirlerine) cevabı: “Lût’u ve ona bağlı olanları memleketinizden çı­karın. Çünkü bunlar, eteklerini, erkeklere varmak hususunda çok temiz tu­tan insanlardır” demekten başka olmamıştır. Biz de Lût ile birlikte ailesini ve bağlılarını kurtardık. Yalnız karısı, yere geçenlerden oldu. Üzerlerine bir azap yağmuru yağdırdık. İşte bak, peygamberleri inkâr eden mücrimlerin sonu nasıl Oldu?!.[84]

Mücrimlerin akıbetleri, ancak onların üzerine vebal olur. İşledikleri bu çirkin ve şenî cürüm dolayısıyla ceza olarak, azabın en şiddetlisini hakedenler. Taberanî, Sahih’inde Hz. Peygamber’in şöyle buyurmuş olduğunu riva­yet eder:

“Zimmet ehli zulmettiğinde, devlet düşman devleti olur. Zina çoğaldı­ğında, esaret çoğalır. Oğlancılık çoğaldığında Cenab-ı Allah, elini halkın üze­rinden kaldırır. Onların hangi vadide helak olduklarıyla ilgilenmez.” Bu ha­dîsi Cabir bin Abdullah el Ensarî rivayet etmiştir.

Oğlancılık; milletleri ölmeden toprağa gömen, halkı helak eden, insanları Allah’ın yardım ve inayetinden yoksun bırakan sebeplerden biridir. Çün­kü bu pis fiilleri dolayısıyla Cenab-i Allah, insanları şehvetlerinin peşi sıra şaşkın vazıyette dolaşır halde bırakmaktadır. Yardım, inayet, teyid ve nusre-tini onların üzerinden kaldırır. Tirmizî, Abdullah ibn Abbas’tan naklederek Peygamber (s.a.s.) İn şöyle.buyurduğunu rivayet etmiştir:

“İzzet ve Celâl sahibi olan Allah, erkeğe veya bir kadına anusundan gi­den erkeğe (rahmet nazarıyla) bakmaz.[85]

Taberanî, Evsat’ta Ebû Hüreyre’den naklederek, Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Üç kişi vardır ki onların ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ şehadetleri ka­bul edilmez: Binen (oğlancı) erkek. Kendisine binilen erkek. Binen (eşcinsel) kadın. Kendisine binilen kadın ve bir de zalim sultan.”

Livata Allah’ın Lanetini Getirir

Gerçekten livata, Allah’ın lanet ve gazabını, meleklerle bütün insanla­rın lanetini getirir. Çünkü o, akl-i selimle ve sağlıklı zevkle çelişen anormal bir fiildir. Bu fiil, sahibinin mürüvvet ve haya perdesini söküp çıkardığına, onurlu kimselerin niteliklerinden sıyrıldığına, hatta hayvanların adetlerinden bile tecerrüd ettiğine, hayvanlardan daha çirkin ve-alçak olduğuna delâlet eder. Köpeklerin, eşek ve domuzların bile kaçındıkları bir rezillikten seni menedi-yorum. Bu fiili işlemek büyük ve cüsseli veya zengin ya da azamet sahibi bir kimseye nasıl yaraşır? Hayır; bu fiili işleyen hayvandan da aşağıdır. Daha meş’-umdur. Pis leşlerden daha kötü kokuludur. Şer ve kötülüklere daha lâyıktır. Rezalet, utanç ve rüsvaylığa daha müstahaktır. Katiller, hırsız ve zinâkârlar, toplum nazarında oğlancılar gibi değildirler. Bunlar, hal bakımından oğlan­cılardan daha iyi ve daha şereflidir. Çünkü o, Allah’ın ahdine ve emanetine hıyanet etmiştir. Yok olsun; cehennemde helak olsun. Cehennem ne kötü bir duraktır. Bu nedenle İslâm âlimleri bu cürümden uzak durmak; tüysüz, özel­likle parlak yüzlü çocuklara üzün uzadiya bakmaktan kaçınmak için işi sıkı tutmuşlardır. Bazıları bu vasıftaki çocuklara bakmanın haram oluşu için, ba­kışın şehvetli olmasını şart koşmuşlardır. Çünkü bu bakış, fuhşu davet eder. Durgun ve gizli olan şehveti körükler. Rahmetli Zekvan oğlu Hasan demiş ki: Zenginlerin çocuklarıyla bir arada oturmayın. Onların, kadınlar gibi gü­zel yüzleri ve suretleri vardır. Onlar kadınlardan daha çok fitneye düşürürler. Merhum Şüdî oğlu Necib de şöyle demiştir: “Bir erkek, tüysüz gençler ve çocuklarla aynı evde gecelemesin, deniliyordu.” İbn Sehl’in de şöyle dediği rivayet olunmuştur: Bu ümmette, kendilerine lûtî denen birtakım kimseler türeyecektir. Onlar üç sınıftırlar: Bir sınıf, bakar. Bir sınıf, musafaha eder. Bir sınıf da bu fiili (oğlancılığı) yaparlar.” Mücahid’in de şöyle dediği rivayet edilir: “Bu fiili işleyen, yani oğlancılık yapan kimse, gökten inen ve yerde bulunan suların bütün damlalarıyla yıkanıp gusletse bile, bu günahından tevbe etmedikçe murdar kalmakta devam eder.”

Adamın biri, Ahmed bin Hanbel’in meclisine geldi. Beraberinde güzel yüzlü ve parlak suretli bir çocuk vardı. İmam Ahmed ona; “Bu senin neyin olur?” diye sorunca, adap “Bacımın oğludur” diye cevap verdi. Bunun üze­rine İmam ona şu uyarıda bulundu: “Onu bir daha buraya getirme. Yolda onunla beraber yürüme ki; seni ve onu tanımayanlar, hakkında kötü zanda bulunmasınlar.”

Süfyan-ı Sevrî, umumî bir hamama girdi. Sonra da güzel yüzlü, çıplak bedenli bir çocuk onun bulunduğu yere geldi. Süfyan, gözlerini yumup bağı­rarak şöyle dedi: “Onu yanımdan çıkarın, yanımdan çıkarın. Ben her kadın­la beraber bir şeytan görüyorum. Her çocuk ve tüysüzle beraber on küsur şeytan görüyorum.” Bütün bunların sebebi şudur: Bu çirkin fiilin zararı, er­keklere ve kadınlara, hatta fert ve topluma, bütün insanlığa dokunan zarar­ların en tehlikelisidir. Yüce Allah’tan, bizleri bu şenî cürümden korumasını ve muhafaza buyurmasını diliyoruz. Şüphesiz o, duaları işitendir.

Lîvata Nedeniyle Hısımlık Mahremiyeti

Hanefî, Şafiî ve Mâlikîler dediler ki: Livata nedeniyle hısımlık mahremiyeti oluşmaz.

Hanbelîler dediler ki: Tıpkı zina gibi livatayla da hısımlık mahre­miyeti oluşur, sabit olur. Cinsel temasa dayanabilen bir çocukla veya bir er­kekle cinsel temasta bulunan bir kimse, kendisiyle temas yaptığı kimsenin ana­sına ve kızına haram olur. Kendisiyle temas yapılan da, kendisiyle temas ya­panın anasına ve kızma haram olur. Çünkü o, şehvetle arzulanan bir ferce(anu-sa) cinsel temas yapmıştır ki; bu temas, tıpkı kadınla yapılan temas gibi hı­sımlık mahremiyetini her iki tarafa yayar. Kendilerine bir ceza olsun diye hı­sımlık mahremiyeti sabit olur.

Âlimler oğlancılığın zararlarını özet olarak aşağıda maddeler halinde sı­ralamışlardır:

1- Selim beşer fıtratına karşı cinayet işlemektir: Çünkü selim nefisler bunu pek çirkin görür ve onu zinadan daha kötü sayarlar. Zîra cinsel temasın ya­pıldığı mahal pistir, pislik yeridir.

2- Şehvet israfı nedeniyle gençler bozulmaktadır: Çünkü burada erkek­lere pek kolay yaklaşılmaktadır.

3- Kendilerinde ibnelik hastalığı meydana geldiği için erkekler rezil olurlar: Bir defa başlarını yere indirdiler mi, artık bir daha kaldıramazlar.

4- Oğlancılıktan hoşlandıkları için kocalarının, kendilerinden yüz çevir­meleri nedeniyle kadınlar bozulmaktadır: Kocaları, kanlarının iffetlerini mu­hafaza etmek, şehvetlerini tatmin etmek hususunda kusurlu davranmakta­dırlar. Böylece de onları, ırzlarını hafife alınacak derekeye düşürmektedirler.

5- Bu fuhşun yayılması nedeniyle nesil azalır: Çünkü oğlancılık, erkek­lerin evlenmeye rağbet etmemeleri ve kadınlardan yüz çevirmeleri sonucunu doğurur.

6- Oğlancılık erkeklerin kadınlara arkadan temas yapma eğilimini arttı­rır ki; bu da son derece berbat bir alışkanlıktır.

7-Bu fuhşu alışkanlık haline getiren kişi; mastürbasyon yapmaya ve hay­vanlarla cinsel temas yapmaya meyleder ki; bunlar da iki çirkin suçturlar. Be­dene şiddetli zararlar verirler. Ahlâkı bozarlar. Tehlikeli ve öldürücü zararla­rı olduğu için bunlar tüm din ve milletlerde zina ve oğlancılık gibi yasaklan­mışlardır.

8- Evlilik hayatı bozulup aileler ve yuvalar parçalanır. Kin ve düşmanlık tohumları ekilir.

9- Oğlancılık nedeniyle gençler, evlenmekten ve aile sorumluluklarını yük­lenmekten kaçınırlar. Çünkü bu pis alışkanlık, toplumu ayakta tutan sütun­ları yıkar. Oysa evlilik, eşlerin her ikisinin de iffetini korur.

10- Oğlancılık yapanda frengi ve belsoğukluğu hastalıkları gibi tehlikeli zararlar meydana gelir. Kendisine yapılanda da bazı zararlar meydana gelir. Örneğin tutamadığı için, anusundan pislik akar.

Genel olarak bu fuhuşun zararlarını saymakla bitiremeyiz. Umumî ola­rak hem fert hem toplum için tehlike arzederler. Oğlancılık (Hvata) korku­nun habercisi, zarar ve ziyanın sebebi, düşüşün delili, alçaklığın nedeni, onur ve izzetin yitirilişidir. Salgın, öldürücü ve pis hastalıkların yayılmasına yol açar. İnsanı ince illete ve safra hastalığına müptela eder. Allah’ın rahmetini kaldırıp gazabını indirir. Yapana ve yaptırana azap ve lanet getirir. Oğlancı­lık yapanın nefsinde küçüklük meydana getirir. Yüzlerden utanmayı kaldırır. Yapanın da yaptıranın da şahidlikleri reddolunur. Onlara dünya ve ahirette azabın en şiddetlisi vâcib olur. Bu nedenle Peygamber (s.a.s.) Efendimiz, Me-dîne toplumunu bozmasın diye nıuhannes bir erkeğin Medine dışına sürgün edilmesini emretmişti. Hikmet sahibi şeriat koyucu bu çirkin fiili, üzerinde

durarak yasaklamış; bu suçtan caydırıcı bir cezayı vaz’etmiştir. Bu çirkinliğe düşmekten insanları nefret ettirici, onları bu fiilin vahim sonucundan sakin-dırıcı, şenaatinden ürkütücü, büyük fecaat ve tehlikesini açıklayıcı mahiyet­te bir çok hadîs-i şerîf vârid olmuştur. Ebû Hüreyre (r.a.) Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Cenab-ı Allah, yaratıklanndan yedi kimseye yedi kat göğün üzerinden lanet etmiş ve onlardan her birinin üzerine lanetini üç kez tekrarlamıştır. On­lardan her birine, kendisine yetecek miktarda lanet etmiştir. Lût kavminin ame-lİnİ işleyen, melundur. Lût kavminin amelini işleyen, melundur. Lut kavmi­nin amelini işleyen, melundur. Allah’tan başkası için (kurban) kesen, melun­dur. Hayvanlarla cinsel temasta bulunan melundur. Ana-babasına âsi olan melundur. Bir kadınla beraber (başka kocadan doğmuş olan) kızını kendine nikahlayanmelundur. Yeryüzünün hududunu değiştiren, melundur. Velisin­den başkasına nispet edilen, melundur.[86]

Kadınlarla Arkadan Cinsel Temas Yapmak

Vaginayı bırakıp, da karısı veya cariyesiyle arkadan cinsel temas yapan kimseye had tatbik edilmeyeceği hususunda islâm bilginleri söz birliği etmiş­lerdir. Çünkü hikmet sahibi şeriat koyucu, bu gibi haller için had koymamış­tır. Ancak âlimler demişler ki: Bu çirkin fiili işleyen günahkâr olur. Uhrevî cezayı hakeder. Çünkü o, şer’an yasaklanan ve hiç hoş karşılanmayan bir fii­li irtikâb etmiştir. Tersine, bu fiili işlemeye yeltenmekten ve buluca düşmek­ten nehyedilmiştir. Kadınlarla arkadan cinsel temas yapmayı haram kılan bir çok hadîs-i şerîf, masum olan Resûlullah (s.a.s.) tan nakledilmiştir. Huzey-me bin Sabit, Ebû Hüreyre ve Ali bin Talk, Resûlullah (s.a.s.) in, Kadınlara arkadan varmayın” crirmizî de­diğini rivayet etmişlerdir. Ömer bin Şuayb, babasının dedesinden naklederek Hz. Peygamberin şöyle dediğini rivayet etmiştir:

“O, (yani kadınlara arkadan varmak), küçük lutîliktir.”[87]Hammad bin Seleme, Hakîm bin Esrem’den, o da Ebü Temim’den, o da Ebû Hüreyre’den naklen Peygamber (s.a.s.) m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Hayızh bir kadınla veya arkadan bir kadınla cinsel temasta bulunan veya bir kâhinin yanına gelip onu tasdik eden; Muhammed’e indirileni inkâr etmiş Olur.[88] Bu hadîsi bin Hanbel rivayet etmiştir. Kur’an-ı Kerîm, cinsel temasın yerini belirtmiş­tir: O yer vaginadır. Çünkü tohumun ekileceği yer orasıdır. Çocuğun üreye­ceği yer orasıdır. Diğer yerler haram kılınmıştır. Câbir bin Abdullah (r.a.) m rivayetine göre Yahudiler, müslümanlara, “Karısına arkadan yanaşarak pe­nisini arkadan uzatarak vaginasina girdiren kimsenin çocuğu şaşı olarak doğar” demişlerdi de, bunun üzerine Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu:

“Kadınlarınız, çocuk yetiştiren ekin tarlanızdir. O halde tohum ekilen tarlanıza (ön tarafa) nasıl isterseniz öyle varın. Kendileriniz için ileriye hazır­lık yapın. Önceden iyi ameller gönderin. Allah’tan korkun. Ve muhakkak onun huzuruna varacağınızı bilin. Takva sahibi müzminlere cenneti müjdele.[89] Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle bir açıklamada bulundu: “Vaginaya girdirdikten sonra önden de yaklaşilsa, arkadan da yaklaşılsa aynıdır.”

Kadınlara arkadan yanaşmayı meneden hadîs-i şerifler, müteaddid yol­lardan vârid olmuştur. Câbir (r.a.) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin şöyle bu­yurduğunu rivayet etmiştir

“Utanın. Cenab-ı Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Kadınlarınıza anuslarından yaklaşmanız, size helâl olmaz.[90] İmam Ah­med bin Hanbel, Huzeyme bin Sabİt’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Re­sûlullah (s.a.s.), erkeğin, karısına anusundan yaklaşmasını yasaklamıştır.” Bir başka rivayete göre Resûlullah (s.a.s.), şöyle buyurmuştur:

“Allah’tan utanın. Cenab-ı Allah, gerçeği söylemekten çekinmez. Arka deliklerinden kanlarınıza yaklaşmayın.” [91]Bu hadîsi, Huzeyme bin Sabit yoluyla Neseî ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Tirmizî ile Neseî, İbn Abbas’tan naklederek Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir:

“Bir erkekle veya bir kadınla anusundan cinsel temasta bulunan erkeğe, Cenab-ı Allah (rahmet nazarıyla) bakmaz.[92]Sonra Tir­mizî, bu hadîsin hasen ve garib olduğunu söylemiştir. Abd dedi ki: Abdür-rezzak, Muammer bin Tavus’tan, o da babasından naklederek bize haber verdi ki; Adamın biri tbn Abbas’a, anusundan kadınla cinsel temasta bulunmanın hükmünü sorduğunda, îbn Abbas ona; “Sen bana küfürden soruyorsun” kar­şılığını vermişti. Bu haberin senedi sahihtir. Keza Neseî de İbn Mübarek ve Muammer yoluyla bunun tenzeri bir rivayette bulunmuştur. Aynı şekilde Abd de tefsirinde demiş ki: İbrahim Hâkim’den, O da babasından babası da İkri-me’den naklederek bize anlattı ki; adamın biri İbn Abbas (r.a.) a gelip şöyle dedi: “Ben kanma anusundan cinsel temas yapardım. Allah’ın, “Kadınları­nız çocuk yetiştiren ekin tarlanızdır. O halde tohum ekilen tarlanıza nasıl is­terseniz öyle yapın” sözünü duydum ve bu şekilde yapılan cinsel temasın be­nim için helâl olduğunu zannettim. İbn Abbas ona dedi ki: “Ey Veki! “Ekin tarlanıza nasıl isterseniz öyle varın” sözünden kastedilen mâna şudur: Ayak­tayken, otururken, önden gelerek, arkadan gelerek (ama mutlaka) vaginala-rına temas edin. Penisin başka yere tecavüz etmesin.” İmam Ahmed bin Hanbel rivayet etti ki: Abdüssamed Hümam’dan, o da Katade’den naklederek bize, Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu söyledi:

“Karısına anusundan gelen kimse (nin yaptığı iş), küçük lûtîliktir.

Abdullah bin Ömer (r.a.), Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu riva­yet etmiştir:

“Yedi kişi vardır ki kıyamet gününde Allah, onlara (rahmet nazarıyla) bakmaz.Onlan aklamaz ve der ki: “Girenlerle beraber ateşe girin” (Bu yedi kışi şunlardır): Oğlancılık yapan, kendisine yapılan, mastrübasyon yapan, hay­vanla cinsel temas yapan, kadınla anustan temas yapan, kadın ile kızını (kendi nikâhı altında) birarada bulunduran, komşusunun karısıyla zina eden, kendişine Iânet getirinceye dek komşusuna eziyet eden.”

imam Ahmed rivayet etti ki: Abdürrezzak bize anlattı; Muammer, Sü­heyl bin ebi Salih’ten, o da Haris bin Muhalled’den, o da Ebû Hüreyre (r.a.) den, naklederek bize haber verdi ki, Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Anusundan karısıyla cinsel temasta bulunan kimseye, Allah (rahmet nazarıyla) bakmaz.[93] Neseî de Ebû Hüreyre (r.a.) den naklederek, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Karısına, anusundan gelen kimse melundur.[94]Başka bir rivayete göre ise şöyle buyurmuştur:

“Kadınlara anuslanndan yaklaşan kimse, melundur.[95]

Neseî dedi ki: îshak bin Mansur, Süfyan-ı Sevrî’nin oğlu Mehdi oğlu Abdur-rahman, o da Leys bin ebi Süleym’den, o da Mücahid’den, o da Abdurrah-man Bih’den naklederek bize şöyle dedi:

“Anuslarından kadınlara gelmek küfürdür.” Sonra Neseî, Berdar’dan, o da Abdurrahman Bih’den naklederek dedi ki: “Anusundan bir kadına ge­len kimsenin bu (fiili) küfürdür.” Aynı şekilde Neseî, Sevrî, Leys’ten, o da Mücahid’den, o da Ebû Hüreyre’den naklederek Peygamber (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Erkeklere bir şey (cinsel temas) yapan ve anuslanndan kadınlara gelen kimse, muhakkak kâfir olur.” Burada geçen kâfirlikten kasıt, küfrân-ı nimet, yani nankörlüktür. Bu nimet ise, izzet ve celâl sahibi Allah’ın helâl kılmış olduğu kadınlardır. îbn Mes’ûd (r.a.) Peygamber (s.a.s.) in,

Kadınların anusları haramdır.” dediğini rivayet etmiştir.

Sevrî, Salt bin Behram’dan, o da Ebü Mutemer’den, o da Ebû Cüveyri-ye’den naklederek dedi ki: Adamın biri kadınla anustan yapılan cinsel temas hakkında Hz. Ali’ye fikrini sorduğunda ona şu cevabı vermişti: “Alçaldın. Allah seni alçaltsm. İzzet ve celâl sahibi Allah’ın “Sizden önce âlemlerden hiç birinin yapmadığı fuhşu mu yapıyorsunuz?” dediğini duymamış mısın?” Bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken imam İbn Kesir şöyle demiştir: Kadınlarla anuslanndan cinsel temas yapmanın haram olduğu hususunda îbn Abbas, tbn Mes’ûd, Ebû Derdâ, Ebû Hüreyre ve Abdullah bin Amr’in görüşleri da­ha önce belirtildi. Abdullah ibn Ömer’in bu tür teması haram saydığı kesin­likle sabittir. Rivayete göre bu tür temas kendisine sorulduğunda “Bunu bir müslüman yapar mı?” diye karşılık vermişti. Rivayet olunur ki adamın biri, İmam Mâlik bin Enes’e, “Kadınlarla anuslanndan cinsel temasta bulunmak hakkında ne dersin?” diye sorduğunda, ona şu cevabı vermişti: “Siz ancak bir arap kavmisiniz. Ekim işi ancak tarlada yapılır. Vagina dışına tecavüz et­meyin.” Adam dedi ki: “Ey Ebû Abdullah! bu tür temasa senin cevaz verdi­ğini söylüyorlar?! Bunun üzerine İmam Mâlik şöyle dedi: “Bana yalan isnad ediyorlar. Bana yalan isnad ediyorlar.” Merhum imam Mâlik’in böyle demiş olduğu sabittir. Hanefî, Şafiî, Hanbelî ve Mâlikî imamları hiç ihtilâf etmek­sizin kanlara ve cariyelere anuslanndan cinsel temas yapmanın haram oldu­ğu, bunun çirkin bir fiil olduğu ve hiç bir halde caiz olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu Said bin Müseyyeb, Ebû Seleme, İkrime, Tavus, Atâ, Said bin Cübeyr, Urve bin Zübeyr, Mücahid bin Cebr, Hasan-ı Basrî ve diğer selef ulemasının kavlidir. Bu saydığımız şahısların tümü, bu fiili şiddetle red­detmiş, hatta bazısı küfür olduğunu söylemişlerdir. Bu, cumhûr-u ulemânın mezhebidir. Cenab-ı Allah’ın, “Kendileriniz için ileriye hazırlık yapın” buy­ruğu da bu fiilin harâmlığına delâlet eden delillerden biridir. Yani Cenab-ı Allah bu âyette demek istiyor ki; sizi kendisinden menetmİş olduğum haramları terkederek yasaklarıma riayet etmenizin yanısıra taatlerde bulunun. İşte bu nedenle Yüce Allah bizleri uyarıyor: “Allah’tan korkun ve muhakkak O’nun huzuruna varacağınızı bilin.” Yani kadınlarınızla anustan temas yapma hu­susunda Allah’tan korkun. Ancak tohum ekme yeri olan vaginadan onlarla cinsel temas yapın. O, yapmış olduğunuz bütün amelleriniz dolayısıyla sizi hesaba çekecektir. İşte o amellerinizden biri de, bu çirkin fiildir. “Mü’mİnle-ri cennetle müjdele.” Yani kendilerine vermiş olduğu emirlere uyarak Allah’a itaat eden; kendilerini yasaklamış olduğu haramlardan kaçınarak O’ndan sa­kınan mü’minleri cennetle müjdele. Cenab-ı Allah’ın “Onlar ki; ırzla­rını korurlar, ancak zevcelerine ve sahib oldukları cariyelerine tçarşı münase­betleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlarda) kınanmazlar.[96](kavlİ-i şerifi, kadınlarla anuslanndan cinsel temas yapmanın mü-bâh olmasını gerektiriyor.. Çünkü mübahlık, bir şeyle kayıtlı olmaksızın ve belli bir yere özgü kilınmaksizın mutlak olarak vârid olmuştur denilirse, buna cevaben deriz ki: Cenab-ı Allah önce şöyle buyuruyor: “Allah’ın size emret­tiği (meşru ve mubah) yerden onlara gidin (münasebette bulunun).[97] Sonra da şöyle buyuruyor: “O halde tohum ekilen tarlanıza, nasıl ister­seniz öyle varın.[98] Bu sonuncu âyet, şer’an emrolunan yeri (vagi-nayı) açıklamış olmaktadır. Bu yer çocuğun doğduğu yerdir. Yasaklandıktan sonra cinsel temasa, ancak belli yerden; çocuğun doğduğu yerden müsaade edilmiştir. Başka yerden değil, sadece vaginadan temas yapılabilir. Bununla birlikte Allah (c.c.) şu hükmü de veriyor: “Ancak zevcelerine ve sahib olduk­ları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır.” Ayrıca hayızh kadınla temasta bulunmak da yasaklanmıştır. Bu âyet-i kerime, hayızh kadın hakkın­da serdedİIen hükümden sonra gelmiştir. Bakara süresindeki âyet-i kerîme cinsel temasın, ancak caiz olan cinsel temas olduğuna ve sadece vaginadan yapıla­bileceğine delâlet etmektedir. Çünkü tohumun ekim yeri, âyetle de belirtildi­ği gibi vaginadır. “O halde tarlanıza gidin.” Çocuğun doğum yeri orasıdır. Ebû Bekr er-Razî el-Cessas, “Ahkâmü’I-Kur’an” adlı eserinde, kadınlarla anus-lanndan cinsel temas yapmaktan bahsederken der ki: “Arkadaşlarımız bu tür teması haram sayar; insanları şiddetle bundan nehyederlerdi.”

Ali bin Talk (r.a.) dan rivayet: Resûlullah (s.a.s.) m şöyle buyurduğunu işittim:

“Kadınlara makatlarından varmayın. (Temas etmeyin.) Şüphesiz ki Al­lah, hakkı söylemekten çekinmez..[99] Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel rivayet etmiş, Tirmizî de hasen bir hadîs olduğunu söylemiştir. Bun­dan da anlaşılıyor ki, anuslarından kadınlarla cinsel temas yapmak, çirkin bir iş ve feci bir suçtur. Şer’an benimsenmez. Akılca hoş karşılanmaz. Mef-sedetlerİ sayılamayacak derecede çoktur. Bazan öyle olur ki; bu suç fert ve toplum için yasaklanan diğer suçlardan çok daha tehlikeli olur. Kanlarıyla arkadan cinsel temas yapan, Lût kavminin fiilini işleyen, bu da yetmezmiş gibi bu rezaletin islâm nazarında caiz olduğunu zanneden şu alçaklar Allah’tan korksunlar. Allah’tan, bizleri bu hatadan korumasını diliyoruz.

Hayvanlarla Cinsel Temasta Bulunmak

Harâmhk ve çirkinliği hususunda ittifak ettikten sonra; hayvanlarla cinsel temasta bulunan kimseye vurulacak olan had hususunda dört mezhep ima­mı ihtilâf etmişlerdir:

Hanefîler dediler ki: Bu fuhşu işleyene had tatbik edilmez. Çünkü bu mevzuda ne Kitabullah’ta, ne de sünnet-i seniyyede herhangi bir hüküm mevcud değildir. Bu fuhşu irkikâb eden kimseye, Resûlullah (s.a.s.) in had tatbik ettiği sabit değildir. Ancak hâkim, onu bu fiilden caydırmak için uy-

Mâlikîler dediler ki: Hayvanlarla yapılan cinsel temasın haddi, tip­le zina haddi gibidir. Suçlu bekârsa; yüz değnek vurulur. Evliyse recmedilir. Çünkü o, şer’an haram kılınan bir cinsel organla temasta bulunmuştur. O rean da’vagina ve anus gibi tabiî olarak şehvetle arzulanır. Öyleyse bu te­mas da zina gibi haddi gerektirir.

Sâfiîler: Bunların bu konuda üç görüşleri vardır: En kuvvetlisine göre bu fuhşu yapana, Mâlikîlerin de dedikleri gibi had vâcib olur. Bunun hükmü de zinânmki gibidir. İkinci görüşe göre suçlu bekâr da olsa evlenmiş de olsa öldürülür. Zîra rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.)

“Hayvanla cinsel temasta bulunan kimseyi ve o hayvanı öldürün.[100] diye emir vermiştir. Bu hadîsi İmam Ahmed, Ebû Dâvud ve Tirmizî, İbn Abbas (r.a.) dan rivayet etmiştir. Bu hadîsi İbn Mâce’de Sü-nen’inde rivayet etmiştir. İbn Mâce, İbrahim bin İsmail’in Dâvud bin Hu-sayn’dan, o da İkrime’den, o da İbn Abbas’tan naklederek Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir.

“Mahremiyle cinsel temasta bulunanı öldürün. Bir hayvanla cinsel te­masta bulunanı öldürün. O hayvanı da öldürün.[101]

Üçüncü görüşe göre, hayvanlarla cinsel temasta bulunan kimse ta’zîr olu­nur. Bu suçtan ötürü had yoktur. İmam kendi takdirine göre suçluyu ta’zîr eder. Bu görüş, Hanefî mezhebinin görüşüne uymaktadır.

Hanbelîler dediler ki: Hayvanlarla cinsel temasta bulunana had tat­bik etmek vaciptir. Haddin niteliği hususunda Hanbelîlerden iki rivayet gel­miştir: Birincisine göre, hayvanlarla cinsel temasta bulunan kimse, oğlancı­lık yapmış gibidir. İkinci rivayete göre bu suçlu, ta’zîr edilir. Hanefîlerde ol­duğu gibi bunlarca da tercihe şayan olan görüş budur.

Herhalde bu hükümler kâmillik ve noksanlık, gençlik ve ihtiyarlık gibi insanların din ve verâ’ bakımından hallerinin muhtelif olmasına göre değişi­yor. Adi kimselerin ve gençlerin cezaları hafifletiliyor. Hadde tabi tutarak veya öldürerek, insanların büyüklerine ve şereflilerine verilen cezalar şiddetlendi­riliyor. Bunda da şu kural gözönünde bulunduruluyor: Mertebesi büyük ola­nın küçük hataları büyük suç olarak telakki edilir. İşlediği fiilin cezası da artar. Çünkü iyi kimselerin sevapları,-Allah’a yakın kimselerin günahları mer­tebesindedir. Ebû Hüreyre’den rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Dört kişi var ki onlar, Allah’ın gazabında sabahlar, Allah’ın kızgınlı­ğında akşamlarlar. Dedim ki; “Onlar kimdirler ya Resûlallah?” Dedi.ki: “Er­keklerden kadınlara benzeyenler, kadınlardan da erkeklere benzeyenler, hay­vanlara varan, erkeklere varan.” Bu hadîsi merhum Taberanî rivayet etmiştir.

Kendisiyle Cinsel Temas Yapılan Hayvanın Hükmü

Kendisiyle cinsel temas yapılan hayvanın hükmü hakkında mezhep imam­ları ihtilâf etmişlerdir.

Mâlikller dediler ki: Eti yenilenlerden olsa da olmasa da öldürül­mesi gerekmez. Çünkü bu hayvanın Öldürülmesi hususunda şeriatte sarih bir emir mevcut değildir. îbn Abbas’ın rivayetinde bu hayvanın öldürülmesi ko­nusunda vârid olan hüküm, kendisiyle amel olunmayacak zayıf bir rivayet­tir.

Hanefîler dediler ki: Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan, temasta bulunanın mülküyse, hayvanın Öldürülmesi gerekir ki insanlar hay­vanın her gidip geldiğini gördükçe “Bu, falanın şey yaptığı hayvandır” de­yip de gıybet günahına girmesinler ve yapanın da onların nezdindekİ itibarı düşmesin. Kaldı ki bu adam günahından tevbe de etmiş olabilir. Fakat bu hayvanı her gördüğünde yeniden onunla temas yapmaya meyledebilir. Şu halde onu öldürmesi daha ihtiyatlı olur. Beyhakî’nin îbn Abbas’tan rivayet ettiği­ne göre Peygamber (s.a.s.) buyurmuş “Hayvanla cinsel temas yapan, melundur.[102] Başka bir rivayette de şöyle buyurmuştur:

Cinsel temas yapan adamı da öldürün, kendisiyle cinsel temas yaptığı hayvanı da öldürün ki; “Bu, falanın kendisiyle şöyle ve şöyle yapmış olduğu hayvandır” denilmesin.” Beyhakî, bu hadîsin şahinliğinden yanadır. Ebû Yû­suf’un, Hz. Ömer’e kadar uzanan bir senedle rivayet ettiğine göre; Hz. Ömer’e, bir hayvanla cinsel temasta bulunmuş olan bir adamı getirdiklerinde, onu döverek ta’zîr etmiş ve hayvan için de emir vererek onu boğazlatmış, sonra da ateşte yaktırmışti. Hayvanı Öldürmüştü ki; çirkin görünümlü bir yavru do­ğurmasın ve de boğazlandıktan sonra eti yenilmesin. Çünkü eti, o adamın kendisiyle cinsel temasta bulunmasından ötürü necis ve murdar olmuştur. Ri­vayete göre çobanm biri bir hayvanla cinsel temasta bulunmuş, o da çirkin görünümlü bir yavru doğurmuştu. Ama kişinin kendisiyle cinsel temasta bu­lunduğu hayvan, başkasının mülkü ise, kesilmesi gerekmez.

Şâfiîler : Bunlardan bu konuda iki rivayet gelmiştir: Kendisiyle cin­sel temasta bulunulan hayvan eti yenilenlerdense öldürülür; aksi takdirde öl­dürülmez. Çünkü öldürülmesi yararsız olacaktır ki; bu da yasaklanmış bir şeydir.

İkinci rivayete göre bu hayvan, eti yenilenlerden olsa da olmasa da mut­lak surette yok edilir ki; dedikodular kesilsin ve skandal örtbas edilsin. Zîra Cenab-ı Allah, müslümanın ayıbının gizlenmesini emretmiştir. Bir rnüslümanın ayıbım gizleyen.kimsenin, Allah da dünya ve ahirette ayıbım gizler.

Hanbelîler dediler ki: Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan; ister temasta bulunulanın mülkü olsun ister başkasının mülkü olsun; eti ister yenilsin ister yenilmesin; öldürülmesi gerekir. Hayvan başkasının mülküyse; temasta bulunan kimse onun değerini tazmin etmekle yükümlü olur. Çünkü hayvanın telef olmasına sebebiyet vermiştir. Bir şeyi telef eden kimse, ceza olarak o şeyin bedelini ödemekle yükümlü olur. Hayvan öldürülür ki; hem sahibi hem de onunla temasta bulunmuş olan kişi rezil rüsvay olmasınlar. Çünkü o hayvanı her gördüklerinde, onlara bu çirkin fiili hatırlatır.

Kesildikten Sonra Hayvanın Etinin Hükmü

Kendisiyle cinsel temasta bulunulduktan sonra kesilen hayvanın etinin hükmünde mezhep imamları ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Bu hayvan, eti yenilenler­dense, kesildikten sonra ateşte yakılır. Etini yemek caiz olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvan, kesildikten sonra etinin yenilmesi caiz olur. Hem temasta bulunan, hem baş­kası yiyebilir. Bunda hiç bir mahzur yoktur. Çünkü etinin yenilmesinin ha-râmhğına dâir şeriatte hiç bir hüküm vârid olmuş değildir. Şu halde hüküm aslı üzere, yani câizlik üzerine kalır.

Şâfiîler : Bunların bu mevzuda iki rivayetleri vardır: Birincisine göre hem temasta bulunan, hem de başkaları; kendisiyle cinsel temasta bulunulan hayvanın etinden yiyebilir. Bu rivayette Mâlikîlere muvafakat edilmiştir. İkinci rivayete göre Hanefî ve Hanbelîlere muvafakat edilerek; hem temasta bulu­nanın, hem başkalarının bu hayvanın etinin yemesi haram kabul edilmiştir.

Hayvanla cinsel temasta bulunan kişi; eğer kendi malı değilse, şer’an ve ak-len kötülenmiş olan bu fiilden ötürü cezalandırılsın ve te’dîb edilsin diye kıy­metini tazminat olarak sahibine ödemekle yükümlü olur.

Mastürbasyon

Bir kimse mastürbasyon yapıp bu yaptığından lezzet alırsa veya bir ka­dın başka bir kadınla sevişirse -ki buna sihâk denir- bu durumda âlimlerin icmâı ile had gerekmez. Çünkü bu, her ne kadar harâmsa da eksik bir lezzet­tir. Bu işin failine İmamın, bu suçtan caydırıcı uygun bir ta’zîri tatbik etmesi gerekir. Elle meni getirmek (mastürbasyon), büyük bir suçtur. Şeriat koyu­cunun yasakladığı ve Resûlullah (s.a.s.) in sakındırdığı büyük bir günahtır. Çünkü bu, sıhhî ve içtimaî bazı hastalıklara neden olur. Failinin bu günah­tan dolayı tevbe etmemesi halinde kıyamet gününde eli gebe olarak mahşer meydanına getirileceği, hadîsle haber verilmiştir. Yüce Allah, kutsal Kitab’ın-da bildiriyor: OnIar ki, ırzlarını korurlar. Ancak zevcelerine ve sahib oldukları cariyelerine karşı münasebetleri müstesnadır. Çünkü onlar (bu helâl olanlar­da) kınanmazlar.[103]Bu âyet-i kerime mü’minlerin, zevceleri ve sahib oldukları cariyeleri dışındaki kadınlara karşı ırzlarını korumaları ge­rektiğini gayet beliğ bir şekilde açıklamaktadır. Bu da gösteriyor kİ; kişinin kendi karısıyla cariyesinden başka kimselerle cinsel temasta bulunması ha­ramdır. Cenab-ı Allah, hayvanlarla değil de kadınlarla ve cariyelerle evleni-lebileceğini ve ancak bunlarla cinsel temasta bulunulabileceğini açıklamak­tadır. Sonra da bu hususu, şu sözü ile te’kîd etmiştir: “Kim de bu helâlden başkasını ararsa, işte onlar mütecavizlerdir.[104] Kan ve cariye dı­şında penisi çalıştırmak haramdır. Mastürbasyon yapmak helâl olmaz. Çün­kü o fıtratı çiğnemektir. Bu da mastürbasyonun haram olduğunu ifade eder. Çünkü bu, insanî fıtratın dışına çıkan ve ilâhî yasakları çiğneyen kimselerin işidir. Yüce Allah buyuruyor: “Evlenmeye imkân bulamayanlar, Allah faz­lından onların ihtiyacını giderinceye kadar, iffetli kalmaya (zinadan sakın­maya) çalışsınlar.[105] Yani, Cenab-ı Allah kendilerini fazlıyla zengin kı­lıp, meşru evlenme yollarını onlara kolaylaştırıncaya kadar; şehvete karşı, şeh­veti frenlemeye karşı, sabretsinler. Günahı her ne kadar zinadan daha azsa da mastürbasyon, yine de Kitap ve sünnetle haram kılınmıştır. Bunun güna­hı zinânınkİnden daha azdır. Çünkü bu, zinanın yol açtığı fesat ve soy karış­ması gibi zararlara yol açmamaktadır.

Malıkıler: Mastürbasyonun harâmhğına delil olarak şu hadîs-i şe­rifi ileri sürmüşlerdir:

“Ey gençler topluluğu! Sizden, evlenebilen evlensin. Çünkü evlilik; gözü daha fazla haramdan sakındırır, tenasül organını daha fazla iffetli kılar. Ev­lenemeyen, oruç tutsun. Doğrusu oruç, onun şehvetini frenler.[106] Bu hadîsi İbn Mes’ûd (r.a.) rivayet etmiştir.

Mâlikîler dediler ki: Mastürbasyon; yani elle meni getirmek şer’an mubah olsaydı, yukarıdaki hadîste bir çare olarak Resûlullah onu ileri sürer­di. Çünkü mastürbasyon, oruçtan daha kolaydır. Ama anılan hadîste sözü­nün edilmemesi, haram olduğuna delâlet eder. SübüFüs-Selâm adlı eserin sa­hibi der ki: Kişinin zinaya düşmekten korkması halinde mastürbasyon yapa­bileceğine bazı Hanbelî ve bazı Hanefî âlimleri cevaz vermişlerdir. Ama bu, güvenilir olmayan zayıf bir görüştür.

Hırsızlık Haddi Kitabı

Hırsızlık haddine gelince Cenab-ı Allah onu, kutlu kitabında izah bu­yurmuştur:

“Erkek hırsızla kadın hırsızın; yaptıklarına karşılık ve Allah’tan bir azap olmak üzere (sağ) ellerini kesin. Allah, mutlak galibdir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir.[107]

(15) Hırsızlık haddi; Kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sabit olan hadlerden-dir. Hırsızlık haddini Yüce Allah, âyet-i kerîmede anlatmıştır. Kadın olsun erkek olsun, hür olsun köle olsun, müslüman olsun gayr-ı müslim olsun; mal­lan koruyup muhafaza etmek amacıyla hırsızın elinin kesilmesini emretmiş­tir. Islâmiyetten önce cahiliyet devrinde” de” hırsızın elini kesmek, teamül ha­lindeydi, îslâm gelince bu uygulamayı benimsedi ve bilinen bazı şartlan ek­ledi. Nitekim islâm dini, kendisinden önce teamülde bulunan kasame, diyet ve şeriatte vârîd olan diğer bazı şeyleri de benimsedi, insanî maslahatları ta­mamlayan diğer bazı fazlalıkları da bunlara ekledi.

Denilir ki; cahiliyet devrinde ilk el kesenler, Kureyşlilerdir. Kureyşliler, Alîc bin Amr bin Huzaa’nın Düveyk adındaki kölesinin elini kesmişlerdi. Dü-veyk, Kâbe-i Muazzama’nın hazinesini çalmış, Kureyşliler de onun elinin ke­silmesine hükmetmişlerdi. İslâmiyet devrinde Resûlullah (s.a.s.) in, erkekler­den elini kestiği ilk hırsız Hayyar bin Adiy bin Nevfel bin Abdi Menaf’tir. Kadınlardan elini kestiği ilk hırsız, Mürre binti Süfyan bin Abd el-Esed idi. Ki o da Mahzum oğullarındandı. Hz. Ebûbekir (r.a.) de kendi zevcesi Esma binti Umeys’ten gerdanlık çalan Yemenlinin elini kesmiştir. Bunun daha ön­ce hırsızlık yaptığından dolayı sağ eli kesilmişti. Hz. Ebûbekir de bu defa sol elini kesmişti. Hz. Ömer de Abdurrahman bin Semüre’nin kardeşinin elini kesmiştir ki; bunlarda hiç hilaf yoktur. Resûlullah (s.a.s.), çok kıymetli elini ucuz ve değersiz eşyalar için feda eden hırsıza lanet etmiştir. Bazıları hırsızın elinin kesilmesi hükmüne itiraz ederek demişler ki: Diyette değeri beşyüz di­nar olan elin, üç dirhem değerindeki bir eşyanın çalınması nedeniyle kesil­mesine nasıl hükmedilebilir?

Buna cevaben denilmiştir ki: El, emin olduğu müddetçe kıymetlidir. Hı­yanet ettiği takdirde kıymetsiz olur. Demişler ki: Bu hüküm, parlak islâm hu­kukunun hükümlerinin sırlarından biridir. Çünkü şeriat koyucu, cinayetler babında el için beşyüz dinarlık bir kıymet takdir etmiştir ki; saygın ve doku­nulmaz olsun, ona karşı bir cinayet işlenmesin. Hırsızlık babına gelince; el, hıyanet ettiği için de kesilmesini gerektiren hırsızlık, malın değeri çeyrek di­nar olmalıdır ki; insanlar çabucak mal çalmaya yeltenmesinler. îşte bu ne­denle Yüce Allah, hırsızlıkta el kesilmesini şu sebebe bağlamıştır: “Yaptıkla­rına karşılık ve Allah’tan bir azap olmak üzere…” Yani elleriyle insanların mallarını çalmak gibi işledikleri kötü fiilin cezası olarak elleri kesilir. Hırsız­ların çalarken kendisinden yardım gördükleri ellerinin kesilmesi, “Allah’tan bir azap olarak” münasiptir. Yani bu fiili irtikâb ettiklerinden dolayı Allah’­tan bir azap olarak, başkalarına da ibret olsun diye elleri kesilmelidir. Zîra elin kesilmesi, sahibini hayatı boyunca rezil rüsvay eder. Onu utanç ve peri­şanlığa düşürür. Onu toplum nazarında düşük vaziyete sokar. Ki bu da hır­sızlığın önlenmesi, insanların mallarının, canlarının ve ırzlarının korunması için en uygun bir cezadır. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin mânası şudur: Erkek olsun kadın olsun; hırsızın elinin kesilmesi vaciptir. Erkek hırsızlık yaptığı takdirde, hür de olsa köle de olsa eli kesilir. Kadm da hırsızlık yaptığı takdir­de eli kesilir. Çünkü bu suç, kadından da erkekten de sadır olmuştur. Şu hal­de Cenab-ı Allah, her ikisini de bu suçtan caydırmak istemiştir. Allah Azîz’-dir.” Mağlup ve makhur edilemez. “Hakîm’dir.” İşlediği ve kanunlaştırdığı şeylerde hikmetlice davranır. Toplumu fesat ve münkerattan temizleyen, top­lum için mutluluk ve güvenliği temin eden, maslahata uygun olan hikmete göre had ve cezaları vaz’eder.

Cenab-ı Allah, hırsızlık haddini kutsal Kitab’ında anlatmış, onun üzeri­ne nass getirip izahatta bulunmuştur. Nitekim zina haddini de anlatmıştır. Çünkü bu iki had de toplum için ehemmiyet arzederler. Her iki hadde de kadın ve erkekten söz etmiştir. Her ne kadar kadınla erkeğin mutlak olarak şer’î hükümleri müşterekse de, erkeklik vasfıyla zamirleri anılan hüküm cüm­lelerinde daha çok ise de; kadm ile erkekten ayrı ayrı sözetmiştir. Ancak imamet ve muharebe gibi şeriatin erkeklere Özgü kıldığı hükümler müstesnadır. Bu gibi hükümlerde sadece erkeklerden sözedilir. Yukarıdaki hadlerde kadınlar­la erkeklerden ayrı ayrı sözedilmiştir ki; herhangi bir kimse anılan hadlerin sırf erkeklere tatbik edileceğini zannetmesin. Yalnız Cenab-ı Allah’ın hırsızlık haddini bildiren âyette Önce erkek hırsızla; zina haddini bildiren âyette ise önce kadın zinâkârla söze başlaması, şu sebepten ötürüdür: Mal sevgisi erkeklerde, kadınlara nispetle daha fazladır. Böyle olunca da hırsızlık olayla­rı, kadınlara nispetle erkeklerden daha çok sadır olur. Kadınlara duyulan şe­hevî yararlanma arzusu, elbetteki erkeklere duyulan arzudan daha fazladır. Şehveti geri itilsin diye âyette önce kadından sözedilmiştir. Her ne kadar ka­dında haya duygusu daha fazlaysa da, bu böyledir. Ama kadın zina ederse, ondaki haya duygusu tamamıyla gider. Kadınlann zina etmeleri çok daha utanç vericidir. Zina dolayısıyla gebe kalmaları, fazlasıyla zarara yol açar. Kadınla­rın utangaç olmaları, aslında hak olan bir şeydir. Çünkü onlar, gözlerden uzak ve korunmuş olarak evlerinde oturmalıdırlar. Onların bu kötülüklerden me-nedilmeleri ve ayrıca kendilerine önem verildiği için, zina âyetinde Önce ka­dınlardan söz edilmiştir.

Cenab-ı Allah, hırsızlık haddi olarak el kesilmesini emretmiştir. El, ma­la uzanan organdır. Hırsızlık yaptığı için eli, Cenab-ı Allah bir ceza olarak sahibinden almaktadır. Ama zina haddi olarak penisin kesilmesini emretme-mistir. Halbuki fuhşu işleyen ve kadınla temasta bulunan organ da odur. Böyle olmakla birlikte penisin kesilmesini emretmemiştir. Çünkü hırsızın kesilen eli gibi bir eli daha vardır. Hırsızlıktan tevbe edip bu suçu işlememeye karar ver­dikten sonra, kalan eli kesilen elinin yerine iş görür. Ama zinâkârm penisi kesilecek olursa, onun yerine geçecek ve onun işini görecek ikinci bir penisi kalmaz. Ayrıca penisin kesilmesinde üreme fonksiyonu işlemez olur. Ama elin kesilmesi durumunda insan neslinin üremesi durmaz. Şu halde penisin kesil­mesi, toplum için daha tehlikelidir. Cenab-ı Allah’ın “Kesin” emrinin mâ­nası, izale etmek ve uzaklaştırmaktır. Çalanda, çalınan şeyde, çalınan yerde ve bu yerin şeklinde geçerli bazı vasıflar olmadıkça, hırsızın elinin kesilmesi gerekmez.

Hırsızda bulunması gereken geçerli vasıflar şunlardır:

1- Bulûğ: Çocuk, çaldığında eli kesilmez: Çünkü o, şeriat nazarında mü­kellef değildir.

2-Akıl: Delinin eli kesilmez: Çünkü o ayılmadikça, işlediği suçları ilâhî kalem günah olarak kaydetmez.

3- Kendisinden çalman mala mâlik olmamalıdır[108] Baba oğlunun malı­nı çalarsa, eli kesilmez. Oğul da babanın malını çalarsa, eli kesilmez.

4- Kendisinden çalman kimsenin üzerinde velayeti bulunmamalıdır: Köle efendisinin malını çalarsa eli kesilmez. Aynı şekilde efendi de kölesinin malı­nı çalarsa, eli kesilmez. Çünkü-köle ve malı, efendiye aittir. Bir kimse kölesinin malını çalma nedeniyle eli kesilmez. Çünkü o kendi malını almıştır.

5- Çalan kişi, dar-ı harpteki bir savaşçı olmamalı ve zorlanmayan, ser­best iradeli bir kimse olmalıdır: Örneğin ganimet malından çalan bir müca­hidin eli kesilmez. Rivayet olunduğuna göre beytü’I-male, ganimetin beşte biri olarak tahsis edilen bir köle, yine beytü’1-male tahsis olunan beşte birlik maldan hırsızlık yapmıştı da, Hz. Peygamber onun elini kesmemiş ve

“Allah’ın bir malı, başka bir malını çaldı.” demişti. Cihad meydanın­da hadler tatbik edilmez. [109]

Çalınan malda bulunması gereken geçerli vasıflar ise dört tanedir:

1- Nisab: Nisabın miktarını belirleme hususunda âlimler ihtilâf etmiş­lerdin Değeri nisaptan az bir malı çalan kimsenin eli kesilmez.

2- Çalman şey; mal edinilebilir, mülk edinilebilir ve satışı helâl olan bir şey olmalıdır. İçki, domuz, oyun ve çalgı aleti çalan kimsenin eli kesilmez.

3- Çalman mal, çalanın mülkü olmamalıdır: Örneğin rehin bıraktığı ve­ya kiraladığı malı çalan kimsenin eli kesilmez. Çalınan mal, çalanın mülkü­ne benzer bir mal olmamalıdır. Örneğin ganimet malından veya bcytü’l-malden çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü onun da bu malda payı vardır. Rivayet olunduğuna göre; ganimetin beşte biri olarak beytü’1-male tahsis edilen mal­lar arasından bir miğfer çalan birisini Hz. Ali (r.a.) nin huzuruna getirmişler. O, bu adamın elinin kesilmesini uygun görmemiş ve “Onun bu malda payı vardır” demişti.

4- Çalman mal, çahnabilir bir şey olmalıdır: Örneğin küçük kölenin ve­ya dil bilmez, yaşlı, yabancı bir kimsenin çalınması gibi. Ama iyi.konuşabi-len bir köleyi çalan kimsenin eli kesilmez. (Çünkü bu, çalınır şeylerden değildir.) Malın çalındığı yere gelince; bunda tek bîr vasfın bulunması gerekir. O da çalman mal için, emsal olan malların korunma tedbirinin alınmış olması­dır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz: Belli bir yeri bulunan her şeyin bulun­duğu yeri onun mahfazasıdır, korunağıdır. Beraberinde muhafızı bulunan her şeyin mahfazası, onun muhafızıdır. Evler, meskenler ve dükkânlar; içlerinde bulunan şeylerin mahfazasıdırlar. Bu yerlerin sahipleri hazırda da olsalar gaipte de olsalar hüküm aynıdır. Kezalik beytü’I-mal de müslüman cemaatin malı­nın mahfazasıdır. Her ne kadar çalmadan önce, devlet başkanının, beytü’l-malden kendisine mal verebileceği fertlerden biriyse de; hırsız, beytü’l-malden bir şey çalma hakkına sahip değildir. Müslümanlardan her bir ferdin beytü’l-maldekİ hakkı, ancak devlet başkanının kendisine ihsanda bulunmasıyla be­lirlilik kazanır. Görmezmisin ki; devlet başkanının beytü’l-maldeki malları hiç kimseye paylaştırmadan sadece bir tarafa sarfetmesi caizdir. Ya da bir beldeye değil de başka bir beldeye sarfetmesi, yahut bir kavmi mahrum bırakıp diğer bir kavme vermesi caizdir. Şu halde hırsız, beytü’l-malde hakkı bulun­mayan kimselerden biri olarak takdir edilir. Beytü’l-malden çalması durumun­da eli kesilir.

Hayvanların sırtları, taşıdıkları malların mahfazasıdır. Dükkânların ön ve yan tarafları -buralar her ne kadar dükkândan sayılmasalar da- satış için oralara konulan malların mahfazasıdır. Dükkân sahibi bu eşyaların yanında bulunsa da bulunmasa da, buradaki mallar gece de çalınsa, gündüz de çahn-sa; çalanın eli kesilir. Aynı şekilde bağlı olsunlar olmasınlar, pazardaki ko­yun yerleri de koyunların mahfazasıdır. Sahipleri beraberlerinde bulunsa da bulunmasa da, bağlı bulundukları yerler, hayvanların mahfazasıdır. Hayvan mescidin kapisındaysa veya çarşıdaysa, mahfazada sayılmaz. Meğer ki; bera­berinde muhafızı bulunsun. Onu bağlayan da mescidin müştemilatında bu­lunsun veya hayvanı için bir bağlama yeri edinmiş olsun. O zaman bağlandı­ğı yer, hayvanın mahfazası olur.

Gemi, içindeki mal ve metâın mahfazasıdır. Geminin seyir halinde ol­masıyla demirlemiş olması arasında bu bakımdan fark yoktur. Geminin ken­disi çalmırsa; o, hayvan hükmündedir. Seyir halindeyse, mahfazalı değildir. Sahibi onu bir yere bağlayıp demirlemişse; demirlemiş olması, gemi için mah­fazadır. Aynı şekilde gemiyle beraber her nerede bulunursa bulunsun; bir kimse varsa, o gemi, mescid kapısında durup beraberinde muhafızı bulunan hay­van gibi mahfazalı sayılır. Ancak sahibi gemiyi seferde bir limana getirip oraya demirlerse, beraberinde dursa da durmasa da, gemi mahfazalı sayılır.

Birlikte bir binada barınanlar; meselâ herkesin müstakil olarak birer oda­da kaldığı otellerdeki kimseler veya her öğrencinin müstakil olarak birer odada kaldığı öğrenci yurtlarındaki öğrenciler; arkadaşlarının odalarından bir şey çalar, bu eşyayı arkadaşının odasından çıkarır da yakalanırsa; çaldığı şeyi kendi odasına koymamış da olsa, yurt binasının veya otelin dışına çıkarmamış da olsa, eli kesilir. Ama onlardan biri otelin veya yurdun salonundan bir şey ça­larsa, çaldığı malı kendi odasına koymuş veya bina dışına çıkarmış da olsa; çaldığı mal nisap değerinde de olsa, eli kesilmez. Çünkü salon, alışveriş için hepsine mubah kılınmış olan bir yerdir. Ancak çalınan mal, bağlı bulunduğu yerdeki bir hayvansa veya bağlı bulunan bir bisikletse veya bunlara benzer bîr şeyse, bu durumda çalanın eli kesilir.

Hırsızlığın Tanımı Ve Rükünleri

Hırsızlıkta mutlaka bulunan rükünler; hırsız, çalınan şey, çalma eylemi olmak üzere üç tanedir. Önce de ggçtiği gibi, bunlardan her birinin şartlan vardır:

Hırsızlık: Akıllı ve baliğ bir kimsenin, kendi mülkü veya mülk benzeri olmayan, başkasına ait, nisap veya nisap kıymetindeki mahfazalı bir malı, kendisine emanet olunmaksızın gizlice ve saklanarak almasıdır. Ayrıca müs-lüman veya zımmî, mürted, erkek, kadın, hür veya köle de olsa; çalarken zorlanmayan serbest iradeli bir kişi olması gerekir.

Bu şartlar tahakkuk ettiğinde haddi tatbik etmek vâcib olur. Had, hırsı­zın -eğer sağlamsa- sağ elini kesmektir. Ama sağ eli daha önce kesilmişse ve­ya felçliyse, sol eli kesilir. Bu hususta hiç ihtilâf etmeksizin âlimler ittifak et­mişlerdir. Zîra mal, nefislerin sevgilisidir. Beşer tabiatı, özellikle ihtiyaç ve zaruret anında ona meyleder. Bazı kimseler vardır ki; onları kötülük ve hır­sızlık yapmaktan ne akıl ne haya ne diyanet ne de insaniyet engeller. Asmak, kesmek gibi şer’î cezalar olmazsa; ya sahiplerine karşı ululuk taslayarak hal­kın mallarını zorla ve açıkça; ya da gizlice almaya çarçabuk teşebbüs edecek­lerdi. Bunda da örtbas edilemeyecek zararlar ve fesat vardır. Kulların halleri­ni düzeltmek, fesat kapısını kapatmak için gerek büyük, gerek küçük hırsız­lıkta gizlice çalan kimse hakkında bu caydırıcı müeyyideleri vaz’etmek mü­nasiptir. Nasslar mutlak olduğu için; el kesme cezası, hür kimseye de köleye de eşitçe uygulanır. El kesmek yarıya bölünemeyeceği için, insanların malla­rını korumak amacıyla kesme cezası, köleye de tam olarak uygulanır.

Nîsap Miktarı

Hanefîler dediler ki: Hırsızlık haddinin nisabı bir dinar veya dam­galı olsun olmasın on dirhem ya da bu ikisinden birinin kıymetidir. “Dir­hemden başka şeylerin kıymeti, altın da olsa dirhemle takdir edilir” diyenler olmuştur. Dirhemlerin piyasada geçerli olmaları şarttır. Hanefîler bu görüş­lerine delil olarak îbn Abbas ile İbn Ümmü Eymen (r.a.) nin şu sözlerini ileri sürmektedirler: “Resûlullah (s.a.s.) in zamanında, çalan kimsenin elinin ke­silmesine neden olan kalkanın kıymeti on dirhemdi.”

Amr bin Şuayb’ın, babasından, o da Amr’in dedesinden naklederek Re-sûlullah (s.a.s.) in Şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Kalkanın bedelinden az olan şey için hırsızın eli kesilmez[110] Kalkanın bedeli de o zaman on dirhemdi. îbn Abbas ile Abdullah bin Amr’in, kalkan bedeli hususunda îbn Ömer’e muhalefet ettiklerini söy­lediler. Şu halde ondan daha fazlasını esas almak, ihtiyat gereğidir. Çünkü hadler, şüphelerle bertaraf edilir, uzaklaştırılırlar. Azın da suç olmama şüp­hesi vardır. Şu halde daha çoğunu esas almak uygun olur ki; o da elin şerefi ve malın azlığı dolayısıyla tecavüz babında hadden vazgeçme hükmünün kapsamına girer.

Mâlîkîler dediler ki: Hırsızlık haddinin nisabı, damgalı üç halis dir­hemdir. Bir kimse-üç dirhemi veya üç dirhem değerindeki bir şeyi ya da daha fazla değerdeki eşya veya hayvanı çalarsa, ona had tatbik etmek vâcib olur ve eli kesilir. Mâlikîler buna delil olarak Nafi’ kanalıyla îbn Ömer’den nak­ledilen-şu rivayeti ileri sürmüşlerdir: Buharı ve Müslim’in Sahih’lerinde de rivayet olunduğu gibi Resûlullah (s.a.s.), bedeli üç dirhem olan bir kalkanı çalan kimsenin elini kesmiştir. Merhum imam Mâlik demiş ki: Osman bin Affan (r.a.) değeri üç dirhem olarak takdir edilen bir turuncu çalan kimsenin elini kesti. Bu mevzuda duyduklarım arasında hoşuma en çok giden haber de budur. Hz. Osman (r.a.) m böyle yaptığını İmam Mâlik, Abdullah bin Ebû Bekir’den o da babasından, babası da Urve binti Abdurrahman’dan rivayet etti ki: Efendimiz Osman (r.a.) zamanında bir hırsız turunç çalmıştı. Hz. Os­man, turunca değer takdir edilmesini emretmişti. Turunca, onikisi bir dinar değerinde olan üç dirhemlik değer takdir edilmişti, Hz. Osman (r.a.) da hır­sızın elini kesmişti.

Mâlikîler dediler kİ: Bu gibi uygulamalar herkesçe duyulmuş ve hiç kimse tarafından reddedilmemiştir. Bu, sükûtî icmâ haline gelmiş bir hükümdür. Bunda, meyve hırsızlığı nedeniyle el kesileceğine delil vardır.

Hırsızlık haddi nisabında üç dirhemin esas alınması dolayısıyla, çalınan mal çeyrek dinara eşit olsa bile hırsızın eli kesilmez.

Şâfiîler dediler ki: Hırsızlık nisabı çeyrek dinar veya ona eşit mik­tarda dirhemler veya paralar veya eşyalar, yahut bunlardan daha fazlasıdır. Eşyalara değer takdiri yapılırken asıl ölçü çeyrek dinardır. Dirhemlere değer takdiri yapılırken de bu ölçü esas alınır. Çalınan mal üç dirhem de olsa, çey­rek dinara eşit olmayınca, çalanın eli kesilmez. Şâfiîfer, mezheplerini teyid için Zührî’nin Amret’den, onun da Âişe”(r.a.) den rivayet etmiş olduğu şu hadîs-i şerîfi delil olarak ileri sürerler: Resûlullah (s.a.s.) buyurdu ki;

“Çeyrek dinar veya daha fazlası için hırsızın eli kesilir.[111] Bu hadîsin sıhhatinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Müslim, Ebû Bekr bin Muhammed bin Amr bin Hazm’den, o da Amret’den, o da Hz. Ai-şe’den naklederek Resûlullah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

“Çeyrek dinar veya daha fazla olmadıkça, hırsızın eli kesilmez.[112]

Şâfiîler dediler ki: Bu hadîs, bu meselede nihaî hükmü vermiştir. Başka miktarların değil de çeyrek dinarın bu meselede esas ölçü olarak alınması ge­rektiğine dâir bir nasstır. Dediler ki: Kalkan bedeliyle ilgili hadîs her ne ka­dar üç dirhemi eses almışsa da bu hadîsle çelişmemektedir. Çünkü o zaman­da bir dinar, oniki dirheme bozduruluyordu. Kalkanın bedeli olan üç dirhem, çeyrek dinarın bedeli idi. Böylece de iki hadîs arasında uyum sağlanmış ol­du. Bu görüş Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân ve Ali bin ebi Talib’den (Allah onlardan razı olsun) nakledilmiştir. Ömer bin Abdülaziz, Leys bin Sa’d, îshak binRâheveyhjEvzaî ve Ebû Sevr de (Allah’ın-rahmeti üzerlerine olsun) bu görüştedirler. Dediler ki: Bunlar arasında tercihe şâyân olan görüş şudur ki; muhaddislerce üzerinde ittifak edilen İbn Ömer’in hadîsinden anlaşıldı­ğına göre kalkanın değeri üç dirhemdir. Buna muhalif olan diğer hadîsler, sıhhat bakımından buna eşit değildirler. İbn Arabî der ki: Hadîste otorite ol­makla birlikte Süfyan-ı Sevrî, çalınan malın on dirhemi bulmaması halinde el kesilmemesi gerektiği görüşüne meyletmiştir. Hanefî mezhebi de bu gö­rüştedir. Çünkü el saygındır. Dokunulmazlığı icmâa dayalıdır. Dokunulmaz­lığının kaldırılması da ancak âlimlerin üzerinde icmâ ettikleri bir hükümle olur. On dirhem ise, e.1 kesmek için âlimlerin hepsi tarafından üzerinde itti­fak edilen bir miktardır. Şu halde el kesmek için daha aşağısı üzerinde ittifak edilmedikçe on dirhem esas alınır.

Hanbelîler dediler ki: Çeyrek dinar ve üç dirhemden her biri, şer’î dayanaktır. Bunlardan birini veya bunlardan birine eşit değerdeki başka bir malı çalan kimsenin eli, İbn Ömer ile Hz. Âişe’nin hadîsleriyle amel edilerek kesilir. îmam Ahmed bin Hanbel’in lafzıyla Hz. Âişe’den nakledildiğine gö­re Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Çeyrek dinar için (el) kesin. Bundan daha aşağısı için kesmeyin.” Bu buyruğun verildiği asr-ı saadette çeyrek dinar, üç dirheme eşit değerdeydi. Dinar da oniki dirhemdi. Neseî’nin lafzıyla yapılan bir rivayette de şöyle buyurulmuştur:

“Kalkan bedelinden daha azı için hırsızın eli kesilmez. [113]Hz. Âişe (r.a.) ye, “Kalkan bedeli nedir?” diye sorulduğunda, “Çeyrek dinardır” cevabını vermişti. Bütün bunlar, hırsızın elinin kesilmesi için, on dirhemi veya on dirhem değerinde bir malı çalmış olmasının şart koşulmadı-ğına delâlet eden nasslardir. Yüce Allah, en iyi bilendir.

Cenab-ı Allah hırsız erkekle hırsız kadının elini kesme emrini verirken, onların sağ ellerinin kesilmesini kasdetmiştir.

Kesilecek Yer

(16) İmamlar, hırsızın elinin kesilmesinin vâcib olması durumunda; bu eğer ilk hırsızlığıysa, hırsızlık nedeniyle kendisine ilk olarak had tatbik ediliyor ve bedeni de sağlam ise, bilek mafsalıyla birlikte sağ eli önce kesilir. Sonra bu eli, kaynatılmış zeytin yağına batırılarak kam durdurulur. Çünkü: Hırsız­lık fiilini direkt olarak el yapar. Bedenin kol ve pazuyu taşıdığı gibi kol ve pazu da hırsızlık yapan eli taşırlar. Şu halde kesme cezası, sadece suçu işle­yen organa (ele) tatbik edilir. İlk hırsızlık suçu nedeniyle önce sağ el kesilir. Çünkü bazı solaklar dışiîıda insan bir şeye uzanırken çoğunlukla sağ elini uzatır.

Resûlullah da Mahzumİyeli Fatıma’nın ve kendilerine hırsızlık haddi uy­guladığı diğer kimselerin sağ ellerini kesmişti. Hırsızlık âyetindeki mücmelliği Abdullah bin Mes’ûd’un kıraati vuzuha kavuşturmuştur. Hırsızın hangi elinin kesilmesi gerektiği sorusuna, îbn Mes’ûd’un

“Sağ ellerini kesin” şeklindeki okuyuşu cevap vermiştir. Bu hüküm üze­rinde hiç bir ihtilâf olmaksızın icmâ-ı ümmet vardır. Sağ eli kesildikten son­ra dönüp yeniden hırsızlık yapar ve kesme cezasının kendisine uygulanması vâcib olursa, sol ayağı, ayak bileği kısmından kesilir. Kanama dursun diye kesilen yer, ateşle dağlanır. Yahut Resûlullah (s.a.s.) in emrettiği ve Sahabe-i Kiramın (Allah onlardan razı olsun.) yaptıkları gibi kesilen organ, kaynatıl­mış zeytinyağının içine batırıhr.

Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.s.), hırsızın elinin bilekten ke­silmesini emretmiş ve sahabîlerine

“Onu kesin ve dağlayın[114] demiştir. Çünkü kesilen yerin dağlanmaması, organın telef olmasına yol açar. Dağlamadan da^na” ma durdurulamaz. Had telef edici değil, caydırıcıdır. Bu nedenle de şiddetli sıcaklarda veşiddetli soğuklarda el kesilmez. Zîra bu, eli veya ayağı kesilen hırsıza eziyet verir. Sonra imamlar hırsızın üçüncü kez çalması durumunda kendisine kesme cezasının uygulanıp uygulanmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Hanefîler dediler ki: Hırsız, sağ eli ve sol ayağı kesildikten sonra tekrar çalarsa; üçüncü kez ona had tatbiki durdurulur. Bir tarafının kesilme­si icab etmez. Ancak, çalınan mahn tazminatı kendisine ödettirilir. \ Hırsızlı­ğa tevbe edinceye kadar dövülüp hapsedilir. Kural gereği hırsızlık haddi, in­sanı telef etmek için değil de çalmaktan menetmek İçin meşru kılınmıştır. Çün­kü hadler, saygın olan insanı telef etmek amacıyla değil de büyük günahları işlemekten caydırmak amacıyıa Konulmuştur. Her bakımdan veya bir bakı­ma canı telef etmeyi içeren had, had olarak meşru kılınmamıştır. Menfaat cinsinin telefiyetine yol açan her kesim, bir bakıma can telef etmek olur ki; o da meşru değildir. Üçüncü kez çalma durumunda sol elin; dördüncü kez çalma durumunda sağ ayağın kesilmesi, tutma ve yürüme menfaati cinsinin telef olmasına yol açar ki; bu da meşru değildir. Hz. Ali (r.a.) nın şu sözüyle buna işaret edilmiştir: “Hırsıza, kendisi ile yemek yiyeceği abdest yerlerini temizleyeceği bir el ile üzerinde yürüyeceği bir ayak bırakmamaktan Allah’a karşı utanırım” Diğer sahabîler de bu sözü delil edinip bu şekilde icmâ et­mişlerdir.

Eli kesilmiş, fakat yine hırsızlık yapmış bir adamı (bu adamın adı Se-dum idi) Hz. Ömer (r.a.) in huzuruna getirmişler; Hz. Ömer onun elini kes­mek istemiş fakat Hz. Ali ona şöyle demişti: “Bu adamın zaten daha önce bîr eliyle bir ayağı kesilmiştir.” Bunun üzerine Hz. Ömer onu hapsetmiş, eli­ni kesmemişti. Hz. Ali’nin fetva vermesi, Hz. Ömer’in de önceki kararından rücû etmesi; ikisinin de herhangi bir red ve muhalefetle karşılaşmamaları, onların ve diğer sahabîlerin bu hususta icmâ ettiklerine delâlet eder. Ya da Resûlullah (s.a.s.) in bunu teyîd eden bir hükmünü bildiklerine delâlet eder. Fakat bu kısasın hilâfınadır. Çünkü o kul hakkıdır. Kulun hakkını ödemek için, kısasın hükmü yerine getirilir. Fakat bu, eşine az rastlanılan bir durum­dur. Eli ve ayağı kesildikten sonra bir insanın hırsızlık yapması pek nadirdir. Had, ancak çok rastlanılan şeyler için uygulanır. Hırsızlığı tekerrür ettiği tak­dirde hırsızın iki eliyle iki ayağının kesilmesinin gerekliliğine dâir rivayet olu­nan hadîse gelince; merhum Tahavî bunu ta’n etmiştir. Veya şöyle de diyebi­liriz: Bu hadîs eğer sahih olsaydı, sahabîler bunu Hz. Ali’ye karşı delil ola­rak ileri sürerlerdi. Hz. Ali de kendi görüşünden vazgeçip onlara katılırdı. Kendisinin onlara karşı hüccet bulması ve onların da karşı koymaksızın ken­disine katılmaları, bu hadîsin sahih olmadığına delâlet etmektedir. Sağ eli yok veya kesikse, sol ayağı mafsaldan kesilir. Sol ayağı kesilmişse, kesme ce­zası uygulanmaz. Çünkü, açıklamış olduğumuz şekilde bunda insanı telef etme durumu vardır. Bu durumdaki hırsız çaldığı malın tazminatını öder ve tevbe edinceye dek hapsedilir.

Sol eli kesikse veya başparmağı ya da başparmağından başka iki parma­ğı -diğer bir rivayete göre ise üç parmağı- kesikse yahut sağ ayağı kesikse veya felçliyse veya yürümesini engelleyecek şekilde topalsa; ne sağ eli ne de sol ayağı kesilmez.

Özetle deriz ki: Kesmeden önceki herhangi bir afet nedeniyle, sağ eli kesildiği takdirde sol elinden yararlanamayacak veya sağ ayağından yararla­namayacak bir durumdaysa, hırsızın eli kesilmez. Çünkü kesilirse tutma ve­ya yürüme menfaati elden kaçırılacaktır. Elin kıvamı başparmak iledir. Baş­parmağın bulunmaması veya var olup da felçli olması, elin tamamıyla felçli olması gibidir. Başparmak dışındaki bir parmağın kesik veya felçli olması du­rumunda eli kesilir. Çünkü bir parmağın yokluğu, tutma ve yürümede belir­gin bir noksanlığa sebeb olmaz. Ama iki parmak yok olunca, durum bunun hilâfına olur. Çünkü tutma işinde iki parmak, başparmak gibidir. Sağ elde kısmî felçlik varsa veya parmakları noksan ise, kuvvetli rivayete göre kesilir.

Mâlikîler ve Şâfiîler dediler ki: Hırsız ilk defa çaldığında sağ eli bilek mafsalından kesilir. Sonra bu eli, ateşle veya kaynatılmış zeytinya­ğıyla dağlanır. İkinci kez çaldığında sol ayağı ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşle dağlanır. Üçüncü kez çaldığında sol eli bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşle dağlanır. Dördüncü kez çaldığında, sağ ayağı bilekten kesilir. Sonra bu ayağı ateşle dağlanır. Beşinci kez çaldığında hapsedilir ve ta’zîr edilir. Ken­disinden kesme haddini uzaklaştıracak şekilde çalan kimseye ta’zîr cezası ve­rilir. Şüphe nedeniyle kendisinden kesme haddi uzaklaştırıldığında; imam onu suç işlemekten caydırmaya yeterli göreceği bir ta’zîr cezası verir.

Kesim Şeklî

Hırsız oturtulup bağlanır. Sonra bileği açığa çıkacak şekilde eli bir iple çekilir. Bunun ardısıra eli keskin bir demirle kesilir. Sonra elinin kesilen yeri dağlanır. Daha az acı verecek ve daha sağlam bir alet varsa, kesim işi onunla yapılır. Çünkü ondan kastedilen amaç telef etmek değil onunla haddi tatbik etmektir. Bu nedenle Ölüm cezası dışındaki hadler; gebe kadına, ağır hasta­ya, hastalığı belirgin olana tatbik edilmez. Yine ölüm cezası dışındaki had­ler, aşırı derecede soğuk, aşırı derecede sıcak günlerde ve telefiyete (ölüme) neden olacak ortamlarda tatbik edilmez.

Sağlığa kavuşuncaya kadar haddin tatbikini ertelemeyi gerektiren ölüm (telefiyet) sebeplerine şu hususları örnek olarak gösterebiliriz: Hırsızlık ne­deniyle eli kesilen ve kesilen kısım henüz iyileşmeden yemden hırsızlık yapan kimse, eli iyileşinceye dek sol ayağı kesilmez. Yine bu kabilden olarak; zina ettiği için kendisine yüz değnek vurulan kimse, vücudundaki darbe izleri, ya­ra ve bereleri iyileşmeden yeniden zina ederse; ikinci yüz değneklik ceza, eski yara ve bereleri iyileşmedikçe kendisine had tatbik, edilmez. Suçluya isabet eden diğer yara ve hastalıklar da bu hükme tabidirler. Onların, üçüncü ve dördüncü kez yapılan hırsızlık nedeniyle de hırsızın elinin kesilmesinin caiz olduğuna dair delilleri, Câbir bin Abdullah’ın rivayet ettiği şu hadîstir: Da­ha Önce yaptığı hırsızlık nedeniyle eli kesilen bir köle, tekrar çaldığı için Hz. Peygamber’in huzuruna getirildi. Hz. Peygamber onun ayağını kesti. Dare-kutnî, Ebu Hüreyre’den rivayet ederek, Hz. Peygamber’in hırsız hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:

“Çalarsa, (sağ) elini kesin. Sonra yine çalarsa (sol) ayağını kesin. Sonra yine çalarsa (sol) elini kesin. Sonra yine çalarsa (sağ) ayağını kesin.”

Merhum İmam Şafiî’nin şöyle dediği rivayet olunur: Mâlik bize Abdur-rahman bin Kasım’dan, o da babasından naklederek bize haber verdi ki; Ye­menli, eli ve ayağı kesik bir adam, Hz. Ebûbekir (r.a.) e gelerek, Yemen vali­sinin kendisine zulmettiği gerekçesiyle ondan şikâyetçi olduğunu bildirdi. Bu adam gecelerini namazla geçiriyordu. Hz. Ebûbekir ona, “Babanın başına yemin olsun ki; senin gecelerin hırsız gecesi değildir” diyordu. Sonra Esma binti Umeys’in (Hz. Ebûbekir’in zevcesinin) kaybolan zinetlerini aramaya baş­ladılar. Bu adam da onlarla beraber araştırıyor ve şöyle diyordu: “Allah’ım! Geceleyin bu sâlih kimselerin evinden hırsızlık yapan kimsenin cezasını ver.” Sonra kaybolan zinetleri, eli ve ayağı kesik olan bu adamın kendisine getirip sattığını söyleyen bir kuyumcunun yanında buldular. Bu adam da, zinetleri kendisinin çaldığını itiraf etti. Veya kendisinin çalmış olduğuna başkaları şa­hitlik ettiler. Hz. Ebûbekir emir verdi ve sol eli kesildi. Ebû Zer de onun için şöyle dedi: “Allah’a and olsun. Onun kendine beddua etmesi, hırsızlık yap­masından çok daha zoruma gitti.” Merhum Şafiî dedi ki:-Biz, Hz. Ebûbekr’in bu uygulamasını benimsiyoruz. Bir kimse ilk defa hırsızlık yaptığında sağ eli bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşte dağlanır. İkinci kez çaldığında sol ayağı, ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşte dağlanır. Üçüncü kez çaldığın­da, sol eli bilekten kesilir. Sonra bu eli ateşte dağlanır. Dördüncü kez çaldı­ğında sağ ayağı, ayak bileğinden kesilir. Sonra bu ayağı ateşte dağlanır. Be-şinci kez çaldığında hapsedilir ve ta’zîr edilir. İbnü’l- Münzir dedi ki: Ebûbe­kir ile Ömer’in elden sonra el; ayaktan sonra ayak kestikleri sabittir. Üçüncü kez yapılan hırsızlık nedeniyle kesmenin caiz olmadığı, bu durumdaki hırsı­zın ancak hapsedilip ta’zîr edilmesi gerektiği yolundaki görüşlerine delil ola­rak Hanefîler ş\ı hadîsî ileri sürerler. Beyhakî’nin rivayet ettiğine göre Hz. Ali (r.a.), (eli ve) ayağı kesildikten sonra üçüncü kez hırsızlık yaptığı gerekçe­siyle huzuruna getirilen kimse için, sol eli kesilsin denildiğinde, “Ne ile mes-hedecek ve ne ile yiyecek?” demişti. Sonra sözüne şöyle devam etmişti: “Aya­ğını kesersem ne ile yürüyecek? Bunun elini veya ayağını kesmekten Allah’a

karşı utanırım.” Böyle dedikten sonra o hırsızı dövüp hapse atmıştı. Hz. Ali bu uygulamasıyla insana kıymet vermiş ve onun hürmetinin mal hürmetin­den çok daha fazla olduğunu göstermişti.

Hanefîlerin ileri sürdükleri bu delile karşı Mâliki ve Şâfiîler şöyle de­mişlerdir: Bu görüş, nasslara karşı mukavemet edemez. Hanefîlerin dedikle­ri gibi nassm konusu olan şey zayıf olsa bile, bu anlamda vârid olan diğer rivayetler onu teyid ederler. Kesilecek (sağ) el, hırsızlıktan başka bir nedenle yok olmuş veya felçli olmak gibi yok hükmündeyse, o zaman sol el kesilir. Bazıları, bu durumda sağ ayağın kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir.

Hanbelîler: Kendilerinden bu konuda vârid olan rivayetlerinden bi­rinde demişler ki: Üçüncü kez çalması durumunda, Hanefîlerin de dedikleri gibi hırsızın eli kesilmez. Bu durumda şeriatin kullar için koyduğu hafifletici hüküm gözönünde bulundurulur. Ayrıca maldan daha kıymetli olan mü’mi-nin muhteremliği nazar-ı itibara alınır. Diğer bir rivayetlerinde Hanbelîler şöyle derler: Üçüncü kez çalması durumunda hırsızın sol eli kesilir. Tekrarlayarak dördüncü kez çalarsa, Mâlikî ve Şâfiîlerin de dedikleri gibi sağ ayağı kesilir. Çünkü o mezhepler malın dokunulmazlığını ön plâna alırlar. Doğruluktan sapan, hırsızlık eden ve yeryüzünde fesatçılık yapanlara katı tavır takınırlar,

Bazı âlimler dediler ki: Hırsız beşinci kez çalarsa, başkalarına ibret ol­sun diye öldürülür. Hapsedilmez ve tazminat ödemez. Bu görüşte olanlar, delil olarak Neseî’nin Haris bin Hatıp’tan rivayet etmiş olduğu şu hadîsi ileri sürerler:

Resûlullah (s.a.s.) a bir hırsız getirildiğinde, “Onu öldürün” emrini ver­mişti. Sahabîler, “Ya Resûlallah! Bu sadece hırsızlık yapmıştır” dediklerin­de, yine “Onu öldürün” emrini vermişti. “Ya Resûlallah, bu sadece hırsızlık yapmıştır” dediklerinde, “Elini kesin”[115] demişti. Sonra o adam yine hırsızlık yapınca, ayağı kesilmişti. Hz. Ebûbekir’in zamanında da hırsızlığa devam edince, kör kütük oluncaya dek kalan el ve ayakları da kesil­mişti. Beşinci kez çaldığında Hz. Ebûbekir, [Resûlullah (s.a.s.) “Onu öldürün” dediğinde, bunun böyle olacağını biliyordu] dedi ve onu öldürmeleri için, ara­larında Abdullah bin Zübeyr’in de bulunduğu Kureyş’ten bir grup gence tes­lim etti. Abdullah bin Zübeyr baş olmayı severdi. Gçnçlere, “Beni sizin ami­riniz yaptılar” dedi. Gerçekten onu onların amiri yaptılar. O, hırsıza her vur­dukça gençler de vuruyorlardı. Böylelikle onu öldürdüler.

Bu hadîsî delil olarak ileri süren âlimler, Câbir (r.a.) in rivayet ettiği şu hadîsi de delil olarak ileri sürmektedirler: “Resûlullah (s.a.s.), beşinci kez hırsizlik yapan bir kimse için “Onu öldürün” emrini verdi. Biz de koşarak gi­dip onu öldürdük. Sonra onu sürükleyip bir kuyuya attık ve üzerine taşları attık.”

İslâmda Muamelât Kanunlari

Şunu bil ki; İslâm hukuku, muamelâta dâir kanunlar vaz’etmiş ve onu en güzel bir şekilde tafsil edip açıklamıştır. Satma, satın alma, rehin, ica-re, şirket ve şuf’a için nizamlar koymuştur. Ekonomi, ticaret, tarım ve sa­nayi alanını ilgilendiren kanunlar koymuştur. Hiç bir şey bırakmamıştır ki; onun için insan nevinin maslahatına, terakkisine, insanlar arasındaki an­laşmazlık ve düşmanlıkların kaldırılmasına, aralarında güven bağlarının yerleşip kök salmasına, kalplerindeki kin ve düşmanlığı çekip çıkarmaya, zayıfların hukukunu korumaya, onlardan zulmü kaldırmaya dayalı hüküm ve nizamlar koymuş olmasın. Müctehidler, Kur’an-i Kerîm ve sahih sünne­tin getirmiş olduğu nasslardan, değişik zamanlardaki olayların gerektirdi­ği insanlık maslahatlarını içerenleri ele almışlardır. Böylece müslümanlar için çok büyük bir hukuk serveti oluşmuştur. Bu hukuk ve fıkıh servetini; toplumun yararlanacağı, ümranın sütunlarının dayandırılacağı, millet ve halkların kendisiyle gerçekten mutlu olacakları kanunların aslı yapabilir­ler. Bununla beraber İslâm hukuku, malî muamelât kanunlarına muhale­fet edenler için belirli cezalar koymamış; tersine, bu tür muhalefetler için verilecek cezaları, her yer ve zamana uygun olsun diye hâkimin takdirine bırakmıştır. İşte bu, ta’zîr babıdır. İslâm hukuku, emir ve yasakları çiğne­yenler için zaman ve mekâna uygun cezalar verme hususunda, hâkime takdir yetkisi vermiştir. Ayrıca hâkim, bu hususta ceza verirken, işlenen muhalefet nedeniyle meydana gelen şer ve fesadı da nazar-i itibara alma­lıdır. Yalnız hırsızlık suçunun cezası, hâkimin takdirine bırakılmamış; onun ‘Çin verilecek ceza, bilindiği gibi nassla belirtilmiştir.

(17) Dört mezhep imamı, hırsızlık haddinin diğer hukuk meselelerinde olduğu gibi İkî âdil erkeğin şehadetiyle hırsızın üzerinde sabit olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine dört imam; hür kimsenin, bu suçu işlediğini ikrar ve itiraf etmesiyle de sabit olacağı hususunda ittifak etmişlerdir.

Hanefî, Mâlîkî ve Şafiîler dediler ki: Bir kez yapılan ikrarla sa­bit olan diğer hukuk gibi hırsızlık haddi de akıllı ve baliğ olan kimsenin bir kez olsun ikrarda bulunmasıyla sabit olur. Çünkü bunda töhmet yoktur. Kı­sas ve kazf haddinde olduğu gibi bunda ikinci ikrara gerek yoktur. Kısas ve diğerlerindeki ikrarların ikinci kez tekrarlanması gerektiğine dâir nass var­dır. Şehadette tenbih üzerine nass vardır, ikrar, buna kıyaslanmaz. Şehadette tenbih, yalan töhmetini azaltmayı ifade eder. İkrar böyle değildir. Çünkü kendi şahsının aleyhinde ikrarda bulunan kimse, yalan söylemekle itham olunmaz. Yalnız zina ikrarında kıyasa aykırı olarak ikrarın birden fazla sayıda yapıl­ması şart koşulmuştur. Bu hususta özel nass vardır. Şu da var ki; birinci ik­rar doğru olursa, o zaman ikinci ikrarın bir yaran yoktur. Çünkü o, birinci ikrarın doğruluğunu fazlalaştırmaz. Birinci ikrar yalan ise; ikinci ikrar ile doğ­ruya dönüşmez. Şu halde ikrarı tekrarlamamın bir yararının olmadığı açığa çıkmış oldu.

Hanbelîler ile îmam Ebû Yûsuf dediler ki: Hırsızlık haddi, suçlu­nun iki kez ikrarda bulunmasıyla aleyhinde sabit olur. Bir ikrarla had sabit olmaz. Bu görüşleri teyid için Ebû Ümeyye el-Mahzumî (r.a.)den rivayet edi­len şu hadîsi delil olarak ileri sürmüşlerdir: Beraberinde çalıntı mallar bu­lunmadığı halde hırsızlık ettiğini itiraf eden bir adam, Resûlullah (s.a.s.)ın

huzuruna getirildi. Resûlullah (s.a.s.) ona;

“Ben senin hırsızlık yaptığını sanmıyorum[116] dedi. O da ‘ ‘Hayır, hayır ey Allah’ın Resulü? Ben hırsızlık yaptım” dedi ve -bu sözü­nü iki ya da üç kez tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber emir verdi ve eli kesildi. Kesildikten sonra huzuruna getirildiğinde ona: “Allah’tan af dile ve tevbe et” dedi. Peygamber (s.a.s.)de üç kez “Allah’ım, onun tevbesini ka­bul buyur” dedi. Bu hadîsi Ahmed bin Hanbel, Neseî ve Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Lâfız, Ebû Davud’a aittir. Ravileri sika (güvenilir kimseler)dır. Haddi bertaraf etmek için kadi’nın suçluya, ikrardan rücû telkininde bulunması ge­rekir. Rivayet olunduğuna göre huzuruna getirilen bir hırsıza Hz. Peygamber şöyle demişti:

“Çaldın mı? Çaldığını sanmıyorum.[117] İkrar eden kişi ikrarından rücû ederse; bu rücûu kesme cezası bakımından sahih olur (eli kesilmez) ve bu bakımdan yalanlanmaz. Ama mal hususunda sahih olmaz.

Çünkü mal sahibi onu yalanlar. îki ikrarın iki ayrı mecliste olması ge­rektiğini şart koşmuşlardır. Çünkü ikrar, iki hüccetten biridir, diğeri mu­teber olur ki; o beyyinedir. Tahavî’nin rivayet ettiğine göre adamın biri Hz. Ali (r.a.) nin huzurunda iki kez hırsızlık ikrarında bulunmuş, Hz. Ali (r.a.) de ona: “Kendi aleyhinde iki kz şahitlik yaptın” demiş ve elinin kesilmesini em­retmiş; kesildikten sonra elini boynuna asmıştı. Yani bu adam kendi aleyhin­de iki kez şehadette bulunduğu için ikrar etmiş kimsenin hükmüne tabi ol­muştur. Hadde ikrar sayısı, şahit sayısı yerine geçer. Yine bunun gibi zinada ikrar sayısı, şahit sayısı gibi (dört kez yapılınca) muteber olur. Hırsızın aley­hinde bir erkekle iki kadın şahitlik yaparlarsa; çalınan mal, hırsızın üzerine sabit olur. Malın kendisini veya kıymetini sahibine vermesi gerekir. Ama bu nedenle elinin kesilmesi gerekmez. Çünkü hadlerde kadınların şahitlikleri kabul edilmez. .

Şahitlik Nasıl Yapılır

Dediler ki: İmamın iki şahide -şahitlik yaparlarken- hırsızlığın keyfiyeti­ni; yani hırsızın nasıl çaldığını sorması gerekir. Çünkü, el kesmeyi gerektir­meyecek şekilde malı çalmış da olabilir. Örneğin duvarı delip elini içeri soka­rak eşyayı dışarı çıkarmıştır. Bu durumda üç mezhebin zahir rivayetlerine göre hırsızın eli kesilmez. Ya da el kesmeyi gerektiren nisap miktarı malın tama­mını değil de önce bir kısmını çıkarmıştır, sonra dönüp nisabın diğer bir kıs­mını içerden çıkarmıştır. Ya da kapıya bir arkadaşını koyup malı onun elin­den alarak çalmıştır. İmamın, şahitlik yaparlarken iki şahide hırsızlığın ma­hiyetini sorması gerekir. Çünkü hırsızlık kelimesi lügatte, söz işitme hırsızlığı mânasında da kullanılmaktadır. Namaz rükünlerini eksik bırakma mânasın­da kullanıldığı da olmaktadır. Resûlullah (s.a.s) buyurmuş ki:

“Hırsızlığın en kötüsü, namazını çalan kimse (nin hırsızhği)dir.” imam hırsızlığın ne zaman yapıldığını da şahitlere sormalıdır. Zîra olabilir ki; hır­sızlık zaman aşımına uğramıştır. Hırsızlık suçu zaman aşımına uğradıktan sonra şahitler, hırsızın aleyhinde şahitlik ederlerse (hırsızın eli kesilmez. Ama) çaldığı malın tazminatını” öder. İmam malın nereden çalındığım da şahitlere sormalıdır. Zîra olabilir ki; hırsız malı dar-ı harpte bir müslümandan çalmış­tır. Ama çaldığını hırsızın kendisi ikrar ederse, imam ne zaman çaldığını ona sormaz.’Çünkü zaman aşımı, ikrarı iptal etmez. İkrarda bulunan hırsıza ma­lı nereden çaldığını da sormaz. Lâkin mahfaza ve diğer şartları ona sorar ki; bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir.

Bazıları dediler ki: İmam çaldığını ikrar eden kimseye,çahnan şeyin ne olduğunu sormalıdır. Çünkü her çalınan mal, meselâ hurma, üzüm ve diğer şeyler el kesmeyi gerektirmezler. Çalınan malın değeri nisaptan az da olabi­lir. Malı kimden çaldığını da ona sormalıdır. Çünkü bazı kimselerden çalma­sı durumunda hırsızın elinin kesilmesi gerekmez: Örneğin mahrem olan ak­rabadan çalan kimsenin, efendisinden çalan kölenin, karısından çalan koca­nın, oğlundan çalan babanın eli kesilmez. Kaldı ki; kendisinden çalınan kim-5e çalman malı hırsıza hibe eder veya mülk edebilir ve bu durumda kesme cezası düşer.

Bazıları dediler ki: Kendisinden mal çalınan kimseden soru sormak ge­rekmez. Çünkü o, mahkemede hazır bulunmakta, hırsızın cezalandırılması­nı istemekte, onunla davalaşmaktadır. Şahitler de orada hazır bulunup, hır­sızın ondan çalmış olduğuna şahitlik etmektedirler. Ondan soru sormaya ge­rek yoktur. Şahitlerin, hırsızın malı ondan çaldığına şahitlik etmeleri, hazır­daki kimsenin (mal sahibinin) davacı olması, onun açıklama yapmasını, hır­sızın niyetini gerektirmez. Dava açılması, mal sahibinin “O benim malımı çalmıştır. Ben onun efendisiyim” demesini gerektirmez. Ama haddi bertaraf etmek için mal sahibine bu gibi şeylerin sorulması ihtiyat bakımından gerek­li olur. Bunu, haddi bertaraf etmeyecek şekilde açıklamaları durumunda ka­dı şahitleri âdil olarak tanıyorsa, hırsızın elini keser. Şahitlerin durumlarım bilmiyorsa, onların adaletli olup olmadıklarını bilinceye dek hırsızı hapse­der. Çünkü o, hırsızlık sanığıdır. Kefaletle tevessük, ( yani işi sağlama bağla­mak ) imkânsızdır. Zîra hadlerde kefalet olmaz. Şahitler âdil olduk­larında, malı çalman kimse hazırda değilse; o hazır olmadıkça hırsızın eli ke­silmez. Zîra olabilir ki; çalınan malı hırsıza hibe etmiş veya onu affetmiştir. Kendisinden mal çalman kimse hazırdaysa, şahitler ğaipteyseler, şahitler ha­zır bulunmadıkça hırsızın eli kesilmez. Çünkü her ikisi veya ikisinden biri, şehadetlerinden rücû etmiş olabilirler. Ölüm de böyledir. Recm dışındaki bü­tün hadlerde bu hüküm sözkonusudur.

Âlimler şöyle fetva verdiler: Hırsizlığıyla meşhur bir kimseyi bir adam kendi evinde bulur, o da hırsızlık yapmamakta veya hırsızlığa teşebbüs etmek­sizin kendi ihtiyacını görmeye gitmekteyse, onu öldürmeye hakkı yoktur. Ama onu yakalayıp ilgili makama teslim edebilir. İmamda tevbe edinceye kadar onu hapseder. Çünkü o, yeryüzünde fesad çıkarmakla itham edilmektedir. “Sırf töhmetten caydırmak için hapsetmek caiz ve meşrudur.”

Şahitlerin Hatası

Hanefî, Mâlîkî ve Hanbelıler dediler ki: Şahitler hırsızın aley­hinde şahitlik yaparken hata ederler ve bu nedenle hırsızın eli kesilir de sonra yalan söyledikleri açığa çıkarsa; örneğin bir başkası gelip malı kendisinin çaldığını itiraf eder veya sanıktan başkasının malı çaldığına dâir bir beyyine or­taya çıkar veya her iki şahit de şahitliklerinde hata ettiklerini itiraf ederlerse; imamın onları malî cezaya çarptırması, şahitliklerinde hata etmeleri nede­niyle kesilen elin diyetini ödemekle onları yükümlü kılması gerekir. Ama şa­hitler; “Biz onu altetmek maksadıyla bilerek onun aleyhinde şehadette bulunduk” derlerse, bu durumda onların, kesilen elin diyetini ödemeleri ge­rekir. Hırsızın kesilen bir eli karşılığında her ikisinin elinin kesilmesi gerek­mez. Kesilmesi zulüm ve haksızlık olur.

Şâfiîler dediler ki: İki erkek, bir başkasının mahfazalı bir yerden ni­sap kıymetinde bir mal çaldığına şahitlik ederler: Hırsızın eli kesildikten sonra da onların yalan şehadette bulundukları açığa çıkarsa; imam onlara takrirde bulunur. “Şehadette hata ettik*’ derlerse, kesilen elin diyetini ödemekle yü­kümlü kılınırlar. Yok eğ|r “Kasıtlı olarak onun aleyhinde asılsız şehadette bulunduk” derlerse onun kesilen eline kısas olarak ikisinin de eli kesilir. Bu, kıyasa daha yakındır, iki kişinin bir kişi için öldürülmeleri caiz olduğuna göre, bir el için iki el niye kesilmesin? El candan daha az değerlidir. Çok caiz oldu­ğuna göre az niye caiz olmasın?

Şafiîler mezheplerini teyid için Hz. Ali’yle ilgili olarak Şa’bîMen yapı­lan şu rivayeti delil olarak ileri sürmüşlerdir: iki adam, İmam Ali (r.a.)nİn huzuruna gelerek bir kişinin hırsızlık ettiğine şahitlik ettiler. İmam Ali (hır­sız dedikleri) adamın elini kesti. Sonra bu iki (şahit) kişi, bir başkasını İmam Ali’nin huzuruna getirdiler ve “Hırsızlık yapan aslında budur. Birinci kişi­nin çaldığını söylediğimizde hata etmişiz” dediler. İmam Ali, onların diğeri aleyhindeki şehadetlerini onaylamadı. Eli kesilen birinci şahsın elinin diyeti­ni ödemelerini onlara emretti ve “Kasten böyle yaptığınızı bilseydim, elleri­nizi keserdim” dedi. Bu rivayet bu babda nasstır.

Bir erkekle iki kadın, bir erkeğin hırsızlık yaptığına dâir şehadette bulu­nurlarsa; hırsız, çalınan malın tazminatını öder ve eli kesilmez. Bir adam hır­sızlık yaptığını hâkim huzurunda ikrar eder, sonra da ikrarından rücû eder­se; çaldığını ikrar etmiş olduğu malın tazminatını öder ve eli kesilmez. -Bunun tersi olmaz. – Malı çalınan kimse; “Tazminat istemiyorum. Hırsızın elinin ke­silmesini istiyorum” dese dahi, davasına kulak verilmez. Kesme hakkı ancak mala bağlı olarak sahih olur. Mal yok olunca kesme de yok olur.

Haddi Uygulayan Kimsenin Hatası

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Hâkim, haddi uygulayan kimseye “Hırsızlık yaparak mal çaldığı için şu adamın sağ elini kes” der de 0 yanılarak veya bilerek sol elini keserse, bir şey gerekmez. Yalnız, imam onu ta’zîr eder. Çünkü o, içtihadında yanılmıştır. Müctehidin.hatası da, icmâ ile normal karşılanmıştır. Çünkü nassm zahiri, sağ elle sol eli eşit tutmaktadır. O her ne kadar sol oiganı, haksız .yere zulmen telef etmişse de, yerine aynı cinsten olup ondan daha iyi bir organı bırakmıştır ki; o da sağ eldir. Sol el kesildikten sonra bu durumda sağ el kesilmez. Sağ el, sol elden daha iyidir. Çünkü tutma kuvveti onunla daha mütekâmil olmaktadır. Bu elle daha çok iş görülür. Yanlışlıkla sağ el yerine sol eli kesen had tatbikçİsİ, tazminatla yü­kümlü kılınmaz. Had tatbikçisinden başkası da bu durumda el keserse, taz­minat ödemekle yükümlü olmaz… ister bilerek yapsın, ister bilmeyerek yap­sın, farketmez. Çünkü sağ el gitmek Üzereydi ve artık yok hükmündeydi. Onu olduğu gibi yerinde bıraktı.

İmam Ebû Yûsuf’la İmam Muhammed dediler ki: Had tatbikçisi, hâki­min kendisine sağ el kesme emrini vermesinden sonra hata ederek sol eli ke­serse; hata etme durumunda tazminat Ödemekle yükümlü olmaz. Kasıtlı ola­rak, sağ el yerine sol eli kesmişse, sol elin diyetini ödemesi gerekir.

Şâfiîler ve Mâlikîler dediler ki: Had tatbikçisi hata ederek hırsı­zın sol elini keserse, kendisine bir şey lâzım gelmez. Ama hâkimin kendisine sağ eli kesmesini emretmesinden sonra sol eli kesmiş ise, kendisine kısas ge­rekir ve sol eli kesilir. Bu olay, şehadetten sonra ama kesme hükmü verilme­den önce şahitlerin adaletli olup olmadıklarını öğrenmek için beklerken hır­sızın elinin kesilmesi ve sonra da şahitlerin adaletli olduklarının öğrenilmesi durumuna kıyaslanmıştır. Bu durumda kesilecek organ yok olduğu için hır­sıza artık kesme cezası uygulanmaz. Çaldığı malı telef etmiş olsa bile hüküm aynıdır. Çünkü kesme eylemi yerine getirildikten sonra tazminat yükümlülü­ğünün ortadan kalkması, Allah’ın hakkıdır. Ama bu da olmamıştır. Aynı şe-kİlde had tatbikçisi (hata ederek) hırsızın sol elini keserse, sağ elini kesme mec­buriyeti ortadan kalkar.

İçtihatta hata etmenin mânası şudur: Hâkimin had tatbikçisine, hırsızın sağ elini kesme emrini vermesinden sonra onun, Yüce Allah’ın “(Kadınla er­kek) hırsızların ellerini kesin” mealindeki emrinin, sağ el anlamına gelebile­ceği gibi sol el anlamına da gelebileceği yolunda ictîhad ederek hırsızın sol elini kesmesidİr. Ama had tatbikçisinin böyle bir ictİhad yapmayıp da sağ el ile sol eli birbirinden ayirdedemeyip sağ yerine solu kesmesi, affedilemez. Çün­kü bu akla çok uzaktır. Ve böyle bir iddiada bulunan kimse töhmet altına alınır. Şu halde her iki yerdeki kesim de amden yapılmıştır. Ancak bu du­rumdaki amden sözünün mânası, cüzlerinde ictihad etmeksizin sol eli kes­meye kasdetmektir. Ama hâkim had tatbikçisine “Sağ” diye belirtmeksizin “Şunun elini kes” derse, o da sol elini keserse; ittifakla sorumlu olmaz ve tazminat ödemesi gerekmez. Sağ elin kesilmesine hüküm verildikten sonra, adamın biri hâkimden izin almaksızın hırsızın sağ elini keserse; şayet bunu

kasten yapmışsa kendisine kısas tatbik etmek gerekir ve eli kesilir. Hataen yapmışsa, kestiği sağ elin diyetini ödemekle yükümlü olur. Hırsızın da artık sol eli kesilmez.

Bir Kimsenin Hırsızdan Çalması

Hanefî, Hanbelî ve bir kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Bir hır­sız mal çaldığı için eli kesilir de sonra bu malı bir başkası kendisinden çalar­sa, ne o ne de mal sahibi, ikinci hırsızın elini kestirme hakkına sahip olmaz. Tazminatı vâcib olmadığından dolayı ilk hırsız hakkında da aynı durum söz-konusudur. Birinci hırsızın kesilen eli tazminat eli değildir. Emanet ve mülk eli de değildir. Çalınan şey de masum ve dokunulmaz bir mal değildir. İkinci kez onu çalanın elinin kesilmesini gerektirmez. Zayi olan mal hükmüne gir­miştir. Zayi olan bir malıfbulup alanın eli kesilmez. Bu hal kadı’nın yanında zuhur edersejmalı ne ikinci hırsıza ne de birinciye havale eder.Çünkü her iki­si de hıyanet etmiştir. Aksine, eğer hazırdaysa malı sahibine geri verir. Mal sahibi hazırda değilse, malı beytü’l-malde muhafaza altına alır. Nitekim ka­yıp mallar da beytü’I-malde muhafaza altına alınırlar.

Mâlikller ve diğer bir kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Mal sahi­binin davacı olması durumunda ikinci hırsızın da eli kesilir. Çünkü o, muha­faza altında bulunduğu şüphesiz olan nisap miktarı malı çalmıştır. Sahibinin davacı olması durumunda, ilk hırsızın eli kesilmiş olsa da olmasa da ikinci hırsızın eli kesilir. İkincisi, birincinin elinin kesilmesinden önce veya şüphe nedeniyle haddin ondan uzaklaştırılmasından sonra çalarsa; birincinin da­vacı olması halinde ikinci hırsızın eli kesilir. Çünkü kesme nedeniyle malın değerlendirilmesi artık sakıt olur. Bu da olmamıştır. Şu halde ikinci hırsızın eli, gasbeden bir kimsenin eli gibi olur.

Hanefîler dediler ki: Hırsızlık ettiği için elinin kesilmesine karar ve­rilen bir kimsenin; mal sahibinin çalınan malı ona hibe etmesi, ona teslim etmesi veya ona satması durumunda eli kesilmez. Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Bu durumda eli kesilir. Çünkü bu durumda hırsızlık, hiç şüphe olmaksızın çalma fiili işlendiği için tahakkuk etmiş, hâkimce tesbît edilmiş ve kesmeye de karar verilmiş olduğu için tam olarak vukûbulmuştur. Hırsız­lıkta şüphe bulunmadığı için kesme cezası uygulanır. Bu görüşte olanlar, de­lil olarak Safvan’m hadîsinde vârİd olan şu hususu ileri sürerler: Safvan, Hz. Peygamber’e “Ben hırsızın elinin kesilmesini İstememiştim” deyince Hz. Pey­gamber ona;

“Onu, bana getirmeden önce bunu düşünscydin.[118] diye cevap vermişti. Neseî, bir rivayetinde, “Resûlulah (s.a.s.) onun elini kesti” ibaresini eklemiştir.

İslâm Hukukunun Diğer Şeylerle Değil De Hırsızlıkla Alâkadar Olması

Adamın biri çıkıp şöyle diyebilir: İslâm hukuku, topluma eziyet verici diğer suç türleriyle değil de niçin özel olarak hırsızlıkla alâkadar olmuş­tur? Gasbedİciyi, ihtilas yapan ve hıyanet edeni bir tarafa bırakmıştır. Ni­tekim malını zararlı ve müfsid şehvetler yolunda veya topluma eziyet ver­me uğruna, yahut buna benzer diğer hususlar için sarfeden kimseyi ken­di haline bırakmıştır. Bunun sebebi nedir?

Buna cevaben deriz ki: İslâm hukukunun bu mevzuda koyduğu hü­kümler, hikmet sahibi Yüce Rabbin takdiridir ki; bu da tamı tamına hik­metli ve doğrudur.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Hırsızlık, muhafaza altında bulunan baş­kasına ait malı gizlice almaktır<18). Kuşkusuz bu fiili İşlemeye teşebbüs eden kimsenin her zaman ve her yerde tehlikesi vardır. Çünkü bu kişi ama­cına ulaşmak ve istediğini elde etmek için her türlü suçu rahatlıkla işleye­bilir. Binada gedik açar, kilidi kırar, yolunda durup kendisine engel olan veya ona karşılık veren kimseyi öldürmekten geri durmaz. İnsanların can­larını, mallarını ve ırzlarını tehdid eder. Evvel emirde hırsızın eline vurul­maz, kendisine engel olunmaz ve şiddetli cezalar verilmezse; kötülüğü bü­yük, tehlikesi şiddetli olur. Çalınacak mala kavuşmak için hırsızların çok can aldıklarını ve sayısız ırzlara tecavüz ettiklerini olaylar bize göstermiştir.

(I8) Hanefîler dediler ki: içinden mal çalanın elinin kesilmesine neden olan mahfazanın niteliği şöyle olmalıdır: Bu mahfaza, mallardan birinin mah­fazası olmalıdır. Bir şey için mahfaza olan yer, o cinsten olan bütün malların mahfazası olur. Sonra her şeyin mahfazası, kendine layık bir mahfaza olma­lıdır. Peygamber (s.a.v.) buyurmuş ki:

“Hurma kurutma yerinin muhafaza ettiği şeyi çalan kimsenin eli keşilir.[119]

Bir başka hadîs-i şerifte de Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

‘Dağın muhafaza ettiği şeyi çalma nedeniyle el kesilmez. Ağılın muhafaza ettiğini çalma durumunda el kesilir[120]

Mahfaza, malı hırsızlardan koruyan şeydir. Mal, bir koruyucu ile mah­fazalı olabilir. Sözgelimi çölde veya mescitte veya herkesin gelip geçtiği umu­mî yolda bir kimse malını yanına alarak oturur; uykuda da olsa uyanık da olsa, malı mahfazalı olur. Rivayet olunduğuna göre Resûlullah (s.a.v.) Saf-van mescitte uyumaktayken başının altından abasını çalan hırsızın elini kes­miştir. Anılan yerlerde oturmakta olan kimsenin malı altında da olsa yanı-başinda da olsa hüküm aynıdır. Bu durumda kişi örfe göre malının koruyu­cusu sayılır. Onun malını veya eşyasını çalan kimsenin eli kesilir.

Yer ile mahfazaya gelince bu; bina, ev, dükkan ve sandık gibi şeylerdir. Bunlar içlerinde bulunan eşyanın mahfazasıdırlar. Bu eşyanın sahibi hazırda da olsa gaibte de olsa anılan yerler bu eşyanın mahfazasıdırlar. Burada eşya için koruyucu bulundurmanın önemi yoktur. Çünkü bu gibi yerlerde bulu­nan eşyalar, koruyucusu olmaksızın da mahfaza altında sayılırlar. Mahfaza, malı koruma altında tutmak için hazırlanmış yerdir. Ancak buralardan malı alan kimse malı dışarı çıkarmadıkça eli. kesilmez. Çünkü hırsız onu dışarı çı­karmadıkça, sahibinin eli hâlâ o malın üzerinde sayılır. Koruyucu tarafından mahfazalı olarak malı çalan kimsenin elinin kesilmesi gerekir. Çünkü hırsı­zın sırf onu almasıyla, sahibinin o mal üzerinden eli kalkmış sayılır ve hırsız­lık tamamlanmış olur. Evin kapısı açık olup, hırsız içeri girer ve eşya alırsa eli kesilmez. Çünkü bu hırsızlık değil zorbalıktır. Zîra açıkladığımız şekilde bunda gizlilik yoktur. Geceleyin oraya girip malı alırsa, eli kesilir. Çünkü orası muhafaza için bina edilmiş bir yerdir. Akşamla yatsı arası oraya girer de in­sanlar da hâlâ dışarıda dolaşmaktaysa, vakit gündüz hükmünde olur. Ev sa­hibi hırsızı biliyor, ama hırsızın bundan haberi yoksa veya bunun tersi bir durum varsa, eli kesilir. Çünkü o, malı gizlice almıştır. Hırsızlık esnasında hırsız ile ev sahibi birbirlerini görüyorlarsa; hırsızın eli kesilmez. Çünkü bu zorbalıktır. Geceleyin hamamdan çalarsa eli kesilir. Gündüzleyin çalarsa eli kesilmez. Çünkü o, gündüzleyin hamama girme iznine sahiptir.

Hayvanların sırtları, taşımakta oldukları eşyaların mahfazasıdırlar. Dük­kanların ön ve yan tarafları, her ne kadar oralar dükkan değİlseler de sahip­leri bu mallarla beraber olsalar da olmasalar da geceleyin de çahnsa, gün­düzleyin de çalınsa, satış için oralara konulan eşyaların mahfazasıdırlar… Hü­küm hepsinde aynıdır. Çarşı-pazarda dolaşan seyyar satıcıların arabaları da bu hükme tabidirler. Hayvan rnezatındaki davar yerleri; sabit olsalar da ol­masalar da davarlar için mahfazadırlar. Avluda ve tarlada bağlı bulunan hay­vanlar; beraberlerinde sahipleri bulunsa da bulunmasa da mahfaza içinde sa­yılırlar. Hayvan mescidin kapısında veya pazardaysa, mahfaza içinde sayıl­maz. Meğer ki beraberinde koruyucusu ve onu mescidin avlusuna bağlayacak birisi bulunsun. Yahut sahibi, hayvanını bağlamak için belli bir yer edinmiş olsun. Burası hayvan için mahfazadır.

Bir kimse ahırdan bir inci çalarsa eli kesilmez. Çünkü orası inci için mah­faza sayılmaz. Gemi, içinde bulunan eşyanın mahfazasidır. Seyir halinde de olsa, demirlenmiş vaziyette de olsa hüküm aynıdır. Geminin kendisi çahnır-sa, hayvan statüsünde olur. Seyir halindeyse; mahfazalı olması onun için bir yere bağlayıp demirlemişse, bağlamış olması onun için bir mahfaza olur. Mescid kapısında koruyucusuyla birlikte duran hayvan gibi, her nerede olursa olsun gemiyle birlikte bir adam varsa; o gemi mahfazalı olur. Koyun üzerin­deki bir elbiseyi çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü koyun elbiseyi muhafa­za edemez. Ancak koyunların muhafaza edildiği bir yerde olması hariç… Bu durumda sahibi beraberinde olsa da olmasada da hüküm hırsızlıktır,

Mâliki, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Mahfaza, içinde korun­makta olan malın çeşidine ve kıymetine göre değişir. Bu hususta örf muteber olur. Çünkü bunu şer’an ve lugaten belirleyecek bir kural ve formül yoktur. Mahfaza; içinde bulunan malın türüne ve pahasına, bulunduğu beldeye, devlet başkanının âdülik ve zalimliğine göre değişir. Bu gibi şeylerde örf ve adete başvurulur. Evler, dükkanlar, hayvanların bağlandıkları yerler; aynı şekilde kaplar, hayvanların sırtlan, otomobiller, içlerinde ve üzerlerinde bulunan şey­lerin mahfazasıdırlar. İnsanın üzerinde bulunan giysilerin mahfazası, insa­nın kendisidir. Yanındaki eşyanın da -ister uyumakta olsun, ister uyanık olsun-mahfazasıdır. Çocuğun üzerinde bulunan zînetleri ve diğer şeyleri çalan kim­senin eli kesilmez. Meğer ki; hayvan ve diğerlerinin yanında olduğu gibi bu çocuğun yanında da, kendisini korumakta olan bir muhafız mevcud olsun.

Yurtlarda Ve Otellerdeki Hırsızlık

İmaret, otel, öğrenci yurdu ve huzurevi gibî; her şahsın, üzerinde kilitle­nir kapısı bulunan birer odada müstakil olarak kaldığı binalardan birinde ba­rınmakta olan kimselerden birinin, arkadaşının odasından bir eşya çalması ve bu eşyayı otel ya da yurdun salonuna çıkarması durumunda; kendi odası­na sokmamış veya bina dışına çıkarmamış da olsa, elinin kesilmesi gerektiği hususunda imamlar ittifak etmişlerdir. Çünkü binanın sahanlığına çıkarmak, onu ana caddeye çıkarmak gibidir. Yurt veya otelde kalanlardan biri, otelin veya yurdun salonundan bir şey çalıp onu kendi odasına koysa veya bina dı­şına çıkarsa da; elinin kesilmeyeceği hususunda imamlar ittifak etmişlerdir. Çünkü oranın salonunu, tıpkı ana cadde gibi hepsi de alışveriş için kullanma hakkına sahiptirler. Yalnız, bu salonda bağlı bulunan bir hayvan veya buna benzer bisiklet gibi bir şey çalımrsa, çalanın eli kesilir.

Dört. mezhep imamı ittifak ettiler ki; evin kapısı ve kilidi; ev içindeki şeylerin, elbîselelerin, para ve mücevherlerin mahfazasıdır. Kilitli sandıklar, içlerindeki eşya için mahfazadırlar. Geceleyin bekçi bulunması durumunda buralardaki eşyalar, mahfazalıdırlar. Ahır ve tavlalar, içlerinde duran kıymetli hayvanların mahfazasıdırlar. Evin girişi ve avlusu; içlerinde bulunan kapıla­rın iş elbiselerinin mahfazasıdırlar. Ortakların müştereken barınmakta ol­dukları evlerin mahfaza olup olmadığı hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Mâlikîler ve fıkıhçılar dediler ki: Kişilerin müştereken barınmakta oldukları bir evdeki sakinlerden birisinin eşyayı, içinde bulunduğu odadan çalma du­rumunda eli kesilir. Çünkü o oda, içindeki eşyanın mahfazasıdır. İmam Ebû Yûsuf ile îmam Muhammed dediler ki: Eşyayı binanın dışına çıkarmadıkça bu kişinin eli kesilmez. Çünkü bu adam oraya girme iznine sahiptir. Ayrıca bütün odalarıyla birlikte bu ev, bir tek mahfazadır. Elin kesilmesinin vâcib olması için; hırsızın eşyayı bina dışına çıkarmış olması şarttır.

Dükkanlardan Çalma

Şâfiîler dediler ki: Aktar, bakkal veya diğer dükkancılardan bi­ri eşyaları üst üste koyar veya onları dükkanın kapısına bir iple bağlar yahut üzerine bir perde bırakır ya da dükkanının kapısı önüne iki levhayı tersine dayarsa; bu önlemler, gündüzleyin o eşyalar ve dükkan İçin mahfaza sayılır­lar. Çünkü komşuları ve gelip geçenler dükkanı ve eşyayı kontrol edip bek­lerler. Böyle yapmakla etraftaki İnsanları hırsıza karşı uyarmış olur. Ama böyle yapmaz ve eşyaları öylece gelişi-güzel bırakır ya da kapıyı açık bırakırsa; ça­lan kimsenin eli kesilmez. Çünkü bu durumda eşyalar ve dükkan mahfazalı değildir. Geceleyin ise bu önlemlerin yanısıra dükkanın yanında bekçi varsa; o zaman dükkân ve eşya mahfazalı sayılır. Dükkanda bir gedik bırakır ve bekçi de yoksa, hırsız da oradan içeri girip çalarsa; hırsızın eli kesilmez. Baklagil­ler ve benzeri turp, pırasa ve maydanoz-giBi şeyler, eğer birbirlerine eklenip bağlanmış,dükkan kapısı önüne bırakılmış,üzerine hasır veya benzeri bir şey atılmışsa, bekçinin var olması şartıyla bu eşyalar mahfazalı sayılırlar.

Bayram günlerinde ve benzer zamanlarda dükkanı süslemek için dük­kanların üzerine bırakılan, üzeri deri ve saire şeylerle örtülen kıymetli eşya­larda aynı şekilde düğün ve sevinç gecelerinde evlerin ve dükkanların kapıla­rı üzerine konulan elektrik lambaları da bekçi bulunması durumunda mah­fazalı sayılırlar. Çünkü çarşı esnafı buna alışıktır. Bu hususta birbirlerine destek olurlar. Ama diğer gecelerde durum bundan farklı bir hüküm taşır. Kumaş boyacısının dükkanının kapısında asılı bulunan kumaş, aktarın dükkanının kapısında asılı bulunan eşyalar, mahfazalı sayılırlar. Kapısı kilitli dükkan, bek-Çİsi olmasa bile içinde bulunan bakkaliye eşyasının mahfazasıdır. Kuyumcu­nun altın ve gümüşü, tüccarın saatleri ve satış amacıyla dükkânların vitrinle­rine konan diğer kıymetli eşyalar; güvenlik zamanında bekçisiz de olsa, geceleyin de gündüzleyin de böyle bir dükkanda mahfazalı sayılır. Herkesin gir­mesine izin verilmiş olan açık dükkanlardaysa, hüküm bunun hilâfmadır. Böyle bir dükkandan çalan kimsenin eli kesilmez. Korku ve fitne zamanlarında ki­litli olan dükkan da böyledir. Tarla, adete göre içindeki tohum ve ekinin mah-fazasidır. Bazıları, bekçisi olmaması durumunda tarlanın, içindeki tohum ve ekinin mahfazası olmayacağını söylemişlerdir.

Bahçenin etrafına örülen kuşatma suru, bekçisiz olarak meyvelerin mah­fazası olmaz. Meyveler ağaçların üzerinde olsalar bile, bu sur meyveler için mahfaza sayılmaz. Meğer ki; bu bahçe kendisini gözetecek bir komşunun bi­tişiğinde bulunsun. O zaman bu sur mahfaza sayılır. Evlerin avlusunda bu­lunan ağaçlar, çöldeki ağaçların aksine bekçisiz olarak da mahfazalı sayılır­lar. Karlıktaki kar, buzluktaki buz, incirlikteki incir, yaraltı mahzenlerindeki buğday ve bakla, sahrada bekçisi yoksa mahfazalı sayılmaz.

Binaların kapılan, binaların içindeki odaların kapıları, üzerlerindeki ki-Htleriyle birlikte dükkan kapıları; mahfazadır. Bu kapılar üzerlerindeki kilit, halka, çivi ve diğer bileşimler için de mahfazadırlar. Kapı açık da olsa veya evde ve dükkanda bekleyen bir bekçi yoksa da hüküm aynıdır. Evlerin dam­ları da böyledir. Ahır ve tavla, evlere ve meskenlere bitişikse, içinde bulunan kıymetli hayvanlarla diğer şeylerin mahfazasıdır. Ama bu tavla ve ahır çöl­de, ümrandan uzaktaysa; onu gözleyen güçlü bir bekçi olmadan, içindeki hay­van ve diğer eşyanın mahfazası olamaz.

Çabuk Bozulan Şeylerin Çalınması

Hanefîler dediler ki: Süt, et ve taze meyve gibi çabuk bozulan nes neleri çalmaktan dolayı hırsızın eli kesilmez. Zîra Resûlullah (s.a.v.) Efendi miz buyurmuşlar ki

“Meyve ve hurma ağacının yağını çalmaktan ötürü kesme (cezası) yoktur.[121]

Başka bir hadiste de şöyle buyurmuşlardır:

“Yiyecek maddesin(i çalmak)da kesme (cezası) yoktur.” Buradaki yiye­cek maddesinden kasıt, Allah en iyisini bilir; yemeye hazır hale getirilmiş ek­mek, et, hurma ve taze meyve gibi çabucak bozulan nesnelerdir. Çünkü buğ­day ve şeker çalma nedeniyle hırsıza kesme cezasının -eğer açlık ve kıtlık yılı değilse- uygulanması gerektiği hususunda icmâ vardır. Hanefîler bu görüşle-

rini, müslüman kimsenin organını kesmede ihtiyatlı olma esasına dayandır­mışlardır.

Şafiî, Mâliki, Hanbelîler ve Hanefîlerden Ebû Yûsuf dediler ki: Çabuk bozulan nesnelerden biri çalındığında; çalman şey el kesmeyi ge­rektiren bîr malın kıymeti tutarında ise, hırsıza kesme cezası uygulanır. Çün­kü kul hakkından zimmeti temiz tutmakta ihtiyatlı davranmak gerekir. Ayrı­ca çalınan bu nesne, bütün ulemâ nazarında değeri olan bir maldır. Yukarı­da adı geçen mezheplerle müctehidler, Abdullah bin Ömer (r.a.)in rivayet et­miş olduğu şu hadîs-i şerifi, görüşlerini teyid için bir delil olarak ileri sür­müşlerdir: Ağaçta asılı duran hurmanın çalınmasının hükmünü Resûlullah’a sorduklarında, soranlara şu cevabı vermişti:

“Kucak dolusu olmadıktan sonra, ihtiyaç sahiplerinden birisi ağzıyla alır (yer)se, ona bir ceza yoktur. Bir şey çıkarıp götürürse, onun iki misli malî ceza öder ve cezalandırılır. Kurutma yerine götürüldükten sonra ondan (hur­madan) bir miktar çalan kimse, (çaldığı hurmanın) değeri, kalkan bedeli (üç dirhem) kadar olursa; ona kesme (cezası) vardır.” [122]

Rivayete göre Müzeyne’li bir adam, Resûlullah (s.a.v.)a, dağda otlamak­ta olan bir bekçisi bulunan hayvanın çalınmasının hükmünü sormuştu da, Resûlullah (s.a.v.) ona şöyle cevap vermişti: “Onun iki bedelini Ödeyecek, dö­vülüp cezalandırılacaktır. Kurutma yerinde bulunan hurmadan çalan kimse için de kesme (cezası) vardır.[123]

Bir başka lâfızla da Resûlullah (s.a.v.)a şöyle sorulmuş: “Ağaçta asılı duran hurma hakkında ne dersiniz?” Cevaben demiş ki: “Kurutma yerine götürül­medikten sonra, ağaçta asılı duran hurmadan çalan kimse için kesme (ceza­sı) yoktur. Kurutma yerinden alınıp da, değeri kalkan bedelini (üç dirhemi) bulan hurmadan Ötürü kesme (cezası) vardır. Ama değeri, kalkan bedelini bulmayan hurma için iki misli malî tazminat ödeme, dayak ve ceza vardır.” Bu metinle Hâkim bu hadîsi rivayet etmiştir. Yine rivayet olunduğuna göre Hz. Osman (r.a.) zamanında bir hırsız, bir turunç çalmıştı. Hz. Osman bin Affan turunç için değer takdir edilmesini emretmiş ve üç dirhemlik değer takdir edilince; Hz. Osman hırsızın elini kesmişti. Buna cevaben deriz ki: Bu söz, Hz. Peygamber (s.a.v.)in “Meyvede ve hurma ağacının yağında kesme cezası yoktur” hadîsiyle, “Yiyecek maddelerinden dolayı kesme cezası yoktur ha­dîsinin ifade ettiği anlamla çelişmektedir. Rivayet olunduğuna göre bir köle, bahçeden hurma ağacının yağını çalmış ve mesele Mervan’a intikal ettirildi­ğinde, hırsızın elinin kesilmesini emretmiş, Rafı’ bin Hadîc ona itiraz ederek Resûlullah (s.a.v.)in “Meyve ve hurma ağacının yağının çalınmasında kesme cezası yoktur” dediğini hatırlattı. Ümmet, bu hadîsi kabulle karşılamıştır. Şimdi burada iki hadîs, kurutma yerine bırakılan taze hurma meselesinde mu-araza halindedir. Bu ve benzeri hırsızlıkların haddi hususunda haddi orta­dan kaldırmak için, haddi meneden hadisi öne almak gerekir. Çünkü, çalı­nan malın iki mislini tazminat olarak hırsızın mal sahibine ödemesini öngö­ren hadîsin zahirî anlamı metruktür. Çalınan mal, kıymetinin iki misliyle taz­min edilmez. Bu her ne kadar İmam Ahmed bin Hanbel’den nakledilmişse de âlimler buna muhaliftirler. Çünkü bu hadîsin (!) sübut kuvveti, Kur’an-ı Kerîm’deki şu âyetin sübut kuvveti kadar olamaz:

“Kim sizin üzerinize saldırırsa, sizde aynen ona, size yaptığı tecavüz gibi saldırın.[124] Şu halde Hz. Peygamber’in böyle bir hadîsi irâd etmiş olması düşünülemez.

Abd bin Abdurrahman bin ebi Hüseyn, Resûlullah (s.a.v.)in,$öyle bu­yurduğunu rivayet eder:

“(Ağaçta) asılı olan meyve için, dağda yayılmakta olan (hayvan için kesme cezası) yoktur.[125]

Hanefîler dediler ki: Dar-ı islâmda herkes için mubah olarak bulu­nan odun, ot, kamış, balık, kuş ve av hayvanları gibi değersiz şeyleri çalma nedeniyle kesme cezası uygulanmaz. Rivayet- olunduğuna göre Hz. Âişe (r.a.) demiş ki: “Kıymetsiz şeyleri çalan kimselerin elleri, Resûlullah (s.a.v.) zama­nında kesilmezdi.” Yani her zaman aslî şekliyle var olup herkesin rahatlıkla, serbestçe elde edebileceği; kendisine rağbet edilmeyen, nadir olarak insanla­rın arzu ettikleri başkasının mülkiyetinde bulunsalar bile zorla alındıkları tak­dirde sahiplerinin hemen hemen memnuniyetsizlik göstermeyecekleri, kendi­lerinde hıyanetin sözkonusu olmayacağı şeyler için kesme cezası yoktur. An­cak çok cimri olan insanlar, bu gibi kıymetsiz şeyleri elde etmek için birbirle­riyle yarışa girerler. Bu gibi nesnelerin çalınmasını önlemek için caydırıcı ce­zalar koymaya gerek yoktur. Bu gibi eşyalarda mahfaza noksandır. Kuşun vasfı uçmaktır. Bu nedenle ona rağbet azdır. Elde edilmezden önce avdaki mevcut umumî ortaklık da böyledir. Hz. Peygamber,

“Av, onu elde edenindir” demiştir. Başka bir hadîs-i şerîfte de şöyle bu­yurmuştur:

“İnsanlar üç şeyde ortaktırlar: Çimende, suda ve ateşte.[126]Bu ortaklık, anılan eşyayı elde ettikten sonra şüphe meydana getirir ve kesme cezası uygulanmaz. Hadler, şüpheler nedeniyle bertaraf edilirler. Tazesi de konservesi de balık kapsamına girer. Bütün türleri ve tavuk, kaz ve ördek de kuş kapsamına girerler. Hz. Peygamber (s.a.v.),

“Kuş (çalma) da kesme (cezası) yoktur[127]demiştir.

Şafiî, Mâliki ve Hânbelîlerle, imam Ebû Yûsuf dediler ki: Su, toprak, çamur, çakıl, çalgı aleti’ve nebiz müstesna; mahfaza altına alınıp ni­sap miktarına varan herhangi bir şeyi çalma nedeniyle, hırsıza kesme cezası uygulanır. Anılan şeyler dışında kalan eşyalar mahfazalı ve kendilerine değer takdir edilirse; diğer şeyler gibi olurlar. Mülk edinilip mahfaza altına alın­dıktan sonra bu gibi şeylerdeki aslî mübahlık ve bu mübahlığm izleri orta­dan kalkar. Kitap ve sünnetin bu hususta umumî delilleri vardır. Aslen raübahlıklannın eseri ve izi kalmaz. Başkası tarafından mahfaza atına alınma­dıkça aslen mubah olan saman ve odun ile diğer şeyler de bu hükme tabidirler,

Ağaçtaki Hurmayı Çalmak

Şâfiîler Ve Hanefîler dediler ki: Ağaçtaki meyveyi, tarladaki bi­çilmemiş ekini ve hurma ağacının yağını yeme nedeniyle kesme cezası uygu­lanmaz. Zîra Hz. Peyamber: “Meyvede ve hurma ağacının yağında kesme (cezası) yoktur” demiştir. Yine Hz. Peygamber, “Meyveler (i yeme) de kes­me (cezası) yoktur” demiştir. Merasil’de Ebû Dâvud Cerir bin Hazim’den, o da Hasan-ı Basrî’den naklederek, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Doğrusu ben, yiyecek maddesini yeme nedeniyle (hırsızın elini veya aya­ğını) kesmem.” Abdülhakk da bu hadîsi nakletmiş ve bunda mürsellikten başka bir illet bulmamıştır. Zaten mürsellik de onlara göre illet değildir.

Mâlikîler dediler ki: Ağaç mahfazalıysa, üzerindeki meyveyi çalan kimseye kesme cezası uygulanır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Osman (r.a.) turunç çalan bir kimsenin elini kesmişti. Onun bu uygulamasına, sahabîler muvafakat etmişlerdi. Çünkü turunç, kendisine değer takdir edilen bir mal­dı. Taze meyveler de mahfazalı iseler bu hükme tabidirler. Mal hürmetine ri­âyet etmek gerekir.

Hanbelîler dediler ki: Hırsız ağaçtan koparıp çaldığı meyvenin iki misli kıymetini ödemekle yükümü olur. Diğer üç mezhep imamıysa; hırsızın, sadece çaldığı meyvenin kıymetini vermesi gerekir demişlerdir.

Şâfiîler dediler ki: Eğer mahfazalı değilse, taze meyveyi çalma nede­niyle kesme cezası uygulanmaz. Ama meyveler bir evde veya mahfaza için-deyseler, onları çalan kimseye kesme cezası uygulanır.

Haram İçkîlerîn Çalınması

Şarap, nebiz ve diğer sarhoş edici İçkileri çalan kimsenin (el veya ayak) kesme cezasına çarptırılmayacağı konusunda imamlar ittifak etmişlerdir. Çün­kü hırsızın, onu dökmek amacıyla çalmış olduğu te’viline gidilebilir. Kaldı ki; Bu gibi şeylerin bazısı, değerli mal değildir. Şu halde bunların mal olma­ma şüphesi tahakkuk eder. Dolayısıyla bunları çalan hırsızın eli kesilmez. Ölü hayvanın debbağlanmadan önce derisi ve domuz gibi hürmete layık olmayan malları çalan kimsenin eli (veya ayağı) kesilmez. Müşrik bir.kimsenm nisap miktarına varsa da çalgı aletleri; eğitilmiş veya bekçilik amacıyla beslenmek­te de olsa köpek de aynı hükme tabidir. Çünkü bunlar kendilerine değer tak­dir edilen mallar değildirler. Kurbanlık hayvana gelince; kesimden önce çah-nırsa, çalanın eli kesilir. Kesimden sonra çahmrsa, çalanın eli kesilmez. Çün­kü kurban edildikten ve kesildikten sonra o, artık Allah’ın malı olur. Sadaka veya hibe yoluyla yoksulun mülk edindiği kurban eti veya derisinden nisap miktarı kadarını çalan kimseye el (veya ayak) kesme cezası uygulanır.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler dediler, ki: Şarap veya domuz çalan kimse çaldığının kıymetini tazmin etmekle yükümlü olmaz. Çünkü bu mal değildir. Çalınan bu şey bir kâfirin de olsa, bir müslümanın da olsa hüküm aynıdır. Çünkü âlimler, bunların değer taşıyıp taşımadıkları hususunda ihti­lâf etmişlerdir. Kaldı ki hırsızın bu şarabı dökmek amacıyla çalmış olduğu te’vili de akla gelebilir. Şu halde münker ve pis bir şeyi ortadan kaldırma ne­deniyle mübahhk şüphesi de sabit olmaktadır. Ayrıca, çalınan bu şey, mal edinilir şeylerden de değildir.

Malikiler dediler ki: Şarap veya domuz çalındığında, sahibi eğer zim-mî ise; hırsız çaldığı şeyin kıymetini ona öder veya eğer duruyorsa, malını olduğu gibi kendisine iade eder. Fakat çalınan şarap veya domuz bir müslü­manın mahysa; hırsız hiç bir cezaya çarptırılmaz.

Mâlikî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Çalgı aletleri çalınırsa; bunlar bir müslümanın da olsalar bir gayr-ı müslimin de olsalar; hırsıza ne

el kesme ne de tazminat cezası verilir. Çünkü bunlar, mal edinilir şeylerden değildirler. Bunları mülkedinip kullanmak yasaklanmıştır.

Hanefîler dediler ki: Çalgı aletleri eğer eğlence için kullanılıyor ise-ier çalındıkları takdirde kıymetlerini tazminat olarak ödemek gerekmez. Bu alet ve sazlar eğlence için kullanılmıyorlarsa; çalındıkları takdirde kıymetle­rini sahiplerine tazminat olarak ödemek gerekir. Çünkü bu aletlerin asıl mad­delerini kullanmak caizdir. Bazıları demişler ki: Çalınan şey; ana maddesi­nin mülkedinilip satılması caiz olan şeylerdense ve bu ana maddeden de saz, ud, zurna ve benzeri oyun ve çalgı aletleri yapılmışsa; çalınan bu şeye bakı­lır: Şekli bozulduktan ve kendisinden amaçlanan menfaat ortadan kalktık­tan sonra kendisinde çeyrek dinar veya daha fazlası kadar (bir kıymet) kal­mışsa, çalan hırsızın eli kesilir. Kullanılmaları caiz olmayan ve kırılmaları em­redilen altın ve gümüş kapflarda da hüküm aynıdır. İşçilik bir tarafa, bu kap­lardaki altın ve gümüşe değer takdir edilir. Kezalik altın veya gümüş bir haç, necis olmuş zeyt çalınır ve necis olarak değeri nisaba ulaşırsa; çalanın eli ke­silir. Aksi takdirde kesilmez. Tavla, satranç ve haram olan kumar aletlerini çalmak da bu hükme tabidir.

Mushaf-I Şerifi, İlim Ve Edebiyat Kitaplarını Çalmak

Hanefîler dediler ki: Kıymeti nisap miktarına da varsa, altınla yal­dızlanmış da olsa, Mushaf-ı Şerifi çalma durumunda, çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü okumak için çalmış olduğu te’viline gidilebilir. Zîra Mushaf-ı Şerif, yazılı olan âyetler için elde edilmek istenir ki; onun da mal olma niteliği yoktur. Geride kalan cilt, kağıt ve yaldızlara gelince; bun­lar asıl olmayıp ona bağlı olan şeylerdir. Bağlı şeylerse nazar-ı itibara alın­mazlar. Çünkü asılda kesmeyi gerektiren şeylerle kesmeyi gerektirmeyen şey­ler bir arada bulunurlarsa; kesme cezası uygulanmaz. Asılda kesme ve kesme delilleri biraraya geldikleri için şüphe meydana gelmiştir. Aynı şekilde ilmî ve dinî kitapları çalma durumunda da hırsızın eli kesilmez. Çünkü onun bunları okuma amacıyla çaldığı te’viline gidilebilir. Zîra bu kitapları almaktan mak­sat, içlerindeki ilimdir ki; ilim de bir mal değildir. Kitabın yazılmasından ön­ce cilt ve kağıdı çalınırsa; çalanın eli kesilir. Çünkü o, malla değerlendirilen bir nesnedir. Şiir ve edebiyat kitaplarıyla hesap defterlerinin çalınmasına ge­lince; bunların cilt ve kağıtları nisap miktarına varırsa, çalanın eli kesilir. Aksi takdirde kesilmez.

Şâfiîler dediler ki: Mushafı, şer’î ilim kitaplarım ve bunlarla ilgili

şeyleri çalanın eli kesilir. Çünkü bunlar; satılması, ticareti ve elde edilmesi caiz olan kıymetli mallardır. Faydalı şiir ve edebiyat kitapları da böyledir. Fay­dalı ve mubah değilseler, cilt ve kağıtlarına değer takdir edilir. Değerlerini saba varırsa, çalanın eli kesilir. Yoksa kesilmez. Ebû Sevr, îbn Kasım ve İbn Münzir bu görüştedirler. Çünkü bu, kıymet ifade eden bir maldır. Hanefî-lerden Ebû Yûsuf dedi ki: Mushaf-ı Şerîf altınla yaldızlanmış ve altın yaldızı da nisap miktarına varıyorsa, çalanın elî kesilir. Çünkü bu altın yaldız mus-haftan bir kısım değildir.

Hırsızdan Başka Kimselerin Hükmü.

Hırsızdan başka hain, gâsıb ve diğerlerine’gelince; bunlar, mal sahi­biyle yüz yüze gelirler. Yani ona hîle yaparak veya onu aldatarak veya hal­kın gözü önünde malı ondan zorla alırlar. Bütün bunların şerrinden korun­mak ve amaçlarına ulaşmadan kendilerine engel olmak mümkündür. Bu nedenle de şeriat koyucu, onları te’dîb etme işini hâkimin yetkisine bırak­mıştır ki; onları, kamu güvenliği nizamına ve ortama uygun, caydırıcı bir şekilde ta’zîr edebilsin.

Şu davar ki; bu tür olayların sebepleri farklı olabilir. Sebepleri önemli veya önemsiz olabilir. Şu halde münasip olanını seçebilmesi için bu suç­ların faillerine verilecek cezayı takdir etme yetkisini hâkime bırakmak ge­rekir. Ama hırsızlık böyle değildir. O gizlice işlenen bir suçtur. Doğurduğu sonuçlar çoğunlukla aynıdır. Hırsızlık eylemi insanları her zaman ve her yerde tehdid etmektedir.

(19) Mezar Hırsızının Elî Kesilir Mi?

Ölünün mezarının, kefen için mahfaza olup olmayacağı hususunda mez-heb imamları ihtilâf etmişlerdir.

Hanefîler dediler ki: Mezar, kefenden başka şeyler için mahfaza de­ğildir. Kefen için de mahfaza değildir. Mezarı açıp Ölünün üzerindeki kefeni ve zinetleri çalan kimseye, kesme cezası uygulanmaz. Çünkü bu hırsız (neb-baş); telef olmaya mâruz, sahipsiz bir malı, mahfazasız bir yerden almıştır. Zîra ölü, mülk edilemez. Bu, îbn Abbas hazretlerinin, Sevrî, Evzaî, Mekhûl ve Zührî’nin görüşüdür. Zîra mezar, sahradaki bir çukurdur. Gece ve gün­düz herkes oradan gelip geçme hakkına sahiptir. Mezarın kilitli kapısı yok­tur. Koruma görevlisi de yoktur. Şu halde mahfazalı olduğuna dâir geride sadece bir iddia kalmaktadır. Bu da anlamsız ve iddiadan ibaret bir adlan­dırmadır ki; bu olur şey değildir. Bu durumda hırsızın tazminat ödemesi ge­rekmez. Bunu kabul etsek bile; mezar, mahfazalı oluşu bakımından şüpheli olmaktan kurtulamaz. Böyle olunca da mezardan çalan kimsenin eli kesil­mez. Mülk olması bakımından şüphe sabit kalır. Haddin meşruiyet maksadı da haleldar olur. Bu iki sebepten her biri, haddin bertaraf edilmesini gerekli lalar.Birinciye baktığımızda görürüz ki; kefen hiç kimsenin mülkü değildir. Ölünün mülkü olamaz: Çünkü o, mülkedinme ehliyetine sahip değildir. Mi­rasçının da mülkü değildir: Zîra o, ancak ölünün ihtiyacından artakalan te­rekeye malik olabilir. Şu halde başkasının alacağının tümünü ancak karşıla-yabilen terekeden çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü o tereke, alacaklının ma­lıdır. Öyle ki; bunu hakkıyla alabilir. “Kimsenin mezardaki kefen ve zinet-lerde mülkiyet hakkı yoktur şeklindeki sözümüz sahih ise, mezar hırsızının eli kesilmez. Yoksa mülkiyetinde şüphe bulunduğuna dâir süzümüz tahak­kuk eder. Bu durumda da hırsızın eli kesilmez. Mezarı ev olarak adlandırma ile istidlalde bulunmaya gelince; bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü mezara ev adını vermek mecazîdir. Ev dört duvarla kuşatılan bir yerdir ki; bu duvarlar ev amacıyla örülmüştür. Mezarın böyle duvarları yoktur. Kaldı ki; evin haki­kati, mahfazayı gerektirmez. Mescid gibi mahfazasız olarak da dört duvarla kuşatılan yere ev demek 4oğru olur.

Şâfîî, Maliki, Hânbelîler ve İmam Ebû Yûsuf dediler ki: Ölü­lerin kefenlerim çalan kimselerin elini kesmek gerekir. Sahabîlerden Hz. Ömer, İbn Mes’ûd, Âişe (r.a.) ulemâdan Ebû Sevr, Hasan-i Basrî, Şa’bî, Katade, Hammad ve Nehaî bu görüştedirler.

Sonra dediler ki; el kesilmesini gerekli kılan kefen, meşru olan kefendir. Sünnet kefeninden fazlasını çalan kimsenin eli kesilmez. Aynı şekilde ölü­nün beraberinde mezara bırakılan esans, mal, altın ve diğer şeyleri çalan kim­senin eli kesilmez. Çünkü bunlar, beyinsizlik edilerek zayi edilmiştir. Mahfa­za altında sayılmazlar. Bunlar mezheplerini teyid için şu hadîsi delil olarak ileri sürmüşlerdir: “Mezar açan (ve içindeki malları çalan kimsenin elini) ke­seriz.” Bu, münker bir hadîstir. Sadece Beyhakî bunu rivayet etmiştir. Bir başka hadîste Resûîullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Muhtefîye kesme cezası yoktur.” Medînelilerin örfüne göre muhtefî, mezar hırsızına verilen isimdir.

Gelelim bu babda rivayet edilen eserlere: İbnü’l-Münzir dedi ki: Rivayet olunduğuna göre İbn Zübeyr, mezar açıp hırsızlık yapan bir kimsenin^elini kesmiştir. Bu rivayet zayıftır. Rivayet olunduğuna göre Abdullah bin Amir bin Rcbİâ, Hz. Ömer bin Hattâb’ın zamanında Yemen’de mezarlardan hır­sızlık yapan bazı kimseler görüp, bunları mektup yazarak Hz. Ömer’e haber vermiş; Hz. Ömer de ellerini kesmesi için ona (Abdullah’a) mektup yazmıştı.

Zührî’nin şöyle dediği nakledilir: Mezarları açıp içindeki eşyaları çalan bir grup insan, Mervan’ın huzuruna getirildi. Mervan onları dövüp sürgüne gönderdi. Onun zamanında çok sayıda sahabîler de vardı. (Hİç birisi onun bu uygulamasına itirazda bulunmadı.)

Yine Zührî’den naklolunduğuna göre Muâviye (r.a.) zamanında bir me­zar hırsızı yakalandı. O zaman Mervan, Medine valisiydi. Yanındaki sahabî-lerle fikıhçilara, bu hırsıza yapılacak uygulama hususunda danıştı. Bu hırsı­zın dövülerek çarşıda ve pazarda teşhir edilmesi gerektiği hususunda görüş birliğine vardılar, tşin mâna yönüne bakacak olursak kefen, mahfazalı olan ve kıymet taşıyan bir maldır. Emsali mallar da mahfazalıdırlar. Mezar ölü­nün mahfazasıdır. Giysileri ölüye tabidir. Mezar ölünün giysileri için de mah­fazadır. Giysileri çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü ölüyü çıplak bırakmak caiz olmaz. Bu ihtiyaç, mezarın mahfaza olması gerektiğini hükme bağlamıştır. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Ebû Zerr el-Gıfarî’ye şöyle demişti: “İnsanla­ra ölüm geldiğinde sen nasıl olacaksın? O zaman ev (mezar) Vasif’te olacak­tır.” (Yani o kadar çok insan ölecek ki; mezarlar, Vasıf mevkiine kadar uza­nacaktır.) Ben de dedim ki; “Allah ve Resulü daha iyi bilir” veya şöyle de­dim: “Allah ve Resulünün benim için hayırlı gördükleri şey neyse, o olur.” Resûlullah buyurdu ki: “Sana (o zaman) sabır gerekir.[128]

Ebû Dâvud bu hadîs için, “Babü Kat’in-Nabbaş” adlı bir bab açmıştır. İbn’ül-Münzir dedi ki: Ebû Dâvud bu hadîsle istidlalde bulunmuştur. Çün­kü bu hadîste mezara ev denilmiştir. Ev ise; içindeki eşyanın mahfazasıdır. Mahfaza içinden eşya çalan kimseye ihtilafsız olarak kesme cezası uygulanır. Çünkü mezar, kefen gibi eşyanın mahfazasıdır. Her şeyin mahfazası da ken­dine göredir. Hayvanların mahfazası, ahır ve talavdır. İncinin mahfazası, sandık ve hazinedir. Koyunun mahfazası ağıldır. Bu sayılan şeyleri, anılan mahfaza­larından çalan kimseye kesme cezası uygulanır. Ama inci ve mücevheri ahır­dan ve tavladan ya da ağıldan çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Kefe­nin mezardan;çıkarılıp alınması hırsızlıktır. Zîra Yüce Allah yeri, insanın ha­yattayken barınması; Öldükten sonra da. defnedilmesi için yaratmıştır. Bu hü­küm, mezarın sahrada olması durumunda sözkonusudur. Ama Kahire’deki gibi mezarlar evin içinde ve kilitli kapılar ardındaysa, -Kahire’de her ailenin havş adı verilen ve içinde mezarların yapılmış olduğu kendilerine özgü geniş bir yeri vardır -bu mezardan eşya çalan hırsız hakkında bazı âlimler demişler ki: Kendisine kesme cezası uygulanır. Çünkü o, kilitli kapısı bulunan bir mah­fazanın içinden hırsızlık yapmıştır.

Hanefîler dediler ki: Bu durumda yine hırsızın eli kesilmez. Her ne kadar mezar bir mahfaza içindeyse de kesme cezasının uygulanmasını engel­leyen diğer maniler vardır.Çünkü çalınan şeydemüUdyetjnoksanlığı ve mülke-yetsizlik vardır. İnsanların meylettikleri, rağbet ettikleri ve elde etmek için birbirleriyle yanştıklan şeye mal denir. Oysa pek azı dışında, insanlar bir ölüye sarıldığım bildikleri kefenden nefret ederler. Had, insanları suçtan caydırmak için meşru kılınmıştır. Kendisine ihtiyaç da vardır. Tabiî had, çoğunlukla vu-kûbulan suçlar için konulmuştur. Ama ender olarak rastlanan suçlar için had

konulmuş değildir. Cenaze içindeyken kafilenin taşımakta olduğu tabutun için­deki kefeni çalan kimsenin durumu hakkında ihtilâf edilmiştir.

Hanefîler dediler ki: Bir hırsız ölülerin kefenlerini çalmayı alışkan­lık haline getirirse; imam had olarak değil de kendi idarî yetkisine dayanarak ona kesme cezası uygulayabilir. Bu hüküm; şayet sahih iseler Hanefîlerin ri­vayet ettikleri hadîs ve eserlere dayandırılmıştır. Ancak el kesmeyi gerektire­cek kadar bir malı mahfazasından çıkarıp çalan kimseye kesme cezasının uy­gulanabileceği hususunda imamlar ittifak etmişlerdir. Hırsız elbiseleri evin içindeyken bir araya getirip yığar, sonra da onları omuzlamadan yakalanır­sa; kendisine kesme cezası uygulanmaz. Aynı şekilde ev halkı onu farkeder ve kendisi de eşyaları kucakladıktan sonra bırakıp kaçar; sonra da yanında hiç bir eşya olmaksızın evin dışında yakalanırsa, kendisine kesme cezası uy­gulanmaz. Çünkü evin tamamı bir mahfazadır. Ama bu durumda hâkim onu, uygun gördüğü hapis, tazrfıinat, dayak veya başka bir biçimde ta’zîr edebilir.

Müslümanın Müste’menden [129] Çalması

Hanefîler dediler ki: Müslüman bir kimse müste’men birisinden nisap miktarı mal çalarsa; çalanın kesme cezasına çarptırılması gerekmez. Çünkü aslında bu mal, harbî bir kimsenin mülküdür. Harbînin mülkü ise ganimet­tir. Çalınması durumunda hırsızın kesme cezasına çarptırılması gerekmez.

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Müslüman bir kimse müs­te’men bir kimsenin mülkü olan nisap miktarı malını çalarsa; çalana kesme cezasının uygulanması vâcib olur. Çünkü o, müste’menin mülkü olan mah­fazalı bir maldır. İslâm diyarında bulunduğu sürece müste’mene, zımmîlik hükümleriyle müslüman kişilere tatbik edilen hükümler uygulanır.

Müste’men Veya Sözleşmeli Birini Çalması

Mâlîkîler ve Hanbelîler dediler ki: Müste’men veya sözleşmeli bir kimse, müslüman veya zımmî bir kimsenin malını çalarsa; kendisine kes­me cezasının uygulanması gerekir.

Hanefîler dediler ki: Bu vasıftaki hırsıza kesme cezasının uygulan­ması gerekmez. Çünkü bizim de dar-ı hapte düşmanlarımızın yanında müs­lüman dindaşlarımız esir olarak bulunabilir; bizim onlardan olan bu hırsızın elini kesmemiz durumunda, onlar da ellerindeki müslüman esirlerden inti­kam alabilirler. Umumun maslahatını gözönünde bulundurarak, bu hırsıza uygulanacak olan kesme cezası terkedilir. Kaldı ki; islâm hukuku onlara uy­gulanmaz.

Şâfiîler dediler ki: Sözleşmeli veya müste’men bir kimse; bir sözleş­melinin, bir müslümanın veya bir zımmînin malım çalarsa; kuvvetli kavle göre şayet sözleşmede hırsızlık yaptığı takdirde elinin kesileceği kendisine şart ko-şulmuşsa, bu şartı kabullenmiş olduğu için kendisine kesme cezası uygulanır. Aksi takdirde bu ceza ona uygulanmaz. Dediler ki: Cumhûr-u ulemâya göre en kuvvetli olan görüş, hırsızlık yapan müste’men veya sözleşmelinin kesme cezasına çarptırılmamasını öngörmektedir.

Zımmînin Malini Müslümanın Çalması

Merhum mezhep imamları dediler ki: Bir müslüman zımmî bir kimse­nin malını çalarsa; meşhur kavle göre kesme cezasına çarptırılır. Çünkü zım­mî, İslâm devletiyle yaptığı anlaşma sayesinde dokunulmazdır. Müslümanın zimmîyi öldürdüğü takdirde kısasen öldürülmeyeceği gibi, zımmînin malını çalması durumunda da kesme cezasına çarptırılmaz diyenler de olmuştur. Zım-mîye gelince; o, müslümanın nisap miktarı malım veya kendisi gibi bir zım­mînin malını çalma durumunda kesme cezasına çarptırılır. Çünkü o islâm devletiyle anlaşma yaparken müslümanlığın hükümlerini kabullenmiştir. Bi­zim kendisi hakkında vereceğimiz hükme razı olup olmaması sonucu değiş­tirmez. Çünkü onun hakkında bu hükmü vermemizi dinimiz emretmektedir. Pahalılığın yaygın olduğu kıtlık ve sefalet zamanlarında bir müslümandan veya zımmîden yiyecek çalan yoksul kimseye kesme cezasının uygulanmaya­cağı hususunda merhum mezhep imamları ittifak etmişlerdir. Çünkü açlık, kesme cezasının uygulanmasını engelleyen bir mazerettir. Mahfazalı bir yer­den nisap miktarı mal çalmaları durumunda çocuğun, delinin ve zorlanan kimsenin eli (ya da ayağı) kesilmez. Çünkü ilâhî kalem, bunların yaptıkları günahları kaydetmez. Bizim hükümlerimizi kabullenmiş olmadığı için harbî kimseye de kesme cezası uygulanmaz. Hırsızlığın haram olduğunu bilmediği için acemî kimseye de kesme cezası uygulanmaz.

Oyun Aletlerinin Çalınması

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Altın ve gümüşten yapılma bir haç veya heykel çalan, altından bir parça olsa bile satranç çalan, değeri nisap tutarında olsa dahi tavla çalan; dans oyun ve pis işlerde kullanılıyor-Iarsa oyun ve eğlence aletlerini çalan, kumar aletlerini çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü anılan eşyalardan birini çalan kimsenin o eşyayı kırmak, telef etmek, insanları şer’a aykırı şeylerden menetmek ve pisliklerle rezaletlere karşı savaşmak için çalmış olduğu te’vilİne gidilebilir. Çünkü İs­lâm hukuku müslümanın, kırmak için bu eşya ve aletleri çalmasını mubah kılmıştır. Çünkü müslüman, iyiliği emredip kötülükten sakmdırmakla yüküm­lüdür. Bu alet ve eşyaların kırılmasının ve telef edilmesinin emrolunmuş ol­ması, bunları çalan kimseye hırsızlık haddi uygulanmasını engelleyen bir şüphe olmaktadır. Ama bunlarda mallık vasfı var olduğu için, hırsızın bunların de­ğerini tazminat olarak ödemesi (veya yanında duruyorsa, sahibine iade et­mesi) gerekir. Kullanılması caiz olmayıp kırılması emredilen altın ve gümüş kapların çalınması durumunda da aynı hüjcürn uygulanır. İmam Ebû Yûsuf dedi ki: Haç hiristiyanlaân mâbedlerindeyse; oradan çalınması, durumun­da, çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü mâbed, haç için mahfaza değildir. Zîra herkes mabede girme iznine sahiptir. Ama haç şüphe götürmez şekilde mahfaza içinde bir adamın elindeyse, çalanın eli kesilir. Çünkü o, haddi ber­taraf edecek bir şüphe bulunmaksızın, tam olarak mahfaza içinde bulunan ve başkasının mülkü olan bir malı çalmıştır.

Hanbelîler ve bir görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Saz, zurna, ud ve keman gibi çalgı aletlerini, altın ve gümüşten yapılmış da olsalar haç ve putu, satranç ve diğer oyun ve kumar aletlerini çalan kimseye kesme ceza­sı uygulanmaz. Çünkü serapa bir hikmet hazinesi olan îslâm hukuku, insan­ları kötülükler ve kötülük araçlarıyla savaşmak için bunları kırıp telef etme­ye teşvik etmektedir. Kaldı ki; mâsiyeti ortadan kaldırmaya çalışmak ;nen-duptur. Şu halde bu da şarabın dökülmesinin, şarabı çalan kimseye had tat­bik edilmemesini gerektiren bir şüphe olması gibi hırsızlık haddini bertaraf eden bir şüphe olmaktadır. İkinci görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Çaldığının miktarı nisaba ulaşırsa, çalanın eli kesilir. Çünkü o mahfaza içinde bulunan nisap miktarı bir malı çalmıştır. Kendisinden yararlanılması helâl olmayan şeyleri kütüphaneden veya bürodan çalan kimsenin de hükmü aynıdır. Çalı­nan defter veya kitabın cilt ve kağıdının kıymeti nisap miktarını buluyorsa, hırsızın eli kesilir. Necis olmakla birlikte kıymeti nisap miktarını buluyorsa, necis zeyti çalan kimsenin de eli kesilir. Şâfiîler şunu da hatırlattılar ki; ihti­lâf mahalli, müslümanıu bunları çalarken değiştirmeyi kasdetmemiş olması durumudur. Ama bu haram şeyleri değiştirmek ve kötülüklerle savaşmak ama­cıyla yerlerinden çıkarmışsa} eli kesilmez. Çünkü şeriat bu amaçla onları al­masını mubah kılmıştır. Bu murdar şeyler bir müslümanın mülkiyetindeyse-ler, çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü müslüman kimsenin bu nitelikteki eşyaları mülkedinmesi yasaklanmıştır. Şayet çalınan bu eşyalar bir zımmînin mülkiyetîndeyseler, kıymetleri de nisap miktarına ulaşıyorsa; çalan hırsızın eli kesilir. Mahfaza içindeki şarap kaplarını veya sazı kırar, sonra kırık vazi­yette onları mahfazalarından çıkarırsa; hırsıza kesme cezasının tatbik edil­mesi vâcib olur.Çünkü o,hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde hırsızlığa kas-detmiştir ve çaldığı şey de değer taşıyan bir mal olup mahfaza içindedir.

Mali Muhalefetler Bahsi

Diğer malî muhalefet de gasp ve hiyânet gibidir. Bunlar için her za­man uygulanabilecek belli bir ceza koymak mümkün değildir. Çünkü bu suçların sonuçlan birbirlerinden çok farklı olmaktadır. Sözgelimi bir kim­se malını mubah şeyler ve süslü püslü aldatıcı hevesler uğruna harcayıp tüketir. Onun bu yaptığı iş, İslâm hukuku nazarında caiz olmayan bir iştir. Ama yaptığı bu işin sonuçları değişik olur. Eğer yaptıklarından hiç kimse­nin etkilenmeyeceği sâlih ve müstakim bir çevredeyse, yaptığı işin zararı sadece kendi şahsına dokunur. Ama çabucak etkilenip her gördüğünü taklid eden insanların yaşamakta olduğu bir çevredeyse; yaptıklarının zararı baş­kalarına da bulaşır, kötü örnek olur. Bu nedenle onu tedib için verilecek cezayı hâkimin takdirine bırakmak gerekir. Bu nedenle bazı imamlar de­mişler ki: Malını mubah şeyler için harcayıp savurmuşsa, kısıtlılık altına alınması gerekmez. Ama Cumhûr-u ulemâ derler ki: Savurganlık bizatihi kısıtlamayı gerektiren bir sebeptir. Kısıtlılık altına almak da bir nevi ta’zîr-dir. Kısıtlılık altına almakla, kısıtlının düzgün malî tasarrufta bulunmadığı ve malî konularda güvenilir olmadığı ilân edilmiş olmaktadır ki; bu da akıl­lı bir kimsenin hoşuna gitmeyen sürekli bir tevbihtir. Haram arzu ve şeh­vetler yolunda savurganlık yapmaya gelince; bu kısıtlılık altına almayı itti­fakla gerektiren bir sebeptir.

İhtilas Yapan Kimse

(20) Şafiî, Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: Yanına bırakılan ve değeri nisap miktarını bulan iğreti malı inkâr eden kimseye kesme cezası uy­gulanır. Zîra iğretinin onun yanma bırakılmış olması, iğreti malı mahfaza içine koymak gibidir. Aradaki ortak nokta şudur: Sahibi iğreti malı koruma husu­sunda ona güvenmiştir. Kendisinin inkâr edişi; iğreti malı, mahfazasını aça­rak içinden alması demektir. Kaldı ki; hadîs-i şerifte iğreti malın korunması hususunda iğreti alanın sorumlu olduğu bildirilmiştir. Rivayet olunduğuna göre kadının biri iğreti eşya alır sonra da aldığını inkâr edermiş. Hz. Pey­gamber o kadının elinin kesilmesini emretmişti.

Hanefîler dediler ki: Bİr kimse başkasından bir şeyi iğreti alır. Sa­hibi, malının kendisinden istediğinden malı inkâr edip geri vermez ve malın kıymeti de nisap miktarındaysa ve bu husus onun üzerinde tespit edilirse; ona kesme cezası uygulanmaz. Aslında mal sahibinin kendisi, malını inkâr etme­yeceğinden emin olmadığı bir kimseye iğreti olarak vermekle taksirli davran­mıştır. Evvel emirde ona güvendiği için, ikincisi de diğerinin inkârı dolayısıy­la elinin kesilmemesi gerekir. Doğru olan da budur. Bu meselede malın mah­fazası noksan bırakılmıştır. Çünkü mal, sahibinin değil de hainin elinde ve mahfazasında bulunmaktadır. Bu hain iğreticinin mahfazası her ne kadar mal sahibinin mahfazası demekse de o, malını hainin yanına bırakmakla onun mahfazasına teslim etmiş olmaktadır. Böylece hırsızın içine girmesine izin ve­rilen bir mahfazaya koymuş olmaktadır.

Başkasının malına hıyanet eden kadın ve erkeklerin ellerinin kesilmesini öngören ve üç mezhep imamlarınca delil olarak kabul edilen, Hz. Âişe tara­fından rivayet edilen hadîs-i şerife cevab olarak Hanefîler derler ki: Hadîste sözü edilen kesme cezası, iğreti malı inkâr etme nedeniyle değil de hırsızlık yapma nedeniyle o kadına tatbik edilmiştir. Gerçi eli kesilen o kadın, iğreti malları inkâr etmekle şöhret bulmuş bir kadındı. Hz. Âişe (r.a.) de onu bu vasfıyla tanımıştı. Yani o kadın, iğreti olarak başkalarından aldığı malları in­kâr etmekle tanınmaktaydı ve hırsızlık yaptı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de elinin kesilmesini emretti. Bunumda şundan anlıyoruz: Üsame bin Zeyd (r.a.), o ka­dının affedilmesi için Hzı Peygamber’e giderek tavasutta bulunmaya çalıştı. Ama Hz. Peygamber bu tavassutu kabul etmedi ve kalkıp cemaate şu hitapta bulundu: “Sizden öncekilerini sadece şu husus helak etti: Onlardan şerefli birisi hırsızlık yaptı mı onu (cezasız) bırakırlardı. Onlardan zayıf birisi hır­sızlık yaptı mı, (elini) keserlerdi.” Hanefîlerin bu cevabı, olayın sadece bir tane oluşuna ve yalnızca bir kadınla ilgili olduğuna dayanmaktadır. Çünkü olayın birden fazla olmaması esastır. İki hadîs arasında böylelikle uyum sağ­lanmış olmaktadır. Müslümanlar özellikle diğer hadîsi hüsn-ü kabulle karşı­lamışlar, onunla amel etmişlerdir. Olayın kahramanı kadının hırsızlık yap­madığı farz olunursa; Câbir’in rivayet ettiği hadîs öne geçer. Öyle olunca da iğreti malı inkâr etme nedeniyle el kesme hükmünün neshedildiği muhtemel olur. Her ikisinin de vukûbulmuş olduğunu düşünürsek; yani Peygamber (s.a.v.) Efendimizin bir kadının elini iğreti malı inkâr ettiği için kestiğini düşünür­sek; o zaman iğreti malı inkârdan dolayı el kesme cezasının neshcdilmiş ol­duğunu söylememiz gerekir. Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn Mâce ve Neseî’nin sü-nenlerinde Câbir’den nakledilen bir hadîs-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Haine, yağmacıya ve ihtilas yapana kesme (cezası) yoktur.”

Emaneti İnkâr Edenin Hükmü

Hanefî, Şafiî ve Mâlikîler dediler ki: Nisap miktarınca veya fazla da olsa, aleyhinde tespit edelmişdeolsa emaneti inkâr eden kimseye kesme cezası uygulanmaz. Zîra Mudi (emanet eden kişi), malını muhafaza edip kendişine salimen iade etmeyecek olan birine emanet etmekle taksirli davranmıştır. Bu görüşte olanlar görüşlerini teyid etmek için Kur’an ve sünnetin, hırsızın elinin kesimesini vâcib kıldıklarını söylemektedirler. Emaneti inkâr eden ki­şiye gelince o, hırsız değildir.

Hanbelîler, îshak, Züfer ve Haricîler dediler ki: Emanet malı in­kâr eden kimseye hırsızlık haddini tatbik etmek gerekir ve eli kesilir. Çünkü bunlar, kesme cezasının uygulanması için çalman malın mahfaza içinde ol­masını şart koşmamı şiardır. Ayrıca emaneti inkâr eden kimse, hırsız kelime­sinin kapsamına girmektedir. Çünkü böyle birisinden ve hırsızdan sakınmak mümkün değildir. Ama ihtilas yapandan ve yağmacıdan sakınmak, rahmetli İbn Kayyım’ın da dediği gibi mümkündür. Bu görüşte olanlar, İbn Ömer (r.a.)den nakledilen şu rivayeti delil olarak ileri sürmektedirler:

“Mahzumiyeli bir kadın iğreti eşya alır, sonra da bu eşyaları inkâr eder­di. Peygamber (s.a.v.) onun elinin kesilmesini emretti.[130] Bu­nu Ahmed bin Hanbel, Ebû Dâvud ve Neseî rivayet etmiştir.

Cumhûr-u ulemâ bu hadîse cevaben demişler ki: El kesilmesine neden olan emanet malın inkâr edilmesi olayı her ne kadar Âİşe, Câbir, İbn Ömer ve diğerleri vasıtasıyla rivayet edilmişse de Buharı ve Müslim’in sahihlerinde ve diğer hadîs kitaplarında el kesilmesine neden olan olayın hırsızlık olayı olduğu açıkça belirtilmiştir. İbn Mes’ûd’dan yapılan bir rivayette şöyle de­nilmektedir: “(Eli kesilen) o kadın, Resûlullah (s.a.v.)m evinden bir kadife çalmıştı.” Bu hadîsi İbn Mâce ve Hâkim rivayet etmiştir. Habib bin ebi Sa-bit’in Mürsel’inde anlatıldığına göre o kadın zinet takılarını çalmıştı. Bu iki rivayet “Kadifeiçindeki zinet takılarını çalmıştı” diyerek uzlaştırılabilir. Böyle olunca da o kadının hırsızlık yapmış olduğu kesinlik kazanır. Emanet eşyayı ink3r etmekten söz edilmesi, el kesmenin sırf bu nedenle tatbik edilmiş oldu­ğuna delâlet etmez. Emaneti inkâr etmekten sözedilmesi, olayı iyice anlat­mak kastıyla yapılmıştır. Diğer taraftan buna cevaben denilebilir ki; Resûlul­lah (s.a.v.), emaneti inkâr etmeyi hırsızlıkla bir tutmuştur. Bu da ‘hırsızlık kelimesi, emaneti inkâr etmeyi de kapsamına alır’ diyenler için bir delil olur. Şevkânî dedi ki: Bu babda zikredilen hadîslerin zahirî anlamı bize açıkça gös­teriyor ki; (Mahzumiyeli) kadının elinin kesilmesi emaneti inkâr etmesinden ötürüdür. Nitekim bu hususu İbn Ömer’in olayı anlattıktan sonra söylediği şu sözü İş’ar etmektedir: “Peygamber (s.a.v.), kadının elinin kesilmesini em­retti. Bu, bazı rivayetlerde anlatılan kadının hırsızlık yapmış olmasıyla çeliş­memektedir. Doğru olan da, emaneti inkâr edenin elinin kesilmesidir. Bu da mahfazayı esas almaya delâlet eden deliller dolayısıyla tahsis edilmiş, özel­leştirilmiştir. Şöyle ki; insanlar birbirlerinden emanet almaya ve birbirlerine

j^meTvermeye muhtaçtırlar. Malın sahibi, emanet isteyen kişinin malı in­kâr etmesi durumunda kendisine ceza verilmeyeceğini bilirse; bu durum emanet malı alıp verme kapısının kapanmasına neden olur ki; o da meşru bir durum değildir.

Yağmacı Ve Hain

Hanefî, Mâliki ve Şâfiîler dediler ki: Yağmacının eli kesilmez. Çünkü bu fiili açıkça işlemiştir. Aldığı malın mahfazası kusurlu olduğu ve koruması sağlama bağlanmadığı için, hainin eli kesilmez. İhtilas yapının da eli kesilmez. Çünkü ihtilas yapan (el çabukluğu yaparak başkasının malını alan) kimse, hırsız değildir. Araplar bu işi yapana hırsızdan başka bir ad ver­mişlerdir. Âyet ve hadîsler, hırsızın elinin kesilmesinin gerektiğini söylemiş­lerdir. Diğerleri ise hırsıza kıyaslanamazlar.

Hain; sahibine karşı iyi göründüğü halde diğer taraftan adamın malını gizlice alan kimsedir. Yağmacı ise zorbalık yaparak başkasının malını alan kimsedir. İhtilas yapana gelince; o, el çabukluğu yaparak başkasının malını alan kimsedir. Nihaye adlı eserde denilmiş ki: “İhtilasçıdan kasıt, başkasının malını zorbalık ve yağma yoluyla alan kimsedir.” Resûlullah (s.a.v.) buyur­muş ki:

“İhtilas yapan ve hainlik eden kimseye kesme (cezası) yoKtur.[131]

Hanbelîler ve İmam Züfer dedi ki: İhtilas, yağma ve hainlik eden kimsenin eli kesilir. Çünkü Hanbeîîîerle İmam Züfer, çalman malın mahfa­zalı olup olmamasını nazar-ı itibara almazlar. Kaldı ki; malın bu şekilde alın­ması da bir nevi hırsızlıktın Zamanımızda bakanlık ve şirketlerde yapılan ih­tilasların yüzbinlerce cüneyh tutarında (Mısır para birimi) olduğu görüşün­deyim. Bunu yapanlara hırsızlık haddinin tatbik edilmesi gerekir. Devlet ma­lının korunması amacıyla bu ihtilasçılara engel olmak gerekir.

Çalınan Şeyin Değişikliğe Uğ.Raması

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Bir kimse kıymetsiz bir şey Çalar da bu nedenle eli kesilir ve sonra da bu eşya var olduğu için onu sahibi­ne geri verir, daha sonra bu eşya değişikliğe uğrarsa; örneğin çalman şey örü­lü bir ip olup bu ip daha.sonra dokunmuşsa veya çalınan şey p’amuksa; bu pamuk daha sonra örülmüşse ve hırsız da ikinci kez gelip bu malı çalarsa; tekrar kesme cezasına çarptırılır. Çünkü anılan ayın, değişikliğe uğramıştır. Bu nedenle gasbeden kişi bu mala sahip olur. Malın değerini tazmin etmesi gerekir. Ayrıca bu ayın değişikliğe uğradığı için mahal birliğinden dolayı şüphe sözkonusu olmaz ve kesme cezası uygulanır.

Mal Olmayan Şeyin Çalınması

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Bîr kimse şarap veya domuz veya -bekçilik amacıyla bulundurulmakta olsa da- köpek veya ölü hayvanın debbağlanmamış derisini çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü bu sayılan şeyler mal değildir. Çalman şarabın kabı nisap miktarı değere ulaşı­yorsa, hırsızın eli kesilir. Aynı şekilde çocuk, deli ve helâl bir şeyi içme nede­niyle sarhoş olan bir kimse gibi mükellef olmayan birisi, hırsızlık fiilinde hırsıza ortak olursa, mükellef olmayan bu kimseye kesme cezası uygulanmaz. Aynı şekilde mal sahibinin babası da hırsızlık fiilinde hırsıza ortak olursa bu adam, kuvvetli şüpheliler arasına girdiğinden dolayı kesme cezasma .çarptırılmaz. Nisap miktarına varan kesilmiş bir kurbanı çalan kimseye de kesme cezası uygulanmaz. Çünkü kesilen kurban kulun mülkiyetinden çıkıp Allah’ın mül­kiyetine geçmiştir. Hacda kesilen hedy hayvanları da bu hükme tabidirler. Ama bu hayvanları kesilmeden çalan kimse kesme cezasına çarptırılır. Nitekim bu hayvanların sadaka yoluyla fakir tarafından mülkedinilen nîsap miktarı etle­rini çalan kimse de kesme cezasına çarptırılır. Hırsız bu hayvanları veya etle­rini mahfazalarından çıkarmadan miras veya satın alma yoluyla mülkedinir ya da etlerinin, yeme veya başka bir nedenle nisap miktarının altına düşmesi durumunda kesme cezasına çarptırılmaz.

Hırsızın, Çalınan Malı Mülkedinmiş Olduğunu İddia Etmesi

Mâlikîler dediler ki: Hırsız, mahfazadan nisap miktarı bir malı çal­masının beyyine ile sabit olmasından sonra o malı mülkedinmiş olduğunu iddia ederse; mutlaka eli kesilir ve iddiası dinlenmez. Çünkü kuvvetli bir it­ham altındadır. Hırsızların yalan söylemiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Eli­nin veya ayağının kesilmesini gerektiren sebepten kaçınmaktadır. Ayrıca inancı da zayıftır. Hanefîler, Şâfiîler ve bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bu durumdaki adamın eli kesilmez. İmam Şafiî, bu adama “fakih hırsız” adını takmıştır. Çünkü bunun; “Bu benim mülkümdür” demesi doğru da olabilir, yalan da… Beyyine bulunmadığı takdirde bu, haddi bertaraf eden bir şüphedir.

Hanbelîler diğer bir rivayetlerinde dediler ki: Bu adamın eli (veya ayağı) kesilir. Bir başka rivayetlerinde de şöyle demişlerdir: Hırsızlıkla tanın­mış biri değilse, sözü kabul edilir ve kesme cezası sakıt olur. Ama hırsızlıkla tanınmış biriyse, kendisine kesme cezası uygulanır ki; insanlar haddi kenditerinden uzaklaştırmak için bu tür mülkiyet iddialarını dayanak edinmesin­ler Kuvvetli olan görüş de budur. Âlimler ittifak ederek dediler ki: Hırsız, mahfaza içindeyken nisap miktarı kadar malı yutar ve bu mal da mücevher eibî yutulmakla bozulmayan bir malsa ve sonra da malın mahfazası dışına çıkarsa; kesme cezasına çarptırılır. Ama et ve üzüm gibi yutulmakla bozulan nisap miktarındaki bir malı yutarsa, kesme cezasına çarptırılmaz. Yalnız yut­tuğu malın tazminatını ödemesi gerekir. Mahfaza içindeyken bir malı yaka­rak veya kırarak telef ederse, tazminatını ödemesi gerekir. Ama malı salimen mahfazasından çıkarır da sonra telef ederse, kesme cezasına çarptırılır. Mah-fazasındaki bir hayvana yem ve benzeri bir şey göstererek dışarı çıkmasını sağlar ve çıktıktan sonra hayvanı çalarsa; el veya ayak kesme cezasına çarptı­rılır. Çünkü hayvan onun fiili sonucunda mahfazasının dışına çıkmıştır.

Ganimetten Ve Beytü’l Malden Çalmak

Hanefîler dediler ki: Ganimet malından çalan hırsız, kesme cezası­na çarptırılmaz. Çünkü onun bu malda payı vardır. Bu gerekçeye dayanarak Hz.AIi (r.a.)nin, ganimet hırsızına kesme cezası uygulamadığı rivayet edilmiştir. Hz. Ali (r.a.)nin böyle yaptığım, Musannaf adlı eserinde Abdürrezzak riva­yet etmiştir. Merhum Sevrî, Semmak bin Harb’den, o da asıl adı Zeyd bin Dessar olan Ebû Ubeyde bin el Abras’dan rivayet ederek şu haberi vermiştir: “Paylaştırılmadan önce ganimet malından bir miğfer çalan bir adamı Hz. Ali (r.a.)nin huzuruna getirdiler. Hz. Ali (r.a.), onun elini kesmedi.”

Şâfiîler dediler ki: Beytü’I-malden veya ganimet malından çalan kim­senin -eğer bu mal düşkünlere ve mücahitlere paylaştırılmış, kendisi, usul ve fürûundan biri bu pay sahiplerinden biriyse- eli (veya ayağı) kesilmez. Çün­kü o, içinde sabit hakkı bulunan bîr maldan çalmıştır. Ama bu maTkendisi-nin içinde bulunmadığı ferdlere paylaştınlmışsa, o zaman eli (veya ayağı) ke­silir. Çünkü onun için bu çalmada (haddi bertaraf edecek) bir şüphe yoktur. Ama bu mal bir gruba paylaştırılmamışsa, çalanın eli kesilmez.

Esah olan kavil şudur: Kamu yararına tahsis edilen mallardan çalan yoksul müslümanln -veya doğru görüşe göre zengin mtislümamn da- çalması, sada­ka malından yoksulun veya başkalarını sulh etmek için masrafta bulunarak borçlanan kimsenin yahut gazinin çalması durumunda; hırsıza kesme cezası tatbik edilmez. Çünkü hırsızın bu malda hakkı vardır. Ama hakkı yoksa, or­tada haddi bertaraf edecek bir şüphe mevcut olmadığı için kesme cezası tat­bik edilir.

Mâlikîler dediler ki: Beytü’l-malden nisap miktarı mal çalınırca, çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü beytü’l-maldeki mal, mahfazalı bir maldır ve ça­lanın onda hakkı yoktur. Kezalik ganimet malı da toparlandıktan sonra, askerler çok olsun az olsun- hakkından fazla nisap miktarı malı ganimetten çalan kimsenin eli kesilir. Bazıları dediler ki: Ganimetten mal çalarsa, mut­lak surette hırsızın eli kesilir.

Hanbelîler dediler ki: Beytü’l-malden çalan kimseye kesme cezası tatbik edilmez. Çünkü beytü’1-mal, kamuya aittir ve çalan kişi de kamunun bir ferdidir.

Çadırdan Mal Çalmak

Şâfiîler dediler ki: Çadır eğer binalar arasında kurulu ise, hırsızın pazarda bulduğu bir mal gibidir. Çölde olup ipleri gerilmemiş ve çevre örtü­leri sarkitılmamışsa, yine çölde bulunan bir mal gibidir. Ama ipleri gerilmiş veçevre örtüleri sarkıtılmışsa; içinde veya yakınında duran kuvvetli bir mu­hafızın bulunması şartıyla bu çadır, içindeki eşyaların mahfazasıdır. İçinde veya yakınında bir muhafız yoksa veya var da zayıf ve cılız biri ise ve de gü­venlik kuvvetlerinden uzaktaysa; bu çadır, içindeki eşyanın mahfazası olmaz. Bu nitelikteki bir çadırdan mal çalan kimsenin eli kesilmez.

Mâlikîler dediler ki: İçinde sakinleri bulunsun veya bulunmasın; sefer veya hazarda kurulan çadır, hem kendisinin hem de içindeki malların mah­fazasıdır. Çadırın kendisi veya içindeki mal çalınır ve çalınan mal da nisap miktarını buluyorsa; hırsızın eli kesilir.

Hanefîler dediler ki: Çadır kuruluysa ve içinden bir şey çahnmışsa; hırsızın eli kesilir. Ama çadırın kendisini çalanın eli kesilmez. Çünkü çadırın kendisi mahfazalı değildir. Ama o, içindeki eşyanın mahfazasıdır.

Kâbe-Î Müşerrefe’den Mal Çalmak

Malıkiler dediler ki: Şerefli kâbenin içinden bir şey çalan kimse; içine girilmesine izin verilmiş bir zamandaysa, kesme cezasına çarptırılmaz. Çün­kü bu durumda Kabe mahfazalı değildir. Ama içine girilmesine izin verilme­miş bir zamanda Kabe’nin içinden eşya çalıp bu eşyayı tavaf mahallineçıka-ran kimsenin eli kesilir. Kabe’nin üzerinde bulunan, Makam-ı İbrahim’e iliş­tirilen eşyalarla sütunlara çivilenmiş kurşun gibi şeyleri çalan kimsenin eli kesilir.

Şafı1ler dediler ki: Kabe’nin örtüsünü -eğer üzerine dıkilmişse- ça­lan kimsenin eli kesilir. Çünkü Kabe’ye dikilen örtü, mahfazalı sayılır.

Hanbelîler dediler ki: Kabe’nin örtüsünden bir kısmını çalan veya Kabe’nin içindeki bir şeyi çalan kimsenin çaldığı şey nisap kıymetindeyse eli kesilir. Çünkü bu kimse, Yüce Allah’ın evinin saygınlığım hiçe saymıştır ki; bu da onun imanının zayıflığına.şerefli Kabe’nin hürmetinin büyüklüğünü ve Kabe’nin Allah’a ait olduğunu bilmediğine delâlet eder. Şu halde bu kim­senin cezasının ağırlaştırılması ve hırsızlığı nedeniyle de kesme cezasına çarp­tırılması gerekir.

Hanefîler dediler ki: Bedeli nisap miktarını bulacak kadar Kabe’­nin örtüsünden çalan kimseye kesme cezasını uygulamak gerekmez. Çünkü o örtünün mâliki yoktur. Belki de o kişi, teberrük amacıyla Kabe’nin örtüsü­nü çalmıştır.

Denilmiştir ki: Kabe örtüsünü çalma nedeniyle kesme cezası; imanları kuv­vetli olan, Allah’ın kutsal evinin hürmet derecesinin fazlalığını bilen, Kâbe-i Muazzama’nın Allah’a ait olduğunu anlayan münevver tabakadaki insanla­ra uygulanır. Zîra hadîs-i şerifte de anlatıldığına göre; Harem-i Şerifte hır­sızlık yapana ağır ceza verilmesi gerekmektedir. Ama basiret perdesi kalın­laşmış avam tabakasından olup Allah’ın huzurunda olduklarını bilmeyen ve B^ytullah’a gereğince saygı göstermeyen insanlar, Kabe’nin örtüsünün bir kıs­mını çalmakla kesme cezasına çarptırılmazlar. Fakat ta’zîr edilirler.

Mescitten Çalmak

Hanefîler dediler ki: Mahfazalı olmadıkları için mescid kapılarını çalan kimseye kesme cezasını uygulamak gerekmez. Çünkü bu kapılar, gele­ne de gidene de açıktırlar. Kaldı ki; bu kapıların yanında muhafız da yoktur. Yine aynı şekilde mescidin hasır, kandil, pencere, döşeme ve perde gibi eşya­sını çalan kimseye de kesme cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü bu eş­yaların mahfazası yoktur. Mahfaza olmayınca had de olmaz.

Mâlikîler dediler ki: Mescid kendi kapısı ve içinde bulunan sergi, hasır ve kandillerin mahfazasıdır. Çünkü.bu eşyalar, mescide bırakılırlar. Bedeli nisap miktarına varınca, bu eşyayı çalan kimse kesme cezasına çarptırılır. Mes­citten çalan kimsenin kesme cezasına çarptırılması için eşyayı mescit dışına çıkarması şart değildir. Eşyayı belirgin bir şekilde yerinden kaldırması nede­niyle de kesme cezasına çarptırılır. Sergi ve döşeme de buna dahildir. Ama sergiler sadece gündüzleyin seriliyorlarsa, geceleyin mescitte bırakılmaları du­rumunda oradan çahmrlarsa; çalan kimseye kesme cezası uygulanmaz.

Şâfiîler dediler ki: Müslüman bir kimse mescidin; kapı, direk, ta­van, kaplama, tavana konulan dal ve direkleri, süs için konulan kandilleri çalma nedeniyle kesme cezasına çarptırılır. Çünkü kapı, mescidi tahkimat altına almak için yerleştirilmiştir. Dal ve direklerse, mescidin imarı için yerleştiril­mişlerdir. Kandillerin çalınması hususunda da haddi bertaraf edecek bir şüphe yoktur. Kullanmak için konulan hasırları ve mescide serilen diğer sergileri çalma nedeniyle kesme cezası uygulanmaz. Aydınlatma amacıyla konulan kandille­ri çalma nedeniyle de kesme cezası uygulanmaz. Çünkü bu, Müslümanların tümünün menfaati için tahsis edilmiştir. Beytü’1-male ait mallarda olduğu gibi hırsızın da fert olarak bu malda hakkı vardır. Mescidin döşemeleri de hasır­lan gibidir. Bunların çalınmaları nedeniylede kesme cezası uygulanmaz. Zi-net hasırlarına ve kıymetli halılara gelince; bunları çalma nedeniyle kesme cezası uygulanır. Üzerine dikilmişse, minberin örtüsü de bu hükme tabidir. Zımmînin, anılan şeylerden birini mescitten çalması durumunda eli kesilir. Çünkü ortada haddi bertaraf edecek bir şüphe mevcut değildir.

Yen Veya Cep Soyan Yankesiciler

Hanefîler dediler ki: Para kesesini, kemer veya cep soyan; yani yen gibi içinde para bulunan ve sıkıca bağlanmış olan yerleri soyup içindeki pa­raları alan kimsenin eli kesilmez. Ama elini bu sayılan yerlerden birinin içine daldırıp içindeki paralan çıkarırsa, eli kesilir. Çünkü birinci durumda; yani cepten ve kemerden bıçak ve benzeri bir şeyle yararak para çalınmaktadır. Yarma nedeniyle para hariçten alınmış olmaktadır. Böylece mahfaza, parça­lanmış olmamaktadır. İkinci durumdaysa; yani yenin bağı kesilerek içteki bağ kesilmekte ve içindeki paralar çalınmaktadır. Bağın çözülmesinden sonra için­deki malın alınması durumuna gelince; bağ eğer dıştaysa hırsızın eli kesilir. Ama bağ yenin içindeyse, hırsızın eli kesilmez. Çünkü hırsız parayı yenin dı­şından almıştır.

Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler ve Ebû Yûsuf dediler ki: Her hal-ü kârda bu hırsızın eli kesilir. Çünkü parayı yenin dışından alması duru­munda bu para yenle mahfazalı olmasa bile, sahibinin muhafazasındadır. Sahibinin muhafazasında olduğunda, sahibi yan tarafa uzanıvermişse, uya­nık iken onunla mahfazalı olmaz. Bu para onun bedenine bitişiktir. Böyle olunca da hırsızın elinin kesilmesi öncelikle vâcib olur.

Bu görüşte olanlara reddiye olarak Hanefi’ler dediler ki: Bu durumda yen­den başka bir mahfaza yoktur. Mal sahibi kendine değil de yen veya cebine güvenir. Öyleyse yeksandık hükmünde olur. Yeni veya cebi ya yürürken ya da başka bir haldeyken başkası tarafından yarılmıştır. Yürüme halinde onun yegane amacı, malını muhafaza etmek değil de mesafe katetmektir.

İkinci durumdaysa onun amacı malını muhafaza yükünden ve meşguli­yetinden zihnini ve kalbini arındırarak istirahat ettirmektir. Çünkü malı mu­hafaza etmeyi düşünmek, kalbi ve zihni yorar. Kalbini rahatlatmak için para kesesini bağlar. O bu bağa güvenmiştir. Bu mevzuda geçerli olan maksat da budur. Nitekim yürümekte olan devenin üzerindeki çuvalı yararak içindeki eşyayı çalan kimsenin eli kesilir. Çünkü mal sahibi, malının muhafazası hu­susunda o çuvala güvenmiştir. O çuvaldan çalan kimse, mahfazayı hiçe sayıp çiğnemiştir. Dolayısıyla eli kesilir. Çuvalı içindekiyîe birlikte çalarsa, eli kesilmez. Çünkü çuval, bu gibi eşya için mahfazadır. Sahibi eşyayı, yen ve cep gibi muhafaza amacıyla o çuvalın içine koymuştur. Bu durumda mal, mah­fazası içinden çalınmıştır. Kesme cezasının uygulanması gerekir.

Aynı şekilde buğday kabını veya zeytinyağı kabını delen kimse -kaptan nisap miktarınca buğday Veya zeytinyağı dökülmesi durumunda- kesme ce­zasına çarptırılır. Çünkü bu adam kabı delerek hırsızlık etmiştir. Özellikle yankesiciliğin yaygın olduğu bu zamanda, binek üzerindeki yükü soyup için-dekini çalan kimse, kesme cezasına çarptırılır.’Âlimler bunu bilmece haline getirerek “Bir mahfazaya girip oradan mal çalmadığı halde kesme cezasına çarptırılan kimdir?” diye sormuşlar, işte bu kimse cep, yen veya kabı yara­rak içindeki malı çalan kimsedir.

Deve Katarından Hırsızlık Yapmak

Hanefîler dediler ki: Katar, peşpeşe aynı dizide yürüyerek sefere çı­kan develerin teşkil ettiği sıraya denir. Katardan bir deve veya yük çalan kim­seye kesme cezası uygulanmaz. Çünkü katar, malı muhafaza etmesi amaçla­nan bir mahfaza değildir. Dolayısıyla katarda mahfazasızhk şüphesi mevcud olmaktadır. Çünkü saik, süvari ve güdücüler, peşi sıra gelen yük koruyucusu silahlı kimseler bulunsa bile, malları muhafaza etmekten çok gidilecek yere ulaşmayı düşünürler. Bu mezhep ulemâsı dediler ki: Deve katarından çalan, yükleri yararak İçlerindeki eşyayı alan kimsenin eli kesilir.

Şafiî, Mâlikî ve Hanbelîler dediler ki: Deve veya katır katarın-daki hayvanların yularları, bir öndeki hayvanın ardına bağlanır. Hepsi aynı dizi ve hizada bulunurlar. Böylece de bir güdücü tarafından güdülürler. Ka­tarın mahfazalı sayılması için güdücüsünün veya baştaki hayvanın süvarisi­nin, tümünü görecek şekilde her zaman katara bakması şarttır. Çünkü katar, onun bu şekilde bakışıyla mahfazalı olur. Katarı bir seyis gütmekteyse ve hep­sini görmekteyse; bu katar mahfazalı olur. Katarı arka taraftan sevkedip ge­ride kalanları kovalayan kimse de güdücü hükmündedir. Dağ veya bina gibi bir engel dolayısıyla katarın bazısını göremiyorsa, görülemeyen kısım mah­fazalı olmaz. Baştaki veya sondakine değil de aradaki bir hayvana binmişse, önündekilerin güdücüsü, ardındakilerin de öncüsü olur. Umumî bir yolda veya çarşıda yürümekteyse, gelip geçenlerin katara bakmaları, güdücünün bak­ması yerine geçerli olur. Katarın mahfazalı sayılması için, güdücünün sesinin arka tarafa ulaşması şarttır. Ayrıca katardaki hayvan sayısının dokuzdan fazla olmaması da şarttır. Bu nitelikteki katardan hırsızlık yapan kimseye kesme cezası uygulanır. Ama develer katar, halinde olmazlarsa; meselâ dağınık va­ziyette güdülmekteyseler; esah kavle göre bu develer mahfazalı sayılmazlar.

Akrabadan Mal Çalmak

Hanefîler dediler ki: Ana ve babasından, her ne kadar yukarıya doğru çıksalar da nine ve dedelerinden mal çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü nor­mal olarak kişi, akrabasının malını rahatlıkla kullanır ve akrabasının malı­nın bulunduğu mahfazaya girer. Öyle ki; kişi akrabasının malının hemen he­men sahibi sayılır. Kaldı ki; ana-baba, nine dede; evlatlarına fazlaca şefkat ve merhamet beslerler. Bu nedenle de kişinin akrabası için şahitlik yapması şeran men olunmuştur. Babanın, oğlunun malını çalmasına gelince; bu hu­susta Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, sahabînin birine hitaben şöyle buyur­muştur:

“Sen ve malın, babana aitsiniz. [132]

Kardeş, bacı, amca, hala, dayı ve teyze gibi zevi’l-erharm diyecek olur­sak; bunlar kişinin malının bulunduğu mahfazaya girme iznine sahip olduk­ları için evlat yakınlığı derecesine alınmışlardır. Zîra İslâm Hukuku, mahre­miyeti ispat hususunda onları evlat derecesine koymuştur. Sıla-i rahim ge­rekliliği bakımından da onları .evlat mertebesine koymuştur. Bir hadîs-i kutsî de Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

“Ben Allah’ım. Ben esirgeyenim. (Akrabalık bağlan demek olan sıla-i) rahmi yarattım ve ona kendi adımdan türeterek bir ad verdim. Kim onu bağ­larsa (akrabalık bağlarım muhafaza ederse) Ben de onu (rahmetime) bağla­rım. Kim onu kesip koparırsa, Ben de onu (rahmetimden) kesip koparırım.[133] îşte bu nedenle bu akrabaları, hırsızlık dolayısıyla el kes­meme ve nafaka verme mükellefiyeti hususunda evlat derecesine koyduk. Bun­lar, aralarındaki mahremiyet bağının bulunması ve bu bağı devam ettirme­nin zorunluluğu dolayısıyla birbirlerinin malını kullanma iznine sahip kılın­mışlardır. Mahrem kadının gizli ve açık zinet yerlerine, meselâ pazubend yeri olan pazusuna, gerdanlık yeri olan göğsüne, halhal yeri olan bacağına bak­maya müsaade edilmiştir. Zîra kadının, bu gibi yerlerini mahremleri karşı­sında kapaması-emrolunmuş olsaydı, sıkıntı ve zorlukla karşılaşılacaktı. Çünkü kadın işinde ve gücündeyken bu gibi mahremleri sık sık yanma girip çıkmak­ta, bunlardan biri diğerinden kaçınmamaktadır. Ayrıca bu mahremiyet bağı­nın muhafaza edilerek devam ettirilmesi farz kılınmış; kesilip koparılması ha­ram kılınmıştır. Bunlardan birinin elinin, diğerinin malını çalma nedeniyle

kesilmesi, mahremiyet bağının kopmasına neden olur. Şu halde kesme ceza­sının bertaraf edilerek bu bağların kopmaya karşı korunması gerekmektedir. Şu nakledeceğimiz âyet-i kerîme de kişinin malının, akrabalarına karşı eksik mahfazalı olduğuna delâlet etmektedir

“Sizin evlerinizden yahut babalarınızın evlerinden yahut annelerinizin evlerinden yahut erkek kardeşlerinizin evlerinden yahut kız kardeşlerinizin evlerinden yahut amcalarımızın evlerinden yahut halalarınızın evlerinden ya­hut dayılarınızın evlerinden yahut teyzelerinizin evlerinden yahut kâhyaları olup anahtarları elinizde olan evlerden yahut sadık dostlarınızın evlerinden yemenizde size bir günah yoktur.[134] Amca ve halaların evlerinden ye­menin mutlak surette günah olmayışı, haliyle onların evlerine girmenin de mubah olduğuna delâlet etmektedir. Bu akrabanın evinden yemek mutlak su­rette serbest olduğuna göre, bunların evinden çalma nedeniyle kesme cezası da mutlak surette uygulanmaz.

Dediler ki: Bir kimse mahreminin malını başka kimsenin evindeyken ça­larsa, eli kesilir. Ama başkasının malını mahreminin evindeyken çalarsa, eli kesilmez. Bu iki durumdaki hüküm, malın mahfaza içinde olup olmamasına göre verilmiştir. Bir kimse süt ana ve babasıyla kardeşlerinden mal çalarsa eli kesilir. Çünkü süt emişme haberi çok az yaygınlaşır ve bilinir. Töhmetten sakınmak için, kişi süt akrabasının evine izinsiz olarak rahatlıkla giremez. Ama kan akrabalığı bunun tersine meşhur olup başkaları tarafından bilinir.

Mâlikîler dediler ki: Analarla babalar, ninelerle dedeler, çocukla­rından ve çocuklarının çocuklarından çaldıklarında kesme cezasına çarptı­rılmazlar. Ama çocuklar ve torunlar, analarıyla babalarından ve nineleriyle dedelerinden çaldıklarında kesme cezasına çarptırılırlar. Çünkü çocuğun, ebe­veyninin malında hakkı yoktur. Bu nedenle onların cariyeleriyle cinsel ilişki­de bulunacak olursa, zina haddine çarptırılır. Onları öldürürse, öldürülür. Zevi’I-erhamdan olan diğer akrabaların mallarını çalma durumundaysa; hır­sız İhtilafsız olarak kesme cezasına çarptırılır.

Şâfiîler dediler ki:

“Yapabildiğiniz kadarıyla haddi müslüinanlardan uzaklaştırın.[135] hadîs-i şerifi gereğince; çalınan şeyde şüphe bulunmaması şarttır. Bu mülkiyet şüphesi de olabilir: Örneğin bir kimsenin, kendisiyle başka­sının müştereken sahib oldukları bir malı çalması gibi. Bu, failin şüphesi de olabilir: Örneğin bir kimsenin kendisinin veya aslının ya da fürûunun mülkü olduğunu zannederek hırsızlık şeklinde bir malı alması gibi.Bumahalşüphe­si de olabilir: Örneğin çocuğun, usulünün malını veya usulden birisinin ken­di fer’inin (çocuk veya torununun) malını çalması gibi… Hırsızın -her ne ka­dar yukarıya doğru çıksa da- kendi aslının malını çalması ve -her ne kadar aşağıya doğru inse de- kendi fer’inin malını çalması durumunda kesme ceza­sı uygulanmaz. Çünkü usulle fürû arasında birlik vardır. İkisinin diyetleri farklı olsa bile bu böyledir. Çünkü bunlardan her birinin malı, diğerinin ihtiyacını karşılamak için yedekte bekler. Zevi’l-erham ve diğer akrabaların aksine bun­ların birbirlerinin mallarım çalma nedeniyle elleri kesilmez. İmam Şâfıî, usul ve fürû dışında kalan zevi’l-erham ve diğerlerini uzak akrabalar sınıfına kat­mıştır. Bunların mallarını çalma nedeniyle kesme cezası uygulanır.

Hanbeliler dediler ki: Evlatlarının mallarını çalma nedeniyle ana ve baba; her ne kadar yukarıya doğru çıksa da nine ve dede, kesme cezasına çarptırılmaz. Çocuklar da ebeveynlerinin mallarını çalma nedeniyle kesme cezasına çarptırılmazlar. Çünkü analarla babalar, normal olarak çocukları­na fazlasıyla acırlar. Öyle ki; kendi malını çalmış olan çocuğunun elinin ke­silmesi için gayret gösteren bir tek ana ve baba görülmüş değildir. Çoğunluk­la hadler, kulların hakkını birbirlerinden kurtarmak ve onları birbirleriyle ödeştirmek için uygulanır.

Evladının malını çalan ana ve babanın cezalandırılmama sebebine ge­lince; iyice bilmeliyiz ki; çocuk ve elindeki mülkü, onların kendisi üzerindeki hukukunu ödemek amacıyla ana ve babasına aittir. Çünkü onların evlatları üzerindeki hakları, Allah’ın hakkından hemen sonra gelir:

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Sonra anaya ve babaya iyilik edin.[136]

Zcvi’l-erhamdan olan akrabaya gelince, bunların mallarım çalan kimse kesme cezasına çarptırılır. Çünkü bunlar diğer (yabancı) insanlar zümresine katılmışlardır.

Eşlerden Birinin Diğerinden Çalması

Hanefıler dediler ki: Eşlerden biri diğerinden çalarsa, çalanın eli ke­silmez. Bu çalma işini ister mal sahibi eşin özel evinden yapmış olsun, ister her ikisinin beraberce ikamet ettikleri bir evden yapmış olsun, hüküm aynı-

dır. Çünkü eşlerden her biri diğeriyle bir ve aynıdır. Sanki biri diğerinin tâ kendisidir. Aralarında menfaat mübadelesi vardır. Eve girme iznine sahiptir­ler. Aralarındaki mahfaza eksiktir. Adeten ve delâleten birbirlerinin’ malla­rım rahatlıkla kullanabilirler. Maldan daha kıymetli ve nefis olan bedenini eşine verdiğine göre, mal hususunda onun için daha müsamahakâr olacaktır. Kaldı ki; aralarında ana-baba gibi mahrumiyet hacbi (engeli) olmaksızın te­varüs (karşılıklı mirasçı olma) sebebi vardır.

Mâlik bin Enes’in Muvatta’ında rivayet olunduğuna göre; efendisinin hanımının aynasını çalan bir köle Hz. Ömer bin Hattâb’ın huzuruna getiril­miş. Hz. Ömer şöyle demişti: “Ona verilecek bir ceza yoktur. Hizmetçiniz eşyanızı çalmıştır.” Kocanın hizmetçisinin eli kesilmediğine göre, koca bu ruh­sata daha layıktır. Ayrıca menfaatleri bitişik olduğu için eşlerin birbiri üzeri­ne şahitlikleri de kabul erimemektedir. Aynı şekilde birbirinin mallarını çal­maları nedeniyle elleri de1 kesilmez. Eşlerden biri diğerinin malım çalar, son­ra gerdeğe girmeden koca karısını boşar ve iddetsiz olarak kadın boşanırsa; çalanın eli kesilmez. Bir erkek yabancı bir kadının malını çalarda sonra o ka­dınla evlenirse; evlenmesi, kesme cezasına hükmolunmasından önce de olsa sonra da olsa, bu ceza ona infaz edilmez. Ebû Yûsuf (rh.a.) un; evlenme, kesme cezasına hükmolunmasından sonra vukûbulursa ceza infaz edilir dediği ri­vayet edilmiştir.

Bir kimse bâin talâkla boşadığı veya hurettiği karısından -karısı iddetteyken- mal çalarsa, eli kesilmez. Aynı şekilde kadın da iddet beklemek­teyken kocasından mal çalarsa, kesme cezasına çarptırılmaz.

Tercihe şâyân olan görüşlerinde Şâfiîler, Mâlikîler ve bu konuda vârid olan rivayetlerinden birinde Hanbelîler dediler ki: Eşlerden birinin diğerine ait özel bir mahfazadan mal çalması durumunda eli kesilir. İmam Mâlik bu­na ek olarak demiş ki: Eşlerden biri her ikisinin birlikte ikamet ettikleri bir evde diğerine ait bir malı çalarsa, kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü her ikisi de o eve girme iznine sahiptir.

Diğer kavillerinde Şâfiîler ve diğer rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Eşlerden biri diğerinin malını çalma nedeniyle kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü eşlerden her biri evlilik dolayısıyla aralarında sevgi ve merhamet bu­lunduğu için diğeriyle birleşik hale gelmiştir. Yüce Allah buna işaretle şöyle buyuruyor:

“Yine O’nun alametlerindendir ki; kendilerine meyil ve ülfet edesiniz diye sizin için kendi cinsinizden zevceler yarattı ve aranızda bir sevgi ve bir merhamet icad etti.[137]

Üçüncü kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Karısından mal çalması duru­munda kocanın eli kesilir. Kocasından mal çalması durumunda kadının eli kesilmez. Çünkü o, kocasından giysi ve nafaka alma hakkına sahiptir. Kocasından çalması durumunda, çaldığı malda kendisinin de istihkakının bulu­nacağı şüphesinden ötürü eli kesilmez. Bu istihkakı kocasının malında şayi bir hisse olarak bulunsa bile eli kesilmez. Ama bu hüküm koca için sözkonu-su değildir. Çünkü kocanın, karısının malında hakkı yoktur.

Şafiî mezhebinin tercihe şâyân olan görüşü şudur: Eşlerden biri diğeri­nin mahfaza içindeki malını çalarsa eli kesilir. Yine de doğruyu en iyi Aliah bilir.

Malı Çalınanın, Hırsıza Kesme Cezasının Uygulanmasını Taleb Etmesî

Hırsıza el kesme cezasının uygulanması, malı çalman kimsenin bu yol­da talepte bulunmasına bağlıdır. Çünkü hırsızlık haddinde ağır basan husus kul hakkıdır. Hırsızlık olayının açığa çıkması, ancak mahkemede dava açmakla mümkün olur. Burada davacı, malı çalınan kimsedir.

Mâlîkîler ve bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Hırsıza kesme cezasının uygulanması için, malı çalınan kimsenin mutalebede bulun­masına ihtiyaç yoktur. Mal sahibini mutalebesi olmadan da hırsızın eli kesi­lir. Çünkü hırsızlık haddinde kul hakkı değil, Allah’ın hakkı ağır basar. Zi­na haddinde de olduğu gibi had âyeti genel anlam ifade etmektedir.

Bir Grubun Hırsızlığa Katılması

Mezheplerin merhum imamları ittifak ederek dediler ki: Bir grup hırsız bir malı çalmaya iştirak eder ve her birisi o maldan nisap miktarı bir kısmı elde ederse, hırsızlardan her birine had tatbik etmek gerekir ve elleri kesilir. Çünkü hepsi de hırsızlığa iştirak etmiştir. Çalınan malın mahfazası içine gir­dikleri için hepsi de manen o malı yerinden çıkarıp almıştır. Çalınan malı yerinden almakta biri diğerlerine yardım ettiği için fiiien hırsızlığa iştirak et­miştir. Zaten hırsızlar bunu adet haline getirmişlerdir. Şu halde çalma eyle­mi, şer’an onlardan her birine ayrı ayrı nispet edilir. Ama kıymeti bir nisap tutarında olan bir malı topluca çalar ve her birine düşen pay nisaptan az olursa, bu hususta nasıl hüküm verilecektir? Âlimler bu meselede farklı görüş beya­nında bulunmuşlardır.

Hanefî Ve Şâfiîler dediler ki: Bu durumda onların hiç birisine kes­me cezası uygulanmaz. Çünkü her hırsıza kendi suçu nedeniyle kesme ceza sının verilmesi gerekir. Her hırsız hakkında suçun tamam olması esas alınır. Ama bu meselede hırsızlardan her biri nisap miktarı mal çalmış değildir. Böyle olunca da hırsızlığın şartlan tekemmül etmiş olmamaktadır. El, saygın oldu­ğu için; kesme cezası daha azına değil de ancak nisap miktarına bağlanmış­tır. Dünya ve dünya malının değersizliği, insan organının azameti gözönün-de bulundurularak; şeriatin bir el kesmeyi gerekli gördüğü bir nisap miktarı­nın çalınması nedeniyle bir çok eller kesilemez. Hz. Peygamber buyuruyor ki;

“Çeyrek dinar için (el veya ayak) kesin. Bundan daha azı için kesme­yin.[138]

Mâltkîler dediler ki: Çalınan mal çalınması için başkalarının yardı­mını gerektiren bir malsa; çalınmasına iştirak eden hırsızların hepsinin elleri kesilir. Çalınan mal bir kişinin çalabileceği bir malsa; bu hususta iki kavil vardır:

1- Suça iştirak eden hırsızların hepsinin eli kesilir.

2- Hiç birisinin eli kesilmez. Çalarken her biri kendi payına bir şey ça­larsa yine hiç birisinin eli kesilmez. Ancak birinin çıkardığı mal nisap kıyme ti kadarsa, eli kesilir. Nisabı tamamlamak için, hırsızlardan birinin çaldığı, diğerinin çaldığı mala eklenmez. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Hiç bir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez.[139]Nisap mik­tarından daha az mal çalana kesme cezası tatbik edilmez.

Hanbelîler dediler ki: Çalınan mal, çalınması için başkasının yar­dımını gerektiren bir mal olsa da olmasa da; çaldıkları malı yerinden ve mah­fazasından çıkarırken bir arada gayret sarfetmiş de olsalar veya çalınan mal toplam olarak nisap miktarındaysa, her birisi kendi başına bir miktarını çı­karmış da olsa; hırsızların hepsinin elini kesmek gerekir. Çünkü mallara çok saygılı olmak ve kul hakkım muhafaza etmede işi sıkı tutmak gerekir. Zîra ceza, ancak çalınan malın miktarıyla orantılıdır. Yani bu çalınan maldır. Şe­riat malı muhafaza etmek ve mülkiyet saygınlığına riayet etmek için el kes­meyi gerekli kılmaktadır ki; insanların mallarım yağma etmek amacıyla bir araya gelen suç ve cürüm çetelerinin önündeki kapıları ancak böylelikle ka­patabiliriz.

Mülhidlerin İtirazı

Burada bilinen bir soruya değinmek istiyorum. Diyorlar ki: El kesmek, insanın organlarından birini telef etmektir. Bu da çalınan malın az olması durumunda suçla orantılı olmaz. El kesme cezasını gerektiren en az mal miktarı on dirhemdir. Şu halde bu çok ağır bir cezadır.

Bu söz, hırsızlık suçunun anlamını ve bu suçun doğurduğu zararlı so­nuçları bilmemekten kaynaklanmıştır. Kuşkusuz biliyorsun ki; bu suç suç­ların entehlikelisidir.İnsanlar arasında hırsızlık yaygınlaşırsa, birbirlerinin mallarını, ırzlarını ve canlarını tehdid ederler. Nitekim daha önceleri de bunu anlatmıştık. Hayatları acı ve yararsız olur. Hırsız, her karşılaştığı şeyi par­çalayan yırtıcı bir hayvan gibidir. İnsanlar arasında hırsızların kökü temelli olarak kazınsın diye hırsımın suçuna şiddetle karşılık verilmesi gerekir. Bir şahıs cezanın şiddetli olduğunu tahayyül ederse; bu suçun fecaatinin ve toplumda meydana getirdiği sonuçların daha kötü ve daha şiddetli oldu­ğunu bilmesi gerekir. Sonra cezalar ancak kötü ahlâklı kimseleri suçtan caydırmak için konulmuştur. Bu gibi insanlarsa kesinlikle yumuşaklık ve merhametle suç işlemekten vazgeçmezler. Cezanın şiddeti gözlerinin önün­de somutlaşmadıkça, bu suçlardan ebediyyen caymazlar.

Bir Grubun, Malın Bulunduğu Mahfazaya Girmesi

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Hırsızlardan bir grup ma­lın bulunduğu mahfazaya girer ve malı bazıları yerinden çıkarıp alır; diğerle­ri bir şey çıkarmaz ve çıkarmaya yardımcı da olmaz fakat her birinin o mal­dan aldığı pay nisap kadar olursa; hepsinin eli kesilir. Çünkü mah yerinden çıkarma işini her ne kadar bazısı üstlenmişse de, hırsızlık eyleminde birbirle­rine yardımcı oldukları için, manen hepsi o mah yerinden çikarmsş sayılın Zîra o mah yerinden çıkarıp alma gücü, hepsinin sayesinde mümkün olmuş­tur. Hırsızlar bu şekilde çalmayı adet haline getirmişlerdir. Çalınan eşyayı taşımayanlar da savunma işini üstlenirler. Şayet çalıntıyı taşımayanlara kes­me cezası uygulanırı asaydı; bu, had kapısının kapanmasına neden olurdu. Eş­yanın içinde bulunduğu binanın duvarını delmeye yardım eden kimseye -bu kimse her ne kadar içeriden eşya çıkarıp yüklenmese de- ağır ceza vermek gerekir. Ancak hepsine kesme cezası vermek için, hepsinin de eşyasının bu­lunduğu yere girmiş olmaları şart koşulmuştur. Çünkü hırsızlık eyleminde bu­lunmak için sözleşir ve suça iştirak ederler, ama onlardan biri veya bir kaçı eve girip eşyayı çıkarır da diğerleri içeri girmezse; kesme cezası -tabiî eğer han­gisi olduğu biliniyorsa- eve girip eşyayı çıkarana uygulanır. İçeriye hangisi­nin girdiği bilinmiyorsa ta’zîr edilmeleri ve tevbe ettikleri görülünceye dek hapsedilmeleri gerekir. Eve girmeyene kesme cezasının uygulanması gerek­mez. Çünkü onun eve girmekle mahfazayı hiçe sayarak onlara yardım ettiği kesinlik kazanmamıştır. Suça iştirak etmiş sayılmaz. Çünkü mahfazayı hiçe saymak, ancak eve girmekle olur.

Dediler ki: Mahfazanın içine girerek eşyayı alıp taşıyan kimse; akıllı, baliğ ve yabancı birisi olmak gibi tek başına hırsızlık yaptığında kendisine hırsız­lık haddinin uygulanması gereken kimselerdense, yukarıdaki hüküm uygula­nır. Ama eşyayı alıp taşıyan çocuk veya deli veya ev sahibinin zevi’I-erhamdan bir yakınıysa; hırsızlığa iştirak edenlerden hiç birinin eli kesilmez. Çünkü bu durumda eşyayı taşımayanlar, taşıyana tabidirler. Asıl olana kesme cezasını uygulamak vâcib olmadığına göre tabilere uygulamak hiç de vâcib olmaz. Şâfîîler ve Mâlîkîler dediler ki: Bir grup insan eşyanın mahfjazası İçine girer, hırsızlıkta anlaşırlar ve içlerinden bazısı eşyayı çıkarırlarsa; her birinin payı nisap miktarını -ki o da üç dirhem veya daha fazlasıdır- bulursa; kesme cezası ancak eşyayı mahfazasından çıkaran kimseye uygulanır. Mah­fazaya girip de eşyayı çıkarmamış ve taşımamış olana ceza uygulanmaz. Çünkü o fiilen hırsızlık etmiş değildir. Hırsızlığın şartları onun hakkında tekemmül etmiş değildir. Bu gruptakilerden her birinin payı nisap miktarım bulmayın­ca da aynı şekilde kendilerine kesme cezası uygulanmaz. Çünkü nisap mikta­rına ulaşmayan bir mal çalma durumunda kesme cezası uygulanmaz. Mü­kellef iki hırsız, iki nisap miktarınca veya daha fazla miktardaki malı mahfa­zasının dışına çıkarmada ortak olurlarsa; ikisinin de eli kesilir. Çünkü her biri nisap miktarı mal çalmıştır. Ama ikisinin çıkardığı mal iki nisap mikta­rından az ise kendilerine kesme cezası uygulanmaz.

Hırsızın Kapıyı Delmesi Ve Kapıda Gedik Açması

Hanefîler dediler ki: Hırsız gedik açıp içeri girerek malı ahr ve ge­diğin yanında ya da kapıda evin dışındaki bir başkası bu malı onun elinden alırsa; ikisine de kesme cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü çalınan ma­lın üzerine, içeri girenin dışarı çıkmasından önce muteber bir el konulmuş­tur. Böylece de hırsızlık eyleminde şüphe meydana gelmiş olmaktadır. Çün­kü hırsızlık eylemi, ikisinden biri tarafından tamamlanmış değildir.

İmam Ebû Yûsuf demiş ki: İçerideki elini gedikten dışarı çıkarırsa, kes­me cezası içeridekine uygulanır. Dışarıdaki elini içeri sokarak malı alırsa, her ikisine de kesme cezası uygulanır. Ama bu işi, birbirleriyle yardımlaşmaksın her birisi kendi başına yaparsa; meselâ dışarıdaki bir kimse malın bulun­duğu binada bir gedik görür e elini gedikten içeri sokar ve eli içerdekinin toplamış olduğu mala değer ve bu malı alırsa; hiç birisinin eli kesilmez. Ada­mın biri içinde mal bulunan binada gedik açar (içeri girip) eşyaları yola atar, sonra da dışarı çıkıp o eşyaları alırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü bu, hırsızların başvurdukları hilelerden biridir. İçerideki adam malı gediğin yanına bırakır, sonra dışarı çıkıp alırsa, bazıları elinin kesilmesi gerektiğini söy­lemişlerdir. Sahih olan görüşe göre eli kesilmez.

Binanın içinde akar bir su veya nehir olur da malı nehir veya akarsuyun içine atar ve sonra dışarı çıkıp alırsa; eğer suyun kuvvetiyle dışarı çıkmış ise, kendisine kesme cezası uygulanmaz. Çünkü o, kendi fiiliyle çıkmış değildir. Bazıları bu durumdaki hırsızın elinin kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çün­kü malın dışarı çıkması (her ne kadar suyun kuvvetiyle olmuşsa da) onun sebebiyle olmuştur. Çünkü malın su vasıtasıyla dışarı çıkması, malı onun su­ya atması sebebiyle olmuştur. Şu halde malı dışarı çıkarma fiili ona izafe edi­lir. Bu onun fevkalâde bir hilesidir ki; bu hileye başvurmakla ev sahibinin savunmasından kurtulmuş olmaktadır. Böyle yapmakla kesme cezasından kur­tulamaz. Malın içinde bulunduğu binada gedik açılır ve içeri giren hırsız içe­rideki malı yola atar, bir başkası da yola atılan bu malı alırsa; ikisinin de eli kesilmez. Binanın içindeyken malı bir merkebe yükler de merkebi sürüp dı­şarı çıkarır ve sonra malı alırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü merkebin yürümesi onun sürmesiyle olmuştur. Böyle olunca da malın dışarı çıkarılma­sı eylemi ona nispet edilir. İçerideki eşyayı bir köpeğin boynuna asıp onu ko­var ve köpek dışarı çıktıktan sonra da o eşyayı köpeğin boynundan alırsa; kesme cezasına çarptırılır. Kendisi kovmaksizm köpek dışarı çıkarsa, eli ke­silmez. Hayvan kendi iradesiyle dışarı çıkmıştır. Sürme ve gütme ile onun ira­desi bozulmadikça malın dışarı çıkarılması fiili, içerideki adama nispet edi­lemez. Evin duvarım delerek içeri girmeksizin elini gedikten içeri sokan ve bir şeyler alan kimseye bu durumda kesme cezası uygulanmaz. Çünkü mah­fazanın çiğnenip aşılmış olması için tamlık şarttır ki; hırsızlık eyleminin ol­madığı şüphesinden sakınılmış olunsun. Bu şüphe haddi düşürür. Noksanlık yokluğa benzer.

Mâlikîler dediler ki: Hırsız duvarı delerek içeri girer ve dışarıdaki birisi de elini mahfazanın içine sokar; içerideki, dışarı çikarmaksizm onun eline nisap miktarı mal verirse; kesme cezası sadece dışarıdakine uygulanır. Çünkü malı mahfazasının dışına çıkaran odur. İçerideki adam malı dışarı çı­karmış değildir. Onun elini kesmek gerekmez. İçerideki adam bir şeyi tuta­rak mahfaza dışındaki bir adama uzatır ve dışarıda duran adam bu eşyayı onun elinden alırsa; kesme cezası sadece içeridekine uygulanır. Çünkü malı mahfazası dışına çıkaran odur. Dışarıdaki adam mahfazayı çiğneyip aşmış değildir. Malı dışarı çıkarmış da değildir. Dolayısıyla kesme cezasına çarptı­rılmaz. Mahfazanın içindekiyle dışındakinin eli gediğin ortasında karşılaşır­sa; meselâ dışarıdaki içeridekİnin elinden alarak eşyayı dışarı çıkarır veya içe­rideki adam eşyayı bir ipe bağlar ve dışarıdaki adam o ipi tutarak mahfaza dışına çekerse; her ikisine de kesme cezasının uygulanması gerekir.

Mahfazasının içindeyken bir eşyayı başkasının sırtına yükleyerek dışarı kişi onu taşıma gücünde olmasa bile her ikisine kesme cezası uygulanır. Taşıyıcı, içeridekİnin yardımı olmaksızın o eşyayı taşımaya muktedir ise; yalnızca eşyayı dışarı çıkarana kesme cezası uygulanır. Çünkü malı taşıyan kendisidir.

Şâfiîler ve Hanbelîler dediler kî: Bir şahıs binayı deler ve der­hal olsa bile bir başkası bu delikten eşya çıkarırsa; ikisine de kesme cezası uygulanmaz. Çünkü duvarı delen hırsızlık etmemiştir. Malı alan da mahfaza içinden mal almış değildir. Birincinin duvar (onarımı) için tazminat ödeme­si ikincininse aldığı malı tazmin etmesi gerekir. Bu hüküm, evde bir kimse­nin bulunmaması durumunda sözkonusudur. Ama evde açılan gediğe yakın bir mahalde duran ve eşyayı gözetleyen bir bekçi varsa; o eşya mahfazalı sa­yılır. Malı gedikten alana-kesme cezasının uygulanması gerekir. Bekçi uyu-maktaysa; gedikten mal aıan kimseye esah kavle göre kesme cezasının uygu­lanması gerekmez. Meselâ bekçi uyumaktaysa ve evin kapısı da açık bırakıl­mışsa; evden mal çalan kimsenin eli kesilmez. Kesme cezasının uygulanabil­mesi için, malı gedikten çıkaranın mümeyyiz bir kimse olması şarttır.

Ama bir kimse duvarda bir gedik açıp sonra da mümeyyiz olmayan bir çocuğa veya bir deliye, malı içeriden çıkarmasını emreder de o da çıkarırsa; emredenin eli kesilir. Mümeyyiz bir çocuğa veya bir maymuna emrederse, em­redenin eli kesilmez. Çünkü emredilen, onun aleti değildir.

Binada gedik açma hususunda iki kişi birbirleriyle yardımlaşır; sonra iki­sinden biri tek başına içeriden nisap miktarı veya daha fazla miktarda mal çıkarır veya gediğin yakınına bırakır, diğeri de gedik açma işinde kendisine ortak olmuş olmakla birlikte malı gediğin dışına çıkarır ve çıkardığı eşya ni­sap miktarı kadar ya da nisaptan fazla miktarda olursa; heı iki şekilde de sadece malı dışarı çıkaranın eli kesilir. Çünkü hırsızlığı yapan odur.

İçerideki adam malı gediğin orta yerine bırakır, dışarıdaki ortağı o malı alır veya gediğin ağzındayken başkasına aîdirirsa; bu mal da iki nisap kadar yahut daha fazlaysa; kuvvetli görüşe göre ikisinin de eli kesilmez. Çünkü iki­si de mahfazanın (duvarın) tamamen dışına çıkarmış değildirler. Bunlara za-rîf hırsız denir.

İkinci görüşe göre, her ikisinin eli kesilir. Çünkü gediği beraberce açmış ve malı beraberce dışarı çıkarmışlardır. Elleri kesilir ki; bu yönteme başvura­rak el kesme cezasından kurtulmasınlar. Malı, bir ucu dışarıdaki ortağının elinde bulunan bir ipe bağlar, o da dışarı çekip çıkarırsa; içeridekİnin değil de dışarıdakinin eli kesilir. Ama her ikisi de tazminatla yükümlü olurlar.

Kötürümün yol göstermesiyle hırsızlık yapan kör, kesme cezasına çarp­tırılır. Kör, malı kendisine göstersin diye kötürüm yüklenip taşır ve böylece mahfaza dahiline girip içeriden eşya çıkarırsa; kesme cezasına çarptırılır. Çünkü burada körün kendisi hırsızdır. Körün taşımakta olduğu kötürüm, mahfaza- dan çıkardığı eşya nedeniyle kesme cezasına çarptırılır. Çünkü bu durumda kötürümün kendisi hırsızdır. Körün eli kesilmez. Zîra eşyayı taşıyan o değil­dir. Kapıyı açmak, kilidi kırmak, duvara tırmanmak ve diğer hareket tarzları da duvarda gedik açma hükmündedir. Mahfazanın içine giren adam, eşyayı mahfaza dışına atar veya bir akar ya da durgun suya bırakır yahut esen rüz­gâra salar da böylece eşya da mahfazası dışına çıkarsa; bütün bu durumlar­da hırsızın eli kesilir. Çünkü bütün bu durumlarda eşyayı mahfaza dışına çı­karma eylemi ona nispet edilir. Eşyayı gedikten veya kapıdan veya duvar üs­tünden dışarı atması, attıktan sonra alması veya ateşe atmış olma nedeniyle telef olması ya da olmaması hep aynı hükme tabidir.

Hırsız bir gece binada gedik açar ama eşya çalmayıp, gediğin onarılma­sından önce başka bir gece tekrar gelip gedik açtığı yerden mal çalarsa; tıpkı gecenin ilk saatlerinde gedik açıp son saatlerinde hırsızlık yapmış gibi kesme cezasına çarptırılır. Esah olan kavil budur. Bu durumdaki hırsıza kesme ce­zası uygulanmaz diyenler de olmuştur.

Küçük Yaştaki Hür Kîmsenîn Çalınması

Şafîıler dediler ki: Küçük yaştaki hür bir kimseyi çalana el veya ayak kesme cezası uygulanmaz. Çünkü hür insan mal değildir.

Eğer denilse ki: Dârekutnî’nin rivayetine göre Hz. Âişe (r.a.) şöyle de­miştir: “Resûlullah (s.a.s.)in huzuruna bir adam getirildi. Bu adam çocukla­rı çalar, sonra onları başka yere götürüp satardı. Hz. Peygamber emir verdi ve eli kesildi/’ Buna cevap olarak deriz ki: Bu hadis zayıftır. Sahih olduğunu farzetsek bile burada sözü edilen çocuklardan köleler kastedilmiştir. Deriz ki; kölelerin hükmü de şudur: Yaşı küçük veya acemi veya deli olan gayri mü­meyyiz, mahfazalı bir köleyi çalan kimse; diğer malları çalmış gibi kesme ce­zasına çarptırılır. Kölenin mahfazası da evin müştemilatı gibi yerlerdir. Mü­meyyiz olmayan küçük yaştaki hür bir kimseyi veya yine hür olan deli, acemi veya kör bir kimseyi, normal olarak kaybolmayacağı bir yerden çalan veya­hut gerdanlık veya kendisine layık başkaca zinet yahut giysilerini üzerinden çalan kimse, esah kavle göre kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü hür kimse beraberindeki eşyanın koruyucusudur. Bu nedenle anılan şahıslardan biri yalnız olarak bulunur ve beraberinde de zineti varsa; o zineti üzerinden çalan kim­seye bu hüküm uygulanır. Sahibinin binmiş vaziyette üzerinde durduğu de­veyi çalmış gibi olur. İkinci görüşe göre ise bu durumdaki hırsıza kesme ce­zası uygulanır. Çünkü hırsız o adamı, üzerindeki eşya için çalmıştır. Ama ıs­sız yer ve sahra gibi kaybolabileceği bir yerden çalmışsa, ihtilafsız olarak kes­me cezasına çarptırılmaz veya beraberindeki eşya kendisine göre normalden

fazlaysa ve onu kendisi için uygun bir mahfazadan çalarsa; ihtilafsız olarak kesme cezasına çarptırılır. Ama ona göre değil de ancak bir çocuk için uygun denebilecek bir mahfazadan çalarsa, İhtilafsız olarak kesme cezasına çarptı­rılmaz.

Bütün bu anlatılan hükümler, gerdanlığın çocuğa ait olması durumun­da sözkonusudurlar. Gerdanlık başkasına ait olursa ve onu, onun gibi eşya İçin normal sayılabilecek bir mahfazadan çalarsa, eli kesilir. Aksi takdirde kesinlikle bu cezaya çarptırılmaz. Çocuğu korunağından çıkarır da sonra ger­danlığı boynundan çekip alırsa, eli kesilmez. Çünkü gerdanlığı mahfazasın­dan çıkarıp almış değildir. Sözgelimi hür de olsa; bir çocuğun veya köpeğin boynunda da olsa, mahfazalı küçük bir canlının boynunda asılı duran bir gerdanlığı çalarsa yahut bu gerdanlığı köpekle beraber çalarsa eli kesilir.

Mâlikîler dediletf ki: Mümeyyiz olmayan hür bir çocuğun üzerinde­ki zinetleri veya giysileri yahut cebinde veya boynunda duran şeyleri -çocuğun beraberinde koruyucusu yoksa veya çocuğun barındığı evde durmaması halinde- çalan kimseye kesme cezasının uygulanması gerekmez. Çünkü mü­meyyiz olmayan kimse, üzerindeki eşya için mahfaza sayılmaz. Yaşı büyük olsa bile deli de çocuk hükmündedir. Ama henüz konuşmayan ve yürüme­yen, mümeyyiz olmayan hür ve küçük çocuğu çalan kimsenin elini kesmek gerekir. Çünkü bu çocuk, muhterem bir mal gibidir. Zîra çocuk mümeyyiz değilse; çalınmasından gaye, üzerindeki eşya değil de kendisidir. Bazan çocu­ğun üzerinde eşya da olmaz. Varsa üzerindeki zinet veya giysiler ya alınır ya da bırakılır. Ceza olarak da onu çalana hırsızlık haddinin uygulanması gere­kir. Çünkü çocuk, maldan daha kıymetlidir. Zîra Dârekutnî, Hz. Âişe (r.a.)nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Resûlullah (s.a.v.)ın huzuruna bir adam geti­rildi. Bu adam çocukları çalar, sonra da onları başka yere götürüp satardı. Hz. Peygamber emir verdi ve eli kesildi.”

HANEFÎLER dediler ki: Üzerinde nisap miktarına varan zinetler bu­lunsa dahi küçük yaştaki hür çocukları çalan hırsızın elini kesmek gerekmez. Zinet; altın, gümüş veya mücevher takılardır. Çünkü hür insan mal değildir. Üzerindeki zinetler de kendisine tabidir. Kesme cezası da ancak mal çalma durumunda uygulanır. Hür çocuğu çalanın eli kesilmez. Her ne kadar bu su-Çun günah ve cezası Allah katında mal çalma suçunun günah ve cezasından daha ağır ve şiddetliyse de bu hüküm böyledir. Bir hadîs-i Kudsîde Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:

“Üç kişi vardır ki; kıyamet gününde ben onların hasmıyım: Bir adam ki; kendisine verilir o da gadreder. Bir adam ki; hür bir kimseyi satar, bedeli­ni yer. Bir ada;n ki; bir işçi tutar onu çalıştırıp emeğini alır, sonra da ücretini

Ona Ödemez.[140]

Ama bütün bunlara rağmen dünyevi ceza olan kesme cezası bu tip hır­sızlar aleyhine şer’an sabit olmuş değildir. Çünkü.ortada şüphe vardır. Çocu­ğu çalarken onu susturmak veya onu emzirecek kadına götürmek amacıyla çalmış olduğuna te’vil edilebilir. Bu meselede sözü edilen çocuktan kasıt; yü­rümeyen, konuşmayan ve mümeyyiz olmayan küçük çocuktur. Çalman ço­cuk, yürüyüp konuşabilen ve ayırım gücüne sahip olan (mümeyyiz) biriyse, onu çalanın eli kesilmez. Bu hükümde icmâ vardır. Çünkü o, kendini idare edebilir. Onu çalmak hileyle olur. Hile ve düzenle çalma durumunda kesme cezası uygulanmaz. İmam Ebû Yûsuf’tan rivayet olunduğuna göre; mümey­yiz olmayan hür çocuğun çalınması durumunda, çalanın elini kesmek vacip olur. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Şâfiîler dediler ki: Bir köle devenin üzerinde uyur da bir başkası de­veyi güdüp kervanın dışına çıkarırsa; elini kesmek gerekir. Ama hür bir kim­se devenin üzerinde uyur da bir başkası deveyi güdüp kervanın dışına çıkarır­sa; esah kavle göre, deveyi kervan dışına çıkaranın eli kesilmez. Çünkü deve, üzerinde uyumakta olan hür kimseye tabidir.

Misafirin Hırsızlığı

Hanefîler dediler ki: Misafir kendisini evinde ağırlayan ev sahibi­nin evinden nisaptan fazla miktarda mal çalarsa; elini kesmek gerekmez. Çünkü o ev, kendisine göre mahfaza sayılmaz. O, eve girme iznine sahiptir.; Bu izne sahip olmakla da ev halkından biri sayılır. O evden eşya alması hırsızlık değil de hıyanet olarak nitelendirilir. İçine girme iznine sahip olduğu binanın kilit­li odalarından veya kilitli sandıklarından birinden mal çalan kimse de aynı şekilde kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü bütün odalarıyla birlikte bina, tek bir mahfazadır. Bu nedenle hırsız binanın odalarından birinden eşya çı­karırsa; Bu eşyayı binanın dışma,çıkarmadıkça eli kesilmez. Binanın tamamı tek bir mahfaza olduğuna göre; binanın içine girmekle mahfaza haleldar ol­muş olur. Odaların mahfazalı oluşlarında eksiklik meydana gelmiş olur ki; bu da hırsızlık yapan misafirden haddi uzaklaştıran bir şüphe olur.

Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: Misafir konuk evinden veya komşu komşusunun dükkânından veya yıkanan kişi hamamdan çalarsa, -eşya çalmak için buralara girmiş olsa bile- elini kesmek gerekmez. Çünkü bu kişi mahfazalı olmayan bir malı çalmıştır. Konuk evi misafire karşı mahfaza sa­yılmaz. Çünkü ev sahibi onun bu eve girmesine izin vermiştir. Bu iki mezhe­bin âlimleri, hırsıza kesme cezasını uygulamanın vâcib olması için, çalınan malda tahakkuku zorunlu bazı şartlar ileri sürmüşlerdir. Bu şartlan şöylece sıralayabiliriz:

1- Çalınan mal (en az) çeyrek dinar değerinde olmalıdır.

2- Çalınan mal başkasının mülkü olmalıdır.

3- Çalınan malda şüphe mevcud olmamalıdır.

4- Çalınan mal muhafızlı veya istihkâmh bir yerde bulunarak mahfazalı olmalıdır.

Bu şartlardan biri gerçekleşmezse, kesme cezasını uygulamak vâcib ol­maz. Misafirin konuk evinden çalmasında bîr şart noksandır ki; o da malın mahfazalı olması şartıdır.

Mâlikîler dediler ki: Eve girmesine izin verilen misafirin nisaptan fazla bir malı çalması durumunda elini kesmek gerekmez. Çünkü o, ev sahi­binin izni ile oraya girmiştir. Malı çalan misafir hırsız değil, haindin

Sahiplerinden İzin almadan herkesin girebildiği bir evden çalan kimse­nin eli kesilmez. Çalınan eşyayı kapıdan dışarı çıkarması durumunda eli ke­silmez. Çünkü bu malı çalan, kendisine güvenen bir kimseye hıyanet etmiş­tir. Ancak eşyayı depo ve mahzen gibi saklamldığı yerden çıkarıp evin kapısı­na kadar götürürse eli kesilir. Eşyayı, bakıp kalitesini öğrenmek için çıkarır­sa; buna âdeten veya hakikaten izin verilmiş olduğu için eli kesilmez. Sonra binanın içine girme izni olduğu için mahfaza eksiktir ve dolayısıyla hırsızlık fiili de tekemmül etmiş değildir.

Tüccarların Dükkân Ve Mağazaları Yla Şirketlerden Mal Çalmak

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Tüccarların dükkânlarından, mağazalarından ve içki satan yerlerden mal çalan kimsenin elini kesmek ge­rekmez. Çünkü buraların sahipleri alış-veriş için halkın içeri girmesine izin vermişlerdir. Gündüzlcyin buralardan hırsızlık yapan kimse, mahfaza eksik­liği nedeniyle kesme cezasına çarptırılmaz. Tüccar sabahleyin çarşıda dük­kânını açar; eşyalara bakıp satın almaları amacıyla insanları dükkânına gir­meye buyur eder. Dükkânına ne kadar çok insan girerse, o kadar çok sevinir. Çünkü onun bunda kazancı vardır. Ticareti artar. Dükkânına giren bu in­sanlardan biri mal çalarsa; çalana kesme cezasını uygulamak gerekmez. Çünkü insanlar oraya girmeye âdeten veya hakikaten izinlidirler. Böyle olunca da mah­faza eksik olur. Ancak dükkândan geceleyin çalan kimseye kesme cezasını uygulamak gerekir. Çünkü dükkân, malları (geceleyin) muhafaza etmek için bina edilmiştir.Gündüzicyin giriş izni verildiği için mahfaza tam değİldİrJAma

geceleyin böyle bir izin sözkonusu olmadığı için mahfaza tamdır. Şu halde geceleyin dükkândan nisap miktarı mal çalan kimsenin, dükkânın muhafızı bulunmasa bile elini kesmek gerekir.

Şâfiîler ve Hanbelîler dediler ki: Eve veya dükkâna veya hana ahş-verış için girmek amacıyla kendisine izin verilen kimseye, (buralardan mal çalması durumunda) kesme cezası yoktur. Çünkü âdeten ve örfen buralara girme iznine sahîb olduğu için mahfaza bulunmaması şüphesi vardır. Doğ­rusu şu ki; işlerini görmeleri, ihtiyaç duydukları malları satın almaları, hiç bir sıkıntıya düşmeden ve ayrıca izin almaya gerek duymadan satın almaları için gündüzleyin bu gibi yerlere herkesin girmesine izin verilmiştir. Şu halde buralardaki eşyalar her ne kadar bina içinde olsalar ve sahiplerinin berabe­rinde bulunsalar da mahfazalı sayılmazlar. Çünkü halkın buralara girmesi için verilen izin,hırsızhk haddini bertaraf eden bir şüphedir.Kumaş boyacısı­nın dükkânının kapısı üzerinde duran ve müşterilerin nazar-ı dikkatini çeken kumaşlar, aktarın dükkân kapısına koyduğu aktariye malları, dükkânlarda; içinde bazı şeylerin pişirildiği kazanlar, dükkân kapısının önüne kapak gibi dayatılan şeylerle mahfazalı olurlar. Çünkü bu sayılan eşyayı dükkânın ve bi­nanın içine taşımak zordur. Dükkânın kapısını ikide bir bu eşyaların üzerine kapatıp kilitlemek mümkün değildir. Bütün bu durumların gündüzleyin, her­kesin giriş iznine sahip olduğu zamanda vukûbulması halinde anılan hüküm sözkonusudur. Bekçisiz ama kilitli olan dükkân geceleyin emniyetli zamanda içindeki bakkaliye malzemesinin mahfazasıdır. Ama içinde bekçisi olmayan kapısı açık dükkân veya korkulu zamanda kapısı kilitli dükkân, içindeki eş­yanın mahfazası değildir. Ekin tohumcusunun dükkânı gece vakti içindeki eşyanın mahfazasıdır. Çünkü geceleyin halkın böyle bir dükkâna girmeline izin verilmiş değildir. Bu iki mezhebin âlimleri dediler ki: Binaların ve evle­rin kapılan, içerideki eşyanın mahfazasıdır. Dükkânların ve evlerle binaların kapılan, içerideki eşyanın mahfazası oldukları gibi; kendi üzerlerindeki ki­lit, halka ve çivinin -açık dursalar da, evde veya dükkânda kimse bulunmasa bile- mahfazasıdır. Evlerin ve dükkânların çatılan ve mermerleri de kapı hük­mündedir. Kiremit, binanın kendisiyle mahfazalıdır. Satıcıların yiyecek mad­deleri, bu maddelerin birbirine bağlanmış olmasıyla mahfazalıdır. Öyle ki; bu yiyecek maddelerini almak, ancak bağı çözmek veya bazı çuvalları yar­makla mümkün olur. Tabii, eşyaları bu şekilde bağlamak adet haline getiril­miş ise… Ama bu şekilde bağlamak adet haline getirilmemiş ise; o zaman günümüzde olduğu gibi bu eşyaların üzerine kilitlenen bir kapının bulunma­sı şart olur. Tüccar geceleyin dükkânında bir gediği açık bırakırda hırsız elini bu gedikten içeri sokup nisap miktarınca mal çıkarırsa; kesme cezasına çarp­tırılması gerekmez. Çünkü .o, mahfazayı hiçe sayıp çiğnemiş değildir. Dük­kâna girmek için hırsız bir gedik açar, içeri girmeyip öylece bırakırda sonra bir başkası yoldan gelerek “elini gedikten içeri sokar ve nisap miktarından da-ha fazla mal çalarsa; mahfazayı çiğneyip parçalamadığı için kesme cezasına çarptırılmaz.

Bu iki mezhebin âlimleri dediler ki: Hırsız, şiddetli pahalılık ve kıtlık zamanında kendi parası veya kudretiyle elde edemeyeceği yiyecek maddesini çalarsa, Allah’ın insanlara rahmeti dolayısıyla eli kesilmez. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) zamanında bir kıtlık yılında da böyle olmuştu.

Suçluları Suçtan Caydırmaya Dâir Bazı Misaller

Bu konuda elle tutulur, pratik bazı misallerimiz vardır. Meselâ esrar ve kokain İçenler için hükümet önceleri hafif cezalar koymuştu. Bu da ki­şiliği zayıf ve şerli kimseleri suçtan caydıracağı yerde bilâkis suça teşvik ediyordu. Bu konuda kesin ve sert kanunlar konulup da o kötü İnsanlar bu işin tehlikeli olduğunu anladıklarında, bu zehirleri kullanmaktan sakın­maya başladılar. İşte bu gibi yasaları İslâm hukuku da benimser ve güzel bulur. Çünkü hâkim, ister kişinin şahsında kalsın, ister topluma sirayet et­sin; suçların önünü almak amacıyla uygun gördüğü tarz ve miktarda ta’-zîrde bulunma yetkisine sahiptir.

Gemiden Çalmak

Mâlikîler dediler ki: Gemiden çalmak onaltı şekilde olur. Bunun açık­laması şöyledir: Boş ve boş hükmünde olan gemiden çalmada, sekiz durum­da hırsızın eli kesilir: Malı gemiden çıkarmıştır veya çıkarmamıştır. Çalan, yolculardan biridir veya değildir. Sahibi malın yanındadır veya değildir. Mal da boş gemidedir veya boş hükmünde olan bir gemidedir.

Boş olmayan gemiden mal çalmada, beş durumda hırsızın eli kesilir: Sa­hibi malının yanındaysa, hırsız malı gemiden dışarı çıkarmıştır veya çıkar­mamıştır. Hırsız geminin yolcularından biridir veya yabancı birisidir. Beşinci şekil; sahibi hazırda değilken, hırsızın, malı gemi dışına çıkarmasıdır.

Üç durumda hırsıza kesme cezası verilmez. Sahibi hazırda değilken ma­lın gemiden çalınması. Çalanın da yolculardan biri olması. Malı gemi dışına çıkarmış olması veya olmaması farketmez. Veya çalanın gemi dışındaki bir kimse olması ve eşyayı gemi dışına çıkarmış olmaması.

Ödeme Mecburiyetinde Olan Kimseden Çalmak

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Kendisinin ortak olduğu bir maldan nisap miktarınca mal çalan hırsıza kesme cezasının uygulanması gerekmez. İki ortaktan birinin, diğerinin mahfazasında bulunan ve aralarında müşterek olan bir malı çalmaları gibi… Bu durumda hırsıza kesme cezası uy­gulanmaz. Çünkü hırsızın bu malda hakkı vardır. Bu hak da hırsızdan haddi uzaklaştıran bir şüphedir. Şu halde bu hırsızın eli kesilmez. Bir kimsenin bir başkasından bir kaç dirhem alacağı olur ve bu adam borçlusundan o dirhem­lerin mislini çalarsa; elini kesmek gerekmez. Çünkü çalanın yaptığı iş, kendi­sine ait olan sabit bir hakkı almaktan ibarettir. El kesmeme bakımından va­desi gelmiş borçla vadesi gelmemiş olan borç aynıdır. Bu aynılık, istİhsan ge­reğidir. Çünkü vadelendirmek, borç ödeme talebini ertelemektir. Kıyasa ba­kılırsa; vadesi gelmemiş borçludan borç miktarı mal çalan kimsenin elini kes­mek gerekir. Çünkü vadesinden önce borcunu alması mubah değildir. Hak­kın sübutu, ödeme talebinin ertelenmesiyle bir şüphe olur. Borçlusundakİ ala­cağından daha fazlasını çalsa da elini kesmek gerekmez. Çünkü fazlalık ol­ması durumunda o malda kendi hakkı kadarıyla ortak olur. Malı çalınan borç­lunun, borç ödemede çabuk veya ağır olan bir kimse olması bu hükmü de­ğiştirmez. Borçlusundakİ hakkının cinsinden başka cins bir malı alacaklının çalması durumuna gelince; örneğin borçlusundaki alacağı dirhem veya dinarsa, kendisi de cndan bazı ticaret malları çalmışsa, eli kesilir. Çünkü onun bu malı almaya hakkı yoktur.Borçlusundaki alacağı dirhemse,kendisi de ondan di­nar çalmışsa veya bunun tersi olmuşsa; bazıları alacaklının elinin kesilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü böyle yapması, hakkının karşılığını alması demek değildir. Bu yaptığı ancak bir ahş-veriş olur ki; alış-verişte ancak iki tarafın rızasıyla sahih olur. Şu halde böyle yapmaya hakkı yoktur. Bazıları bu alacaklının elinin kesilmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü para ol­ma bakımından dirhemle dinar arasında cins birliği vardır. Dirhem alacaklı­sı olan bir kimse, borçlusundan gümüş zinetler çalarsa, elinin kesilmesi gere­kir. Babasının veya büyükbabasının borçlusundan mal çalan kimsenin eli ke­silir. Çünkü bu borcu alma hakkı çalana değil başkasına aittir. Küçük oğlu­nun borçlusundan mal çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü o, küçük oğluna niyabeten onun hakkını alma yetkisine sahiptir.

Şafiiler dediler ki: Malı çalman borçlu borç ödemeyi geciktiren bir kimseyse; çalanın eli kesilmez. Borç ödemeyi geciktiren bir kimse değilse, ça-lanm eli kesilir. Ama hakkını almak amacıyla çalmışsa, eli kesilmez. Çünkü bu durumda o, bu malı alma iznine sahiptir. Borçludaki malının cinsinden başka cins bir malı alsa da kendi malının cinsini almış gibi olur.

Hırsızın Dönüp Tekrar Çalması

Hanefîler dediler ki: Bir aynı çalıp eğer duruyorsa- geri veren, sonra dönüp aynı halde duran o aynı tekrar çalan kimsenin eli kesilmez. Çünkü

kesmek, hırsız hakkında mahallin (çalınan malın) dokunulmazlığını düşü­rür. Aynı sahibine geri vermekle mahallin dokunulmazlığı her ne kadar geri dönerse de mülk ve mahal birliği nazar-i itibara alınarak dokunulmazlığın düştüğü şüphesi ortada kalır. Dokunulmazlığın düşmesini gerektiren sebep kesmektir. Bu sebeplerden her biri; el kesmekle tahakkuk eden dokunulmaz­lığın düşmesi durumunun bakî kalmasını gerektirir. Dokunulmazlık geri ge­lir ve tahakkukundan sonra düşme de ortadan kalkarsa; yokluk şüphesiyle beraber olur. Bununla da had sakıt olur. Ama başka bir kimsenin bu malı çalması durumunda hüküm değişir. Kaldı ki; kesme cezasından sonra suçun tekrar işlenmesi ender görülür. Ender rastlanan suçlar için de caydırıcı dün­yevî cezalar konulmaz. Konulursa da amaç dışına çıkılmış olur. Amaç suçla­rı azaltmaktır. Zaten bu şuç, fiilen az işlenmektedir. Şu halde böyle bir ceza gereksiz yere konulmuştur.

Şafiî, Mâlîkî Ve Hanbelîler dediler ki: Bir şeyi çaldığı için eli kesilen kimse sahibine iade edilen o şeyi dönüp tekrar çalarsa ve o eşya da kendi eski durumundaysa; hırsız ikinci kez kesme cezasına çarptırılır. Dare-kutnî, Vafıdî aracılığıyla Ebû Hüreyre (r.a.)den naklederek Peygamber (s.a.v.)in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Hırsız, çaldığında (sağ) elini kesin. Sonra tekrar çalarsa, sol ayağını ke­sin.[141] Çünkü ikinci çalma kesme cezasına sebebiyet verme hususunda birinci çalma gibidir. Hatta daha da kötü ve günahtır. Çünkü cay­dırıcı ve menedici cezasının uygulanmasından sonra tekrar suç işlemek, ilk suçtan daha da çirkindir. Bu mal, sahibinin hırsıza sattığı, sonra ondan sa­tın aldığı, sonra da hırsızın kendisinden çaldığı bir mal gibi olur. Bu durum­da hırsıza kesme cezasının uygulanması ittifakla vâcib olur. Çünkü kendisin­den çalınan adama iade edilen mal, tazminat hükmü bakımından hırsız hak­kında başka bir ayın gibi olur. Hatta hırsız bu malı gasbederveya telef eder­se; tazminat ödemekle yükümlü olur. Kesme hükmü bakımından da bu mal, hırsız hakkında başka bir ayın gibi olur. Hırsızlık haddiyle ilgili âyetin genel anlamı da hırsıza kesme cezasının uygulanmasını vâcib kılmaktadır. Kaldı ki; hırsızın çaldığı mal, tam nisap miktarındaki masum (dokunulmaz) bir mal­dır ve bu mal, şüpheye yer bırakmayacak şekilde mahfazasından çıkarılıp ça­lınmıştır. Bu evsaf ile ilk çalmada hırsıza kesme cezasının uygulanması gere­kir. İkinci çalmada da aynı şekilde bu uygulamanın yapılması gerekir.

Tazminat Ve Kesme Cezaları Birlikte Verilebilir Mi?

Hanefîler ve Hanbelîler dediler ki: Hırsızın çalma suçu sabit görüldüğünde, kendisine kesme cezasının uygulanmasıyla birlikte tazminat cezası verilemez. Çaldığı şey ölerek veya tüketilerek telef olursa; tazminat öde­mesi gerekmez. Tazminat öderse, kesme cezası uygulanmaz. Kesme cezası uy­gulanırsa, tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Ama hırsıza kesme cezası uy­gulandığında, çaldığı ayın elinde duruyorsa; bu ayın sahibine geri verilir. Çünkü bu mal, ihtilafsız olarak hâlâ sahibinin mülkiyetindedir. Malı çalman kimse dilerse tazminat ister: O zaman hırsıza kesme cezası uygulanmaz. Dilerse hırsıza kesme cezası uygulanır: O zaman hırsız tazminat ödemekle yükümlü olmaz. Zîra Neseî, Misver bin Abdurrahman bin Avf (r.a.) dan naklederek Resûlul-lah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Kendisine (kesme) haddi uygulandığı takdirde hırsıza tazminat cezası verilmez.[142] Bu hadîste şuna delâlet ediliyor ki: Çalınan ayın hırsızın elinde telef olursa; kesme cezasının kendisine uygulanmasından son­ra tazminat ödemez. Kesmezden önce veya sonra telef etmiş olması bu hük­mü değiştirmez. Çünkü bu kesme, bir cezadır. Ceza da onun için yeterlidir. Bu da delâlet ediyor ki; bu kesme cezası, hırsızlık suçundan ötürü uygulan­maktadır. Ayrıca bir kimse hakkında iki hakkın içtimâ etmesi usule aykırı­dır. Kesme cezası tazminata bedel kılınmıştır. Şu halde bir hırsız, daha önce çaldığı nedeniyle kesme cezasına çarptırılmış olduğu aynı tekrar çalarsa; ikinci kez kesme cezasına çarptırılmaz. Çünkü bu durumda mahal ve sebep birliği şüphesi vardır. Kaldı ki; tazminat yükümlülüğü, kesme cezasını ortadan kal­dırır. Zîra hırsız tazminat ödedikten sonra, onu aldığı vakitten geçerli olmak üzere mülk edinmiş olur. Böyle yapınca da; yani onu ikinci kez alınca da kendi mülkünü almış olduğu açığa çıkar. Kendi mülkünü -başkasının mahfazasın­da olsa da- alan kimseye kesme cezası uygulanamaz. Ama kesme cezası kati­yetle sabittir. Onu ortadan kaldıran şey tazminattır.

Mâlîkîler dediler ki: Hırsız varlıklı ise; hem kesme hem tazminat cezasına çarptırılır. Malî sıkıntı içindeyse; tazminat ödemekle yükümlü kı­lınmaz. Sadece kesme cezasına çarptırılır. Yoksul ve muhtaç durumda oldu­ğu anlaşıldığı için onda çalma mazeretinin kokusu vardır. Cenab-ı Allah hiç bir kimseye takatinden fazla yük yüklemez.

Şâfiîler dediler ki: Varlıklı veya sıkıntılı her ne halde olursa olsun; hırsıza hem tazminat hem de (el veya ayak) kesme cezası uygulanmalıdır. Zî­ra Hz. Peygamber buyurmuşlar ki:

Yüce Allah (c.c.) de buyuruyor ki:

“Mallarınızı aranızda bâtıl (ve haksız) nedenlerle yemeyin.[143]Bir başka hadîs-i şeriflerinde Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

“Gönül rızası ve hoşnutluğu olmadıkça müslüman bir kimsenin malı (m almak) helâl olmaz.[144]

Şu da var ki; hırsızlıkta Allah ve kul hakkı olmak üzere iki hak bir araya gelmektedir. Herkesin hakkını ödemek gerekir. Çalınan şey ayniyle mevcut­sa; sahibine geri verilmesi gerektiği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Mev­cut değilse, tazminat ödenmesi gerekir. Âlimler bu hükmü verirken diğer vâ-cib mallara kıyasta bulunmuşlardır. O, başkasının mülkiyetindeki bir malı, tecavüzde bulunarak telef etmiştir. Dolayısıyla tıpkı gaspta olduğu gibi o malı tazmin etmesi gerekir. Burada iki hak arasında aykırılık yoktur. Çünkü bun­ların sebepleri muhteliftir. Birisi Allah’ın hakkıdır ki; o da bu hususî cina­yetten (suçtan) nehyetmek ve yasaklamaktır. Diğeri de kul hakkıdır. Allah’ın hakkı için hırsıza kesme ce2ası uygulanır. Kul hakkı için de tazminat öde­mekle yükümlü kılınır. Bu hırsız tıpkı başkasının mülkü olan bir hayvanı ha­remde avlamış gibi olur. Allah’ın hakkı için av cezası öder. Kulun hakkı için de mülk sahibine tazminat öder. Yine bu hırsız, tıpkı bir zımmînin mülkiye­tindeki şarabı içmiş gibi olur. Allah’ın hakkı için içki haddine tabi tutulur. Zımmînin hakkı olarak da ona tazminat öder. Rivayet olunduğuna göre Re-sûlullah (s.a.v.) Efendimiz, ağaç üzerindeki hurmayla ilgili olarak şöyle bu­yurmuştur:

‘Ödeyinceye kadar el, almış olduğu şeyi ödemekle yükümlüdür.”

“İhtiyaç sahiplerinden bir kimse, kucak dolusu almaksızın ihtiyacını (aç­lığını hurma yiyerek) giderirse, ona bir şey (ceza) yoktur. Ama ondan (hur­madan) bir miktar dışarı çıkarıp götürürse hem tazminat öder, hem de ceza­ya çarptırılır.”[145]

Evinin İçinde Bir Adam Gören Kimse

Hanefiler dediler kî: Adamın biri kendi evinin içinde yabancı bir kimse görür de onu öldürür ve sonra da “Bu hırsızdır; malımı almak için evime girmişti. Onu geri çevirmek için öldürmekten başka çıkar yol bulamadım” derse, maktule bakılır: Maktul eğer hırsızlık ve kötülükle ta­nınmış birisi ise, öldüren kişiye kısas uygulanmaz. Sadece onun ailesine di­yet ödemesi gerekir. Hırsızlık ve kötülükle tanınan biri değilse, katile kısas uygulanır. Beyyine getirmedikçe iddiası kabul edilmez.

Mâllkî, ŞAFİÎ ve Hanbelîler dediler ki: iddiasının doğruluğuna ilişkin beyyine getirmediği takdirde katile kısas uygulamak vâcib olur. Mak­tulün hal ve gidişatına bakılmaz. Bu hüküm, bu yoldan gelebilecek kötülük­lerin önünü almak için verilmiştir. Bu gedik, zayıf imanlı kimselerin can al­mak için başvurabilecekleri açık bir kapıdır. Olabilir ki; adamın biri evinde iş yapması veya misafirliğe gelmesi için bir başkasını evine çağırır. Sonra da ona karşı içindeki kininden dolayı tecavüz ve suikastte bulunur ve hırsızlık yapmak amacıyla evine girdiği için onu öldürdüğünü iddia eden Oysa ki mü’-min bir kimseyi öldürmek, Allah nazarında en büyük günahlardan biridir. Can almaya sebeb olacak her kapının kapatılması gereklidir.

Çalınan Malın, Hırsıza Kesme Cezasının Uygulanmasından Önce Hırsızın Mülkiyetine Girmesi

Hanefîler dediler ki: Hâkim, hırsızlık yaptığı için bir adama kesme cezasının verilmesine hükmettiğinde; çalınan malın sahibi malım hırsıza hi­be eder ve ona teslim ederse veya ona satarsa veya miras ya da başka bir yolla bu mal hırsıza geri gelirse; kesme cezası kalkar ve hırsızın eli (veya ayağı) ke­silmez. Haddin bilfiil yerine getirilmesi, hadler babında yargı sayılır. Haddin infazından Önce meydana gelen değişiklikler, kararın verilmesinden önce mey­dana gelen değişiklikler gibidir. Hırsız çaldığı malı hâkimin kesme kararını vermesinden önce mülkedinirse; kesme cezası ittifakla uygulanmaz. (Hâki­min karar vermesinden sonra ama) haddin infazından önce mülkedinirse; yi­ne kesme cezası uyguIanmaz.Kaza(yargi)dan kelime olarak kastedilen anlam; hak sahibinin hakkını ortaya çıkarmaktan başka bir şey değildir. Burada hak sahibi, izzet ve celâl sahibi Yüce Allah’tır. O’nun yanında hak, ortaya koy­maya gerek kalmaksızın zaten ortadadır. Şu halde lâfzen kazaya gerek yok­tur. “Hak, ancak sahibine ödenince had düşer” kaydı O’nu bağlamaz. Hal böyle olunca dava açıp husumette bulunmak şarttır. Yargılamada husumet şart olduğu gibi haddin infazında da husumet, yani davacının talepte bulun­ması şarttır ki; bu şart da mal sahibinin hibesi veya satışıyla ortadan kalk­maktadır.

Şafiî, Hanbeli Ve Mâlikîler dediler ki: Bu durumda hırsıza kes­me cezasının uygulanması gerekir. Çünkü hırsızlık onun bu fiili işlemesi ile ortaya çıkmıştır. Hâkimin de karar vermesiyle tam olarak tahakkuk etmiştir. Hırsızdık eyleminin tahakkukunda şüphe yoktur. Meğer ki; hırsızlık eylemi anında geçerli sayılsın diye sonuncu mülkiyetin arızî durumunun, evvelki mül­kiyet yerine sayılması sahih olsun. Buna gerek yoktur ve böyle bir şey sahih olmaz. Ortada bir şüphe mevcut değildir. Dolayısıyla hırsızın eli kesilir. Böy­le bir ihtimalin geçerli olmayacağına şu hadîs delâlet etmektedir: Abasını ça­lan adama kesme cezasının verildiğini gören Safvan (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)a, “Ben adamın elinin kesilmesini istememiştim. Abam ona sadaka olsun” de­yince, Resûlullah (s.a.v.) ona şu cevabı vermişti:

“Bana getirilmesinden önce öyle yapsaydın ya.[146] Bu hadîsi Ebû Dâvud ve İbn Mâce rivayet etmiştir. Neseî, bu hadîsi rivayet ederken şu eklemeyi yapmıştır: “Resûlullah (s.a.v.) onu (n elini) kesti.” Ama mal sahibi hâkimin kesme cezasına hükmetmesinden sonra hırsız lehine mül­kiyet ikrarında bulunursa; hırsıza kesme cezası uygulanmaz. Çünkü ikrar ile eski mülkiyet ortaya çıkar ve kesme cezası da ortadan kalkar.

İslâm Dininin Kötü Ve Müfsidlere Merhameti

Yine bir zamanlar mukaddes beldelerde güvenliğin aşırı derecede sar­sıldığını görmüştük. Oralardaki insanlara ilâhî hükümler uygulanıp hırsız­lardan bazılarının eli kesilince, suçlar gizlenip görünmez oldu. Suçun ye­rini huzur ve güvenlik aldı.

Mezkûr iki misal üzerinde düşünen bir kimse şunu idrâk edecektir ki; cezanın ağır ve şiddetli oluşu, sadece görünürdedir. Ama aslında bu, kötü ahlâklı hırsızlar için bir rahmettir. Bu ağır ceza onları fiilen suçtan me­netmekte ve sınırlarını aşmayıp yerlerinde durdurmaktadır. Böylece onlar da toplum için en kötü ve en şerli bir eziyet olan bu suçu terketmiş olmak­tadırlar.

Çalınan Malın Kıymetinin, Kesme Cezasının Uygulanmasından Önce Eksilmesi

Hanefîler dediler ki: Mezhebin zahir kavline göre kadı’nm hükmün­den sonra çalıntı malın değerinin on dirhemden eksilmesi durumunda kesme cezası uygulanmaz. Nisabın tamamı şart koşulduğuna göre kesme cezasına hükmolunması ve bu cezanın infazı esnasında da nisabın tam olması şart ko şulur. Çünkü bu ikisi yargıdandır. Çalıntı malın kıymetinin eksilmesi duru­munda bu şart haleldar olmaktadır. Ama haddin uygulanacağı esnada çalın­tı aynın kendisinin noksanlaşması durumunda hüküm farklı olur. Çünkü hırsız tükettiğinin tazminatını ödemekle yükümlüdür. Kesme esnasında sabit olan tam bir nisab olur ki; bunun bazısı borç, bazısı ayındır. Ama çalıntı malın fiyatının ucuzlaması bunun gibi değildir. O zaman hırsız eksilen fiyatı taz­min etmekle yükümlü olmaz. Çünkü fiyatın düşmesi, halkın o mala olan rağ­betinin azalmasından dolayıdır ki; bunun için de kimse tazminatla yükümlü olmaz. Ayın manen ve hakikaten var değildir. Dolayısıyla hırsıza kesme ce­zası uygulanmaz. Zîra hadîs-i şerifte buyurulmuş ki:

“Çeyrek dinar için (hırsızın el veya ayağım) kesin. Bundan daha azı için kesmeyin.[147]

Sâfiî Mâliki ve Hanbelîler dediler ki: Hâkimin kesme cezasi hükmetmesinden sonra çalıntı aynın kıymeti nisaptan eksilirse, ayndaki oksaldık nazar-ı itibara alınarak kesme cezasının uygulanması gerekir. Haddin nfazı anında ayın nisaptan eksilirse ve kalan kısmı on dirhem kadar olmaz-Z kesme cezasının uygulanması ittifakla vâcib olur. Keza infaz anında kıy­meti bu kadar olursa, yine cezanın infazı gerekir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Kesme Cezasında Nisabı Belirlemenin Faydası

Adamın biri çıkıp diyebilir ki: Bu şekilde hırsızlık suçuna baktığımız­da; bir dirhem çalsa bile hırsızın elinin kesilmesi gerekecektir. Kesme ce­zasını on dirhem tutarındaki hırsızlıkla özellemenin faydası nedir?

Buna cevaben deriz ki: Şeriat koyucu, azıcık kıymeti olan bîr malı kes­me cezasına sebep kılmıştır. Bu, çalınması durumunda sahibinin muta­zarrır olacağı bir maldır. On dirhem, fakir bir ailenin iki günlük azığı olabi­lir. Bu aile on dirhemi çalındığı takdirde mutazarrır olur. Ama bundan az miktardaki mal ekseriyetle kıymetsiz olduğundan dolayı kesme cezasını gerektirmez. On dirhemden daha azını çalma durumunda hırsız her ne kadar kesme cezasından kurtulursa da bu suçu işlemeyi alışkanlık haline getirmesin diye hapis veya dayakla ta’zîr edilmekten kurtulamaz. Yine bu cümleden olarak bir kimse hırsızlık yapma gayesiyle binada gedik açar veya duvara tırmanır da herhangi bir mâni hırsızlık yapmasını engellerse; bu durumda hırsızlığı itiyad haline getirmekten caydırıcı ta’zîr cezasını ha-keder. Aynı şekilde hırsızlığa teşebbüs eden, ama kendisinde fıkıhçiların sözünü ettiği şartların gerçekleşmediği kimse de tekrar bu suça yönelme­sin diye şeriat koyucu, ta’zîr edilmesini vâcib kılmıştır.

Herhalde şu anlattıklarımızda hırsızın elini kesme cezasını çok ağır bir ceza olarak tahayyül edenleri ikna edici bazı hususlar vardır. Bu anlat­tıklarımızla ikna olurlar da belki bu cezanın, hırsızlar ve tüm toplum için rahmetin tâ kendisi olduğunu idrak ederler.

Mülhîdlerin İtirazı

Dinsizler, hırsızlık haddi hususunda bazı şüpheler ortaya atarak Kur’an-^ Kerîm’in hükümlerine dil uzatmış ve demişler kî: Hırsızlık haddini uygula­yacak olursak, toplumun; yansını çirkinleştirmiş ve şekillerini değiştirmiş olu­ruz. Hareket edemez ve»’mefluç hale gelmiş olan beşer evladının büyük bir çoğunluğuna kötülük yapmış oluruz. Elleri ve ayaklan hırsızlık haddi nede­niyle kesilmiş büyük bir işsizler ordusunu karşımızda görürüz.

Bu itiraza şu sözlerle cevap verebiliriz: Resûlullah (s.a.v.) in ve râşid hali­felerin zamanındaki topluma bir göz atın. Güvenliğin o zamanlar her tarafa yerleşmiş olduğu ve İslâmî hükümleri ihmal etmeksizin dikkatle incelemeleri sebebiyle mutluluğun, en ücra köşelere ulaşmış olduğu topluma bir bakın. Bakın da o toplumla, zenginliğin ve uygarlığın her yerde gözlendiği, ama gü­venliğin bulunmadığı bizim toplumumuzla bir karşılaştırın. Bizim toplumu­muzda yaşayan insanlar, can ve mal güvenliğinden yoksundurlar. Fesat ve kötülük hertarafta umumîleşmiş,fertler ve cemaatlerle hükümetler; gizli açjk hırsızlık yapmakta, hatta çeteler gece gündüz demeyip dükkânlarda ve oto­mobillerde, cadde ve sokaklarda insanlara saldırmaktadırlar. Bütün bunlar İslâmî hadleri uygulamamaktan ve şeriat-ı garrânın ahkâmına sarılmamak-tan kaynaklanmaktadır. Zamanımızda yaşamakta olduğumuz bu anarşinin yegane ilacı, hırsızlık haddini uygulamaktır. Nitekim mülhidler, şer’î hükümlere dil uzatmış ve cahilliklerinden ötürü şöyle demişlerdir: Bir ele başkası tara­fından tecavüz edildiğinde diyet olarak halis altından beş yüz dinarla değer takdiri yapılmaktadır. Ama bu el, kıymetsiz bir mal olan üç dirhemi çaldı­ğında, kesmekle cezalandırılmaktadır. Mülhidler böyle derlerken şunu da an­latmışlardır: Ebû’1-Âlâ el-Maarrî Bağdat’a geldiğinde, fıkıhçılara problem çı­karmakla meşhur olmuştu. Fıkıhçılarm el kesme cezası için çalıntı malda ni­sabı çeyrek dinar olarak takdir etmelerine karşı çıkmış ve bu hususta cahilli­ğine, aklının kıtlığına delâlet eden şu şiiri kaleme almıştı:

“Bir el ki beş yüz altınla diyetlendirilir. Nasıl olur da çeyrek dinar için kesilir? Halimiz çelişti, susmaktan başka çare yoktur. Tek çıkar yol, ateşten Rabbimize sığınmaktır.”

El-Maarrî’nin bu şiiri dillerde dolaşmaya başlayınca, fıkıhçılar onu ara­maya başladılar. Ancak o, fıkıhçılardan kaçtı. Onun bu itirazına insanlar bir çok cevaplar verdiler. Kadı Abdülvehhab el-Mâlikî şu sözüyle ona cevap ver­di: “El güvenilir olduğu sürece kıymetlidir. Hıyanet ettiği takdirde kıymetsiz olur.” Ona cevap olarak fıkıhçılardan biri de şöyle demişti: El kesme cezası­nın verilmesi, hikmet ve maslahatın tam yerini bulması içindir. Bu ceza mu­azzam İslâm Hukûku’nun sırlarından biridir. Cinayetler babında elin kıy­metinin beşyüz dinarla yüceltilmesi münasiptir ki; ele karşı cinayet işlenme­sin. Çünkü insan oğlu mükerremdir, makamı uludur, hürmeti üstündür. Hır­sızlık babında elin çeyrek dinar için kesilmesi de münasiptir ki; insanlar çar­çabuk mal çalmaya koşuşmasınlar. Akıl ve iz’an sahiplerince bu, hikmetin tâ kendisidir. Bu nedenle Cenab-i Allah şöyle buyurmuştur:

“Yaptıklarına karşılık ve Allah’tan bir azap olmak üzere ellerini kesin Allah, mutlak galibdir. Yegane hüküm ve hikmet sahibidir.[148] Yani insanların mallarını kendi elleriyle alırken yaptıkları kötü fiilin cezası olarak elleri kesilir. Bu işi yaparken ellerinden yardım gördükleri için “Allah’dan bir azab olmak üzere…” Yani ancak dini zayıflamış, Allah’ın kendisi üzerindeki kontrolünü unutmuş, ahiretini dünyası karşılığında satmış, korkup ürpermek-sizin ilâhî yasaklan çiğnemiş, bâtıl nedenlerle insanların mallarını yemeye cür’et etmiş habis kişilikli insanlardan başkasının yapmayacağı bu şenî cürmü irtî-kâb ettikleri için ellerinin kesilmesi münasiptir. Şu halde sınırı çiğnemekten kaçınsın ve suç işlemekten uzak dursun diye şeriatin böyleleri için sert ve katı hükümler vermesi, hikmet gereğidir. İntikamım alma hususunda “Allah galibdir” yenilmez. Aksine, zorba ve mütecavizleri kahreder. Verdiği emir­lerde, koyduğu yasaklarda, takdirinde, yasamasında; maslahatlarını, canla­rını ve mallarım korumak, bu dünya hayatında mutluluklarım temin etmek, toplumu başıboş ve müfsidlerden arındırmak için kulları hakkında koyduğu hükümlerde “hikmet sahibidir.” Çünkü mallar, tüm toplumun faydalanma­sına âmâde şekilde yaratılmışlardır. Sonra ezelî hikmet, sahib olma arzusu­nu normal saymıştır ki; bu da hukukî mülkiyettir. İnsanların mülk edinmeye tamahı vardır, insanların arzuları, sıtmalı biçimde mala yönelmiştir. Halkın azı, insanlık ve dindarlık duygusu nedeniyle başkasının malına el uzatmaz. Ama halkın çoğunluğu, ancak tedbir ve muhafaza altına alınan mallara ilişmezler. Mal sahibi malım mahfaza içine koyarsa; malı hem korunmuş hem de mahfaza içine konulmuş olur ki; bu da insan için son imkândır. Mahfaza ve koruma tedbirleri hiçe sayılıp çiğnenirse, suç yaygınlaşır ve ceza ağırlaşır. İki suretten biri çiğnenirse -ki o da mülktür- hırsızın tazminatla yükümlü kı-Imması ve te’dîb edilmesi gerekir ki; Allah’tan ve ahiret gününden korkma­yan mütecavizler suçtan caysınlar. Kıymetsiz eşyayı çalarak kıymetli elini te­lef eden hain hırsıza Allah lanet etsin.

Dediler ki: Hırsızlık haddinden bahsedilen âyette Cenab-ı Allah önce erkek hırsızdan, sonra kadın hırsızdan söz etmiştir. Zina haddine değinen âyetteyse önce kadın zinâkârdan, sonra erkek zinâkârdan söz etmiştir. Bunun sebebi şu olsa gerekiMal sevgisi erkeklerin gönlünde kadınların gönlündekine nis­petle daha fazladır. Bujnedenle hırsızlık haddinde erkekler önce anlatılmış­tır. Kadınlardan yararlanma şehvet ve arzusu, erkeklerden bu yönde yarar­lanma şehvet ve arzusuna nispetle daha fazladır. Bu nedenle zina haddini bil­diren âyette kadınlar, erkeklerden daha önce anlatılmıştır. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Cenab-ı Allah el kesmeyi hırsızlık haddi olarak belirlemiştir. Çünkü hır­sız malı çalarken eliyle çalmıştır. Ama zînâ haddi İçin penis kesmeyi emret-memiştir. Oysa ki zina suçu penis vasıtasıyla işlenmektedir. Had olarak peni­sin kesilmesini emretmeyişi, üç sebepten ötürüdür.

1- Hırsızın kesilen eli gibi bir eli daha vardır. Hırsızlıktan vazgeçecek olur­sa; diğer elini kesilenin yerine kullanabilir. İhtiyaçlarını diğer eliyle görebilir. Ama zina edenin kesilen penisi gibi bir başka penisi yoktur. Penisi kesildik­ten sonra, bu ceza nedeniyle zinâkârlıktan vazgeçecek olursa, geride kulla­nacağı başka bir penisi kalmaz.

2- Had, cezalıyı ve diğer insanları suçtan caydırır. Hırsızlık nedeniyle el kesme olayı, insanlar tarafından alenen görülür ve görenler de ibret alırlar. Ama zina nedeniyle penisin kesilmesi, görülen bir olay değildir ve ibret al­mak için kimse bunu göremez.

3- Penisin kesilmesi durumunda üreme ve neslin-çoğalması iptal edilmiş olur. Ama elin kesilmesi nedeniyle böyle bir durum sözkonusu olmaz. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Ey insan! Sen bilmez misin ki; göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu Al­lah’ındır. O dilediğine azab eder ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadir­dir.[149] Bu âyet-i kerîmede hitap Hz. Peygamber’e ve diğer mü’min-Ieredir. Yani Allah ile kullarından herhangi birisi arasında iltiması gerektirecek bir yakınlık yoktur. Had, haddi gerektiren suçu işleyen herkese uygula­nır. O dilediği şekilde hüküm verir ve dilediğini yapar. Çünkü O, mülkün sa-t-ihidlr. Dilediğine kendi adaletiyle azab eder. Dilediğini de kendi kerem ve comertliğiyle bağışlar. O her şeye kadirdir. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Hırsızın Tevbesi

Dört mezhep imamı ittifak ederek dediler ki: Hırsız bir daha çalmama­ya dürüstçe tevbe ederse, tevbesinİn emareleri görülür. Kendisinden düşen (el veya ayağı) için pişman olur, ikinci kez hırsızlık yapmamaya kesin şekilde az­mederse; Cenab-ı Allah onun tevbesini kabul eder. Zîra hırsızlık haddini bil­diren âyetten sonraki âyette Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:

“Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltir­se, muhakkak ki Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışla­yıcı, çok merhamet edicidir.[150] Şüphesiz ki, Cenab-ı Allah,”onun gü­nahını bağışlar ve suçunu affeder. Resûlullah (s.a.v.)in de bu konuda şöyle buyurduğu rivayet olunur:

“Tevbe, kendinden önceki günahları siler.[151] Bir di­ğer hadîs-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

“Günahtan tevbe eden, günahsız bir kimse gibidir.” Dünyadayken suçluya had tatbik edilirse bu, ahirette onun günahı için keffaret olur. Bu suçundan ötürü kıyamette azap görmez. Tabii eğer hadde razı olup hoşnutlukla karşılar ve Rabbine yönelip tevbe ederse… Resûlullah (s.a.v.) buyurmuş ki:

“Allah kuluna ahirette cezayı ikilemiyecek kadar âdildir.[152] Ama hırsız tevbe edip âdil bir insan haline gelse de, üzerine sabit olan hırsızlık suçundan sonra tevbe ve adaleti uzun sürmüş de olsa; kesme ceza­sından kurtulamaz. Tabii olay hâkime intikal ettikten sonra kesme cezasın­dan kurtulamaz. Buna da şu hadîs delâlet etmektedir: Ebû Dâvud, Safvan bin Ümeyye’nin şövle dediğini rivayet eder: Mescitte, değeri otuz dirhem olan

bana ait bir abanın üzerinde uyuyordum. Adamın biri gelip onu benden ka-pıverdi. Adam yakalanıp eli kesilmek üzere Resûlullah’ın huzuruna götürül­dü. Ben de Resûlullah’a gidip dedim ki: “Otuz dirhem için mi adamın elini kesiyorsunuz? Öyleyse ben abamı veresiye olarak ona satıyorum.” Ben böyle deyince Resûlullah (s.a.v.) bana şu karşılığı verdi:

“Onu bana getirmeden önce böyle yapsaydın ya!” [153]

Mesele devlet başkanına intikal etmeden hak sahibinin affetmesi veya bir başkasının araya girip şefaatte bulunması veya çalıntı malın hırsıza hibe edilmesi durumunda kesme cezası ortadan kalkar. Tabii bütün bunlar, malı çalan kimsenin fesat ve kcjtülüğüyle tanınmış biri olmaması durumunda söz-konusudur. Aksi takdirde bir daha böyle bir fiili işlemesin diye hakkında ya­pılacak şefaat ve aracılıklar kabul edilmez. Tevbenin de hulûs-u kalple dün­yevî maksatlardan arınmış, sahih bir azimle yapılmış olması şarttır ki; hırsız­lar yakalandıkları takdirde lehlerinde yapılacak şefaat ve aracılıklara güve­nerek hırsızlık yapmasınlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse, muhakkak ki Al­lah onun tevbesini kabul eder.[154]

Allah, kuluyla kendi arasında kalan suçlardan ötürü kulunun tevbesini kabul eder. Ama insanların mallarını, cumhûr-u ulemânın da dediği gibi sa­hiplerine iade etmek gerekir. Resûlullah (s.a.v.) zamanında bu kabilden olay­lar vukûbulmuş, suçlular nasuh tevbesi etmişlerdir. Ebû Hüreyre’nİn rivayet ettiğine göre; kadifeden yapılma bîr ihram çalmış olan bir kişi, Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna getirilmiş, Resûlullah (s.a.v.), “Çaldığım sanmıyorum” demiş ve hırsız; “Hayır ey Allah’ın Resulü ben çaldım” deyince Resûlullah (s.a.v.) şu emri vermişti:

“Onu götürün (elini) kesin, sonra (kesilen yeri) dağlayın. Sonra da onu bana getirin.” Elini kestiler ve sonra Resûluîlah’ın huzuruna getirdiler. Ona; “Allah’a tevbe et” diye emretti. O da “Allah’a tevbe ettim” deyince Resûlul­lah (s.a.v.) “Allah senin tevbeni kabul buyurmuştur.[155] ceva­bını verdi.

İbn Mâce, îbn Luhay’a’dan o da Yezîd bin ebi Habib’den, o da Abdur-rahman bin Sa’lebe el-Ensarî’den, o da babasından, babası Sa’lebe de Ömer bin Semûre bin Habib bin Abdi Şems’ten naklen şu rivayette bulunmuştur: Ömer bin Semûre, Resûlullah (s.a.v.) in yanına gelerek, “Ey Allah’ın Resulü! Ben, falan oğullarının devesini çaldım. Beni (günahtan) temizle.” Resûlullah (s.a.v.) devenin sahiplerine haber saldı. Onlar da “Kaybolan bir devemizi arıyoruz” dediler. Bunun üzerine adamın eli kesildi. Kesildiğinde eline şöyle diyordu: “Beni senden temizleyen Rabbime hamdolsun. Sen benim gövdemi cehenneme sokmak istemiştin!” Nasuh tevbesi dedikleri, işte bu tevbedir. İbn Cerîr dedi ki: Ebû Küreyb, Musa bin Dâvud’dan, o da Ibn Luhay1-a’dan, o da Yahya bin Abdullah’tan naklen Ebû Abdullah bin Amr’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Kadının biri zİnet çaldı. Çalman zinetlerin sahipleri onu Hz. Peygamber’in huzuruna getirdiler ve dediler ki: “Ya Resûlallah! Bu kadın bizim malımızı çaldı.” Hz. Peygamber de “Sağ elini kesin” dedi. (Sağ elini kestiler. Sonra da) kadın; “Tevbe var mıdır?” diye sorunca Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi:

“Sen bugün anandan doğduğun günkü gibi günahsızsın.[156] Bunun üzerine Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu: “Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse; muhakkak ki Al­lah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.[157]

İmam Ahmed bin Hanbel, daha basit bir ifadeyle bu olayı rivayet et­miştir: İbn Luhay’a, Yahya bin Abdullah’tan, o da Ebû Abdurrahman el Hab-lî’den, o da Abdullah bin Amr’dan naklederek rivayet etti ki; Resûlullah (s.a.v.) zamanında kadının biri hırsızlık etti. Mallarım çaldığı kimseler onu tutup ResûluIIah’ın huzuruna getirdiler ve dediler ki: “Ya Resûlallah, bu kadın bi­zim malımızı çaldı.” Kadının akrabaları “Biz onun için fidye verelim” dedi­ler. Resûlullah (s.a.v.) “Elini kesin” dîye emir verdi. Akrabaları; “Onun için beşyüz dinar fidye verelim” dediler. Resûlullah (s.a.v.), “Elini kesin” diye emir verdi. Sağ elini kestiler. Kadın, “Benim için tevbe var mıdır? Ya Resûlallah” diye sorduğunda Resûlulîah (s.a.v.) ona şu cevabı verdi: “Sen bugün anan­dan doğduğun günkü gibi günahsızsın.” Sonra da Cenab-ı Allah şu âyet-i kerîmeyi inzal buyurdu: “Kim yaptığı (hırsızlık) zulmünden sonra tevbe eder ve halini düzeltirse; muhakkak ki Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.”[158]Bu rivayette hırsız­lık yaptığından bahsedilen kadın, Mahzumiyeli kadındır. Bu kadınla ilgili hadîs, Buharı ve Müslim’in sahihlerinde mevcuttur. Nitekim hudûd babının başın­da da buna değinilmişti.

Hz. Âişe (r.a.) anamızın bu kadın hakkında şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Mahzumiyeli kadın tevbe etti ve’tevbesini güzelce tuttu; evlendi. Sonrala­rı yanıma gelir, ben de onun ihtiyaçlarını Resûlullah’a iletirdim. İşte sahibini işlediği suçtan dolayı pişmanlığa sevkeden, Allah katındaki günahkârlığın­dan ve kaçırdığı fırsatlardan ötürü onda nedamet hissini uyandıran, onu gü­nahtan vazgeçmeye zorlayan halis nasuh tevbesi budur.

Kazf (Zina İftirası) Haddi

Kazf haddine gelince; Cenab-ı Allah, kutsal kitabında bunu şöyle be­yan buyurmuştur:

“İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremiyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. Bun­ların şahitliklerini ebediyven kabul etmeyin. Bunlar, asıl fâsıklardır.[159]

Tanımı:

Şer’î ıstılahta had; zina haddinde olduğu gibi, Allah Teâlâ için hak oıa-rak vâcîb olan takdir edilmiş bir cezadır. Veya kazf haddinde olduğu gibi kul için hak olarak vâcib olan takdir edilmiş bir cezadır. Şer’î cezalara had adı verilmiştir. Çünkü bu cezalan Allah belirleyip takdir etmiştir. Kimse bunları aşıp çiğneme hak ve yetkisine sahip değildir. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Kim Allah’ın hududunu aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.[160]

Denildi ki: Şer’î cezalara had adı verildi. Çünkü had kelimesi lügatte me­netmek demektir. Hadler mü’mini günah işlemekten menederler. Başka biri­sini küfürle itham eden kimseye kazf haddi uygulamak gerekmez. Çünkü kâ­firlikle itham edilen kişi kelime-i şehadet getirerek kendisine yapılan kâfirlik ithamım reddedebilir. Ama zinayla itham edilen kimse kendisine yapılan bu töhmeti reddedemez. Küfür veya zina isnadında isnad kelimesi yerine istiare yapılarak remy kelimesi de kullanılır. Remy, insana taş, ok veya bunlara ben­zer eziyet verici şeyleri atmak anlamını ifade eder. Bu kelime başkasına söv­me ve ayıp yöneltme, insanlara eza ve cefa verici şeyleri isnad etmek anla­mında kullanılır. Böyle olunca da dil, süngünün yerini almakta, hatta daha da ileri gitmektedir.

Süngü yaralan iyileşebilir. Ama dil yaraları iyileşmez. Kazf ve iftira ye­rine remy kelimesini kullanmayı Cenab-ı Allah da ihtiyar buyurmuştur. Kazf haddine mahsus üç âyette bu kelimeyi üç defa zikretmiştir. Şöyle ki:

İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler.[161]

Karılarına zina isnad edenler.[162]

“Zinadan haberi olmayan iffetli mü’min kadınlara zİnâ isnad edenler.[163]

Bu, Kur’an-ı Kerîm’in belagat örneklerindendir.Kelime, telâffuz edenin dilinden çıktıktan sonra, söyleyicisi artık ona güç yetiremez. Hiç bir şeye ta-kılmaksızın yoluna devam eder ve muhataba zarar ve eziyet ulaştırır. Söyle­nen söz atılan bir ok gibidir. Ağızdan çıktıktan sonra sahibinin eli onu geri çeviremez. Şu halde başkasına isnatta bulunacak olan bir kimse, lafız henüz ağzındayken sözünü tartmalı ve temkinli olmalıdır ki; bilâhare pişmanlığın fayda vermeyeceği bir zamanda nedamet etmesin.

Teşrîînin Hikmeti

İzzet ve celâl sahibi Allah, Nûr sûresinin başında zina suçundaki fuh­şun büyüklüğünü, şenaatinin çokluğunu, diğer hiç bir suçta bulunmayan cü­rüm fazlalığını ve çirkinlik aşırılığını açıklamıştır. Irz ve namus konusunda yapılan isnat ve ithamlar; insanın başım önüne eğer, şerefini yıkar. Kıymetli İslâm Hukûku’nun amaçlarından biri de kişinin ırz ve namusunu muhafaza etmek; şeref, onur ve değerini, izzeti nefsini korumaktır. Şam Yüce Allah, hikmetinin bir gereği olarak, azgın kimseler için bu caydırıcı hadleri koymuştur. Azgın kimselerin kin ve öfkeleri, onları insanların haysiyetlerini darbeleme-ye, onurlarını tırmalamaya itmektedir. Oysa ki insanların şeref ve haysiyetle­ri kendileri için çok kıymetlidir. Ama suç işledikleri takdirde değersiz olur. Yüce Allah buyuruyor ki: hiç bir bilgi sahibi olmadığınız şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (günah olmayan şey) sanıyordunuz. Halbuki Allah katında (günah bakımından) çok büyüktür.[164]

Cenab-ı Allah koymuş olduğu hükümlerle, yani caydırıcı olan kazf had-diyle -ki bu had, ırz ve namusu korumaya kefildir- insanların şeref ve haysi­yetlerini korumamızı emretmiştir ki; insanlar bu faci suçu işlemeye yeltenme-sinler. Bütün mü’minler diğer kardeşleri hakkında iyi zanda bulunma iste­ğinde terbiye olsunlar. İnsanlar hakkında alelacele kötü zanda bulunmasın­lar. Dillerini temiz tutmaya davet edilsinler. Edeplerini muhafaza etsinler. Hak­kında bilgi sahibi olmadan büyük suçlamalara girişmesinler. Fecaatiyle orantılı olarak itham ve suçlama delillerini iyice araştırsınlar ki; insanlar yalan suç­lama tuzağını, başkalarımı haksız yere rüsvay etmek ve şereflerini lekeleyip tırmıklamak için vesile edinmesinler… Dil suçundan başka hiç bir suç bula­mazsın ki; sahibi, yaptığı iş|n ne kadar tehlikeli olduğundan habersiz olsun. Tabiatıyla dil kolayca hareket ettiği için dil suçu kolayca işlenir. Tabii garip şeyleri anlatmak da insana tatlı gelir. İnsanları kolayca itham etmek için şu da yeterli bir sebeptir: Söylenen söz sahibinde kaale alınacak duyulur bir ek­siklik meydana getirmediği zannedilmektedir. Bunun yanısıra insanlar kolayca konuşur ve konuşanı dinlerler. Bütün bu sebeplerden ötürü insanlar, başka­sını itham etmeyi önemsemez ve kolay bir şey zannederler. Oysa ki; bunun günahı Allah (c.c.) katında çok büyüktür. Bu nedenle şeriat koyucu, kazf had­dine son derece önem vermiş ve üzerinde durmuştur. Hırsızlık haddi hakkın­da bir âyet, zina haddi hakkında iki âyet, yol kesme haddi hakkında bir âyet indirmiştir. Kazf haddine gelince; onunla ilgili olarak iki âyet indirmiştir. Sonra da kazfin bir başka çeşidi olan Hân hakkında beş âyet indirmiştir. Bunun ar-dısıra ifk hadisesini anlatmış; bu olaya ilişkin dokuz âyet indirmiştir. Bütün bunların peşisıra da zinadan haberi olmayan mü’min kadınlara iftirada bu­lunmayı yasaklamaya dâir dört âyet indirmiş ve şöyle noktalamıştır:

O vakit siz, o iftirayı dillerinizle birbirinize anlatıyordunuz. Hakkında “Bunlar o iftiracıların dediklerinden beridirler. Kendileri için bir mağ­firet ve (cennette) kerim bir nzık vardır.[165] Böyle olunca da Cenab-ı Allah kazf haddi, bu haddin hükümleri, nev’ileri, azabının ve cezasının açık­lanması, toplumda yol açtığı zararların izahı, kazften yasaklanılmasi, iftira­ya teşebbüsten sakmdırılması; iftira etmeye yeltenmenin fecaati hakkında Nûr sûresinde yirmi kadar âyet indirmiş olmaktadır. Sonra Cenab-ı Allah insan­lara zina iftirasında bulunan ve onların aleyhinde ispatlayıcı beyyineler geti-remiyerek ırzlarını, namuslarını lekeleyen suçluların cezalarını bu âyetlerde Şöyle açıklamıştır:

1- Kendilerine seksen değnek vurulacaktır.

2- Şahitlikleri ebediyyen kabul edilmeyecektir.

3- Fâsıklardan, suçlulardan ve büyük günah sahiplerinden sayılacaklardır.

4- Allah katında yalancılardan sayılacaklardır.

5- Dünya ve âhirette lânetli kimselerden olacaklardır.

6- Kıyamet gününde Allah tarafından kendileri için saklanıp bekletilmekte olan azaba çarptırılacaklardır.

7-Daha fazla rezil ve rüsvay olsunlar diye organları, kendilerinin aley­hinde şahitlik yapacak olan şahitlerin başında geleceklerdir.

8- Yaptıklarının karşılığını Cenab-i Allah onlara çektirecektir. Amelleri­ne göre cehennem ateşinde hakettikleri kadar azabı onlara tattıracaktır.

Zina iftirasında bulunmanın, en büyük günahlardan biri olduğu husu­sunda icmâ-ı ümmet vardır. Kazf haddi; Kitap, sünnet ve icmâ-ı ümmetle sa­bittir. Kitap’taki delilimiz şu âyet-i kerîmedir:

“İffetli müslüman kadınlara zina iftira edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte bunlara seksen değnek vurun. (Hiç bir şey hakkında) bunların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin. Bunlar asıl fâsiklardır.[166]

Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyuruîuyor:

“Madem ki şahit getiremediler, o halde onlar Allah katında yalancıdır­lar.[167]Yani müslüman bir erkek veya kadına zİnâ isnadında bulunan, fakat sözünü ispatlaması için kendisinden istenilen beyyineyi getiremeyen kim­se, Allah katında yalancıdır. Yani ilâhî şeriate göre o, kesin olarak yalancı hükmüne tabi olur. Kendisine yalancının haddi tatbik edilir. Yüce Allah bu­yuruyor ki:

“Zinadan haberi olmayan iffetli ınü’min kadınlara zina isnad edenler; dünyada ve âhirette lanete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır. Kıyamet gününde (iftiracıların) aleyhlerinde olarak; dilleri, elleri ve ayaklan bütün yaptıklarına şahitlik edecektir. O gün Allah onlara cezalarını adaletle tasta-rnam verecek ve Allah’ın aşikâr Hak olduğunu bileceklerdir.[168]

Bu âyetlerde Cenab-t Allah bu suçun fecaatini ve ne derece büyük bir suç olduğunu açıklamış, bu suçun içine düşenleri kötülemİş, bu suçun ne ka­dar tehlikeli olduğunu beyan buyurmuş, failinin cezasını açıklamış, sonucu­nun ne olacağım bildirmiş, tehdidinin ne derece şiddetli olduğunu izah et­miştir. Dünyada insanlarla meleklerin lanetine uğramaktan, kıyamet günün­de Allah’ın rahmet ve rızasından kovulmaktan, büyük azaba müstahak ol­maktan, kendisim rezil rüsvay edip delilini geçersiz kılacak ve günahtan sıy­rılma kapısını kapatacak şekilde organlarının kendisi aleyhinde şahitlik et­melerinden daha şiddetli bir tehdit düşünülebilir mi? İftiracının aleyhinde or­ganlarının âhirette şahitlfk yapmalarının gerekçesini bazı kimseler şu şekilde açıklamışlardır: Başkasına zina iftirasında bulunan kimsenin dünyada dört şahit getirmesi istenilmektedir. Bunu yapamadığı takdirde; zinadan habersiz mü’min kadınları rezil etme çabasına uygun olarak kendisinin de âhirette re­zil rüsvay edilmesi için iki eli, iki ayağı ve dilinden ibaret olmak üzere beş şahit gelip karşısına dikileceklerdir. Sözlerimize âyet-i kerîmeyle son verirken bilmeliyiz ki; Allah iftiracının cezasını kendi adaletiyle tastamam verecektir. Yalan söyleyerek insanlara iftira eden kimse -şayet daha önce bilmiyorduysa-Allah’ın Hak olduğunu, tehdidinin gerçek olduğunu, sözünün aşikâr ve doğru olduğunu bilecektir. Yüce Allah buyuruyor ki:

“Mü’minler içinde kötü sözlerin yayılmasını arzu edenler için, muhak­kak dünya ve âhirette acıklı bir azap vardır. (Kötülüğü yaymak isteyenleri) siz bilmediğiniz halde Allah bilir.[169] Dünyada verileceği söylenen azap; kazf haddini, ırzlara tecavüz edene çoğunlukla isabet eden zamanın felâket­lerini, rezalet ve rüsvayhğı, şerefine dil uzatılmasını, gizlisini, açığım ortaya çıkaracak şekilde yalan-yanlış ırzına laf atılmasını, meclislerde, özel yaşantı­sından nahoş biçiminde söz edilmesini kapsar. İnsanlar kendilerini kalbur­dan geçireni elekten geçirirler. Gizli ayıplarını araştıranı rezil rüsvay ederler. Müslümanların gizli ayıplarım araştıran kimsenin ayıplarını da Allah araştı­rır. Allah bir kimsenin aybını araştırınca onu, evinin içinde dursa bile rezil rüsvay eder. Yaptığın muamelenin aynısıyla karşılaşırsın. Yaptığının karşılı­ğını görürsün. Ceza, amelin cinsine göredir. Hasret eken, pişmanlık biçer.

Zina iftirasında bulunmanın uhrevi azabına gelince; bu, dünyevî cezaya nispetle daha şiddetli ve kalıcıdır. Mü’minler içinde kötü sözlerin yayılması arzu edenlerin durumu bu olduğuna göre; mü’minlere iftira eden ve bunu bizzat revaçlandıran kimsenin durumu nasıl olacaktır?

Kazf haddinin sünnetteki delili; Buharî ve Müslim’in Ebû Hüreyre (r.a.) den rivayet etmiş oldukları şu hadîs-i şeriftir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki:

“Yedi büyük günahtan uzak durun.” “Ya Resülallah, onlar hangileri­dir?” diye sordular. Dedi ki: “Allah’a ortak koşmak, büyü yapmak, Allah’­ın dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malını yemek, savaş zamanı cepheden kaçmak, zinadan habersiz iffetli müslüman kadınlara zina isnadında bulunmak.[170] Ebû Hüreyre (r.a.) Re-sûlullah (s.a.v.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder:

“Kölesine zina isnadında bulunan kimseye kıyamet gününde (iftira) had (di) tatbik edilir. Meğer ki kölesi, onun dediği gibi olsun.” (Buharî, Hudûd, Bab: 44). Bu hadîs üzerinde Buharî ve Müslim ittifak etmişlerdir. Efendinin köle­sine zina iftirasında bulunması durumunda her ne kadar efendinin bu duru­mu kazf âyetinin genel kapsamı altına girmekteyse de, dünyada iftira haddi­nin kendisine tatbik edilmeyeceğine bu hadîste delâlet vardır. Çünkü muh-sanlık hürriyeti iade etmez. Peygamber (s.a.v.) de böyle yapmıştır. Hz. Âişe (r.a.) den rivayet: “Benim masum olduğuma dâir âyet nazil olduğunda Resû-lullah (s.a.v.) minbere çıktı, bunu (cemaate) anlattı ve Kur’an-ı Kerîm’in “O iftira haberini getirenler…” âyetinden başlayarak (Nûr suresinin) onsekizinci âyetinin sonuna kadar okudu. (Minberden) indiğinde iki erkek ve bir kadın hakkında emir verdi. Onlara iftira haddi tatbik edildi.” Bu rivayette sözü edilen iki erkek, Hassan ile Müsattah’tır. Kadın ise Hamne binti Cahş’tir. bu hadîs-i şerîf, kazf haddinin sabit olduğuna delâlet etmektedir.

Kazfi Mubah Kılan Şey

Âlimler kazfin; sakıncalı, mubah ve vâcib gibi kısımlara ayrıldığını söy­lemişlerdir. Reddedilmesi istenen bir çocuk yoksa, kazf vâcib olmaz. Vâcib olmaz ama mubah olur mu, olmaz mı? Koca duruma bakar: Karısının zina ettiğini gözleriyle görür veya karısı zina ettiğini ikrar eder ve kocası da doğru

Söylediğine kalben inanırsa veya karısının zina ettiğini sözüne güvenilir bir kimseden duyarsa veya âuymaz ama, halk arasında falan erkeğin falan ka­dınla zina ettiği haberi yayılırsa; koca da o erkeğin, kendisinin evinden çıktı­ğını müşahede ederse veya karısını o erkekle beraber bir evde görürse; töh­met kuvvetlendiği için bu gibi durumlarda kocanın karısına zina isnadında bulunması mubah olur. Karısını, tevbe ederse yanında tutup halini ve ayıbını gizlemesi de caiz olur. Ama karısının zina ettiği haberini sözüne güvenilme­yen bir kimseden duyarsa veya bu haber halk arasında yayılır, ama koca o erkeği kendi karısıyla birlikte halvette görmezse veya bunun tersi bir durum­da karısına zina isnadında bulunması “helâl olmaz. Ama haberin doğru veya yalan olduğunu tespit etmek amacıyla karısını kontrol altına alması gerekir ki; ev halkının zina etmesini onaylayan ve benimseyen bir deyyus durumuna düşmesin.

Ama ortada kocanın/reddetmek istediği bir çocuk varsa; koca duruma bakar: Karısıyla cinsel temasta bulunmamış veya bulunmuş ama temas anın­dan itibaren dört yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra doğurmuş olması sebebinden ötürü çocuğun kendisine ait olmadığım kesin olarak bilirse; karı­sına zina isnadında bulunması vâcib olur. Liân yaparak çocuğu reddeder. Çün­kü o, başkasının nesebini kendi nesebine katmaktan, aynı zamanda kendi ne­sebinden olan çocuğu da reddetmekten men olunmuştur. Nitekim Peygam­ber (s.a.v.) in bu konuda şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

“Bir kadın ki; bir kavme kendilerinden olmayan bir çocuğu dahil eder, o kadın o kavimden değildir ve Allah’tan da değildir. (Allah’ın rahmetinden tardolunmuştur.) Allah onu cennetine sokmaz.[171] Kadının, kendilerinden olmayan bir kimseyi bir kavme katması haram olduğuna göre; bu harâmhk erkek için de ayniyle geçerlidir. Ama cinsel temas anından altı ay geçtikten sonra ve dört sene geçmeden doğurmuş olması nedeniyle çocu­ğun kendisine ait olması muhtemel ise duruma bakar: Kadını bir hayızîa is­tibrâ ederse veya istibrâ eder de istibrâ vaktinden altı ay geçmeden doğurur­sa; karısını zinayla itham etse bile bu iftirada bulunması ve çocuğun nesebini reddetmesi helâl olmaz. Resülullah (s.a.v.) buyurmuşlar ki:

“Bir adam ki; kendisine baktığı halde çocuğunu inkâr eder; kıyamet gü­nünde de Allah ona görünmez, evvelin ve âhirîn (bütün insanlar) huzurunda Onu Vay eder.” [172]

Kazf bir kimsenin bir başkasını sarahaten zinayla suçlamasıdır. Ör­neğin “Sen zinâkârsın” demesi gibi. Ya da dolaylı olarak zinayla suçla-masıdır. Örneğin bir şahsı babasından başkasına nispet etmesi gibi… Ken­disinden böyle bir iftira sözü çıkan kimsenin cezası, tabii sanığın ‘kendisi­ne helâl olmayan bir kadınla’ zina ettiğini gözleriyle gördüklerine dâir şe-hadette bulunan dört şahit getirmediği takdirde seksen değnektir.

İftira edenin ve iftiraya uğrayanın kadın veya erkek olması arasında fark yoktur. Yalnız Cenab-ı Allah, kadınları iftiraya uğrayanlar olarak tah­sis etmiştir. Çünkü “İffetli kadınlar” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Zîra ka­dının zinasının zararı, onun ailesine de sirayet eder. Ona zina isnadında bulunmak; erkeğin tersine, kadının ailesine çok ağır bir utanç lekesi sü­rer. Aynı şekilde Cenab-ı Allah, erkekleri iftiracı olarak tahsis etmiştir. Zîra “Zİnâ iftirasında bulunan erkekler” şeklinde bir İfade kullanmıştır. Çünkü kadınlar, utanma duygusunun fazlaca etkisinde kalarak erkeklere zina İs–nadında bulunmazlar.

Sünnet-i seniyye, kazf haddini uygulamak İçin fıkıh kıtalarında açık­landığı biçimde akıl ve hürriyet gibi gereken şartları beyan ettiği gibi kazf hususunda erkeklerle kadınlar arasında fark bulunmadığını da açıklamıştır.

Şunu da belirtelim ki; âyet-i kerîme kazf haddinin uygulanabilmesi için gereken bu şartlardan daha önemli bir şarta işaret etmiştir ki; o da kadın olsun erkek olsun; iftiraya uğrayanın iffetli olmasıdır. Yani iftiraya uğramaz­dan önce veya iftiraya uğradıktan sonra, ama haddin uygulanmasından önce zina cürmünü işlememiş olmasıdır. Eğer bu sabit olursa iffetli (muh-san) sayılmaz. Kendisine zina isnadında bulunan kimse, iftira haddine çarp­tırılmaz.

Bir kimse fâsid bir nikâh akdine dayanarak bir kadınla cinsel temasta bulunursa; örneğin şahitsiz olarak bir kadınla evlenir veya uyumakta olan bir kadına-kendi karısı olmadığı halde- karısı zannederek gelip cinsel te­masta bulunursa; bu şüphe nedeniyle kendisine zina haddi uygulanmaz. Ama böyle yapması onu muhsanlık (iffetlilik) ten çıkarır mı? Yani bir kimse onu zinayla itham ederse seksen değneklik kazf haddine çarptırılır mı? Yoksa böyle yapması onu muhsanlıktan çıkarmaz mı? Yani zina ettiğini iddia eden kimseye kazf haddi uygulanmaz mı? Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir: Bazıları, ihtiyatsız olarak bu fiili işlemesinin onu muhsanlık­tan çıkaracağı görüşündedir. Diğer bazılanysa şöyle derler: Haddi gerek­tiren zina fiilinden başka hiç bir şey onu muhsanlıktan çıkarmaz. İşte kazf haddi budur.

(21) Kazfin Şer’î Tanımı
Kazf kelimesi lügatte atmak mânasına gelir. Fıkihçiların ıstılahındaysa; iffetli bir kimseye sarahaten veya delâleten zina isnadında bulunmaktır. İf­fetli müslümanlara zina isnadında bulunmaya kazf adı verilmiştir. Çünkü bu kötü kelimeyi (zina sözünü) telâffuz eden kişi, öfkeliyken kime isabet edece­ğini bilmeden taş atan bir kimse gibidir. Bu kişi attığı bu taşın iffetli ve suç­suz bir kadına mı, babasına mı, anasına mı, bacısına mı, kardeşine mî, karı­şma mı, çocuğuna mı, aşiretine mi, akraba ve hısımlarına mı isabet edeceğini bilemez. Onun belli bir hedefe yönelik olmayan bu atışından yukarıda sayı­lan kimselerden biri isabet alabilir. Onlar isabet alırken de kendisi bunların acısını hissetmeksizin gaflet içinde gülüp sevinmektedir. Kazf kelimesine fir-ye de dendiği olur. Çünkü o, yalan ve iftira cümlesindendir. Cenab-ı Allah kadınları bu makama yaraşır şekilde güzel ve övgülü sıfatlarla nitelemiştir. ‘Muhsan kadınlar’dokunulmaz ve korunan kadınlardır.;1 Sanki kendileri için koruyucu bir kale yapılmıştır/Habersiz kadınlar’ ona yönelmek bir tarafa;kö-tülük düşüncesinin bile zihinlerinde yer almadığı kadınlardır. Mü’min kadınlar, Kur’an-ı Kerim’e ve onun hükümlerine inanan, imanın hududuna riayet eden kadınlardır. Muhsanhk kelimesi; evli kadın için, evlenmiş olmasa bile İffetli kadınlar için isim olur. Cenab-ı Allah, Hz. Meryem İçin “Irzını koruyan” demiştir. Muhsanhk kelimesi, tenasül organım koruma anlamından alınmış­tır. Kadın evlendiği takdirde kocası müstesna olmak üzere kendini başkala­rından korur. Bekâr kadın kendini herkese karşı korur.

Merhum mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Hür, baliğ, akıllı, müslüman ve serbest iradeli bir kimse; hür, akıllı, baliğ, müslüman ve iffetli ve geçmiş zamanda zînâ haddine tabi tutulmamış birisine zina isnadında bu­lunursa veya yukarıda sayılan niteliklere sahib bir kimse; hür, akıllı, baliğ, müslüman, iffetli ve liân yapmamış, daha önce zina dolayısıyla hadde tabi tutulmamış, cinsel temasa dayanıklı bir kimseye; dar-ı harpte sarih veya üstü kapalı bir ifadeyle zina isnadında bulunur ve sanık da ona kazf haddinin uy­gulanmasın: taleb ederse; söylediklerini ispatlamak için beyyine ve dört şahit getiremezse; kendisine seksen değnek vurulması gerekir.

Mezhep imamları, muhsanhk için kişinin müslüman olmasını şart koş­muşlardır. Zîra Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,

“Allah’a ortak koşan, muhsan değildir.” demiştir. Yine muhsanhk için kişinin akıllı ve baliğ olmasını şart koşmuşlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz üç kişiden kalemin kalktığını, yani onların dinî emirlere muhatap olmadığını beyan buyurmuştur. Hür olmayı da muhsanhk için şart koşmuş­lardır. Zîra köle eksik değerlidir. Zina dolayısıyla fazla bir değişikliğe uğra­maz. İffetli olmayı da muhsanhk şartı saymışlardır. Çünkü had, iftiracıyı ya­lanlamak için meşru kılınmıştır. Sanık zina etmişse; isnatta bulunan kişi is­nadında doğrudur. Sanık şüphe veya fâsid nikâh sonucurıda bir kadınla cin­sel temasta bulunmuşsa, ?yîne aynı hüküm sözkonusudur. Çünkü bu cinsel temasta zina şüphesi vardır. Ayrıca bunda helâllik şüphesi de vardır. Bu iki şüpheden biri cinsel temasta bulunanı had tatbikinden kurtardığı gibi; diğer şüphe de isnatta bulunanı had tatbikinden kurtarır. Mezhep imamları, muh­sanhk için serbest iradeli olmayı da nazar-ı itibara almışlardır. Çünkü başka­sının zorlaması sebebiyle cinsel temasta bulunan kimseye had tatbik edilmez. Hatta azaba da müstahak olmaz. Mezhep imamları, kişinin aşikâr biçimde muhsan sayılabilmesi için, daha önce zina haddine çarptırılmamış olmasını da şart koşmuşlardır.

Bir kimse delikanlılık çağında zina eder de, sonra tevbe edip iyi hal gös­terir ve bu minval üzere ihtiyarlarsa; onun zİnâ etmiş olduğunu söyleyen kim­seye kazf haddi uygulanmaz. Aynı şekilde bir kâfir zina eder de, sonra müs­lüman olur veya bir köle zina eder de, sonra azad edilir ve iyi hal gösterirse; onun zînâ etmiş olduğunu söyleyen kimse, kazf haddine çarptırılmaz. Ama. bir kimse küçük yaştayken zina eder ve sonra baliğ olur veya deli bir kimse zina edip, sonra ayılır da bir başkası onun zina etmiş olduğunu söylerse; kazf haddine çarptırılır. Çünkü çocuğun ve delinin bu yaptığı fiil, zina sayılmaz. Bir kimse iktidarsız veya kesik penisli bir erkeğin yahut vaginası tıkanık veya cinsel temasa dayanamayacak kadar küçük yaştaki bir kadının zina etmiş ol­duğunu söylerse; kendisine kazf haddi tatbik edilmez. Bir kimse iffetli bir insanın zina ettiğini iddia eder ve bu iddiasından dolayı iftira (kazf) haddine çarptırılmış iken itham etmiş olduğu kimse zina ederse; iddia sahibine uygu­lanacak olan kazf haddi düşer. Çünkü zinanın vukûbulması, aleyhinde iddi­ada bulunulan kimsenin geçmiş dönemi hakkında şüphe meydana getirir. Zîra Cenab-ı Allah kerem sahibidir. Kulunun daha önce işlemiş olduğu günahla­rın üzerine çekilen örtüyü kaldırmaz. Ama günahlarının açığa çıkmasıyla, daha önce de günah işlemekle muttasıf olduğu anlaşılır. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a.) zamanında adamın biri zina etmiş ve kendini savunurken de şöyle demişti: “Allah’a yemin ederim ki; bu benim ilk işlediğim zina suçudur.” Onun bu savunmasını reddeden Hz. Ömer (r.a.) şöyle demişti: ”Ya­lan söylüyorsun. Cenab-ı Allah kulunu ilk defasında rezil etmez.”

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Haddi gerektiren kazf; iftira­cının, sanığın zina veya livata yaptığını iddia etmesi yahut -anası hür ve müslümansa- çocuğu reddetmesidir. Diğer günahların hilâfına; bu isnad ve­ya reddi açık ifadeyle yapar. Çünkü zina isnadı nedeniyle insanın kişiliği al­çalır, gizlilik perdesi yırtılır, mahrem yerleri rezilleşir, mahremiyet Örtüsü par­çalanır, gayret sahibi olmadığı anlaşılır. Bu da hayvanların en düşüğünün (do­muzun) özellİklerindendir. Bu özelliğe sahip kimseler her çeşit günahı işler­ler. İftiraya uğrayan kadın ise; onun akrabaları da utanç içinde kalırlar. Bu da kan dökülmesine yol açar. Bu utanç lekesini de ancak kan temizler.

İftiraya uğrayan erkek ise; bu onun nazarında ırz ve namusun değerinin olmadığına, kıskançlığın ona hiç tesiri olmadığına delâlet eder. Ayrıca bu şunu da gösterir ki; başkasının başına gelen bu musibet kendisinin başına gelecek olursa bunu normal karşılayacak ve kişiliği feveran etmeyecek, kanı beynine sıçramayacak tır. Bu nedenle demişler ki: Gayretli kimse zina etmez. Bu, ev­lat ve torunlar için az bir leke midir? Bu utanç lekesi çok uzun seneler bo­yunca varlığını sürdürecektir. Fıkıhçılar icmâ ederek dediler ki: Burada âyet-i kerîmede geçen remy (atma) kelimesinden kasıt; diğer suçlan değil de zina­yı isnad etmektir. Bunu böyle söylerken fıkıhçılar bazı ip uçlarına dayanmış­lardır:

a- Bu âyet, zina âyetinden sonra gelmiştir.

b- Muhsanat tabiri kullanılmıştır ki; bu da İffetli kadınlar demektir. Bu da kadınlara isnatta bulunmanın, onların iffetlerine zıt olduğunu göster­mektedir.

c- “Sonra (İddialarını ispatlamak için) dört şahit getiremeyenler…” âyet-i kerîmesinde sözü edilen dört şahit, yalnızca zinada şart koşulmuştur.

d- Zina isnadından başka suç isnatları dolayısıyla isnat sahibine had tatbik edilmeyeceği hususunda icmâ kesinleşmiştir. Bütün bu karineler dolayısıyla âyet-i kerîmede geçen isnattan kastın, sadece zina isnadı olması gerekmektedir.

Fıkıhçılar ittifak ederek dediler ki: Bizzat iftiraya uğrayan kimse, kendi­sine zina iftirasında bulunan kimseye kazf haddinin uygulanmasını isteme­dikçe, iftiracıya kazf haddi tatbik edilmez. Çünkü kendisine sürülen lekeyi temizlemek için bu haddin uygulanmasını istemek, onun hakkıdır. İftiracıyı affedip bırakır ve ona had tatbikini talep etmezse, iftiracıya kazf haddi uy­gulanmaz.

Kazf Lâfızları

Kazf lâfızları sarîh, kinaye ve ta’rîz olmak üzere üç kısma ayrılırlar: Fı­kıhçılar ittifak ederek dediler ki; sarih lâfızla kazfte bulunma durumunda kâzife (zina iftiracısına) had tatbik edilir. Örneğin bir kimsenin bir kadına “Ey zi-nâkâr!” veya “Sen zina ettin’1 veya “Vaginan zina etti” veya “Anusun zina etti” demesi gibi… Ama “Bedenin zina etti” derse, bunun iki hali vardır: a- Bu, “Senin elin zina etti” sözü gibi bir kinayedir. Çünkü gerçek zina, tenasül organıyla yapılın Bedenin diğer kısımları sadece yardımcı olurlar. b- Bu sarih bir sözdür: En doğrusu da budur. Çünkü zina fiilini bedenin tümü İşler. Tenasül organı bu fiili işlemede bir alettir.

Kinayelere gelince; bir kimse bir başkasına “Ey fâsık” veya “Ey fâcir”, “Ey habis”, “Ey kiralık”, “Ey haramın çocuğu” veya “Eşim, kendisine do­kunanın elini geri çevirmez” derse; bu söz zina isnadı sayılmaz. Bu sözü söy­leyen kişi bununla zina isnadını kasdetrriezse, kazf haddine çarptırılmaz. “Ben bunu demekle zina isnadını kasdetmedim” der ve iftiraya uğrayan kişi onu yalanlarsa, yemin etmesi şartıyla iftiraya uğrayanın sözüne itibar edilir. İmam da uygun gördüğü tarz ve miktarda onu ta’zîr eder. Çünkü o bu sözüyle ifti­raya uğrayana eziyet etmiş ve utanç lekesi sürmüştür. Kaldı ki; hadler kıyasla sabit olmazlar. Ta’rîze gelince; fıkıhçılar bu kabil sözlerin hükmünde ihtilâf etmişlerdir:

Hanefîler ve bir görüşlerinde Şâfiîler dediler ki: Ta’rîzde bulu­nan kişi kazfi kasdetse bile kendisine kazf haddi tatbik edilmez. Örneğin bir kimsenin bir başkasına “Ey helâlin çocuğu”, “Bana gelince; ben zina etme­dim. Benim soyum bellidir”, “Anam zina etmiş değildir”, “Sen kendi aslını araştırır”, “Benim uçkurum harama açılmış değildir” demesi gibi. Kazf ile ta’rîzde bulunmak, hem kazfe ve hem başka mânalara muhtemeldir. Şu hal­de kazf ile ta’rîzde bulunan kimseye had tatbik etmek gerekmez. Çünkü beraet-i zimmet asıldır. Şüphe nedeniyle bu asıldan rücû edilmez. Bu durumdaki ta’-rîzciye sadece ta’zîrde bulunmak gerekir. Çünkü burada kazf belirli değildir. Bunun insanlara büyük bir eziyeti dokunmaz. Çünkü ta’rîze muhatap olan herkes; “Bu sözle benden başkası kasdedilmektedir” der. Ayrıca müstear isim­deki ihtimal,! bir şüphedir. Hadler şüphelerle bertaraf edilirler.

Mâlikîler dediler ki: Kendisiyle kazfe niyet edilse de edilmese de ta’-nzde bulunan kimseye mutlak surette had tatbik etmek gerekir. Çünkü ta’-rızde bulunan kimse, muhakkak ki bir şahsı kasdetmiştir. Had tatbik etmek­le de biz -her ne kadar kendisini tanımıyorsak da- o şahsın hakkını almış ol-rnaktayız. Ayrıca iftiracıyı bu alışkanlıktan temizlemek ve onun murdar kişi­liğini terbiye etmek için kendisine had tatbik edilir. Rivayet olunduğuna göre

Hz. Ömer’in zamanında iki kişi birbiriyle sövüşmüş; biri diğerine “Vallahi ben zinâkâr değilim. Anam da zinâkâr değildir” demiş. Hz. Ömer, o adamın bu söylediklerinin ne anlama geldiğini sahabîlere sormuş ve sahabînin biri; “Böyle demekle ana ve babasını medhetmiştir” demiş, diğerleriyse şöyle de­mişlerdi: “Ana ve babasını başka türlü sözlerle de medhedebilirdi.” Bunun üzerine Hz. Ömer bu sözün sahibine seksen değnek vurmuştu. Çünkü kina­ye, adetin örfüyle sarih nassın yerine geçer. Her ne kadar ta’rîzde lâfız ko­nulduğu anlam dışındaki bir anlamda kullanılıyorsa da… Ta’rîz, halk indin­de namuslarına riayet edip toz kondurmayan, dünya ehlinden olan ekâbire mahsustur.

İkinci görüşlerinde Şâfiîler ve bir rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Bir kimse yaptığı ta’rîz İle kazfe niyet eder ve ta’rîzini kazf ile açıklarsa; ona kazf haddi tatbik etmek vâcib olur. Ama kazfe niyet etmezse, kendisine had tatbik etmek vâcib olmaz. Yemin etmesi kaydıyla sözüne itibar edilir.

Hanbelîler İkinci rivayetlerinde dediler ki: Kazfe niyet etse de et­mese de ta’rîzde bulunan kimseye, özellikle öfke ve gazap halinde ta’rîzde bulunan kimseye kazf haddi tatbik etmek mutlak surette vâcib olur. Çünkü öfke ve gazap, kişinin muhatabına hakarette bulunma kastını güttüğüne ve ona utanç lekesi sürmek istediğine delâlet eden bir karinedir.

Kazf Yapanın Şahitliğinin Kabul Edilmeyeceği

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Başkasına zina iftirasında bu­lunan kimsenin, kendisine had tatbik edildikten sonra şehadeti kabul edil­mez. Çünkü şeriat koyucu iffetli erkek ve kadına zina iftirasında bulunmaya üç hükmü terettüp ettirmiştir:

1- İftiracıya seksen değnek vurulması.

2- Şahitliğinin ebediyyen kabul edilmemesi.

3- Fâsıklığına hükmedilmesi. Zîra Cenab-ı Allah buyurmuş ki:

‘Onlara seksen değnek vurun. Artık (hiç bir hususta) şahitliklerini ebe­diyyen kabul etmeyin ve işte onlar asıl fâşıklardır.[173] Seksen değnek ” vurulması, artık bir daha başkalarına zina iftirasında bulunmasını Önlemek, eziyetine eziyetle karşılık vermek içindir. Şahitliğinin reddedilmesine gelince; bu dili ilgilendiren bir ceza olup hırsızın elinin kesilmesine benzemektedir. Bu büyük (iftira) günahpı işleyen bu dilin cazası, hiçe sayılıp etkisiz hale ge­tirilmesi ve söylediklerinin kaale ahnmamasıdır. İnsanlar arasında şehadette bulunması muteber olmaz. Varlığıyla yokluğu aynıdır. Zina iftirasında bulu­nan kimsenin fâsık kılınması ise; onu bu suçtan şiddetle menetmek içindir. Dünyada hadde çarptırılıp şahitliğinin reddedilmesi onu, kutlu ve yüce Rab-binin emri dışına çıkan fâsık bir kişi olmaktan kurtarmadığına işaret etmek içindir. Başkasına zina iftirasında bulunmanın ne kadar büyük günah ve ne derece tehlikeli olduğuna delâlet eden bu cezalar, seni iftiracılıktan menet-melidir. Zina iftirasında bulunmak ve başkalarım zinayla itham etmek bu kadar günah olduğuna göre fecî ve şenî bir suç olan zinanın ne kadar günah oldu­ğunu var sen düşün. Bu hüküm, az önce anlattığımız hususlara delâlet etme­nin yanısıra zinanın ne fecî bir suç olduğuna ve ne kadar kötü olduğuna, şe­riat koyucunun mü’minleri ondan tenzih ettiğine ve uzaklaşmalarını emret­tiğine de delâlet etmektedir ki; toplum, zinanın ve zina iftirasının günahla­rından temizlensin. Bir kâfir kazf haddine çarptırılınca, zımmîlere karşı şa­hitliği caiz olmaz. Haddi tamamlansın diye şahitliği reddedilir.

İftiraya Uğrayanın Anasının Kâfir Veya Cariye Olması

Mâlikîler dediler ki: Itüraya uğrayanın anası hür veya cariye, müs-lüman veya kâfire de olsa, iftiracıya kazf haddi tatbik etmek gerekir. Çünkü kazf haddini bildiren âyetin lâfzı umumîdir. Veya iftiraya uğrayan hür ve müs-lüman kişinin babası köle veya kâfir de olsa mezhebin kuvvetli görüşüne gö­re iftiracıya had tatbik etmek gerekir.

Hanefîler ve Şâfiîler dediler ki: İftiraya uğrayanın anası cariye veya ehl-i kitap bir kadınsa, iftiracıya had tatbik etmek gerekmez. İftiraya uğrayan hür ve müslüman kişinin babası köle veya kâfir de olsa yahut iftira-un kendisi Allah korusun- kâfir olursa had tatbik etmek gerekir.

Kendisine Had Tatbik Edilmeden Önce, İftiracının Şahitliğinin Kabulü

Şâfiîler ile Leys bin Sa’d dediler ki: Bir kimseye iftira haddini tatbik etmek vâcib olduğunda, haddin uygulanmasından önce de şahitliği kabul edil­mez ve fâsıklık damgasıyla damgalanır. Çünkü Cenab-ı Allah başkasına zi­na isnadında bulunup da iddiasını ispatlamak için dört şahit getiremeyen kim­senin üzerine üç hükmü terettüp ettirmiştir. Bu üç hüküm (Nûr sûresinin dör­düncü âyetinde) vav harfiyle birbiri üzerine atfedilmişlerdir. Vav harfiyse ter­tibi gerekli kılmaz. Şu halde bu üç hüküm arasında sıra ve tertip sözkonusu değildir. Öyleyse şahitliğin reddinin had uygulamasından sonra gelmesi zo­runlu olmaz. Aksine, iftiracıya had uygulansın uygulanmasın; şahitliğinin kabul edilmeyen bir şahitlik olarak sabit olması gerekir.

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Bir kimse üzerinde kazf had­di sabit olduğunda, haddi infaz edilmedikçe şahitliği kabul edilir ve infazdan önce fâsıklıkla damgalanmaz. Şayet fâsıklıkla damgalanmış olsaydı, şahitli­ği geçerli olmazdı. Çünkü fâsıklık damgası, kendisine bu damga vurulan kim­senin şahitliğini geçersiz kılar. Çünkü âyet-i kerîmenin zahir anlamı, hadde çarptırılan kimseye kazfin mecmûunun terettüp etmesini ve şahitlik edemez olmasını gerektirmektedir. Bu hükmü yalnızca kazfin kendisine talik edersek bu, şehadetten acizliğin iki şeye talik edilmiş olması durumunu ortaya çıka­rır ki; bu da âyet-i kerimenin zahir anlamının hilâfınadır. Aynı şekilde had hükmünün iki şeye talik edilmesini gerektirir. Buna göre haddin de iki şey­den sadece birinin vukûbulmasi durumunda uygulanmaması gerekecektir.

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Kölesine zina isnadında bu­lunan hür kimseye kazf haddi uygulanmaz. Çünkü köle onun mülküdür. Kö­lesine zina isnadı nedeniyle cezalandırılmaz.

Kölenin Hür Kimseye Zina İsnadında Bulunması

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Köle hür kimseye zina iftira­sında bulunduğu takdirde, erkek de olsa kadın da olsa, hürün yan cezası olan kırk değneklik cezaya çarptırılır. Zîra Sevrî, Ca’fer bin Muhammed’den, o da babasından naklederek, Hz.- Ali (r.a.) nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Köle kazf nedeniyle kırk değneklik cezaya çarptırılır.” Abdullah bin Ömer (r.a.) in de şöyle dediği rivayet edilir: “Ebûbekir, Ömer, Osman ve onlardan sonraki halîfelerin devrinde yaşadım. Kazfetmesi durumunda hepsi de köle­ye kırk değnek vururlardı.” Zîra kölelerin bütün hadleri, hürlere tatbik edi­len haddin yarısı kadardır.” Çünkü Cenab-ı Allah konuyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurmuştur:

“(Cariyeler) eğer evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa, o vakit hür ka­dınlar üzerine gerekli buludan cezanın yarısı kendilerine lâzım gelir.[174] Bu âyet cariyenin zina haddinin, hür kadının zina haddinin yarısı kadar olmasını hükme bağlamıştır. Sonra âlimler köleyi de cariyeye bu hususta kı-yaslamışlardır. Daha sonra zina haddi yarıya indirildiği için kazf haddinin de yarıya indirilmesi gerektiği hususunda kıyaslama yapmışlardır. Sonuç olarak da bu kıyas ile, Kur’an’ı Kerim’in genel anlamlı hükmü özelleştirilmiştir. Ki­şinin (kölenin) kazf yaptığı esnadaki durumu nazar-ı itibara alınır. Kazf yap­tıktan sonra ve had tatbikinden önce hürriyetine kavuşsa bile yan had tatbik edilir. Çünkü o kazf yaparken köledir.

Bîr Kimsenin Bir Başkasına Ey Fârisî Demesi

Mâlîkîler dediler ki: Bir kimse bir araba “Ey nabtî” veya “Ey rûmî” veya “Ey berberi” derse yahut bir fârisîye “Ey rûmî” derse ya da birisine “Ey fârisî” derse ve muhatabının ataları arasında bu nitelikte bir kimse yok­sa; kendisine had tatbik etmek gerekir. Çünkü bu söz, onun muhatabı için bir iftiradır. Bu iftira nedeniyle ona utanç lekesi bulaşır. Çünkü bu sözle onun nesebine taş atılmıştır. Bu durumda laf atana had tatbik edilmesi, başkasına eziyet verme kapısını temelli kapatmak İçindir. Bir kimse, bir başkasına hita­ben; “Benim uçkurum iffetlidir” derse, yine aynı hüküm uygulanır.

Hanefî, Şafiî ve Hanbelîler dediler ki: Bir kimse, bir başkası­na yukarıdaki sözleri söylerse; kendisine had tatbik etmek vâcib olmaz. Çünkü bu gibi sözlerden zina mânası nadir olarak anlaşılır. Nadiren vukûbulan şey­ler için de çoğunlukla hüküm verilmez. Sözgelimi başkasına ey rûmî diyen kimse bu sözüyle onun rumlara ahlâk bakımından benzediğini kasdetmiş olabilir.

Bir kimse, bir kadına; “Sen eşek, deve veya öküzle zina ettin” derse, söz sahibine had tatbik etmek gerekmez. Çünkü zina, erkeğin penisini kadının vagînasma koymasıdır. Burada sözü edilen eşek, deve ve öküz ise akılsız var­lıklardır. Bir kimse bir kadına; “Sen deve, inek, elbise veya dirhem karşılı­ğında zina ettin” derse, beyyine getirmediği takdirde kendisine iftira ha^di uygulanır. Çünkü bu sözü; “Sen zina ettin ve zina bedelini aldın. Ya da se­ninle zina eden erkekten ücret aldın” anlamını ifade etmektedir. Bir kimse bir başkasına; “Bu erkek fâsıktır” veya “Bu erkek kadınsıdır” derse, hadde çarptırılmaz. Bir kadına; “Sen küçük yaştayken zina ettin” veya “Falan kimse seninle haram bir cimâda bulundu” derse, sözü sarih olmadığı için hadde çarptırılmaz. Çünkü haram cima, fasid nikâhla da olabilir. Bir kimse bir baş­kasına; “Senin zinâkâr olduğuna dâir falan erkeği şahit gösteriyorum” de­mekle de kazf haddine çarptırılmaz. Çünkü o, başkasının zina isnadında bu­lunuşunu nakletmektedir. Bir kimse bir başkasına; “Ey zinâkâr” der, diğe-riyse; “Asıl zinâkâr sensin” derse ve biri diğerine had tatbikini taleb ederse, talebi de hâkim nezdinde sabit olursa; her ikisine de had tatbik edilmesi ge­rekir. Hâkimin bu durumda had tatbik etmesi gerekir. Çünkü bu Allah’ın hakkıdır. Bu hak haddir. Hiç birisi hadden kurtulamaz. İkisi de hadde çarp­tırılır. Ama sözgelimi ona; “Ey habis” der, diğeri de ona misillemede bulun­mak amacıyla “Asıl habis sensin” derse; hiç birisine had tatbik edilmez. Biri diğeri için ta’zîr edilmez. Çünkü ta’zîr insan hakkıdır. Biri için hak olan di­ğeri için de hak olur ve böylece ödeşirler.

Bir kimse bir müslümana “Ey fâsık, ey habîs, ey kâfir, ey hırsız, ey ka­dınsı, ey katil, ey fâcir, ey bînamaz” veya bunlara benzer olan zina dışındaki bir ayıpla ithamda bulunursa; bütün bu sözlerden dolayı kendisine had tat­bik edilmez. Ancak hâkim onu te’dîb etmek ve bir daha böyle yapmaması için dövmek, hapsetmek, tevbih etmek, hayvana ters bindirmek gibi uygun gördüğü şekilde ta’zîr eder. Kendisine kazf haddi uygulamaz. Çünkü bu sözler muhataba zina isnadı veya nesep reddi kadar utanç ve hakaret lekesi sürmez.

Kazfi Îkrar Etmek

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Bir kimse kazf ikrarında bu­lunursa, ikrarı kabul edilir ve kendisine had tatbik edilir. Kendisine had tat­bikinden önce ikrarından rücû ederse, rücûu kabul edilmez. Çünkü kazfe uğ­rayanın bunda hakkı vardır. Rücûunda onu yalanlar. Ama Allah’ın hakkı olan hadde hüküm bunun tersinedir. Çünkü onda kendisini yalanlayacak bir kim­se yoktur. Şu halde rücû kabul edilir. Bazıları rücûunun kabul edilmeyeceği­ni söylemişlerdir. Çünkü sanığa ırz ve utanç lekesi sürmüş, namım kirletmiş­tir. Böyle yapmakla da haddin uygulanması, mağdurun toplum huzurunda itibarının iade edilerek alnındaki utanç lekesinin silinmesi hususunda başka­larının hakkını iptal etmek istemektedir.

Zina İsnadında Bulunan Kimsenin Şahit Getirmesi

Âlimler ittifak ederek dediler ki: Bir şahsın zina ettiğini iddia eden kim­se iddiasının doğruluğunu teyid edici mahiyette şehadette bulunan dört âdil erkeği şahit olarak getirirse; kendisine kazf haddi tatbik edilmez ve iftiracı sayılmaz. Zina fiili de sabit olur. Çünkü söylediği söz doğrudur. Geçmişte anlatılan şartlarıyla aleyhindeki şehadet tamamlandığında zinâkâr kadına zina haddi tatbik edilir. O da bir şahit sayılır.

Şehadetîn Keyfiyeti

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Zina aleyhindeki şehadet, an­cak dört şahitle sabit olur. Zîra Yüce Allah buyurmuş kî:

“Kadınlarınızdan zina edenlere karşı içinizden dört şahit getirin.[175]

“İffetli müslüman kadınlara zina isnad edenler, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenler (var ya).[176]

“Buna dört şahit getirselerdi ya?” [177]

Rivayet olunduğuna göre Sa’d bin Ubade (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)e şöyle sormuş: “Ya Resûlallah, ne dersiniz? Karımla birlikte olan bir erkek görürsem, gidip dört şahit getirinceye kadar onu öylece bırakayım mı?’* Hz. Peygamber de “Evet” cevabını vermişti. Zinayı ispatlamak için dört şajıit ge­tirilmesi şart koşulmuştur. Çünkü bu zina fiili kolayca farkedilecek ve tam görülebilecek bir fiil değildir. Bu nedenle ihtiyatlı davranılarak dört şahit ge­tirilmesi şart koşulmuştur. Ayrıca bu, şeref ve haysiyetle ilgili bir meseledir. Şu halde diğerlerinin aksine, bunu ispatlamada dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. Şahitler kadı huzurunda zina fiiline şehadette bulunurken, zina ede­nin ve kendisiyle zina edilenin kim olduğunu söylemelidir. Çünkü zînâ isnad ettikleri erkeği bir cariyenin Üzerinde gördükleri halde, onu yabancı, hür bir kadının üzerinde olduğunu zannedebilirler. Ayrıca “Milin sürmedanlığa gi­rişi gibi erkeğin penisinin kadının vagİnasına girdiğini gördük” diyerek şa­hitlikte bulunmaları gerekir. Sadece zina ettiğine dâir mutlak şehadette bulunmalarıyla zina fülİ sabit olmaz. Çünkü bazen kadınla erkeğin bacaklarını birbirinin arasına sokup sarılmalarını zina sanabilirler. Ama bir kimseye zi­na isnadında bulunulur da kendisi zina ettiğini itiraf ederse; zina haddini uy­gulamak vâcib olur. İtiraf ettikten sonra başka soru sormaya gerek kalmaz. Bir kimse zina ettiğini kendiliğinden itiraf ederse, meseleyi daha fazla araş­tırmak gerekir mi? Bazıları, şahitlerde olduğu gibi araştırmak gerekir demiş; bazılanysa kazf ikrarında olduğu gibi araştırma gerekmez demişlerdir.

Şâfiîler dediler ki: Şahitlerin birarada veya ayrı ayrı gelmeleri ara­sında fark yoktur. Çünkü dört şahit getirme emri, şahitleri topluca getirmekle ayrı ayrı getirmek arasında müşterek anlamlıdır. Kendisinde müştereklik an­lamı bulunan şeye delâlet eden lafız, ayrıcalık anlamı bulunan şeye iş’arda bulunmaz. Şahitleri ayrı ayrı getiren kimse de nassla amel etmiş sayılır ve sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir. Toplu geldikleri takdirde şahitlerin şehadetiyle sabit olan her hüküm, diğerlerinde olduğu gibi ayrı ayrı gelmele­ri halinde de sabit olur. Hatta böylesi daha da uygundur. Çünkü ayrı ayrı gelmeleri töhmetten uzak kalmalarını sağlar. Birbirlerine telkinde bulunamaz­lar. Bu nedenle dedik ki; kadı şahitlerin şehadetinden kuşkulanırsa; şayet varsa şehadetlerindeki şaibeyi açığa çıkarmak için onları ayırır. Çünkü onların ay­nı halde bir arada şehadette bulunmaları şart değildir. Dahası, şayet kadı’-nın huzurunda bir arada bulunsalar bile; beraberce değil de biri diğerinden sonra sırayla şehadette bulunacak ve kadı da şehadetlerini böylece kabul ede­cektir. Aynı şekilde kadı’nın kapısında yığıldıklarında, içeriye birlikte değil de birer birer girip şehadette bulunurlar.

hanefîler dediler ki: Şahitler ayrı ayrı şehadette bulundukları tak­dirde şahitlikleri kabul edilmez ve kendilerine kazf haddi uygulamak gerekir. Çünkü tek kişi şehadette bulunurken sanığa iftira etmiştir ve dört şahit de getirmemiştir. Yüce Allah’ın şu buyruğundan dolayı kendisine kazf haddi uy-

gulamak gerekir:

“İffetli müslüman kadınlara zina isnadında bulunanlar, sonra (bunu ispat­lamak için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte onlara seksen değnek vu­run.” (Nün 4). Onlar bu hususta daha ileri giderek bu kazfi, şehadet kelime­siyle ifade etmişlerdir. Oysa ki bu şehadet geçerli değildir. Şayet geçerli sayir hrsa, kazf haddi temelli olarak ortadan kalkmış olur. Çünkü başkasına zina iftirasında bulunacak bir kimse; “Falan kimsenin zina ettiğine şehadet ederim” demekten âciz değildir. Böyle olunca da kendini iftira haddinden kurtarmak için bu yolu tercih eder ve zinadan habersiz iffetli ve suçsuz kimselere iftira­da bulunarak amacına kşvuşur.

Şahitlerin Dörtten Az Olması

Mâlikîler dediler ki: Şahitler dörtten az olurlarsa, iftiracı sayılırlar ve kendilerine kazf haddi uygulanır. Âyet-i kerîmede de anlatıldığı gibi her birine seksen değnek vurulur. “İffetli müslüman kadınlara zina isnadında bulunanlar, sonra (bunu ispatlamak için) dört şahit getiremeyenler (var ya) işte onlara seksen değnek vurun.”

Hanefiler, Hanbelîler ve bazı kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Şahİtlerdörtten az olmaları durumunda iftiracı sayılmazlar ve kendileri­ne kazf haddi uygulanmaz. Çünkü onlar iftiracı olarak değil, şahit olarak gelmişlerdir. Suçlan yoktur. Kendilerine iftira haddi uygulanacak olursa, zi­na aleyhinde şehadette bulunma kapısı kapatılmış olacaktır.

İkinci kavillerinde Şâfiîler dediler ki: Dörtten az sayıda erkek mahke­mede hakimin huzurunda şehadette bulunarak bir kimsenin zina ettiğini söy­lerlerse kendilerine had tatbik edilir. Mezhebin kuvvetli görüşü budur. Zira Buharî’nin de Sahih’inde rivayet ettiği gibi Hz. Ömer (r.a.), Muğire bin Şu’-be (r.a.) nin zina ettiğini iddia eden üç kişiye kazf haddi tatbik etmiş ve saha-bîlerden hiç biri de -Allah kendilerinden razı olsun- ona muhalefet etmemiş­tir. Hz. Ömer (r.a.) böyle bir uygulama yoluna gitmişti ki; insanlar şahitlikte bulunuyorum diyerek halkın namusuna leke sürmesinler ve iftira haddinden de kurtulmasınlar. Bu, sedd-i zerai’ kabilinden verilmiş bir hükümdür.

İhtilâf konusu olan, mahkemede şahitlik etmiş olmalarıdır. Mahkeme dışında böyle yapmaları durumunda; bunu şehadet lafzıyla yapmış olsalar da kesinlikle kâzİf (iftiracı) sayılırlar. Çünkü mahkeme dışında konuşmuş ol­makla şehadeti değil de iftira ve teşhiri amaçladıkları açığa çıkmış olur.

Zina İsnadında Bulunan Kimsenin Fâsık Şahitler Getirmesi

Hanefîler dediler ki: Bir erkek bir başkasına zİnâ isnadında bulu­nur ve itham ettiği adamın zina ettiğine şehadette bulunan dört fâsık şahit getirirse; ne ispatta bulunana ne de şahitlere kazf haddi uygulanmaz. Çünkü Cenab-ı Allah; “Sonra dört şahit getiremiyenler…” buyurmuştur. Bu isnad sahibi dört şahit getirmiştir. Bu âyet dolayısıyla kendisine iftira haddi uygu­lamak gerekmez. Ayrıca fâsık kimse şahitlik ehliyetine sahiptir. Kadi’nın ya­nında hazır bulunmak gibi, zina şehadetinin şartlan tahakkuk etmiştir. An­cak töhmetli oluşları nedeniyle şehadetleri kabul edilmez. Sanığa haddi uy­gulamamak için töhmeti geçerli saydığımıza göre; şahitlere iftira haddini uy­gulamamak için de bu töhmeti geçerli saymamız gerekmektedir. Bir kaville­rinde Şâfiîler dediler ki: Dörtten eksik olan şahitlere kazf haddi uygulanır. Çünkü onlar şehadetın kabulü için gerekli olan niteliklere sahip değildirler. Şahit olmaktan çıkmış, salt iftiracılar olarak kalmışlardır. Başka bir kavilde denilmiş ki: Hanefî mezhebinde olduğu gibi bu şahitlere kazf haddi uygu­lanmaz.

Mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Kazf haddi, iftiracının (ka-zifte bulunanın) bir defa ikrarda bulunmasıyla ve iki erkeğin şehadetİyle sa-bİt olur. Bir kadının iki kez şahitlik yapmasıyla da sabit olur diyenler de ol­muştur. Kazf haddi zaman aşımıyla ve suçlunun ikrardan rücûuyla düşmez. Bu suçu işlemiş olan kâzif (iftiracı), ikrarından rücû ederse; rücûu kabul edil­mez. Çünkü bu hadde kul hakkı vardır. İkrarından rücû etmesi halinde mağdur kişi onu yalanlayıp tekzîb eder.

Mübalağa Sîgası

Hanefîler dediler ki: Bir erkeğe müenneslik (ta) sim ekleyerek; “Ey zâniye” diyen kimse ona kazfetmiş sayılmaz ve iftira haddine çarptırılmaz. Çünkü olmayacak, imkânsız bir işi ona isnad etmiştir. Nitekim kesik penisli bir erkeğe veya vaginası tıkanık bir kadına zina isnadında bulunan kimse de iftira haddine çarptırılmaz. Şayet konuşmuş olsaydı kendisini tasdik edeceği ihtimaliyle, ahras kimseye zina isnadında bulunan bir kişi de iftira haddine çarptırılmaz. İlk ikisinde; yani kesik penisli erkekle tıkanık vaginalı kadına zina isnadında bulurıan kimsenin yalan söylediği kesinlikle sabittir. Lekeyi ancak kendi şahsına sürmüştür. Aynı şekilde ona; “Sen falandan daha zinâkârsın” veya “Sen insanların en zinâkânsm” ya da “Zina edenler içinde en fazla zinâkâr olan sensin” derse, yine hadde çarptırılmaz. Çünkü müba­lağa sîgası bilgide tercihli oluşu ifade etmek İçin kullanılır. Bu sözüyle muhatabına sanki; “Sen zinayı ondan çok daha iyi bilirsin” demiştir. Bu şüphe nedeniyle bu sözün sahibi iftira haddine çarptırılmaz. Bir kadına “Ey zâni” diyerek erkeklere mahsus hitap şeklini kullanırsa kendisine iftira haddi uy­gulamak gerekmez. Çünkü tercih bu hitapta yaygındır.

Şâfiîler dediler ki: Bir erkeğe; “Ey zâniye” diyen kimse iftira haddi­ne çarptırılır. Çünkü muhatabına mübalağa sîgasıyla zina isnadında bulun­muştur. Zîra zânı kelimesinin sonuna eklenen (ta) harfi mübalağa içindir. Tıpkı allame ve nesabe kelimelerinde olduğu gibi. Kesik penisli bir erkeği veya tı­kanık vaginalı bir kadını veya erselik bulunan birisini zinayla itham eden kimse kazf haddine çarptırılmaz. Ancak bunların arkadan cinsel temas yaptırdık­larım iddia ederse, kazfedici sayılır ve kazf haddine çarptırılır. Çünkü bu sö­zü söylemekle ona zina lekesi gibi bir leke sürmüştür.

Mâlikîler dediler Kesik penisli veya iktidarsız bir erkeği veya tı­kanık vaginalı bir kadını zinayla itham eden kimseye had tatbik edilmez. Çünkü onun yalan söylediği, aleniyet kazanmıştır. Anılan kimseler, zina etmeleri müm­kün olmadığı için bu sözlerin muhatabı olmakla lekelenmezler. Anılan kim­selerden birinin anustan zina ettirdiğini iddia eden -ve bu iddiasını doğrula­yıcı beyyine getiremeyen- kimse, iftira haddine çarptırılmaz. Kadınsı ve erse­likler de bu hükme tabidirler. Bu mezhep ulemâsı dediler ki: Zina iftirasına uğrayan kimseyi İlgilendiren ve önce anlatılmış olan, üzerinde ittifaka varıl­mış şartlara ek olarak dört şartın daha bulunması gerekir:

1- Zİnâ eden erkek baliğ olmalıdır.

2- Kendisiyle zina edilen kimse kadın da olsa erkek de olsa cinsel temasa dayanıklı olmalıdır.

3- Akıl ve iffet.

4- Alet.

Bîr kimse bir başkasına; “Ben tenasül organı iffetli olan bir kimseyim” derse, kendisine iftira haddi uygulanır. Ama tenasül organından bahsetmez­se, kendisine had tatbik edilmez. Yalnız te’dîb edilir. Çünkü iffet, tenasül or­ganında ve diğerlerinde gereklidir. Muhatabı olan kadına “Ey sevgili, ey fâ-cire, ey fena kadın veya ey yollu” derse; bu sözler örfen zinaya delâlet ettikle­ri için kazf haddine çarptırılır. Bir erkeğe; “Ey kadınsı” veya “Ey yollu” derse, kendisine iftira haddi tatbik edilir. Çünkü bu sözler muhataba cinsel temas yapıldığına delâlet ederler. Tabii eğer iftiraya uğrayan kimse cinsel temasa da­yanıklı biri olup, kendisine iftira edene had tatbikini istefse; iftiracıya kazf haddi uygulanır.

Bir Kimseye Defalarca Zina İsnadında Bulunmak

Merhum mezhep imamları ittifak ederek dediler ki: Adamın biri bir baş­kasının aynı mecliste veya ayrı ayrı meclislerde;tek kelimeyle veya bir kaç keli­meyle; bir kişiyle ya da bir kaç kişiyle zina etmiş olduğunu bir kaç kez iddia ederse; bu iddiasını tekrarlamış olması nedeniyle bir kaç kez değil de sadece bir kez iftira haddine çarptırılır. Bir kişi için iki kez zina iftirasında bulunur­sa, yine bir kez hadde çarptırılır. Ancak iftirasını had tatbikinden sonra yi­nelerse, o zaman haddi de yinelenir. Bu iftirasını sarih lafızla yapmasa bile; Örneğin had tatbikinden sonra; “Vallahi yalan söylemedim” veya “Söyledik­lerim kesinlikle doğrudur derse veya buna benzer olarak zina cürmünü id­dia eden diğer sözleri söylerse; kendisine yeniden had tatbik edilir. Çünkü bu, ilk hadden sonra yeni bir had sayılır.

Mezhep imamları yine ittifak ederek dediler ki: Adamın biri bir başka­sına zina isnadında bulunursa; kendisine kazf haddi tatbik edilir. Sonra ikin­ci kez ona zina isnadında bulunursa; kendisine ikinci kez had tatbik edilir. Sonra üçüncü kez ona zina isnadında bulunursa; kendisine üçüncü kez had tatbik edilir. Ve bu hep böyle devam edip gider.

Bir Cemaate Zina İsnadında Bulunmak

Hanefîler ve Mâlikîler dediler ki: Bir kimse aynı mecliste veya değişik meclislerde; tek kelimeyle veya bir kaç kelimeyle toplu halde veya da­ğınık halde de olsa; bir cemaate zina isnadında bulunursa; kendisine sadece bir had tatbik edilir. Cemaatten biri sebebiyle dövülerek kendisine had tat­bik edilirse bu had, hepsine ettiği zina isnadı için karşılık olur. Bundan sonra onlardan biri sebebiyle hadde çarptırılmaz. Çünkü hadler birbirine girdiri­lirler. Bu görüşte olanlar, delil olarak; “İffetli müslüman kadınlara zİnâ ifti­ra edenler…” âyet-i kerîmesini ileri sürmektedirler. Yani iffetli müsîüman ka­dınlardan birine zina İftira eden kimse iftira haddine çarptırılır. Bu da bir grup iffetli, müslüman’ kadına zina isnadında bulunan kimsenin seksen değ­nekten fazla hadde çarptırılmamasmı gerekli kılmaktadır. İffetli müslüman kadınlar grubuna zina isnadında bulunan şahsın bir hadden fazla hadde çarp­tırılmasını gerekli gören kimse, âyet-i kerîmeye muhalefet etmiş olur. Bu gö­rüşte olan ulemânın sünnetteki delillerine gelince; İkrime, İbn Abbas Haz­retlerinden şöyle bir rivayette bulunuyor: Hilâl bin Ümeyye, Resûlullah (s.a.v.) in huzuruna gelerek karısını, Şerîk bin Semha ile zina etmiş olmakla itham etmiş, Resûlullah (s.a.v.) da ona şöyle demişti: “Ya beyyine getirirsin veya sırtına bir had vurulur.” Resûlullah, hem karısını hem de Şerîk bin Semha’yı zinay­la itham ettiği halde Hilâl’e sadece bir kazf haddi vurulmasını gerekli görnıüş ve bu hal liân âyetinin nazil olmasına dek devam etmişti. Âyet nazil olunca da liân, yabancı kadınlara yapılan zina isnadı dolayısıyla uygulanan kazf had-dinin yerini aldı. Tabii erkeklerin kendi zevcelerini zinayla itham edişlerinde haddin yerini liân aldı.

Bu görüşte olan âlimlerin kıyastaki delillerine gelince; bunlar derler ki: Haddi gerektiren diğer hususlar bir kaç kez tekerrür ettiğinde sadece bir had uygulanır. Örneğin bir kaç kez zina eden veya defalarca içki içen veyahut bir kaç defa hırsızlık yapan kimse kendisine had tatbik edilmeden önce bu suç­lan tekerrür ettirirse; kendisine sadece bir had uygulanır. Had uygulaması­nın kapsamlı anlamı, zararı defetmektir ki; o da elde edilmiştir. Bir kişi ken­dilerine zina isnadında bulunduğu cemaatteki bir ferd dolayısıyla hadde çarp-tırılırsa; bu had, onların türnüne etmiş olduğu zina isnadlarının yerine geçer. Bundan sonra da o cemaattpki ferdlerden biri dolayısıyla hadde çarptırılmaz. “Biriniz müstesna hepiniz zinâkârsmız” derse, kendisine kazf haddinin uy­gulanması gerekir. Çünkü kazfte, haddi gerektiren durum vardır. Cemaatte­ki ferdlerden her biri, kendilerine zina isnadında bulunan şahsa had tatbik edilmesini taleb edebilir.

Şâfiîler bir kavillerinde dediler ki: İftiraya uğrayanlar değişik şahıs­lar oldukları için; iftiracı her şahıs için ayrı ayrı kazf haddine çarptırılır. Çünkü âyet-i kerîmesindeki kelimesiyle kelimesi çoğul sîgasıdır. Çoğul çoğul ile mukabele olunduğunda, ferde karşı ferd mukabilinde olur. O zaman da anılan âyet-i kerîme şu mânaya gelir: “Her bir iffetli müslümana zina iftirasında bulunan kimseye iftira haddini uygula­mak vâcib olur.” Bu hükme varılırken şu âyet-i kerîmeye bağlı kalınmıştır: “İffetli müslüman kadınlara zina iftirasında bulunan sonra da (iddialarım ispatlamak için) dört şahit getiremeyenler (var ya), işte onlara seksen değnek vurun.[178] Bu âyet-i kerîme, seksen değneklik cezanın, iffetli bir müs­lümana zina iftirasında bulunma sebebiyle verileceğine delâlet etmektedir. Çün­kü bu suçla isimlenen kişiye seksen değnek vurmak gerekir. Bu sabit olduğu­na göre deriz ki: Bİr kimse bir başkasına zina iftirasında bulunduğunda, bu iftirası haddi gerektirir. İkinci bir şahsa zina iftirasında bulunduğu takdirde bu iftirası da ona ayrıca had tatbik edilmesini gerektirir. Sonra ikinci iftira haddinin uygulanmasını gerektiren sebebin, birinci iftira haddinin uygulan­masını gerektiren sebebin aynısı olması caiz olmaz. Çünkü bu iftiracı şahıs, ilk iftirası nedeniyle ilk defasında hadde çarptırılmıştır. Vacibin vâcib kılın­ması imkânsızdır. Şu halde ikinci iftirası nedeniyle ikinci kez iftira haddine Çarptırılması gerekir. Kıyasa gelince; kazf haddi kul hakkıdır. Çünkü iftiracı ancak iftiraya uğrayanın talepte bulunmasıyla kazf (iftira) haddine çarptırılır.

Zina haddinin aksine kulların hakları, içice girmezler. Zina hadleri içice girerler. Çünkü o, Allah’ın hukûkundandır. Bu hüküm, bir şahsın bir cema­ate, içindeki fertlerin herbİri için ayrı ayrı kelime kullanarak zina isnad etme­si durumunda sözkonusu olur. Ama hepsi için aynı kelimeyi kullanarak zina isnadında bulunursa; sözgelimi ”Sizler zinâkârsmız” veya “Zina ettiniz” derse; bu hususta iki kavil vardır. Esah olanına göre -ki bu Şâfiînin yeni dönemine ait kavlidir- bu iftiracı, kendilerine zina isnadında bulunduğu cemaatteki fert­lerin her biri için ayrı ayrı tam kazf haddine çarptırılır. Çünkü bu kazf haddi kul hakkıdır. İçice girmez. Ayrıca isnad eden, o fertlerden her bîrine utanç lekesi sürmüştür. Onlara ayrı ayrı kelimelerle zina iftirasında bulunmuş gibi olur.

Şâfiînin eski dönemdeki kavline göre bu iftiracıya sadece bir kazf haddi uygulanır. Bunda onun kullanmış olduğu lafza bakılır: Lafız birdir. Ama esah olan birinci kavildir. Çünkü o, âyetin mefhumuna uygun düşmektedir. Buna göre bir kimse adamın birine; “Ey iki zinâkârm oğlu” derse, onun ebeveyni­ne aynı kelimeyle zina isnadında bulunmuş olur. Dolayısıyla kendisine iki had tatbik edilmesi gerekir.

Hanbelîler en zahir rivayetlerinde dediler ki: Bir kimse cemaatteki fertlerin tümüne aynı kelimeyle zina iftirasında bulunursa; üzerine bir had tamamlanır. Fertlerin hepsine ayrı ayrı kelimelerle zina iftirasında bulunur­sa; kendisine her biri için bir had tatbik edilir.

İkinci rivayetlerinde Hanbelîler dediler ki: Zina iftirasına uğrayan cemaat fertleri iftiracıya had tatbik edilmesi için ayrı ayrı talepte bulunurlarsa; her biri için bir hadde çarptırılır. Ama böyle bir talepte bulunmazlarsa; hepsi için sadece bîr hadde çarptırılır.

Mâlikîler dediler ki: İftiracı, kendisine had tatbik edildiği sırada bir şahsa zina isnadında bulunursa -bu şahıs ilk zina iftirasında bulunduğu şa­hıs olabileceği gibi, bir başkası da olabilir- o ana kadar kendisine vurulan darbeler geçersiz kılınır. İftiraya uğrayan iki şahıs için iki kez had tatbik edil­mesi için yeniden kendisine değnek vurmaya başlanır. Ancak o ana kadar ilk hadden az sayıda, yani kırktan az veya yirmibeş kadar değnek kalmışsa; ön­ce vurulan darbeler iptal edilmez. Bu durumda ilk had seksen değneğe ta­mamlanır ve sonra ikincisine başlanır: Haddi tamamlanır. Mâlikîlere göre had­ler içice girerler.

Hanefîler dediler ki: Hadler içice girerler. İftiracıya yetmiş dokuz değnek vurulur da sonra başka bir kimseye daha zina iftirasında bulunursa; ona yalnızca bir değnek daha vurulur. Çünkü hadler içice girerler. İki had üst üste gelmiştir. Çünkü birinci haddin tamamlanması, ancak geriye kalan bir değnekle olur.

Anlatıldığına göre İbn ebî Leylâ, bir kişinin bir başkasına;’ ‘Ey iki zinâ­kârm oğlu” dediğini işitmiş ve böyle diyen adama mescitte aynı vakitte iki

had tatbik etmişti. Bu haber İmam Ebû Hanîfe’ye ulaştırıldığında şöyle de­mişti: “Hayret doğrusu. Beldemizin kadısı aynı meselede beş noktada hata etmiştir:

1- Suçluya, iftiraya uğrayanın talebi olmaksızın had tatbik etmiştir.

2- Eğer davalaşma olsaydı, sadece bir had gerekirdi.

3- Ona göre iki had tatbik etmek gerekse bile; iki haddin tatbiki arasına bir günlük veya daha fazla fasıla koyması gerekirdi ki; suçlunun bedenindeki birinci had darbelerinin tesiri hafiflesin.

4- Haddi mescitte tatbik etmiştir.

5- İftiraya uğrayanın ebeveyninin hayatta olup olmadıklarım araştırma­sı gerekirdi. Hayattaysalar; dava açma hakkı kendilerinindir. Hayatta değil-seler, dava açma hakkı oğullarınındır.”

Bir köle hür bir şahsa zina isnadında bulunur ve azad edildikten sonra başka bir şahsa daha zina isnadında bulunursa; üzerinde iki had toplanır ve seksen değnek vurulur. Sonra diğeri geldiğinde kırk değnek daha vurularak seksen değnek tamamlanır. Çünkü kırk değnek, ikisi için vaki olmuştur. Ge­riye kırk değnek kalır. İkinci şahsın gelmesinden önce bir başkasına zina is­nadında bulunursa; seksen değnek ikisi için olur. Yeni baştan seksen değnek daha vurulmaz. Çünkü geride kalanın tamamı, hürlerin haddidir. Kazf had­leri içice girebildikleri için hürlerin de buna dahil olmaları caiz olur.

Şâfiîler dediler ki: İftiraya uğrayan şahıslar ve iftira konusu (zina) değişik olursa, hadler içice girmezler. Çünkü Şâfİîlere göre kazf haddinde ağır basan husus, kul hakkıdır. Bir kimse bir cemaate ayrı ayrı sözlerle veya bir şahsa bir kaç kez zina iftirasında bulunursa; her bir iftirası için bir kazf had­dine çarptırılması vâcib olur.

Çocuğun Veya Delinin Kendi Karısına Zina İsnadında Bulunması

Çocuk veya deli kendi karısına ya da yabancı bir kadına zina isnadında bulunursa; ne kazf haddi ne de Hân gerekir. Ne derhal ne de bulûğdan (veya ayıldiktan) sonra gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) in

“ÜÇ kişiden kalem kalkmıştır.[179] hadîs-i şerifinden ötürü çocuk, ve deli, mükellef değildirler. Ama mümey­yiz durumdaysalar; uslanmaları için ta’zîr edilirler. Bulûğa erinceye dek ço­cuğa ta’zîr uygulamak uygun görülmezse, ta’zîr de sakıt olur.


[1] Nûr: 6

[2] Müslim, yân, 5

[3] Buharı, Talâk, Bab: 26; EbÛ Dâvud, Talâk, Bab: 28

[4] Buharî, Menakib, Bab: 23

[5] Ebû Pâvud, Talâk, Bab: 27

[6] Müsiim, Liân, 11

[7] Müslim, Rada, 36

[8] Buharı, Husumât, Bab: 6; Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 34

[9] Nisa: 23

[10] Furkan: 68-69

[11] A’raf: 33

[12] Nür:2-3

[13] Müslim, Kasame, 25

[14] Tirmizî, iman, Bab: 11

[15] Buharî, Ahkâm, Bab: 48; Müsüm, İman, 171-174

[16] Nisa: 25

[17] Buharî, Hudûd, Bab: 36

[18] Muratta, Hudûd, i6

[19] Buharî, Hudûd, Bab: 35-36

[20] Buharî, Tevhid, Bab: 51

[21] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 24-26

[22] Müslim, Hudûd, 28

[23] Maide:41

[24] Mâide:44

[25] Mâide: 45

[26] Mâide: 47

[27] Nisa: 15

[28] Nisa: 34

[29] Nisa: 25

[30] Neseî, Nikâh, Bab: 14

[31] Tahrİm: 12

[32] Enbiyâ: 91

[33] aı-i İmrân: 42

[34] Ah-zab: 69

[35] Müsned, 2/69

[36] Musned, 2/63

[37] Nûr:2

[38] Buharî, Fezail, Bab: 18

[39] tbn Mâce, Hudûd, Bab:11

[40] Ebû Dâvud, Talâk, Bab: 27

[41] Buharî, Hudûd, Bab: 27

[42] Ebû Dâvud, Edeb, Bab: 45

[43] Buharî, Mezalim, Bab: 3

[44] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 6

[45] Buharı, Mezalim, Bab: 3

[46] Müsned, 2/274

[47] İbn Mâce, Hudûd, Bab: 3

[48] Nün 19

[49] Muvatta, Hudüd, 12

[50] Buharî, Edeb, Bab: 60

[51] Masned, 2/74

[52] Müslim, Hudûd, 23

[53] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 24

[54] Buharı, İman, Bab: 11

[55] Tirmizî, iman, Bab: 11

[56] Tirmizî, iman, Bab: 11

[57] Nisa: 22

[58] Buharî, Li­bas, Bab: 62; Hudûd, Bab: 33

[59] Buharî, Cihad, Bab: 107

[60] Nûr: 3

[61] Nisa: 24

[62] Nûn 3

[63] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab: 5

[64] Müslim, Nikâh, 18

[65] Müslim, Nikâh, Bab: 3; Buharî, Megazî, Bab: 38

[66] A’râf:60

[67] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 12

[68] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 12

[69] üsned, ı/269

[70] A’raf: 80

[71] Ankebut: 30

[72] Höd: 82-83

[73] Zariyat:33

[74] A’raf:81

[75] Ankebut: 34

[76] Müsned, 1/317

[77] Müsned, 4/333; 6/16

[78] Tirmizî, Hudûd, Bab: 24

[79] lbn Mâce, Hudûd, Bab: 24

[80] Şuarâ: 165-166

[81] Ankebut: 30-31

[82] Ankebut: 34

[83] Şuarâ: 165-166

[84] A’raf: 80-84

[85] Tirmizî, Rada, Bab: 12

[86] Müsned, 1/217

[87] Müsned, 2/182

[88] Tirmizî, Taharet, 102; İbn Mâce, Taharet, 122

[89] Ba­kara: 223

[90] İbn Mâce, Nikâh, Bab: 29

[91] Tirmizî, Rada, Bab: 12; Darimî, Nikâh, Bab: 30

[92] Tirmizî, Rada, Bab: 12

[93] İbn Mâce, Nikâh, Bab: 29

[94] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab: 46

[95] Ebû Dâvud, Nikâh, Bab:46

[96] Mu’minün:5-6

[97] Bakara: 222

[98] Bakara: 223

[99] Tirmizî, Rada, Bab: 12

[100] Ebû Dâvud Hudûd, Bab: 30

[101] Tirmizî, Hudûd, Bab: 13; 29

[102] Tirmizî Hudûd, Bab: 24

[103] Ma’minûn: 5-6

[104] Mü’minûn: 7

[105] Nün 33

[106] Buharî, Nikâh, Bab: 2

[107] Mâide:38

[108] Baba, oğlunun ve oğluna ait malın mâlikidir. ‘Zîra Hz. Peygamber (s.a.s.), bu hususu kendisine soran bir sahabiye söyle karşılık vermişti: “Sen ve malın, babana aitsiniz.” (Çeviren)

[109] İbn Mâce, Hudûd, Bab: 25

[110] Neseî,Sarîk, Bab: 9-10

[111] Buharî, Hudûd, Bab: 13

[112] Müs­lim, Hüdûd, 2

[113] Neseî, Sarik, Bab: 9

[114] Müsned, 3/312; 350; 386

[115] Neseî, Sarik, Bab: 14

[116] Neseî, sarik, Bab: 3

[117] Müsned, c: 5/293

[118] Ebû Dâvud, Hudûd, Bat 14

[119] Neseî, Sarİk, Bab: 11

[120] Neseî, sarik, Bab:11

[121] Neseî, Sarik, Bab: 13

[122] Neseî, sarik, Bab: 12; Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 12

[123] Neseî, Sarik, Bab. 12

[124] Bakara: 194

[125] Neseî, Sarik, Bab: II

[126] Ebû Dâvud, Buyu, Bab: 62

[127] Nescî, Sarik, Bab: 13

[128] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab.19

[129] M üste’men: İslâm devletinden eman alarak dar-ı İslama muvakkat bir süre için giren ecnebidir. (Çeviren)

[130] Müslim, Hudûd, 10

[131] Ebû Dâ­vud, HudGd Bab: 13

[132] îbn mâce, Ticarat, Bab: 64

[133] Buharf, Edeb, Bab: 13

[134] Nûr: 6i

[135] Hudûd,Bab:2

[136] Nisa; 36

[137] Rûm: 21

[138] Müsned: 6/80

[139] Isrâ: 15

[140] Buharî, Buyu, Bab: 106

[141] Neseî, Sarik, Bab: 14

[142] Neseî, Sarik, Bab: 18

[143] Nisa: 29

[144] Müsned: 5/72

[145] Neseî, Sarik, Bab: 12

[146] Ebû Dâvud, Hudûd, Bab: 14

[147] Müsned: 6/80

[148] Mâide: 38

[149] Mâide: 40

[150] Mâide:39

[151] Müsned: 4/199,204,205

[152] Ibn Mâce, hu-dûd,%33

[153] EbûDâvud,Hudûd,Bab:14

[154] Mâide: 39

[155] Neseî, Sarik, Bab: 3

[156] Müsned: 2/277

[157] Mâide: 39

[158] Mâide: 39

[159] Nün 4

[160] Talâk: 1

[161] Nûr: 4

[162] Nûr: 6

[163] Nûr: 23

[164] Nûr: 15

[165] Nûr: 26

[166] Nün 4

[167] Nûr: 13

[168] Nör: 23-25

[169] Nûr: 19

[170] Müslim, İman, 144

[171] Danmî, Nikâh, Bab: 42

[172] Neseî, Talâk, Bab: 47

[173] Nûn 4

[174] Nisa: 25

[175] Nisa:15

[176] Nün 4

[177] Nün 13

[178] Nûr:4

[179] Buharı, Hudûd, Bab: 22; EbÛ Dâvud, Hudûd, Bab: 16

Hayat Rehberi

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı – Abdurrahman Ceziri – 16. Bölüm

Dört Mezhebe Göre İslam Fıkhı | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.