Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 15°C
Açık
İstanbul
15°C
Açık
Paz 15°C
Pts 15°C
Sal 20°C
Çar 19°C

Cinayetler Bölümü – Redd’ül Muhtar

Cinayetler Bölümü – Redd’ül Muhtar

Cinayetler Bölümü – Redd’ül Muhtar – İbn-i Abidin

  • CİNAYETLER BAHSİ

Konunun rehinden sonraya alınmasının sebebi şudur: Rehin, malı korumak içindir. Cinayetin

hükmü de canı korumak içindir. Mal, cana bir vesile olduğu için rehin cinayetten önce gelmiştir.

Cinâyet: Sözlükte yapılan bir kötülüğün adıdır. Istılâhta ise mala ve cana karşı işlenen haram bir

fiilin adıdır. Fakihler gasp ve hırsızlığa mala karşı işlenen, cinayeti de cana ve organlara karşı

işlenen fiillere tahsis etmişlerdir.

Kendisine; kısas, diyet, kefaret, uhrevî mesuliyet veya mirastan mahrumiyet hükmü taalluk eden

öldürmeler beş çeşittir. Aslında öldürme çeşitleri çoktur; recm (zina suçundan dolayı taşlanarak

öldürme), asmak, harbîyi öldürmek gibi olanlar bu beş çeşidin dışındadır. Beş çeşit olan öldürme

şunlardır:

Birincisi Taammüden öldürmedir: Bir adamın herhangi bir yerine yaralayıcı bir âletle kasten vurup

öldürmektir. Silâh, demirden olan ağırlıklar (Cevhere), inceltilmiş sopa, cam, öldürecek yere

batırılan iğne (Bûrhân), inceltilmiş kamış kabuğu ve ateş, taammüden öldürmede kullanılan

yaralayıcı aletlerdir. Ateş de deriyi yarar ve boğazlama işini gerçekleştirirse böyledir. Eğer hayvanın

boğazlanma yerine ateş konulsa ve damarları yaksa, kan çıkarsa o hayvanın eti yenir. Kan akmazsa

yenmez. Kifâye’de de böyle denilmektedir.

Ben derim ki: Vehbâniye Şerhi’nde «Güç sarfedilerek kesilenleri ye, böyle olmayanları yeme»

denilmektedir. Burhan’da da: «Ağırlık ölçümünde kullanılan kilolar gibi, keskinleştirilmemiş olan

demirle öldürme konusunda iki rivayet vardır: Zahir olana göre o amden öldürmedir. Müctebâ’da,

içerisinde ateş olmasa bile fırında kızartmanın kısası gerektirdiği belirtilmektedir» denilmektedir.

Musannıf’ın Muînü’l-Müftî adındaki eserinde: «İğne öldürücü bir yere batırılırsa kısas gerekir, başka

bir yere isabet ederse kısas gerekmez» denilmektedir. Burası iyi zaptedilsin. Ebû Yûsuf,

Muhammed ve diğer üç mezhep imamına göre; bünyenin dayanamayacağı büyük bir tahta gibi bir

şeyle vurmak taammüden öldürmedir.

İZAH

«Cinayetin hükmü ilh…» Kısas veya diyet, kefâret ve mirastan mahrumiyettir. T.

«Mal cana vesiledir ilh…» Cana taallûk ettiği ve önemine binaen, Cinayetler bahsinin Rehin

bahsinden daha önce gelmesi gerektiği tarzındaki sözlere cevaptır. T.

Ben derim ki: Rehin, kendisinden önceki konuyla münasebeti hakkında söylenilenler burada böyle

bir izahın yapılmasına ihtiyaç hissettirmez.

«Cana ve organlara karşı işlenen yasak fiillere cinayet denilir ilh…»

Yani bu konuda fakihler cinâyeti bu manada almışlardır. Yoksa hacdaki cinayetler insanın canına

da, organına da bağlı değildir. Ama fakihler bunlara da cinayet derler. Şurunbulâliye.

«Aslında öldürme çeşitleri ilh…» Buradaki öldürme ile anılan öldürmeler kastedilmese bile, öldürme

çeşitlerini beşle sınırlandırmak doğru değildir.

Burada maksat, harâm olan öldürmedir. Dolayısıyla kısas ve recm gibi şeran caiz olan öldürmelere

şamil olmaz.

«Kasten vurmaktır ilh…» Bu ifade ile, insanın uzuvlarından herhangi birisini yaralama tarzındaki

cinayet (Cinâyet-u ma dûne’n-nefs) tarifin dışında bırakılmıştır. Şâ’dî.

Musannıf tarifinde: «Bir kimseyi taammüden öldürmektir» demedi. Çünkü az sonra Şârihin de

zikredeceği gibi: Bir kimse birisinin eline vurmak istese ve âlet boynuna isabet etse; bu da amden

öldürmektir. Ama başka birisinin boynuna gelse, hataen öldürmektir. Onun için Müctebâ’da:

«Amden olduğu için öldürmeyi kastetmiş olması şart değildir» denilmektedir. Şârih’de:

«Vücûdunun her hangi bir yerine» sözüyle buna işaret etmiştir. Musannıf: «Kasten vurması»

sözüyle hataen öldürmeyi, «Yaralayıcı bir aletle» sözüyle de diğer öldürme çeşitlerini tarifin dışında

bırakmıştır.

«Yaralayıcı bir âletle ilh…» Bir vuruşun kasten olduğu, ancak bir deliller anlaşılabileceği için amden

öldürmede âletin yaralayıcı olması şart kılınmıştır. Katilin öldürücü bir âlet kullanması ise, kasten

öldürmenin delilidir. Burada delil, medlul (amden öldürme) makamına geçmiştir. Çünkü şer’î

meselelerdeki zannî bilgilerde deliller, medlûlleri yerine kaim olurlar. Minah.

Bu durumda, şâhitler öldürmenin taammüden olduğunu söylemeseler bile kısas gerekir. İtkânî

bunu açıkça söylemiştir. Ve yine böyle bir aletle öldürmüşse katilin : «Ben onu öldürmeyi

kastetmemiştim demesi kabul edilmez. Ama taammüden öldürmeyi ikrar etse ve: «Ben başkasını

öldürmek istemiştim» dese bu, hataen öldürme sayılır. Çünkü hataen öldürme daha aşağıdır. Bu

meselenin tamamı Remlî haşiyesinde vardır. Onu inşallah «Öldürmeye şahitlik» Bâbı’nda

zikredeceğiz.

«Cevhere ilh…» Onun ibaresi şu şekildedir: «Taammüden öldürme: kişinin birisini kılıç, bıçak,

mızrak, hançer, ok, iğne ve tığ gibi demirden olan bütün âletlerle kasten öldürmesidir. Aletin kılıç

gibi kesici veya demirci çekici ve demir parçası gibi ezici olması arasında fark yoktur. Aynı şekilde

âletin ekseriyetle öldürücü olup olmaması da fark etmez. Zâhir-i rivâyete göre demirden olan âletin

yaralayıcı olması şart değildir. Çünkü demir öldürmek için yapılmıştır. Allah-u Teâlâ: «…Biz pek sert

olan ve insanlara birçok faydası bulunan demiri varettik» buyurmuştur. Tunç, kurşun, altın ve

gümüş gibi demire benzeyen bütün madenlerin hükmü de aynıdır. Maddenin ezici veya ufalayıcı

olması arasında fark yoktur. Hatta bir kimse kurşun ve tunç çubukla vurduğu zamanda olduğu gibi,

bu madenlerden yapılan bir ağırlıkla birini öldürse yine kısas gerekir.»

Tahâvî, İmâm Ebû Hanife’nin demir ve benzeri madenlerde de yaralayıcı olma özeliğine itibar

ettiğini rivâyet etmiştir. Sadr.

Eş-Şehid: Bu görüşün daha sahih olduğunu söyler. İleride geleceği üzere Hidâye ve diğer bazı

kitaplarda bunu tercih etmişlerdir.

Ben derim ki: Her hâlükârda kurşunla öldürmek amden öldürmektir. Çünkü o demir cinsindendir ve

yaralayıcıdır. Bu şekildeki ölüme kısas uygulanır. Ama yaralamadığı zaman, Tahtâvî’nin Şelebî’den

naklettiği üzere Tahâvî’nin rivayetine göre kısası gerektirmez.

«İnceltilmiş odun» Yani yontulmak suretiyle keskin bir hale getirilen sopa. Bundan maksat

bazılarının zannettiği gibi bir tarafında demir olan sopa değildir.

«Öldürecek yere batırılan iğne» İhtiyar’da şöyle denilmektedir. «Bir adama iğne ve benzeri bir şeyi

kasten batırıp da onu öldüren kimse hakkında Ebû Yûsuf, Ebû Hanife’den kısasın gerekmediğini

rivayet etmiştir. Çuvaldız ve benzeri şeylerle öldürmede kısas gerekir. Çünkü âdeten iğne ile,

öldürmek kastedilemez, çuvaldızla kastedilir. Diğer bir rivâyete göre ise iğneyi öldürücü bir yere

batırır ve adam ölürse batıran öldürülür. Başka bir yere batırırsa öldürülmez.»

Bezzâziye’nin bir yerinde: «Bir kimse birisine iğne batırsa ve adam ölse kısas uygulanır. Çünkü

itibar demiredir»; bir başka yerinde ise: «Ancak öldürücü bir yere batırdığı zaman gerekir; ısırmak

da aynıdır» denilmektedir.

Vehbâniyye Şerhi’nde, Zâhir rivâyete göre, iğne iIe öldürmede kısasın olduğu ifade edilmiş,

Kuhistânî’de de fetvânın buna göre olduğuna işaret edilmiştir. Bâniyye’de ise iğneden dolayı

kısasın olmadığı kesin bir dille belirtilmiştir.

Ben derim ki: Rivâyetlerin arasını birleştirmek için kısas gerektiren öldürmenin iğneyi öldürücü bir

yere batırmakla kayıtlı olduğunu söylemek mümkündür.

«Çünkü ateş deriyi yarar ilh…» Bu, ateşle öldürmenin taammüden öldürme olduğunu beyândır.

«Burhan’da ilh…» Müellif bu üç nakli: «Güç ile boğazlananı ye aksi halde yeme» sözündeki genel

hükmü nakzetmek için nakletmiştir. O açıktır. Çünkü boğazlamakta şart olan damarları kesmek ve

kanı akıtmaktır. Bu da terazide kullanılan ağırlık ölçüsüyle, kızarmış fırınla ve iğneyle

gerçekleşemez. Bu yüzden daha önce söylediği halde iğne meselesini burada yine tekrarladı. Anla.

«Zâhir olana göre bu amden öldürmedir ilh…» Demirle öldürmede âletin yaralayıcı oluşunun şart

sayılmadığına binaen böyle demiştir.

«İçerisinde ateş olmasa bile ilh…» Yani sahih olana göre. Kuhistâni. Yine orada şöyle denmektedir:

Eğer bir kimse birisini iple bağlasa, sonra da içerisinde kaynar su bulunan bir kazana atsa ve adam

anında ölse veya içerisinde sıcak su bulunan bir kazana atsa ve cesedini pişirse, adam bir müddet

sonra ölse bunu yapan öldürülür. Zâhiriyye’de de böyle denilmektedir.

METİN

Amden öldürmenin hükmü günahkâr olmaktır (yani uhrevî mesûliyettir). şüphesiz bunun haramlılığı

küfrü gerektiren bir sözü söylemenin haramlığından daha şiddetlidir. Çünkü mükreh (zorlanan)ın,

küfrü gerektiren bir söz söylemesi caizdir, birisini öldürmesi ise caiz değildir. Yine amden

öldürmenin diğer bir hükmü de aynı ile kısastır. Karşılıklı rıza olmadan ceza malla ödenemez.

Taammüden öldürmenin, diyet miktarı veya daha fazla bir mal karşılığında sulh olunarak

cezalandırılması câizdir. İbn-i Kemal Hakâîk’ten naklen : «Amden öldürmede kefâret yoktur. Çünkü

o büyük bir günâhtır. Kefârette ise ibâdet manası vardır. Dolaysıyla o, kefâretle karşılanamaz»

demektedir.

Ben derim ki: Hâniye’de: «Bir kimse kölesini veya başkasının kölesi olan oğlunu amden öldürürse

kendisine kefâret gerekir.» denilmektedir.

İZAH

«Küfrü gerektiren bir söz söylemenin haramlığından daha şiddetlidir.» Yani sûreten küfür olan

sözden daha şiddetlidir. Çünkü kişi ikrâh-ı mülci’ ile zorlansa, kalbi iman ile dolu olduğu halde

canını kurtarmak için küfür kelimesini söyleyebilir. Ama bir başkasını öldürmesi için ölümle tehdit

edilse onu öldüremez. Çünkü canlar eşittir. Musannıf bu sözüyle kalben küfrü, hükmün dışında

bırakmıştır. Zira o çok dana şiddetlidir. Ve hiçbir halde câiz değildir.

Cevhere’de şöyle denilmektedir: «Bil ki, haksız yere birisini öldürmek, Allah’ı inkârdan sonraki en

büyük günahlardandır. Katilin tevbesi kabul edilir. Eğer bir adam bir müslümanı öldürür ve tevbe

etmeden ölürse kesinlikle cehenneme gideceği söylenemez. Diğer günah işleyenler gibi Allah’ın

dilemesine bağlıdır. Eğer cehenneme girerse orada ebediyen kalmaz.»

Müslümanı kasten öldürenin ebediyen cehennemde olacağını bildiren âyet ise, ya onu mümin

olduğu için öldürmek veya öldürmeyi helâl sayarak öldürmekle tevil edilir, ya da «ebediyen

kalmak»tan maksat uzun müddet kalmaktır. Şârih aşağıdaki faslın sonunda; Vehbâniye’den naklen:

kendisini kısas için teslim etmedikçe katilin tövbesinin sahih olmadığını söyleyecektir.

«Onun hükmü kısastır ilh…» Kısas, kâtilde ve maktûlde bazı şartların tahakkuku ile gerekli olur.

Gelecek olan fasılda bunlar anlatılacaktır.

«Amden öldürmenin cezası malla ödenmez ilh…» Yani öldürülenin akrabasının, kâtilin rızası

olmadan diyet alma cihetine gitmeleri caiz olmaz. Bu, İmâm Şâfiî’nin de bir görüşüdür. Diğer

görüşüne göre ise vâcip olan, diyet veya kısastan birisidir, muayyen birisi değildir. Görüşlerin

delilleri mufassal eserlerde vardır.

«Karşılıklı rızâ ile sulh caizdir ilh…» Yani bize göre amden öldürmede kısas gerekli olduğu zaman

bu cezâ ancak sulh yoluyla mala dönüştürülebilir.

«Diyet miktarıyla veya daha fazlasıyla ilh…» Musannıf bunu mutlak olarak zikretti. Dolayısıyla sulh

olunan bedelin diyetin cinsinden veya başka cinsten, peşin ve vâdeli olması caizdir. Cevhere’de de

böyle denilmektedir. Cevhere sahibi Şâfiî’nin farklı görüşüne de işaret etmiştir. Şâfiî’nin ikinci

görüşüne göre: Diyetin cinsinden olan bir malla fakat daha fazlasına sulh etseler caiz olmaz. Çünkü

bu ribâdır. Birinci görüşüne göre ise sahihtir. Konunun tamamı Kifâye’dedir.

«Çünkü o büyük günahtır. ilh…» Bu Rasulullah’ın şu sahih hadisiyle sabittir: «Büyük günahların en

büyüğü Allah’a ortak koşmak, adam öldürmek, anaya babaya isyan etmek, yalan söylemek veya

yalancı şahitlik yapmaktır.» Hadisi Buhâri rivayet etmiştir.

«Kefârette ibâdet manası vardır. ilh…» Oruç ve köle azadetmek, kefâret olarak yapılan şeylerdir.

Dolayısıyla kefârette hem ibadet, hem de ceza manası vardır. Onun için sebebin de, yasak ve

mubaha muhtemel olması gerekir. Ta ki hataen öldürmede olduğu gibi ibâdet mubâha, cezâda

yasağa karşılık olsun.

Şüphesiz hataen öldürmede ibaha manâsı vardır. Amden öldürme ise zinâ, hırsızlık ve ribâ gibi sırf

büyük günahtır. Taammüden öldürme, hataen öldürmeye kıyaslanamaz. Çünkü kefâretlerin

miktarları bellidir. Kıyasla sabit olmazlar. Çünkü hataen öldürmenin günahı daha azdır. Konunun

tamamı mufassal kitaplarda vardır.

«Ama Hâniyye’de ilh…» Meâkıl bölümünün sonunda.

Ben derim ki: Ama Hâniyye’deki ifade. Nihâye, İnâye, Mirâc gibi şerhlerdeki ifadeye muhaliftir.

Çünkü oralarda; «Oğlunu amden öldüren baba ve dar-ı harpte müslüman olup ta henüz dâr-ı

İslâm’a göç etmeyen birisini amden öldüren müslüman gibi kendilerine kısas gerekmeyenlere veya

amden adam öldürüp de kısas gerekenlere kefâret yoktur.» denilmektedir. Düşün.

METİN

İkincisi: Amde benzer öldürmedir. Bir kimsenin, başka birini sayılanların dışında, -büyük taş, büyük

sopa bile olsa- yaralayıcı olmayan bir âletle, kasten vurarak öldürmesidir. Bu İmâm-ı Azam’a

göredir. Diğer İmâmlara göre büyük taş ve büyük sopa ile öldürme amden öldürmedir. Bunun

hükmü günâh, kefâret ve âkile üzerine diyet-i muğallaza dır. Bununla ilgili açıklama ilerde

gelecektir. Öldürme âletine bakarak bu, hataen öldürmeye benzediği için kısas yoktur. Ancak bir

kimse aynı fiili tekrarlarsa devlet başkanının onu siyaseten öldürmeye yetkisi vardır. İhtiyâr.

Diyet-i Muğallaza: Amde benzeyen bir şekilde öldürmeden dolayı ödenmesi gereken diyettir.

Diyetler deve cinsinde verildiğinde nazar-ı itibara alınır.

Organlardan birine karşı yapılan amde benzeyen cinayet kastî sayılır, kısası gerektirir. Cana karşı

işlenen cinayetin dışında amde benzeyen cinayet söz konusu değildir.

İZAH

«Amde benzeyen iLh…» Buna «hataya benzeyen» de denilir. Çünkü bunda, failin kasten vurmasına

itibarla kastilik manası; öldürmeyi istememesi itibariyle de hata manası vardır. Zira âlet öldürücü

bir âlet değildir. Bu Dürer ve Kuhistânî’den nakledilmiştir. İtkânî buna Hatau’l-Amd da denildiğini

ilâve etmiştir.

«Büyük taş ve sopa ilh…» Eğer bunlar küçük iseler, ittifakla amde benzeyen öldürmedir.

«Diğer İmâmların hilâfına; ilh…» Ebû Yûsuf, Muhammed ve diğer üç mezhep İmâmı

kastedilmektedir. Bunlara göre büyük taş ve sopa ile öldürmek amden öldürmedir.

Kuhistânî şöyle der: Musannıfın zikrettiği günâh, kefâret ve kısas gibi hükümler, hem amden, hem

de amde benzeyen öldürmede İmâm Ebû Hanife’ye göre lâzım olduğu gibi, Ebû Yûsuf ve

Muhammed’e göre de lâzımdır. Ancak onlara göre amden öldürme; çoğunlukla öldüren bir âletle

kasten vurmak, amde benzeyen ise, çoğunlukla öldürücü olmayan bir âletle vurmak sonucu olan

ölümdür.

Az bir suda boğarak öldürmek tüm İmâmlara göre amden öldürme de amde benzeyen öldürme de

sayılmaz. Bir kimse bir kuyuya atılsa, dağdan veya damdan aşağı atılsa ve kurtuluş umudu olmasa

bu, İmâm Ebû Hanife’ye göre amde benzeyen, Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre ise amden öldürme

sayılır. Tetimme’de belirtildiğine göre; İmâm Ebû Hanîfe’nin kavli ile fetvâ verilir. Bu meselelerin

tamamı gelecek olan fasılda beyân edilecektir.

Mi’râc’da, Müctebâ’dan naklen; Ebû Hanîfe’ye göre amde benzeyende itlâfın değil, te’dibin

kastedilmiş olmasının şart olduğu bildirilmektedir.

«Amde benzeyen öldürmenin hükmü uhrevî mesuliyettir ilh…» Çünkü kişi kasten vurmuştur. Mekkî,

Burhan’dan naklen.

Zeylaî’nin sözünden anlaşıldığına göre; onun günâhı, öldürmekden dolayı değil, vurmaktan

dolayıdır. Zeylaî şöyle demektedir: «O öldürmek günâhını değil, vurmak günâhını işlemiştir. Çünkü

öldürmeyi değil, dövmeyi kastetmiştir. Kefâret ise, hataen vuku bulan öldürme sebebiyle gereklidir,

vurmak sebebiyle değil.»

Burhan’ın: «Kasten vurduğu için» tarzındaki ta’lili de buna delâlet eder. Şu var ki, Zeylaî’nîn

gerekçesi iddiası ile çelişki arzetmektedir. Eğer günâhın gerekçesinin kasıt olduğu söylenirse;

öldürmeyi kastederse öldürmenin günâhını, dövmeyi kastederse de dövmenin günâhını alması

gerekir. Böyle olursa bu sözün geçerliliği olur.

Diyet-i Muğallaza» Yâni yüz deve verir. Eğer diyeti deveden başka bir şeyle öderse mugallaza

olmaz. Kuhistânî. Diyet deveden ödenirse, iki, üç, dört ve beş yaşına basmış olan diş, develerden

1/4 er oranıyla ödenir.

«Âkile üzerine ilh..» Yani katilin yardımcıları üzerine Kuhistânî. Bu meseledeki temel prensip şudur:

Sonradan ârız olan (sulh v.s. gibi) bir manadan dolayı değil de, daha başlangıçtan itibâren, öldürme

sebebiyle vâcip olan her diyet, hataen öldürmeye kıyasla, âkileye aittir. Bu, üç senede ödenir.

Hidâye.

«Daha başlangıçtan itibâren» sözü ile, amden öldürmeden sonra sulh yoluyla vâcip olan diyet ve

babanın oğlunu kasten öldürmesi sebebiyle vâcip olan diyet hükmün dışında tutulmuştur. Kifâye.

Sözün özü; günâhı ve diyetteki tağliz (amde benzeyen öldürmedeki diyet)in dışındaki her konuda,

amde benzeyen öldürme, hataen öldürme gibidir.

Şu iyi bilinmelidir ki; taammüden (kasten) birisini öldürmekten veya bir organına karşı kasten

işlenen cinâyetten dolayı ödenmesi gereken diyet, kâtil (ya da cânî)in malından ödenir. Bu

cinâyetlerin hatâen vukûu halinde ise, diyet âkile tarafından ödenir. Şibh-i amd (amde benzeyen)de

ise; eğer adam ölmüş ise diyet âkileye, bir uzvu telef olmuşsa câniye aittir. Fidye diyet miktarına

erişse bile hüküm aynıdır.

«Bunun tefsiri gelecektir. ilh…» Yani, kefâret, diyet ve diyeti muğallazanın tefsiri diyetler konusunda

âkilenin tefsiri de meâkil bahsinde gelecektir.

«Ancak bu tür cinâyeti tekrarlarsa ilh.. » Bu ifâdenin zâhirinden, -iki defa da olsa- tekrarlarsa, devlet

başkanının siyaseten öldürebileceği anlaşılmaktadır. Gelecek fasılda anlatacaklarımız da buna

delâlet etmektedir.

«Organlara karşı işlenen cinâyette şibh-i amd (amde benzeyen) yoktur ilh…» Çünkü bu, belirli bir

alete mahsus değildir. Dolayısıyla bu tür cinâyetlerde şibh-i amd tasavvur edilemez. Cana kıyma ise

bunun aksinedir. Konunun tümü Zeylaî’dedir.

METİN

Üçüncüsü, Hataen öldürmedir. Bu da iki çeşittir:

A – İşleyenin zannına göre hata: Birisini, av veya harbî ya da mürted zannederek silâh atması ve

onun müslüman bir insan olduğunun ortaya çıkması gibi.

B – Bizzat fiilin kendisindeki hata: Kişinin bir hedefe veya ava silâh atması, ama merminin bir

insana isabet etmesi, bir hedefe atması ve kurşun (ya da ok) un hedeften sekip ya da hedefi geçip

birisine isabet etmesi, bir adamı hedef aldığı halde okun (kurşunun) bir başkasını vurması, birisinin

eline vurmayı kastettiği halde başka birinin boynuna isabet etmesi -eğer elini kastettiği kişinin

boynuna isabet ederse taammüden öldürme sayılır-, bir adamı vurmak istemesi, ama okun önce

duvara değip dönmesi ve bir adama isabet etmesi hep hatâdır. Bu son durumda, atan duvara isabet

ettirmekle hatâ etmiştir. Okun duvardan dönme sebebi başkadır. Hüküm en son sebebine izâfe

edilir. İbn-i Kemâl Muhît’ten naklen. İbn-i Kemâl şöyle demektedir: «Birisinin elinden bir odun veya

kerpiç düşüp de birisini öldürse, bunda kasıt yoktur, fiilde hatâ tahakkuk etmiş olur.» Bu meselede

Sadruşşeria’nın sözü de aynıdır.

Vehbâniye’de nazım olarak şöyle der:

«Birisini kasteden kişi başkasını vurursa bu hatâdır, bunda kısas uygulanmaz.

«Uyuyan birisini kasteden kişi eğer kan akıtırsa, onu kan akar bir halde bırakırsa kısas uygulanır.»

İZAH

«Üçüncüsü hatadır.» İbn-i Kemâl «Cinâyet köleye bile işlense» demektedir. İbn-i Kemâl’in bunu

söylemesine sebep, köle denilince akla önce onun mal oluşunun gelişi sebebiyle, malların tazmini

gibi tazmin ettirileceği ve âkileye vacip olmayacağının zannedilmesidir.

«Hatâ iki çeşittir ilh…» Çünkü meselâ her hangi bir şeye silâh atmak, hem kalbin işine -o da kasıttır-

hem de yaralayan şeye -o atmaktır- şâmildir. Eğer hatâ birincisinde olursa bu birinci çeşit,

ikincisinde olursa ikinci çeşit olur. İnâye.

«Onu av zannederek atsa ilh…» Zan iddiasına itibar edilir mi, yoksa zannın tahakkuku mu gerekir ya

da ona şahitlik yeter mi meselesine dikkat etmek gerekir. T. Tahtâvî daha sonra bazı şeyler

nakletmektedir. Ama bunlar maksadı ifadeye kâfi gelmiyor. Biz onu inşaallah «öldürmeye şahitlik

etmek» bâbında açıklayacağız.

«Okun dönmesi başka bir sebeptir. ilh…» Bu sebep, atmaktan sonra okun duvara isabetidir.

«Bu konuda Sadruşşerîa’nın sözü de aynıdır..» Sadruşşerîa; fiildeki hatûda; fâilden, kastettiği fiilin

değil, başka bir fiilin sadır olmasını şart koştu.

Az önce geçen: «Kişi bir hedefe attığı zaman, hedefe değse sonra sekse veya hedefi aşıp bir adama

isâbet etse fiilde hatâ tahakkuk eder» tarzındaki hüküm, Sadruşşerîa’nın lehinedir. Çünkü her iki

surette de şart mevcut değildir.

Birisinin elinden kasıt olmadan bir odun veya kerpiç düşse de bir adamı öldürse fiilde hatâ

tahakkuk eder. Bunu İbn-i Kemâl ifade etmiştir. Tahtavî: «Ama az sonra bunun hatâ mecrâsına cârî

katil olduğu gelecektir» der.

«Eğer onu kan akarken bırakırsa ilh…» Uyku hâli ile kayıtlanmasının sebebine dikkat et! Daha önce

geçtiği üzere eğer iğne öldürücü bir yere batırılırsa kısas gerekir. Her halde bunun illeti kastedilen

yerin öldürücü olmayan bir yer oluşudur. Eğer uyanık iken kendi kanını akmaya terketse, ölümü

kana nispet edilir. Düşünülsün.

METİN

Dördüncüsü: Hatâ kabilinden sayılan öldürmedir. Uyuyan birisinin, birinin üzerine yuvarlanarak

öldürmesi bu çeşittendir. Böyle birisi hata eden kişi gibi mâzurdur. Bu şeklideki bir öldürmenin

hükmü; kefâret, âkilenin ödeyeceği diyet ve günah (yani uhrevî sorumluluk)tur. Ama bunun günâhı

kasten adam öldürmenin günahından daha aşağıdır. Kefâretin vâcip oluşu, uhrevî mesûliyetin

varlığını gösterir. Çünkü azimet terkedilmiştir.

İZAH

«Dördüncüsü hata kabilinden sayılan ilh…» Şer’an bunun hükmü, hatâen öldürmenin hükmüdür.

Ama aslında hataen öldürmeden daha aşağıdır. Çünkü uyuyan kişinin hiçbir kastı yoktur. Kefâretin

gerekli oluşu ise, birisini öldürmesi ihtimali olan bir yerde uyumuş olmasından dolayıdır. Hataen

öldürmedeki kefâret de, ölüme sebep olacak şeyden kaçınılmaması yüzündendir. Hatâ mecrâsına

cârî olan öldürme ile öldürenin mirastan mahrûm olmasına sebep de: Vârisin bizzat öldürmüş

olması ve aslında uyumadığı halde uyur görünür de bir an önce mirası elde etmek için kasten

öldürmüş olması ihtimalinin mevcudiyetidir.

Damdan birisinin üzerine düşüp onu öldüren, elindeki kerpiç veya odun düşüp de birisinin

ölümüne sebep olan, bindiği hayvan bir adamı çiğneyip de onu öldüren kimseler uyurken birini

öldüren gibidir. Çünkü bunların hepsinde istenmeden masum birisinin öldürülmesi söz konusudur.

Kifâye.

«Çünkü azimet terkedilmiştir..» Buradaki azimet, çok emin bir yerde uyumaya dikkat etmektir.

Kifâye’de şöyle denilmektedir: «Bu sorumluluk (günâh) öldürmenin günâhıdır. Çünkü çok emin bir

yerde uyumayı terketmek haddizatında günâh değildir. Ancak bunun sonucunda öldürme fiili

gerçekleşirse o zaman günâh olur. Dolayısıyla kefâret; kastî öldürme kadar günâh olmasa bile,

öldürmenin günâhından dolayıdır.»

METİN

Beşincisi de: -Tesebbüben (sebep olarak) öldürmedir. Devletin izni olmadan, kendisine ait olmayan

bir yere taş koyan veya kuyu kazan (ve böylece birinin ölümüne sebep olan) kişi, tesebbüben

öldürenin misâlidir. İbn-i Kemâl. Yol ortasına odun benzeri şeyler koymak da aynıdır. Ancak, yolda

kuyu olduğunu bilen birisi kuyunun üzerine yürürse durum farklıdır. Dürer.

Tesebbüben öldürmenin hükmü; âkilenin ödemesi gereken diyettir. Kefâret ve katillikten dolayı

uhrevî mesûliyet yoktur. Fakat mülkü olmayan bir yeri kazdığı veya oraya taş koyduğu için

günahkâr olur. Tesebbüben öldürmenin dışındaki öldürme çeşitlerinin hepsi, eğer katil mükellefse

-murisi öldürmesi halinde-mirastan mahrum olmasını gerektirir. İmâm Şafiî hükümleri itibariyle

tesebbüben öldürmeyi hataen öldürmeye ilhâk etti.

İZAH

«Kendisine ait olmayan bir yere taş koyan ilh…» Yani bir başkası yerini değiştirmediği zaman. Ama

birisi değiştirse ve onun sebebiyle bir adam ölse tazminat, yerini değiştirene aittir. Nitekim

Musannıf bu meseleyi ileride «Kişinin yolda ihdas ettiği şey» bölümünde anlatacaktır. «Kendisine

ait olmayan bir yer» kaydı hem kuyu kazma, hem de taş koyma için geçerlidir. Dürer. Eğer bunları

kendisine ait bir mülkte yaparsa hakkı tecâvüz söz konusu değildir. Dolayısıyla (birisinin ölümüne

sebep olmaktan dolayı) ne kefâret ne de diyet gerekmez. T.

«Benzeri şeylerde ilh…» Yani karpuz kabuğu gibi şeyler odunun benzeridir. Kâriu’l-Hidâye’nin

belirttiğine göre yola karpuz kabuğu atan, telef ettiği şeyi tazmin eder. Yola su dökmek de aynıdır.

Zehîra’da şöyle denilmektedir: «Bunu El-Kitâb (Kudûri Muhtasarı) da mutlak olarak söylemiştir.»

Bazı âlimler: «Dökülen suyun üzerine geceleyin ve orada su olduğunu bilmeyen birisi veya bir kör

bassa ve ölse suyu döken tazmin eder.» demişlerdir. Taş veya tahta üzerinden yürümek de aynıdır.

Alimlerden meseleye başka bir acıdan bakıp: «Eğer yolun bir kısmına su döker kuru olan kısımdan

yürüme imkânı olursa tazminat yoktur» diyenler de vardır. Sâhibinin izniyle birisinin dükkânının

önüne su dökse ve bir adamın ölümüne sebep olsa, tazminat dükkân sahibine aittir. Bu istihsana

dayanan bir hükümdür. Bu konunun tamamı Tatarhâniye’dedir.

FER’Î BİR MESELE:

Birisinin ayağı taşa takılarak başka birinin kazdığı kuyuya düşse, tazminat taşı koyana aittir. Eğer

taşı kimse koymamışsa kuyuyu kazan sorumlu olur. Aynı şekilde, yoldan geçen bir adam, birisinin

döktüğü sudan ayağı kayıp, kuyuya düşse tazminat, suyu dökene ödetilir. Yağmur suyu sebebiyle

ayağı kayarsa kuyuyu kazan sorumlu olur. Tatarhâniye.

Cevhere’de kuyuyu kazan: «Adam kendiliğinden düştü» derse, onun sözünün kabul edileceği

söylenmektedir.

«Eğer cinâyeti işleyen mükellefse» Ama çocuk veya deli ise Sirâcîyye Şerhi’nde belirtildiğine göre

mirasçı olur.

«Onu öldürmediği için» Yanı bizzat öldürmediği için. Tesebbüben öldürme, tazminatın gerekliliği

konusunda, kanı heder olmaktan korumak maksadıyla bizzat öldürmeye ilhak edildi. Bu ise kaideye

aykırıdır. Kefâret ve mirastan mahrumiyet konularında ise mesele aslı üzere kalmıştır. Kifâye.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

KISASI GEREKTİRİP GEREKTİRMEYEN HALLER

METİN

Öldürene nispetle, kanı ebediyen masûn olan birini kasten öldürmekten dolayı kısâs gerekir. Dürer.

Kanı masûn olan ecnebî birini kasten öldürmekten dolayı da kısas gerekir. Kanı masûn olan kişiden

maksat: Müslümandır. Kanı masûn olan ecnebîden maksat ise; İslâm Devletinin idaresinde yaşayan

gayr-ı müslimdir. Müste’men (emân alarak İslâm Ülkesine giren yabancı) ve harbî (düşman

ülkesinde yaşayan gayr-i müslim) böyle değildir.

Kısasın gerekmesi için katilin mükellef olması da şarttır. Çünkü çocuk ve delinin öldürmesi

taammüden sayılmaz. Bu meseleler «katilin yabancı birisini öldürmesi»nde söz etmeye sıra

geldiğinde iyice açıklanacaktır.

Bezzâziye’de şöyle denilmektedir: «Bir kimse hakkında kısas kararı verilse, ama kısas için ölenin

yakınlarına teslim edilmeden önce katil delirse, kısas diyete dönüşür.

«Ara sıra delirip sonra aklı başına gelen bir kimse; aklı başında iken birini öldürse, o da öldürülür.

Eğer katil, öldürülmeden delirirse ve deliliği sürekli olursa kıssa düşer. Ama sürekli olmazsa yine

öldürülür.

«Bir kölenin sahibini kasten öldürmesi durumunda ne gibi bir hüküm uygulanacağı konusunda

rivâyet yoktur. Ebû Cafer: «Böyle bir köle öldürülür» demiştir. Vakfa ait bir köleyi kasten öldüren

kişiye kısas gerekmez. Kızı nikâhında iken kayınpederini öldüren kişiye de kısas gerekmez.»

Kısasın gerekmesi için ölenle öldüren arasında babalık-oğulluk, kölelik-efendilik ve ölenin: «beni

öldür» demesi gibi bir şüphenin bulunmaması gerekir.

İZAH

«Kanı masûn olan ilh…» Bu sözle, evlenmiş olan zinakâr, harbî ve mürtet (İslâm dininden başka bir

dine geçen) gibi kanı mubah olanlar hükmün dışında bırakılmıştır. Buradaki masûniyetten maksat,

tam masûniyettir. Küfür ülkesinde müslüman olan birisinin kanı, ebediyen masûn olmuştur. Ama

kendisini orada öldürene kısâs uygulanmaz. Çünkü tam masûniyet, hem tazminatı hem de uhrevî

mesuliyeti gerektiren masûniyettir. Kişi müslüman olmakla, kanı uhrevî yönden masûn olmuştur;

ama tazminat açısından masûn olamaz. Zira bu ancak İslâm Ülkesinde söz konusudur.

«Öldürene nispetle ilh…» Yâni kanının masûn oluşu mutlak manada kullanılmamıştır. Buna göre;

taammüden adam öldüren bir katili, maktule yabancı olan birisi taammüden öldürse (öldürdüğü

kâtil olduğu halde) kendisine kısas uygulanır. EIvânî’nin dediğine göre; bu hüküm, ilk kâtil

hakkındaki hükmün verilmesinden öncesine de sonrasına da şamildir. Çünkü ilk maktulün

yakınlarının katili affetmeleri muhtemeldir.

«Kanı ebediyen mâsun olan ilh…» Bu sözle, müstemen (emân ile İslâm ülkesine giren) hükmün

dışında bırakılmıştır. Müslüman birisinin, yine müslüman olan oğlunu öldürmesi halinde kendisine

kısasın uygulanmaması bu tarife zarar vermez. Çünkü bu durumda da aslında kısas vaciptir fakat

babalık şüphesi ile kısas, mala inkılap etmiştir. Bu da ârizîdir. Burada mevzubahis olan da asıldır.

Bundan dolayı, bu çocuk şehittir yıkanmaz. Aynı şekilde, vakfa âit bir köleyi taammüden öldürene

de kısas uygulanmaz. Çünkü asıl ceza kısas olmakla birlikte vakfın menfaatini gözetmek için kısas

mala inkılap eder. Tahtâvî Mekkî’den özetle.

«Hakkında kısasa hükmedilen kişi, maktulün velisine teslim edilmeden delirse kısas diyete

dönüşür.» Yani istihsanen kısas düşer. Eğer katil, maktulün yakınlarına teslim edildikten sonra

delirse, yine öldürülür. Çünkü kısasın gerekli oluşu, katilin, vücub hâli olan hüküm verme

esnasında muhatap olmasına bağlıdır. Vücub, katil; maktulün yakınlarına teslim ile tamamlanır.

Fakat ölünün yakınlarına teslim edilmeden delirirse, daha hüküm verilmeden önce delirmesi

halinde olduğu gibi, kısasın vücûbu tam gerçekleşmemiş olur. Velvâlciyye.

«Ebû Câfer; öldürülür, dedi.» Bu hüküm metinde açıkça geçti. Kölenin rahin ve mürtehine karşı da

işlediği cinayet muteberdir. Hamevî bu hükmü şöyle açıklar: «Çünkü kısas kişinin insan oluşu

cihetindendir. Köle ise bu açıdan efendisine yabancıdır.» Sâlhânî.

«Vakfa alt köleyi öldürene kısas uygulanmaz.» Aksine, cezası mala dönüşür. Çünkü bu, daha önce

de belirtildiği üzere vakıf için daha faydalıdır. Şurunbulâliyye’de bu konuda şöyle denilmektedir:

«Her halde vakıf köleyi öldürene kısas uygulanmayışının sebebi; kısasa hakkı olanın tayinindeki

şüphedir. Çünkü vakıf: İmâm-ı Azam’a göre bir malı vakfedenin mülki, Ebû Yûsuf ile Muhammed’e

göre ise Allah’ın mülki üzere bırakmaktır. Bu durumda katile uygulanacak cezayı talep edecek insan

yoktur. O lazım olan kıymettir.»

Ben derim ki: Bahır’ın Vakıf bahsinde şu ifadeler yer almıştır: «Vakıf kölenin katiline hataen

öldürmede olduğu gibi: kölenin kıymetini ödemesinin gerekliliği açıktır. Mütevelli onun kıymeti ile

bir köle alır ve o köle vakıf olur. Aynı şekilde birisi bir müdebberi (hürriyeti efendisinin ölümüne

bağlanan köle) hatâen öldürürse, efendisi onun kıymeti ile başka bir köle satın alır ve bu köle

müdebber olur. Zahîre müellifi bunu açık belirtmiştir.»

«Kayınpederini öldürenden kısas düşer» Çünkü hanımı, babasına karşı işlenen cinayette kısas

hakkına vâristir.

Ben derim ki: Kızına bu hak miras olarak değil; başlangıçta vardır. Nitekim Şârihin bunu, metindeki

«Vârislerin babaya karşı olan kısası düşer» sözünün yanında Sadruşşerîa’dan nakledecektir.

METİN

Hür birisi, hür olan bir adam ve vakfa ait olmayan bir köle karşılığında ( onları öldürmüşse)

öldürülür. İmâm Şâfiîye göre ise, köle karşılığında hür öldürülmez.

Bizim delilimiz; «şüphesiz cana karşı can…» meâlindeki âyettir. Çünkü bu âyet; «Hüre karşılık

hür..» meâlindeki âyeti neshetmiştir. Nitekim Süyûtî, Ed-Dürru’l-Mensûr adındaki eserinde Nehhâs

vasıtasıyla İbn-i Abbâs’tan şöyle nakletmiştir: «Hürün hür karşılığında husûsen zikredilmesi,

başkaları karşılığında öldürülmeyeceği manasına gelmez.» Eğer öyle olsaydı, kadını öldüren

erkeğin öldürülmemesi gerekirdi. Oysa bu görüşte olan kimse yoktur. «Köle hür karşılığında

öldürülmez» diyenler de vardır. Ama bu «evleviyetle» hükmüne girdiği söylenerek reddedilir.

İbare: «Hüre karşılık köle öldürülmez» şeklindedir. Ama bu yukarıda geçen cümlenin aynısıdır.

Tekrarında manâ yoktur. Zaten şerhte bu cümlenin: «Hür karşılığında köIe» şeklinde olduğu

belirtilmiştir.

Ebu’l-Feth El-Bestî nazım olarak şöyle der:

«Şu Ceylân yavrusunu benim kanıma karşılık, cezalandırın, o bana kasten gözlerinin okunu attı.»

«Ama onu öldürmeyin, çünkü ben onun kölesiyim, kölesi karşılığında öldürülen hiçbir hür

görmedim.»

Hanefîlerden birisi de bu sözlere aynı şekilde nazım olarak şöyle cevap vermiştir:

«Bakışıyla beni öldürmek isteyen ve Allah’ın taammüden öldüreni cezalandıracağından

korkmayandan kanımı alın.»

«Ben onun kölesi bile olsam hürün köle mukabilinde öldürüleceğinin bilinmesi için ona zorla kısas

uygulayın.»

Zımmî’yi öldüren bir müslüman öldürülmez. Şâfiî’ye göre ise öldürülür. Müstemene karşılık

müslüman ve zımmî öldürülmezler. Eşitlik bulunduğu için kıyasa göre müstemen kendi misli

karşılığında öldürülmelidir. Ama istihsâna göre kanını mubah kılacak bir sebebin varlığından

dolayı, müstemen de öldürülmez. Hidâye, Müctebâ, Dürer ve başka kitaplar.

Musannıf der ki: «Alimler bir kaç meselenin dışında genelde istihsanla amel edilmesi gerektiğini

belirttikleri için, burada da istihsânın hükmünü almak gerekir. Bu konu o meselelerden birisi

değildir. Molla Hüsrev metninde sadece kıyasa göre verilecek hükme işaret etmiştir.» Musannıf her

zamanki adetine göre hareket etmiştir.

Ben derim ki, Mültekâ da dâhil, metinlerin çoğu Molla Hüsrev’in dediğini (yani kıyası)

güçlendirmektedirler.

İZAH

«Sadece hürün zikredilmiş olması ilh…» Yâni âyette; «Cana karşılık can» ifadesinin şumûlünde

olduğu halde, sadece hür ile iktifâ edilmesi, hürün köle karşılığında öldürülemeyeceği manasına

gelmez. Bu: «Kadına karşılık kadın» kavl-i ilahisine benzer. Bu da kadına karşılık erkeğin

öldürülemeyeceğini ifade etmez. Zeylaî: «Kadına karşılık kadın» ifadesinden, cariyeye karşılık hür

kadının öldürülebileceğinin anlaşıldığını söyler.

«Hür karşılığında köle öldürülmez, denildi.» Bu Şâfiî’nin iddiasına cevaptır. Yani eğer: «Hüre

karşılık hür, köleye karşılık köle» meâlindeki âyetten, hükmün sadece zikredilenlere münhasır

olduğunu söyleyerek, köle karşılığında hürün öldürülmeyeceği kabul edilirse, hür karşılığında da

kölenin öldürülmemesi gerekir.

«Reddedilir ilh…» Yâni hür karşılığında kölenin öldürülmeyeceği rivâyeti kabul edilmez. Çünkü

âyetin zahirî hükmüne göre hüre mukabil hür öldürüldüğüne göre, köle haydi haydi öldürülebilir.

Çünkü köle daha aşağı seviyededir. Bu; ana babaya «üf» demenin caiz olmayışının, onları

dövmenin de caiz olmayacağına delâleti gibidir. Yukarıdaki görüş Sadruşşerîa’ya cevap da Molla

Hüsrev ve İbn-i Kemâl’e aittir.

«Onu öldürmeyiniz…» Şiirin bu bölümü önceki bölümle çelişki arz etmektedir. Çünkü daha önce

«kanımı alın» demişti; bu da ancak öldürmekle olabilir. Bunun diyete hamledilmesi mümkün

değildir. Çünkü efendi kölenin diyetini ödemez.

«Köle karşılığında öldürülen bir hür görmedim.» Bazı nüshalarda bu ibare: «Benim mezhebime

göre hür köle karşılığında öldürülmez» şeklindedir.

«Hürün köle karşılığında öldürüldüğü bilinsin diye ilh…» Bu beyit gerçek hükme uygun değildir.

Çünkü kişi kendi kölesi karşılığında öldürülmez. Eğer maksadı başkasının kölesi ise o zaman bu:

«Ben kölesi isem de» sözüne uygun düşmez. H.

Ben derim ki: Bu lâtif bir üslupla hükmü ortaya koymaktır. Bu gibi sözler böyle şeylerle incelenmez.

Öyle olsaydı, şair: «Beni öldürdü» değil de «Öldürmek istedi» dediği için itiraz edilirdi. Ve yine, «bir

bakışla öldürme» karşılığında kısas gerekmez. Çünkü buna taammüden öldürme denmez. Ben bu

hükmü, edebi yöne dikkat ederek, ta’n edilmeye imkân vermeden ve sevenin sevgilisindeki hakkını

da gözeterek şu beyitlerle ifadelendirdim:

«Vücut mızrağı ile amden benim ruhumu ikiye bölen ve benim için keskin bakışını sıyıranı bırakın.

«Her ne kadar şer’an köle karşılığında hür öldürülse de, kendi kölesini öldüren hüre kısas yoktur.»

«Zımmîye karşılık müslüman kısas edilir..» Kitap ve Sünnetin mutlak ifadeleri ile, İbn-i Selmânî ve

Muhammed b. El-Münkedir’in rivâyet ettikleri şu hadis buna delâlet etmektedir: «Rasûlullah

(s.a.v.)’e, kendileriyle muâhede yapılan zımmîlerden birisini öldüren bir müslüman getirildi.

Rasûlullah’ın emri ile adamın boynu vuruldu. Efendimiz: «Ben zimmetine vefa göstermeye en lâyık

olanım» buyurdu.»

Hz. Ali de şöyle der: «Zımmîler kanları bizim kanımız, malları da bizim malımız gibi olsun diye Cizye

verdiler.» demiştir. İşte bundan dolayı bir müslüman bir zımmînin malını çalsa kolu kesilir. Halbuki

mal, candan daha değersizdir.

Rasûlullah’ın : «Kâfire karşılık mümin öldürülmez. Ahit sahibi de ahdi içinde iken öldürülmez»

sözünden maksat: Bir mümin veya zımmînin harbî olan bir kâfir karşılığında öldürülmeyeceklerini

beyândır. Hadisteki: «Ahit sahibinden maksat» zımmîdir. Bu hadiste «zû ahd» ahit sahibinin, «zî

ahd» şeklindeki rivâyeti sahihse, -iki rivâyetin arasını uyuşturmak için- «zî ahd» şeklindeki

okuyuşun, yanındaki kelimeye uyması için olduğunu söyleriz. Yoksa manâ «Müslüman, kâfir ve

zımmî karşılığında öldürülmez» demek değildir. Bu meselenin tamamı Zeylaî’dedir.

«Müslüman ve Zımmî, müstemen karşılığında öldürülmezler.» Çünkü müstemenin dokunulmazlığı

ebedî değildir. Zira o memleketine dönüp, müslümanlara karşı muharip olmaya azimli demektir.

«İstihsâna göre olan hükmü almak gerekir. ilh…» Hindiye’de, Muhit’ ten naklen bunun Zâhirî rivayet

olduğu ifade edilmektedir. Bu, istihsanda belirtilen hükmü teyit etmektedir. T.

«Metinlerin çoğu ilh…» Vikâye, Islah, Gurer gibi. Mesele; Kenz, Mecmâ’, Mevâhib ve

Dürerü’l-Bihâr’da yer almamıştır. Hidâye’de ise şöyle denilmektedir: «Müstemen Müstemene

karşılık kıyasa göre öldürülür, istihsana göre ise öldürülmez.» Bunun benzeri, Tebyin ve

Cevhere’de de vardır. İhtiyâr’da da: «Öldürülmez, denildi. Bu istihsândır» denilmektedir.

METİN

Aklı başında olan kişi deliye; bülûğa eren çocuğa; sıhhatli olan gözü görmeyene, müzmin hasta ve

sakat olana, erkek de kadına karşılık kısasen öldürülür. Bunda icmâ vardır. Fürû (çocuklar), ne

kadar yukarıya çıkarsa çıksın ebeveynleri karşılığında kısasen öldürülürler. Ebeveyn ise çocuklara

mukabil öldürülmezler. Oğlunu boğazlayan kişinin öldürülmesi konusunda İmâm Mâlik farklı

görüştedir. Yâni, ne kadar yukarıda olursa olsun, anne cihetinden kadınlar bile olsa, usule (kişinin

sulblerinden geldiği kişiler) tüm fürûları mukabilinde can ve organ karşılığında kısas uygulanmaz.

Çünkü Rasûlullah (s.a.v.): «Oğlunu öldüren babaya kısas uygulanmaz» buyurmuştur. Buna sebep;

evlâdın babanın bir parçası oluşu özelliğidir. Dolayısıyla bu vasıf babadan yukarıdakiler (dede,

büyük dede v.s.) için de geçerlidir. Çünkü onlar evlâdın dünyaya gelmesne sebeptirler. Evlat

onların yok olmasına sebep olmaz. Bu durumda evladın diyetinin baba tarafından üç sene

içerisinde ödenmesi gerekir. Öldürme taammüden vukû bulduğu için âkileye bir şey gerekmez.

İmâm Şâfiî, diyetin, sulh bedelinde olduğu gibi peşin olarak ödenileceğini söyler. Zeylaî, Cevhere.

Mesele Meâkıl bahsinde de gelecektir.

Mültekâ’da şöyle denilmektedir: «Oğlu babasıyla, köleyi efendisiyle, ya da biris,ni; hataen

öldürenle, birini çocuk, deli veya öldürmesi sebebiyle kendisine kısas gerekmeyen biri ile birlikte

öldüren kişiye kısas uygulanmaz. Çünkü kısas cezası bölünemez. Dolayısıyla Şâfiî’nin hilâfına, bize

göre bu durumdaki öldürmeye taammüden iştirak edene kısas uygulanmaz. Burhan.»

İZAH

«Bâliğ olan kişi çocuk karşılığında öldürülür. ilh…» Başı ana rahminden çıkıp da sesi duyulan bir

çocuğu öldüren kişinin diyet ödemesi gerekir. Ama, başı ile birlikte yarısı veya ayakları ile birlikte

yarısından çoğu çıkmışsa kısas lazımdır. Çocuğun uzuvlarından birisinin kesilmesi durumunda da

hüküm aynıdır. Müctebâ ve Müntekâ’dan naklen Tatarhâniye.

«Sıhhatli olan ilh…» İbn-i Kemâl; bunun yerine, «Sâlim olan» tabirini kullandı. Sonra da: «Sıhhatli

olan denilmedi. Çünkü gözü görmeyende bulunmayan, sıhhat değil, selâmettir. Bundan dolayı,

cuma bahsinde, sıhhatten sonra gözlerin selâmeti ayrıca zikredilmektedir.» dedi.

«Sakat olan (bir uzvu bulunmayan) ilh…» Çünkü biz organ ve vasıflardaki farklılığa itibar etseydik,

kısas uygulama imkânı kalmaz, bu da herkesin biri birini öldürmesi ve kandırması sonucunu

doğururdu. İhtiyâr. Hatta bir adad, elleri, ayakları, kulakları ve tenasül uzuvları kesik, gözleri

olmayan birisini taammüden öldürse kısas uygulanır. Cevhere, Hûcendî’den.

«Anne tarafından kadınlar bile olsa. ilh…» Önce geçen, mutlak ifadeyi tefsir için getirilmiştir. Ne

kadar yukarıda olurlarsa olsunlar, baba veya anne yönünden dede, torunu karşılığında kısasen

öldürülmez. Nineler için de hüküm aynıdır.

«Onların yok olmalarına sebep olamaz.» Yani onların tüm vücudunun yok olmalarına sebep

olamayacağı gibi, bir uzuvlarının yok olmasına da sebep olamaz. Hüküm organlara da şâmildir.

«Mültekâ’da şöyle denilmektedir. ilh…» Cevhere’de de şöyle denilmektedir: «Eğer iki kişi bir adamı

beraberce öldürseler ve bunlardan biri şayet onu tek başına öldürse idi kendisine kısâs gereken

birisi, diğeri de gerekmeyen birisi iseler, her ikisine de kısâs icap etmez, diyet gerekir. Mesela

yabancı ile baba, taammüden öldürenle hatâen öldüren, birisi kılıç diğeri sopa ile vuranın durumu

böyledir. Ancak tek başına öldürmüş olsaydı kendisine kısâs uygulanmayacak olanın diyeti

âkilesine; diğerinin diyeti ise kendisine aittir. Bu konuda, oğulu, babasıyla birlikte öldürenin

durumu farklıdır. Çünkü bu durumda her ikisi de diyeti kendi mallarından ödemek zorundadırlar.

Zira baba oğlunu yalnız başına öldürse idi diyeti kendi malından ödenecekti.» Bu mesele sonraki

bâbın sonunda daha geniş olarak gelecektir.

METİN

Efendi; kendi kölesi, müdebberi, (hürriyetini ölümüne bağladığı köle), mükâtebi (belirli bir para

karşılığında azat etmeyi taahhüt ettiği köle) ve oğlunun kölesi karşılığında kısasen öldürülmez. Bu

son mesele, âlimlerin: «Babası aleyhine kısas hakkına sahip olanın, hakkı düşer» hükümlerinin

şumûlüne girer. Nitekim ileride gelecektir. Yine efendi; kısâs bölünmeyeceği için, bir kısmına sahip

olduğu köle karşılığında ve bir hür, rahin ve mürtehin beraberce istemedikçe rehin olan köleye

mukabil öldürülmez. İmam Muhammed: «Rahin ve mürtehin beraberce isteseler bile, rehin köleyi

öldüren öldürülmez.» demiştir. Cevhere.

Dürer’deki, Kâfî’ye nisbeten ifade edilen hüküm buna hamledilir. Ama Şurunbulâliye’de

Zahîriyye’den naklen Dürer’dekinin fıkha daha uygun olduğu beyan edilmektedir.

Eğer rahin ve mürtehin kısas veya diyet konusunda ihtilâfa düşseler (yani birisi kısas diğeridiyet

istese) kâtil kölenin kıymetini öder. Bu para kölenin yerine rehin olur. Bir kimse kiralanmış olan

köleyi öldürürse, kısâs yetkisi kiraya veren köle sahibine aittir. Satılmış olan bir kölenin

öldürülmesi durumunda ise; eğer köle halâ satıcının elinde ise, müşteri alım satıma icâzet verirse

kısas kendisinin hakkı; reddederse (akdi feshederse) satıcının hakkıdır. Cevhere’de; kâtile kısâs

gerektiği tarzında da bir görüşün olduğu belirtilmektedir.

Eğer geride anlaştıkları bedeli ödeyecek mal bırakmışsa ve kendisinin efendisinden başka vârisi

varsa, vârisler ittifakla kısas isteseler bile; mukâtebi, mukâtebin oğlunu ya da kölesini öldüren

kişiye kısas gerekmez. Çünkü Sahâbîler mükâtebe halinde ölenin hür olarak mı, yoksa köle olarak

mı öldüğünde ihtilâf etmişlerdir. Bu durumda onun velisinin kim olduğu tam belli değildir. öyle

olunca da kısas düşer. Ama eğer mükâtebin efendisinden başka varisi yoksa, ister geride mal

bıraksın, ister bırakrnasın ya da mal bırakmamışsa efendisinden başka varisi olsa bile. efendisi

kısas hakkına sahiptir. Çünkü veli sadece odur. Bu dört suretin ilkinde İmâm Muhammed’in ihtilâfı

vardır.

İZAH

«Efendi kölesine karşılık öldürülmez ilh…» Çünkü kölesi malıdır. Dotayısıyla kendi aleyhine hak

istemesi söz konusu olamaz. Müdebber de köledir. Mükâteb, ödemediği para kaldığı müddetçe

köledir. Oğlunun kölesi de: «Sen ve malın babana aitsiniz» hadisi gereğince kendi malı

hükmündedir. Ama her halükârda kölesini öldüren efendiye kefâret gerekir. Cevhere’de de böyle

denilmektedir.

«Rehin olan köle karşılığında ilh…» Yani rehin olan bir köleyi öldüren kişi, rahin ve mürtehin birlikte

kısas isteyinceye kadar öldürülmez. Çünkü mürtehinin köle üzerinde mülkiyet hakkı yoktur.

Dolayısıyla kısasa yetkisi yoktur. Rahin kısasa yetkilidir, ama bu da mürtehinin hakkının iptaline

sebep olur. Bu yüzden mürtehinin hakkının kendi rızasıyla düşmesi için her ikisinin de birlikte

kısas istemeleri şarttır.

Burada şöyle bir itiraz yöneltilebilir: Rehin helâk olunca, mürtehin hakkını almış sayılır. O halde

hakkı düştükten sonra kısas için onun rızası için gereklidir.

Bu itiraza şu şekilde cevap verilir: Mürtehinin hakkını almış olması kesin değildir. Çünkü sulh

yoluyla veya kölenin hatâen öldürülmüş olması iddiası ile kısasın yapılmaması muhtemeldir. (O

zaman mürtehinin hakkı kölenin kıymetine veya diyete taalluk edeceğinden, onun ölümü ile hakkını

almış sayılmaz.)

«Dürer’deki fıkha daha uygundur ilh…» Çünkü geride hem borcuna kâfi mal, hem de miras bırakan

mükâtep meselesinde olduğu gibi, kısas isteme hakkının kime ait olacağı konusunda karşılık

vardır. Ama Zeylaî şöyle der: «Rehin olan köle meselesi ile mükâtep meselesi orasındaki fark

açıktır. Zira mürtehinin rehinde ne mülkiyet ne de velâ (velilik) hakkı olmadığı için kısas isteme

yetkisi yoktur. Dolayısıyla bu yetkiye sahip olana benzemez. İleride geleceği üzere mükâtep konusu

böyle değildir.

«Kısas hakkı kiraya verene aittir. ilh…» Çünkü o, kölenın mâlikidir. Kiralayanın ne kölenin

kendisinde ne de bedelinde hiçbir hakkı kalmamıştır.

«Eğer alıcı alım satım akdine icazet verirse. ilh…» Yani meseleyi olduğu üzere kabul eder, akdi

feshedip de parasını geri isteme cihetine gitmezse bu durumda satım akdi mevkûf olmaz. Aksi

halde kölenin ölümünden sonra akde icâzet vermesi sahih olmazdı.

«Kısas yetkisi müşteriye aittir.» Çünkü kölenin sahibi odur. Zeylaî.

«Reddederse ilh…» Yani satım akdini feshedip, parasını geri alırsa; «kısas hakkı satıcıya ait olur.»

Çünkü satım ortadan kalkmış, köle sahibinin o olduğu açığa çıkmış olur. Zeylaî.

«Kıymetin gerekli olduğu da söylendi. ilh…» Bu görüş İmâm Ebû Yûsufa aittir. Bu görüşün

gerekçesi şudur: Yaralama anında satıcı için kısas yetkisi sabit değildi. Zira o zaman mal müşteriye

aitti. Cevhere.

«Velinin kim olduğu belli değildir. ilh…» Eğer: «Mükâtep hür olarak ölmüştür» dersek velisinin

varisleri olması gerekir. Köle olarak öldüğü kabul edilirse veli, efendi olur.

«Dört sûretin birincisinde ilh…» Bu bir kalem hatası olmalıdır. Musannıf bu sözünde İbn-i Kemâl’e

uymuştur. Halebî’nin dediğine göre bunun doğrusu: «Dört sûretten ikincisinde» olmalıdır. Bu sûret:

Mükâtebin, efendisinden başka vârisi olmadığı halde, anlaştığı bedeli karşılayacak mal bırakmış

olması halidir. Çünkü Hidâye’de belirtildiği üzere İmâm Muhammed’in ihtilâfı bundadır.

İmâm Muhammed’in görüşünün gerekçesi: Efendinin kısas isteme yetkisinin sebebinde karşılığın

olmasıdır. Çünkü eğer hür olarak ölmüşse onun velâ, köle olarak ölmüşse mülkiyet hakkı vardır.

İmâm Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf ise, her iki halde de kısas yetkisinin kesinlikle ve sadece efendiye

ait oluşunu delil getirmişlerdir.

Bilmiş ol ki: Dördüncü sûretteki -anlaştıkları bedeli karşılayacak mal bırakmadığı ve vârisinin

olduğu hal- kısası, Kifâye’de belirtildiğine göre Şeyhu’l-İslâm: Kıymetinin, anlaşılan bedeli

karşılamayacak durumda olması ile kayıtlamıştır. Buna göre, mükâtep kölenin kıymeti, efendisi ile

anlaştıkları bedeli karşılayacak durumda ise, kısâs uygulanmaz, katilin kendi malından mükâtep

kölenin kıymetini ödemesi gerekir. Çünkü her ne kadar taammüden öldürmenin cezası kısas ise de,

katil razı olmasa bile hak sahibinin hakkını gözeterek, cezanın mala tebdili caizdir. Nitekim birisinin

elini kesenin kolu çolak ise, eli kesilenin hakkını gözetmek için cani razı olmasa bile cezanın mal ile

ödenmesini isteme hakkı vardır. Çünkü kısasta hakkını tam olarak alma imkânı yoktur. Bu

meselede de durum aynıdır. Zira, mükâtebin kıymetini ödemek kendisi için daha faydalıdır. Çünkü

mükâtebe bedeli onun kıymetinden ödenirse hem mükâtep kölenin hem de çocuklarının hürriyeti ile

hükmedilir. Kısasta hükmedilmesi durumunda ise, kölenin ölümü ve ondan hiçbir yarar

sağlanmaması ile hükmedilmiş olur. Dolayısıyla kıymetinin ödettirilmesi daha uygundur.

Durru’l-Müntekâ ve Kuhistânî’de bu benimsenmiştir.

METİN

Kişinin babasının -yani usulü- aleyhine mirasçı olduğu kısas düşer. Çünkü fürû’, usulüne ceza

uygulatamaz.

Bu meselenin sureti şöyledir: Meselâ, birisi kayınpederini öldürür. Maktûlün, katilin karısından

başka vârisi yoktur. Hanım da ölünce maktûlün katilden olan oğlu, babası aleyhine vacip olan kısas

varis olur. İşte bu durumda, az önce söylediğimiz gerekçeden dolayı kısas düşer. Meselenin

Sadruşşerîa tarafından yapılan tasvirinde ise oğul, kısas hakkına Ebû Hanife’ye göre daha baştan

sahip olmuştur, vâris olmamıştır. Şu var ki her iki surette de hüküm aynıdır. Cevhere’de: «Yaralı

veya vârisi yaralı, ölmeden önce caniyi affetseler, sebep tahakkuk ettiği için istihsânen af

geçerlidir. Çünkü onlar için af sebebi tahakkuk etmiştir» denilmektedir.

Bir müslüman başka bir müslümanı muharebe meydanında müşrik zannederek öldürse kısas

gerekmez, kefaret ve diyet icap eder. Çünkü bu öldürme hataen olmuştur. Ulemâ; bunun askerlerin

biri birine girmesi halinde olduğunu söylerler. Ama öldürülen, müşriklerin safında ise hiçbir şey

gerekmez. Çünkü onun masûniyeti kalmamıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.): «Bir kavmin kalabalığını

artıran onlardandır» buyurmuştur.

Ben derim ki: Düşmanın kifâyetine bürünmese bile onların sayısını çoğaltan, onlardan olduğuna

göre, onların kılığına girenin durumu ne olur? Bunu Zâhidi söyledi. Musannıf der ki: Eğer bir cinnî,

yılan gibi katli caiz olan bir şeyin şekline girse, onu öldürmek için gayret etmek gerekir. Sonra onun

cinnî olduğu açığa çıkarsa hiçbir şey gerekmez. Allah en iyisini bilir.

İZAH

«Babası aleyhine vâris olduğu ilh…» Yani hak kazandığı. Kuhistânî.

Bu tefsir kısas hakkının miras olarak değil de daha başlangıçta sübûtuna da şâmildir. Şarihin az

önceki: «Kısâs hakkına malik olan ilh…» şeklindeki sözleri de bu izaha uygun düşmektedir. Bu izah

ile aşağıda gelecek olan itiraz cevaplandırılmış olmaktadır. Ama, evlâdın atasına karşı başlangıçta

sahip olduğu kısasın sübûtu meselesi daha önce: «Evlât atası karşılığında öldürülür, fakat aksi

olmaz (ata evlât karşılığında öldürülmez)» şeklinde geçmişti. Onun için burada. kısasa vâriş olma

meselesi söz konusu edildi. Düşün.

«Yani usulü ilh…» Hâniye’de şöyle denilmektedir: «Eğer maktûlün vârisleri içersinde katilin oğlu,

torunu… v.s. bulunursa kısas bâtıl olur, diyet gerekir.»

«Sonra kadın ölse ilh…» Alimler bu cümleyi böyle mutlak olarak ifadelendirdiler. Aslında onun

ölümünün, katil olan kocasından ayrıldıktan sonra olması gerekir. İşte bu durumda katilin oğlunun

kısasa vâris olma gerekçesi açığa çıkmış olur. Öbür türlü olursa katil kendisi, karısından dolayı

kısas hakkının bir bölümüne vâris olmuş olur. Kısas, bu durumda da düşer.

Tatarhâniye’de şöyle bir tasavvur zikredilmektedir: Üç kardeşten birisi babalarını amden öldürse;

diğerlerinin katil kardeşlerini kısasen öldürme hakları vardır. Eğer diğer iki kardeşten birisi (kısas

yapılmadan) ölse, üçüncüsünün kısas uygulatma hakkı kalmaz. Çünkü katil, ölen kardeşin kısas

hakkının bir bölümüne vâris olmuştur, dolayısıyla kısas düşer. Diğer (üçüncü) kardeşin hakkı

diyete dönüşür. Dolayısıyla katilin diğer kardeşine diyetin dörtte üçünü ödemesi gerekir. Bu, kendi

malından ve üç sene içerisinde ödenir.

Kuhistânî’de de şöyle bir meseleye yer verilmiştir: Ana-baba bir iki kardeşten birisi kasten

babalarını, diğeri de annelerini öldürse birincisinin ikincisini annesine karşılık kısasen öldürme

hakkı vardır. Birincisinden ise kısas düşer. Çünkü o, annesinden kendi kanından parasına vâris

olmuştur. Dolayısıyla cezasından bu kadarı düşer. Kalanı da mala dönüşür. İkinci kardeşin

vârislerine bir diyetin 7/8 (sekizde yedisi)ni öder.

«Sadruş’şerîa’nın tesviri ise ilh…» Sadruşşerîa şöyle demiştir: «Yâni baba, bir adamı öldürse ve

katilin oğlu kısasa veli olsa, kısas düşer.» Bunun tasavvuru: Oğlunun annesini veya oğlunun anne

bir kardeşini öldürmesi şeklinde olur. Cevhere.

«Bunda kısas hakkının oğul için sübûtu miras yoluyla değil, başlangıçtadır. ilh…» Vârisin, mûrisin

ölümünden önce affetmesinin sahih oluşu buna delildir. Mûris kısâs hakkına ölümden sonra mâlik

olacağı için, o esnâda temlik (af) yetkisine sahip olamaz. Demek ki vâris (oğul) kısasa daha baştan

mâliktir. Cevhere.

Cevhere’de daha sonra, bazı âlimlere göre kısas hakkının miras yoluyla sabit olduğu beyân

edilmiştir.

Müctebâ’da ise şöyle bir ifade yer almaktadır: «Kısas hakkı önce maktûlün hakkıdır. Sonra hilâfet

ve veraset yoluyla bu hak varise geçer. Yaralının affetmesi ile kısas hakkının düşmesi buna delildir.

Çünkü eğer kısas hakkı önce onun için sabit olmasaydı, affetmesi ile kısas düşmezdi.» Düşün.

«Eğer yaralı affederse ilh…» Bununla hür olan yaralıyı kastetmiştir. Kısâs; kendisinin değil,

efendisinin hakkı olduğu için kölenin affetme yetkisi yoktur. Bedâyi’den naklen Şürünbulâliye.

Musannıf, affın yaradan mı, yara ve ondan meydana gelen şeylerden mi, yoksa cinayetten mi

olduğunu beyan etmemiştir. Ayrıca yine affın taammüden olandan mı hataen olandan mı olduğunu,

diyet düşer mi, düşmezse caninin kendi malına mı akileye mi ait olduğunu beyân etmemiştir.

Bunların tafsilâtı inşallah «iki fiil» faslında gelecektir.

«Onlar için sebep tahakkuk ettiği için ilh…» Yani affetme sebebi yaralı ölmeden önce, yaralı için

asâleten, vâris için niyâbeten tahakkuk eder. Düşün ve Minah’taki Cevhere’den menkul ibareye bak.

«Ben derim ki ilh…» Bu her ne kadar, musannıfın sözü gibi zannedilmekte ise de, aslında Zâhidî’nin

Müctebâ’daki sözüdür. Minah’taki buna muhaliftir.

BİR UYARI:

Mîrac’da şöyle denilmektedir: Düşmanın zorla getirdiği birisinin müslüman olduğunu bilse ve

durumunu bildiği halde taammüden silah atıp öldürse, kıyasa göre kısas gerekir, istihsâna göre

gerekmez. Çünkü hadise öldürmeyi mubah kılan bir yerde olduğu için, kısası düşürecek şüphe söz

konusudur. Bu durumda katile kendi malından diyet gerekir, kefâret gerekmez. Eğer ölenin velisi

katile: «Onun zorla getirildiğini bildiğin halde kasten vurdun» dese, katil de: «Hayır, benim

maksadım müşrikleri vurmaktı» dese katilin sözü kabul edilir. Çünkü, düşman safına silâh atmak

caiz olduğu için, onun iddiası asıldır.

«Onu öldürmek için gayret etmek gerekir. ilh…» Yani öldürmeye yeltenmenin câiz olması gerekir.

Eşbâh’ta Cinlerin ahkâmından bahisle şöyle denilmektedir:

İnsanlar gibi, Cinnîlerin de haksız yere öldürülmeleri câiz değildir. Zeylaî, ulemanın şöyle

dediklerini nakleder: Doğru bir şekilde yürüyen beyaz yılanın öldürülmesi caiz değildir. Çünkü o

Cinlerdendir. Rasûlullah (S.A.V.) : «Ala ve kuyruğu kısa olanı öldürün, beyaz yılanı ise öldürmeyin

çünkü o cinlerdendir.» buyurmuştur.

Tahtâvî bu konuda şunları söyler: «Her türlü yılanı öldürmek caizdir. Çünkü Hz. Peygamber (S.A.V.)

Cinlerden ümmetinin evlerine girmemeleri ve kendilerini açığa çıkarmamaları konusunda söz aldı.

Sözlerine muhalefet ettikleri zaman ahdi bozmuş olurlar. Dolayısıyla yılanları öldürmekte mahzur

yoktur. En iyisi onları korkutmak ve azarlamaktır. «Allah’ın izni ile dön» veya: «müslümanların

yolundan çekil» denilir. Buna rağmen kaçmazsa öldürülür. Korkutmak, namazın dışında söz

konusudur.»

METİN

Katil başka bir şeyle öldürmüş olsa bile kısas kılıçla tatbik edilir. İmâm Şafiî farklı görüştedir.

Dürer’de Kâfî’den naklen: «Kılıçtan maksat, silahtır» denilmektedir.

Ben derim ki: Muzmarât’ın Hac bahsinde bu şu sözlerle açıkça beyan edilmektedir:

«Aletin tahsîsi, başkalarının buna ilhâkına mânî değildir. Görülmüyor mu ki biz, mızrak ve hançeri,

Rasûlullah’ın: «Kısas ancak kılıçla uygulanır» hadisindeki, kılıçla ilhak ettik.» Sirâciyye’deki: «Kısas

hakkı olan kişi kısası kılıçla uygular. Eğer kuyuya atar, veya taşla ya da başka bir şekilde öldürürse

hakkını almış olur, ama tâzir edilir.» tarzındaki sözleri, kılıçtan maksadın, silâh olduğuna hamledilir.

En iyisini Allah bilir.

Bunağın elinin kesilmesi ve yakınının öldürülmesi durumunda babanın kısas hakkı vardır. Bu kalbi

ferahlatmak içindir. Baba kısas hakkına sahip olduğuna göre, sulh hakkına da evleviyetle sahiptir.

Karşılıksız olarak affetme yetkisi ise yoktur. Çünkü bu bunağın hakkını iptaldir ki, ona malik

değildir.

Babanın sulh yetkisi, diyet miktarı veya daha fazla bir meblağ ile kayıtlıdır. Diyetten az bir para

karşılığındaki sulh ise caiz değildir. (Diyet ödenmesi gerektiğinde) tam diyet gerekir. Çünkü bu,

bunak için daha kârlıdır.

Esah olan görüşe göre; saydığımız bütün bu hususlarda kadı baba gibidir. Yani bir kimse öldürülse

ve kendisinin velisi bulunmasa, hâkimin katili öldürme ve bir meblağ üzere anlaşma hakkı vardır.

Topluma zarar vereceği için affetme yetkisi yoktur. Kardeş olan vasî de öldürme halinde, sadece

diyet miktarı bir meblağ karşılığında sulh yapma hakkına sahiptir. Organların telefi durumunda ise

kısâs yetkisi vardır. Bu istihsânın gereğidir. Çünkü organlar konusunda mala ait hükümler

uygulanır.

Sözü geçen konularda bulûğa ermemiş çocuk da bunak gibidir. Sayılan hususlarda, çocuk

büyümeden büyüklerin kısâs uygulama yetkisi vardır. Bu konuda Ebû Yûsuf ile Muhammed farklı

görüştedir. Bu meseledeki asıl prensip şudur: Sebebi tam olarak bulunduğunda parçalanmayan

şey, herkes için tam olarak sabit olur. Evlendirme velâyeti kâfire emân verme meselesi buna

misâldir.

Eğer büyük çocuğa yabancı ise, çocuk bulûğa erinceye kadar kısâs hakkına sahip olamaz. Bunda

icmâ vardır. Zeylaî.

İZAH

«İmâm Şâfiî farklı görüştedir. ilh…» Şâfiîye göre, kâtil nasıl öldürmüşse, o şekilde öldürülür. Sadece

livâta ve içki içirmekle öldürmesi halinde yukarıdaki hükümden istisnâ olarak kılıçla öldürülür.

«Başka bir şekilde. ilh…» Yani ateşe atmak, üzerine hayvan sürmek gibi silahsız olarak öldürürse.

«Bunağın babasına kısâs hakkı vardır. ilh…» Çünkü kısâs hakkı kalbin ferahlaması için meşrû

olduğundan dolayı nefis üzerindeki velâyettendir. Dolayısıyla nikâhlama konusunda olduğu gibi,

babanın buna yetkisi vardır. Ama evlendirmeye yetkili olan herkes, kısâsa yetkili değildir. Meselâ

kardeş kardeşi evlendirebilir. Ama kısâs uygulama hakkı yoktur. Çünkü kısâs kalbin rahatlaması

için meşrû kılınmıştır. Babanın çocuğuna karşı tam bir şefkati vardır. Çocuğuna gelen zararı kendi

zararı sayar. Bu yüzden babanın gönlünün huzura kavuşması sanki oğul için hasıl olmuş gibi

sayılır. Kardeş ise böyle değildir. Hidâye şerhlerinde de böyle denilmiştir.

İtkânî bunağa kendisinden daha yakın birisi bulunmadığı zaman kar-deşin kısâs yetkisine sahip

olduğunu söyleyerek Hidâye şârihlerine itiraz etmiştir. Eğer bunağın kardeşinden daha yakın

akrabası varsa kardeş onu evlendirme yetkisine de haiz değildir. Çünkü kan konusunda hakkı olan,

Allah’ın farz kıldığı şekilde ölünün malında hak sahibi olandır. Bu hususta karı ve koca dahil,

erkekler ve kadınlar eşittir. Kerhî bunu sarahaten ifade etmiştir.

Bu görüş tenkit edilir. Çünkü; meselâ bunağın oğlu öldürüldüğü zaman baba malında hak sahibi

olduğu için kanında da hak sahibidir. Ama bunağın babası olmayıp ta kardeşi veya amcası olsa,

bunak sağ iken kardeş veya amca bunağın oğlunun kanı konusunda nasıl hak sahibi olabilir? Zira

bunların bunak üzerinde asla velâyet hakları yoktur. Bunak üzerinde velâyet hakkı olan vasînin

kısâs yetkisi olmadığına göre; hiç velâyet hakkı olmayan kardeşin nasıl kısâs yetkisi olabilir ki?

Evet, eğer maktûl, bunağın kendisi olursa İtkânî’nin dediği doğru olur. Herhalde mesele biraz

karışmış gibi. Bundan dolayı Sa’diyye’de: «Söz; oğul gibi, bunağın velisinin öldürüldüğü ve

babasının sağ olduğu zamanla ilgilidir. Bunağın kendisi öldürüldüğü zamanki durumda değildir.»

denilmektedir.

«Bunağın velisi öldürülmüşse ilh…» Yani oğlu ve annesi gibi. Minah. Bazı nüshalarda : «Yakını

öldürülürse» denilmektedir ki o daha doğrudur. Nihâye’de veli yakın ile tefsir edilmiştir. Nihâye

sahibi daha sonra şöyle der: «Yani bunağın bir oğlu olsa ve öldürülse, babasının -ki o öldürülenin

dedesidir- kısâs isteme ve sulh yapma yetkisi vardır.»

«Eğer diyetten daha azıyla olursa, sulh caiz olmaz ilh…» İtkâni buna, İmâm Muhammed’in diyet

miktarıyla kayıtlamadığını, aksine mutlak bıraktığını söyleyerek itiraz etmiştir.

Kerhî’nin Muhtasar’ında şöyle denilmektedir: «Birisinin başka birisi üzerinde öldürme veya

yaralamadan dolayı kısâs hakkı olsa ve az olsun çok olsun mal karşılığında sulh yapsa caizdir.»

Şelebî Kariu’l-Hidâye’den naklen İtkânî’nin itirazının vehim olduğunu söyler. Ebûssuûd ise: «Kerhî

açıkça söylemişken bu nasıl vehim olabilir?» der.

Ben derim ki: Nihâye’de ve diğer Hidâye şerhlerinde: «Sulh caiz olmaz.» sözünün yerine «diyeti

azaltmak caiz değildir. Eğer az olursa tam diyet gerekir.» denilmiştir. Bu gösteriyor ki diyeti

azaltmak değil, sulh caizdir. Onun için tam diyet gerekir. Aksi halde kısâs icap eder. Bu izahla

alimlerin sözlerinin arası uyuşturulmuş olmaktadır. Kerhî’nin belirttiği ve İmâm Muhammed’in

sulhun sıhhati konusundaki sözünün ifade ettiği manadan maksat, diyetin tamamının gerekli

oluşudur. «Diyeti azaltmak caiz değildir.» diyenlerin maksadı da budur. Şârihin burada Minah’a

uyarak: «Sulh sahih değildir» demesinden maksat da: Noksan miktarla lâzım olmayışıdır. Ama

bunu Hidâye Şârihlerinin söyledikleriyle ifade etseydi, daha uygun olurdu. Bu izahla İmâm İtkânî’nin

itirazının yerinde olmadığı açığa çıkmış oldu. Bu açıklamanın kıymetini bil.

«Çünkü o bunak için daha faydalıdır. ilh…» Âlimlerin sözlerinde bu gerekçe: «Sulha maliktir»

cümlesinin yanında yer almıştır. Doğrusu buradaki gerekçenin: «Çünkü bunda onun hakkının iptal

edilmesi vardır.» şeklinde olmasıdır.

«Hâkimin sulh yetkisi vardır. ilh…». Baba konusunda geçene kıyasla hâkimin sulhunun da diyet

miktarı veya daha fazlasıyla kayıtlanması gerekir. Yani diyeti indirerek sulh yapması caiz olmaz.

«Kardeş olan vasî de sulh yapabillr. ilh…» Ama Rahmetî, «Vasînin kısâs hakkına malik olamamada

kardeşe benzediğini, sulh yapmada ise öyle olmadığını, çünkü kardeşin, kardeşin malı üzerinde

tasarruf yetkisinin bulunmadığını söyler.» Fakat bu uzak bir anlayıştır.

«Sadece öldürmeden dolayı sulh yapabilir. ilh…» Yani daha önce geçtiği gibi vasînin affetme ve

kısâs yetkisi yoktur. Çünkü onun nefsi üzerinde velâyet hakkı yoktur. Kısâs ise, cana velâyet

kabilindedir. İbn-i Kemâl.

Buradaki «öldürmeden dolayı» sözü hiç olmasaydı daha iyiydi. Çünkü vasînin organlara işlenen

cinayette de sulh yetkisi vardır. Öldürmeden dolayı sulhta ise rivâyetler ihtilâflıdır.

Hasılı, Gayetü’l-Beyân’da Pezdevî’den nakledildiği üzere; «Babanın hem cana hem de organlara

karşı işlenen cinayetlerde kısâs isteme, sulh yapma hakkına sahip olduğunda ve af etme yetkisinin

bulunmadığında rivâyetler müttefiktir. Yine ittifakla vasînin cana karşı işlenen cinayette kısâs

isteme yetkisi yoktur. Ama organlara karşı onlarla kısâs yetkisine mâliktir. Organlara karşı işlenen

cinayetlerde ise sulh yapabilir, ama affedemez. Vasînin cana karşı işlenen cinayette mal

karşılığında sulh yetkisi olup olmadığı konusunda ise rivâyetler farklıdır. Camiussağîr’in aynı

bahisteki ifadesine göre sahih; Sulh bahsindeki ifadesine göre ise sâhih değildir.» Remlî birinci

rivâyetin tercih edildiğini söyler.

«İstihsânen ilh…» Kıyasa göre mâlik olmaz. Çünkü maksatlar aynıdır. O da kalbin rahatlamasıdır.

Hidâye.

«Çünkü organlar konusunda mallarla ilgili hükümler uygulanır ilh…» Onun için Ebû Hanîfe organa

karşı işlenen cinayette davalının yeminden imtinası üzerine hüküm verilmesini caiz görmüştür.

İtkanî.

«Çocukta bunak gibidir ilh…» Yani küçük çocuğun bir yakını öldürüldüğü zaman, babasının ve

vasîsinin bunağın babası ve vasîsinin yaptıklarını yapabilme yetkileri vardır; çocuğun babasının

kısâs ve sulh yetkisi vardır. Ama affedemez. Vasîsinin ise sadece sulh yapma hakkı vardır. Kardeş

ve benzerlerinin ise bunlardan hiç birine yetkileri yoktur. Çünkü bunak meselesinde beyan ettiğimiz

gibi kardeşin kardeş üzerine velâyet hakkı yoktur. Hindiy’de Muhît’ten naklen şöyle denilmektedir:

«Kısâs hakkının tamamı küçük çocuğa ait olduğu zaman ağabeyinin bu hakkı kullanma yetkisi

olmadığından âlimler ittifak etmişlerdir.» Meselenin tamamı az ileride gelecektir.

EK:

Hânûtî, katil öldürdüğünü inkâr ettiği ve vasî öldürdüğünü ispat edemediği zaman küçük çocuğun

vasîsinin mala kıyasla diyet miktarından daha az bir mala sulh yapmasının sahih oluşuna fetvâ

vermiştir. Bu fetvâyı verirken de İmâdiye’deki şu ifadelere dayanmıştır: «Vasî, ölünün veya çocuğun

bir adamdaki haklarından dolayı sulh yaptığı zaman; eğer adam borcunu ikrâr ederse veya aleyhine

delil varsa ya da aleyhine hüküm verilmişse alacaktan daha azı üzere sulh caiz değildir. Eğer böyle

değilse caizdir.»

«Büyüklerin kısâs hakkı vardır. ilh…» Yani bir adam öldürülürse ve onun büyük ve küçük velileri

olsa İmâm-ı Azam’a göre büyük velinin katili öldürmeye hakkı vardır. Çünkü bu ortak bir haktır.

Mebsût’a göre eğer büyük, baba ise icmâen kısas hakkını kullanabilir. Birbirine yabancı olan büyük

ve küçüğün ortak olduğu bir kölenin öldürülmesinde olduğu gibi, büyük olan yabancı ise bu yetkisi

yoktur. Bu sözde, bütün hak sahiplerinin küçük olmaları halinde kardeşin ve amcanın kısâs

yetkilerinin olmadığında işaret vardır. Nitekim Câmiussağîr’de de böyle denilmektedir.

Bu durumda bir görüşe göre küçüklerden birinin büyümesi beklenir. Diğer bir görüşe göre ise,

İhtiyâr’da belirtildiği üzere devlet başkanı kısası uygular. Kadı da devlet başkanı gibidir. Yine

yukarıdaki sözde: Hak sahiplerinin hepsi büyük olduğunda bir kısmı olmadan diğerlerinin kısâsı

uygulamayacakları, bunun için birisini vekil edemeyeceklerine de işaret vardır. Çünkü vekil eder de

kendisi hazır olmazsa, onun kısâsı affetme ihtimali söz konusudur.

Kısas uygulamaya, Allah’ın takdir ettiği üzere (ferâiza göre) ölünün malında hak sahibi olanlar

yetkilidir. Hulasa’da belirtildiği üzere karı ve koca da bu hükmün şümulüne girer. Yine yukarıdaki

sözden anladığımıza göre bu hakların kullanılmasında hâkimin hükmünün bulunması şart değildir.

Eğer öldürme hataen olmuşsa büyüğün kendi hakkını alma yetkisi yoktur. Nitekim Câmi’de de

böyledir. Kuhistâni.

Bezzâziye’de belirtildiğine göre; hâkimin hükmü olsun olmasın kısâs sahibinin kısâsı uygulama

yetkisi vardır.

«Bu konuda Ebû Yûsuf ile Muhammed farklı görüştedir ilh…» Bunlara göre büyük ortak küçüğün

babası değilse, büyüklerin kısâs uygulama hakları yoktur. Nihâye. Ebû Yûsuf ile Muhammed bu

görüşe; meseleyi, kısâs hakkının iki büyük arasında ortak olduğu ve birisinin hazır olmadığı

durumundaki hükme kıyasla varmışlardır.

«Bu konuda asıl ilh…» İmâm Ebû Hanife’nin görüşünün delilini belirtmek için söylenmiştir.

Hidâye’de şöyle denilmektedir: «Ebû Hanîfe’nin delili şudur: Kısâs hakkı bölünmeyen bir haktır.

Çünkü bölünmeyen bir sebeple sabit olmuştur, o da akrabalıktır. O esnada küçüğün affetme

ihtimali yoktur. Dolayısıyla evlendirme velâyetinde olduğu gibi kısâs hakkı her biri için tam olarak

sabit olmuştur. İki büyüğün ortaklığı ise böyle değildir. Çünkü hazır olmayanın affetme ihtimali

vardır.»

Sâ’dî; Aralarında akrabalık bulunmadığı halde kısâs hakkının karı koca için de sabit olduğu

gerekçesi ile, kısâsa yetkili olma sebebinin akrabalık olduğu görüşüne itiraz etmiştir. Tûrî bu itiraza

«hükmün ekseriyete binaen verildiğini veya maksadın varis olmayı gerektiren akrabalık olduğunu»

söyleyerek cevap vermiştir.

«Ancak büyük küçüğe yabancı ise kısâsa mâlik değildir ilh…» Nihâye’de şöyle denilir: «Yabancı

birisi ve küçük arasında ortak olan köle teommüden öldürülürse yaboncının, küçük bülûğo

ermeden kısası uygu-lama yetkisi yoktur. Bunda icmâ vardır. Ama küçüğün babası varsa o yabancı

ortakla birlikte kısası uygulayabilirler.» Nihâye sahibi daha sonra Mebsût’tan naklen şöyle der:

«Çünkü sebep mülktür. O da ortaklardan her birisi için tam olarak teşekkül etmez. Zira köleye sahip

olmanın bölünmeye ihtimali vardır. Üzerinde durduğumuz mesele ise böyle değildir. Çünkü bunda

sebep akrabalıktır. Ve akrabalığın bölünmeye ihtimali yoktur.»

Benzerini biraz önce, Kuhistanî kanalıyla Mebsut’tan naklettiğimiz bu tasvir ve tâlilin zâhirinden

anlaşıldığına göre, yabancıdan maksat, kısâs hakkına akrabalık sebebiyle değil, mülkiyet sebebiyle

ortak olandır.

Bir adam öldürülse ve kendisinin halasının yetişkin bir oğlu, dayısının da küçük bir oğlu olsa;

bunlar yabancı oldukları halde yetişkin olanın halasının oğlunun) kısâs isteme yetkisi vardır. Çünkü

sebep, maktûle olan akrabalıktır ve o bölünmez. Aynı şekilde bir adam öldürülse ve geride bir

hanımı bir de başka bir hanımından küçük oğlu bulunsa hanımının kısâs isteme hakkı vardır. Zira

âlimlerin «akrabalık»tan kastettikleri, karı-kocaya da şamildir. Meşhur Fetavâsında büyük âlim İbn

Eş-şilbî de: Geride bir koca bir de başka kocadan küçük oğlu bırakarak öldürülen bir kadının kısâs

hakkının, oğul büyümeden önce kocaya ait olduğuna fetvâ vermiştir. Allâme Hânûtî’nin

Fetevâ’sındaki şu fetvâ ise Eş-şilbî’nin Fetvâsı ile çelişkilldir: Bir adam öldürülse ve geride yetişkin

bir kızı, küçük bir oğlu, dört de hanımı bulunsa, oğlanın bulûğa ermesi beklenir. Çünkü

hanımlardan bazısı maktûle yabancıdır.

Hânûti bu fetvâyı Zeylâî’nin ibaresine dayanarak vermiştir. Bu konu düşünülsün.

METİN

Bir katili, maktûle yabancı olan birisİ taammüden öldürürse kendisine kısâs gerekir. Çünkü

maktûlün (birinci katil) kanı, kâtile göre mâsumdur. Hatâen öldürmesi halinde ise diyet kâtilin

âkilesine gerekir.

Katilin öldürülmesinden sonra ilk maktulün velisi: «Ona öldürmesini ben emrettim» dese fakat

sözünü ispat için delil gösteremese, sözü kabul edilmez, yabancı olan katil yine öldürülür. Şu

mesele ise, yukarıdaki meselenin hilâfınadır: Birisi, başka birinin bahçesine kuyu kazsa ve oraya

bir adam düşüp ölse, sonra da bahçe sahibi: «Ona kazmasını ben emretmiştim» dese iddiası kabul

edilir. Çünkü bahçe sahibi o esnada da kuyu kazmasını emretme imkânına sahiptir, dolayısıyla

sözü tasdik edilir. Önceki mesele ise böyle değildir. Çünkü katil öldüğü için mahal kalmamıştır ve

velinin o anda katili öldürme emrini verme imkânı yoktur. Bu, kaide gereğidir. Bu sözün zahirinden

anlaşılan şu ki; kâtil kendi eceliyle öldüğünde olduğu gibi, bu durumda da maktulün yakınlarının

kısâs hakkı sona erer.

Maktûlün velilerinden (yakın akraba) bazısı olmadığı halde, bazıları kısası uygulamasalar hiçbir

tazminat gerekmez. Muctebâ ve Dürer’de şöyle denilmektedir: «İki kişi arasında ortak bir kan kısas

hakkı) olsa ve ortaklardan birisi affetmesi ile kendi hakkının düşlüğünü biliyorsa, kendisine kısâs

uygulanır. Bilmiyorsa kendi malından diyet öder. Şu mesele ise yukarıdakinin aksinedir: Birisi

taammüden öldürülmesi için bir adamı tutsa, maktûlün velisi de o tutanı öldürse kendisine kısâs

uygulanır. Çünkü tutanın kısâsen öldürülemeyeceğini herkes bilir.

İZAH

«Kâtilin velisi ben emrettim dese ilh…» Bundan anlaşılıyor ki, kısasa hakkı olan akrabanın, hakkını

hem bizzat kullanması, hem de başka birine kullandırması caizdir. Bu, Bezzâziye’de açıkça

belirtilmiştir. Ama başka birinin, müvekkil hazır olmadan kısası tatbik etmesi caiz olmaz.

«Velinin sözü kabul edilmez ilh…» Çünkü bunda başka birisinin hakkını düşürme söz konusudur. O

da birinci katilin velileri (akrabaları)dır.

«Bu kaide gereğidir ilh…» Bu konudaki kâide şudur: «Bir şeyi haber veren kişi, haber verdiği anda

o şeyi yapabilecek durumda ise sözü tasdik edilir, yapabilecek durumda değilse tasdik edilmez.»

Meselâ, karısını bir veya iki talâkla boşayan kişi, iddet bitmeden hanımına rücû ettiğ,ni söylerse,

sözü kabul edilir. İddet bittikten sonra haber verirse, kadının yalanlanması durumunda delil

getiremezse sözü kabul edilmez. Üzerinde durduğumuz meselede kişi izni haber verdiği zaman

bahçesine kuyu kazması için birisine izin verme imkânına sahiptir, öldürmesi için izin vermesi ise

mümkün değildir. Çünkü ortada öldürülecek kişi (mahal) kalmamıştır ki; o da ikinci maktûldür.

«Sözün Zahiri ilh…» Yani metindeki: «Katili bir yabancı öldürse kısâs gerekir…» sözünün zahiri

kastedilmektedir. Bu durumda birinci maktûlün velisinin kısâs ve diyet gibi bütün hakları düşer.

Kâtilin kimse tarafından öldürülmeden kendiliğinden ölmesinde de hüküm aynıdır.

Yukarıdaki, sözün zahirlik yönü musannıfın o hükme hiçbir şekilde itirazda bulunmamasıdır. Çünkü

daha önce de belirtildiği gibi, taammüden öldürmenin hükmü kısastır. Karşılıklı rıza olmadan kısâs

cezasının malî cezaya dönüştürülmesi mümkün olmaz. Burada da böyle bir şey olmamıştır. Ben

Tatarhâniye’de bu mesele ile ilgili olarak şöyle denildiğini gördüm: «Kâtil haklı veya haksız olarak

öldürülürse, malı bir ceza olmadan kısâs hakkı düşer. Kendiliğinden ölmesi halinde de durum

aynıdır.»

«Velilerden bazısı kısâsı uygulasa ilh…» Yani bir grubun hakkı olarak sabit olan kısâsı bazıları

uygulasalar. Bu meselenin: «Katili bir yabancı öldürse» sözünden önce yer alması gerekirdi. Çünkü

burası, o sözden önceki konu ile bağlantılıdır. Şârihler bunu, İmâm Ebû Hanîfe’nin: «Kısâs her biri

için bütünü ile sabit olur» hükmünü teyit için zikrederek şöyle demişlerdir: «Buna delil, kısâs hakkı

olanlardan birisi diğerleri olmadan kısâsı uygulasa, onlara da katile de bir şey vermesi gerekmez.

Eğer onun için kısâs hakkının tamamı sabit olmasaydı, hakkı tümü ile kullandığı için diğerlerine

tazminat ödemesi gerekirdi.»

«İki kişi arasında ortak bir kan ilh…» Yani iki kişinin üçüncü bir şahıs aleyhine sabit olan kısâs

hakkı Dürer’in ibaresi de aynen buradaki gibidir. Müctebâ’daki ifadeler ise şu şeklidedir: «İki kişi

kısâs hakkına ortak olarak sahip olsalar ve bunlardan birisi katili affetse, diğeri öldürse; eğer

öldüren, diğer hak sahibinin affettiğini bilmiyorsa kıyasa göre onun da öldürülmesi gerekir.

İstihsâna göre ise öldürülmez. Ama eğer affı bilir fakat, o durumda öldürmesinin haram olduğunu

bilmez de: «Benim onu öldürmenin helâl olduğunu zannettim» dese öldürülmez; kendi malından

diyet ödemesi gerekir. Eğer katili öldürmesinin haram olduğunu biliyorsa; hâkim affeden ortağın

hissesindeki kısâs hakkının düştüğüne hükmetmiş olsun olmasın öldürülür. Bu şu meseleye

benzer: Birisi, bir adamı, bir başkası taammüden öldürünceye kadar tutsa, sonra da ölenin velisi

tutanı öldürse o da öldürülür. Hâkim, tutanın öldürülmeyeceğine hükmetmiş olsun olmasın

farketmez.»

«Çünkü tutana kısâs uygulanmayacağını herkes bilir.» Yani herkes bilir ki, onu öldürmek helâl

olmaz. Maktûlün velilerinden birisinin affettiği ise böyle değildir. Çünkü diğerlerinin hakkının düşüp

düşmediği açık değildir. Dürer de Muhît’ten nakledildiğine göre bu konu ihtilâflıdır. Bazı âlimlere

göre, velilerden birisinin affetmesi ile kısâs düşmez. Onun için, diğer velinin kısâs hakkının devam

ettiğini zannetmesinde şüphe vardır.

METİN

Bir kimse bir adamı yaralasa ve yaralı ölse; maktûlün velileri onun yara sebebiyle öldüğüne; vuran

da yaranın iyileştiğine ve adamın daha sonra öldüğüne delil getirseler, velinin delili üstün tutulur.

Muinu’l-Hukkâm El-Hâvî’ye nispet ederek.

Maktûlün velileri onu (meselâ) Zeyd’in yaralayıp öldürdüğüne delil getirseler, Zeyd de maktulün:

«Beni Zeyd yaralamadı ve öldürmedi» dediğine delil gösterse; Zeyd’in delili üstün tutulur. Müştemil

Mecmeu’I-Fetâvâ’ya nispet ederek.

Yaralı: «Beni falan öldürmedi» dese sonra da ölse, bu sebeple varislerinin yaralayanı dava etmeye

hakları yoktur. Bir görüşe göre de: yara, hâkim veya insanlar tarafından biliniyorsa davaları

dinlenir. Kınye.

Dürer’de, Mes’udiyye’den naklen şöyle denilmektedir: «Yaralı veya velileri yaralamadan sonra,

ölümden önce yaralayanı affederse, istihsânen bu af caizdir.»

Vehbâniyye’de de şu ifadeler yer almıştır: Yaralı: «Beni falan öldürdü» dese ve ölse, varisi ise onu

başka birinin öldürdüğüne delil getirse delil dinlenmez. Çünkü bu, varis bırakan (maktül)’ın hakkıdır

ve onları (şahitleri) yalanlamıştır. Yaralı: «Beni falan yaraladı» dese ve ölse, oğlu ise onu diğer

oğlunun hataen yaraladığına delil getirse, bu delil kabul edilir. Çünkü bu onun mirastan

mahrumiyetini gerektirir.

Birisi birine zehir verse ve adam ölse; eğer adam onun zehir olduğunu bilmeden yemiş ve ölmüşse

zehir verene kısas da diyet de gerekmez, ama hapsedilir ve tazir cezası verilir. Eğer zehiri ağzına

dökerse, âkilesinin diyet ödemesi gerekir. Zehiri içecek bir şey içerisinde verir ve adam onu içip

ölürse bunun hükmü önceki meselenin hükmü gibidir. (Yani kısas da diyette gerekmez hapis ve

tazir gerekir.) Çünkü ölen onu, kendi ihtiyarı ile içmiştir. Şu var ki, onun verilişinde kandırma söz

konusudur. Bundan dolayı da sadece tazir ve tövbe istiğfâr icap eder.

Adam birisini (toprak kazmakta kullanılan) bei ile vurarak öldürürse: Eğer belin demir tarafı

değmişse veya sırt tarafı rastlayıp da yaralamışsa, Musannıfın Müctebâ’dan nakline göre icmâen

kısâs uygulanır. Ama demir taraf isabet etmemişse ya da sırt tarafı denk gelip de yaralamamışsa

Tahâvî’nin rivâyetine göre kısâs uygulanmaz. Zahiri rivayete göre demir, bakır, altın ve benzeri

madenlerle vurulduğunda yara olmadan da kısâs uygulanır. Dürer’de bu nakil Kâdîhân’a nisbet

edilmiştir. Musannıfın Hulâsa’dan nakline göre ise: Kısasın gerekmesi için, İmâm Ebû Hanife’ye

göre, yaralamaya itibar edilir. İbn-i Kemâl de bu nakli esas almıştır.

Müctebâ’da : «Bir adam. birisine kınındaki kılıçla vursa ve kılıç kını yarıp adamı öldürse Ebû

Hanife’ye göre kısâs gerekmez» denilmektedir.

İZAH

«Maktûlün velisinin delili üstün tutulur ilh…» Bu, Kınye sahibinin: «Biri birine zıt iki beyyine»

bahsinde söylediğine uygundur. Bazıları, bunun gerekçesinin: Velilerin delilinin ispat edici, vuranın

delilinin ise nefyedici oluşunun olduğunu söylemişlerdir. Ama bu, hulâsa sahibinin, «Dâvâ

bahsi»nin sonundaki şu sözlerine aykırıdır: «Bir adam, birisinin câriyesinin karnına vurduğunu ve

bunun üzerine cariyenin öldüğünü iddia etse, vuran da bu iddiayı reddederek câriyenin, o

vurduktan sonra çarşıya çıktığını söylese, bu sözü kabul edilmez. Fakat, vurduktan sonra cariyenin

sıhhatli olduğunu ispat etse o zaman sözü kabul edilir. Vuran, cariyenin vurduktan sonra

iyileştiğine, sahibi de vurma ile öldüğüne delil getirseler iyileştiğini gösteren delil daha üstün

tutulur. Bezzâziye ve Müştemilü’l-Ahkâm’da da böyle denilmektedir. Ebussuud’un fetvâsı da bu

istikamettedir.» Şeyh Gâmin El-Bağdâdî Teâruzu’l-Beyyine’sinde aynısını söyler.

Musannıf burada söylediğini Bahr’e uyarak Şehâdetler Bahsi’nde Şehâdette İhtilâf konusunun

hemen başında da söylemiştir. Düşün.

«Zeyd’in delili daha makbuldür ilh…» Çünkü o, iddiayı ortadan kaldırmayı değil, hak sahibinin

sözünü ispat etmektedir.

«Vârislerinin dâvâ etme hakları yoktur ilh… Çünkü vâris önce ölünün hakkını iddia etmekte sonra

da ona miras yoluyla intikal etmektedir. Eğer muris (ölen) sağ olsaydı, sözleri arasında tenâkuz

olduğu için bu şekildeki iddiası kabul edilmezdi. Onun için davâ edenin iddiası da aynı şekilde

kabul edilmez. Velvâliciyye.

Muhît müellifi, bu hükmün yaralayanın yabancı birisi olması halinde olduğunu, vâris olması

durumunda ise sâhih olamayacağını söyler.

Ben derim ki: Görünen o ki; Muhît’ten, naklettiği, yaralama hadisesinin hataen olması

durumundadır. Çünkü bu, vârisini maldan ibrâ manasına gelir. Tahtavî.

Musannıfın sözlerinin taammüden öldürme ile kayıtlı olduğunu söyler. Ama aynı meselede öldürme

hataen vuku bulmuşsa, varislerin delili kabul edilir ve diyetin üçte biri düşülür. Ölenin: «Beni o

yaralamadı» sözü diyeti düşürmek maksadıyla söylenmiş kabul edilir. Bu da ancak üçte birde

geçerlidir.

«Vâris başka birinin öldürdüğüne delil getirse ilh…» İbarenin devamından, bu başka birinin,

vârislerden başka bir yabancı olduğu anlaşılmaktadır.

«Onları yalanlamıştır ilh…» Eşbâh Haşiyesi’nde Mecmûun-NevâziI’den nakledildiğine göre, buradaki

«onlar» dan maksat, şahitlerdir.

«Bir oğlu, diğer oğul aleyhine delil getirse ilh…» Eşbâh’ın ibaresi; «Oğlu, başka birisinin

yaraladığına delil getirse…» şeklindedir. Fakat, buradaki ifade doğrudur. Bundan dolayı Bîrî:

«Eşbah’taki ifade nakledilen görüşe aykırıdır.» demiştir.

«Çünkü onun mirastan mahrumiyetini gerektirir ilh…» Bu, yabancı birisi aleyhine beyyine ikame

edildiğinde kabul edilmeyip de, yaralının aleyhine gösterilen beyyinenin kabul edilişi arasındaki

farkı açıklamaktadır.

Zâhiriyye’de: «Bunun sebebi şudur: Beyyine, oğlun mirastan mahrum bırakılması üzerine kâim

olmuştur. Biz miras konusunda bunu kabul edince, diyeti de âkileye gerekli kıldık» denilmektedir.

«Eğer onu yerse ilh…» Yani kendi iradesi ile. Eğer, «onu içerse» denilse idi daha güzel olurdu.

«Onu ağzına dökerse ilh…» Yani zorla boğazına dökerse. Aynı şekilde, zehiri ona verir ve içmesi

için zorlar ve maktûl de içerse kısâs gerekmez. Âkile’nin diyet ödemesi icap eder. Tatarhâniyye.

Yine Tatarhâniyye sahibinin dediğine göre mesele Zahîre’de Asl’a nispetle hiçbir ihtilâf ve tafsilata

yer verilmeden mutlak olarak zikredilmiştir.

Meselenin hükmünün böyle oluşu; Ebû Hanife’nin genel prensibine ters düşme. Çünkü öldürme,

yaralayıcı olmayan bir şeyle olmuştur. Dolayısıyla onun görüşüne göre amde benzeyen hata ile

olmuştur. Meseleye Ebû Yûsuf ile Muhammed’in görüşleri açısından bakıldığında ise: Alimlerin

bazılarına göre; eğer zehir boğazına dökülür ve öldürecek miktarda olursa bu, taammüden

öldürme; öyle değilse amde benzer hata ile olmuş olur. Diğer bazı âlimlere göre ise mutlak olarak

(az olsun çok olsun, boğaza dökülsün kendi içsin) her üç İmâma göre de amde benzeyen hatadır.

Sâlhânî, hocası Ebussuud’un; «Yol kesme» konusunda: «Eğer zehirle öldürürse kısâs gerekir.

Çünkü zehir, ateş ve bıçağın yaptığını yapar» dediğini ve Semerkandî’nin de bu görüşü tercih

ettiğini nakleder. Yani boğazına akıttığında veya içmesi için zorladığında böyledir. «Ona sadece

ta’zir ve tevbe-istiğfar gerekir ilh…» Çünkü o, bir adamın ölümüne sebep olduğu için günah

işlemiştir.

BİR UYARI:

Bir kimse, başka birini dua ile, gizli oklarla veya Enfâl Sûresini okuyarak öldürdüğünü iddia ederse

bir şey lâzım gelmez. Bu. düpedüz yalandır. Çünkü, gaybı bildiğini iddia etmek manasına gelir.

Halbuki Allah C.C.: “Gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilemez» âyetiyle, insanların gaybı

bilemeyeceğini haber vermiştir. Onun adamı bunlardan biri ile öldürdüğüne delâlet eden hiçbir delil

yoktur. Yalan yere ikrardan dolayı da birşey lâzım gelmez. Bu; bir kimsenin, kendisinden daha yaşlı

birisinin kendi oğlu olduğunu ikrâr etmesine benzer.

Bir kimse, bir adamı Allah’ın kahredicilik vasfını taşıyan isimlerini okuyarak öldürdüğünü iddia etse,

bunun gerçekliği konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Esah olana göre bundan dolayı da bir şey

gerekmez. Çünkü Şeriat bunu ölüm âleti ve ölüm sebebi saymamıştır. Bu meseleleri Bîrî Havî’den

nakletmiştir. Kınye.

Burada müellif, birisi göz değmesi ile öldürdüğünü iddia eden kişi konusunda bir şey

söylememiştir. Düşün.

«Yahut belin sırtı ile öldürmüşse ilh…» Ama belin sapı değerse bu, bir ağırlıkla öldürmeye benzer.

Bu mesele, konunun baş tarafında geçti. Mi’râc. Yâni bu amde benzeyen öldürmedir.

«İmâm Ebû Hanife’ye göre yaralamaya itibar edilir ilh…» Hidâye’de bu açıkça belirtilmiş, Şarihler ise

ona uymamışlardır. Fakat Hidâye’den nakletmek daha iyidir. Çünkü o daha kuvvetlidir.

«Kınındaki kılıçla vurursa, İmâm Ebû Hanife’ye göre kısos gerekmez.» Çünkü vuran, yaralayıcı bir

aletle vurmayı kastetmemiştir. Velvâliciyye.

Ben derim ki: Bu, taammüden öldürmenin daha önce geçen tarifine uygun düşmektedir. Zira

taammüden öldürmenin tahakkuku için yaralayıcı (organları kesici) bir âletle vurulmuş olması

gerekir. Bu tariften istifade ile denilebilir ki: Bu meselede eğer kılıçla kasten vurursa kısas gerekir.

Çünkü yaralama, yaralayıcı bir âletle kasten vurularak gerçekleşmiştir. Konunun bar tarafında,

Müctebâ’dan naklettiğimiz: «Taammüden öldürmede, öldürme kastının bulunması şart değildir.»

cümlesine gelince bundan anlaşılan şudur: Bir kimse keskin bir âletle kasten vurduğu zaman,

öldürme maksadının bulunması şart değildir. Şart olan, kasten vurmaktır, öldürmeyi kastetmek

değil. Ayrıca her keskin âletle öldürmek, taammüden öldürmek değildir. Çünkü bazen keskin âletle

hataen öldürme de olabilir. Onun için, taammüden öldürmede kesici âletle kasten vurulmuş olması

şart koşuldu. Üzerinde durduğumuz meselede de; maksat kılıcı vurmak olmadığı için, sonunda

ölüm olsa da bu öldürme taammüden öldürme sayılmaz.

METİN

Boğazını sıkarak ve suda boğarak öldürmekten dolayı kısâs gerekmez İmâm Ebû Yûsuf İmâm

Muhammed ve İmâm Şâfiî ise aksi görüştedir.

Birisi birini odaya hapsetse ve adam açlıktan ölse Ebû Hanife’ye göre hiç bir tazminat gerekmez.

Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise diyet ödemesi icap eder. Eğer bir adam birisini diri diri toprağa

gömse ve adam ölse İmâm Muhammed’den gelen bir rivâyete göre kısâs uygulanır. Müctebâ.

Peşipeşine kamçı vurarak öldürmesi durumunda ise kısâs icap etmez. Nitekim ileride gelecektir.

Müctebâ’da belirtildiğine göre; birisi boğarak öldürmeyi âdet edinmişse siyaseten öldürülür.

Sihirbazda olduğu gibi, yakalandıktan sonra tövbe ederse, tövbesi kabul edilmez.

Bir kimse bir adamın elini ayağını bağlasa ve bir aslanın veya bir yırtıcı hayvanın önüne atsa ve

hayvan onu öldürse kısâs da diyet te gerekmez. Fakat, tazir edilir, dövülür ve ölünceye kadar

hapsedilir. Bezzâziye’de; bu cezalara ilâveten İmâm Azam’a göre diyetin de gerekli olduğu ifa-de

edilmektedir.

Eğer bir çocuğu bağlasa da güneşe ya da soğuğa atsa ve çocuk ölse, bunu yapanın âkilesine diyet

icap eder.

Hânîyye’de şöyle denilmektedir; «Bir kimse, bir adamı bağlayıp denize atsa ve adam dibe çöküp

boğulsa, İmâm Ebû Hanife’ye göre atanın âkilesinin diyet ödemesi icap eder. Ama denize atılan

adam bir müddet yüzse ve daha sonra boğulsa diyet gerekmez. Çünkü o kendi aczi sebebiyle

boğulmuştur. Birinci meselede ise suya atılması sebebiyle ölmüştür.»

Bir adam, birisinin boynunu kesse, ama ümüğün bir kısmı kalsa ve adamın daha canı çıkmamışken

bir başkası öldürse, ona kısâs gerekmez. Çünkü o ölü hükmündedir.

Bir kimse can çekişirken, birisi gelip öldürse kısâs uygulanır. Ancak, adamın artık yaşamayacağı

biliniyorsa kısâs gerekmez. Hâniyye’de de böyledir.

Bezzâziye’de şöyle denilmektedir: «Birisi, demirle bir adamın karnını yarsa, bir başkası da boğazını

kesse; eğer karın yarıldıktan sonra yaşama ümidi olursa boğazını kesen öldürülür, boğazı kesene

de tazir cezası verilir.»

İZAH

«İmâm Ebû Yûsuf ve İmâm Muhammed aksi görüştedirler ilh…» Bunlara göre, kısas uygulanır.

Velvâliciyye’de şöyle denilir: «Bu hüküm, boğma halinin ölünceye kadar devam etmesi halindedir.

Ama ölmeden önce boğmayı bırakmışsa, bakılır. Eğer boğma hali, çok kere bir adamın öleceği

kadar bir müddet devam etmişse Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre kısâs gerekir. Ama o kadar

devam etmemişse icmâen kısâs uygulanmaz.»

Suda boğma meselesinde de; öldürmenin onlara göre taammüden saldırıp kısâs uygulanması için,

suyun kurtulunmayacak kadar derin olması gerekir. Fakat su, düşenin genellikle ölmeyeceği kadar

az olursa veya çok olur ama; atılan adam yüzmesini bilir ve bağlı olmadığı için de yüzüp kurtulma

imkânına sahip olursa bu öldürme, amde benzeyen öldürmedir. Tatarhâniyye ve başka kitaplarda

böyle denilmiştir.

«Bir odaya hapsetse ilh…» Tatarhâniyye’de Muhît’ten naklen mutlak bir ifade kullanılmıştır.

Zahiriyye’den naklen ise: «Eğer adamı bağlar ve bir odaya hapsederse» denilmiştir. Bence önemli

olan; ister bağlı olsun ister çözük; dışarıya çıkma imkânına sahip olmamasıdır.

İmâm Ebû Yûsuf ile İmâm Muhammed diyet gerekir dediler.» Tatarhâniyye’de; Muhît ve Kübrâ’dan

naklen: «Ona diyet gerekir.» Hâniyye ve Zahiriyye’den naklen ise: «Akilesine diyet gerekir.»

denilmektedir. Anlaşılan, önceki nakilde, «âkile» kelimesi düşürülmüştür. Yani doğrusu diyetin

âkile gerekmesidir.

Zahiriyye’de; bu konuda müftabih olan görüşün İmâm Ebû Hanife’nin «hiçbir şey gerekmediği»

tarzındaki görüşü olduğu beyân edilmiştir.

Tahtâvî, Cinayetler bahsinin başında: Hamevî Şerhi’nde Hazânetu’l-Müftih’den naklen şöyle

denildiğini söyler: «Bir kimse birini, kuyuya atsa veya bir dağın tepesinden ya da bir evin damından

aşağı atsa kısâs uygulanmaz. Bir kimse, bir adamın üstüne çamurdan oda yapsa ve adam açlıktan

veya susuzluktan ölse tazminat gerekmez. Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre ise, bu işi yapanın diyet

vermesi icap eder. Çünkü bu hareket, ölüme sebep olan bir davranıştır. Bundan dolayı da tazminat

icap eder. Zalimleri zulümden vazgeçirmek için, zamanımızda Ebû Yûsuf ile Muhammed’in görüşü

tercih edilmelidir.»

«İmâm Muhammed’den gelen bir rivâyete göre kısâs uygulanır ilh…» Mi’râc’da nakledildiğine göre

bu hüküm: İmâm Muhammed’in amde benzeyen öldürmede kısasın gerekli olduğu görüşüne

binaendir. Ya da bu öldürmeyi taammüden öldürme saymıştır. Nitekim Tatarhâniyye’de: «Bu durum

da toprağa gömen de öldürülür. Çünkü onu taammüden öldürmüştür. Bu İmâm Muhammed’in

görüşüdür. Müftabih olan ise; âkilesine diyet gerektiğidir.» denilir.

Bu mesele ile odaya hapsedip ölünceye kadar çıkarmamanın -ki bundan dolayı müftabih olan

görüşe göre bir şey gerekmez- arasındaki farksa şudur: Yemek ve su insanın ihtiyaçlarındandır.

Toprağa gömmede ise kederden ölmüştür. Keder ise insanda sürekli görülen ve ondan ayrılmaz bir

hal değildir. Dolayısıyla bunda ölüm bu işi yapana nispet edilir. Nitekim Zahîriyye’de de böyle

denilmiştir.

«Peşipeşine kırbaç vurarak öldürse ilh…» Kısâs gerekmez. İtkânî: «Küçük bir kamcıyı veya küçük

bir sopayı vura vura öldürse kısâs gerekmez. Ama Şâfiî’ye göre; dayanılamayacak bir şekilde

devamlı vurur ve adam ölürse kısas uygulanır.» der. Daha önce bunun, Ebû Hanîfe’ye göre amde

benzeyen, İmâmeyn’e göre ise taammüden öldürme olduğu nakledilmişti.

«Eğer boğmayı adet haline getirmişse ilh…» Hâniyye’de şöyle denilmektedir: «Birisi, bir adamı

boğarsa öldürülmez. Ancak, boğuculukla tanınan birisi ise ve birden fazla kişiyi boğmuşsa

siyaseten öldürülür.»

Şârihin, Cihâd Bahsinin başındaki sözleri de «Ancak bir defa boğmuşsa öldürülmez.» şeklindedir.

Şârih bunu, Musannıfın oradaki, «Şehirde, birden fazla kişiyi öldüren kişi öldürülür.» sözünden

sonra söylemiştir. Bundan anlaşılan; tekrarın iki defa ile hasıl oluşudur. Sonra bu sadece boğmaya

mahsus değildir. Nitekim, daha önce de belirtildiği üzere, amde benzeyen öldürmelerde kısâs

uygulanmaz. Ancak bu öldürmenin tekrarlanması durumunda devletin siyaseten öldürme yetkisi

vardır.

«Yakalandıktan sonra tövbe ederse ilh…» Ama, yakalanmadan önce tövbe ederse, tevbesi kabul

edilir. Müctebâ.

«Bir adamı bağlayıp da aslanın veya başka bir yırtıcı hayvanın önüne atarsa kısâs da diyet de

gerekmez.» Bir yırtıcı hayvanla birlikte bir odaya hapsedip kapıyı kapaması ve hayvanın öldürmesi

durumunda da hüküm aynıdır. Bir yılanın veya akrebin sokması halinde de kısâs ve diyet gerekmez.

Ancak bu muameleye tabi tutulan, çocuk olursa diyet icâp eder. Tatarhâniyye.

Tahtâvî de Hindiye’den bunun benzerini naktetmiştir.

Yukarıdaki: «Diyet icap eder» sözü, «katilin âkilesine diyet icap eder, demektir. Çünkü İmâm Ebû

Hanife’nin görüşüne göre bu şekildeki öldürmeye, taammüden öldürme denilmez. Bu meselede,

çocukla, adamın hükümleri arasındaki farkı düşün. Musannıf, Kasâme Bahsinin baş tarafında şöyle

diyecektir: «Bir kimse bir çocuğu kaçırsa ve çocuk yıldırım çarpması veya akrep sokması sebebiyle

ölürse, kaçıranın âkilesinin diyet ödemesi gerekir.»

Şarih orada bunun gerekçesinin çocuğu kaçıranın ölüme sebep oluşu olduğunu söylemiştir. Yine

orada: «Bir hürü bağlı olarak götürür ve bu bağdan kurtulması mümkün olmazsa, tazminat öder»

denilir. Bu ifadenin gereği, çocukla büyük insan arasında farkın olmamasıdır. Bu, yine orada

Bezzâziye’den nakledilen ifadelere uygundur. Bu konuda geniş malûmat inşallah işaret edilen yerde

gelecektir.

«Bir çocuğu bağlasa ilh…» Bunu Tatarhâniye sahibi söylemiştir. Ondan önce: «Eğer bir adam bir

çocuğu veya adamı bağlayıp güneşe koysa, diyet ödemesi icap eder» der. Yani daha önce de

söylediğimiz gibi, diyet âkileye gerekir. Güneşe bırakmakla yırtıcı hayvana bırakmak arasında ne

fark olduğu düşünülsün. Çünkü bunlardan her biri ve öldürmeye sebep olan her türlü şey için

hüküm yoktur. Anlaşılan bu, o rivâyetin bir fer’idir.

«Boğulursa ilh…» Yani onun, bundan dolayı öldüğü bilinirse. Tatarhâniyye’de şöyle denilir. «Eğer o

suya atıldığı zaman suya gömülür ve öldü mü yoksa çıktı mı bilinmezse ve onun bir izi bulunmazsa,

öldüğü bilinmedikçe hiçbir şey gerekmez.»

«Eğer bir müddet yüzerse ilh…» Yüzmeyi iyi bilirse durum yine aynıdır.

«Çünkü o ölü hükmündedir ilh…» O, bu halde iken oğlu ölürse, oğlu ona varis olur ama o oğluna

varis olamaz. Zahîre. T.

«Ancak onun, bundan dolayı yaşayamayacağı bilinirse ilh…» Musannıf bu cümlede, Mînah’taki

ifadeye uymuştur. Doğrusu: «Katil onun yaşamayacağını bilse bile» şeklinde olmalıydı. Ben,

Hâniyye, Hulâsa, Tatarhâniyye ve Bezzâziye’de böyle gördüm.

«Karnını yarsa ilh…» Tatarhâniyye’de şöyle denilmektedir: «Karnını yarsa ve barsaklarını çıkarsa,

sonra da bir başkası boynunu kasten kılıcı vursa katil ikincidir. Eğer hataen olmuşsa diyet gerekir.

Karnını yaranın üçte bir diyet vermesi icap eder. Demir sırt tarafına girerse üçte iki diyet verir. Bu

hüküm, karnını yardıktan sonra bir gün veya günün bir kısmında yaşadığı takdirdedir. Ama eğer

karnı yarılınca, kendisinde yaşama ümidi kalmaz ve ondan sadece ölüm çırpınması görülürse, kâtil

birincisidir. Bunu taammüden yapmışsa kısâs, hataen yapmışsa diyet gerekir.»

Herhalde bununla can çekişmesi meselesi arasındaki fark; can çekişme halinde ölümün muhakkak

olmayışıdır. Hasta bazen can çekişir gibi görünür, hatta öldüğü zannedilir ve ona ölü muamelesi

yapılır, ama adam daha uzun süre yaşar. Karnı yarılıp barsakları çıkarılan ise böyle değildir. Çünkü

onun öleceği muhakkaktır. Fakat karnı yarılanda bir gün yaşayacak kadar hayat olursa, bu Şer’an

muteber bir hayattır -Nitekim bu meseleye Zebâih bahsinde temas edilmiştir.- Bundan dolayı, bu

durumda katil ikincisidir. Ama, karnı yarıldığından dolayı ölüm çırpınması gibi çırpınırsa, ondaki

hayata itibar edilmez. Hükmen ölü demektir. Onun için katil, birincisidir. Benim anladığım bu.

Düşünülsün.

METİN

Birisi, bir adamı kasten yaralar ve adam yatağa düşüp ölürse yaralayana kısâs uygulanır. Ancak,

yaralının boynunun kesilmesi ve yaranın iyi olması gibi ölümün yaraya nispetini kesecek bir durum

varsa müstesnâ.

Daha önce de belirttiğimiz üzere yaralı veya velileri adam ölmeden yaralayanı affederlerse

istihsânen bu af sahîhtir. Bir kimse, kendisinin, Zeyd’in, bir aslanın ve bir yılanın birer fiili sebebiyle

ölürse, eğer öldürme taammüden olmuşsa, Zeyd’in üçte bir diyet ödemesi gerekir. Taammüden

olmamışsa, üçte bir diyet, Zeyd’in âkilesine gerekir. Çünkü aslanın ve yılanın fiili tek cinstir ve

dünyada ve âhirette karşılıksızdır. Zeyd’in fiili hem dünya hem de âhirette muteberdir. Adamın

kendisinin fiili ise dünyada karşılıksız, âhirette ise muteberdir. Adamın bu fiili karşılığında günahkâr

olacağında icmâ vardır. Demek ki adamın ölümüne sebep olan fiiller üç çeşittir. Bunun ifade ettiği

şudur: Maktûlün fiilinin, aslanın ve yılanın fiillerinden ayrı bir cins sayılması için uhrevî mesuliyet

açısından muteber olması gerekir. Kâtiller birden fazla bile olsa diyet de üçte biri geçmez. Çünkü

her cinsin fiili tektir. İbn-i Kemâl.

İZAH

«Ancak, ölümün yaraya nispetini kesen bir şey varsa müstesnâ ilh…» Minah’ta şöyle denilmektedir:

«Çünkü yaralamanın, ölüm sebebi olduğu açıktır. O halde, boğazını kesmek ve yaranın iyi olması

gibi, ölümün yaraya nispetini engelleyen bir şey olmadıkça, ölüm yaraya nispet edilir.»

«Zeyd diyetin üçte birini öder ilh…» Çünkü âkile, taammüden öldürmelerdeki diyeti yüklenmez. Ama

daha önce belirtildiği ve ileride de geleceği gibi kısâs da uygulanmaz. Kısâs hakkı bölünemeyeceği

için, birisini öldürdüğü zaman kısâs uygulanmayan biri ile birlikte bir adamı öldürene kısâs

uygulanmaz.

«FiiIIer üç çeşittir iIh…» Sanki ölen üç fiil sebebiyle ölmüştür. Her bir fiille telef olan adamın üçte

biridir. Dolayısıyla ona diyetin üçte birini vermesi gerekir. Hidâye.

«Fiilinin ayrı sayılması için ilh…» Çünkü eğer aslanın fiili gibi uhrevî mesuliyet açısından da

muteber olmasaydı Zeyd’in, diyetin yarısını ödemesi gerekir.

«Katil birden fazla bile olsa diyet üçte biri geçmez ilh…» Yani Zeyd’in yanında başka bir kişi daha

olsa üçte bir diyeti birlikte verirler.

Ben derim ki: Tatarhâniyye’nin Çeşitli Meseleler bahsinde şöyle denilmektedir: «Birisi bir adamı

yaralasa, sonra bir başkası daha yaralasa, daha sonra da bunlara yaptığı karşılığında mesuliyet

gerekmeyen birisinin yaralaması eklense, adamlardan her birine üçte bir diyet icap eder. Geriye

kalan üçte bir de hederdir.»

Aynen buna benzer ifadeler. Cevhere’de, kölenln cinayeti konusunun baş tarafında da vardır.

Tûrî’nin, Tekmilesi’nde de şu cümleler yer almaktadır: «Bir kimse birisinin elini kesse, başka biri

yaralasa, eli kesilen kendi kendini yaralasa ve bir de yırtıcı hayvan parçalasa, el kesene ve

yaralayana ayrı ayrı dörtte birer diyet ödemeleri icap eder. Çünkü bir can dört ayrı cinayetle telef

olmuştur. Bunlardan ikisi muteberdir.»

Bu ibarenin benzeri ifadeler, «Kişinin yolda meydana getirdiği şeyler» konusunun sonunda şu

şekilde gelecektir: «Bir adam, kuyu kazmaları için dört işçi tutsa, kuyu üzerlerine çöküp işçilerden

birisi ölse, diyetin dörtte biri düşer, geriye kalan dörtte üçü de üç işçi eşit olarak öderler.»

Bunlardan anlaşılıyor ki, yukarıda söyledikleri bu konuda âlimlerden nakledilenlere aykırıdır.

Ben derim ki: Bu ifadelerden, zamanımızda karşılaşılan şu tür hadiselerin fetvâsı da

anlaşılmaktadır: Bir adam, bir çocuğu bıçakla karnından yaralıyor ve barsakları çıkıyor. Çocuk bir

cerraha götürülüyor. Cerrâhın barsakları yerine koyabilmek için yarayı genişletmesi gerekiyor.

Çocuğun babası da buna izin veriyor. Cerrah yarayı açıyor fakat aynı gece çocuk ölüyor. Bu

durumda yaralayanın yarım diyet ödemesi gerekir. Çünkü cerrahın yaptığı, babanın izni ile

olmuştur, dolayısıyla sorumluluk yüklenemez.

METİN

Müslümanlara kılıç çekeni derhal öldürmek gerekir. Nitekim İbn-i Kemâl bunu sarahaten

söylemiştir. O Vikâye’nin ibaresini değiştirerek, şöyle demiştir: «Başka bir yolla önlemek mümkün

değilse, müslümanlara kılıç çekene, öldürerek engel olmak gerekir.» Bu, Kifâye’de de şu sözlerle

açıklanmıştır: «Çünkü bu, hücum edeni engellemek kabilindendir. Şumnî ve başkaları da böyle

demişlerdir.»

Bu hükmü teyit edecek sözler ileride gelecektir. Saldıran bir deveyi öldürenin aksine, onu öldürene

hiçbir şey gerekmez.

Şehir içinde veya dışında gece veya gündüz birisine silah çekeni yahut şehir içinde gece ya da

şehir dışında gündüz sopayla saldıranı, saldırıya uğrayan öldürürse yine bir şey gerekmez.

Bir kimse kendisine silâh çeken deliyi kasten öldürürse, kendi malından diyet ödemesi gerekir.

Çocuğun ve hayvanın saldırması durumunda da hüküm aynıdır. İmâm Şâfiî: «Gelecek zararı

önlemeye yönelik olduğu için, bunların hiç birisinde mesuliyet (zamin olma) yoktur» der.

Saldıran bir defa vurur ve ikinci defa vurmak istemeyerek çekilir, buna rağmen saldırıya uğrayan

onu öldürürse, kendisi de kısâsen öldürülür. Çünkü saldırgan geri çekilmekle tekrar dokunulmazlık

kazanmıştır.

Ben derim ki: Saldıran, (vurmak maksadıyla) kılıcı çekmiş vaziyette olduğu müddetçe öbürü ona

vurabilir. Aksi halde vuramaz.

Bir kimse geceleyin birinin evine girip malını çalsa, ev sahibi de hırsızı takip edip öldürse bir şey

gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) «Malın için savaş» buyurmuştur. Hırsız malı çalmak

istediği zaman, başka yolla malını kurtarma imkânına sahip değilse, hırsız daha malı almadan önce

öldürse hüküm yine aynıdır. Sadruşşerîa.

Suğrâ’da şöyle denilmektedir: «Bir kimse birinin malını kastetse; eğer mal on dirhem veya daha

fazla ise; mal sahibinin öldürme hakkı vardır. Daha azsa dövüşür ama öldüremez. Bu durumdaki

katil hırsızın kendisi ile kavgalaştığını söylediğinde eğer delili varsa kabul edilir. Delili yoksa,

maktûl hırsız ve kötü olarak biliniyorsa istihsânen kısâs uygulanmaz. Katil kendi malından

maktûlün varislerine diyet öder.» Bezzâziye.

Yukarıdaki hükümler; ev sahibinin, bağırdığı zaman hırsızın malı bırakacağını bırakacağını

bilmediği zaman hakkındadır. Fakat bağırdığında hırsızın malı bırakıp kaçacağını bilir, buna rağmen

onu öldürürse kısâs uygulanır. Malı gasbedilen kişinin, gasbı öldürmesi de aynı hükümdedir, kısâs

gerekir. Çünkü diğer müslümanlardan veya devletten yardım isteyerek gasıbın şerrini defetmeye

gücü yeter.

İ Z A H

«Müslümanlara ilh…» Bu kelimenin hem «kılınç çeker» hem de «gerekir» fiilleri ile ilgili olması

caizdir. Yani mana : «Müslümanlara kılınç çekeni öldürmek gerekir» şeklinde de, «Kılınç çekeni

müslümanların öldürmeleri gerekir» şeklinde de anlaşılabilir.

Câmîussağîr’in ibaresi: «Müslümanlara kılınç çekeni öldürmek, müslümanların vazifesidir.

öldürdükleri için de kendilerine birşey gerekmez.» şeklindedir.

Ebussuud, Şeyh Abdü’l-Hâyif’den bu konuda zımmîlerin de müslümanlar gibi olduğunu nakleder.

«Derhal ilh…» Yani vurmak maksadıyla müslümanlara kılınç çektiği anda. Onlardan ayrıldıktan

sonra öldürülmesi ise câiz değildir.

«İbn Kemâl sarahaten söylemiştir ilh…» Yani ‘derhal’ öldürülmesi gerektiğini açıkça söylemiştir.

Eğer, «İbn Kemal buna işaret etmiştir» deseydi, daha iyi olurdu. Çünkü o bunu açıkça söylememiş

«engel etmek gerekir» sözü ile işaret etmiştir. Çünkü engel olmak, ancak saldırı esnasında

mümkün olur.

«Kifâyede de açıklanmıştır ilh…» Bu, ibn Kemâl’in sözü değildir. Kifâye’nin ibaresi şu şekildedir:

«Yani kılınç çekeni engellemek gerekir, çünkü zararı önlemek vaciptir.»

Mi’râc’da ise: «Vacip olan zararı engellemektir, adamı öldürmek değil» denilmektedir.

«Bu hükmü teyid edecek sözleri Feride gelecektir îlh…» Yâni bundan maksadın: «Başka yolla

önlemek mümkün olmadığı takdirde, onu öldürebilir» demek olduğunu teyid edecek sözler,

gelecektir. Bu sözler biraz sonra gelecek olan, Sadruşşerîa’nın ibaresi ve daha sonra da metnin

ibaresidir.

«Onu öldürene birşey gerekmez ilh…» Daha sonra gelen: «Eğer deli silah çekerse» sözü; bunun

saldıranın mükellef olması halinde söz konusu olduğuna delâlet ediyor.

Saldıranı öldürmek vacip olmayınca, katile tazminatın gerekli olduğu düşünülebilir. İşte bunu izale

için müellif hiç bir şeyin gerekmeyeceğini açıkça belirtmiştir. İbn Kemâl.

«Bir adama silâh çeken ilh…» Maksat; halin delâletinden anlaşıldığına göre öldürmek maksadıyla

silâh çekendir. Şaka veya oyun olsun diye silâh çeken ise öyle değildir. Zeylaî. Talâk bahsinde bu

meseleyi zikretmiş ve bir tek kiçinin de, müslümantar hükmünde olduğunu ilâve etmiştlr.

«Geceleyin veya gündüz ilh…» Çünkü silâh durdurulamaz. öldürerek önleme ihtiyacı duyulabilir.

Hîdâye. Yâni silâhı engellemek fçin öldürmekten başka çare olmaz.

«Yahut ona sopa ite saldınrsa ilh…» Çünkü, her ne kadar küçük olan sopayı, öldürmeden başka bir

yolla durdurmak mümkünse de, geceleyin kendisine yardım gelmeyeceğl için, saldırganı öldürmek

suretiyle saldırıyı önlemek zorunda kalır. Şehir dışında gündüzleri de aynıdır. Çünkü orada da

yardım göremez. Bazı âlimler: Durdurulması mümkün olmayan büyük sopanın da, Ebû Yûsuf ve

Muhammed’e göre silah hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Hidâye.

«Saldırıya uğrayan öldürürse ilh…» Veya saldırıya uğrayanı korumak içln bir başkası öldürse.

Zeylaî, Kifâye’de: «Eğer saldırgan, saldırıya uğrayanı terkeder, buna rağmen öldürürse günahkâr

olur.» denilmektedlr.

«Teammüden öldürürse diyet gerekir ilh…» Yani keskin bir âlet veya benzeri bir şeyle öldürürse

diyet öder. Amde benzeyen blr şekilde öldürdüğünde de durum aynıdır. Bu durumda, bir kötülüğü

uzaklaştırma gibi, öldürmeyi mübah kılan blr sebep bulunduğu için kısası gerekmez. Konunun

tamamı Hidâye’dedir.

«Küçük çocuk ve hayvanın saldırması da delinin saldırması gibidir ilh…» Yani bunların saldırılanı

önlemek için öldürülmeleri halinde öldüren sorumtudur. Şu var ki, çocuğu öldürmüşse diyet,

hayvanı öldürmüşse kıymetini ödemesi gerekir.

Remlî; öldürülen çocuk veya delinin köle olmaiarı durumunda katilin, hayvanda olduğu gibi

kıymetlerlni ödemesi gerektiğini, söyler.

Ben derim ki: Nihâye’de aynen şu ibareler yer almıştır: «Alimler, saldıranın köle veya Harem

mıntıkasındaki bir av hayvanı olması durumunda, dünyevî sorumluluğun olmadığında ittifak

etmişlerdîr. İmâm Tlmurtâşî de böyle demiştir.»

Nihâye’deki bu sözlerin benzeri Mi’râc’ta da vardır. Allâme İtkânî;

Gâyetü’l-Beyân’da Tahâvî Şerhi’nden naklen deli ve çocukla hayvan arasındaki farkı zikretmiştir.

Oraya müracaat edilebillr.

«Dokunulmazhğı geri döner ilh…» Bundan sonra öldürürse, masûm ve mavlûm birisini öldürmüş

olur. Bu durumda da kendisine kısâs gereklr. Zeylai.

«Geceleyin evine gireni ilh…» Bunun mefhumundan anlaşıldığına göre, gündüz gireni öldüremez.

Çünkü gündüzün, bağırdığı zaman yardım gelir.

«Mah almadan önce öldürdüğünde de durum aynıdır.» Hâniyye’de şöyle denilmektedir; «Bir kimse

malını çalan veya duvarını ya da başka birinin duvarını delen hırsızlığıyla tanınan birisini görüp

bağırsa; fakat hırsız kaçmasa onu öldürebilir ve kendisine kısâs gerekmez.»

«Suğrâ’da şöyle denilmektedir ilh…» Metinlerdeki ve şerhlerdeki ifadeler fetvâlardaki sözlerle

kayıtlanamamakla birlikte, musannıf bununla, metinler ve şerhlerde mutlak ifade edilen meselenin

(çalınan malın on dirhem veya daha fazla olması meselesi) kayıtlandığını ifade etmek istemiştir.

Metin müellifi, «Yol Kesme» konusunun sonunda şunları söylemektedir: «Nîsâba bâliğ değilse bile

kişinin malı içîn dövüşmesi caizdir. Onunla dövüşen kişi öldürülür.»

Minah’ta da Bahr’dan naklen şu cümleler yer almaktadır: «Bir kimsenin yanında on dirhemden daha

az mal varken, karşısına hırsızlar çıksa, onlarla dövüşmesi helâl olur. Çünkü Hz. Peygamber

(s.a.v.): «Malın için dövüş» buyurmuştur. Mal kelimesi aza da çoğa da şâmildir.» Sâlhânî.

«Malından, maktulün vârislerine diyet öder.» Bezzâziye. Bezzâziye’nin, Kitabû’l-Vesâya bahsinin

baş tarafındaki ibare şu şekildedir: «Ev sahibi hırsızı öldürür ve kendisi ile boğuştuğunu isbat

ederse, kanı hederdir. İsbat edemezse ve maktûlün kötü ve hırsız biri olduğu bilinmiyorsa ev sahibi

kısâsen öldürülür. Ama hırsızlıkla ithâm edilen biri ise, katilin kıyasa göre yine öldürülmesi gerekir.

Ama istihsânen, kendi malından maktûlün vârislerine diyet ödemesi icâbeder. Çünkü halin delâleti

malda değil; kısasta şüphe doğurmuştur.»

«Gâsıbı engellemeye muktedir olduğu için ilh…» Ama zamanımızda olduğu gibi müslümanlar ve

devlet hırsıza engel olmadıkları takdirde hadisin oluşundan hareketle, mal sahibinin hırsızı

öldürmesinin caiz olduğunu söyleyebiliriz.

METİN

Öldürülmeyi hak eden birisi Harem-i Şerîfe sığınsa Şâfiî’nin hilâfına orada öldürülemez. Öldürülmek

için çıkartılamaz. Ancak mecbur kalıp da Harem’den çıkması için aç ve susuz bırakılır. Çıktığında da

öldürülür. Azalardan birisine kısas uygulanacak olana ise Harem’in içinde kısas tatbik edilir.

Harem’in içersinde birini öldürmüşse, bütün âlimlere göre orada öldürülür. Sirâciyye.

Kâbe-i Muazzamanın içinde öldürmesi halinde ise, orada öldürülmez. Musannıf bunu Hacc

Bahsi’nde zikretmiştir.

İZAH

«Öldürülmeyi hak eden ilh…» Birisini öldüren veya zinâ eden kimse gibi, kanı mübah olan. Allâme

Sindî’nin El-Mensikü’l Mutevassıt’ta zikrettiği üzere içki için veya haddi gerektiren başka suçları

işleyenlerde böyledir. Sindî, Mürted için de aynı hükmün uygulanacağını söyler. Ama biz; Hac

bahsinin sonunda Müntekâ’dan naklen, mürtede İslâm’ın arzedileceğini, kabul ederse serbest

bırakılacağını, etmezse, öldürüleceğini ifade etmiştik. Kârî de aynısını Mensik şerhi’nde Netf’ten

nakletmiş ve bunun âlimlerin mutlak ifadelerine aykırı olduğunu söylemiştir. Şu var ki; eğer:

«Mürtedin İslâm’ı kabul etmemesi, Harem’de işlenen cinayettir» denilirse o başka. Yine Kârî’nin

Bedâiden naklettiğine göre: Bir harbî Harem’e sığınsa, İmâm Ebû Hanîfe ve Muhammed’e göre

öldürülmez ve oradan çıkartılmaz. Ebû Yûsuf’a göre ise çıkartılabilir.

«Harem’in içerisinde kısas tatbik edilir ilh…» Had de uygulanır. Hânîyye’de Ebû Hanifeden rivâyet

edildiğine göre Harem’de hırsızın elinin kesilmeyeceği, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise

kesilebileceği zikredilmektedir. Harem içerisinde haddi gerektiren bir suç işlerse kendisine orada

had uygulanır.

«Kâbeyi Muazzama’da öldürürse ilh…» Diğer camiler de aynı hükümdedir. Çünkü camilerde böyle

şey yapılamaz. Rahmetî.

METİN

Bir kimse başka birine: «Beni kılınçla öldür» dese, öbürü de öldürse kısas uygulanmaz, katilin diyet

ödemesi gerekir. Sahih olan görüşe göre diyet katilin kendi malından ödenir. Çünkü can

konusunda izin verme geçersizdir. Şu kadar var ki; izin şüphesinden ötürü kısâs düşer.

«Kardeşimi, oğlumu, babamı öldür» dediği takdirde de durum aynıdır. Kâtilin, istihsâna göre diyet

ödemesi icabeder. Bezzâziye’de de Kifâye’den naklen böyle denilmiştir. Yine Bezzâziye’de

Vâkıât’tan, adamın oğlu küçük olduğu takdirde kısasın uygulanacağı nakledilmiştir.

Hâniye’de: «Birisi: Kanımı sana parayla veya şu kadara sattım dese, öbürü de öldürse kısâs

uygulanır.» denilmektedir.

Başka birisine: «Babamı öldür» demesi durumunda, oğluna diyet vermesi icabeder. «Elini kes!»

demesi halinde eğer keserse, kısâsen onun da eli kesilir.

Birisi «Oğlumun başını yar» der, öbürü de yararsa birşey gerekmez. Bundan dolayı ölürse diyet

ödemesi icabeder. Bir görüşe göre ise, diyet de gerekmez. İmâdiye’de belirtildiğine göre.

Rüknü’l-İslâm bu görüşün sahih olduğunu söylemiş, Tarsûsî de tercih etmiştir. İbn Vehbân îse

bunu reddeder.

Bir kimse: «Kölemi öldür veya elini kes» dese, öbürü de denileni yapsa tazminat gerekmez. Bunda

icmâ vardır. «Elini veya ayağını kes» demesi halinde de yara canına sirâyet etse bile hüküm aynıdır.

Çünkü organlar mal gibidir, onlara dair emir sahihtir.

«Bana şu kumaşı veya şu kadar lira vermen şartıyla şu uzvu kes» dese, öteki de kesse elin diyetini

ödemesi gerekir, kısâs gerekmez. Önceki anlaştıkları meblağ (kumaş veya para) da bâtıl olur.

Bezzâziye.

İZAH

«Kılınçla öldür ilh…» Şârih musannıfın: «Beni öldür» sözünü «kılınçla» kayıtlamıştır. Çünkü daha

sonra: «Kendi malından diyet gerekir» sözü bunu gerektirir. Zira kesici olmayan bir âletle, -meselâ

bir ağırlıkla- öldürürse diyeti âkilenin ödemesi gerekir. T.

«Sahîh olan görüşe göre ilh…» Umdetu’l-Muftî’de sadece bu (diyeti kendi malından ödeyeceği)

zikredilmiş. Muhtasaru’l-Muhît’te ise Şerhu’l-Vehbâniyye’de olduğu gibi bunda ittifak olduğu ifade

edilmiştir.

«Kısas düşer ilh…» Şarih bunu: «Çünkü can konusunda izin verme geçersizdir» sözünün

şumülünden çıkarmak için söylemiş gibidir. Çünkü kılınçla öldürme durumunda insanın ilk aklına

gelen kısâstır.

«Eğer oğlu küçükse kısâs uygulanacağı ilh…» Yani kıyasa göre böyle olması gerekir. Görünen o ki,

çocuğu «küçüklük»le vasıflamak, büyük çocuğun böyle olmadığına işaret için değildir. Kardeş de

aynen oğul gibidir. Bezzâzlye’nin ibaresi şu şekildedir: «Vâkıâtta şöyle denilmektedir:

Baba; «oğlumu öldür» dese, oğlu da küçük olsa odam öldürürse kısâs uygulanır. «Elini kes» dese,

o da kesse yine kısas gerekir. «Kardeşimi öldür» dese ve emredilen öldürse, eğer emreden

kardeşine varis ise, ikinci imâm (Ebû Yusuf)’dan bir rivayete göre -ki bu kıyastır- kısâs icabeder.

İmâm Muhammed vâsıtasıyla İmâm A’zam’dan gelen rivâyete göre ise diyet gerekir. Kifâye’de oğul

ile kardeş aynı tutulmuş ve kıyasa göre hepsinde kısâs icabeder. İstihsâna göre ise, «diyet ödenir»

denilmiştir. İzah’da zikredilenler de, Kifâye’dekilere yakındır.»

«Birisi kanımı sana şu kadara sattım dese ve diğeri öldürse, kısas uygulanır» Çünkü bu sâtış

batıldır. Bu söz, öldürmeye izin vermek değildir. Dolayısıyla «Beni öldür» demesine benzemez. T.

«Elini kes demesi durumunda kısâs uygulanır» Çünkü bu meselede hakkı almak onun değil,

babasının hakkıdır. Dolayısıyla onun, babasının elini kesmesi için verdiği emir kısâsı düşürmez.

Rahmetî. Düşünülsün.

«Oğlumu yarala demesi halinde ilh…» Ben bu meseleyi Hâniyye’de görmedim. Ama Müctebâ’da şu

ibare ile zikredilmiştir: «Eğer birisine, onu yaralamasını emretse, o da yaralasa bir şey vermesi

gerekmez. Fakat bu yaradan dolayı ölürse diyet ödemesi icabeder.»

«Onu yaralamasını emretse..» cümlesindeki «onu» zamirinin, emredenin kendisinin yerine

kullanılmış olması muhtemel olduğu gibi, Müctebâ’daki bu cümleden az önce geçen «oğul» yerine

kullanılmış olması da muhtemeldir. Şârih bu ihtimallerden ikincisini anlamıştır. Şu var ki; bu

durumda, uzvu kesme konusundakı emirle, yaralama konusundaki emir arasındaki fark görülmez.

Düşünülsün.

«Yara canına sirayet etse ve ölse bile ilh…» Tatarhânîyye’de bu hüküm Şeyhu’l-İslâm’a nisbet

edilmiştir. Yine orada Tahavî Şerhi’nden naklen şöyle denilmektedir: «Birisi, başka birine: «Elimi

kes» dese, Eğer onu elinde kangren gibi bir hastalıktan tedavi maksadıyla yaparsa birşey

gerekmez. Tedavî maksadı olmadan ise kesmesi helâl olmaz. Her iki halde de, emredilen keser ve

bu canına sirayet ederse tazminat gerekmez.

BİR UYARI:

Câmiu’l-Fusuleyn’in 33. faslında şunlar yer almaktadır:

Buhâra’da şöyle bir olay cereyan etti: Bir adam başka birine: «Bana ok at, tutayım» dedi, öbürü de

attı ve adamın gözüne isabet edip gözü çıktı. (Bunun hükmü nedir?)

H.: «Bana karşı bir cinayet işle» deyip diğerinin de işlemesi durumunda olduğu gibi burada da oku

atana sorumluluk gerekmez» demiştir.

Diğer bazı âlimler de: «Elimi kes» demesi haline kıyasla, bunda da tazmînatın olmadığına fetvâ

vermişlerdir.

Muhît sahibi ise şöyle der: «İhtilâf, kısasın gerekli olup olmadığı konusundadır. Kendi malından

diyet vermesinin gerekliliğinde şüphe yoktur. Çünkü Kitâb’da: «Biri biriyle yumruklaşan iki kişiden

birisinin gözü çıksa, kasden olduğu için, taraflardan birisi diğerine: «Haydi gel, haydi» dese bile

kısâs yapmak mümkünse kısâs uygulanır. Aynı şeklide: «Taraflar, oyun olsun diye veya öğretmek

için biri birleri ile kavga etseler ve birisinin elindeki tahta ötekinin gözüne rastlayıp çıkarsa,

mümkünse kısâs uygulanır.» demektedir.

AIIame Remlî, Muhît üzerîne yazdığı haşiyesinde şöyle demektedir:

«Ben derim ki: Bu meselede iki görüş vardır; Mecmau’l-Fetâva’da belirtildiğine göre: Adamlardan

her biri diğerine: «Haydi gel, haydi gel» dese ve birbirlerine yumruk vurup, karşılıklı dişlerini

kırsalar, ikisine de bîr şey gerekmez. Bu; birisinin: «Elîmi kes» deyip, öbürünün de kesmesine

benzer. Hâniye’de de böyle denilmektedir.»

Kitâb’daki meselenin hükmün gerekçesinden anlaşılan şudur: Adamın: «Haydi gel» demesi onun

gözünü çıkarmasına izin vermesi manasına gelmez. Çünkü yumrukla dövüşülüp, hiç yara

alınmaması muhtemeldir. Aynı şekilde, ok atıldığında da yara almamak muhtemeldir. Bundan

dolayı: «Bana ok at ve haydi, haydi» demesi uzvunu telef etmesi için sarih izin değildir. «Elîmi kes»

veya «Bana karşı suç işle» demesi ise böyle değildir. Onun için bu olayın ona kıyaslanması doğru

olmaz. Bu meselede açık olan şu ki: Organlar mal gibidir, onların telef edilmesi konusundaki izin

muteberdir.

METİN

FER’İ MESELELER:

Kısasın katilden başkabirisine hibe edilmesi (kısasa yetkiliolanın; «Sana kısası hibe ettim» demesi)

caiz değildir. Çünkü onda temlik geçerli değildir.

Maktûlün velisinin katili affetmesi, bir mal mukabilinde sulh yapmalarından daha efdaldir. Sulh da

kısastan daha iyidir. Yaralının affetmesi de aynıdır.

Katilin kendisine kısâs için teslim etmedikçe tevbesi sahih olmaz. Vehbâniye.

Usûl âlimlerine göre hadlerde olduğu gibi kısası uygulamakta da devlet başkanının bulunması

şarttır. Fakihler ise hadler ile kısası farklı mütâlaa etmişlerdir. Eşbâh.

Eşbâh’da : «Hadler şüphelerle düşürülür» kaidesinde: «Yedi yer hariç kısâs da hadler gibidir»

denilmektedir. Bu yedi yer şunlardır:

1 – Hâkimin kendi bilgisine dayanarak kısasa hükmetmesi caizdir. Hadde hükmetmesi ise caiz

değildir.

2 – Kısas hakkı vârise intikâl eder, had ise etmez.

3 – Kısası affetmek caizdir, haddi affetmek ise caiz değildir.

4 – Öldürme olayına şahitlikte bulunmaya, zaman aşımı mani değildir. Kazf (iftirâ) haddin dışındaki

hadlerde ise, zaman aşımı şahitlîğe mânidir.

5 – Dilsizin işareti ve yazısı ile kısas sabit olur, had ise sabit olmaz.

6 – Kısasta şefâat caizdir, had de ise câiz değildir.

7 – Kısasa hükmedilebilmesi için dava açılması şarttır. Kazf haddinin haricindeki hadlerde ise dâvâ

şart değildir.»

Kınye’de şöyle denilmektedir: Birisi, bir adamın kapısından baksa, ev sahibi de adamın gözünü

çıkarsa, onu uzaklaştırmak için başka çaresi yok idiyse bîrşey lâzım gelmez. Ama başka bir yolla

uzaklaştırması mümkünse sorumlu olur. İmâm Şâfiî’ye göre her iki halde de sorumluluk gerekmez.

Adam, bir başkasının kapısından kafasını soksa, ev sahibi de bir taş atıp gözünü çıkarsa bütün

âlimlere göre bir şey gerekmez. Alimlerin ihtilâfı; yabancının dışarıdan bakması halinde gözünü

çıkaranın sorumlu olup olmayacağındadır. Allah (c.c.) en iyisini bilîr.

İ Z A H

«Katilden başkası için ilh…» Aynı gerekçeden dolayı kısasın katile hibesi de caiz değildir. Bunu

Hamevî ifade etmiştir. Bu iki surette kısas düşer mi. düşmez mi meselesi için T.’ye bak. Zâhir olan

şu ki, düşmeyeceği konusunda tevakkuf edilmez. Çünkü caiz olmaması için kısasın

düşmemesinden başka sebep yoktur.

«Kendisini kısâs için teslim etmedikçe katilin tevbesi kabul edilmez ilh…» Yani sadece tevbe kâfi

gelmez.

Tebyinü’lMehârim’de şöyle denilmektedir: «Bilmiş ol ki, katilin tevbesi sadece istiğfar ve

pişmanlıkla tamam olmaz. Ayrıca maktûlün velilerini de razı etmek gerekir. Eğer öldürme

teammüden olmuşsa; katilin, maktûlün velilerine kısâs için imkân vermesi gerekir, veliler isterlerse

katili öldürürler, isterlerse hiçbir şey almadan affederler. Eğer affederlerse tevbe kâfi gelir.»

Az önce işaret ettiğimiz gibi, katil af ile dünyada temize çıkar, ama âhiretteki durumu ne olur? Bu,

onunla Allah arasında birşeydir. Bu mesele şuna benzer: Adamın, birisine borcu olur, alacaklı

borcunu alamadan ölür, varisleri, de alacaklarından vazgeçerler. Bu durumda, borçlu bundan

sonrası için ibrâ edilmiştir. Ama daha önce zulmünden dolayı temize çıkamaz. Katil de aynıdır.

Maktûlün varisleri affederlerse kısâs ve diyetten kurtulur ama işlediği zulmün cezasından

kurtulamaz. Tatarhâniyye.

Ben derim ki: Görünen o ki; önceki zulüm tevbe ile düşmez. Çünkü ona maktûlün hakkı tealuk

etmiştir. Ama günah işlemek suretiyle kendisine karşı yapmış olduğu zulüm tevbe ile düşer. Düşün.

Mazlum olarak öldürülen birîsinin varisleri kısâs uygulamışlarsa veya diyet karşılığında ya da

meccânen affetmişlerse, katil âhirette de sorumlu olur mu? Bu mesele He ilgili olarak İmâm

Nevevî’nin Fetevâ’sından naklen Hâmidiyye’de:

«Şeriatin Zâhirinden anlaşıldığına göre bu durumdaki katilin âhiretteki sorumluluğunun düşmesi

gerekir.» denilmektedir. Tebyînıü’l-Mehârim’de de bazı hadiselerin zahirlerinin katilin sorumlu

olmayacağına delâlet ettiği ifade edilir. Muhtârü’l-Fetâvâ’da ise şöyle denilir: «Kısâs, velilerin

hakkından kurtuluşu sağlar. Maktûl ise hakkını âhirette ister. Çünkü kısasın maktûle hiçbir faydası

dokunmamıştır. Dolayısıyla onun hakkı bakîdir.» Bu, benim az önce, «görünen o ki» diye

ifadelendirdiğim fikri teyid etmektedir.

«Fakîhler ise kısâs ile hadleri farklı mütâlaa etmişlerdir.» Yâni, hadlerle kısasın arasını ayırmışlar,

hadlerin uygulanabilmesi için devlet başkanının (halife’nin) bulunmasını şart koşarken kısas için

gerekli görmemişlerdir. Hamevî.

Hindiye’de şöyle denilmektedir: «Birisi, bir adamı teammüden öldürse ve maktülün bir tek velisi

bulunsa, hâkimin hükmü olsa da olmasa da velinin katili öldürme yetkisi vardır.» T.

«Hâkimin, kendi bilgisine dayanarak kısasa hükmetmesi caizdîr.» Bu: «Hakimin, hadlerin dışındaki

davalarda kendi bilgîsi ile hükmetmesi caizdir.» esasına mebnîdir. Bu gün, hakimin tüm davalarda

kendi bilgisi ile hüküm veremeyeceğine fetvâ verilir. Hamevî. T. şarih: «Kölenin Cinayeti»

konusunun başında bunu zikredecektir.

«Kısas hakkı vârise intikâl eder.» Bu meselenin izahı «Adam öldürmeye şahitlik» konusunun

başında gelecektir.

«Haddi affetmek caiz değildir ilh…» Bu ifade, Kazf haddine de şamildir; ancak, dâvanın mahkemeye

intikalinden sonrasına hamledir. Dava açılmadan önce îse, kazf haddinde de af caizdir.

El-Hâvî’de: «Had sabit olunca artık düşürmek caiz değildir. İftiraya uğrayan kişi, îftîra edeni

affederse bu af batıldır. Bilâhare had istemeye hakkı vardır» denilir.

Şu var ki eğer iftira edilen kişi: «Bana iftira etmedi veya şahitlerim yalan söylediler.» derse, bu sözü

kabul edilir. Bahr’de Şâmil’den naklen böyle denilmiştir.

Yukarıdaki affın bâtıl olmasından maksat şudur: İftirâ edilen, affından döner ve haddin

uygulanmasını talep ederse had tatbik edilir. Çünkü af geçersizdir, taraflar sanki o ona kadar

hasımlaşmamış sayılırlar. Yoksa, iftirâ edilen kişi affedip gittikten sonra, devlet başkanının haddi

uygulama yetkisinin olduğu manasına gelmez. Ebussuud bunu, Eşbâh Haşiyesi’nde ifade etmiştir.

T.

«Kazf haddinin dışındaki hadlerde zaman aşımı şahitliğe mani değildir.» içki içmekde zaman aşımı;

kokunun gitmesi, diğer hadlerde ise bir aydır. Nitekim bu konu Hadler bahsinde geçmiştir. T.

«Hadde şefaat caiz değildir ilh…» Dâva mahkemeye intikal ettikten sonra haddi gerektiren suçlarda

şefaat caiz değildir. Mahkemeye intikal etmeden ve suç sabit olmadan önce ise, meseleyi hâkime

götürenin, şefaatta bulunması ve hakimden onu salıvermesini istemesi caizdir. Çünkü o anda suç

henüz sabit olmamıştır. Nitekim Bahr’da da böyle denilmiştir.

Bîrî’de; Ekmel’in : «şefaat edin, ecir alırsınız» hadisi hakkında şöyle dediği bildirilmektedir: «Hadis

hadlere şâmil değildir. şefaat; zulmü engellemek, bir hatadan kurtarmak ve benzeri, ihtiyaç

sahipleri için vardır. İşleyen ısrarlı olmadığı zaman, kendisinden dolayı had gerekmeyen

günahlarda öyledir. Ama günahta ısrar ederse, günahı ve onda ısrarı bırakıncaya kadar şefaat caiz

olmaz.» Buna benzer ifadeler, Nevevî’nin, MüsIim Şerhi’nden naklen Hamevî Haşiyesi’nde de yer

almıştır.

«Yedincisi ilh…» Eşbâh’ta şöyle denilir: «Sırf had olan (Allah hakkı olan) şeylerde, vakıfta, câriyenin

azadı konusunda ve bir kadının aslında hür olduğu meselesinde, dava olmadan da şahitlik dinlenir.

Ayrıca, ramazan ayının sübutu gibi sırf Allah hakkı olan meselelerde talak (boşama), ıyla (karısına

dört ay yaklaşmamaya yemin etme) ve zıhâr (karısının bir uzvunu, mahremi olan bir kadının,

bakması caiz olmayan bir uzvuna benzetme) konularında da dâvâ açılmasa bile şahitlik dinlenir.»

«Kazf haddinin dışındaki hadlerde dava şart değildir ilh…» Verinde geçtiği üzere, hırsızlık haddinde

de böyledir. Hırsızın kolunun kesilmesî için; malı çalınanın, malını istemesi şarttır. Hırsız, yabanda

olan birisinin malını çaldığını ikrar ederse mal sahibi gelip, dava açıncaya kadar had uygulanmaz.

BİR UYARI:

Hamevî, kısasla hadler arasındaki yedi farka bir sekizincisini daha eklemiştir. O da: Kısası

uygulamak için devlet başkanı şart olmadığı halde, hadlerin uygulanması için şart oluşudur.

Ebussuud: «Bunlara bir dokuzuncusu daha ilâve edilir. O da kazf haddinin hilâfına, kısasda bedel

olmanın (kısas yerine para almanın) câiz oluşudur. Hattâ iftirâ eder, Hakkını düşürmesi için iftirâ

edilene mal verse onu geri alabilir.» demiştir.

Ben derim ki: Buna onuncu bir fark daha eklenmelidir. O da: Hadde ikrârdan dönmenin cevâzıdır.

(Kısasta ise ikrardan dönmek caiz değildir.) «(Evinin kapısından bakanın gözünü çıkarsa) ittîfakla

tazminat gerekmez.» Çünkü bakan, öbürünün mülkünü meşgul etmiştir. Elbisesini almak isteyen

birisine karşı, onu koruyan ve bunun için öldüren kîşiye tazminat gerekmediği gibi, buna da

gerekmez. Kınye’den naklen Minah.

Mi’râcüddirâye’de ise şöyle denilmektedir: «Bir kimse, bir delikten veya kapı aralığından evine

bakan birisine tahta ile vursa veya bir Çakıl taşı atıp gözünü çıkarsa bize göre tazminat gerekir.

Şâfiî’ye göre ise birşey lâzım gelmez. Şâfiînin delili: Ebû Hureyre (r.a.)’ın Rasûlullah’tan rivayet

ettiği şu hadisi şeriftir: «Birisi izinsiz olarak (senin haremine)! bakar, sen de ona bir küçük taş atıp

gözünü çıkarırsan sana hîçbir vebal yoktur.»

«Bizim delilimiz ise: «Gözde yarım diyet vardır» hadisidir. Bu hadis âmdır. Çünkü sadece bakış,

ona karşı cinayet işlenmesini mübah kılmaz. Nitekim, açık olan kapıdan baksa veya evine girip

orada baksa veya hanımının avret yerinin haricindekî bir yerini görse gözünü çıkarmak caiz olmaz.

Çünkü: «Bir müslümanın kanı helâl olmaz» manasındaki hadis, onun dokunulmazlığının

düşmemesini gerektirir. Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiği hadisten maksat yabancı bir eve bakmayı

men etmede mühalağadır.»

Mîrâcüd dirâye’deki bu sözlerin benzerini Tahtâvî de Şümnî’den nakletmiştir.

Yukarıdaki: «Evine girip orada baksa» sözü, şârih’in sözüne aykırı düşmektedir. Ancak, Şârih’in

söyledikleri, ev sahibinin evine gireni uzaklaştırmak için başka çaresinin olmamasına hamledilir.

Mîrâcüddirâye’deki ise, uzaklaştırmak için başka çaresinin bulunmaması halindedir. Düşünülsün,

Allah (c.c.) en iyisini bilir.

ORGANLARA KARŞI İŞLENEN CİNAYETLERDE KISÂS

METİN

Denkliğin sağlanması mümkün olan her yerde organlar arasında kısâs uygulanır. Buna göre

birisinin elini mafsaldan kesmiş olanın eli kesilir. Şayet kol veya pazu yarıdan kesilmişse veya

burun kemiği kırılmışsa kısâs uygulanmaz. Çünkü bu durumlarda eşitliği sağlamak mümkün

değildir. Kısâs yapılabilmesi için ise, kesilen organla kısâs yapılacak organ arasında eşitliğin

bulunması şarttır.

Câninin eli kestiği elden büyükse kısâs yapılır. Çünkü büyük elin de küçük elin de menfaatı birdir.

Ayak. burun yumuşağı ve kulakta da hüküm aynıdır.

Birisi birinin gözüne vursa ve göz yerinde durduğu halde feri gitse (görmez hale gelse) vurana

kısâs uygulanır. Bunun için, vuran adamın yüzüne ıslak pamuk konulup tam gözünün karşısına da

kızgın ayna tutulur. Gözün tamamının çıkartılması halinde ise kısâs tatbik edilmez. Zira iki göz

arasında eşitlik sağlamak mümkün değildir.

Müctebâ’da şöyle denilir: «Birisi bir adamın sağ gözünü çıkarsa ve kendisînin de sol gözü yoksa,

onun da sağ gözü çıkartılır ve kör bırakılır. İmâm Ebû Yûsuf’tan rivâyet edildiğine göre, şaşı olan

gözü çıkarmaktan dolayı kısâs gerekmez. Baştaki kemiğe varan yarık gibi. Denkliğin sağlanması

mümkün olan bütün yaralamalarda kısâs tatbik edilir.»

İZAH

Müellif, cana karşı işlenen cinayetten dolayı olan kısâsı bitirince tâbî durumunda olan organlardaki

kısâsa geçti.

Şu bilinmelidir ki, bir cinayetten dolayı kısâs ancak yara iyileştikten sonra tatbik edilir. İmâm Şafiî

ise, daha önceden uygulanacağı görüşündedir. Nitekim bu mesele: «Başı yaralama» bahsinin

sonunda gelecektir.

«Eli mafsaldan kesene kısâs uygulanır.» Kesme silahla olsun, başka bir şeyle olsun farketmez.

Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, cana karşı olanların dışındaki cinayetlerde, amde benzeyen

nevi yoktur.

«Kolun yarısından ilh…» Bundan maksat mafsaldan olmayan kesiktir.

«Burun kemiği ilh…» Burun kemiği, kemik olduğu için yarıdan da kesilmiş olsa, tamamı da kesilmiş

olsa kısâs tatbik edilmez.

«Eşitliği sağlamak mümkün olmadığı için ilh…» Çünkü cânînin uzvundan daha çok bir miktar

kırılabilir veya fazlaca bir noksanlık meydana gelebilir.

«Eli öbürünün elinden büyük bile olsa ilh…» Kemiği meydana çıkaracak şekilde başı yarma ise,

böyle değildir. Eğer yaralının başındaki yarık alnın tamamını kaplasa, ama başının büyüklüğünden

dolayı yaralananın alnını kaplamasa başın büyüklüğü göz önünde tutulur. Bu durumda, yaralı

muhayyerdir. İsterse başındaki yarığın büyüklüğü kadarına kısâs uygulatır, isterse yarığın dîyetini

alır. Çünkü burada meydana gelen kusura itibar edilir. Cânînin başında meydana gelecek olan

kusur, öbürünün başındakinden azdır. Cânînîn alnının tamamı yarılsa, o zaman da hakkından

fazlası yapılmış olur. Hem manen hem de şeklen eşitlik bulunmamış demektir. Onun için ya şeklî

eşitliği terkeder ve yarası kadar yaralayarak manen eşitlik sağlar, ya da kısâstan vazgeçer, diyet

alır. Büyük el ile küçük el ise böyle değildir. Çünkü menfaatleri aynıdır (ikisi de aynı işi yapar) İnâye

ve diğer eserler.

Musannıf elin el karşılığında kesilmesi durumunda eller arasındaki büyüklük ve küçüklük farkının

kısâsa engel olmadığını özellikle zikretmiştir. Çünkü ileride geleceği üzere, sağlam el çolak el

karşılığında, sağ el, sol el karşılığında kesilmez. Cevhere.

«Burun yumuşağı ilh…» Musannıf bu sözü ile burun kemiğinin kesilmesi halini hükmün dışına

çıkarmıştır. Nitekim bu mesele daha önce geçti.

Tahtâvî: «Burun yumuşağının bir kısmı kesilirse kısâs gerekmez» der. Zahîre.

Burunun bir tarafının kesilmesi durumunda, sahih olan rivâyete göre âdil birisinin takdir edeceği bir

mikdar tazminat gerekir. Hazânetü’l-Müftin.

Başka birinin burnunu kesen cânî’nin burnu, kestiği burundan daha küçükse, burnu kesilen

muhayyerdir. İsterse cânî’nin burnunu keser, isterse diyet alır. Muhît.

Aynı şekilde eğer câninin burnu hastalıklı olur koku almazsa veya kesikse ya da bir hastalıktan

dolayı kusurlu ise, burnu kesilen yine muhayyerdir. isterse cânî’nin burnunu keser, isterse diyet

alır. Zahîre.

«Ve kulak ilh…» Yani kulağın tamamı kesilmişse kesenin de kulağının tamamı kesilir. Eğer kesilen

yer belli olur ve kısâsta eşitliğin sağlanması mümkün ise; bir kısmı kesildiğinde de kısâs uygulanır.

Aksi halde kısâs düşer. Kesenin kulağı, küçük, az duyar veya yarık, kesilen kulak ise büyük veya

sağlam olursa; kulağı kesilen şahıs muhayyerdir. İsterse, cânînin kulağını keser. isterse yarım diyet

alır. Kesilen kulağın kusurlu olması durumunda âdil bir şahsın takdir edeceği ceza ödenir.

«Vurulup da ışığı kaçan göz iIh…« Cânînin gözü, cinayet işlenenin gözünden büyükse veya aksi

olursa yine kısas uygulanır. Aynı şekilde sol göz karşılığında sağ göze kısâs yapılır. Sağ göz

karşılığında ise sol göze kısâs tatbik edilmez. Haniye’deki ifadenin aksine bunda diyet vardır.

(Bir cinayet sebebiyle) gözün beyazlığı kaybolsa ve sonra tekrar görmeye başlasa eğer eski halini

alırsa birşey gerekmez. Eski halinden daha düşük bir duruma düşerse beyazlaşması durumunda

olduğu gibi âdil birisinin hükmü uygulanır. Zahîre’den naklen Kuhistânî’de de böyle denilmektedir.

Dürrü Müntekâ.

Ben derim ki: Kuhistânîde yukarıdaki «Sol göz karşılığında sağ göze kısâs yapılır» sözünün aksi

vâriddir. Hâniye’de de az önce Müctebâ’dan nakledilenler yer almıştır. Cevhere’de ise şöyle

denilmektedir: «Müslümanlar sağ göz karşılığında sol gözün ve sol göz karşılığında sağ gözün

alınmayacağında müttefiktirler.»

Bu meselenin tamamı yakında gelecektir. Dikkatli ol.

«Gözün feri gitse ilh…» Bazı âlimler: «Gözün ferinin gitmesinin işin uzmanı iki kişinin haberi ile

bilindiğini» söyler. İbn Mukatil ise; «Göz açık olarak güneşe tutulduğunda yaşarmazsa feri gitmjş

demektir» der.

«Yüzüne ıslak pamuk konulur ilh…» Bu hadise Hz, Osman (r.a.) zamanında meydana geldi. Hz.

Osman sahabîlerle istişâre etti. Onlar bir cevap vermediler. Nihayet Hz. Ali (r.a.) geldi ve kısâsa

hükmedip, şeklini böylece anlattı. Sahâbelerden kimse buna itiraz etmedi. Hepsi ittifak etti;

Mi’râc.

«İkinci İmâm (Ebû Yûsuf’dan rivayet edildiğine göre ilh…» Müctebâ’ nın ibaresi şu şekildedir: «Bir

kimse şaşı bir gözü çıkarsa; eğer şaşılık görmesine zarar vermiyor idiyse cânînin de gözü çıkartılır.

Şaşılık zarar veriyor idiyse ehli vukûfun takdir edeceğî diyet ödenir. Ebû Yûsuf’tan her hangi bir

kayda tabi tutulmadan şaşı olan göz karşılığında kısas yapılmayacağı rivâyet edilmiştir.»

Bu ibarenin zahiri; birinci görüşün tercih edildiğine delâlet etmektedir. Hâniye’de Ebu’l-Hasan’dan

naklen sadece bu görüş zikredilmiştir. Ama bir yaprak öncesinde: «Şaşı göze karşılık kısâs almaz»

demişti. İbârenin zahiri, hükmün mutlak oluşudur. Hâniye sahibinin adeti meşhur olan görüşü daha

önce vermektir. Onun için şarih sadece o görüşü aktarmıştır. Şurunbulâliyye’nin sözü de buna

meyyal görünmektedir. Anla.

BİR UYARI:

Bir kimse, birinin gözüne vursa ve göz göremeyecek şekilde beyazlaşsa, âlimlerin tümüne göre

kısâs uygulanmaz. Çünkü denkliği sağlamak mümkün değildir.

Bir kimse de, birisinin gözünü çıkarsa ve câninin gözünde onu kusurlu kılan bîr beyazlık olsa, gözü

çıkarılan adam isterse cânînin beyazlı gözünü çıkarır. isterse gözünün diyetini alır.

Bir adam, beyazlığı olan ama gören bir göze karşı cinayet işlese ve kendi gözü de öyle olsa,

aralarında kısas uygulanmaz.

Nûru akıp da kendisi kolan göz karşılığında ehli vukûfun takdir edeceği para cezası uygulanır.

Bir kimse bir göze vursa ve gözbebeğinin yarısı beyazlaşsa yahut ona yara, yel, akıntı veya göze

zarar veren bir şey isabet etse ve bundan dolayı göz kusurlansa yine ehli vukûfun takdir edeceği bir

tazminat gerekir.

«Baştaki, kemiğe vuran yarık ilh…» İlerde, baştaki yaralama konusunda geleceği üzere baştakinin

dışındaki yaralamalarda da kısas uygulanır.

METİN

Dişin haricindeki kemiklerde kısâs yoktur. Dişler büyüklük küçüklük bakımından farklı olsalar bile,

daha önce geçtiği üzere biribirleri mukabilinde kısâs edilirler. Sökülen dişin yerine sökenin dişi de

sökülür. Bazı âlimlerce; «Dişi dibindeki ete kadar törpülenir» de denilmektedir. Geriye kalanda ise,

denklik mümkün olmadığı için kısâs düşer. Çünkü bu, dişin kökündeki etlere zarar verebilir. Kâfî

müellifi bu hükmü benimsemiş. musannıf da : «Müctebâ’da bunlarla fetvâ verildiği belirtilir»

demiştir.

Dişin kırılması durumunda da câninin dişi, kırdığı dişin seviyesine gelinceye kadar törpülenir.

Müctebâ’da şöyle denilmektedir: «Bir sene beklenilir, eğer bu müddet zarfında dış gelmezse kısâs

tatbik edilir. Beklemenin bâliğ olanın değil, çocuğun dişinde olacağı da söylenmektedir. Çocuk bir

sene zarfında ölürse, cânî cezadan kurtulmuş olur. Ebû Yûsuf bu durumda «Bir kişinin tesbit

edeceği bir miktar malın verilmesi gerekir» der. Dişin sallanması halinde verilen vade îçerisinde

düşmemesi halindeki ceza konusunda da ihtilâf vardır. İmam Ebû Yûsuf’a göre, erşi elem (çekilen

acı karşılığında verilen mal) verilmesî gerekir. Bundan maksat dişçi ve doktor ücretidir.»

Meseleyi ileride ayrıca tahkik edeceğiz.

Ön diş karşılığında ön diş, köpek dişi karşılığında köpek dişi kısasen sökülür. Alt dişlere mukabil

üst dişler ve üst dişlere mukabil alt dişler sökülmez. Müctebâ.

Meselenin özeti şudur: Bir organ ancak kendi misli karşılığında kısâs edilir.

İZAH

«Dişin haricindeki ilh…» Bu istisnânın cinsinde ihtilâf edilmiştir. Çünkü tabibler dişin kemik mi

yoksa sinir mi olduğunda farklı görüştedirler. Bazılarına göre o kuru bir sinirdir. Çünkü çıkar ve

yaratılışı tamamlandıktan sonra gelişir. Bazılarına göre ise kemiktir. Hidâye sahibinin dişi kemik

kabul ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü o: «Bundan (kemikten) maksat, dişin dışındakilerdîr»

demektedir. Buna göre metindeki istisnâ, muttasıldır. Diş ile diğer kemikler arasındaki fark; dişin

eğe ile törpülenmesi suretiyle eşitliğin mümkün oluşudur. Mirâc ve İnâye.

«Daha önce geçtiği üzere ilh…» Yâni menfaatları bir olduğu için. Bunda, hükmün, sağlam ve aslî

dişe ait olduğuna işaret vardır.

Kuhistânî’de: «Buradaki dişten maksadın aslî diş olduğu; fazladan çıkmış olanlarda kısâs

gerekmediği ifade edilmektedir.» deniliyor.

Eğer diş aslî değilse o zaman Tatarhâniye’de belirtildiği üzere bilirkişice takdir edilen diyet ödenilir.

Yine Tatarhâniyye’de şöyle bir ibare yer almaktadır: «Cânînin dişi siyah, sarı kırmızı veya yeşilimsi

olsa dişi kırılan isterse kısâs yapar, isterse dişine diyet olarak beşyüz dirhem gümüş para alır.»

Eğer dişi kırılanın dişi ayıplı ise kısas uygulanamaz, bilirkişinin takdir edeceği diyet ödenir.

«Çünkü dişin kökündeki etlere zarar verebilir ilh…» «Dişin kökündeki etler» anlamına gelen kelime;

Nihâye, Zeylaî ve bu metinde «lihât» şeklindedir. Ama doğrusu (peltek se ile) «lisât» olmalıdır.

Nitekim Kifâye’de böyledir. Muğrib’de: «Lihât boğaza yakın olan ettir. Araplar, sahurda sevîk yiyen

kişinin dişleri arasında Lihât’ında mutlaka birşeyler kalır derler. Herhalde bu, dişlerin köklerindeki

et manasına gelen Lisât’tan tahriftir,» denilmiştir.

«Kâfî müellifi bu hükmü benimsemîştir ilh…» Yâni câninin dişinin törpülenmesi gerektiğini

söylemiştir. Hidâye Şârihleri de bunu benimsemişler ve Zahîre ile Mebsût’a nisbet etmişlerdir.

Cevh’ere ve Tebyîn müellifleri de onlara uymuşlardır. Bunlardan hiç birisi bu hükme, dişin kökten

söküleceğini söyleyip de itiraz etmemişlerdir. Aksine, Hidaye’de:

«Eğer kökünden sökmüşse ikincisi de sökülür ve eşit olurlar» denildiği halde; şârihler: «Canînin

dişi sökülmez, törpülenir.» demişlerdir. Anlaşılan. şârihler Hidâye’nin beyan ettiği hükmü

beğenmemişlerdir. Ancak; Muhtasaru’l-Vikâye, Mültekâ, İhtiyâr, Dürer ve başka bazı kitaplarda

Hidaye’nin ibaresi tekrarlanmıştır. Tûrî: Muhît’ten, bu meselede iki rivâyetin bulunduğunu nakleder:

Bazı âlimler de Makdisînin «Dişlerin araları açık olmadığı durumlarda olduğu gibi, biri

söküldüğünde diğerlerinin de Çıkmasından veya diş etlerinin zarar görmesinden korkulması

sebebiyle, sökmenin mümkün olmadığı hallerde törpüleme yönteminin seçilmesi gerekir.» dediğini

naklederler.

Ben derim ki: Şerhu Mîskîn’de Hulâsa’dan nakledilen şu sözler yukarıdaki ifadeleri teyid

etmektedir: «Cânînin dişini sökmek meşrûdur. törpülemek ise ihtiyattır.»

«Dişin, kırılması durumunda, kırılan dişin seviyesine gelinceye kadar törpülenir.» Bu, geri kalan

kısım siyahlaşmadığı takdirdedir. Siyahlaşması halinde ise kısâs gerekmez. Dişi kırılan şahıs kırık

dişi kadarının cânînin dişinden de alınmasını siyahlaşan yerin terkedilmesini isteme hakkı yoktur.

Zâhir rivayete göre, dişin kırılması durumunda kısâs uygulanmaz. Hâniyye.

İleride, Diyetler bahsinde bu tekrar gelecektir. Bezzâziye’de Kadı İmâm’ın şöyle dediği

yazılmaktadır: «Dişin bir kısmının kırılması durumunda; eğer kırık genişlemesine ise kıranın dişi de

eğe ile törpülenir. Uzunlamasına kırılmışsa; kıran, bilirkişinin tesbit edeceği diyeti öder.»

Şurunbulâliyye.

Tatarhâniyye’de ise: «Eğer, diş kısâs uygulanabilecek şekilde düzgün bir şekilde kırılmışsa kısâs

tatbik edilir. Düzgün değilse cânî kırığın diyetini öder. Diyet de her bir diş için beş deve veya beş

sığırdır.» denilmektedir. Burada da kısasın uygulanabilmesi için denkliğin sağlanabilmesi kaydının

yer aldığı görülmektedir.

Hâniyye’de şöyle bir mesele zikredilmektedir: Birisi bir adamın dişine vursa ve diş siyahlâşsa,

sonra da başka birisi o dişi sökse önceki vuranın tam bir diyet -ki o da 500 dirhemdir- sonrakinin

de bilirkişinin tayin edeceği bir tazminat ödemesi gerekir.

Yine Hâniyye’de şöyle denilmektedir: «Birisi bir adamın dişinin dörtte birini kırsa, kıranın dişinin

dörtte biri de kırılan diş kadar olsa, İbn Rüstem’in dediğine göre; kıranın dişi de kırılır. Burada

büyüklüğe ve küçüklüğe itibar edilmez. Kırılacak kısım, kırılan kadar olur. Birisinin elini veya

kulağını kesip de. kendi eli veya kulağı daha büyük olan kimse için de hüküm aynıdır.»

BİR UYARI:

Hulâsa’da şöyle denilmektedir: «Birisi, birinin dişinin bir kısmını kırsa, geriye kalan da düşse

meşhur rivâyete göre kısâs gerekmez. Ama dişe vursa ve diş sallansa fakat değişmese bir başkası

da sökse; her birinin bilirkişinin tayin edeceği bir diyet ödemeleri gerekir.»

«Eğer diş gelmezse kısâs uygulanır ilh…» Yâni diş söküldüğünde yerine gelmezse. Yine

Müctebâ’da belirtildiğine göre; bir kısmı kırılsa bir sene beklenir. Dişte bir değişiklik olmazsa,

kıranın dişi de törpülenir. Dişin sallanması durumunda da bir sene beklenir. Eğer kızarır, yeşerir

veya siyahlaşırsa vuranın kendi malından diyet ödemesi icabeder. Sararması halinde ise âlimlerin

ihtilâfı vardır.

«Çocuğun dişinde beklenilir de denilmektedir.» Mücteba’nın ibaresi şu şekildedir: «Bize göre; ister

kasden olsun, ister hataen; cinayetlerin hepsinde ceza için biraz ağır davranılır. İmâm Muhammed;

ağır davranmanın dişi sökme halinde değil, sallandırma halinde olduğunu söyler. Diş tamamen

sökülmesi durumunda, kısası uygulamak için acele mi edileceği yoksa ağırdan mı alınacağı

hususunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Kudûrî: «Yetişkininkinde değil de çocuğun dişinde ağır

davranılır. Her ikisinde de ağır davranılacağı da söylenilmiştir.» der.

Tahtavî, Zahîriyye’den şunu nakletmiştir: «Eğer bîrisi bir adamın dişine vursa ve diş düşse, dişin

yeri iyi oluncaya kadar beklenir. Mücerred’in rivâyetinin dışındaki görüşlere göre bir sene

beklenmez. Sahih alan birinci görüştür. Çünkü yetîşkinin dişinin yeniden gelmesî nadirdîr.»

Bunu Şârih, «başı yaralama» konusunda Hulâsa ve Nihâye’den nakledecektir. Meselenin tahkiki

inşallah orada gelecektir.

«Eğer çocuk bir sene içinde ölürse câni cezadan kurtulur.» Yâni, bir sene dolmadan çocuk ölecek

olursa İmam Ebû Hanife’ye göre cânîye bîrşey lâzım değildir. Müctebâ.

«Dişin düşmeyip de sallanması durumunda yine ihtilâf vardır ilh…» Müctebâ’da şöyle denilir:

«Sallandığı zaman acele edilmez ve diş düşmezse câniye bir şey gerekmez. Ebû Yûsufa göre ise;

bilirkişinin tesbit edeceği acı çektirmenin bedeli gerekir. Bundan maksat, dişi çekme ve tabib

ücretidir. Diş düşerse; eğer vuran, kasden vurmuşsa kısâs icabeder. Hataen vurmuşsa diyet

tâzımdır. Eğer vuran, «Benim vuruşumla değil, başka bir sebeple düştü» derse, istihsânın dişi

düşenin sözü kabul edilir. Tatarhânîyye’de şunlar da ilâve edilmiştir: «Dişin dışındaki cinayetlerden

hiç bîrinde bu yoktur. Dişine vurulan kişi bir sene sonra dişi düşmüş olarak gelir, vuran dişin sene

içinde düştüğünü, dîşi düşen de; öbürünün vurmasından dolayı düştüğünü söylerse, sözü kabul

edilir. Ama vuran: sene dolduktan sonra düştüğünü iddia ederse. vuranın sözüne itîbar edilir.»

«Yani diş çekicinin ücreti» Tatarhanîyye’de bu ibareyi, «İlâç ücreti» şeklinde gördüm.

«İleride tahkik edeceğiz.» Yâni, başı yaralama konusunun sonunda. «Meselenin özeti ilh…» Demek

istiyor ki bu, sadece dişe ait bir esas değildir. Diğer uzuvlar da aynıdır.

Cevhere’de şöyle denilmektedir: «Müslümanlar ittifak etmişlerdir ki: Sol göze karşılık sağ göze, sağ

göze karşılık sol göze kısâs uygulanmaz. Eller, ayaklar ve parmaklar da böyledir. Sağ elin baş

parmağı yine sağ elin baş parmağına, işaret parmağı işaret parmağına, orta parmak orta Parmağa

karşı kısâs edilir. Sağ uzuvlar ancak sağ uzuvlar karşılığında sol uzuvlar da sol uzuvlar karşılığında

cezalandırılır.»

METİN

Bize göre: Erkek ve kadının, hür ve kölenin, iki kölenin organlar» arasında kısâs uygulanmaz.

Çünkü bunlarda eşitliği sağlamak mümkün değildir. Buna delil; diyetlerinin ve kıymetlerinin değişik

oluşudur. Organlar da mallar gibidir.

Ben derim ki: Bu, meşhur olan görüştür. Fakat Vâkiât’da: «Bir kadın, bir erkeğin elini keserse,

erkeğin kısâs yaptırma hakkı vardır. Çünkü hak sahibi razı olduğu zaman, noksan kâmil olan hak

karşılığında alınabilir. Hür ile köle ve iki köle arasında fark yoktur denilmektedir. Kuhistâni ve

Burcundî de bunu ikrar etmişlerdir.

Diyette eşit oldukları için, müslüman ile kâfirin uzuvları eşittir. İmâm-ı Şâfiî: «Öldürme sebebiyle

kendisine kısâs uygulananlara, organlardaki cinâyet sebebiyle de kısâs uygulanır. öldürme halînde

kısâs yapılmayanlara, organlarda da kısâs yapılmaz.» der.

Daha önce de geçtiği gibi, pazunun yarısından kesilmesi halinde kısâs yapılmaz. İyileşen derin

yarada da kısâs yoktur. Ama yara ile olmamışsa; eğer ölüme sebep olacak derecede sarî ise kısâs

uygulanır. Değilse, iyi olması veya sirâyeti beklenir. İbn Kemâl.

Köklerinden bile kesilmiş olsalar, tenâsül uzvu ve dilde de kısâs uygulanmaz. Fetvâ böyledir.

Vehbâniye Şerhi. Musannıf’ta bunu kabul etmiştir. Çünkü bunlar büzüşür ve genîşler.

Ben derim ki: Kadîhan ise bunlardan dolayı kısâsın gerekli olduğunu, kesin bir dille ifade etmiştir.

Muhît’te de bu görüş İmâm Azam’ın : görüşü olarak takdim edilmiştir. Muhît’in ibaresi şu şekildedir:

«Ebû Hanife şöyle dedi: Bir adam, başka birinin erkeklik uzvunu kökünden veya sünnet yerinden

keserse, onunki de kesilir. Çünkü onun belli bir haddi vardır.» Şurunbülâliyye’de de bu görüş kabul

edilmîştir. Zaptedilsin.

Haşefe (sünnet yeri)nin tamamının kesilmesi halinde kısâs uygulanır. Bir kısmı kesilirse

uygulanmaz. Dilin bir kısmının kesilmesi durumundaki hükmün ne olacağı ileride gelecektir.

İZAH

«Kadın ve erkeğin organları arasında ilh…» Kudûrî’nin ibaresi şu şekildedir: «Organlara karşı

işlenen cinayetlerde, kadınla erkek arasında kısâs yoktur.» Bu ifadelerden anlaşıldığına göre;

«Organlar» kelimesi; dişe, göze, burun ve benzeri bütün organlara şamildir. Aşağıda gelecek olan

delilden anlaşılan da budur.

Kifâye’de şöyle denilmektedir: Eğer; «Göze göz, buruna burun, kulağa kulak» âyeti kerimesi

mutlaktır. Bu, ihtilâfa konu olan bütün yerleri içîne alır» denilirse, biz de: «Bundan harbî-müste’men

tahsis edilmiştir. Amm olan bir lafız tahsis edildiği zaman, onun haberi vâhid ile de tahsisi caizdir

deriz.»

Şurunbulâliyye’de de Muhît’ten naklen şöyle denilmektedir: «Erkekle kadın arasında, baştaki

yaralamada kısâs yoktur. Çünkü kısasta menfeat ve kıymette eşitlik esastır.» denîldi. Bazıları ise

burada da kısasın cârî olduğunu söylerler. İmâm Muhammed Mebsût’ta böyle demektedir. Çünkü

organların kesilmesi menfaatin yok olması ve insanın utanılacak bir hale gelmesine sebeptir.

Buralarda erkekle kadın arasında fark vardır. Başı yaralamakta ise, menfaatin yok edilmesi söz

konusu değildir. Sadece utanmaya vesile olacak bir şey olmuştur. Bunda da kadın erkek eşittir.»

İhtiyâr’da sadece ikinci görüşe temas edilmiştir. Düşün.

«Buna delildir ilh…» Zeylaî şöyle demektedir: «Bizim delilimiz şudur: Organlarla, malın yaptığı

şeyler yapılır. Çünkü onlar, mallar gibi, canı korumak içindir. Erkeğin organları ile kadının organları

arasında eşitlik yoktur. Çünkü, Şâri’ce bunların kıymetleri farklıdır. Zira Allah (C.C.) farklı

değerlendirmiştir. Hür ile kölenin ve iki kölenin organları da eşit değildir. Çünkü kıymetleri farklıdır.

Eğer kıymette eşit iseler, bu eşitlik kesin bilgi ile değil, zan ve tahminle tesbit edilen eşitliktir.

Dolayısıyla işin içine şüphe girmiş olur. Bu durumda da kısâs mümkün olmaz. İki hür insanın

organları ise böyle değildir. Çünkü onların kıymetleri Şâri’in değerlendirmesi ile kesinlikle eşittirler.

Öldürme hali bunun aksinedir. Çünkü öldürmede ruhun çıkarılması söz konusudur. Onda da

farklılık olmaz.»

Zeylaî’nin bu sözleri ile, İmâm Şâfiî’nin; organları da can hükmünde tutan, aşağıda gelecek olan

sözlerine cevap verilmiş olmaktadır.

«Bu meşhur olan görüştür ilh…» Şerhlerde zikredilen ve metinlerin mutlak ifadelerinden anlaşılan

ve mutemed olan da budur.

Kifâye’de buradaki Kâmil uzuv karşılığında, eksik uzuvdaki kısâsın caiz olmayışı ile, ileride gelecek

olan, kesenin çolak veya parmaklarının eksik olması durumunda kısasın caiz oluşu arasındaki fark

zikredilmiştir. Özeti şudur: Buradaki noksanlık aslîdir. mahalli bulunmadığı için kısasa mânîdir.

Gelecek meselede ise, eşitlik aslında vardı, farklılık sonradan ârız olan bir şey sebebiyle olmuştur.

«İki köle arasında da kısâs yoktur ilh…» (Kıymet itibariyle) Üstün olan kölenin sahibinin, düşük olan

köleden kısâs isteme imkânı vardır.

«Müslüman ile kâfirin organları ilh…» Yani müslüman ile zımmînin organları eşittir. Onlara kısâs

cereyan eder. Müslüman bir hanımla, Ehlî Kitab’tan olan bir hanım arasında veya Ehli Kitab’tan iki

hanım arasında eşitlik vardır. Cevhere.

«Pazuyu yarıdan kesmekte de kısas yoktur.» Aksine bunda, bilirkişinin tayin edeceği bir diyet

gerekir. Çünkü daha önce de geçtiği gîbi eşitliğin sağlanması mümkün değildir.

«İyileşen derin yaradan da kısâs gerekmez.» Çünkü iyileşme nadirdir. İkincisi ise açıkça helâke

götürür. Hidâye.

Câîfe: (Derin yara): Göğüs, sırt veya karındaki içe kadar ulaşan yaradır. Bu şekildekî yaralamada,

şartı bulunmadığı için kısâs uygulanmaz. Bundan dolayı üçte bir diyet gerekir. Boyun, boğaz, eller

ve ayaklarda câife (derin yara) olmaz. Hayalardaki ve dübürdeki yara ise câife sayılır. İtkânî.

«Eğer sirayet edici ise ilh…» Yani yaralanan bundan dolayı ölürse. En îyisi: «Eğer iyîleşmemişse;

iyileşmesi veya sirâyet etmesi beklenir. Sirâyet ederse kısâs yapılır» denilmeseydi.

«Fetvâ böyledir.» Sahih olan budur. Kuhistânî, Muzmarât’tan naklen.

Bu hüküm; metinlerîn mutlak ifadelerinden anlaşılandır. özellikle, umûm ifade eden edatlardan

istisnâ -ki o: «Sünnet yeri kesilirse müstesnâ» sözleridir- istisnâ edilenin dışındaki kesmelerde asla

kısâsın olmadığını ifade eder.

«Ama Kâdihan kısasın gerekliliğini kesin bir dille ifade etmiştir.» Yani dilde değil, sadece kökünden

kesildiği takdîrde erkeklik organında kısasın gerekliliğini söylemiştir. Çünkü o Hâniyye’de: «Bir

adam, birîsinin dilini kesse; Asl’da zikredildiğine göre kısâs yoktur. Ebû Yûsuf ise dilin bir kısmının

kesilmesi durumunda kısâs yoktur; dedi.» demektedir.

Yine Kadîhan, Hâniyye’de şöyle der: «(Erkeklik organının kökünden kasden kesilmesi halinde kısâs

gerekir. Ortadan kesilmesi durumunda ise kısâs yoktur. Bu, sağlam bir erkeğin erkeklik

organındadır. Buruk veya iktidarsız olanların organlarında ise, bilirkişinin tesbit edeceğî diyet

vardır. Yeni doğan çocuğun organında; eğer çocuk hareket ederse ve organ kasden kesilmişse

kısâs icabeder, hata ile kesilmişse diyet gerekir. Ama eğer hareket etmiyorsa bilirkişinin tesbit

edeceği bîr meblağ ödenir. Dilin kesilmesinden dolayı kısâs icabetmez.»

Görüldüğü üzere Kâdîhan, dil ile erkeklik organını farklı mütalaa etmîştir. Herhalde buna sebep;

erkeklîk organının aksine, dilin kökünün bulunmasındakî zorluktur. Ama Kâdıhan kendisi

Câmiussağîr üzerine yazdığı şerhinde, dil ve erkeklik organı konusunda Ebû Yûsuf’un görüşünü

nakletmiş ve İmâm Ebû Hanife’nin görüşünün sahih olduğuna işaret etmiştir. Kadîhan orada;

hareket etmek suretiyle sağlığı belli olan bir çocuğun erkeklik organının kesilmesi konusunda

şöyle der: «Eğer organ kökünden kasden kesilmişse kesene verilecek cezada rivâyetler ihtilaflıdır:

Bişr Ebû Yûsuf’tan, kısâsın gerekli olduğunu rivâyet etmiştir. İmâm Muhammed ise Ebû Hanife’den

kısâsın icabetmediğini nakleder.»

Kadîhan daha sonra sözlerini şu şekilde sürdürmektedir: «Doğunca bağıran bir çocuğun dilini

kesene bilirkişinin belirleyeceği diyet gerekir. Çünkü onun sağlıklı olup olmayacağı delil ile belli

değildir. Çocuk konuşmuşsa o zaman tam diyet icabeder. Bu konuda kısâs hiç zikredilmemiştir.

Bu, ister tamamen; ister yarıdan kesilmiş olsun dilden dolayı kısâsın icabetmediğine delâlet eder.

Ebû Hanife’den böyle rivâyet edilmiştir. Ebû. Yûsuf’tan ise; tamamının kesilmesi halinde kısâsın

lâzım olduğu rivâyet edilmiştir. Sahih olan Ebû Hanife’nin görüşüdür.»

Anlaşılmış oldu ki; İmâm Azam’ın görüşü; metinlerin mutlak ifadelerinin zahiridir. Kuhistânî’de;

bunun, rivayetin zahiri olduğu belirtilmiştir. Allame Kasım’ın Tashîh’inde de, sahih olan görüşün

rivayetin zahiri olduğuna dikkat çekilmiştir.

«Bir erkek, başka birinin erkeklik organını kökünden keserse ilh…» Bu ibare Dürrü’l-Muhtâr’ın

bütün nüshalarında böyledir. Şurunbulâliyye’nin ibaresinde ise «erkek» kelîmesi yoktur. Şarih bu

kelime ile erkeğin organını kadının veya kadının organını erkeğin kesmesi halinî hükmün dışında

tutmuştur. Çünkü bu durumda kısâs gerekmez.

«Şurunbulâliyye’de de bu görüş kabul edilmiştir.» Halbuki Şurunbulâlî, Vehbâniyye’ye yazdığı

Şerhi’nde şöyle demektedir: «Fetvâ: dil ve erkeklik organında kısasın gerekmediğidir. Hidâye ve

diğer kitaplarda olduğu gibi bu Cumhurun görüşüdür.»

METİN

Eğer dibinden kesilmişse, dudakta kısâs uygulanır. Çünkü eşitliği sağlamak mümkündür. Dibinden

kesilmemişse kısâs uygulanmaz. Müctebâ ve Cevhere. Konuşamayan çocuk ve dilsizîn dili

karşılığında, bilirkişice belirlenecek tazminat gerekir. Birinin elini kesen çolak veya eksik parmaklı

ise ya da birinin başını yaralayanın başı daha büyükse, cinayete uğrayan; kısâs ile diyet almak

arasında muhayyerdir. Karşılığında kısâs uygulanan diş ve diğer organlarda da durum aynıdır.

Vuranın veya kesenin organı kusurlu ise, cinayete uğrayan; kusurlu organda kısâs yaptırmakla, tam

diyet olmak arasında muhayyerdir. Burhânuddin’in dediğine göre bu hüküm çolak elle, faydalanma

imkânı olduğu takdirdedir. Ama ondan faydalanılamıyorsa kısasa mahal yoktur. Mağdûra seçme

hakkı olmadan tam diyet gerekir. Fetvâ bu şekildedir. Müctebâ. Yine Müctebâ’da: «Çolak el

karşılığında, sağlam el kesilmez» denilmektedir.

Mahalli yok olduğu için kâtilin ölümü maktûlün velilerinin affetmeleri ve az da olsa mal karşılığında

uzlaşmaları ile kısâs düşer. Vâde şart koşulmamışsa malın peşin olarak ödenmesi gerekir.

Velilerden bir tanesinin uzlaşması veya affı ile de kısâs düşer. Bu durumda, maktûlün diğer

varisleri üç sene içerisinde kâtilden hisselerîne düşen diyeti alırlar. Sahih olan budur. Bir görüşe

göre de diyet katilîn âkilesi tarafından ödenir. Mültekâ.

Hür olan bir katil ile katil bir kölenin efendisi, ortak oldukları kan horcuna karşılık bin (dirhem)

karşılığında uzlaşması için bir adama emretseler, adam da denileni yapsa bu dini sulhu emreden

katil ve kölenin efendisi yarı yarıya eşit olarak öderler. Çünkü bu, kısâs karşılığındadır. Kısas da

eşit olarak ikisinin borcudur. Dolayısıyla kısâsın bedeli de aynıdır.

İZAH

«Birinin elini kesen çolaksa ilh…» Yâni keserken çolaksa. Ama keserken sağlam olur da daha sonra

sakatlanırsa, eli kesilenin diyet alma hakkı olmaz. Çünkü eli kesilenin hakkı elde sabit olmuştu

Mahallin helâki mikdarınca diyet düşer. Velvâliciyye’den naklen T.

«Yahutta başı yaranın kafası daha büyükse ilh…» Büyüklük, yarığın yaralının alnını tamamen

kapladığı halde, yaralayanın alnını kaplamaması suretiyle olur. Aksi olursa (yaralının kafası,

yaralayanınkinden daha büyükse) yaralı yine muhayyerdir. Çünkü hakkı olan yerin dışına taşacağı

için hakkını tam olarak alması güçtür. Yaranın, yaralının alnından ensesine doğru uzunlamasına

kafasını kapladığı’ halde, yaralayanın ensesine kadar varmaması durumunda yaralı muhayyerdir.

Hidâye.

«Cinâyete maruz kalan (kısasla diyet arasında) muhayyerdir.» Çünkü hakkını tam olarak alması

mümkün değildir. O zaman onun, hakkından daha azına razı olmak veya kısâs bedelini almak hakkı

vardır.

Cinayete mâruz kalan kişi, kısâs veya diyetten bîrisini seçmeden önce mânînin eli bir musibet

sebebiyle düşse veya bir başkası tarafından haksız yere kesilse bize göre cânînin artık hiç bir şey

ödemesi gerekmez. Çünkü cinayete uğrayanın hakkı kısâsta teayyün etmişti. Onun mala intikali,

kendi ihtiyarı ile olur. El kesilince de hak düşer. Caninin eli hırsızlık veya başka bir kısas hakkından

dolayı kesilmişse durum farklıdır. O zaman öteki cinayete maruz kalana diyet ödemesi gerekir.

Çünkü câni bununla başkasına ait bir hakkı ödemiştir. Eli kesilen kişiye göre bu el sağlam sayılır.

Hidâye.

Zeylai şöyle der: «Bu, öldürme meselesine aykırıdır. Çünkü katile, bir başkasından dolayı kısâs

icabetse ve ona karşılık öldürülse, diğer maktûlun velilerine bir şey ödenmez. Zira can, mal

hükmünde değildir ki, kısâs hakkını almayanlara nisbetle sağlam sayılsın.

«Müctebâ ilh…» Mi’râc sahibi de bu meseleyi ondan nakledip, itiraz etmemiştir. Tatarhâniyye’de»de

mezkûrdur.

«Sağlam el çolak el karşılığında kesilmez.» Bu daha önce geçen:

«Sağlam göz şaşı göz mukabilinde kısâs edilmez.» sözünün bir benzeridir.

Tatarhâniyye’de şöyle denilmektedir: «Kesilen elde, tutmaya engel olmadığından dolayı diyetin

eksiltilmesini gerektirmeyen bir yara bulunsa bu kısasa mâni değildir. Ama eğer yara, yarım diyeti

değil de bilirkişinin tesbit edeceği tazminat gerektirecek şekilde tutmaya engel olursa, çolak el

hükmündedir. Sağlam el de çolak el karşılığında kesilmez.» Özette.

«Kısâs katilin ölümü ile düşer ilh…» Onun terekesinden maktûlün velisine bir şey verilmez.

Remlî’nin ifadesinin zâhirinden anlaşıldığına göre organlardaki kısasta da durum aynıdır. El

kesenin elinin bir âfet veya haksız yere telef olması halinde kısasın düşeceğini az önce belirtmiştik.

«Az da olsa ilh…» Hataen öldürmede ise diyetten daha az mal karşılığında sulh yapılamaz. Çünkü

diyet Şerîat tarafından takdir edilmiştir. Daha fazlasına anlaşma yapmak ribâdır. Kısâs ise mal

değildir. Onun değerlendirilmesi akid ile olur. Dolayısıyla az olsun çok olsun sulhun değeri,

anlaşmanın gereği olan mikdar olur. Bu ifadeden anlaşılıyor ki eğer musannıf «Çok da olsa»

deseydi .daha iyi olacaktı. Böylece hataen öldürme ile teammüden Öldürme arasındaki farka işaret

etmiş olurdu. Düşün.

«Vade şart koşulmamışsa ilh…» Çünkü mal, akit sebebiyle sabit olmuştur. Bu gibi hallerde de

mehir ve satış bedelinde olduğu gibi, asıl olan peşinliktir. Hamevî.

Şerhin : «Vade şartı koşulmamışsa» sözünden sulh karşılığında alınacak ücretin, ancak şart

koşulması halinde vadeli olacağı anlaşılmaktadır. Bedrü’l-Aynî bunu, başı yaralama konusunun

sonunda zikretmiştir. T.

«Bir görüşe göre diyet, katilin âkilesi tarafından ödenir.» Şerhu’l-Mecma’ ve ihtiyâr’da bu görüş

benimsenmıştir. Şerhu’l-Mecma’a haşiye yazan, Allame Kâsım ise bunu, Asl, Câmiussağir, Mebsût,

Muhît, Kâfî ve diğer fıkıh kitaplarındaki: «Diyet katile gerekir» sözü ile reddetmiş ve: «Bu hem nakil

hem de akıl ile sabittir.» demiştir. Meselenin tamamı Tahtâvî’dedir. Yine Kâsım yukarıdaki görüşü

Tashih’inde de: «Bu hiç kimseye ait olmayan bir görüştür» sözü ile reddetmiştir.

METİN

Birkaç kişi birlikte bir adamı öldürseler; eğer her birisi öldürücü bir yara ile yaralamışsa hepsi

birden kısâsen öldürülür. Çünkü bölünmeyeceği için ruhun çıkışı katillerin ortaklığı ile tahakkuk

eder. ileride geleceği üzere, organlar böyle değildir. Ama eğer vuranların herbirinin açtığı yara

öldürücü değilse, kendilerine kısâs uygulanmaz. Allâme Kâsım’ın Tashih’ inde de böyledir.

Müctebâ’da şöyle denilmektedir: «Her bir yara ruhun çıkmasına sebep olacak şekilde ise hepsi

öldürülür. Ama topluluk seyirci, teşvikçi veya maktûlü tutmak suretiyle katile yardımcı olduklarında

kendilerine kısâs uygulanmaz. Musannıf baştaki «bir kaç kişi» sözünü (fakihlerin zihninde) belli

olan bir topluluğa işaret edecek şekilde ifade etseydi daha iyi olurdu. Çünkü bir adamı bir topluluk

öldürse ve içlerinde maktûlün babası veya deli birisi bulunsa kısas düşer.» Kuhistânî.

Birkaç kişiyi öldüren kişinin, maktûllerin velileri hazır olurlarsa hepsine mukabil olarak öldürülmesi

yeterlidir. İmâm Şâfiî’ye göre ise yeterli olmaz. Eğer maktûllerden sadece birisinin velisi hazır

olursa, bize göre ona karşılık olarak öldürülür ve diğerlerinin hakkı düşer. Nitekim katilin kendi

kendine ölmesi durumunda da böyledir. Çünkü daha önce de geçtiği üzere. kısas için mahal

kalmamıştır..

İZAH

«Eğer her birisi öldürücü yora ile yaralamışsa» Yani, peşi peşine değil de hepsi birlikte

yaralamışlarsa. Nitekim bu, öncekî bahisteki: «Boynunu kesse ve ümüğünden az birşey kalsa ilh…»

sözünden de bilinmektedir.

Cevhere’de şöyle denilmektedir: «Bir adam birisini, kendisi İte yaşayamayacağı bîr şekilde

yaralasa, sonra da bir başkası ikinci bir yara açsa katil öncekidir. Bu. iki yaranın arka arkaya olması

halindedir. Ama ikisi birden yaralamışlarsa katil her ikisidir.» Hulâsa’da bu sözlere şunlar da ilâve

edilmiştir: «Birisi üzerinde iki kişiden birisi on, ötekî de bîr yora açsalar katil ikisidir. Çünkü insan

bozan bir tek yaradan ölür oma birçok yaradan kurtulabilir.»

Kuhîstanî’de Haniye’den şu cümleler nakledilmiştir: «iki kişi bîr adamı öldürseler; eğer birisi sopa

ile diğeri de demirle kasden vurmuş olsalar, kısâs gerekmez. İkisi yarı yarıya diyet öderler.»

Ebussuûd Haşiye’sinde de şöyle denilmektedir: «Adam peşi peşine açılan yaralarla yaralansa ve

ölse; ama yaralardan hangisinin halsiz bıraktığı bilinmese yaralayanlardan hepsine birden kısâs

uygulanır. Çünkü bunlardan hangisinin düşürücü olduğunu, hangisinin düşürücü olmadığını

bilmek mümkün değildir. Nitekim Anadolu Müftüsü Ebussuûd’un Fetâvası’nda da böyledir. Ama

yaralardan hangisinin öldürücü olduğu, hangisinin öldürücü olmadığı bilinse ve bu da ancak

ölümünden önce olsa, kısâs sadece öldürücü yarayı açana tatbik edilir. Hülâsa ve Bezzâziye’ de de

bu şekildedir.»

«Çünkü, ruhun çıkışı bölünmeyeceği için ilh…» Bölünme kabul etmeyen bir şeye bir gurubun

iştiraki; o şeyin her biri ile tam olarak ilgili olmasını gerektirir. Dolayısıyla meydana gelen şey,

gurubun her birisine tam olarak izafe edilir. Sanki hadiseyi olaya iştirak edenlerden her biri

bağımsız olarak tahakkuk ettirmiş gibi olur. Bu birisini evlendirme yetkisine sahip olmaya benzer.

Zeylaî.

Zeylaî’nin ifadesine göre bu hüküm sahabilerin icmâı ile sabittir.

«Organlar böyle değildir ilh…» Çünkü bir organı kesme, bölünme kabul eder. Dolayısıyle, bir kişinin

organına karşılık, bir topluluğun organı kesilmez. Nitekim az ileride gelecektir.

«Vuranlardan her birinin açtığı yara öldürücü değilse kendilerîne kısâs uygulanmaz.» Bu ifade; bir

kısmının öldürücü olan diğerlerinin de öldürücü olmayan yara açması haline de şamildir. Bu

durumda. öldürücü darbeyi vurana kısâs, kalanlarına da tazir gerekir. Bunlara tazirden başka bir

ceza gerekir mi? Araştırılsın. Yine bu ifade. cânîlerin yaralamalarının hepsinin öldürücü olmaması

haline de şamildir. Bunu Tahtavî ifade etmiştir.

«Ben derim ki: İkinci tasavvurda, eğer yaralama kasdî ise yaralayanların hepsine diyet gerekir.

Kasdi değilse o zamanda âkilelerinin diyet ödemeleri gerekir. Düşün.

«Seyirci, teşvikçi ve yardımcılara kısâs yoktur.» Onlara diyet de gerekmez. T.

Yol kesme meselesi ise bunun aksinedir. Çünkü bir kişi bir adamın yolunu kesse başkaları da ona

yardım etmek için hazır bekleseler yol kesme cezası hepsine verilir. Ebussuud, şeyh

Hamidüddîn’den.

«(Fakihin zihninde) belli bir topluluğa işaret edecek şekilde..» Bu topluluktan maksat, izahı geçtiği

ve az ileride geleceği üzere içlerinde kendisine kısâs icabetmeyen birisinin bulunmadığı topluluktur.

BİR EK:

Maktûlün velisi iki katilden birisini affetse veya mal karşılığında kısâstan vazgeçse, Cevâhîru’l-Fıkh

ve başka kitaplarda belirtildiğine göre, diğer katile kısâs yapma hakkı yoktur. Kâdîhan ve diğer bazı

eserlerdeki ifadelere göre ise velinin öteki katili öldürme hakkı vardır.

Ben derim ki: Remli, Fetâvâsı’ndan Cinayetler Bahsinin başında olduğu gibî, ikinci görüşle fetvâ

vermiştir.

«İmâm Şâfiî’ye göre ise yetkili olmaz ilh…» İmâm Şafii’ye göre; maktûlleri başka başka zamanlarda

öldürmüşse ilk maktûle karşılık kısâs edilir. Diğer maktûllerin velilerine de, katilin terikesinden

diyet ödenir. Ama hepsini birden öldürmüşse veya hangisini önce öldürdüğü bilinmiyorsa

aralarında kura çekilir ve ona karşılık kısâs yapılır, geriye kalanlar için de diyet icabeder. Bir görüşe

göre ise kısâs bütün maktûllere karşılık olur. Diyetleri de maktûllerin velileri bölüşürler. Minah.

M E T İ N

İki -veya daha fazla- kişi bir bıçağı tutup kopuncaya kadar sürtmek suretiyle birisinin elini veya

ayağını kesseler. dişini sökseler ya da başka bir organını kesseler, bize göre hiçbirisine kısâs

gerekmez. Çünkü arada eşitlik yoktur. Halbuki organlarda kısâsın gerekmesi için, hem menfaat

hem de kıymet bakımından eşitliğin bulunması gerekir. Cana kıyma ise böyle değildir. Çünkü onda

sadece kişilerin dokunulmazlığında eşitlik şartı aranır. Dürer.

Cânîlere kısâs gerekmeyince, kestikleri uzvun diyetini beraberce ve eşit olarak ödemeleri gerekir.

Eğer bir adam iki kişinin sağ ellerini kesse, ikisinin de kesenin sağ elini kestirme hakları vardır.

Eğer kısâsta ikisi de hazır olurlarsa bir el diyetini de beraberce alırlar. Şayet cinayete

uğrayanlardan birisi kısâsa hazır olsa, kesenin diğer mağdûra yarım diyet vermesi gerekir. Çünkü

daha önce de geçtiği üzere uzuvlar can gibi değildir.

Eğer beraberce iki kişi için kısâsa hükmedilse ve birisi diyeti almadan cânîyi affetse diğerinîn kısas

hakkı vardır. İmâm Muhammed’e göre ise onun hakkı diyettir.

İ Z A H

«İki kişi bir bıçağı tutup ilh…» Musannıf, özellikle: «İki kişi bir bıçağı tutup…» demiştîr. Çünkü eğer

iki kişiden her biri birer bıçak alıp, birisi elin bir tarafından öteki de diğer taraftan sürtseler ve

bıçaklar ortada karşılaşır el ayrılsa ittifakla her ikisine de kısâs gerekmez. Çünkü her ikisî de silahı

organın ancak yarısına kadar sürtmüşlerdîr. Zeylaî.

«Bize göre hiçbirisine kısâs gerekmez ilh…» Şâfiî’ye göre ise, cana kıyasla ikisine de kısâs

uygulanır.

«Çünkü arada eşitlik yoktur ilh…» Bunun izahı şöyledir: Kesenlerden her biri, elin bir kısmını

kesmiştir. Çünkü birinin gücüyle kesilen kısım, diğerînin gücüyle kesilmemiştir. Dolayısıyla uzvun

bir kısmı karşılığında, bütün bir uzuv kesilemez. Bir organ karşılığında da iki organ kesilmez.

Çünkü eşitlik yoktur. Bu. iki kişiden her birinin ayrı ayrı taraflardan sürtmelerine benzer. Zeylaî.

Minah’taki ibareye de bak.

«Cana kıyma ise böyle değildir ilh…» Onun için, çolak ele karşılık sağlam el, kölenin veya kadının

eline karşılık da hür bir erkeğin eli kesilmez. Hastalıklı bir vücuda karşılık kusursuz ve sıhhatli bir

vücut öldürülür. Aynı şekilde. iki kişiye karşılık bir kişi öldürülür. Dolayısıyla organlar cana

kıyaslanamaz.

«Eğer bir adam iki kişinin sağ ellerini kesse ilh…» Müellif «iki kişî» kaydını özellikle koymuştur.

Çünkü eğer bir adamın sağ. başka birinin de sol elini kesse onlara karşılık her iki eli de kesilir. Aynı

şekilde, bir adamın sağ ve sol ellerini kesse, kesenin de iki eli kesilir. Çünkü eşitlik mevcuttur.

İtkâni.

«İkisinin de kesenin sağ elini kestirme hakları vardır.» Kesen, ikisinin elini birlikte veya ayrı ayrı

kesmiş olsun fark etmez. Ayrı ayrı kesmesi durumunda İmâm Şâfiî’ye göre öncekine karşılık olarak

kısâs uygulanır. Birlikte kestiğinde ise kısâs için kur’a çekilir. Hidâye.

«Yarım diyet vermesi gerekir ilh…» Yarım diyet beş bin dirhem gümüştür. O da bir el diyetidir.

İtkânî. Yarım diyetten maksat, canın diyetinin yarısıdır.

«Daha önce de geçtiği üzere ilh…» Şârih bununla, organlarla can arasındaki farkı beyan etmek

istemiştir. Çünkü eğer velisi hazır olan için kısâs yapılırsa, hazır olmayanın hakkı düşer. Organlar

ise mal hükmündedir. Her birisi için tam olarak kısâs hakkı sabittir. Dolayısıyla eli kesilenlerden

birisi hakkının tamamını alınca öbürünün hakkı bir elin tam diyetinde kalır. Hakkı kesin olarak sabit

olduğu için hazır olanın kısası uygulama hakkı vardır. Diğerinin hakkı ise tam sabit değildir. Çünkü

onun kısâs isteme, karşılıksız affetme ve mal karşılığında uyuşma ihtimali vardır. Dürer’de de böyle

denilmektedir.

«Eğer beraberce iki kişi için kısâsa hükmedilse ilh…» Yâni (kısasa ve elin diyetine hükmedilse…

«İmâm Muhammed’e göre ise onun hakkı diyettir ilh…» Yani tam bir el diyeti. Affedene ise yarım

diyet düşer. Mecmâ’.

Mecmâ’ Şarihi şöyle der: «Çünkü kısâsta diyet hakimin hükmü ile aralarında ortaktı. Birîsi affetmek

suretiyle kısâstaki yarı hakkını düşürünce, diğerinin hissesi mala dönüştü. Affeden, aralarında

ortak olan diyetin yarısını alır. Affetmeyen ise diyetin tamamını alır. Yarısı ortak olan diyetten dolayı

yarısı da mala dönüşen kısâs hakkından dolayıdır.»

Tahtâvî’nin dediğine göre: Burhân’da İmâm Muhammed’in görüşünün istihsân, Ebû Hanife ve Ebû

Yûsuf’un görüşlerinin ise kıyas olduğu zikredilmiştir. Tahtavî: «Bunun zahiri Muhammed’in

görüşünün mutemed olduğudur.» der.

Ben derim ki: Şerhlerdeki ifadeler, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf’un görüşlerinin tercihine delâlet

etmektedir. İtkânî; Şerhu’l-Kâfî ve Muhtasaru’l-Kerhî’den naklen. sadece bu iki İmâmın görüşünü

zikretmiş, gerekçe olarak da şöyle demiştir: «Her birinin hakkı elin tümünde sabittir. Bu hak ancak

başka birisinin iştirâki ile eksilir. Af ile bu iştirâk ortadan kalkınca, diğerinin hakkı olduğu gibi hali

üzere kalır. Bu alacaklı iki kişi ve iki şefî’ ye benzer.

M E T İ N

Bir köle teammüden birisini öldürdüğünü ikrar etse, Züfer’in hilâfına (ikrârı kabul edilerek) kısâs

edilir. Hataen öldürdüğünü veya bir mâlî borç ikrârı yapsa, efendisi aleyhine ikrârı geçerli olmaz.

Aksine, Musannıf’ın Cevhere’den naklettiğine göre azad edilinceye kadar kendi rekabesinde olur.

Cevhere müellifi şöyle der: «Zeylaî’nin sözünün zahirine göre, kölenin hataen öldürme konusundaki

ikrârı hem kendisi hem de efendisi hakkında bâtıldır. Bu ifâdelerin benzerî Eşbâh’da kölenin ahkâmı

konusunda da vardır. Zeylaî de hükmün gerekçesi olarak, ikrârın hükmünün kölenin verilmesi veya

mevtânın fidye vermesinin gereği gösterilmiştir.» Düşün.

Kuhistânî îse bu hükmün gerekçesinin, âkile üzerinde diyet ikrârı oluşu olduğunu söylemiştir. Onu

düşün.

Çünkü âlimler Resûlullah S.A.V.)’ın şu hâdisinin gereği ile amel etmek üzerinde îcmâ’ etmişlerdîr:

«Âkileler, köleden, teammüden öldürmeden, sulhtan ve itiraftan dolayı diyet ödemezler.»

Buna göre; hür bir adam hataen birisini öldürdüğünü ikrâr etse, bu ikrârı âkilesi aleyhinde delil

olmaz. Ama âkilesi onun ikrârını tasdik ederse müstesnâ. Kuhistânî de Me’âkıl bahsinde bunu

söylemiştir. Dikkatli ol.

İ Z A H

«Bîr köle teammüden birisini ördürdüğünü ikrar etse öldürülür.» Çünkü bu konuda onun ithâm

edilmesi söz konusu olamaz. Zira zararı kendisinedir. Dolayısıyla ikrârı kabul edilir. Üstelik köle,

kan konusunda insanlığına itibar edilerek hür sayılır. Hatta efendisinin hadler ve kısâslarda onun

aleyhindeki ikrârı sahih değildir. Efendinin hakkının zâyi olması ise zımmendir, ona da önem

verilmez. Hidâye.

«Zeylaî’nin sözünün zahirine göre ilh…» Zeylaî şöyle demektedir:

«(Bu) mal ile ikrârın aksinedir. Çünkü malî bir borcu ikrâr, hakkını kasden ibtâl sebebiyle efendinin

aleyhine bir ikrârdır. Zira bu ikrârın sonucu ya kölenin satılması ya da borcu ödeninceye kadar

çalıştırılmasıdır. Hataen öldürdüğünü ikrar etmesi de böyledir. Çünkü onun sonucunda ya kölenin

(maktûlün velilerîne) verilmesi ya da efendinin diyeti ödemesidir. Köleye ise hiçbir cezâ icabetmez.

Dolayısıyla köle ister hacr altında olsun, ister ticarete mezun olsun, ikrârı kabul edilmez. Zira ikrâr,

ticârî bir muâmele değildir. Öyleyse bâtıldır.»

«Hükmün gerekçesi olarak îlh…» Bu gerekçe Eşbâh müellifinin değil, Zeylaî’nindir. Eşbâh sahibi

hiçbir gerekçe zikretmemiştîr. Çünkü o: «Kendisini veya fidye ile kurtarılmasını gerektiren bir

cinayet ikrârı da sahîh değildir. Bir had veya kısâsı ikrâr etmesi ise bunun aksinedir.» demiştir.

Ancak onun, cinayeti: «Kendisinin verilmesini veya vasıflandırılmasını gerektiren…» sözleri ile

vasıflandırması, gerekçe gösterme manasına alınabilir.

«Onu düşün.» Şârih bu sözü ile, musannıfın Zeylaî’nin sözünden anladığının zahir olmadığına

işaret etmiştir. Çünkü onun gerekçesinin ifade ettiği mana; kölelik halindeki ikrârın bâtıl oluşudur.

Zira köle azad olduktan sonra onun alacaklıya verilmesi veya fidye karşılığında kurtarılması efendi

aleyhine olmaz. Zira illet bulunmadığı için, azad edildikten sonra kölenin kendisi muhatap olur.

Anla.

Yine Zeylaî’nin mâli borç ikrârını bâtıl sayarken bunun efendi aleyhine ikrâr oluşunu gerekçe

göstermesi de buna delâlet eder. Bu azattan sonra olamaz. Mahcûr kölenin mâlî borç ikrârının

azattan sonraya bırakılacağında şüphe yoktur. Çünkü ondan sonra efendi îçin bir zarar söz konusu

değildir. Bundan dolayı büyük âlim Remlî: «Cevhere’deki ifadeler, şüphesiz Zeylaî ve Eşbah’ın

sözlerinin hamledileceği zeydir» der.

Ben derim ki: Ama şârih kölenin cinayeti bahsinde Bedâî’den naklen, hataen öldürmenin kölenin

îkrârı ile değil, efendinin ikrârı veya beyyine ile sabit olduğunu zikredecektir. Hacr konusunda bu

meselede iki görüş olduğunu Cevhere’den nakletmiştik. İnşallah tamamı ileride gelecektir.

«Kuhistâni ise bu hükmün gerekçesi olarak ilh…» Yâni kölenin hataen öldürdüğü tarzındaki

îkrârının caiz olmayacağına gerekçe göstermiştir. Buradaki âkileden maksat efendidir. Çünkü

âlimler efendiye kölenin âkilesi derler. Efendiye, kölenin âkilesi denilince, kölenin onun aleyhine

olan ikrârı sahih olmaz. Bir de Kuhistânî’nin sözü, kölenin azaddan sonra bununla sorumlu

tutulmayacağı manasına gelmez. Çünkü musannıfın, kölenin ikrârının temelden bâtıl olduğu

tarzındaki anlayışı Zeylaî’nin sözünün ifadesine zıttır. Bu izah ile Kuhistânî’nin gerekçesinin istidrâk

yoluyla arada) verilmesinin sebebi açığa çıkmış olmaktadır.

«Onu düşün» Yani bu talîl doğrudur, gereğî ile amel de, icmâ olan hadis-i şerife uygundur. Çünkü

âkileler köleden ve itirâftan dolayı diyet ödemeyeceklerine göre, efendisi tasdik etmedikçe kölenin

buradaki ikrân câiz olmaz. Zira câiz olsaydı kölenin ve itirafın diyetinin âkileye lâzım olması

gerekirdi, Burasının takrîri esnasında benim anladığım bu. Sen de düşün. Hadisin manasının ne

olduğu İnşaAllah Me’âkıl bahsinde gelecektir.

METİN

Bir odam kasden birisine ok atsa ve ok onu delip geçse ve başka birisine değse ve ikisi de ölse

birincisi için kısâs gerekir. Çünkü o kasdîdir. İkincisi için ise âkileye diyet lâzımdır. Çünkü o hatâdır.

Birisînin üzerine bir yılan gelse ve a,dam yılanı üstünden atsa, yılan da başka birisinin üzerine

düşse ikinci adam da atsa ve yılan üçüncü birisinin üzerine ve nihayet sonuncusunun üzerine

düşüp onu soksa ve odam ölse diyeti kim verecektir? Bu soru bir topluluğun önünde İmâm Ebû

Hanife’ye soruldu. İmâm şu cevabı verdi: «Birincisi zâmin olmaz çünkü yılan ikincîye zarar

vermemiştir. Aynı şekilde ikinci ve üçüncü de zamin olmazlar. Sonuncusuna gelince; eğer yılan

düşer düşmez hemen sokmuşsa, yılanı atanın, ölenin varislerine diyet ödemesi icabeder. Ama

düştükten sonra sokmuşsa yılanı atana tazminat icabetmez» dedi. Oradakilerin hepsi bu cevabı

tasvib ettiler. Bu hadise, İmâm Âzam’ın menkıbelerinden bîrisidir. Sayrafiyye ve Mecmau’l-Fetâvâ.

Musannıf şöyle der: «Bana fetvâ sorulan benzer bir olay hakkında ben de bu tafsilâta göre cevap

verdim. O hâdise şuydu: Kuduz bir köpek birisine saldırdı ve adam köpeği attı. Bir başkasının

üzerine düştü. O da atıp üçüncü birinin üzerine düştü.» Allah en iyisinî bilir.

FER’Î MESELELER :

Bir kimse yola bir yılan veya akrep atsa o da birisini soksa, atan sorumlu olur. Ama yılan (veya

akrep) yerini değiştirip sonra soksa birşey icabetmez.

Birisi yola bir kılınc koysa ve adamın birisi ona takılıp ölse, kılınç da kırılsa, ölünün diyeti kılınç

sahibine, kılıncın kıymetj de ayağı takılanadır.

Sahibi, süsen öküzünü otlağa sürse ve öküz bâşka birisinin öküzünü süsüp öldürse, eğer sahibine

öküzü salmaması emredilip buna şahit tutulmuşsa tazminat gerekir. Tutulmamışsa gerekmez.

Bedâi’de: «Tazminat gerekmez. Çünkü şahit tûtmak hayvanda değil, bahçede olur.» denilmektedir.

Nâciye.

İ Z A H

«Çünkü o hatadır ilh…» Atan kişi kasden atmamıştır. Çünkü o, başkasını kasdetmiş, fakat ok onu

geçerek öbürüne değmiştir. Bu hata çeşitlerinden birisidir. Kasıttaki hatadır. Ava atılan okun bir

adama isabet etmesine benzer. Bu durumda da katilin âkilesinin diyet vermesi icabeder. İtkânî.

Bundan anlaşıldığına göre, eğer katil oku atarken her ikisini de kastederse, ikincisini de

teammüden öldürmüş olur. Bu açıktır.

«Ebû Hanife’ye bir topluluğun huzurunda soruldu ilh…» Bu topluluğun içersinde, Şevrî, İbn Ebî

Leylâ ve Şüreyk b. Abdillah da vardı. Minah.

«Yılanı atana dîyet gerekîr.» Yani son olarak atan diyet öder. Remlî:

«Zahîr olduğu gibi burada diyeti âkile üslenir. Düşün.» der.

«Bu onun menkibelerindendir.» Çünkü zamanın fakihleri bu meselede hatâ ettiler. Minah.

«Atan sorumlu olur ilh…» İmam Ebû Hanife’nin geçen meseledeki cevabının gereği burada da

meselenin yılanın atılır atılmaz sokması haliyle kayıtlanması icabeder. Ama yılan yola atıldıktan bir

müddet sonra sokarsa atan, zamîn olmaz. Düşün.

Ben derim ki: Bu mana fakihlerin meseleyi sunuş biçimlerinden anlaşılmaktadır. Bir adamın üzerine

atması meselesi zahirdir. Yola atılması ile ilgili olarak Hâniyye’de şöyle denilmektedir: «Yani yola

bir yılan atsa, yılanın oradan gidinceye kadarki zararına atan zâmindir.»

«Ölenin diyetl kılınç sahibinedir.» Yâni kuyu kazanda olduğu gibi, kılınç sahibinin âkilesine gerekir.

«Kılıncın kıymeti de ayağı takılanadır.» Tatarhâniyye’de bundan sonra şöyle denilmîştir: «Eğer

kılınca takılır üzerine düşer ve kılınç kırılır, adam da ölürse kılınc sahibi tökezleyenin diyetini öder.

Tökezleyenin ise hiç bir sorumluluğu yoktur.»

Yine Tatarhâniyye’de şöyle bir cümle vardır: «Yürüyen birisi, yolda uyuyan birine takılsa ve ikisinin

de parmakları kırılsa ve ölseler her birinin âkilesi diğerine düşen diyeti öder.»

«Eğer sahibine şâhit tutulmuşsa zamin olur ilh…» Kanlarda borç âkileye, mallarda ise sadece

mâlikedir. İleride yıkılmaya yüz tutan duvar meselesinde gelecektir. Remlî.

«Bedaî’de şöyle der ilh…» Minah’ta bundan sonra : «Bezzâziye’de bu görüş kuvvetli gösterilmiştîr.

O hiç bir ihtilâf zikretmemiştir, ben de öyle birşey hissetmiyorum» denilmektedir.

Ben derim ki: Bezzâziye’deki ibare şöyledir: «Birisinin kuduz (yada ısırıcı) bir köpeği var, her geçeni

ısırıyor. Köylülerin onu öldürme hakları vardır. Köpek bir adamı ısırırsa adam da onu öldürse; eğer

adam köpeğe yaklaşmadan ısırmışsa kendisine sorumluluk yoktur. Yaklaştıktan sonra ısırmışsa

tazminat gerekir. Bu, yıkılmak üzere olan bir duvarın yıkılması emredilip buna şahit tutulmadan

önce ve sonra duvarın yıkılıp birisini öldürmesi meselesine benzer. Münye’de; öküzün süsmesi

meselesinde de, şahit tuttuktan sonra malı da canı da zamindir; denilmektedir».

Şimdi, bu sözün neresinde o görüş kuvvetli gösterilmiştir? Bezzâziye’de bu sözlerden önce de

şöyle denilmektedir: «Bir kimse süsücü olan öküzü başka birisinin avlusuna soksa öküz de bir

sıpayı süsse zâmin olmaz.»

Eğer Minah yazarı, bundan Bezzâziye’nin o görüşü kuvvetli gördüğünü zannetmişse bu yanlış bir

zandır. Çünkü açıkça görüldüğü üzere mesele, şahit tutmadan önce süsmesi ile ilgilidir. Remlî.

İnşaAllah bu meselenin tamamı, Hayvanın işlediği cinayet konusunda gelecektir. Bu meselenin

esas yeri orasıdır.

M E T İ N

Oğlunu öldürmekte babası ile birlik olan yabancıda olduğu gibi, teammüden öldüren kişi, öldürme

suçunu kendisine kısâs icabetmeyen birisi ile beraber işlerse; ikisine de kısâs icâbetmez.

Kendisinden çocuğu olan karısını öldüren koca ile birlik olan yabancı, hataen vuranla birlikte

teammüden vuran deli ile beraber öldüren akıllı, çocukla birlik olan yetişkin, yılan veya yırtıcı

hayvanla birlikte öldüren kişî hep aynı hükümdedir. Yani bunlardan hiç birisine kısâs icabetmez.

Nitekim Hâniyye’de de böyle denilmektedir.

Bir adam evine girse ve hanımı veya cariyesi iIe birlikte bîr adam görse onu öldürmesi helâldir,

kendisine kısâs da gerekmez.

Bu mesele metnin nüshalarında mevcut değildir. Şerhin nüshalarında ise Vehbâniye Şerhi’ne

nisbetle yer almıştır. Biz meseleyi Ta’zîr konusunda inceledik.

FER’Î MESELELER:

Bir adam, ticarete îzinli olmayan bir çocuğa: «Atımı bağla!» dese, çocuk ta onu bağlamak istese

fakat kendisini at tepip öldürse, çocuğun diyeti at sahibinin âkilesi tarafından ödenir. Aynı şekilde

birisi bir çocuğa bir sopa veya silâh verip velisînin izni olmadan ondan birşeyi taşımasını veya

odun kırmasını ya da benzeri bir şey istese de çocuk ölse, diyet adamın âkilesinedir. Adam silâhı

verir de: «Onu tut» demezse hükmün ne olacağında iki görüş vardır.

Duvarın üstündeki bir çocuğa, bîrisi bağırsa ve çocuk düşüp ölse; eğer ona: «Düşme!» diye

bağırmış ama o düşmüşse zâmin olmaz. Ama «Düş!» diye bağırır, o da düşerse zamin olur. Fetvâ

böyledîr. Bir görüşe göre de hiç bir halde adam sorumlu değildir. Nâciye.

Allah iyisini bilir.

İ Z A H

«Kendisinden çocuğu olan karısını ilh…» Yani (musannıf’ın daha önce: «Babası aleyhine vâris

olduğu kısâs düşer» sözü ile belirttiği üzere babadan kısâs düşer. Bunun için onunla birlikte

öldüren kişiden de düşer.

«Hataen vuranla birlikte teammüden vuran ilh…» Sopa ile vurmak gibi, amde benzeyen vuruş da

aynen böyledir. Nitekim daha önce geçmiştir.

«Karısı ile birlikte bir adam gören ilh…» Başka birinin karsı ile zina eden birisini gördüğünde de

aynıdır. Hâniyye.

«Bu helâldir.» Hâniyye’de bu, zina eden adamın evli olması ve koca bağırdığı zaman zinadan

kaçınmaması ile kayıtlanmıştır. Birinci kayıt tenkit edilebilir. İbn Vehbân bunu, öldürmenin had

olarak değil, iyiliği emir kötülükten men olduğunu söyleyerek reddetmiştir. Nehr sahibi de şöyle

der: «O güzeldir. Şübhesiz bu (zina) bir kötülüktür. Onu izale yolu olarak öldürme teayyün etmiştîr.

O halde öldürmenin cevazı için adamın evli olmasını şart koşmakta mana yoktur. Onun için

Bezzâziye’de hiç bir kayıt konulmamıştır.»

«Biz onu tazir bahsinde incelemiştik.» Yani konunun baş tarafında. Yine orada belirtilmişti ki, eğer

kadın gönüllü ise; ikisini de öldürebilir. Eğer adam kadını zorlarsa, kadının onu öldürmeye hakkı

vardır, kanı hederdir. Çocuk da aynıdır. Bu, kadının kurtulmak için öldürmeden başka çaresi

olmadığı takdirdedir.

«Bir çocuğa sopa veya silâh veren de aynıdır.» Yani adam onu tutması için verip bir şey emretmese

ve çocuk bununla helâk olsa. Minah.

Tatarhâniyye’de: «Helâk olsa sözü ile çocuğun kendi kendisini öldürdüğünü kasdetmemiştir.

Şüphesiz o durumda verene sorumluluk yoktur. Onun maksadı, kılıncın çocuğun elinden bedeninin

bir tarafına düşüp o sebeple helâk olması halidir.»

Hulâsa’da da: «Çocuğa silah verse ve çocuk kendisini ya da başka birisini öldürse verene ittifakla

sorumluluk yoktur» denilmektedir.

«Çocuk ölse» Yani bu işte ölse.

Hulâsa’da : «Eğer başka birisinin kölesine odun kırmasını veya başka bir iş yapmasını emretse

bundan doğacak olan zararı zâmin olur» denilmektedir.

«iki görüş vardır» Tercih edilen görüşe göre bunda da tazminat gerekir. Tatârhânîyye.

«Duvarın üzerindeki bir çocuğa ilh…» Şârih, çocuk kaydını özellikle koymuştur. Çünkü şayet

duvarın üzerindeki yetişkin olsa da birisi ona bağırsa, âlimlerin bu konudaki ve başka yerlerdeki

sözlerinden anlaşıldığına göre tazminat gerekmez.

Tatarhâniyye’de ise: «Bîr başkasına ansızın bağırsa ve odam bu sesten ölse bundan diyet gerekir»

denilmektedir.

Buna göre, önceki görüş adamın bağırmasının aniden olmamasına hamledilir; ya da bu bîr rivâyet

ihtilafıdır. Mecmau’l-Fetavâ’da: Bir kimse şeklini değiştirip bir çocuğu korkutsa ve çocuk delirse

zamin olur» denilmektedir. Remlî’den özetle.

«(Eğer düş der ve o düşerse) zamin olur.» «Kendini nehre veya ateşe at!» der ve çocuk atarsa

bunda da emreden zâmin olur. Burada da aynıdır. Tatarhâniyye.

Allah en iyisini bilir.

AYNI ŞAHSA KARŞI İŞLENEN İKİ FİİL

M E T İ N

Birisi bîr adamın elini kesse sonra da öldürse her iki fiilden, -yani hem kesmek hem de

öldürmekten- dolayı muâheze edilir.

Her iki fiil de kasdî veya ikisi de hataen olursa ya da birisî kasdi öteki hataen olursa; iki fıil arasında

iyileşme girse de gîrmese de her halükârda ikisinden dolayı da sorumlu tutulur. Cezalardan birisi

öbürünün içine girmez. Ancak hataen işlenen iki cinayet arasına iyileşme girmemişse cezalar

birbirine girer ve her ikisi için bir tek diyet icabeder. Ama ikisi orasında iyileşme olmuşsa cezalar

birbiri içersine girmezler.

Meselenin özü şu: Kesmek ya kasden ya da hataen olur. öldürmede aynen böyledir. Buna göre dört

tasavvur söz konusudur. Bir de iki fiil arasında ya iyileşme vardır ya da yoktur. O zaman tasavvur

sekize çıkar. Bunların her birinin hükümleri bilinmektedir.

Şu mesele de aynen yukarıdaki gibidir: Bir kimse birisine yüz kamçı vursa; bunlardan doksanının

yarası iyi olsa ve izi kalmasa, sonraki on kamçıdan dolayı ölse sadece bir diyet gerekir. Çünkü

kamçılanan kişi doksan kamçının yarasından iyileşince artık onlara tazîrin dışındaki bir konuda

itibar edilmez.

Ebû Hanife’ye göre iyileşip de izi kalmayan tüm yaralarda hüküm böyledir. Ebû Yûsuf’dan gelen bir

rivâyete göre böyle durumlarda bilirkişînin takdir edeceği bir tazminat da ödenir. İmâm

Muhammed’den gelen rivayete göre ise doktor ve ilâç ücretini vermesi gerekir. Dürer, Sadruş-şeria,

Hidâye, ve başka kitaplar.

Cevâhiru’l-Fetâvâ’da şöyle denilir: «Bir adam birisini yaralasa ve yaralı çalışmaktan âciz olsa onun

nafaka ve tedavisi yaralayana aittir.»

Yine Cevâhir’de şöyle bir ibare vardır: «Birisi yardımcısını getirse ve yardımcı birisine vurup

yaralasa yaralanan da çalışmaktan aciz duruma düşse bu şahsın nafakası yardımcısını getirene

aittir.

Musannıf: «Görünen o ki bu, Muhammed’in görüşüne göre düzenlenmiştir.» der.

Ben derim ki: Biz bunun (Muhammed’den nakledilenin) benzerini Müctebâ’ya nisbet ederek Ebû

Yûsuf’tan nakletmiştik. İnşallah başı yaralama konusunda meseleyi tahkik edeceğiz.

İ Z A H

«Her halükârda iktsinden dolayı da sorumlu tutulur.» Kifâye’de şöyle denilmektedir: «Kesme île

Öldürme arasına iyileşme ya girmiştir, ya da girmemiştir. Girmişse bunlardan her biri ayrı birer fiil

kabul edilîr ve her ikisinin hükmü ile sorumlu tutulur. Çünkü birinci hüküm (kesmekten dolayı

olanı), iyileşme ile sabit olmuştur. Dolayısıyla cezalardan birisi öbürünün içine girmez. Öyleyse

maktûlün velisinin, hem katilin elini kesme hem de onu öldürme yetkisi vardır. Eğer el kesme ve

öldürme hataen olmuşsa bir buçuk diyet (öldürmekten dolayı bir, kesmekten dolayı yarım) icab

eder. Eğer el kesme kasden, öldürme hataen olmuşsa, el kesmekten dolayı kısâs, öldürmekten

dolayı da diyet icabeder. Aksi olmuşsa, el kesmekten dolayı yarım diyet, öldürmekten dolayı ise

kısâs gerekir. Ama eğer iki fiil arasına iyileşme girmemişse; bunlardan birisî hataen öteki kasden

olmuşsa, herbirisi ayrı ayrı mütala edilir. İkisi de kasdi ise, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre cânî

öldürülür eli kesilmez. İmâm Ebû Hânife’ye göre veli mühayyerdir. İsterse, hem câninin elini keser

hem de öldürür. İsterse elini kesmeden öldürür. Zahire göre, iki fiilin aynı mecliste olup olmadığına

itibar edilmez. Nasr b. Selâm’dan rivayet edildiğîne göre : «İmâmlar arasındaki ihtîlafın; elin bir

mecliste kesilip başka bir mecliste öldürülmesi halindedir. Ama cânî aynı meclîste bir kimsenin

elini kesse sonra da öldürse üç İmâma göre de öldürülür ama eli kesilmez.» Özetle.

«Her ikisi için bir tek diyet icabeder.» Yani öldürmenin diyeti gerekir. Çünkü e! kesmenin diyeti,

fiilin eserinin iyileşmesi anında icabeder. O da yaranın ölüme sebep olmayacağının bilinmesi iledîr.

Meselenin tamamı İbn Kemâl’dedir.

«O zaman tasavvur sekize çıkar.» Bunlardan her biri de ya tek şahıs ya da ayrı ayrı iki kişi

tarafından yapılmış olabilir. Bu durumda da on altı olur. Eğer fiillerden her biri iki ayrı kişi

tarafından yapılmışsa, herkes yaptığının cezasını çeker; fiilinin gereği kısâs olana kısâs uygulanır,

diyet olandan da diyet alınır. Çünkü cezaların birbiri içine girmesi ancak ceza mahallinin bir olması

halinde söz konusudur. İnâye.

«Doksanın yarası iyileşse ilh…» Bu, kamçının onu bir yere, doksanı başka bir yere vurulup

doksanın vurulduğu yerin iyileştiği, onun vurulduğu yerdeki yaranın ölüme götürdüğü takdirde

olur. Aksi halde, doksan kamçının yarasının iyileşip, on kamcının ölüme götürdüğü belirlenemez.

Mî’râc.

«Ebû Yûsuf’tan gelen bir rivayete göre böyle durumlarda bîlir kişînin takdir edeceği bir tazminat

ödenir.» Bu tazminat diyetle birlikte ödenir. Remli.

«Bilir kişinin belirleyeceği bir miktar da icab eder.» Bunun izahı şöyledir: Yaralanan, köle farzedilir

ve yaralı olarak kıymeti ne kadardır? Tesbit edilir. İkisi arasındaki fark hürde diyetten, köleden de

kıymetten tazmin ettirilir. Kifâye.

«Diyetle birlikte ilh…» Bu mesele, yaranın izinin kalması durumunda farzedilir. Bu da ancak

iyileştikten sonra olur. Onun için mesele Müfteka’ da «Ve ölmemişse…» diye kayıtlanmıştır.

«Yaralı çalışmaktan aciz olsa…» Yani yaranın devamı müddetindeki nafakasını öder. Düşün ki eğer

asta çalışamayacak duruma düşerse, zahire göre; diyet veya bilirkişinin belirleyeceği bir tazminatta

hüküm verildikten sonra artık birşey icabetmez.T.

«Yardımcısını getîrse ilh…» Bundan maksat zâlimlerin avanesinden birisidir. Metinde «avan» yerine

«avn» deseydi daha iyi olacaktı. Çünkü Kâmûs’ta belirtildiğine göre «avn» hem tekil, hem çoğul

hem de dişleri için «yardımcı» manasınadır. «Avân» îse kırık çoğuldur. Çünkü yardımcı, zalime arka

çıkar ve ona yardım eder. Bezzâziye’de: «Fitne günlerînde, avane ve aracıların öldürülebileceği

yolunda fetvâ verilmiştir.» der. T. Özetle.

«Görünen o ki bu; ilh…» Yani Cevâhiru’l-Fetava’daki meseleler İmâm Muhammed’in görüşüne yani

ondan rivayet edilen görüşe göre düzenlenmiştir. Az önce geçtiği üzere; İmâm Muhammed’den

gelen bir rivayete göre; yaranın eseri kalmazsa, doktor ve ilâç masraflarını yaralayanın ödemesi

icabeder. Bunu Remlî ifade etmiştir. Anla.

Hocalarımızın hocası Sâhiânî’nin Fetâva’n-Neammiyye’sinde şöyle denilmektedir: «Birisi, başka

birinin eline vurup kırsa ve eli kırılan çalışmaktan aciz hale gelse tedavi ücreti ve el iyileşinceye

kadar ki nafakası vurana aittir. El iyileştiğinde çolak kalır ve işe yaramaz hale gelirse diyet îcabeder.

Zâhire göre daha önceki harcamaların diyetten kesilmesi gerekir.»

Yine aynı eserde şunlar da yer almıştır : «Yaralı iyileşip de yara izi kalmayınca yaralayanın doktor

ve ilâç masraflarını ödemesi icabeder. Bu Ebû Yûsuf ile Muhammed’in görüşüdür ve îstihsandır.

Bunu Sadr söylemiştir.» Özetle. Düşün. Tamamı înşallah başı yaralama konusunda gelecektir.

«Başı yaralama konusunda meseleyi inceleyeceğiz.» Yani o konunun sonunda ele alacağız.

Meselenin özü Ebû Yûsuf’a göre erşi elem (acı diyeti) icabeder. İmâm Muhammed’in geçen

sözünden maksad da budur.

M E T İ N

Bir kimse(nin eli) aşağıda gelecek delîlde de görüleceği üzere teammüden veya hataen kesilmişse

ve kesme fiilini affetse, kesen kendi malından diyet öder. Şurunbulâliyye’de de olduğu gibi

Burhân’da bu sarahatle ifade edilmiştir. Kuhistanî’de ise Tahâvi şerhi’nden naklen, hatâda diyetin

âkîleye gerekli olduğu belirtilmektedir. Hatâda diyetin kesene alt olduğunu söyleyen yanılmıştır.

Baş yarma ve yaralama da böyledir. Baş yarma ve yaralamada da durum aynıdır. Ebû Yûsuf ve

Muhammed ise farklı görüştedîrler. Biz diyoruz ki: Adam, kesme fiilini affetmiştir. O da öldürmekten

başka bir şeydir. Ama cinayeti veya kesmenin doğuracağı şeyleri affederse bu, aynı zamanda cana

gelecek şeyi affetmek demektir. Dolayısıyla kesen hîçbir şey ödemez. Bu durumda hataen vukua

gelen yaralamada af malının üçte birinden itibar edilîr. Eğer (diyet) malın üçte birinden çıkarsa

mesele yok. Ama çıkmazsa yaralayanın âkilesi diyetin üçte ikisini öder. Nitekim Tahâvî Şerhi’nde de

böyledir. Diyetin, el kesene ait olduğunu zanneden kesinlikle yanılmıştır; Bunun manası sıhhatli

olanın affı üçte birden itibar edilmez. Bunu Kuhistanî zikretmiştir.

Kâsden el kesme (veya yaralama) deki, af malın tamamından itibar edilir. Çünkü varislerin hakkı

diyettedir, kısasta değil. Çünkü kısas mal değildîr.

Başı yarmakta, hüküm ve ihtilaf yönünden el kesmek gibidir.

İ Z A H

«Bir kimse(nin eli) kesilse ilh…» işin esası şu: Af ya kasden ya da hataen kesmekten dolayı olur.

Bunlardan her birinde de; ya sadece kesme işînden ya da cinayet veya kesmenin doğuracağı

sonuçlardan olur. Eğer el kesme cinayeti kasden işlenmişse ve yaralı sadece kesmeyi affetmîşse,

Ebû Yûsuf ile Muhammed’in hilafına bu af, kesmenin sebep olacağı ölümle ilgili değildir. Ama eğer

cînayeti veya kesmenin doğuracağı tüm sonuçları affetmişse, kesen hem kesme hem de bunun

sebep olacağı ölümden ibrâ edilmiş (cezasından kurtulmuş) olur. Eğer el kesme cinayeti hataen

vuku bulmuş ve eli kesilen sadece kesmeyi affetmiş; sonra da adam ölmüşse hüküm ihtilâflıdır. Bu

durumda hem kesmeyi, hem de onun doğuracağı sonuçları affetmişse veya cinayeti affetmişse bu

af hepsi için geçerlidir. Kasdî olan kesmede malın tamamından; hata halinde ise üçte birinden

nazarı itibara alınır.

«Aşağıda gelecek delilde de görüleceği üzere ilh…» Çünkü gelecek olan meselede kasden kesme

ile hataen kesmeyi bîri birinden ayırmış, bumda ise mutlak bırakmıştır.

«Kuhistânî’de ise ilh…» Bu itiraz baştaki mutlak ifadeyedir. Çünkü o kesmenin tüm hükümlerinin

kasden ve hataen olanlarda müşterek olduğunu ifade eder. Halbuki aşağıda diyetin, kesenin kendi

malından vâcip olduğu gelecektir. Bundan, maksadın sadece kasden kesme olduğu ortaya

çıkmaktadır. Çünkü doğrusu, hatada diyet âkileye aittir. Kifâye’de; «malında» sözünün kesmenin iki

nevinden yani hataen ve kasden olandan birisinî beyân ettiği belirtilmektedir”. Yâni bu, eğer kesme

teammüden olmuşsa kesene kendi malından ödemek üzere diyet gerekir, demektir. Musannıf ise

«kendi malında» dememiştir. Dolayısıyla Kifâye’deki açıklama burası için geçerli olmaz.

«Ve kesmeyî affetse ilh…» Yani uzvu kesilen kişî «Kesmenin doğuracağı şeyleri veya cînayeti

affettîm» dememişse.

«Kesen kendi malından diyet öder.» Baş yaran ve bir uzvu yaralayan da aynıdır. Diyeti kendi

malından öder. Çünkü âkile kasden işlenen cinâyetin diyetini yüklenmez.

«Ebû Yûsuf ile Muhammed farklı görüştedîr.» Onlara göre kesmeyi af, aynı zamanda cana dokunan

zararı (ölümü) da af etmek sayılır. Çünkü bundan, kesmenin hükmünü af etmek kastedilir.

«O öldürmekten başkadır.» Kıyasa göre bundan dolayı kısasın vacip olması gerekirdi. Çünkü

kasden îşlenen cinayetin gereği budur. İstihsâna göre ise diyet icabeder. Çünkü af bir şüphe

doğurmuştur. Şüphe de kısası engeller. Hidâye.

«Ama cinayeti affederse ilh…» Olay teammüden veya hataen olmuşsa, eli kesilen cinayeti

affederken: «Kesmenin doğuracağı şeyleri de affettim» dese de demese de aynıdır. Kuhistânî.

«Bu aynı zamanda cana gelecek şeyi de affetmek sayılır.» Çünkü cinayet sözcüğü, ölüme sebep

olan kesmeyi de, diğerlerini de kapsar. Eli kesilen kişînin kesme ve kesmenin doğuracağı sonuçları

affetmesi burada açıktır. Sadece kesmeyi affetmek ise böyle değildir. Çünkü el kesme, öldürmekten

başka bir şeydir. Bu, ölüme götüren kesmeyi kapsamaz.

«Kesen hiçbir şey ödemez.» Yani diyetten bîrşey ödemez. Kasden kesme meselesinde bu açıktır.

(Terikenin üçte biri diyete yeter îse) diyetin affedenin malının üçte birinden çıkması halinde, hataen

kesmede de açıktır. Üçte birinden çıkmaması durumunda ise, ŞurunbuIâliye’de belirtildiğîne göre

diyet yaralayanın âkilesine gerekîr.

«Hatadaki af, malının üçte birinden îtibar edilir.» Muhît’te şöyle denilir: «Katil ister onlardan birisi

olsun ister olmasın bu, âkileye vasiyyet sayılır. Çünkü katile vasiyyet sahih olmayınca âkile için

sahîh olur. Bu, biri hayatta öbürü ölüye olan iki kişiye vasiyete benzer ki vasiyyetin tümü

hayattakine ait olur.»

Bu açıklama ile: «Katile vasiyyet caiz değildir. Ve o âkileden birisidir. O halde üçte birin hepsîndeki

af nasıl caiz olur?» tarzındaki itirazların doğru olmadığı açığa çıkmış oluyor. Düşün. Turî.

Af malın üçte birinden itibar edilir. Çünkü hataen işlenen cinayetin hükmü maldır. Ona varislerin

hakkı tealluk eder. Dolayısıyla ancak üçte birinden itibar edilir. Hidâye.

«Ama çıkmazsa yaralayanın âkilesi, diyetin üçte ikisini öder.» Yani affedenin diyetten başka malı

yoksa; fakat başka malı varsa, malın tümünden hesabedilir . Eğer şarih yukarıdaki cümlenin yerine:

«Eğer çıkmazsa, mikdarı kadarınca âkilesî öder» deseydi daha açık olurdu.

Diyet ve mal toplanır, affedilen diyet bu toplamın üçte birini geçmiyorsa af tamamdır. Geçiyorsa

üçte birle diyet arasındaki farkı âkile öder. (Mütercim)

«Bunun manası ilh…» Yani affın üçte bîrde muteber olmasının manası, affeden kişi ölüm

hastalığında olmayıp sıhhatli ise; yani sıhhatli hükmünde ise -Tatarhâniyye’de sıhhat; kişinin

yaralandıktan sonra girip çıkması, gidip gelmesi şeklinde izah edilmiştir- af malın üçte birinde

değil, tamamından muteberdir. Bu bazı âlimlerin görüşüdür. Tatarhâniyye’de: «Müntekâ’da offın

üçte birden olduğu zrkredilmıştir.» denilmektedir.

«Kasden el kesmedeki af, malın tamamından itibar edilir.» Burada şöyle bir itiraz gelebilir: «Bu

durumda cinayetin hükmü kısastır o da mal değildir. O halde affın, malın tümünden olduğunu

söylemeye lüzum yoktur.

Bu itîraza şu şekilde cevap verilmektedir: «Burada kısas afla düşmüştür. Ama affeden kişinîn diyet

üzerinde sulh yapma hakkı olunca, sanki onun affında veresenîn hakkını iptal olduğu düşüncesi

akta gelmektedir. Onun içîn müellif, malın tümünden demiştir. Çünkü kasıtlı kesmede esas ceza

kısastır. Varîslerin hakkı ise sadece mala geçer.» Düşün.

«Başı yarmak da el kesme gibidir ilh…» Daha önce geçtiği gibi, yaralama da aynıdır. Yaralama ve

baş yarma affedilmiş ve sonra bunlar ölüme götürmüşlerse diyet icabeder.

Ebû Yûsuf ile Muhammed bu konuda da farklı görüştedirler.

Onları bunlârdan meydana gelebilecek sonuçlarla birlikte affetmek, el kesmeyi ve onun doğurduğu

sonuçları affetmek gibidir.

M E T İ N

Bir kadın bir adamın elini kasden -veya hataen; eğer daha önceki meselede olduğu ve Mülteka da

belîrtildiği gibi, kasden kaydını koymasaydı daha iyi olacaktı- kesse ve eli kesilen adam eline (elin

karşılığı olan cezaya) mukabil kadını kendisine nikâhlasa sonra da ölse; eğer el kesmeden dolayı

ölmemişse kasden de kesmiş olsa diyet mehirdir. Ebû Hânife’ye göre adama kadının mehri mislini

ödemesi, kadının da şayet kasden kesmişse kendi malından diyet ödemesi icabeder. Eğer bunlar

eşitse karşılıklı olarak takas vaki olur, eşit değilse fazla olanın farkı ödenir. Kadın erkeğin elini

hataen kesmişse diyet âkilesine ait olur ve mehirle diyet takas edilmez. Çünkü hatâda diyet âkilenin

borcudur. Kasdî kesmede ise diyet kadına, mehir de kocaya aittir. Bunlar takas edilirler.

Ben derim ki: Dürer sahibi şöyle der: «Hatâda da takaslaşmanın vâkî olması gerekir. Çünkü bunda

da diyet tercih edilen görüşe göre kadına aittir, âkileye değil.» Ama bu mutlak değildir âkilesi

olmayan hakkındadır. Herhalde Dürer sahibibunu yeri gelince söylemek düşüncesiyle burada

mutlak ifade etmiştir.

İ Z A H

«Bir kadın bir adamın elini kasden kesse ilh…» Bu mesele önceki meselenin bir uzantısıdır.

Tatarhâniyye’de de böyle denilmiştir.

«Eğer el kesmeden dolayı ölmemişse ilh…» şarih bu kaydı adamın hiç ölmemesi veya başka bir

sebepten ölmesi hallerine şamil olması için koymuştur.

«Diyet mehirdir.» O da beşbin dirhemdir. Kifâye.

«Kasden de kesmiş olsa ilh…» İster sadece kesmenin karşılığındaki, isterse kesme ve onun

doğuracağı sonuçların karşılığındaki şeylere veya cinayetin tazminâtı mukabilinde evlenmiş olsun

farketmez. Çünkü adam iyi olunca, o cinayetin cezasının kısas değil diyet olduğu açığa çıkmış olur.

Zira organlarda kadınla erkek arasında kısas cari olmaz. Diyet de mehir olmaya uygundur. Kifâye.

«Ebû Hanîfe’ye göre ilh…» Bunun esası önceki meselede geçendir ki o da şudur: «Katli ve canın

telefîne götürdüğü zaman baş yarma veya el kesmeyi affetmek, İmâm Ebû Hanîfe’ye göre nefsi af

sayılmaz. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre nefsi af sayılır.

İtkânî onlara göre buradaki hüküm aşağıda gelecek olan, el kesme ve ondan meydana gelecek olan

şeyler karşılığında evlenme meselesindeki hüküm gibidir.

«Eğer kasden kesmişse ilh…» «Kendi malından diyet ödemesi icabeder» sözünden dolayı kasden

kaydını koymuştur. Mehr-i mislin olması ise mutlaktır. Çünkü eğer kasden kesmişse, adam

organdakî kısas karşılığında evlenmiş olur. Bu da mal olmadığına göre mehir olamaz. O halde

mehri misil icabeder.

«Erkekte kadın arasında organda kısas olmaz, onun üzerine evlenme nasıl olur?» denîlemez.

Çünkü biz diyoruz ki : Kasden kesmede esas ceza kısastır. Kısas, özre binaen düşmüştür. Sonra,

kadının kendi malından dîyet ödemesi icabeder. Çünkü her ne kadar evlenme organdaki kısası af

etmeyi kapsamına alıyorsa da, kesme ölüme sirâyet edince; onun adam öldürme olduğu ortaya

çıkar. Onu da af içine almaz. O zaman kasdi olduğu için kadının kendi malından diyet vermesi

gerekîr. Eğer el kesme hataen olmuşsa evlenme, elin dîyeti karşılığında olur. Yara ölüme götürünce

elin diyetinin olmadığı dolayısıyla tayin edilen mehrin bulunmadığı ortaya çıkar. Bu durumda da

mehri misil gerekir. İbn Kemâl.

Bu gerekçenin sonucu adam ölmediği zaman mehri mislin icabetmesidir. Şarih ise mehrin diyet

olduğunu söylemiştir. Doğrusu şöyle denilmesiydi: Çünkü sirayetle, bu kesmenin hükmünün

nefiste kısas olduğu ortaya çıkar. O da ikisi arasında caridir. O zaman, mal olmayan birşey mehir

olarak konuşulmuştur. Bunun sonucu da mehr-i mislin icabetmesidir. (Mütercim).

«Eşit değilse fazla olanın farkı ödenir.» Yani eğer diyet fazla olursa kadın o fazlalığı vârislere, mehir

fazla olursa vârisler kadına öderler. İbn Kemâl.

«Kadın erkeğin elini hataen kesmişse diyet âkilesine ait olur.» Yani bu durumda mehir de kadının

hakkıdır. Takas, alacakla borcun aynı zimmette bulunması halinde söz konusudur. İtkânî.

«Ama bu mutlok değildir.» Bu söz, Dürer Haşiyesi’nde Şurunbulâlî’ye aittir. Şurunbulâli’nin

sözünün özeti şudur: «Hataen olan cinayette diyetin bizzat katile ait oluşu, onun âkilesinin

olmaması durumundadır. Bu durumda diyet, mutlak manada katile ait değildir. Dürer sahibînin

maksadı da budur. Ama o, âkilesi olmaması kaydını, yeri gelince söylemeyi düşünerek burada

zikretmemîştir.»

Ben derim ki: Bu îzah isabetli değildir. Aksine Dürer sahibinin maksadı, diyetin mutlak olarak katîle

ait oluşudur. Kifâye’deki ifade bunu açıklamaktadır. Çünkü o: «Sahih olan diyetin önce âkileye

gerekli olup sonradan onu katilin yüklendiğidir. Böyle olunca: Asıl vazife katile aittir denemez.

Buna itîbar edilirse, takasın caiz olması gerekir. Çünkü biz: «Diyet bazılarına göre başlangıçta

âkileye aittir, bazılarına göre ise âkile havâle yoluyla katilden yüklenir. Havâle muhîlin zimmetinîn

berâtını gerektirir, dolayısıyla takas olmaz.» diyoruz.

M E T İ N

Bir adam (elini kesen) bir kadınla, elin diyeti veya el kesmenin doğuracağı sonuç ya da cinayet

karşılığında evlense sonra da ölse; eğer kadın kasden kesmişse mehr-i misil alır ve hiçbir şey

ödemez. Çünkü adam alacağı şeyîn düşmesine razı olmuştur. Ama eğer hataen kesmişse kadının

mehri misil âkileden kalkar, katanı da onlara vasiyyet olur. Şayet mehr-i misil diyetin üçte birinden

çıkarsa âkileden o kadarı düşülür, çıkmazsa sadece üçte biri düşülür.

İ Z A H

«Kadın mehr-i mlsil alır.» Çünkü bu, kısas karşılığında evlenmektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi,

kasden işlenen cînayette asıl ceza kısastır. Kısas mal değildir. Dolayısıyla bu durumda, içki ve

domuz karşılığında evlenmede olduğu gibi mehr-i misil icabeder.

«Çünkü adam alacağı şeyin düşmesine razı olmuştur.» Zira o kısası mehir sayınca mehir

cihetinden onun düşmesine razı olmuştur. Dolayısıyla asıl da düşer. İbn Kemâl.

«Eğer hataen kesmişse kadının mehr-i misli âkileden kalkar.» Çünkü ele, kesilmeden doğacak

sonuçlara ve cinayete karşılık evlenmek, bunların gereği karşılığında evlenmektir. Bunların gereği

de burada diyettir. Diyet mehir olmaya elverişlidir. O halde diyetin mehir olarak konuşulması

sahihtir. Ancak mehr-i mislinin mikdarı malını tümünden muteber olur. Zira bunda mehri azaltma

yoktur. Hastaya evlenme konusunda hacr konulamaz. Çünkü evlenme asli ihtiyaçlardandır. Mehr-i

mîsil mikdarı malın tamamından, mehr-i misilden daha fazla olanı ise üçte birinden geçerlidir.

Çünkü o teberrûdur. Diyet kadının âkilesine icabeder. O da mehir olur. Eğer mehr-i misil diyet kadar

veya ondan daha fazla ise; diyetin tümü âkileden düşer. Kadın onlardan hiçbir şey isteyemez.

Çünkü âkîle diyeti, onun cinayeti sebebiyle yüklenmişlerdir. Bu, kadının mülkü olunca, daha önce

söylediğimiz sebepten dolayı âkileden mehri misil kadarı düşer. Bundan fazlası için ise bakılır; eğer

bu malın üçte birinden çıkarsa üçte biri kadarı âkileden düşer. Fazlalığı da maktûlün velisine

öderler. Çünkü vasiyyet ancak terikenin üçte birinde geçerlidir. Zeylaî.

Ben derim ki: Onun âkile için vasiyyet oluş yönü şudur: Maktûl diyeti mehre karşılık olarak

düşürmüştür. Hatâda diyet âkileyedir. Böyle olunca mehirden fazla olan kısmı da teberruen

onlardan düşürmüş olur. Anla.

M E T İ N

Bir kimsenin eli kesilse ve kısâs yapılsa; sonra do eli kesilen bu kesikten dolayı kısâs yapılandan

önce ölse bu şahıs da öldürülür. Çünkü adamın ölümü elindeki kesiğin sirayeti sebebiyle olmuştur.

Ebû Yûsuf’tan bir rivâyete göre, ölümden dolayı kısâs yoktur. Zira o elinden dolayı kısâs yapınca,

onun arkasından gelecek olan şeyleri îbrâ etmiştir. İbn Kemâl’in bu konuda Ebû Hanife ve

Muhammed’in görüşlerinde tenkide tabi yönler bulması Ebû Yûsuf’un görüşünü takvîye etmektedir.

Musannıf der ki: «Eğer kısâsen eli kesilen kişi ölecek olursa, onun diyeti kısâs yaptıranın

âkilesinedir.» İ. Ebû Yûsuf ile İ. Muhammed ise bu görüşte değildirler.

Ben derim ki: Bu hüküm; eli kesilen kişinin; kısası, hakimin hükmü olmadan bizzat kendisinin

tatbik etmesi durumundadır. Hakimin, kan alıcının, sünnetçinin ve baytarın fiilleri ise, sonunda bir

zararın gelmemesi şart» ile kayıtlı değildir. Nitekim ücretli işçi de böyledir. Meselenin tamamı

Dürer’dedir.

Bu konuda esas prensip şudur: Yapılması vacib olan bir şey, sonunda bir zarar gelmemesi şartıyla

kayıt değildîr; Mübah olan bir şey ise, yapılınca bir zarar vermemesi şartı ile kayıtlıdır. Babanın,

annenin veya vasinin terbiye maksadıyla çocuğu dövmeleri bu türden; babanın vasinin ve babanın

izni ile öğretmenin öğretmek maksadı ile dövmeleri de birinci türdendir. Bu dövmelerden dolayı

çocuk ölürse, öğretme kasdıyle olanda dünyevi bir mesuliyet yoktur. Çünkü öğretmek vacibtir.

Terbiye maksadı ile dövmekte ise sorumluluk vardır. Çünkü o mübahtır. Bu söylenilenler mutad

olan dövmededir. Aşırı olanı ise her halükarda sorumluluğu gerektirir. Tamamı Eşbâh’tadır.

İ Z A H

«Zira onun ölümü elindeki kesiğin sirayeti sebebiyle olmuştur.» Eldeki kısasın uygulanması

candaki kısası düşürmez. Nitekim canda kısas hakkı olan kişi katilin elini keserse onun hakkı

düşmez.

«Zira o elinden dolayı kısâs yapınca ilh…» Bu iddianın cevabı şöyledir: Eli kesilen kişi, caninin

elinin kesilmesini, hakkının o olduğunu zannederek istemiştir. Yara ilerleyip de ölüme götürünce

onun hakkının canda kısas olduğu meydana çıkmıştır. Dolayısıyla adam bilmeden candaki kısastan

ibrâ etmiş olmaz. Hîdaye’de de böyledir. İbni Kemâl bu görüşü şu şekilde tenkide tabi tutmuştur:

Alimler, daha önce geçen meselede – bir kimse birinin elini kesse ve eli kesilen affetse sonrada

ölse- kısasın düşmesini şüphe doğuracağı için affın kısasın düşmesi için kâfi olacağını söyleyerek

gerekçelendirmişlerdir. Adamın bilmeden kısastan ibrâ etmîş olacağı cihetine hiç iltifat etmeden

diyeti gerekli görmüşlerdir.

Rahmetî, İbn Kemâl’in bu endişesine şöyle cevap vermektedir: «Bu iki mesele arasında fark vardır.

Çünkü el kesmeyi affeden kîşinin, affa meyyal olduğu görülmektedir. Bu mesele ise şöyle değildir.

Çünkü burada hak sahibi, kendisi için gerekli görünen şeyi yaptırmıştır. Onda bir af şekli

bulunmamıştır.»

«Ebû Yûsuf’un görüşünü takviye etmektedir.» O metin ve şerhlerde ifade edilen hükümlere muârız

olamaz. T. Üstelik sen buna verilen cevabı gördün.

«Onun diyeti kısâs yaptıranın âkilesinedir.» Çünkü hakkı eli kesmekti o ise öldürdü. İtkanî der ki:

«Ama diyet âkileyedir. Çünkü bu hatâ manasınadır. Zira adam, caniyi öldürmeyi değil, eli kesmek

suretiyle hakkını almak istemiştir.»

«İ. Ebû Yûsuf ile İ. Muhammed ise bu görüşte değildirler.» Onlara göre, kesenin hiçbir sorumluluğu

yoktur. Çünkü o. hakkını almıştır; o da kesmektir. Kısâs kapısını kapatacağı için, el kesmeyi

sonunda hiçbir zarar vermemesi şartıyla kayıtlamak mümkün değildir. Çünkü eli kestikten sonra

bunun ölüme sebebiyet vermesini engellemek onun elinde değildir. İbn Kemâl.

«Hâkimin hükmü olmadan ilh…» Bu ifadenin zâhirinden anlaşıldığına göre, eğer hakim hüküm

verdikten sonra bizzat kendisi keserse zamin olmaz. Düşün.

«Hâkimin ilh…» Yâni hakim hırsızın elini keser ve hırsız ölürse, hiçbir sorumluluğu olmaz. Ebû

Yûsuf ve Muhammed bu meseleyi görüşlerine şahit tutmuşlardır. Şarih, hadleri uygulamanın

hâkime vacip olduğunu söyleyerek iki mesele arasındaki farka dikkat çekmîştir. Kan alıcı ve

benzerlerînîn yaptıkları da akitle vacip olmuştur. Dolayısıyla sonunda zarar görmemesi şartıyla

kayıtlı olmaz. Bizim meselemizde ise veli muhayyerdir, hatta affetmesi menduptur. Dolayısıyla

zikredilen prensipten dolayı onun fiili başka zarar vermemesi kaydı ile kayıtlıdır.

«Mübah olan bir şey, sonunda zarar vermemesi şartı ile kayıtlıdır.»

Bundan şu mesele müstesnadır: Bir adam hanımına cinsi temasta bulunsa ve bu kadının ferci

yırtılsa veya kadın ölse, cinsî temasta mübah olduğu halde kocaya sorumluluk yüklenemez. Çünkü

cinsi temasın karşılığı olan mehiri kadın almıştır. Artık başka bir şey yani başka bir sorumluluk

gerekmez. Eşbâh. T.

«Yırtılsa» diye terceme ettiğimiz «ifza» kelimesi, ön ve arkanın arasının yırtılıp tek bir yol haline

gelmesidir. (Mütercim.)

Konunun tamamı ileride gelecektir.

«Bu türden ilh…» Yani mübah fiillerdendir. Bu İmâm Ebû Hanife’nin görüşüne göredir. Tamamı

yakında gelecektir.

«Birinci türdendir.» Yani vacib olan fiilerdendir. Şarih Tâzîr Bahsinde şöyle demektedir: «Kınye’de;

adamın Kur’ân, edep ve ilim öğrenmesi için oğlunu zorlama yetkisi vardır. Çünkü bu ebeveyn

üzerine farzdır. Bir kimsenin, oğluna karşı yapabileceklerini yetime de yapabilir, denilmektedir.»

Yine Kınye sahibi; terbiyenin aksine, öğretme konusunda annenin de baba gibi olduğunu ifade

etmiştir. Nitekim ilerde gelecektir.

«Babanın izniyle ilh…» Veya vasnin izniyle, Ama onların izni olmadan döverse, ilerîde geleceği

üzere zamin olur.

«Bu söylenenle mutad olan dövmededir.» Yani sayı, keyfiyet ve vurulan yer itibariyle mutad olan

dövmedir. Fakat yüze veya tenâsül uzvuna vursa tazminat gerekir. Bunda ihtilâf yoktur. Bir tek

kamçı bile olsa durum aynıdır. Çünkü o itlâftır. Tethteu’l-Kûbrâ’dan naklen Ebussuûd, T.

M E T İ N

Eğer maktûlün velisi katilin elini keser sonra da öldürme suçunu affederse; kesen, elin dîyetini

öder. Çünkü o hakkı olmayan bir şeyi almıştır. (Hakkı olmayan cezayı uygulamıştır) Fakat şüphe

olduğu için kısas uygulanmaz. Ebu Yûsuf ile Muhammed’e göre ise ona birşey lâzım gelmez.

Babası veya vasisi terbiye etmek için dövdüğünden dolayı çocuk ölürse, onun sorumluluğu

(zâminiyeti) baba ve vasiyedir. Çünkü terbiye; azarlama ve dövme ile olur. Ebû Yûsuf ve

Muhammed’e göre; eğer dövme mutâd olan bir şeklide ise kendileri için sorumluluk (zâminiyet)

yoktur. Mutâd olmayan bir tarzda dövmüşlerse ittifakla sorumludurlar. Öğretmen babasının izni

olmadan çocuğu veya efendisinin izni olmadan köleyi döverse zâminiyet ittifakla öğretmenedir.

Ama izinleri ile döverse öğretmenin zâminîyeti yoktur. Bunda icmâ’ vardır. Bu: «Ebû Hanîfe’nin iki

öğrencisinin görüşlerine dönmüş olduğunu gösterir» denilmektedir.

Terbiye etmek için hanımını döven koca da sorumludur, Çünkü kadının terbiyesi veliye aittir.

Musannıf bunu Aynî’nin Mecma’ Şerhi’ne nisbet etmiştir.

Ben derim ki: O, Eşbâh ve diğer kitaplarda da önceden söylediğimiz gibidir. Müctebâ’nın Diyetler

Bahsi’nde de şöyledir denilmektedir: «Tafsilât ve ihtilâf bakımından koca ve vasî, baba gibidir.

Onlara diyet ve keffâret icabeder. İmamın iki öğrencesinin görüşüne döndüğü söylenilmiştir.»

Meselenin tamamı oradadır.

İ Z A H

«Babası veya vasisi dövdüğünden dolayı ilh…» Musannıf, baba ve vasi kaydını özellikle koymuştur.

Çünkü terbîye için anne döverse ittifakla sorumludur. «Terbiye için» kaydını da özellikle koymuştur.

Çünkü onlar öğretmek için döverlerse yine ittifakla sorumlu olmazlar. Gurerü’l-Efkâr.

«Ama izinleri ile döverse ilh…» Yani baba ve efendinin izni ile döverse, vasî de aynıdır. Bundan

anlaşıldığına göre; eğer baba veya kölenin efendisi bizzat döverlerse ittifakla sorumlu tutulmazlar.

Biz bunu az önce belirtmiştik. Fakat Hâniyye’de şu ifade vardır: «Bir adam Kur’an öğretmek için

küçük çocuğunu döverse ve çocuk ölse İmâm Ebû Hanîfe’ye göre baba diyeti öder ve ona varis

olamaz. Ebû Yûsuf’a göre ise varis olur ve diyette ödemez. Eğer öğretmen babasının izni ile

döverse zâmin olmaz.»

Velvâliciyye’de de şöyle denilmektedir: «Bir adam oğlunu veya vasi yetimi terbiye için dövseler ve

çocuk ölse İmâm Azam’a göre baba -veya vasî- zamin olur. Eğer çocuğu baba veya vasînin izni

olmadan öğretmen döverse o da zamin olur. Eğer izinle döverse zâmin olmaz. Çünkü baba ve vasî

çocuğu, ona zarar vermemek şartı ile terbiyeye yetkilidirler. Çünkü onlar çocuğun nefsinde

tasarrufta bulunabilirler. Eğer çocuk için hayırlı ise malında da tasarruf edebilirler. öğretmen de

çocuğu onların izni ile terbiye eder. İzin ise kayıtlı değil, mutlaktır.»

«Bu Ebû Hanîfe’nin iki öğrencisinin görüşlerine denilmektedir.» Yani İmam Azam’ın: «Babanın izni

olmadan dövdüğünde muallime sorumluluk olmadığı» görüşü kast ediliyor. Aslında ihtilâf terbiye

için dövmektedir. Buradaki söz ise öğretmek için dövmek hakkındadır. Öğretmek vâcibtir ve zarar

vermeme şartı ile kayıtlı değildir. Bu konuda ihtilâf yoktur. T.

Ben derim ki: Şeref el-Ğazzî Haşiyesi’nde Suğrâ’dan naklen Ebû Süleyman şöyle demektedir:

«Adam, öğretmek veya terbiye etmek için oğlunu döver o da ölürse, Ebû Hanife’ye göre zamin olur;

Ebû Yûsuf’a göre zamin olmaz.»

Az önce Hânîye’den de bunun benzerini nakletmiştik. Buna göre Ebû Hanife’nin görüşünden

döndüğü açığa çıkmaktadır. O halde. Velvâliciyye’den naklettiğimiz farka ihtiyaç yoktur.

Kîtâbu’l-İcâre’de musannıfın: «Gâyetü’l-Beyân’dan naklen, hayvanı dövmesi ve durdurması ile

zamin olur» sözünün yanında, daha sahih olanın Ebû Hânîfe’nin iki öğrencisinin görüşüne döndüğü

geçmişti. Bunu Bîrî de Kifayetül’-Mûcîb’den nakletmiştir. Düşün.

«Çünkü kadının terbiyesi veliye aittir.» Bu gerekçe açık değildir. Çünkü bunun manası, dövmekle

velinin zamin olmamasıdır. Halbuki önce de geçtiği gibi; baba terbiye için oğlunu döverse zâmin

olur. En doğrusu Bîrî’nin şu sözüdür: «Çünkü o, hakimin cezalandırmasının aksine, kendi menfaati

içindir. Hakimin cezası ise dövülenin yararınadır.» Tazir bahsinde, «tazir için kocanın karısını

dövme hakkının olduğu haller» geçmişti.

«Ben derim ki o ilh…»Yani metindekî, Eşbâh ve başka kitaplarda mutlak olarak zikredilmiştir.

«Önceden söylediğimiz gibidir.» sözünün: «Tamamı Eşbâh’tadır.» sözünün zımnındadır. Çünkü onu

açıkça söylemedi. Maksat; Onun Eşbâh ve başka kitaplarda metinde zikredildiği gibi her hangi bir

ihtilâfa işaret edilmeden mezkûr olmuştur. Çünkü metnin ibaresi, ittifakla kocanın zâmin olduğunu

ifade ediyor. İbn Melek ve başkaları bunu açıkça söylemişlerdîr. Buna göre; «Müctebâ’nın diyetler

bahsinde…» sözü sanki ona bir istidrâk gibidir. Anla.

«Tamamı oradadır.» Müctebâ’da şöyle denilmektedir: «Adam küçük oğlunu terbiye için dövse; eğer

terbiye için vurulmayacak yere vurursa veya terbiye için vurulandan daha fazla vurursa ve çocuk

ölürse; kendisine diyet ve keffâret icabeder. Ama terbiye için vurulan yere vurur ve onun için

vurulduğu kadar vurursa Ebû Hanife’ye göre hüküm yine aynıdır. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre

ise bu durumda babaya bir şey lâzım gelmez. Ebû Hanife’nin Ebû Yûsuf ile Muhammed’in görüşüne

döndüğü de söylenmektedir. Bu tafsilât ve ihtilâf vasinin yetimi, kocanın karısını terbiye için

dövmesinde de geçerlidir. Aynı şekilde öğretmen, babanın veya vasinin izni ile Kur’ân veya başka

bir şey öğretmek için mûtad şekilde çocuğu döverse ne o, ne veli ne de vasi zamin olmaz. Bunda

icmâ’ vardır. Ebû Hanîfe, babanın izni ile dövmesi durumunda babaya diyet ve keffâreti gerekli

görürken, öğretmene buna gerekli görmedi. Bu baba konusunda Ebû Hanife’nin Ebû Yûsuf ile

Muhammed’in görüşüne dönüşü olarak değerlendirmektedir. Eğer öğretmen babanın izni olmadan

döver ve çocuk ölürse, öğretmen zamin olur. Anne çocuğunu terbiye için dövse İmâm Âzam’a göre

onun sorumlu olacağında şüphe yoktur. Öğrencilerinin görüşünde ise ulemâ ihtilâf halindedir.»

Minah.

M E T İ N

FER’Î MESELELER :

Bir adam bir kadını dövse ve ferci yırtılsa;eğer idrârını tutabilirse adamın üçte bir diyet ödemesi

gerekir. İdrârınıtutamayacak olursa tam diyet icabeder.

Birisi bir bâkireyle temas kursa ve ferci yırtılsa; eğer kızın rızâsı ile olursa her ikisine de had

uygulanır ve adama malî sorumluluk gerekmez. Ama zorla tecâvüz etmişse adama had ve yırtığın

diyeti icabeder. Ukr icabetmez. Hâvî’ el-Kudsî.

Ukr: Şübhe ile temas edilen kadının mehri. (Mütercim).

Kan alıcı birisinin gözünden et kesse ve adam kör olsa eğer haccam mâhir değilse yarım diyet

öder. Eşbâh.

Kınye’de şöyle bir mesele vardır: Necmuddin Muhammed’e şu soru soruldu: Küçük bir kız çocuğu

damdan düşse ve başı açılsa; doktorların çoğu: «Eğer onun başını yararsanız ölür» deseler, fakat

birisi: «Eğer bugün başı yarmazsanız hemen ölür, ben onu yarıp (ameliyat edip) çocuğu

iyileştireceğim» dese ve başı yarsa ama bir veya iki gün sonra çocuk ölse doktor zâmin olur mu?

Muhammed uzun süre düşündü sonra: «Şayet amelîyat velînin izni ile yapılmışsa ve baş mutad

vechile aşırı gidilmeden yarılmışsa; hayır, zamin olmaz» dedi.

Peki; doktor: «Ölürse ben zaminim demişse zamin olur mu?» denildi, buna da: «Hayır» cevabını

verdi.

Ben derim ki: Müftabih olan görüşe göre, kişinin emin olan (zamin olmayan)a koştuğu şart, bâtıl

olduğu için Necmuddin doktorun tazminat şartına itibar etmedi.

İ Z A H

«Bir adam, bir kadını dövse ve ferci yırtılsa» Yani idrar ve hayız yollarının arasını ya da hayız ve

dışkı yollarının arasını yırtsa da onlar tek yol haline gelse. İleride geleceği üzere cinsel ilişki de

dövmek gibidir. Buradaki kadından maksat, yabancı olan kadındır. Ama kendi hanımı ile cinsel

ilişki kursa ve kadının fercî yırtılsa idrarını tutamaz da olsa, Ebû Hanife ve Muhammed’e göre

adama bir sorumluluk yüklenmez. Ebû Yûsuf’a göre ise bu hükümde kişinin kendi hanımı da

yabancı gibidir. İbn Vehbân; «Ulemanın içlerinde idrarını tutamama da bulunan on şeyde tam

diyetin gerektiğini» söylediklerini nazarı itibara alarak; Ebû Yûsuf’un görüşüne itimad etmiştir.

Şurunbulalî ise, İmâm Muhammed’in; «Burada hiç bir şey gerekmez» şeklindeki açık sözünden

dolayı yukarıdaki hükmün başka meselede olduğunu söyleyerek İbn Vehbân’a itiraz etmiştir. Çünkü

adam kendisinin hakkı olan ve Şeriat tarafından izin verilen bir şey yapmıştır.

Şurunbulâli, Ebû Hanife ile Muhammed’in görüşünü; hanımın: Yetişkin, kendi iradesi ile temas

kurmuş, cinsi temasa dayanabilecek durumda ve ölmemiş olmasıyla kayıtlamıştır. Ama eğer kadın

küçükse veya zorla temas edilmişse ya da temasa dayanamayacak bîrisi ise ölmesi ve fercîn

yırtılması ile ittifakla diyet icabeder. Şurumbulâlî bu konuda sözü hayli uzatmıştır, oraya müracaat

et.

«Üçte bir diyet gerekir ilh…» Çünkü o içe doğru giden bir yaradır. T.

«İdrarını tutamazsa tam diyet gerekir.» Yani kadının tam diyeti gerekir. Çünkü bir menfaat tümüyle

yok olmuştur.

«İkisine de had uygulanır ve adama, ferci yırtıldığı için mali sorumluluk gerekmez.» Çünkü kız cinsi

temasa kendisi razı olmuştur. Had vacîp olduğu için de mehir gerekmez. Eğer adam şüphe iddia

ederse hadde yırtılmadan dolayı bir sorumluluk da yoktur ama yara diyetî icabeder.

«Adama had gerekir ilh…» Kadına zorla tecavüz edildiği için ona had uygulanmaz.

«Yırtığın diyeti icabeder» Yâni eğer idrârını tutabiliyorsa üçte bir diyet, tutamazsa tam diyet

icabeder. Musannıf: «Ukr icabetmez» dedi. Çünkü had ile o bir arada bulunmaz. Tamamı

Tahtâvî’dedîr.

EK:

Bir adam bir cariyeyle zinâ etse ve bununla ölümüne sebep olsa, kendisine zinâ dolayısıyla had,

öldürdüğü için de cariyenin kıymetini ödemesi icabeder. Ama eğer (zina eder) ve gözünü çıkarırsa

adam cariyenin kıymetini öder ve artık had düşer. Çünkü o kör bedene sahip olduğu için şüphe

meydana getirir. Fercin yırtılması konusundaki tafsilâtı Şârih Hadler bahsinin Zinâya Şahitlik

bölümünün baş tarafında da böylece zikretti.

«Kan alıcı yarım diyet öder ilh…» Yani gözün diyetinin yarısını öder. Ebussuûd. Çünkü o izinli

olduğu bir fiil ile olmuştur. T.

Ben derirn ki: Bana, bundan maksadın gözün diyeti olan can diyetinin yarısı olduğu gibi geliyor.

Sonra Rahmetî’nin de böyle tefsir ettiğini gördüm. Kasâme Bahsinin baş tarafında gelecek olan

Sünnet meselesi de buna delâlet ediyor. O mesele şöyle: Bir kimse (sünnetçiye) bir çocuğu sünnet

etmesini emretse sünnetci de haşefe (sünnet yeri) yi kesse, ona tam olarak haşefenin diyetini

ödemesi gerekir ki o da canın diyetidir. Düşün.

«Muhammed’e soruldu.» Kınye’deki ibarede Muhammed sözü yoktur.

«Sonra eğer izinle yararsa … hayır, dedi.» Bu az önce geçen göz meselesine zıt düşmez. Çünkü

doktor kendisine emredileni aşmamıştır. Ama eğer izinsiz olarak yararsa zahîre göre kısâs edilmesi

gerekir. Araştırılsın. T.

«Ben derim ki ilh…» Bu sözü söyleyen, Minah’ta musannıftır. Remli buna şu sözleri ile itîraz

etmiştîr: «Bu fakîhlerin ıstılahından uzaktır. Çünkü ele geçirilmesi mümkün olan mal olduğu için

ona emanet ismi verilmez.»

Remlî bu sözünü, gerekçenin kendisine kefil olunan malda olduğu gibi kendisine güç yetmeyen şey

oluşu ile kuvvetlendirmek istemiştir.

Allah en iyi bilendîr.

ÖLDÜRMEYE ŞAHİTLİK VE ÖLDÜRME HALİNİN NAZARI İTİBARA ALINMASI

M E T İ N

Kısâs vereseye daha başlangıçta hilâfet yoluyla yani ölenin mülkü (kendilerine) geçmeden sabit

olur. Çünkü kısâsın meşru oluşu gönülleri rahatlatma ve intikam alma içindir. Ölü de buna ehil

değildir.

«Biz ölünün velisine bir yetki kıldık» (İsrâ. 33) âyeti kerimesi de bu konuda nastır. Ebû Yûsuf ve

Muhammed ise, kısâsın mala dönüşmesi durumunda olduğu gibi onun vârislere verâset yoluyla

geçtiğini söylemektedirler. Bu ihtilâfın faydası müellifin şu sözleri ile ifadelendirdiğî yerde kendisini

gösterir: «Kısas uygulamada, vârislerden birisi ötekilerin yerine hasım olamaz.» Ebû Yûsuf ve

Muhammed’e göre îse olabilir. Bu konuda asıl şudur; Vârislerin verâset yoluyla sahip oldukları her

şeyde, birisi diğerlerinin yerine hasım olabilir ve davalarda hepsi yerine kaim olur. Varislerin,

verâset yolunun dışındaki bir şekille sahip oldukları şeylerde ise, birisi diğerlerinin yerîne hasım

olamazlar.

Musannıf yukarıdaki aslı şu sözlerle dallandırmıştır: Bir kimse kardeşi yokken babasının

teammüden öldürüldüğünü delille isbat etse ve kısâs istese, diğer kardeş gelinceye kadar ittifakla

kısâs uygulanmaz ama katil hapsedilir. Çünkü o itham altındadır. Olmayan kardeş gelince, hazır

olanları katili öldürebilmeleri için delili tekrar getirir. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre delilin

tekrarlanmasına gerek yoktur.

İ Z A H

Bu Bâb öldürmenîn durumu hakkında vaki olan şâhitlik ve öldürme haline yani öldürme sebebini

meydana getiren hale itibar hakkındadır. Çünkü muteber olan okun ulaşması değil, atılma halidir.

Nitekim ileride gelecektir.

Öldürme gerçekleştikten sonra inkâr edilebilir. Onun için kısâs hakkı olan kişi öldürmeyi beyyine

ile isbâta ihtiyaç hisseder. Bir şeyin hali onun sıfatıdır, ona tabidir. Musânnıf öldürme halinî

hükmünden sonra zikretmiştir.

Tahtâvî şöyle der: «Bilmiş ol ki hataen öldürmede ve kısası gerektirmeyen öldürmelerde erkeklerle

birlikte kadınların da şahitlikleri kabul edilir. Şahitlik üzerine şahitlik ve hakîmden hakime mektup

da böyledir. (Yani kısâsı gerektirmeyen öldürmelerde bunlar da kabul edilir.) Çünkü bunların hükmü

maldır. Adil Birisi, bir kimsenin aleyhîne katillikle şâhitlik etse, zanlı hapsedilir. iddia sahibi ikinci

bir şahit getirse katillikle hükmedilir. Getiremezse, serbest bırakılır. Aynı şekilde, durumları belli

olmayan iki kişi birisinin teammüden öldürdüğüne şahitlikte bulunsalar, şahitlerin âdil oldukları

açığa çıkıncaya kadar zanlı hapsedilir. Çünkü o itham altındadır. Zahir olana göre hataen

öldürmeye şahitlikte de durum aynıdır.»

Şahitlik üzerine şahitlik: Olaya tanık olan şahidin bir özür sebebiyle mahkemeye gidememesi

durumunda, bildiğini iki kişiye anlatması ve bunu hakimin huzurunda nakletmeleri için

göndermesidir. İlgili bölümde tafsilât vardır. (Mütercim)

«Kısâs vereseye daha başlangıçta sabit olur ilh…» Hâniyye’de: «Allah’ın takdir ettiği şekilde mirasta

hakkı olanların kısasa da hakları vardır. Karı koca da buna dahildir.» denilmektedir.

«Ölenin mülkü geçmeden ilh…» Şârih bununla buradaki hilâfetten maksadın, verasetin mukabili

olan hilâfet (başkasının yerine geçmek) olduğuna işaret etmiştir. Yoksa, âlimlerin açıkça belirttikleri

gibi verasette bir hilâfettir. Ama bu ölenin mülkünün geçmesini gerektirir. Sebep kendisi için

mün’akid olduğundan dolayı ölen (muris)in affı reddedilmez.

Bunun için İtkânî şöyle demiştîr: «Kısâs İmâm Ebû Hanîfe’ye göre daha başlangıç itibariyle

vârislerin hakkıdır. Zira o, gönlün ferahlaması ve intikam için meşrû kılınmıştır. Çünkü ölü bununla

faydalanamaz. Ölünün hakkı, kısâsın canın karşılığı olması yönündendir. Bundan dolayı kısâs mala

dönüştüğü zaman, ondan ölünün borçları ödenir, vasiyyetleri yerine getirilir.» Meselenin tamamı

İtkânî’dedir.

Bununla bilinmiş oldu ki, aşağıda gelecek olan fer’î meseleler ve hilâfetin tefsiri birinci haysiyete

itibarla zikredilenledir. Ölenin affının sahih olması da ikinci haysiyete itibarladır. Tûrî’nin tahkikine

göre İmâmı Azam haddi düşürme çaresi olarak her îki haysiyeti de gözetmiştir.

«…Âyeti bu konuda nasstır.» Âyeti Kerime’deki «veli» kelimesinin başındaki «lâm» harfi, temlîk

içindir. Allah Teâlâ Hz.’leri öldürmeden sonraki kısâs yetkisini veliye vermîştir. Yetki, bazen hak

daha başlangıçta veli için sabit olduğundan dolayı olabilir, bazen de kendisine muris (ölen) den

intikâl edebilir. Buna göre âyet konu için açık bir nass değildir. T.

«Kısasın mala dönüşmesi durumunda olduğu gibi.» Yani sulh veya vârislerden birisinin katili

affetmesi gibi bir sebeple kısâsın diyete dönüşmesi.

«Birisi ötekilerin yerine hasım olabilir.» Çünkü hakkın tamamı başkası için sabit olmuştur, o da

ölüdür. Daha sonra zikredilenin hilâfına geride kalanlar için de sabit olur. Zira o, başkasının hakkı

olarak değil kendi hakkı olarak sabit olur.

«Kısas uygulanmaz.» Yâni katili öldüremez. Bunda işaret edildiğine göre; hazır olan kardeşin

beyyinesi kabul edilir. Ancak burada olmayan kardeş hazır olmadıkça kısâsa hükmedilmez. Bunda

icmâ vardır. Çünkü hükümden maksat, uygulamadır. Hazır olan da icmaen o hükmü uygulayamaz.

Kifâye’de de böyle denilmektedir;

M E T İ N

Hataen öldürmede ve alacak davasında (hazır olan kardeşin gaib olan geldiğinde önce gösterdiği)

delili tekrarlamasına ittifakla ihtiyaç yoktur.

Eğer katil, hazır olmayan kardeşin kendisini affettiğine dair delil gösterse, hazır olan kardeş hasım

olarak davasına devam eder. Çünkü bu durumda kısâs mala dönüşür ve kısâs düşer.

Bir odam iki kişinin ortak olan bir kölesinî teammüden veya hataen öldürse ve efendilerden birisi

hazır olmasa, bu da önceki meseledeki tafsilâta tabidir.

Kısasa yetkili olan iki kardeş, üçüncü kardeşlerinin katili affettiğini haber verseler bu, onların

zanları ile amel edilerek kendilerinden kısası of sayılır. Bu, dört yönlü bir meseledir:

I – Katil ve üçüncü kardeş haberi doğrularlarsa, tasdiki ile amel edilerek, kendisi lehine hiçbir şeyle

hükmedilmez. Diğer iki kardeşin ise üçte iki diyet haklan vardır.

II – Katil ve üçüncü kardeş af haberini yalanlarlarsa haber verenler birşey alamazlar, üçüncü

kardeşin üçte bir diyet hakkı vardır.

III – Haber verenleri sadece katil doğrularsa, kardeşlerden her biri üçte bir diyet alır.

IV – Eğer haber verenleri sadece üçüncü kardeş tasdik ederse kendisi için üçte bir diyet vardır.

Çünkü onun ikrârı katilin kendisini yalanlaması ile reddedilmiştir. O halde üçte bir diyet alır. Ancak

bu, îstihsânen haberî verenlere sarfedilir. Bu esahtır. Zehlaî.

Çünkü o, katilin kendisi için ikrar ettiği şeyde haber veren kardeşler için ikrârda bulunmuş sayılır.

İ Z A H

«Hataen öldürmede ilh…» Yani bir başkasının hataen babasını öldürmesi konusunda ve babasının

başkasından olan alacağında, hazır olan kardeş katle veya borca beyyine ikame ederse, gaib olanın

geldiğinde o beyyineyi tekrarlaması icabetmez. Çünkü mal vârisleri için hepsine göre miras olarak

sabit olur. Bu sözde, hem hazır, hem de gâib olanların hâkiminin tek olduğuna îmâ vardır. Eğer

hazır olan kardeş maldaki kendi hissesi kadarını isabet etse veya hakimler değişik olsa delili tekrar

gösterir. Bu hüküm borca mahsustur. Çünkü taşınmaz mal için delilin tekrarı; – her ne kadar

İmâdiye’de belirtildiğine göre tekrarlanmasa da – ihtilâflıdır. Kuhistânî.

«Hazır olan kardeş hasım olarak davasına devam eder.» Çünkü katil, hazır olanın aleyhine bir hak

iddia etmektedir. O da, onun kısâs hakkının düşüp, mala dönüştüğüdür. Katil bunu, ancak gaibin

affettiğini isbat etmekle isbat edebilir. Onun için kardeşi onun adına hasım olarak dikilir. Aleyhîne

hüküm verildiği zaman tebaen gaib olanın aleyhine hükmedilmiş olur. Zeylaî.

«Kısas düşer.» Yani gaib olan gelip affettiğini inkâr etse bile kısâs düşer. Hakkı da yarım diyet olur.

«Önceki meseledeki tafsilata tabidir.» Gaib olan döndükten sonra tekrarlamadıkça, hazır olanın

daha önce göstermiş olduğu delil kabul edilmez. Eğer katil, gaib olanın affettiğine beyyine

gösterirse şahit hasım olur ve kısas düşer. Hasılı: Bu mesele anılan her konuda önceki mesele

gibidir. Ancak öldürme teammüden veya hataen olduğunda, hazır olan ortak gaib olanın yerine

hasım olamaz. Bunda icmâ’ vardır.

İ. Ebû Yûsuf ile Muhammed’e göre hem teammüdî hem de hataen; Ebû Hanîfe’ye göre de hataen

olan öldürmede bununla önceki mesele arasındaki fark: Varislerden birîsi öbürlerinin yerine hasım

olabilir, köle sahiplerinden birisi ise öbürünün yerine hasım otamaz. Zeylaî.

«Kısasa yetkili olan iki kişi haber verseler ilh…» Bu ifadenin, dört şekli de içine alması için,

«şahitlik etseler» demedi de «haber verseler» dedi. Çünkü şehâdet gerçek manada sadece üçüncü

şekilde vardır. Nitekim İbn Kemâl böyle ifade etmiştir.

«Kendilerinden kısası af sayılır ilh…» Af, kısâs ile kayıtlanmıştır. Çünkü bu şekillerin bir kısmının

dışında malı af olmaz.

«Zanları ile amel edilerek ilh…» Çünkü onlar, üçüncü kardeşin affettiğini zannettiler. Hak

sahiplerinden bir kısmının affı ile kısâs düşer.

«İkisinin üçte bir diyet hakları vardır ilh…» Çünkü onların hisseleri mal olmuştur. Dürer.

«Haber verenler bir şey alamazlar.» Çünkü onlar haberleri ile kısastaki haklarını düşürdüler ve

kısâs mala dönüştü. Katil ve diğer ortak yalanladığı için kendilerinin mal hakları da yoktur. Dürer.

«Üçüncü kardeşin üçte bir diyet hakkı vardır.» Çünkü o inkâr ederken ikisinin affı iddia etmeleri,

onun hakkında diğerlerinin baştan, kendilerinin affetmesi menzilesindedir. Böylece onun hissesi

mala dönüşür. İbn Kemâl.

«Kardeşlerden her biri için üçte bir diyet alır.» Çünkü katil onları tasdik edince ikisi için diyetin üçte

ikisini ikrar etmiş ve bu kendisine lâzım olmuştur. Ayrıca üçüncü şahsın hakkının da af ile bâtıl

olduğunu iddiâ etmîş ama, o bunu doğrulamamıştır. Böylece kısas mala dönüşmüştür. Katil malı

ona verir. Dürer.

«Onları sadece üçüncü kardeş tasdik ederse ilh…» Yâni; «Ve onları katil yalanlatsa» demektir.

«Çünkü onun ikrarı ilh…» Yâni, «O katili affettiğini ikrar etmekle, katil üzerinde hakkının olmadığını

ikrâr etmiştir. O halde kendisi nasıl olurda diyetin üçte bîrini alır? denilmez.

«O diyetin üçte birini alır.» Katil, haber verenleri yalanladığı için diyetin üçte ikisi düşer. Üçüncüsü

affı ikrâr edince de kısâs uygulanmaz,

«Ancak bu istihsânen haberi verenlere sarfedilir.» Çünkü kardeş, haber verenleri tasdik etmek

suretiyle, affı ve kendisinin katilde hakkının olmadığını, onun borcunun ancak diğer kardeşlere

diyetin üçte ikisi olduğunu zannetmiştir. Onun elindeki katilin malıdır ve diğer kardeşlerin hakkı

cinsindendir, dolayısıyla onlara verilir.

Kıyasa göre, katile hiç birşeyin gerekmemesi icabeder. Çünkü onlar katil aleyhine mal iddia

etmişler, katil ise inkâr etmiştir. Dolayısıyla bu iddia sabit olmamıştır. Katilin kardeş için vaki olan

ikrârı, onun affı ikrârı ile bâtıl olmuştur. Çünkü bu katili yalanlamaktır.

İstihsanın yönü ise şöyledir: Katil haber verenleri yalanlayınca üçüncü kardeş için diyetin üçte

birini ikrâr etmiştir. Çünkü o, iki kardeşin affı haber vermeleri ile, onların baştan kendilerinin

affetmelerinde olduğu gibi kısasın düştüğünü zannetmiştir. Kendi lehine ikrârda bulunan da

gerçekte katili yalanlamamıştır. Aksine görevi başkasına izafe etmiştir. Bu gibi durumlarda ikrâr

reddedilmez. Bu hal bir kimsenin: «Benim falana yüz lira borcu var» deyip; lehine ikrârda bulunanın

ise; «Bana değil, ama, filâna borcu var» demesi durumuna benzer ki, alacaklı olan ikinci ikrâr

olunandır. Burada da aynıdır. Dürer açıklayarak.

«Bu esahtır, Zeylaî.» Zeylaî’nin ibaresi şu şekildedir: «Camiu’s-Sağîr’de; bu üçte bir diyetin

aleyhinde şahitlik edilenlere değil, şahitlere ait olduğu belirtilmektedir. Sahih olan budur.»

Bu ifadenin zahirine göre, «esah»ın mukabili: Bu üçte birin, aleyhine şahitlik edilen kardeşe ait

oluşudur.

M E T İ N

Bir kimsenin birsine yaralayıcı bir şeyle vurduğuna ve yaralananın ölünceye kadar yataktan

kalkamadığına şahitlik edilse, vuran da kısasen öldürülür. Çünkü beyyine ile sabit olan şey,

görülerek sabit olan gibidir. Şahidin: «O vuranın yarasından öldü» demeye de ihtiyacı yoktur.

Bezzâzîye.

Bir katle şahidlik eden iki kişi, öldürmenin zamanı veya yeri ya da âleti hakkında farklı ifade verseler

yahut da birisi: «Sopa ile öldürdü» öbürü ise: «Ne ile öldürdüğünü bilmiyorum» dese veya birisi

öldürme olayını bizzat gördüğünü, ötekisi de katilin ikrârıyla bildiğini söylese bu şahitlik bâtıldır.

Çünkü öldürme tekerrür etmez.

Farklı şahitliklerden her biri nisaba ulaşsa (her iki şekildeki şahitlikte ikişer veya daha fazla kişi

bulunsa) şahitlik yine bâtıldır. Çünkü hakim guruplardan birisinin yalan söylediğini kesin olarak

bilmektedir. Birini diğerine tercih edecek bir sebepte yoktur. Şayet iki taraftan sadece birisi nisaba

(iki veya üç kişiye) ulaşırsa bu gurubun şahitliği kabul edilir. Çünkü diğer taraf bu guruba muârız

olamaz.

Eğer şahitler: «Onun hangi âletle öldürdüğünü bilmiyoruz» deseler, katile kendi malından üç

senede ödenmek üzere diyet icabeder. Şurunbulâli.

Öldürmeyi en aşağı olana hamlederek istihsânen verilmiş bir hükümdür. Öldürmenin en aşağı

cezası da diyettir. Fiilde aslolan kasdîlik olduğu için diyeti kendi malından öder.

İ Z A H

«Kısasen öldürülür ilh…» Silâhla vurmak bazen hatâ ile de olur, o halde nasıl kısas icabeder?

denilmez. Çünkü biz: «Şahidler silâhla vurduğuna şahitlik edince, şüphesiz kasdi vuruş sabit

olmuştur. Zira eğer hatâ ile olsaydı, şahitler vuranın başkasını kasdettiğini ama maktûle isabet

ettiğini söylerlerdi.» diyoruz.

Kâfî Şerhi’nde şöyle denilmektedir: «Şahitlere, adam bu vuruşla ölüp ölmediği sorulmaz. Aynı

şekilde, şahitler katilin ölünceye kadar kılınçla vurduğunu söyleseler fakat teammüden vurduğunu

anlamasalar yine kendilerine sorulmaz. Çünkü teammüdîlik kalbin kastıdır. O da bilinemeyen gizli

bir şeydir. Ama delili ile bilinir. O da, âdeten öldürücü olan bîr âletle vurmaktır. Ama eğer şahitler,

katilin teammüden vurduğuna ve maktûlün öldüğüne şahitlik ederlerse daha ihtiyatlı olur.» İtkânî.

Remlî, Cinayetler Bahsinin başında şöyle der: «Bu sarihdir ki, katlin yaralayıcı âletle olduğu

beyyine ile sabit olunca artık kâtilin: «Ben öldürmeyi kasdetmemiştim» demesi kabul edilmez. Ama

öldürdüğünü ikrâr etse ve: «Ben başkasını kasdetmiştim» derse durum farklıdır; o zaman iddiası

kabul edilir. Çünkü öldürme işi, hata veya kasıt kaydı olmadan kendisi cihetinden sabit olmuştur.

Dolayısıyla ikrâr ettiği şey kabul edilir ve en aşağı olan öldürmeye hamledilir.»

Tatarhâniyye’de ise şöyle denilmektedir: «Mücerred’de belirtildiğine göre. Hasan b. Ziyad, Ebû

Hanife’den şunu rivayet etmiştir; Bir kimse, falan adamı demir veya kılınçla öldürdüğünü ikrar etse,

sonra da: «Başkasını murad etmiştim, onu öldürdüm» dese bu sözü kabul edilmez ve kendîsi

öldürülür. Ebû Yûsuf’tan rivayet edildiğine göre ise, adam: «Ban filâna kılınçla vurup öldürdüm»

dese; «Teammüden öldürdüm» deyinceye kadar bu, hatâ sayılır.»

Ben derîm ki: Şahitlikle ikrâr arasındaki fark, birinci değil de ikinci rivâyete göre zahir olur. Düşün.

«Şahidin demeye ihtiyacı yoktur ilh…» Çünkü ölüm, uygun bir sebebin peşinde olduğu zaman

zâhirde başka bir sebep yoksa, başka bir şeye değil, o sebebe izâfe edilir. Başka şeye ihtimali de

olsa böyledir. Çünkü hükümlerde zâhirin hilâfına olan ihtimale itibar edilmez. İtkânî.

«Veya yerinde farklı ifade verseler ilh…» Yani şahitler biri birine uzak iki yer söyleseler şahitlik

kabul edilmez. Ama iki şahid öldürme olayının aynı evde ama biri evin şu tarafına öbürü de şu

tarafında olduğunu söylemeleri gibi, iki yer birbirine yakın olursa şahitlikleri kabul edilir.

Velvâliciyye.

«Yahut âletinde ilh…» Birisi, sopa ile diğeri de kılınçla öldürdüğünü söylemek suretîyle, öldürme

âletinde ihtilâf etseler kabul edilmez.

Hazâne’de şöyle denilmektedir: «Eğer şahitlerden birisi katilin kılınçla, diğeri de bıçakla

öldürdüğünü söyleseler caiz olmaz. Ama eğer bu iki ayrı şahîtlik katilin ikrârı ile olursa caizdir.»

Bundan anlaşılıyor ki şahîtliğin bâtıl oluşuna sebep, sadece ihtilâftır; birisinin şahitlîğinin gereğinin

kasıt, öbürününkünün ise hatâ oluşu değildir. Azmiyye.

«Çünkü öldürme tekerrür etmez ilh…» Bu; zaman, yer ve âlet konusundaki ihtilâfta kendini gösterir.

Çünkü bunlardan her birinde, şahitlerden birisi bir öldürmeye, diğeri de başka bir öldürmeye

şahitlik etmişlerdir. Bunlardan da; onların kendisi hakkında şahitlik ettikleri reydeki (öldürme

işinde) ihtilâfları sonucu doğar.

Dördüncü surette ise, şahitliğin kabul edilmeme gerekçesi: şahidin birisinîn amde benzeyen şüphe

ile öldürmeye; diğerinin de kasdiye, amde benzeyene ve hataen öldürmeye ihtimal! olan öldürmeye

şahitlik etmiştir. O halde onların şahitlik ettikleri konuda ittifakları sabit olmamıştır. Şahitlerden

birisi fiil, diğeri de söz üzerine şahitleri için beşinci surette de durum aynıdır. Eğer musannıf

gerekçe olarak: «Şahitlik ettikleri konuda ihtilaf ettikleri için» deseydi, tüm suretlere şamil olurdu.

«Şahitlik yine bâtıldır ilh…» Zeylaî bunu sadece ilk üç suretin peşinde söylemiş de olsa ibarenin

zâhiri, şahitliğin her beş surette ve bâtıl olduğunu gösterir. Sârihin zikrettiği gerekçede de

Zeylaî’nin dediği şey görünmektedir. Çünkü her gurup ayrı bir öldürmeye şâhitlik etmektedirler.

Aynı kişi bir kaç defa öldürülemeyeceğine göre, taraflardan birisinin yalancı olduğu yakinen

bellidir. Dördüncü ve beşinci suretlerde ise bu görülmez. Düşün.

«Birini diğerine tercih edecek bir sebep yoktur ilh…» Yani kabul yönünden, şahitliklerden birisi

diğerinden daha üstün değildir. Anlaşıldığına göre bu, şahitliklerden biri ile hüküm verilmeden

önce, şahitliğin teâruzu halindedir. Ama târuz birisi ile hüküm verildikten sonra ortaya çıkarsa

ikinci şâhitlik dinlenmez. Düşün.

Çünkü beyyinelerin ikisi de biribirine muârızdır. Birisi ile önceden hüküm verilince öteki geçersiz

olur.

«Şayet iki taraftan sadece birisi nisâba ulaşırsa ilh…» Yani bir tarafın şahitlik nisabı tamamlanıp

diğerinin ki tamamlanmasa, demektir.

«İstihsânen verilen bir hükümdür ilh…» Kıyasa göre şahitliğin kabul edilmemesi gerekir. Çünkü

âletin muhtelif olması ile fiil de muhtelif olur. Böylece şâhitliğe konu olan şey bilinmez. Hidâye.

«En aşağı olana hamlederek ilh…» Çünkü onlar mutlak (ne şekilde olduğu belli edilmeyen) bir

öldürmeye şâhitlik ettiler. Mutlak olan da kapalı değildir. O halde öldürmenin hükümlerinden en az

olanı gerekir; o da diyettir. Onların: «Bilmiyoruz» demeleri gaflete hamledilmez. Aksîne bu,

kendilerinin, şahitlerin mendup olan, cezayı düşürmeye çalıştıklarına hamledilir ve böylelikle

haklarında hüsnü zan edilir. Aynî.

M E T İ N

İki kişiden her biri, bir adamı kendisinin öldürdüğünü ikrâr etse; maktûlün velisi de: «Onu ikiniz

öldürdünüz» dese, ikrârlarının gereği ile amel ederek ikisinî de öldürebilir. Aynı meselede, ikrârın

yerine şâhitlik olsa her iki şâhitlik geçersizdir. Çünkü yalanlamak, fâsık saymaktır. Şâhidin fasıklığı

da şahitliğini ifsâd eder. İkrâr edenin fâsıklığı ise ikrârı ibtâl etmez.

Eğer maktulün velisi geçen ikrâr meselesinde ikrâr edenlere: «İkiniz de doğru söylediniz» dese,

onlardan hiçbirisini öldüremez. Çünkü onlardan her birini ayrı ayrı tasdik etmesi, öbürünün

öldürmediğini ikrârdır. «Onu ikiniz öldürdünüz» demesi ise bunun aksinedir. Çünkü bu tasdiksiz

öldürme iddiasıdır. Dolayısıyla kendi ikrârları sebebiyle onları kısâsen öldürür. Zeylaî.

Birisi, bir adamı kendisinin öldürdüğünü ikrâr etse, fakat maktûlü bir başkasının öldürdüğüne dair

delil bulunsa, veli de: «Onu ikisi öldürdü» dese; velinin aleyhine delil bulunanı değil. ikrâr edeni

öldürme hakkı vardır. Çünkü bunda, daha önce de geçtiği gibi katlın hükmünün bir kısmını tekzib

vardır.

Şayet veli, kendisinin öldürdüğünü ikrâr eden iki kişiden birisine:

«Doğru söyledin, onu tek başına sen öldürdün» dese, ona kısas uygulama hakkı vardır. Çünkü her

ikisi de öldürmenin hükmünün, ikrâr eden kişi üzerine gerekli olduğunda biribirlerini

doğrulamışlardır. Veli bu sözü aleyhinde katillik delili bulunan iki kişiden birisine söylerse hüküm

yine aynıdır; katil kabul ettiği zanlıyı öldürebilir. Çünkü onun aleyhine şahitlik yapanları

yalanlamamış, diğeri aleyhine olan şahitleri yalanlamıştır. Bu anılan meselelerin hepsinde hataen

öldürmenin hükmü de aynıdır. Zeylaî.

İ Z A H

«Şahitlik geçersizdir ilh…» Ancak, musannıfın ilerideki «şayet veli aleyhinde delil olanlardan

birisine onu sen öldürdün dediğinde..» sözünde, veli beyyinelerden birisini tasdik ederse o zaman

geçersiz olmaz.

«Çünkü yalanlamak, fasık saymaktır ilh…» Çünkü velinin, «Onu ikiniz öldürdünüz» demesi şâhitlik

edilen şeyin bir kısmında şâhitleri yalanlamaktır. Çünkü o, cinâyete ikisinin de iştirak ettiklerini

iddia etmiş ve sanki onların her birinîn tek başına öldürmediklerini, aksine öbürünün de cinâyete

iştirâk ettiğini söylemiştir. Bu kadarcık yalanlama da şahitliğin kabulüne manidir. Çünkü veli

şahitlerin fâsık olduklarını iddia etmiştir. İkrâr ise böyle değildir. Zeylaî.

«Onlardan hiç birisini öldüremez.» Onun diyet almaya da hakkı yoktur. T.

«Öbürünün öldürmediğini ikrârdır.» Böylece, öldürdüklerine dair olan haberlerinde ikisini de

yalanlamış olmaktadır. T.

«Tasdiksiz, öldürme iddiasıdır.» Yani tek tek tasdik etmeden iddiadır. Çünkü onlardan herbiri adamı

tek başına öldürdüğünü ve kendisi aleyhine olmak üzere kısası ikrâr etmişlerdir. Lehine ikrârda

bulunulan da, kendisine kısasın gerekliliği hususunda onu tasdik etmiştir. Ama onu tek başına

öldürdüğü iddiasında yalanlamıştır. İkrâr ettiği şeyin bir kısmında mukırrın (ikrâr edenin)

yalanlanması da zarar vermez. Nitekim daha önce geçmişti.

«Birisi bir adamı öldürdüğünü ikrar etse ilh…» Meselenin tasavvuru şu şekildedir: Veli iki kişiyi

cinayetle suçlasa ve birisi aleyhine delil getirse, öteki de kendisinin öldürdüğünü ikrar etse…

Düşün.

«Katlin hükmünün bir kısmını ilh…» Yâni şahitlik ettikleri şeyin hükmünü. Çünkü ikisi de aleyhinde

şahitlik yapılanın tek başına öldürdüğünü isbat etmişler, müddeî (iddiayı yapan) ise: «Hayır onu

ikisi öldürdü» demiştir.

«Veli bu sözü aleyhinde katillik delili bulunan iki kişiden birisine söylese ilh…» Yani; «Onu tek

başına sen öldürdün» dese…

M E T İ N

İki kişi birisinin bir adamı hataen öldürdüklerine şahitlik etseler ve âkilenin diyet vermesine

hükmedilse sonra da öldürüldüğü iddia edilen kişi sağ olarak gelse, diyeti haksız yere kabzettiği

için veli veya şahitler âkileye öderler. Şayet şâhitler ödemişse verdiklerinî veliden alırlar. Çünkü

onlar diyeti âkileye ödeyince velinin elinde mazmûn olan mala mâlik olmuşlardır. Bu hükümde

teammüden öldürmeye şâhitlik de – şâhitlerin veliye rücûu hariç- hataen öldürmeye şâhitlikte

olduğu gibidir. Öldürüldüğü söylenen şahıs olarak sağ olarak gelirse, kısasen öldürülenin vârisleri

muhayyerdirler. Diyeti isterlerse kısâs yaptıran veliye, isterlerse şâhitlere tazmin ettirirler. Ancak

yukarıdakinin aksine burada şâhitler verdiklerini veliden alamazlar. Çünkü onlar veli için kısas

hakkını gerekli kılmışlardır, kısas da mal değildir. Ebû Yûsuf ve Muhammed ise hataen öldürmeye

şahitlikte olduğu gibi, burada da şahitlerin verdiklerini veliden alabileceklerini söylerler.

İki şahit, katilin birisini hataen veya teammüden öldürdüğünü ikrâr ettiğine şahitlik etseler sonra da

adam sağ olarak gelse veya başkalarının hataen öldürmeye şahitlik ettiklerini şehâdet etseler ve

âile aleyhine diyetle hükmedilse sonra da öldürüldüğü söylenen diri olarak gelse şahitler zâmin

olmazlar. Çünkü onların şahitliklerinde yalan söyledikleri açığa çıkmamıştır. Her iki surette de

diyeti, âkileye veli öder. Çünkü onun diyeti âkileden haksız yere aldığı belli olmuştur.

«İki kişi birisinin, bir adamı hataen öldürdüğüne şahitlik etseler ilh…» Yani onun başka birini

hataen öldürdüğünü söyleseler…

Bilmiş ol ki; buradan «Muteber olan atış halidir» sözüne kadarki meseleleri Dürer sahibi

zikretmiştir. Bunların aslı İmâm Muhammed’in Camiu’l-Kebîr’inden naklen Tatarhâniyye’nin yirmi

dördüncü faslında yer almıştır.

«Veli akileye öder ilh…» Ve verdiğini kimseden isteyemez. Tatarhâniyye.

«Veya şahitler öder.» Çünkü mal onların şahitlikleri ile telef olmuştur. Dürer.

«Çünkü onlar velinin elinde mazmûn olan mala mâlik olmuşlardır.» Dürer’in ibaresi şu şekildedir:

«Çünkü onlar, gasıpla, gasıpdan gasbeden başka birisinîn varlığı halinde olduğu gibi velinin elinde

mazmûn olan mala mâlik olmuşlardır.»

«Teammüden öldürmeye şahitlik de ilh…» Yani şahitler birisinin bir adamı teammüden öldürdüğüne

şâhitlik etseler ve kâtil kısasen öldürülse, sonra da öldürüldüğü söylenen kişi diri olarak gelse,

şâhitler ve veliden hiçbirisi kısâsen öldürülmez. Fakat öldürülen katil (zanlısı) in vârisleri

muhayyerdirler. Eğer diyeti veliye ödettirirlerse veli verdiğini kimseden alamaz. Ama şahitlerden

alırlarsa: Ebû Hanîfe’ye göre şahitler de kimseden alamazlar. Onun iki öğrencisine göre ise, şâhitler

veliden alırlar. Tatarhânîyye.

«Hataen veya teammüden öldürdüğünü ikrar ettiğine ilh…» Hata suretinde, kendi mallarından

ödenmek üzere diyet hükmedilse, Çünkü ikrârda âkileye diyet yüklenemez. Teammüden suretinde

de kısasa hükmedilmiş olsa dahil.

«Başkalarının hataen öldürmeye ilh…» Hataen kaydı özellikle konulmuştur. Çünkü âlimlerin açıkça

ifade ettikleri üzere, hadlerde olduğu gibi kısasta da şâhitlik üzerine şahitlik kabul edilmez. Anla.

«Çünkü onların şahitliklerinde yalan söyledikleri açığa çıkmamıştır.» Çünkü onlar adamın

öldürdüğüne değil, katilin öldürdüğünü ikrâr ettiğine şahitlik etmişlerdir. Zâhir olan katîlin yalan

yere ikrârda bulunmuş olmasıdır. İkincisinde de, öldürme olayının kendisine değil, asıl şahitlerin

şahitliğine tanıklık etmişlerdir.

«İki sûrette de diyeti veli öder.» Yâni katilin ikrârına şahitlik ve şahitliğe şâhitlik sûretlerinde velî

aldığı diyeti iâde eder. Teammüden öldürmeyi ikrâra şâhitlikte ise birşey almamıştır, çünkü bunun

hükmü kısastır. Herhalde (şârihin iki surette de) sözünden maksat: Velînin ikrâr edeni kısasen

öldürmüşse diyetini onun velilerine ödemesidir. Çünkü kendisi için kısâs yapılan sağ olarak

gelince, velînin kısâsta hakkı olmadığı meydana çıkmış olur. Düşün.

«Akileye ilh…» Dürer’de de böyledir. Ama bunda bir yanlışlık olmalıdır. Çünkü âkile îkrarı ve

teammüden öldürmenin diyetini yüklenmez. Aksine âkılenin zâmin oluşu ikinci surete mahsustur.

Çünkü bu surette diyet akile üzerine hükmedilmiştir. Tatarhâniyye’nin Câmiu’l-Kebîr’den naklettiği

ibaresine ise toz kondurulamaz. Çünkü o şöyle demiştir: «Şayet şahitlik hataen öldürmede olsa

veya teammüden öldürmede ikrâr üzerine şahîtlik edilse ve mesele aynı halde ise, şahitlerin

sorumluluğu olmaz. Sorumluluk (zâminiyyet) her iki surette de velîyye aittir Şâhitler, iki şâhidin

hata ile öldürmedikleri şahitliklerine tanıklık etseler ve hâkim âkile aleyhine diyet ile hükmetse,

meselenin kalan kısmı aynı halde olsa fürû şahitleri (şâhitliğe tanıklık eden şâhitler) üzerine

sorumluluk gerekmez. Ama velî diyeti âkileye iâde eder.»

Tatarhâniyye müellifinin : «Meselenin kalan kısmı aynı olsa» sözünden maksadı, öldürüldüğüne

şâhitlik edilen adamın sağ olarak gelmesidir.

M E T İ N

Sorumluluk ve ihrâmdan çıkma (hıl) konusunda mûteber olan, okun ulaşma hali değil, atma halidir.

Buna göre, atılan şey hedefe varmadan, kendisine atılan adam dinden çıksa atanın kendi malından

diyet icabeder, şüpheden dolayı kısâs düşer. Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre ise bu durumda

birşey gerekmez.

Kendisine birşey atılan kişi atış esnasında müslüman değilken, ulaşıncaya kadar müslüman olsa,

atana ittifakla birşey icabetmez.

Attıktan sonca ve değmeden önce, köle azad, edilmişse atanın (diyet değil) kölenin kıymetini

ödemesi gerekir.

İhrâmda iken ava silah atıp, isabet etmeden ihramdan çıkana ceza gerekir. İhrâmsız olarak atıp

sonra ihrâma girene ise icabetmez.

Bir kimse recim cezasına çarptırılana atsa ve atılan şey daha adama değmeden iki şâhit

şâhitliklerinden dönse atan, zamin olmaz.

Bir kimse müslümanken bir ava silah, atsa ve mermi varmadan mecusî olsa, bu avın etini yemek

helaldir. Aksine bir mecusi ava silah atsa ve mermi varmadan önce müslüman olsa o avın eti

yenmez. Çünkü bilindiği gîbi muteber olan atma esnasındaki haldir.

BİLMECE:

Cinayete uğrayan, ölürse kendisine yarın diyet, yaşarsa tam diyet icabeden cânî hangisidir?

«Babasının izni ile sünnet edip, sünnet yerini kesen sünnetçi» de.

Kulağının kesilmesi ile yarım diyet, başının kesilmesi ile onda bir diyet icabeden hangi insandır?

«Başı çıkıp da kesilen cenindir. Ona gurre icabeder.» de.

Gurre: Düşürülen bir ceninden dolayı verilmesi gereken mali tazminattır. Hanefilere göre beş yüz,

Şâfiîlere göre altı yüz dirhem mikdarıdır. (Mütercim).

Telef edilmesi ile 1 tam 3/5 diyet icabeden şey nedir?

«Dişlerdir» de. Eşbah.

Doğruyu en iyi bilen Allah’tır.

İ Z A H

«Şüpheden dolayı ilh…» Yani okun varması esnasında, adamın masumiyetinin düşmüş olması

şüphesi.

«Kendisine atılan adam dinden çıksa ilh…» Yani müslüman, birine atsa ve atılan kişi -Allah

korusun-dinden çıksa sonra da ok kendisine değse.

«Ebû Yûsuf ye Muhammed’e göre bir şey icabetmez » Çünkü masumiyeti olmayan bir durumda

telef olmuştur. Minah.

«…Köle azad edilmişse kıymeti öder.» Kıyasa göre kısâs gerekir Ama kısâs şüphe sebebiyle

düşmüştür. Çünkü eğer atış haline itibar edilirse kısâs hakkı efendiye ait olur. Okun değme haline

itibar edilirse köle için olur, sonra da varisine intikal eder. Bu da kısâsı düşüren bir şüphe meydana

getirir. Serhu’l-Mecma.

Kuhistanî’nin buradaki öldürmeyi hatâ ile kayıtlaması tenkide tabidir. Bunu Ebussuud ifade etmiştir.

«Atan zâmin olmaz ilh…» Çünkü atış anında onun kanı mubahtı. o zaman sorumluluk şahitlikten

dönenindir. Eğer dönen bir kişi ise diyetin dörtte birini öder. Hepsi dönerlerse diyetin tamamını

öderler. Ebussuûd.

«İki şâhit sahihliklerinden dönse ilh…» Buradaki izâfet cins içindir. Dört şâhidin birinin dönmesine

de hepsinin dönmesine de şâmildir.

«Cânî hangisidir?» Bunun izahı Kasâme bahsinin baş tarafında gelecektir.

«Babasının izni ile ilh…» Çünkü babanın haşefenin kesilmesi konusundaki iznine itibar edilmez.

Zira babanın böyle bir izni vermeye hakkı yoktur. Rahmeti.

«Başı çıkıp da kesilen cenin…» Yâni bazı nüshalarda olduğu gibi; gurre yani beşyüz dirhem -ki bu

diyetin yirmide biridir- gerekir.

Eşbâh’ın ibaresi şu şekildedir: «Başı çıksa ve kulağını kesse, cenin ölmezse yarım diyet, başını

keserse gurre icabeder.»

Şurası bilinmelidir ki bütün bunlar, ceninin başıyla birlikte yarısı veya ayakları ile birlikte çoğu

çıkmadan ses çıkarması halindedir. Ama bu anılan kısımlar çıksa ve cenin ses verse, öldürmede de

kesmede de kısas icabeder. Nitekim biz bunu Cinâyetler bahsinin başında Müctebâ ve

Tatarhâniyye’den nakletmiştik.

«Dişlerin diyetidir, de» Yakında bunun izahı gelecektir. Bu, Şârihin esprilerinden birisidir. Çünkü o

genellikle her konuya ona uygun düşen bir mesele ile girmektedir.

Allah Teâlâ en iyisini bilir.

Hayat Rehberi

Cinayetler Bölümü – Redd’ül Muhtar

Redd’ül Muhtar – İbn Abidin | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.