Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 14°C
Yağmurlu
İstanbul
14°C
Yağmurlu
Cts 20°C
Paz 21°C
Pts 23°C
Sal 22°C

Boşama (Talak) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

Boşama (Talak) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

Boşama (Talak) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

  • Talâk (Boşama)

Talâk (boşama) lügatte bağı çözmek ve tahliye etmek mânasındadır. Esiri serbest bırakmak ve devenin ipini çözmek mânalannda ıtlak kelimesi kullanılır.

Şer’î ıstılahda ise talâk; mânevi bir bağ olan nikâhı çözmek ve izale etmek, nikâhı ortadan kaldırmaktır.

Boşamak; Kitab, sünnet ve icmâ ile sabit olan bir hükümdür. Akıl da buna hak verir. Kur’an-ı kerîmde;

“Kadınlan iddetlerine doğru boşaym “(Talâk: 1).

“Boşama iki defadır. “(Bakara: 229). Duyurulmuştur.

Talâkın sünnetteki delili de Hz. Peygamber (sas) in şu hadîs-i şerifleridir. “Bunak ve çocuklannki hâriç, herkesin boşaması caizdir. [1]”Mubah şeylerin Allah (cc) ı en fazla gazaba getireni, boşamadır. [2]

Talâkın meydana gelişi üzerinde icmâ edilmiştir. Erkek akidle kadına helâl yönden sahip olmuştur. Gerçekten söz sahibi olan bir mülk sahibi diğer şeylerdeki mülkiyetini kaldırdığı gibi, kadın üzerindeki haklarını da kaldırabilir. Zira bazan nikâhdan sağlanan maslahat ve faydalar bozuk hallere inkılap ederler. Kan-koca arasındaki uyuşma nefrete dönüşür. Bu durumda evliliğin devamı; kin, nefret, buğz, düşmanlık duygularını ve diğer bir takım bozuklukları içine aîır. İşte bütün bu bozuklukları gidermek için boşanma meşru kılınmıştır. Böyle bir ihtiyaç olmadan yapılan boşama mubahtır, fakat nefret doludur. Çünkü maslahata aykırıdır.

Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyurulmuştur: “Allah (cc) köleyi hürriyetine kavuşturmakdan kendisine daha sevimli gelen mubah bir şey yaratmadığı gibi; boşamadan daha fazla kendisini gazaba getiren mubah bir şey de yaratmadı.”[3]

Boşamanın Oluş Şekilleri:

Boşama üç şekilde olur: Ahsen (en güzel), hasen (güzel) ve bid’î (bid’ate göre) boşama…

Ahsen talâk; kadın hayızdan temizlenmiş halde iken ve bu temizlik müddeti içerisinde onunla cinsî münasebette bulunulmadan bir talâk ile boşamak ve iddeti bitinceye kadar kadını terk etmek; en güzel tarzda boşamaktır: İbrahim en- Nehâî’den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) in ashabı sünnete uymak için sadece bir talâkla boşamayı yeğlerlerdi. Bir talâkla boşadıktan sonra kadın iddetini tamamlamadıkça, onu ikinci bir talâkla boşamazlardı.

Bir rivayette anlatıldığına göre; bu tarz, kadının üç temizlik müddeti içinde birer birer üç talâkla boşamasından, ashaba göre, daha güzeldi. Çünkü temizlik müddeti içinde erkek cinsî münasebette bulunursa, karısının gebe kalmadığından emin olmaz, gebe kalıp kalmadığını bilemez. Gebe kaldığı ortaya çıkınca da, boşadığma pişman olur.

Anlatmış olduğumuz boşama tarzı pişmanlık verici durumlardan uzak olduğu için, en uygun boşama tarzıdır. Yaşı küçük olduğu veya çok yaşlı olduğu için âdet görmeyen kadını kocası dilediği vakitte boşayabilir. Çünkü bu gibi kadınlarda pişmanlık verici durumlar meydana gelmez. Zira -evvelce de açıkladığımız gibi- boşama ihtiyaç sebebiyle mubah kılınmıştır. İhtiyaç ise, bir talâk ile giderilebilir.

Sünnete uygun olan hasen tarzda talâk; bir kadını, içinde cinsî münasebet yapılmamış olan üç temizlik müddeti içinde birer birer üç talâk ile boşamaktır: Rivayet edildiğine göre; Abdullah b. Ömer (ra) karısını âdet halinde iken boşamıştı da, Hz. Peygamber (sas) ona şöyle buyurmuştu: “Ey Ömer’in oğlu! Rabbin sana böyle yapmanı emretmedi. Aksine sana temizlik dönemini karşılamanı ve her temizlik döneminde

birer talâkla boşamanı emretti. [4]

Başka bir rivayete göre de Hz. Peygamber (sas) Hz. Ömer (ra) e şöyle buyurmuştu: “Oğlun sünnetten saptı. Ona emret de, karısına ric’at etsin. Karısı temizlik dönemine girerse; dilerse cinsî münasebette bulunmadan onu temiz olarak ya da hamileliği berlirmiş şekilde hâmile olarak boşar. İşte bu; kadınların ona göre boşanmasını Allah (cc)

emrettiği iddettir.[5]

Havı/dan kesilmiş veya küçük olup, daha henüz hayız görmeyen ve hâmile olan kadınlar için bir ayın geçmiş olması, hayız görmesi gibidir: Bu bir aylık müddet iddet hususunda Kitab nassı gereğince hayız görme yerine geçer. Evvelce de açıkladığımız sebepden dolayı, böyle kadınları cinsî münasebetten hemen sonra boşamak caiz olur: Hamilelik zamanında kadın ikinci bir kez daha hâmile kalmayacağına göre, bu cinsî münasebette bulunmak için rağbet edilen bir zamandır. Bu durumdaki kadını kocası illa da boşayacaksa, sünnete uygun olması için üç talâkla boşar. Ve her iki talâkın arasına bir aylık müddeti fasıla olarak koyar.

İmam Muhammed dedi ki; ‘sadece bir talâkla boşar. Çünkü bir aylık müddet hayızdan kesilmiş veya küçük olup, daha henüz hayız görmeyen kadınlar için hayız yerine geçer. Hâmile kadınsa, bunlar gibi değildir. Çünkü o, hayız gören kadınlardandır ve temizlik müddeti uzamış kadın gibi olmuştur.

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf un bu mes’eledeki görüşlerinin gerekçesi şudur; bir ay ihtiyacın delilidir. Çünkü bu selim tabiatların üzerinde bulunduğu rağbeti yenileyen bir zamandır. Bu takdirde hâmile kadın hayızdan kesilmiş kadın gibi olur. Boşamanın mübahlığı ihtiyaç miktarıncadır. Dolayısıyla bir aylık müddetin dolması uygundur. Temizlik müddeti uzayan kadının hükmü bunun hilâfmadır. Zira kocanın karısına rağbetinin yenilenmesinin delili, temiz olmasıdır. Bu da hâmile olmayan kadında umulan bir haldir. Dolayısıyla hayızdan kesilmiş kadınla hâmile kadının durumu bu bakımdan farklıdır.

Vakit ve sayı bakımından sünnî olan talâk; bizim açıkladığımız şekle uygun olan talâktır. Sayı bakımından sünnî talâk, açıkladığımız gibi, ihtiyaca binâen meşru kılındığından dolayı bunda kendisiyle cinsî münasebette bulunulmuş kadın, henüz hayız görmeyen yaşı küçük kadın, hayızdan kesilmiş kadın, hâmile kadın, hâmile olmayan kadın aynıdır.

Boşama vakti bakımından sünnî olan talâk, kendisiyle gerdeğe girilmiş olan kadına hasdır. Çünkü içerisinde cinsî münasebet vukûbulmamış olan bir temizlik dönemi, kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadın hakkında düşünülemez. Boşama hayız halinde yapılırsa, iddetin uzatılması gibi bir mahzur ortaya çıkar. Hayız süresi iddetten sayılmaz. Kendisiyle gerdeğe girilmemiş kadın boşanınca iddet beklemesi gerekmez.

Bid’î talâk; tek bir sözle üç veya iki talâkla boşamak yahut bir temizlik müddeti içinde kadına dönmeden onu bid’at üzere boşamaktır. Böyle bir boşama geçerlidir. Ancak bu şekilde boşayan kimse günahkâr olur: Tek sözle iki veya üç talâkla boşamak sünnete aykırı olduğu için bid’î talâktır. Boşama; ihtiyaçdan dolayı meşru kılınmıştır. İhtiyaç da bir talâkla giderilir. Hayız halinde boşamak da bid’îdir. Çünkü karısını hayizlı halde boşayan İbn. Ömer (ra) hakkında

Hz. Peygamber (sas); “Osünettensapmıştır[6], buyurmuştu.

Bid’î talâk günah da olsa geçerlidir. Zira karısını bid’î şekilde boşayan Abdullah’ın babası Ömer (ra) e Hz. Peygamber (sas) şöyle

buyurmuştu; “Oğluna emret de, karışma dönsün.” [7] Abdullah (ra) karısını hayızlı iken boşamıştı. Eğer bu durumda talâk geçerli olmasaydı, karısına ric’at etmezdi, etmesine gerek kalmazdı.

Yine rivayet edildiğine göre; Abdullah b. Ömer (ra) Hz. Peygamber (sas) e şöyle bir sual sormuş; “Ne dersiniz, eğer ben onu üç talâkla boşamış olsaydım, bana yine helâl olur muydu?” Hz. Peygamber (sas) de ona şu cevabı vermişti; “Hayır, üç talâkla boşaman da günah olurdu.”

Rivayet edildiğine göre, Ubâde b. Sâmit (ra) in oğullarından biri karısını bin talâkla boşamıştı da, Ubâde (ra) bu durumu kendisine anlattığında Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştu; “Kendisigünahkâr olarak, karısı üç talâkla boşanmıştır. Dokuz yüz doksan yedi talâk ise, zaten onun mülkiyetinde değildir.” Çünkü başka bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Her talâk (boşama) geçerlidir. [8]

buyurmuştur. Ubâde (ra) nin oğlunun karısını bir defada tamamıyla boşaması sünnete ve ashabın icmâına muhalefet etmesi sebebiyle, günahkâr olmasına yol açmıştır.

“Bir temizlik müddeti içerisinde kadına dönmeden onu bid’at üzere boşamak” sözüne gelince; bunda Ebû Hanîfe’nin mezhebine işaret vardır. Buna göre bir kimse karısını kendisiyle cinsî münasebette bulunmadığı bir temizlik müddeti içerisinde boşayıp, karısına ric’at ettikten sonra yine boşarsa; bu mekruh olmaz. Bu İmam Züfer’in kavlidir. İmameyn’e göre ise, bu mekruhtur.

Şu halde bir kimse hayız dönemindeyken karısını boşar, sonra da ona ric’at eder ve tekrar boşarsa, mekruh olmaz.

Keza, karısını şehvetle elledikten sonra ona; ‘sünnete uygun olarak sen üç talâkla boşsun’ derse, her üç talâk da derhal geçerli olur. Bu Ebû Hanîfe’ye göredir. Çünkü ilk talâk vâki olmuş; kendisi şehvetle elleyince kansma ric’at etmiş ve ikinci talâk vâki olmuş, sonra tekrar ric’at etmiş ve böylece üçüncü talâk da vâki olmuş olur. Hayızdan temelli kesilen kadınla, henüz hayız görmeye başlamamış yaşı küçük kadın hakkında bir aylık sürenin bir hayız dönemi yerine sayılması hususunda burada da aynı ihtilâf vardır.

Hülâsa; Ebû Hanîfe’ye göre ric’at etmek, iki talâk arasında bir fasıladır. Nikâhın fasıla olduğu hususunda ise, icmâ vardır.

İmameyn’in bu mes’eledeki görüşlerinin gerekçesi şudur; temizlik dönemi içinde boşamakla bu sünnî talâk için vakit olmaktan çıkmıştır. Bu sebeple koca kansma ric’at etmeden talâkı geçerli kılarsa, mekruh olur.

Ebû Hanîfe’ye göre ise; kocanın kansına ric’at etmesiyle birinci talâkın hükmü kalkmış ve boşama sanki hiç meydana gelmemiştir. Hükmü kalkınca da, koca talâklan cemetmiş sayılmaz. Ancak bu koca açısından mekruh sayılır. Zira kadın kocası tarafından gelen bir sebeple ilk haline dönmüştür. Koca da onu temizlik dönemi içinde bâin talâkla boşamış, sonra da onunla evlenmiş gibi olur.

Kendisiyle gerdeğe girilmemiş kadını hayız halinde boşamak; bid’î talâk değildir: Bunun sebebini daha evvel açıklamıştık. Bir kimse hayız halindeki karısını boşarsa, ona ric’at etmesi gerekir: Evvelce de açıkladığımız gibi, İbn. Ömer (ra) ile alâkalı hadîs-i şerîfde buna dâir emir vardır. Aynca eseri ortadan kaldınlmış olmakla, yani ric’at etmekle haram bir fiil, yani bid’î boşama ortadan kaldınlmış olur. Temizlik dönemine girdiğinde dilerse onu boşar, dilerse yanında tutar: Bunun gerekçesi İbn. Ömer (ra) ile alâkalı hadîs-i şerîfde mevcuttur.

Bir kimse gerdeğe girmiş olduğu karısına; ‘sen sünnet üzere üç talâkla boşsun* derse, her temizlenişinde bir talâk meydana gelir

(İmam Züfer): Bunun mânası, boşamanın sünnete uygun olan vakitte yapılmasıdır. Boşamanın sünnete uygun vakti, kadının kendisiyle cinsî münasebette bulunulmadığı bir temizlik müddetidir. Eğer o saatte üç talâk olmasına niyyet etmişse, hemen üç talâk meydana gelir: İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. Zira talâklan cemetmek bid’attır, sünet olamaz. Bizim görüşümüze göre ise bu boşama bakımından değil de, boşamanın vukuu bakımından sünnîdir. Çünkü biz sünnete uygun olarak üç talâkın bir defada vukûbulacağım da öğrenmiş bulunmaktayız. Muhtemelen o sözle kastedilen mâna da budur. Şu halde bu boşama zamanında değil, niyyet etme zamanında düşünülebilir.

Hür kadının talâkı üç, cariyeninki ise ikidir. Talâkın sayısında erkeklere itibar edilmez: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Kadınları iddetîerine doğru boşayın” (Talâk: 1). Yani iddetlerinin temizlik döneminde onlan boşayın.

Boşamalar (talâklar) temizlik dönemleri (tuhr) sayısınca olur. İddette hür kadınların bekleyecekleri temizlik dönemi sayısı üçtür. Cariyeninki ise, ikidir. Boşama da buna göredir. Hür erkek cariye üzerinde üç talâka mâlik olsaydı, bu üç talâkı boşamanın sünnet vakitlerine göre dağıtma hakkına da mâlik olurdu. Ama böyle bir hakka mâlik olmadığı hususunda icmâ vardır.

Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki âdet hali görmesidir. [9]

Hz. Peygamber (sas) in; “Talâk erkeklerde, iddet de kadınlarda olur.” mânasındaki hadîs-i şerifine gelince; bununla kastedilen mâna şudur; talâkın varlığı veya geçerli olma rkeklerle olur. Tıpkı iddetin kadınlarla varolup, yerine getirilmesinde oı r.^u gibi.

“Köle iki talâkdan fazla boşayamaz [10] hadîs-i şerifine gelince; bu

hususdaki hadîs-i şerifler ve deliller arasında uzlaşma sağlayabilmek için bunda şu mâna anlaşılmalıdır; yani köle cariye olan karısını ikiden fazla talâkla boşayamaz. Ya da köleler ekseriyetle cariyelerle evlendiklerinden dolayı; ekseriyete göre hüküm verilmiş ve böyle denilmiştir.

Ayrıca nikâh cariye açısından bir nimettir. Cariyelik, nimetin yarıya indirilmesine tesir eden bir faktördür. Cariyeliğin nazar-ı itibara alınması gerekir. Bunun hükmü de, cariyenin talâkının 1.5 a indirilmesidir. Talâkın yarım olması mümkün olmadığından dolayı, 1.5 talâk ikiye tamamlanır. [11]

Boşanmanın Vâki Olduğu Durumlar:

Âkil, baliğ ve uyanık olan her kocanın yaptığı boşama vâki olur: Bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Çocuğun ve bunağın boşaması hâricinde her boşama geçerli olur. [12]

Bunun başka bir rivayet şeklinde ise, “Çocuğun ve delinin boşaması dışında… “buyurulmuştur.

Yukarıda rivayet ettiğimiz hadîs-i şerîfden dolayı; çocuğun ve delinin boşaması geçerli olmaz. Çünkü bu ikisinde akıl, temyiz ve boşama ehliyeti yoktur.

Çocuk koca karısını boşar da, sonra bulûğa erer; ve uykudaki koca karısını boşar da sonra uyanır ve; ‘ben bu talâkı caiz kıldım’ dese, talâk vâki olmaz. Ama; ‘ben bu talâkı vâki kıldım’ derse, talâk vâki olur.

Karısını boşamaya zorlanan kimsenin boşaması da vâki olur:

Rivayet edildiğine göre; kadının biri kocasını tutup yere yatırmış, göğsünün üzerine oturarak, eline bıçağı alıp; ‘ya beni üç talâkla boşarsın, ya da seni öldürürüm’ demiş; kocası; ‘Allah (cc) aşkına bırak beni, böyle yapma’ demişse de, kadın onu bırakmayınca, adamcağız zorlanma sebebiyle onu üç talâkla boşamış ve durumu gidip Hz. Peygamber (sas) e anlatmıştı. Hz. Peygamber (sas) de ona şöyle buyurmuştur: Boşamada istirahat uykusu olmaz. ” [13] Yani askıya alınmaz, hemen geçerli olur. Bu adam boşamayı kastetmiş, ancak boşamanın geçerli olmasına razı olmamıştır. Bu sebeple de, şakayla boşayan kimse gibi olmuştur ki, şakayla boşayan da, ciddî surette boşayan gibidir:

Talâk, eşlerin ayrılmalarına yol açan bir mânadır. Süt mahremiyetinde olduğu gibi; kişi bunda gönüllü de olsa, zorlanmış da olsa; aynı hüküm geçerlidir.

Sonra bize göre alış veriş, kira vb. kendisinde şart muhayyerliğinin sahih olduğu şeylere zorlama (ikrah) tesir eder. Ama nikâh, talâk ve azad etme gibi, kendisinde şart muhayyerliğinin sahih olmadiğr şeylere zorlama (ikrah) tesir etmez.

Sarhoşun da boşaması vâki olur: Tahavî; Vâki olmaz’ demiştir. Benk otu ve ilaç sebebiyle aklın zail olmasını nazar-ı itibara alarak, Kerhî de bu görüşü benimsemiştir. Bizim görüşümüze göre o, farzlan edâ etme emrine muhatap olduğu delilinden ötürü mükelleftir. İffetli bir kadına zina iftirasında bulunması durumunda ona kazf haddi, adam öldürme durumunda da ona kısas tatbik etmek gerekir

Sarhoş olmayan kimse gibi, mükellefin boşaması da vâki olur. Benk otunu yediğinden dolayı aklı zail olan kimsenin talâkı vâki olmaz. Çünkü o mükellef hükmünde değildir. Şarap veya nebiz içtiği için sarhoş olan kimsenin aklı, günah olan bir sebepden dolayı zail olduğu için, kendisine karşı caydırıcı bir ceza olsun diye aklı başında kabul edilir. Ama içtiğinden dolayı başı ağınr da, baş ağrısı sebebiyle aklı zail olursa ve o halde iken karısını boşarsa, talâk vâki olmaz, diyoruz. Ekseriyetle benk otunu yiyen ve ilaç alanların kastı günah işlemek değil, tedavidir. Bu sebeple bunlann aklı zail olduğunda mükellefiyet üzerlerinden kalkar.

Dilsizin boşaması işaret etmesiyle vâki olur: Yani işareti belli olup, yerinde biliniyorsa, vâki olur. Boşamayı oyuncak edinen ve şakadan boşayanlarm boşamaları ile de talâk vâki olur: Bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: O üç şey; nikahlama, boşama ve köle azad etmedir.” [14]”Bir kimse şakadan boşarsa, bu boşama onun aleyhine geçerli olur.”

Rivayet edildiğine göre Ebû’d- Derdâ (ra) şöyle demiştir: ‘Bir kimse şakadan karısını boşar veya kölesini azad ederse; yaptığı bu iş geçerli ve bağlayıcı olur.’ Bu hususda şu âyet-i kerîme nazil olmuştur:

“Allah (cc) m âyetlerini eğlenceye almayın.” (Bakara: 231). Aynı şekilde bir kimse boşamaktan başka bir şeyi kasteder de, dili sürçüp boşama kelimesini kullanırsa, talâk vâki olur. Burada kasıt olup olmaması talâk hususunda muteber değildir.

Hişam, İmam Muhammed’in Ebû Hanîfe’den naklen şöyle dediğini işitmiştir: “Bir kimse kansına; ‘bana su ver’ demek ister de, ona; ‘sen boşsun’ derse; boşama vâki olur.” Bu fasıllann tamamı şu hadîs-i şerifin

kapsamına girmektedir; “Her boşama vâkidir. [15]

Bir kimse karısının tamamına veya bir kısmına mâlik olsa yahut kadın kocasının tamamına veya bir kısmına mâlik olsa; aralarında ayrılık meydana gelir: Zira eşlerden birinin kölelik ve cariyelik bağı ile diğerine mâlik olması nikâh kıyılmasına mâni olduğu gibi, mevcut bir nikâhın devamına da mâni olur; tıpkı mahremiyet, hısımlık ve süt bağı gibi… [16]

Sarih Talâk

Sarih sözle yapılan boşama niyyete ihtiyaç göstermez: Çünkü bu sözler ve kelimeler bu çeşit boşama için vaz’ olunmuşlardır ve bunlar hakikat olurlar. Hakikatte ise, niyyete ihtiyaç yoktur. Bu boşamanın ardı sıra ric’at (kadına geri dönme) gelir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Kocaları, boşadıkları kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler. “(Bakara: 228).

Bir kimse sarih sözlerle karısını boşarken bâin talâka niyyet etse bile, ric’î talâk vâki olur. Çünkü o kelimeyi Şer’an vaz’ olunduğu şeyden başka bir şey için kullanmıştır.

Ve böyle bir talâk iki çeşittir:

1- Sen boşsun’, ‘sen boşanmışın ‘seni boşadım gibi sözlerle olur.

2- Sen boşamasın’, ‘sen boşanmaya boşsun’, ‘sen boşanmakla boşsun’ gibi sözlerle olur.

Bunlardan birincisiyle bir ric’î talâk vâki olur. Bunda iki veya üç talâka niyyet etmek sahih değildir: Çünkü bu müfred bir sıfattır. Bir talâkla boşamak için kadına tâlık, iki talâkla boşamak için talikan, üç talâkla boşamak için ise, tavalık denilir. Müfred sıfatta sayı ihtimali yoktur. Çünkü bu sayının zıddıdır.

Bir kimse; ‘boşanan kadından söz etmek boşamayı (talâkı) söylemek hükmündedir. Öyle ki, sayıyı söylemek talâkı açıklamak bakımından sahih olur ve bu masdariyetin delilidir. Masdar ise, üçe muhtemeldir’ derse, buna cevaben deriz ki, bu kadının muttasıf olduğu talâkdan söz etmektir. Bu talâkdan sonra söylenen sayı ise, hazfedilmiş olup, ‘talâkan selâsen1 şeklinde takdir edilen bir masdann sıfatıdır. ‘Talâkan selâsen’ (üç talâkla boşadım) sözü, ‘onu acıtacak şekilde dövdüm1 ve; ‘ona bol bol verdim1 cümlelerine benzer.

İkinci ile de bir talâk vâki olur. Fakat bu ikinci çeşit ile iki hâriç (İmam Züfer) üç talâka niyyet sahih olur: Çünkü burada masdar zikrediliyor. Masdarda ise, umumîlik ihtimali vardır. Zira bu cins ismidir ve bu en aza muhtemel olur. Talâk masdarı mutlak olarak söylendiğinde bir talâk mânasına gelir. Çünkü bu yakînîdir. Ama talâkı masdar olarak söylerken kişi üç talâka niyyet ederse, üç talâk vâki olur. Zira onun bu sözü bu mânaya da gelebilir. Ancak bunu söylerken iki talâka niyyet etmek sahih olmaz. Çünkü talâk masdarı sayı bakımından değil de, talâk cinsi manasınadır. Ama karısı cariye ise, ondaki talâk cinsinin tamamı iki olduğundan dolayı bu sözünü söylerken, iki talâka niyyet etmesi sahih olur.

İmam Züfer dedi ki; ‘(karısı hür de olsa), erkeğin talâk masdarmı söylerken iki talâka niyyet etmesi sahih olur. Çünkü bu iki talâk, üçün bir kısmıdır.’ Bunun cevabını daha evvel vermiştik.

‘Sen bir kere boşsun1 ve ayrıca, ‘sen başka bir talâk ile boşsun’ sözleri ile de talâka niyyet edilirse; iki talâk vâki olur: Bu iki lâfızdan her birinin vâki olmaya ihtimali vardır. Bu; ‘sen boşanmaya boşsun’ sözü gibi olup, bununla burada da iki talâk vâki olur. ‘Sen boşanmakla boşsun1 sözünü söylemekle de hüküm budur.

Bir kimse karısına; ‘sen boşsun’ der de sonra; ‘ben karımın bağdan çözülmesini veya şu kayıttan çözülüp kurtulmasını kastettim’ derse, sözü hüküm bakımından tasdik edilmez. ‘Karımın işden kurtulmasını kastettim’ derse, sözü diyaneten de tasdik edilmez.’Sen bağdan…’veya; ‘şu kayıttan boşsun’ derse, hüküm bakımından talâk vâki olmaz.’Sen bu işden boşun’ derse; diyaneten değil de, hüküm bakımından talâk vâki olur.

‘Sen şu işden üç talâkla boşsun’ derse, karısı üç talâkla boş olur ve ‘boşamayı kastetmedim’ derse, sözü hüküm bakımından tasdik edilmez.

Bir erkek talâkı kadının tamamına izafe ederse, yahut cesedi, ruhu, yüzü, boynu gibi bedeninin tamamını ifade eden bir yerine yöneltirse, veya kadının şayi bir cüz’üne izafe ederse; talâk vâki olur:

Çünkü kadın talâkın mahallidir. Karısına; ‘sen boşsun’ dediğinde talâkın mahalline yönelttiği için boşaması sahih olur. Yukarıda sayılan (cesed, ruh, yüz, boyun) kelimeleriyle bedenin tamamı ifade edilir. Âyet-i kerîmede; “Bir rakabenin azad edilmesi gerekir.” (Nisa: 92). deniliyor. Bu âyet-i kerîmedeki ‘rakabe’ kelimesiyle kölenin bedeninin tamamı kastedilmektedir. ‘Yâ veche’l- arab!’ (ey arabın yüzü!) sözüyle de, arabın bütün bedeni kastedilmektedir.

Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Eğerler üzerindeki fere (vagina) lere Allah (cc) lanet etsin.” Buradaki fere kelimesiyle kadın kastedilmiştir. ‘Başın selâmet, ruhun da baki oldukça; ben iyiyim1 denildiğinde de, baş ve rûh kelimeleriyle de muhatabın bedeninin tamamı kastedilir. Cesed, vücudun tamamı’nı ifade eder. Boyun kelimesi de böyledir. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“Boyunları eğilip kalır.” (Şuarâ: 4). Burada boyun kelimesiyle insanların bedenlerinin tamamı kastedilmektedir. Dem (kan) kelimesi de böyledir. ‘Kanı hederdir1 denildiğinde, bir adamın öldürülmesi gerektiği kastedilir. Bu, kefalet bahsinde de anlatılan; ‘bir kimse bir adamın kanına kefil olursa, sahih olur’ kaidesine dayanılarak verilen bir hükümdür.

Kölelerin azad edilmesi babında işaret olunduğuna göre; bir kimse karısına; ‘senin kanın boştur’ derse; boşama vâki olmaz. Çünkü yine aynı babda anlatıldığına göre; bir kimse kölesine, ‘senin kanın hürdür’ derse, kölesi azad edilmiş olmaz.

Bel ve karın kelimelerinin bedenin tamamını ifade edip etmedikleri hususunda iki rivayet vardır: Bunlara izafe edildiği için değil de, bunlarla bedenin tamamının ifade edildiği nazar-ı itibara alınarak, talâk bu organlara izafe edildiğinde vâki olur. Öyle ki, bir adam karısına; ‘senin başın1 veya; ‘yüzün boştur’ der, yahut elini karısının başı veya boynu üzerine koyup; ‘bu organ boştur’ derse, talâk vâki olmaz.

Vücudun üçde biri veya dörtte biri gibi şayi cüz’üne gelince; bu cüz’ler alış veriş, icar vb. tasarruflara kabil olduklan gibi, nikâhın ve aynı şekilde talâkın da bunlara izafe edilmeleri sahih olur. Ancak kadının bedeni talâk hükmü açısından bölünmez olduğu için, üçde birinin veya dörtte birinin boşandığını söyleme durumunda tamamı boşanmış olur.

Talâkın; el ve ayak gibi bedenin tamamım ifade etmeyen organlara izafe edilmesi durumunda talâk vâki olmaz. Bu durumda talâk; parmağa ve saça izafe edilmiş gibi geçersiz olur. Çünkü talâk; mahalli olmayan bir yere izafe edilmiştir. Tükürük ve tırnağa izafe edilmiş gibidir.

Talâk; nikâh bağını ortadan kaldırmaktır. Ama bu organlarda nikâh bağı yoktur. Çünkü nikâhın bunlara izafe edilmeleri sahih değildir. Ama daha evvel de açıkladığımız gibi, kadının şayi cüz’üne izafe edilmesi sahihtir.

Bir topluluk el kelimesinin vücudun tamamını ifade eden zahir bir örf oldğunu kabul ederlerse, elin boşanmasıyla talâk vâki olur.

Bir kadını yarım talâkla boşamakla bir talâk vâki olur. Üçte bir talâkla boşamak da böyledir: Bir kimse karısına; ‘sen yarım talâkla…1 veya; ‘üçde bir talâkla boşsun’ derse, karısı bir talâkla boşanmış olur. Çünkü bölünmez bir şeyin bir kısmının söylenmesi, tamamının söylenmesi gibidir. Kadının üçde biri, dörtte biri, şayi bir cüz’ünün söylenmesi de anlattığımız gerekçeden dolayı bu hükme tâbidir.

İki talâkın yarısının üç katıyla boşama halinde üç talâk vâki olur: Çünkü iki talâkın yansı, bir talâktır. Bunun üç katını demekle kansma; ‘sen üç talâkla boşsun’ demiş gibi olur.

Bir talâkın yarısının üç katıyla boşama durumunda ise, iki talâk vâki olur. Çünkü bir talâkın yansının üç katı bir buçuk talâktır. Talâkda bölünme olmayacağına göre, buçuk tama yükseltilir ve bir buçuk talâk, iki talâk eder. Bir görüşe göre denildi ki; bir talâkın yarısının üç katı deme durumunda, her yanm tama çıkanlacağı için, üç talâk vâki olur.

Bir kimse kansma; ‘sen bir talâkın iki yansıyla boşsun’ derse, bir talâk vâki olur. Tıpkı bir dirhemin iki yansının bir dirhem etmesi gibi. ‘İki talâkın iki yarısıyla boşsun1 derse; iki talâk vâki olur. Tıpkı iki dirhemin iki yansının iki dirhem oluşu gibi… ‘Sen bir talâkın yansı.. ve; ‘bir talâkın üçte biri…’ ve; ‘bir talâkın altıda biri ile boşsun’ derse; üç talâk vâki olur. Ama; ‘sen bir talâkın yansı ‘üçte biri…’ve;’altıda biriile boşsun’ derse; bir talâk vaki olur. Çünkü bu sözünde cüzleri bir talâka izafe etmiştir. Evvelki sözde ise, her sözü münker (nekire) bir talâka izafe etmiştir. Dolayısıyla her cüz’ başlı başına birer talâkın vâki olmasını gerektirmektedir. Söylenen cüz’lerin toplamı bir talâkı geçerse; meselâ bir talâkın yansı, üçte biri ve dörtte biri ile boşsun1 derse; bir gürüşe göre bir talâk vâki olur. Başka bir görüşe göre ise, iki talâk vâki olur. Muhtar olan görüş de budur. Çünkü bir talâkdan fazla olan cüzler, başka bir talâkdandır. Bu durumda o adam sanki bir talâkın tamamını ve ikinci talâkın da bir kısmını ikâ etmiştir. İkincinin küsuratı tama çıkarılacağı için iki talâk vâki olur.

Bir adamın dört karısı olur da onlara; ‘aranızda bir talâk vâkidir’ derse; her biri için bir talâk vâki olur. Çünkü bir talâk aralannda taksim edildiği zaman her birine çeyrek talâk isabet eder ve bu çeyreklerin her biri bir talâka tamamlanacağı için; dört kansmı da birer talâkla boşamış olur. ‘Aranızda iki talâk…’ veya; ‘üç talâk…’ veya; ‘dört talâk vâkidir1 derse; yine her biri için bir talâk vâki olur. Çünkü iki talâk dört kadın arasında taksim edildiğinde her birine yarım talâk isabet eder.

‘Aranızda üç talâk vâkidir1 derse, her birine 3 4 talâk isabet eder (yani üçün dörde bölünmesiyle elde edilen sayı). Tabii her küsurat bire tamamlanır. ‘Aranızda dört talâk vâkidir’ derse; her birine bir talâk isabet eder. Söylenen bu talâklardan her biri kendi başına taksim olunmaz. Çünkü ferdleri arasında farklılık bulunmayan bir cinsdeki taksimat, o cinsin tamamı üzerine vâki olur. Ancak ferdleri farklı olursa, taksimat o ferdler üzerinde yapılır. Boşama sözünü sarfeden koca her talâkı ayrı ayn taksim etmeye niyyet ederse; -kendi işini kendisi zorlaştırdığı için- talâk o şekilde vâki olur.

Dört kanlı bir adam hanımlanna; ‘aranızda beş talâk vâkidir’ derse; her eşi iki talâkla boşanmış olur. ‘Altı…’, ‘yedi…’ veya; ‘sekiz talâk vâkidir1 demesi durumunda da aynı hüküm geçerlidir. Ama; ‘aranızda dokuz talâk vâkidir’ derse; dört kansından her biri üçer talâkla boşanmış olur. Bunun sebebini daha evvel açıklamıştık.

Bir kimse iki kansını kastederek; ‘Ayşe üç talâkla boştur. Zeyneb’i de boşanmada ona ortak ettim’ derse; her ikisi de üçer talâkla boşanmış olurlar. Dört kanlı bir kimse karılanna; ‘sizler üçer talâkla boşsunuz’ derse; her biri üçer talâkla boşanmış olurlar.

Bir kimse karısına; ‘sen birden üçe kadan boşsun’ derse; bununla iki talâk vâki olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed). ‘Birden ikiye kadar boşsun’ derse, bununla bir talâk vâki olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki; ‘birden üçe kadar…’ sözünde üç talâk; ‘birden ikiye kadar…’ sözünde ise, iki talâk vâkidir. Bu, ikrar bahsinde de anlatılmıştı.

Bir kimse hesaba niyyet ederek olsa da, karısına; ‘sen ikide bir boşsun’ derse; bir talâk vâki olur. ‘İkide iki boşsun1 derse; iki talâk vâki olur: Bu da ikrar bahsinde anlatılmıştı.

Bir kimse karısına; ‘sen buradan Şam’a kadar boşsun’ derse; bu sözü ile bir ric’î talâk vâki olur: Çünkü koca; ‘Şam’a kadar’ sözü ile talâka bir vasıf ilâve etmemiştir ki, bâin talâk olsun. Kadın boş oldukdan sonra, her yerde boş olur.

‘Sen Mekke’de…’ veya; ‘Mekke’nin içinde boşsun’ derse; kadın hangi beldede olursa olsun, derhal boş olur: Bunun sebebini açıklamıştık. ‘Ben bununla karımın Mekke’ye geldiğinde boşanmasını kastetmiştim’ derse; bu sözü hüküm bakımından tasdik edilmez. Çünkü niyyeti, görünen hale muhaliftir.

Ama kansma; ‘sen Mekke’ye girdiğinde boşsun’ derse; boşanma Mekke’ye giriş şartına bağlanmış olur. Burada zarfîyetin tahakkuku mümkün olmadığından ve şart da zarfa yakın olduğundan, bu söz şart mânasında kabul edilir.

‘Sen yarın boşsun’ derse; ertesi gün fecrin doğuşunda talâk vâki olur: Çünkü koca bu sözü söylemekle kansını yannki günün tamamında boşanmışhkla vasıflandırmaktadır. Bu sebeple karısının yarınki günün tamamında (yani fecrin doğuşundan itibaren) boşanması gerekir. Bu da ancak yannki günün ilk cüz’ünün meydana gelmesiyle mümkün olur.

Eğer bu sözüyle günün sonunu kastettiğini söylerse; bu sözü diyaneten tasdik edilir: Hüküm bakımından kabul edilmez. Çünkü bu niyyeti görünen duruma muhaliftir. Ancak yine de buna niyyet etmiş olması muhtemeldir. Çünkü bu, boşanmayı belli bir vakte tahsis etmektir. Bu sebeple bu sözü diyaneten doğru kabul edilir.

Şayet; ‘sen yarınki günde benden boşsun’ derse; bu sözü hüküm makamınca doğru kabul edilir (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Çünkü bu onun sözünün hakikatidir. Çünkü zarf, mazrufu istiâb etmeyi gerektirmez. Ancak niyyet edilmemiş olması halinde her hangi bir geçişme ve sıkışma olmayacağından -talâkın vukuunda- günün ilk cüz’ü esas alınır. İmameyn dediler ki; ‘yarın’ sözü ile ‘yarınki’ günde1 sözleri arasında hüküm bakımından farklılık yoktur. Çünkü bu iki sözden maksat; zarfiyet olup, aralarında fark yoktur.’

Buna vereceğimiz cevap şudur: Bu sözün benzeri olarak meselâ, ‘seninle bir ay konuşmayacağım’ ve; ‘bir ayda seninle konuşmayacağım’ yahut; ‘seninle bir asır konuşmayacağım’ ve; ‘asırda seninle konuşmayacağım’ demek gibi… Bu zaman dilimleri istiab için olduklarına göre; sözü söyleyen bu müddetin bir kısmına niyyet ederse; yapılacak veya yapılmayacak işi bu müddetin bir kısmına tahsis etmiş olur. Yine bir kimse son demine niyyet ederek; ‘sen Ramazanda boşsun’ derse, aynı ihtilâf caiz olur.

Bir kimse karısına; ‘sen bugün yarın boşsun’ veya; ‘yarın bugün boşsun’ derse; her iki şekilde de birinci günler nazar-ı itibara alınır: Çünkü ‘bugün’ sözü âcillik ifade eder, ertelenmez. Yarın ise, erteleme ifade eder. Âciliyet ertelemeyi iptal ettiğinden dolayı, ‘yarın’ sözü geçersiz olur ve kadın hemen ilk günde boş olur. [17]

Boşamayı Geçmişe İstinad Ettirmek:

‘Ben seninle evlenmeden evvel sen boşsun sözünün bir hükmü yoktur: Bugün evlendiği karısına, ‘sen dün boşsun’ sözü de aynı şekilde bir hüküm ifâde etmez. Çünkü burada talâkı; talâkın vukuuna aykırı bir hale isnad etmiştir. Bu sebeple talâk vâki olmaz. ‘Ben yaratılmadan evvel sen boşsun1 sözü de böyledir. Ama karısıyla dünden evvel evlenmişse; ona, ‘dün boşsun’ dediği takdirde, kansı hemen boş olur. Çünkü kendi mülkiyetinde bulunan bir talâkı ikâ etmiştir. Dolayısıyla kansı boşanmış olur.

‘Seni boşamadığım müddetçe, sen boşsun’ yahut; ‘boşamadığım müddet zarfında boşsun’ denilir ve sükût edilirse; kadın boşanmış olur: Çünkü sükût edilmekle talâkın vukûbulma şartı mevcut olmuş olur ki, bu da boşamadan soyutlanmış bir zamandır. Çünkü bu lâfızlar vakit ifade ederler. (Arapcada); meta; ne zaman, meta mâ; ne zaman ki lâfızlan da, hakikî mânada zaman ifâde eden edatlardır. Mâ harfi de bu mânada kullanılır. Meselâ bir âyet-i kerîmede;

“Hayatta olduğum müddetçe” (Meryem: 31). buyurulmaktadır. Burada müddet kelimesi mâ harfi ile ifâde buyurulmuştur.

Erkek karısına; ‘seni boşamazsam, sen boş ol’ veya />i;…zaman ile, izâ mâ; ne zaman edatlarını in; eğer mânasında şart edatı olarak kullanıp; ‘seni boşamadığım zaman, yani boşamazsam, boş ol (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed) yahut; ‘ne zamanki seni boşamam, yani boşamazsam, boş ol’ derse (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed); ölünceye kadar kadın boş olmaz: Bu lâfızlar şart edatı olduklanndan, bunlarla birlikde söylenen talâk kelimesi ölüm şartına bağlanmış olur. Kadın ölmedikçe, boşanmış olmaz.

‘İn’ edatının şart için kullanıldığı açıkça bilinmektedir. ‘İzâ’i\ç izâ mâ edatlan da, Ebû Hanîfe’ye göre şart mânasında kullanılırlar, îtnameyn’e göre bunlar tıpkı meta gibi zaman edatıdırlar. Bir âyet-i kerîmede Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Gök yanldığı zaman…” (İnşikak: 1). Bu ve benzeri edatlar vakit ifâde ederler. Ebû Hanîfe’ye göre ise bunlar şart edatı olarak da kullanılırlar. Meselâ; şâir der ki; “Sana yoksulluk isabet ederse, tahammül et.” Görüldüğü gibi, buradaki izâ edatı şart olarak kullanılmıştır. Bu edatlar iki mânada, yani hem zaman hem de şart mânasında kullanıldıklarında, bunlarla bitişik olarak söylenen talâk vâki olmaz. Şüphe ile söylenen talâk vukûbulmaz. Çünkü bu durumda her iki mânanın da ayrı ayn kastedilme ihtimali vardır. [18]

Kadın Kendisini Boşamaya Salahiyetli Kılmak:

Ama bir kimse karısına; ‘dilediğin zaman kendini boşa1 derse; hüküm bunun hilâfinadır. Zira kadın bu sözün kendisine söylendiği meclisden kalkıp gitmekle de kendisini boşama salahiyetini kaybetmez. Kocasının ona; ‘dilediğin zaman1 demesi, ona geniş zamanda boşama salahiyeti kazandırmaktadır. Bu kelime geniş zaman mânasında olduğundan, kadın kendisini boşama salahiyetine sahip olur. Şüphe sebebiyle bu salahiyet onun elinden çıkmaz.

‘Sen, boşamadiğım müddetçe üç kere boşsun, sen boşsun1 denilirse; bu sözle kadın tek bir talâkla boş olur: Burada boşanmanın şartı tahakkuk ediyor. Bu şart da boşamadan soyutlanmış bir vaktin mevcud olmamasıdır.

Bir kimse karısına; ‘ben senden boşum derse; boşamaya niyyetli olsa bile, bu sözle talâk vâki olmaz. ‘Ben senden bâİnim’ yahut; ‘ben sana haramım1 sözüyle talâka niyyet etmişse, bir bâin talâk meydana gelir: Fark şudur; talâk, nikâh bağım ortadan kaldırmaktır. Bu bağ erkekle değil de, kadınla kâim olur. Ya da talâk, mülkün izâlesdir. Burada mülk kadın, mâlikse erkekdir. ‘Bâinim’ demek; kan-koca arasındaki bağı koparmak içindir.’Ben sana haramım1 demek, aralarındaki helâlliği ve bağı ortadan kaldırmak içindir. Helâllik ise, ikisi arasında müşterek bir vakıadır. Talâkın değil de, helâllik ve kan-kocalık bağının her ikisine izafe edilmesi sahih olur. [19]

Parmak İşaretiyle Boşama:

Üç parmakla işaret yapılarak; ‘sen şöyle boşsun denilirse, üç talâk; tek parmakla işaret yapıldığında bir talâk, iki parmakla da iki talâk meydana gelir. Bu durumda dikilmiş olan parmaklar nazar-ı itibara alınır: Parmakla işaret etmek, talâk sayısını bildirmek içindir. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayı şöyle, şöyle ve şöyledir. (Bu sırada iki elini bütün parmaklarıyla iki sefer çırptı. Üçüncü çırpışda sağ veya sol) baş parmağını yumdu. “Yani üçüncü çırpışda dokuz gün olduğunu söylemek istedi. Örf de bu şekildedir. (Bu durumda toplam 29 gün eder).

Üç parmakla işaret ederek, karısına; ‘sen şöyle boşsun1 diyen bir kimse, ben açtığım üç parmağı değil de, yumduğum iki parmağı veya avucumun içini kastetmiştim, derse; bu sözü hüküm bakımından tasdik edilmez. Çünkü bu niyyeti, görünen duruma ters düşmektedir.

Ama parmakların sırt kısmı ile işaret yapılırken, muteber olan; yumulan parmaklardır: Çünkü o, insanlar arasında câri olan âdete dönerek yumuk parmaklan sayısınca talâkı ikâ ettiğini bildirmek istemektedir.

‘Şöyle’ kelimesini kullanmaksızm karısına; ‘sen boşsun1 derse, bir talâk vâki olur. Çünkü sayıyı söylemediği takdirde, geride sadece; ‘sen boşsun’ sözü kalır ve bu durumda bir talâk vâki olur.

Bir kimse karısına; ‘sen bir talâkla boşsun’ veya; ‘iki talâkla boşsun’ yahut; ‘üç talâkla boşsun1 derken, sayıyı söylemeden karısı vefat ederse; talâk vâki olmaz. Çünkü sayıyı zikrederse, o sayı miktarınca talâk vâki olur. Sayının zikredilmesinden evvel kadın vefat ederse; talâk vâki olmadan evvel talâk mahalli ortadan kalktığı için, boşama geçersiz olur. Fetâvâ’da denilir ki; bir kimse karısına; ‘sen şöyle ve şöyle boşsun’ derse, karısı üç talâkla boş olur. Çünkü o; ‘şöyle ve şöyle’ diyerek ikrarda bulunduğuna göre, örf gereği ona on bir talâk lâzımgelir. Bu durumda karısına; ‘sen on bir talâkla boşsun’ demiş gibi olur. Böyle dediğinde üç talâk vâki olduğuna göre, Öyle dediğinde de üç talâk vâki olur. [20]

Talâkın Vasıflandırılması

Bu mes’elede kaide şudur; bir kimse talâkı normalde kendisiyle vasıflandınlmadığı ve vasıflandırılmasına ihtimal de olmayan bir vasıfla vasıflandınrsa; vasıf bâtıl, ama talâk vâki olur. Meselâ; ‘sen vâki olmayan bir talâkla boşsun1 derse, bu sözle bir talâk vâki olur. Çünkü talâk böyle bir vasıfla vasıflandırılmaz. Talâk vâki olunca da, ortadan kalkmaz.

Keza, bir adam karısına; ‘sen boşsun ama ben bu hususda üç gün muhayyerim’ derse, şart bâtıl olur ama talâk vâki olur.

Bir kimse talâkı normalde kendisiyle vasiflandmldığı bir vasıfla vasıflandmrsa, bunun iki şekli olur: Bu vasıf ya aşın derecede şiddet ve sertliği ifâde eder, ya da etmez. Eğer etmiyorsa, bu talâk ric’îdir. Eğer ediyorsa, bâin talâktır. Birincinin misali şöyledir: ‘Sen talâkın en üstünü…’ veya; ‘en mükemmeli…1 veya; ‘en güzeli…’veya;’en mutedil olanı…’ veya; ‘sünnete en uygun olanı…’ veya; ‘en hayırlısıyla boşsun’ derse; ric’î bir talâk vâki olur. Çünkü burada talâkın şiddet ifâde eden bir vasfı yoktur. Bâinlik ise, bir şiddet vasfı olduğundan, burada bâin talâk vâki olmaz.

İkinci misali şöyledir: Bir kimse karısına; ‘sen bâin talâkla boşsun’ veya; ‘en fahiş talâkla boşsun’ veya; ‘en çirkin talâk ile boşsun’ veya; ‘en şiddetlisi ile…’veya;’en büyüğü ile…’,’en ulusu ile…’ yahut ‘en şerlisi ile…’, ‘en kötü talâk ile’veya;’şeytan talâkı ile’ yahut; ‘bid’at üzre…1 yapılan boşama ile, yahut; ‘dağ gibi boşsun’, ‘ev dolusu boşsun1, ‘şiddetli bir boşama ile boşsun’, ‘uzun bir boşama ile../,’geniş bir boşama ile boşsun’ derse; kadın bir bâin talâk ile boş olur: Çünkü bu vasıflar şiddet ifade ederler. Bâin ise; geri dönülmesine muktedir olunamayan şiddetli boşamadır. Ric’î talâka gelince; bu kocaya karşı zor ve şiddetli bir talâk değildir. Öyle ki, (bu boşamadan sonra) karısının emri (ve izni olmadan) karısına geri dönebilir.

Bütün bu sözlerde üç talâka niyyet edilmişse, üç talâk vâki olur: Çünkü şiddet, bid’at ve şeytan talâkı iki çeşittir:

1-Zayıf şiddet,

2- Kuvvetli şiddet.

Zayıf şiddet; bir bâin talâktır. Fazlasına niyyet edilmemesi halinde mutlaka ve kesin olarak şiddet bulunduğundan dolayı bir bâin talâk vâki olur. Üç talâka niyyet edilmesi halinde boşayan kişi iki çeşitten birine niyyet etmiş olduğundan dolayı, sözü doğru kabul edilir. Karısına; ‘sen bin gibi boşsun’ demesi halinde kuvvet bakımından evvelkine benzediğinden dolayı, üç talâk vâki olur.

Şâir der ki;

“Benim adıma emrederse, bir; bin gibidir.” Aralarında sayı bakımından benzerlik olduğundan dolayı hangisine niyyet ederse, sahih olur. Niyyet edilmemesi halinde -evvelce de açıkladığımız gibi- talâkın en azı vâki olur.

Bununla alâkalı olarak İmam Muhammed’den şöyle bir görüş nakledilir: Niyyet edilmemesi halinde üç talâk vâki olur. Çünkü talâkın şiddet bildiren vasıflarla vasıflandınlması da sayıdır. Zahir hükme göre bu sayı da teşbihdir.

Sonra Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre talâk bir şeye benzetilerek söylenirse, bâin talâk vâki olur. Çünkü teşbih, vasfen artmasını gösterir. Bu da bâin talâkın meydana gelmesiyle olur. Zira talâk bir şeye benzetilmeksizin söylenirse, ric’î talâk olur.

Ebû Yûsuf a göre -ki, bunun İmam Muhammed’in de kavli olduğu söylenir- talâk kelimesiyle birlikte ululuk vasfı da kullanılırsa, bâin talâk vâki olur. Bu vasıf kullanılmazsa, bâin talâk vâki olmaz. Talâkın kendisine benzetildiği şey zatı itibanyla ulu olsa da, olmasa da; hüküm aynıdır. Çünkü bu, birliğin kendisinde benzetme ihtimalini taşımaktadır. Ululuk vasfı söylendiğinde boşayan kimsenin fazlalığı kastettiğini anlanz.

İmam Züfer’e göre, boşayan kimse talâkı zatı itibarıyla ulu bir şeye benzetirse, talâk bâin olur. Aksi takdirse ric’î talâk olur.

Mezhebimizin imamları arasında ihtilâf şu sözlerde görülmektedir; ‘sen iğne başı gibi boşsun’, ‘iğne başı büyüklüğü gibi boşsun’, ‘dağ başı boşsun’, ‘dağ büyüklüğü gibi boşsun.’ Ebû Hanîfe’ye göre bu cümlelerin tamamında bâin talâk vâki olur. Ebû Yûsuf a göre ikinci ve dördüncü cümlelerde bâin talâk, diğerlerinde ise ric’î talâk vâki olur. İmam Züfer’e göre üçüncü ve dördüncü cümlelerde bâin talâk, diğerlerinde ise ric’î talâk vâki olur.

Bir kimse ay ve güneş gibi sayısı olmayan bir şeyi söyleyerek; ‘sen falan şey sayısınca boşsun’ derse, Ebû Hanîfe’ye göre bâin talâk, Ebû Yûsuf a göre ric’î talâk vâki olur. ‘Sen yıldızlar gibi boşsun’ derse; İmam Muhammed’e göre bir bâin talâk vâki olur. Çünkü bunun mânası; ‘yıldızlar gibi aydınlık bir talâkla boşsun’ demektir. Ancak bunu söyleyen üç talâka niyyet ederse; üç talâk vâki olur. Ama; ‘ne az ne de çok boşsun’ derse; üç talâk vâki olur. Fakat; ‘ne çok ne az’ derse; bir bâin talâk vâki olur. Bu durumda evvelce reddettiğinin zıddı sabit olur. Zira reddetmekle, reddettiğinin zıddı sabit olur ve ortadan kalkmaz.

Bir kimse karısını ric’î bir talâkla boşadıktan sonra; ‘ben o talâkı bâin kıldım’ veya; ‘ben o biri üç yaptım’ derse; Ebû Hanîfe’ye göre onun dediği gibi olur. Ebû Yûsuf dedi ki; ‘bir bâLı talâk vâki olur ama, üç talâk vâki olmaz. Zira bizde sayı ihtimali yoktur. Bir, üç olamaz. Ama bu bir talâkın vasfı değiştirilebilir. Yani ric’î iken bâin olabilir.’

İmam Muhammed dedi ki; ‘bu ne bâin, ne de üç olur. Çünkü talâk bir vasıfla vâki olduğunda onu değiştirmek mümkün olmaz. Vukubulanın değiştirilmesi sahih olmaz.’

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; koca karısını bâin olarak boşama salahiyetine sahiptir. Onu (ric’î olarak) boşadıktan sonra da bâin olarak boşayabilir. İstediği sayıda (bir-üç arası) boşama salâhiyetine sahiptir. Bir talâkla boşadıktan sonra o bire iki talâkı daha ekleme salâhiyetine de sahiptir. [21]

Gerdeğe Girmeden Evvel Üç Defa Boşama

Bir kimse karısını gerdeğe girmeden, yani daha henüz onunla birleşmeden evvel üç talâk ile boşarsa; kadın üç talâk ile boş olur:

‘Sen üç boşsun derken, aslında; ‘sen üç talâkla boşsun1 mânası kastedilmektedir. Bu durumda her üç talâk da vâki olur. ‘Sen boşsun sözü bâin talâkın vâki olmasına yetmez.

Erkek, kendisiyle gerdeğe girmemiş olduğu karısına; ‘sen benden boşsun ve boşsun’ veya; ‘sen bir kere ve bir kere boşsun’ veya; ‘sen bir talâkdan evvel bir kere boşsun veya; ‘bir talâkdan sonra bir kere boşsun’ derse; bütün bu sözlerle bir talâk vâki olur:

Çünkü söylenen söz bir şarta bağlanmadığı veya sonunda baş tarafım değiştiren bir şey söylendiği takdirde her söz kendi başına müstakil olarak vâki olur. Burada ilk sözle, iddet kadar beklemeksizin bâin talâk vâki olur.

Kadın bâin talâkla boş iken, ardısıra ikinci talâk söylenir. Ancak kadın bâin olduğundan ikincisi vâki olmaz. Ama önce mânasındaki kabl kelimesiyle, sonra mânasındaki (.u,) bâdkelimesine gelince; bunda kaide şudur: Bu edatlar kinaye (ha) sıyla bitişik olarak iki tane talâk kelimesi arasında kullanilırlarsa, sonra söylenen talâk kelimesinin sıfatı olurlar. Kinaye (ha) sına bitişik olmalarında ilk söylenen talâk kelimesinin sıfatı olurlar:

  1. Misal:

“Bana Zeyd geldi, ondan evvelce Amr geldi.

  1. Misal:

“Zeyd bana Amr’den önce geldi.”

Birinci misalde kabl (önce) kelimesi Amr’ın sıfatıdır. İkinci misalde ise, Zeyd’in sıfatıdır.

“Sen bir talâkdan evvel bir talâkla boşsun.” cümlesinde kabl (önce) kelimesi birinci talâkın sıfatıdır. Geçmişde ikâ edilen talâk, şimdi ikâ edilen talâk gibidir. Çünkü geçmişe dâir haber vermek, Şer’an şimdi yapılan iş gibidir. Bu durumda bir talâk vâki olur ve bu sebeple kadın kocasından bâin talâkla ayrılmış olur. Daha sonra söylenen talâk vâki olmaz. Talâk kelimesi telaffuz edildikten sonra; ‘ondan sonra bir talâk daha boşsun’ deme halinde ‘sonra ‘kelimesi, en son söylenen talâkın sıfatı olur. Daha evvel bâin talâk vâki olduğundan dolayı, sonra söylenen talâk vâki olmaz.

‘Sen bir kere boşsun, ondan evvel bir kere daha boşsun’ veya; ‘sen bir kere boş oldukdan sonra bir kere boşsun’ denilirse; iki talâk vâki olur: Birinci cümledeki ‘önce kelimesi, en son söylenen ‘boşsun’ kelimesinin sıfatıdır. Bu ifade o talâkın geçmişte vâki olmasını gerektirmektedir. Başda geçen ‘boşsun’ kelimesininse, şimdiki zamanda olmasını gerektirmektedir. -Evvelce de açıkladığımız gibi- geçmişte ikâ edilen talâk şimdiki zamanda ikâ edilmiş sayılır ve iki talâk bir araya gelir.

İkinci cümledeki; ‘sonra’ kelimesi başda geçen talâkın sıfatıdır. Bu, bir talâkın derhal vâki olmasını ve ondan evvel de bir talâkın meydana gelmesini gerektirir. Böylece iki talâk bir araya gelir.

Şayet; ‘sen bir talâk ile beraber boşsun’ yahut; ‘sen boşsun, onunla beraber bir talâk boşsun’ denilirse; aynı şekilde yine iki talâk meydana gelir: Çünkü bu cümlelerde geçen ‘beraber’ kelimesi iki şeyin bir araya gelmesi için kullanılır.

Bir kimse karısına; ‘sen şu eve girersen, bir kere ve bir kere boşsun’ der, o da girerse; bir talâk ile boş olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki; iki talâk ile boş olur. Böyle değil de; ‘sen bir kere ve bir kere boşsun, eğer eve girersen denilirse; kadın o eve girdiğinde iki talâk vâki olur: Bu hususda icmâ edilmiştir. İmameyn’e göre ve (vav) harfi mutlak cem’ içindir. Cem’ harfiyle cem’ etmek; cem’ lafzıyla cem’ etmek gibidir. Ceza cümlesini şart cümlesinden sonra ya da önce söylemek arasında fark yoktur. Çünkü şarta bağlamak cem’ harfiyle yapılmıştır.

Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre; şart cümlesi kelâmın başında olmayıp, sonra söylenirse; kelâmın tamamı ona bağlı kalır ve cümle olarak meydana gelir. Ama kelâmın başında söylenirse ve onu değiştiren bir şey de yoksa; kelâmın tamamı ona bağlı kalmaz. Cümlenin tamamı tertip üzere olabileceği gibi, bitişik de olabilir. Tertip ihtimali kabul edilirse; -boşayanm yukarıda açıkça ifade ettiği gibi- sadece bir talâk vâki olur. Şüphe sebebiyle daha fazla talâk vâki olmaz.

Cümlede geçen iki tane talâk kelimesi (vav) harfiyle değil de, (fa) harfiyle birbirine atfedilirse; Kerhî dedi ki; ‘burada aynı ihtilâf geçerli olur.’

Ebû’l- Leys dedi ki; ‘bu durumda ittifakla bir talâk vâki olur.1 Çünkü (fa) harfi sıra ve tertip mânasını ifâde eder. Ulemâ dediler ki; esahh olan da budur.

Bir kimse kendisiyle henüz gerdeğe girmemiş olduğu karısına; ‘sen boşsun, boşsun, eğer eve girersen’ derse; birinci boşsun kelimesiyle karısı bâin talâkla boş olur. İkinci ‘boşsun’ kelimesi, eve girme şartına bağlanmaz. Kendisiyle gerdeğe girilmemiş olan kadın ise, bu durumda dehal bir talâkla boş olur. İkinci ‘boşsun’ kelimesi ise, kadının eve girme şartına bağlanmış olur. [22]

Kinayeli Lafızlarla Boşamak

Kinayeli lâfızlarla boşamak ancak niyyet ve durumun delaletine göre olur: Çünkü bu lâfızlar boşama mânasına geldikleri gibi, başka mânalara da gelebilirler. Zira bunlar boşamak mânasında vaz’olunmuş lâfızlar değildirler. Bu kelimeleri telâffuz eden ne maksatla söylediğini belirtmedikçe; o maksat için söylenmiş sayılmazlar. Yani ne maksatla söylediğine niyyet edecek ya da durumun, o maksat için söylendiğine delalet edecektir. Bu takdirde söyleyenin iradesi tercih edilip kabul edilir.

Bu lâfızlarla yapılan boşama bâin talâk olur: Çünkü koca bâin talâkla boşama salahiyetine sahiptir. Bu da bâin olarak ayrılmanın iki çeşidinden biridir. Üç talâkla boşama gibi buna da mâlik ve muktedirdir.

‘Sen bâinsin’ veya; ‘sen bâin olarak boşsun1 veya; ‘seni bir talâkla bâin kıldım’ demek gibi. Sarihi ve manasıyla bu lâfızlar bâin talâka delalet ederler. Bâin kelimesi sarihtir. Bette ve betle kelimeleri de kesme mânasındadırlar. Bunlar ric’î değil, bâin talâkda kullanılırlar. Bâin talâkın diğer kinayelerinin mânaları düşüldüğünde onlar da böyledirler.

Ancak; ‘iddet bekle’, ‘rahmini uzak tut’, ‘sen birsin1 sözleriyle ric’î talâk vâki olur: Zira ( Jj&>) kelimesi ‘iddet bekle1 mânasına geldiği gibi, ‘Allah (cc) m nimetlerini say’ mânasına da gelebilir. ‘Talâk iddetini bekle’ mânasını kastederse, sanki; ‘seni boşadım. Artık iddetini bekle’ demiş gibi olur ki, bu; kadına ric’at etmeyi gerektirir.

‘Rahmini uzak tut’ sözüne gelince; bu söz iddet için kullanılır. Zira iddetten maksat, rahmin, kocanın döl suyundan uzak tutulup temizlenmesidir. Yukarıdaki söz; ‘rahmini uzak tut ki, seni boşayayım1 mânasında da kullanılmış olabilir. Evvelkine niyyet ederse, -evvelce de açıkladığımız gibi- bununla ric’î bir talâk vâki olur.

‘Sen birsin’ sözüne gelince; bu mahzuf bir masdann sıfatı olabilir. Bu söz kadının da sıfatı olabilir. ‘Sen benim bir tanenisin’ gibi. Talâka niyyet ederse; mahzuf masdann sıfatı olması kesinlik kazanır. Bu gibi ifadelerin kullanılması normaldir. Meselâ; ‘sana bol verdim’ derken, ‘sana bol mal verdim’ mânası kastedilir. Sözün bu mânaya gelmesi muhtemel olduğuna göre, böyle derken talâka niyyet ederse; mücmel şekilde talâk meydana gelir ve; ‘sen bir talâkla boşsun’ demiş gibi olur. Böyle derse ric’î bir talâk vâki olacağı gibi; ‘sen birsin’ demesi halinde de ric’î bir talâk vâki olur.

Bu sebeple arkadaşlarımızdan bazıları dediler ki; cümlesindeki vâhideh kelimesi merfü olursa, kadının sıfatı olur ve böyle derken talâka niyyet etse bile, talâk vâki olmaz. Ama vâhideh kelimesi mensub olursa (son harf üstün harekeyle olursa); talâka niyyet etse bile, bir talâk vâki olur. Çünkü bu durumda vâhideh kelimesi mahzuf bir masdann sıfatı olur. Ancak vâhideh kelimesinin son harfi sakin oluşa, bu sözü söyleyenin niyyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.

Ulemânın ekseriyeti dediler ki; bunlann hepsi hüküm bakımından aynıdır. Çünkü bu söyleyiş tarzının hükmünü avam birbirinden ayırt edemez. Avamın kararma göre de hüküm verilemez. Bu üç lâfızla sadece bir ric’î talâk vâki olur. Çünkü bu lâfızlarda ‘sen boşsun’ sözü gizlidir veya bu lâfızlar ‘sen boşsun1 mânasını gerektirirler. ‘Sen boşsun sözünü açıkça söyleme halinde sadece bir talâk vâki olacağına göre; bu lâfızların söylenmesi halinde de sadece bir talâk vâki olur.

Kendileriyle bâin talâk meydana gelen lâfızlar şunlardır: ‘Sen bâinsin’, sen ayrıldın’, ‘sen kesildin’, ‘haramsın’, ‘yuların eline verilmiştir’, ‘berisin’, ‘ailene katıl’, ‘seni ailene hibe ettim’, ‘seni serbest bıraktım’, ‘ben seni ayırdım’, ‘işin elindedir’, ‘başım ört’, ‘avret yerini kapat’, ‘sen hürsün’, ‘git’, ‘çık’,’kendine koca ara’… gibi. Bütün bu sözlerle bir ve üç talâka niyyet etmek sahihtir: Çünkü bâinlik hafif ve şiddetli olmak üzere iki kısma aynlır. Hangisine niyyet ederse, sahih olur. Talâkın kendisine niyyet ederse, bir talâk vâki olur. Çünkü talâkın en azı birdir. Bunlarla iki talâka niyyet edilse bile, bir talâk vâki olur: Çünkü iki sayıdır. Bu lâfızlar ise, sayıya delalet etmezler. -Evvelce de açıkladığımız gibi- İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. Niyyet olmadan veya talâkın müzakeresi halinde olmadan boşanma meydana gelmez. Çünkü bu kocaya karşı bir delildir. Bu takdirde hüküm bakımından talâk vâki olur. Ama niyyet olmadan, diyâneten vâki olmaz. Hüküm bakımından da sadece bir talâk vâki olur. Çünkü bir, talâkın en az sayısıdır. [23]

Bâin Talâk Lâfızları Ve Halleri:

Sonra bâin talâk lâfızlan üç kısma aynlır:

1- Sadece cevap olmaya elverişli olan lâfızlar: Bunlar üç tanedir; ‘işin elindedir’, ‘kendini seç1, ‘iddet bekle.’

2- Sadece cevap ve olmaya elverişli olan lâfızlar: Bunlar yedi tanedir; ‘çık’, ‘git1, ‘gurbete git’, ‘kalk’, ‘peçe tak1, ‘örtün’, ‘başını ört.’

3-Cevap, red ve sövgü olmaya elverişli olan lâfızlar: Bunlar beş tanedir; ,’berisin1, ‘yalınsın’, ‘kesiksin’, ‘hâinsin1, ‘haramsın.’

Rivayet edildiğine göre; Ebû Yûsuf birinci kısımdaküere şu beş lâfzı da eklemiştir: ‘Yolunu açık ettim’, ‘seni serbest bıraktım’, ‘senin üzerinde mülkiyetim yoktur’, ‘sana karşı bir yolum yoktur’, ‘ailene katıl.’

Haller de üç kısımdır:

1- Mutlak hal olan nzâ hali,

2- Kadını boşamayı müzâkere etme hali,

3- Öfke hali.

Rızâ halinde bu lâfızlar söylenirken, talâka niyyet edilmedikçe, hiç talâk vâki olmaz. Koca; ‘ben bu sözü söylemekle talâka niyyet etmedim* derse, sözüne itibar edilir. Çünkü başkası onun kalbinden geçeni bilemez, îçinde bulunduğu hal de, onun aleyhine delalet etmemektedir.

Boşamanın müzâkere edilmesi halinde hüküm bakımından talâk vâki olur. ‘Boşamayı kastetmemiştim’ diyen kocanın sözü tasdik edilmez. Ancak telâffuz ettiği kelime cevap ve redd olmaya elverişli lâfizlardansa, o zaman sözü tasdik edilir. Çünkü bunun redde ihtimali yoktur. Bu durumda bir talâk vâki olur. Zira bir; talâkın en az sayısıdır. Bu takdirde sözü doğru kabul edilir.

Öfke halinde sadece cevap olmaya elverişli kelimeleri telâffuz etmişse; ‘boşamaya niyyet etmemiştim’ derse, sözü tasdik edilmez. Çünkü bu kelimeler öfkenin kendisinin aleyhine delalet ettiği boşamaya elverişlidirler ve bu kelimelerden birinin söylenmesi talâk olarak kabul edilir. [24]

Kadını Boşanmada Muhayyer Kılmak:

Erkek boşamayı kastederek karısına; ‘muhayyersin’ derse, kadın bunu Öğrendiği meclisde kendisini boşama hakkına sahip olur:

Kadın muhayyer bırakıldığı meclisde hazır bulunuyorsa, muhayyerliği, bu sözü duymasıyla; hazır bulunmayıp başka yerde ise, bu sözün söylendiğini haber almasıyla başlar. Zira muhayyer kılınan kadın bu sözü duyduğu veya haber aldığı meclisde bulunduğu müddetçe bu hakkını kullanabilir. Bu hususda ashabın (r. anhum) icmâı vardır. Koca karısını muhayyerlik fiiline mâlik kılmıştır. Alış veriş, hibe vb. tasarruflarda da olduğu gibi, kendisine muhayyerlik hakkı verilen kimsenin bu hususda o meclisde cevap vermesi gerekir.

Oturduğu yerden kalkmakla muhayyerliği bâtıl olur: Çünkü

oradan kalkması bu hakkı kullanmaktan vazgeçtiğine delalet eder. O meclisi değiştirmekle de muhayyerliği bâtıl olur: Kalkıp başka bir yere gitmekle meclis hakikaten değiştirilir. Aynı yerde başka bir işe başlamakla da manen değiştirilir. Meselâ yemek yeme meclisi, harp meclisinden ayrı bir meclistir. Harp meclisi, alış veriş meclisinden ayn bir meclistir. Muhayyerlik hakkı meclisin değiştirilmesiyle sona erer.

Eğer kadın özürlü ise; İmam Muhammed dedi ki; ‘kocası elinden tutup onu bulunduğu meclisten kaldırıp götürürse, muhayyerliği sona erer. Kendisine muhayyerlik hakkı tanınan kadın farz namazını veya vitri kılmakta ise, namazını tamamlayınca muhayyerliği sona ermez. Nafile namazını kılmakta ise; bunu iki rek’ate tamamladığı takdirde, muhayyerliği sona ermez. Çünkü iki rek’ate tamamlamadan nafile namazı kesmesi caiz değildir. Ama dört rek’ate tamamlarsa, muhayyerliği sona erer. Çünkü nafile namazda iki rek’atten fazlasını kılmak, başka bir namaza durmak gibidir.

İmam Muhammed’den gelen bir rivayete göre; eğer muhayyer kılınan kadın öğlenin dört rek’atlik ilk sünnetini kılmakda ise, bu namazını dört rek’at kılıp tamamlarsa, muhayyerliği sona ermez. Sahih olan görüş budur. Kadın muhayyer kılındığında ayakda ise, oturmakla muhayyerlik hakkı devam eder. Çünkü oturmak, düşünmenin delilidir. Zira oturma halinde daha derli toplu düşünülebilir.

Keza, oturmakda iken bir yere yaslanırsa veya yaslanmakda iken yekinip oturursa; muhayyerliği devam eder. Çünkü bu durumda bir oturuşdan başka bir oturuşa geçmiştir. Bu, muhayyerlik hakkından vazgeçmek sayılmaz. Kabalan üzerinde oturup bacaklarını dikmiş halde bağdaş kurarsa, yine muhayyerliği devam eder.

Bir görüşe göre denildi ki; kadın oturmakda iken bir yere yaslanırsa, muhayyerlik hakkı sona erer. Çünkü böyle yapmakla hâdiseye ehemmiyet vermediğim göstermiştir ki, bu da muhayyerlik hakkını kullanmaktan vazgeçmesi sayılır. Esahh olan birinci görüştür.

Kadın oturmakda iken yan gelip uzanırsa, muhayyerliğin- devam edip etmeyeceğine dâir Ebû Yûsuf dan iki rivayet vardır: Binek üzerinde veya tahtırevan ve mahfe içinde gitmekte iken durursa, muhayyerliği devam eder. Ama gitmeye devam ederse, muhayyerliği sona erer. Ancak kocasının susmasıyla beraber bu hakkını kullanırsa, muhayyerliği devam eder. Çünkü bineğin seyrine devam etmesi ve durması kadının kendisine izafe edilir. Seyir devam ederse, kadın başka bir meclise geçmiş gibi olur.

‘Muhayyersin’ sözüne karşılık, kadın kendisini seçtiği zaman bir bâin talâk vâki olur: Çünkü kadının kendi nefsini seçmesi (yani boşanması) muhayyerliğin başkasına değil, sadece kendisine has olmasını gerektirir. Bu da beynûnet; yani kocasından kesin olarak boşanıp ayrılmasıyla olur. Koca niyyet etse bile, üç talâk vâki olmaz: Zira muhayyerlik çeşitlere ayrılmaz. Bu durumda erkek veya kadın; ikisinden birinin sözlerinde nefs kelimesini veya nefse delalet eden bir sözü söylemiş olmaları gerekir: Meselâ kocanın karısına ‘kendini seç’, onun da ‘seçtim’ demesi; yahut erkeğin ‘seç’, kadının da; ‘kendimi seçtim1 demesi gibi… Bu, ashabın üzerinde icmâ ettikleri bir örftür ve bu nefs (kendi) kelimesi kan-kocadan birinin tefsir edip açıkladığı bir şeydir. Zira belirsizi belirsiz ile açıklamaya imkân yoktur. Öyle ki, koca karısına, ‘seç’, kadın da; ‘seçtim’ derse; bu bir şey ifade etmez. Çünkü ‘seçmek’ kelimesi konulduğu mâna itibarıyla talâk lâfızlarından değildir. Ancak bu kelime açıklanan bir şeyde sünnet ile talâk lâfızlarından olmuştur. Ama böyle bir şey yoksa, bu kelime ile talâk vâki olmaz. Çünkü kocanın karısına, ‘seç1, onun da ‘seçtim’ demesiyle; seçmeyi talâka tahsis eden bir şey olmadığından dolayı talâk vâki olmaz. Ama bu durumda nefsi (kendi) kelimesinin söylenmesi seçme emrini tahsis ettiğinden dolayı talâk vâki olur.

Muhît adlı eserde şöyle denilir; ‘talâkın vâki olması için kan -kocadan birinin sözünde nefs (kendi) veya boşama veya seçme kelimesinin geçmesi gerekir. Nefs kelimesinin geçmesi gerekir; bunun sebebini daha evvel açıkladık. Boşama kelimesinin geçmesi de gerekir; bunun sebebi de bellidir. Seçme kelimesinin geçmesinin gerekliliğine gelince; bu kelimenin arapçası olan kelimesinin sonundaki harfi; yalnız kalma mânasındadır. Kadının kendi nefsini seçmesi bazan bir, bazan müteaddit olur. Böylece bu kendiliğinden tefsir edilmiş olur. Kıyasa göre erkeğin -talâka niyyet etse bile- karısını muhayyer kılması ile talâk vâki olmaz. Çünkü koca muhayyer kılma lafzıyla boşama imkânına sahip değildir. Böylece talâkı başkasına tefVîz de edemez. Kadının; ‘kendimi seçiyorum’ demesi, vaad mânasına da muhtemel olur. İhtimalle birlikde cevap olamaz.

Bunda istihsan kaidesinin geçerli olmasının izahı şöyledir: Bu hususda ashabın icmâı vardır ve Şeriat da bunu cevap ve icap kılmıştır. Zira rivayet edildiğine göre;

“Ey Peygamber/ Eşlerine şöyle de; eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız, (gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim).” (Ahzâb: 28). âyet-i kerîmesi nazil olduğunda Rasûlullah (sas) işe Hz. Âişe (ra) den başlayarak ona şöyle buyurdu: “Sana bir şey haber vereceğim; ebeveynine danışmadan bana cevap vermeye mecbur değilsin.” Böyle dedikten sonra ona yukanda geçen âyet-i kerîmeyi haber vermiş, o da hemen şu karşılığı vermiştir: “Ey Allah (cc) in Rasûlü! Bu hususda mı ebeveynime danışacağım? Hayır, ben Allah (cc) ı ve Rasûlünü seçiyorum[25]

Bu cevabıyla Hz. Âişe (ra) seçimini derhal yapmak istemişti. Rasûlullah (sas) da bu sözü hem cevap hem de icap olarak hazırlamıştı. Koca nikâhı devam ettirebileceği gibi, karısından ayrılabilir de, bu hususda karısını kendi yerine geçirebilir de. Koca karısına üç defa; ‘seç, seç seç’ der; karısı da seçmekle seçtim ya da; birinciyi seçtim’ veya; ‘ortadakini’ yahut; ‘sonuncuyu seçtim’ derse; üç talâk ile boş olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Bu durumda kocanın niyyetine ihtiyaç yoktur. Çünkü bu sözler başka şeyde değil, sadece talâkda tekrarlanırlar. kelimesi rnasdar-ı binâ-i merredir. Üç defayı söylerken, üç talâk vâki olacağı gibi, ‘seçmekle seçtim’ demesi halinde de üç talâk vâki olur. Kaldı ki, ‘seçmekle’ kelimesi tekid için söylenmiştir. Tekid de üç talâkın vukûuyla meydana gelir.

Kadının; ‘birinciyi…’ veya; ‘ortadakini…’yahut;’sondakini seçtim’ demesi durumunda üç talâkın vukuu Ebû Hanîfe’ye göredir. İmameyn dediler ki; ‘bu durumda bir talâk vâki olur. Çünkü birincinin veya ortadakinin yahut sondakinin söylenmesi eğer sıra ve tertibi ifade etmiyorsa, münferidliği ifade eder. Çünkü böyle bir söz buna delalet eder ve bu sözde esas olan da talâklann peşpeşe gelmesi değil, tek olarak vâki olmasıdır.’

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; kadın ancak sahip olduğu şeyde tasarrufda bulunabilir. Zira mülkiyette toplanan şeyler, mekânda toplanan şeyler gibidirler. Toplanan şeyler arasında ise, sıra ihtimali yoktur. Meselâ bir mekânda toplu olarak bulunan kimseler hakkında; ‘şu birinci, şu sonuncu’ denilemez. Ancak ‘şu önce geldi, şu sonra geldi1 denilebilir. Şu halde sıra ve tertip onların şahıslarında değil, gelişlerindedir. Hal böyle olunca; kadının söylediği; ‘birinciyi’ veya; ‘ortadakini1 kelimeleri lağv olur. Geride sadece; ‘seçtim’ kelimesi kalır. Eğer kadın; ‘seçtim’ deyip sonra susarsa, yine üç talâk vâki olur.

Kadın; ‘kendimi boşadım’ yahut; ‘bir talâkla kendimi seçtim’ derse; ric’î bir talâk meydana gelir: Çünkü bu durumda kadın iddetin sona ermesinden sonra kendini seçmiştir. İddetin tamamlanmasından sonra kendini seçmesi; boşanmasını gerekli kılar.

Erkek karısına; ‘kendini seç’ veya; ‘talâkda işin elindedir’ der; kadın da kendini seçerse; ric’î bir talâk vâki olur: Çünkü talâk kelimesinin söylenmesinden sonra ric’at sıraya girer. Bu durumda erkek karısına ‘kendini boşa1 demiş gibi olur. [26]

Talâk Sözünden Vazgeçmek:

Erkek karısını muhayyer bırakır da, kadın; ‘kendimi seçtim, hayır; bilâkis kocamı seçtim’ derse, talâk vâki olmaz: Çünkü hayır, bilâkis kelimeleri önce söylenen sözlerden vazgeçildiğini ifade ederler. Bu sebeple talâk vâki olmaz.

‘Kendimi veya kocamı seçtim’ demişse, yine talâk vâki olmaz:

Çünkü (veya) kelimesi şüphe ifade eder. Şüpheli durumda ise, talâk vâki olmaz. Ve başka bir şeyle meşgul olduğundan dolayı, kadın elindeki muhayyerliği yitirmiş olur. ‘Kendimi ve kocamı seçtim’ derse; boşanır: Burada kendisiyle kocasını birbirine atfetmesi sahih olmaz.

-Evvelce de açıkladığımız gibi- boşanma işini kadının eline bırakmak; onu boşamada muhayyer kılmak gibidir. Bu hak, bulunduğu meclise bağlı kalır. Şu kadar var ki, ‘işin kendi elindedir’ denildiğinde üç talâka niyyet etmişse, sahih olur: ‘İşin kendi elindedir’ sözü umumî manya geldiği gibi, hususî mânaya (boşama mânasına) da gelebilir. Ama; ‘kendini seç1 sözü ise, umumî mâna ifâde etmez. Boşanma mânası ifâde eder: ‘İşin kendi elindedir’ sözü vaz’î olarak mülketme mânasmdadır. Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“O gün iş Allah (cc) a kalmıştır. “(İnfıtâr: 19). Seçme kelimesinin vaz’î olarak değil de, Şer’î olarak mülk etme mânasında kullanıldığı bilinmektedir. Bu durumda çok değil, sadece bir talâkın vâki olduğu hususunda icmâ vardır. Bu sebeple seçme hakkının (muhayyerliğin) verilmesinde değil de, kadına; ‘işin senin elindedir’ denilmesinde üç talâka niyyet etmek sahih olur.

‘İşin elindedir1 sözüne cevap olarak kadın; ‘kendimi bir ile seçtim1 derse; üç talâk vâki olur: Çünkü bu seçimin sıfatıdır. Seçim; ‘işin senin elindedir’ sözüne cevap olmaya elverişlidir. Bu söz de muhayyer kılmak gibi, kadını kendi nefsine mâlik kılmaktır. Bu takdirde kadın; ‘kendimi bir defada seçtim’ demiş gibi olur ve bununla da üç talâk vâki olur.

‘İşin senin elindedir denilir de, kadın kendini seçerse; bir görüşe göre, talâk vâki olmaz, denilmiştir. Ama esahh kavle göre talâk vâki olur. Erkek karısına; ‘eve girersen, işin senin elindedir1 der de, kadın ayağım eve koyduğu anda kendisini boşarsa; boşanmış olur. Ama bu sözü duyduğunda iki adım attıktan sonra kendisini boşarsa, boşanmış olmaz.

Koca karısına; ‘kendini boşa’ derse; kadının kendisini boşamaya o meclisde hakkı vardır: Kadın kendi şahsına vekil olamayacağına göre, bu hak ona mülk olarak verilmiş olur ve boşandığında bir ric’î talâk vâki olur. Erkeğin bu sözünden dönmeye hakkı yoktur: Bu, şarta bağlama mânasında bir mülk etmedir. Çünkü koca boşanmayı karısının boşaması şartına bağlamıştır. ‘Dilersen, boşsun’ veya; ‘hoşuna giderse…’,’arzu edersen…’,’istersen…’, veya;’razı olursan, boşsun’ gibi sözler de böyledirler. Bütün bunlarda boşanma; kalbî bir fiilin meydana gelmesi şartına bağlanmıştır ve kadının muhayyer kılınması gibidir.

Kadın kendisini üç talâk ile boşar, kocası da bunu dilerse; üç talâk ile boş olur: Bu, talâkı işle mânasmdadır. Talâk, cins ismidir. Diğer cins isimleri bu kelimelerin hepsinde talâkın en az sayısı olan bir talâk vâki olur. Ama üç talâka niyyet edilirse, o da sahih olur. -Evvelce de açıkladığımız gibi- üçe niyyet edilmemesi halinde bir talâk vâki olur.

İki talâka niyyet etmek ise, sahih olmaz (İmam Züfer): Zira bu bir sayıdır. Ancak İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. Bunu daha evvel açıklamıştık. Cariye için ise, bu niyyet sahihtir: Çünkü iki talâk onun hakkında cins ismidir.

Aynı şekilde erkeğin hür olan karısını bir talâk ile boşarken, ikiye niyyet etmesi sahih değildir: Çünkü iki talâk hür kadın hakkında cins ismi değildir. ‘Kendini boşa’ sözüne karşılık kadın; ‘kendimi ayırdım’ derse, bir ric’î talâk ile boş olur: Ayırma (ibâne) kelimesi talâk lâfızlarındandır. Ancak burada talâk kelimesine ibâne vasfı eklenmiştir. Bu vasıf lağv olur ve kadın; ‘kendimi bâin olarak boşadım’ demiş gibi olur. Ebû Hanîfe’den rivayet edilen bir görüşe göre; bu durumda talâk vâki olmaz. Çünkü kadın kendisine kullanma salahiyeti verilenden başka bir kelimeyi kullanmıştır. Muhayyer kılman kadın gibi, bunun da kendini boşama salahiyeti bulunduğu meclise bağlı kalır. Çünkü bu da kadım kendini boşama salahiyetine mâlik kılmaktır.

Erkek karısına; ‘işin elindedir’ deyip, kadın da; ‘sen bana haramsın’ yahut; ‘sen benden hâinsin’ veya; ‘ben sana haramım’ veyahut; ‘ben senden hâinim’ derse; bu sözü kocasına verdiği bir cevap sayılır ve kendisi boş olur: Çünkü bu lâfızlar talâk ifade ederler ve kadın ‘kendimi boşadım’ demiş gibi olur. Kadın kocasına; ‘sen benden boşsun’ derse, talâk hiç vâki olmaz. Kadın erkeğe; ‘ben senden boşum’ veya ‘ben boşum* deyince de talâk vâki olur: Çünkü erkekler değil de, kadınlar talâkla vasıflanırlar.

Erkek karısına; ‘dilediğin zaman kendini boşa’ yahut; ‘ne zaman dilersen, kendini boşa’ veya;’dilediğinde… ya da;’ne vakit dilersen kendini boşa’ derse; kadının kendisini boşaması, bulunduğu meclise bağlı kalmaz: Çünkü bu sözlerle verilen salahiyet her zaman geçerlidir. Bu durumda koca karısına; ‘istediğin vakit kendini boşa’ demiş gibi olmaktadır. Meta ve meta mâ (ne zaman) kelimelerinde bu mâna apaçık görülür. İzâ ve izâ mâ (ne vakit) kelimelerine gelince; bunlarla alâkalı açıklama daha evvel yapılmıştı. Özür kocadadır. Kadın bu işi reddetse, o da olmaz: Çünkü kocası onu dilediği vakitte kendisinin olmak üzere salahiyetli kılmıştır. Şu halde kadın o dilediği vakit gelmeden evvel boşanma salahiyetine sahip olamaz. Dolayısıyla daha

evvel reddetmekle bu salahiyeti reddedilmiş olmaz. [27]

Kocanın Başka Bir Şahsa Karısını Boşama Vekâleti Vermesi:

Kocanın başka bir adama; ‘karımı boşa demesi de böyledir:

Bu sözüyle o adamı vekil kıldığı için, vekilin salahiyeti o meclisle kayıtlı kalmaz. Ama o adama; ‘dilersen karımı boşa’ derse; boşaması bulunduğu meclise bağlı olur (İmam Züfer): İmam Züfer dedi ki; ‘bununla evvelki aynıdır. Çünkü bu da ‘dilersen’ kelimesi söylenmemiş gibi vekâlet vermektir.’ Bize göre bu dileme şartına bağlandığı için, boşama salahiyetine mâlik kılmaktır. Mâlik olan da bu hakkını dilediği zaman kullanır. Bilindiği gibi, mülk etmekte de, hakkın kullanılması içinde bulunulan meclisle kayıtlıdır. Erkek karısına; ‘seversen boşsun1 der de karısı ‘diledim’ derse; boşanma vukubulur. Ama erkek; ‘dilersen boşsun’ der de, karısı; ‘sevdim’ derse, boşanma vukûbulmaz.

Bu ikisi arasındaki fark şudur: Dilemek, irâde ve icaptır. Bunda sevgi mânası fazlasıyla vardır. Şu halde ‘dilersen boşsun’ sözüne karşılık kadının; ‘diledim’ demesinde sevme şartı fazlasıyla mevcuttur. Ama sevmede icap yoktur. Demek ki, ‘dilersen boşsun1 sözüne karşılık kadının, ‘sevdim’ demesinde bu sıfatıyla dileme mânası ve dolayısıyla boşanma şartı mevcut değildir.

Koca karısına; ‘her ne zaman istersen kendini boşa’ derse; karısının birer birer üç defa kendini boşamaya hakkı vardır: Çünkü ‘her ne zaman’ sözü fiilin tekrarını gerektirir ve bu mevcut nikâhda sahip olunan talâka inhisar eder. Hatta koca karısını üç talâkla boşarsa, bu karısı başka bir koca ile evlenip boşandıktan sonra kendisine geri dönebilir. Döndükten sonra bir daha kendisini boşama salahiyetine sahip olamaz. Fakat kendisini bir defada üç talâkla boşayamaz: Çünkü ‘her ne zaman’ sözü, umumî olarak üç talâkla değil, birer talâkla boşama salahiyetinin tanınmış olmasını gerektirir.

İmam Züfer dedi ki; ‘bu salâhiyet mevcut nikâhta sahip olunan talâka inhisar etmez. Öyle ki, bu salâhiyeti alan kadın boşanıp başka bir kocayla da evlenip boşandıktan sonra eski kocasına döndüğünde, ‘her ne zaman’ sözünün gerçek manasıyla amel ederek kendisini yine boşayabilir.’

Bize göre bu boşama hakkının kadına mülk edilmesidir ve ancak mülkiyette bulunan şeyde sahih olur ki, bu da üç talâkdan fazla olamaz, îlâ da bu hükme tâbidir: îlâ ile üç talâk vâki olur da sonra kadın kocasına dönerse, bize göre îlâ da geri dönmez. Ama İmam Züfer’e göre geri döner.

Koca karısına; ‘kendini üç talâk ile boşa’ deyip, kadın da kendisini bir talâkla boşarsa, bir talâkla boş olur: Çünkü kadın sahip olduğu talâkların bazısını ikâ etmiştir. Koca; ‘bir talâk ile boşa’ der, kadın da üç talâk ile boşanırsa, talâk vâki olmaz (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Bu Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. İmameyn dediler ki;’kadın bir talâka mâlik olduğu için bir talâk vâki olur. Birden fazla söylediği talâklarsa, lağv olur. Bu şuna benzer: Koca karısına; ‘sen dört talâkla boşsun’ derse, üç talâkla boşanır. Fazla olarak söylediği bir talâk ise lağv olur.

Ebû Hanîfe’ye göre bir, lâfız ve mâna bakımından üçden başka bir şeydir ve kadın bir talâkla salahiyetli iken üç talâkla boşandığında kendi mülkiyetinde bulunmayan talâkları ikâ etmeye kalkışmıştır. Bu, hiç bir temele dayanmayan yeni söylenmiş bir söz olur ki, bununla talâk vâki olmaz. Ama kocanın durumu böyle değildir. O üç talâka mâliktir. Mülkiyet hükmünce üç talâkda tasarrufta bulunur. Fazlası ise lağv olur, geçersizdir.

Koca; ‘kendini bir talâkla boşa, ric’ate mâlik olurum’ der, kadın da; ‘kendimi bâin talâkla boşadım’ derse; ric’î talâkla boş olur: Çünkü asıl olanı meydana getirmiştir. Bu sahih olur. Kocasının kendisine emretmiş olduğu ric’î talâk vâki olur. Sonra kendisi ona bâinlik vasfını eklemiştir. İhtiyaç olmadığından dolayı bu vasıf geçersiz olur.

Koca; ‘bir bâin talâkla kendini boşa’ der de, kadın; ‘kendimi ric’î bir talâk ile boşadım’ derse; bâin talâkla boşanmış olur: Bunun gerekçesini söylemiştik. Koca karısına; ‘nasıl istersen, o şekilde boş ol derse; istemese de hemen bir ric’î talâk vâki olur. Kadın bir bâin talâk veya üç talâk ile boşanmak isterse, kocası da aynısını irade ederse; koca ile karının iradeleri çakıştığı için kadın istediğine göre boşanmış olur. Karı kocanın istekleri muhtelif olunca, bir ric’î talâk vâki olur (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Kadın kocasının isteğine muhalefet edince, yaptığı tasarruf geçersiz olur ve talâk ikâımn aslı kalır.

İmameyn dediler ki; kadın ikâ etmedikçe, talâk vâki olmaz. O, üç talâk veya ric’î bir talâk veya bâin bir talâkla boşanmayı dileyebilir.

Köle azad etmek de bu ihtilaf hükümlerine tâbidir.

İmameyn’in bu mes’eledeki görüşlerinin gerekçesi şudur; koca boşama salâhiyetini dilediği şekilde karısına devretmiştir. Bu sebeple talâkın aslının kadının dilemesine bağlı olması gerekir. Öyle ki, kadın bu salâhiyete gerdekden evvel de, sonra da sahip olur. Mücerred ikâı ile talâk vâki olsaydı; gerdeğe girmeden evvel talâkı ikâ etmeye salahiyetli olmazdı.

‘ Ebû Hanîfe’ye göre ise (nasıl) kelimesi vasıflandırma için kullanılır. Bu da tabiatıyla talâkın aslının sübûtunu gerektirmiş olur.

Talâkın kadına devri nasıl kelimesinin hakikî manasıyla amel edilerek talâkın vasfı hususunda olur.

Koca; ‘dilediğin kadar…’ veya; ‘ne kadar dilersen boşsun’ derse; kadın kendini dilediği kadarı ile boşama hakkına sahip olur:

Çünkü ‘dilediğin kadar1 ve; ‘ne kadar dilersen’ sözleri sayı için kullanılırlar. Koca bu sözleriyle karısına dilediği sayıda talâkla kendisini boşama salâhiyeti devretmiş olur.

Koca; ‘kendini üçden dilediğince boşa’ derse; kadın kendini üç talâkla boşayamaz. Ama daha az sayıda boşayabilir (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki;’bu durumda kadın kendini üç talâkla boşayabilir. Çünkü kocası kendisine bu salâhiyeti; ‘Kendini üçden dilediğince boşa’ demekle devretmiştir. Buradaki (U>

harfi umum ifade eder. (^) harfi de ayırdetme (temyiz) için kullanılır ve bu bir şeyi kendi cinsinden temyiz etme mânasmdadır. Meselâ;

‘Yemeğimden dilediğin kadar ye’ tabirindeki Ebû Hanîfe’ye göre teb’îz; yani ondan bir kısım, bâziyet; (i«) harfi de umûmîleştirmek

mânasmdadır. Burada biz kendisine boşama salâhiyeti devredilen kadına üç talâkın bazısı (bir kısmı) ile kandisini boşama hakkı tanıyoruz. Ama umumîliği olan bir bâziyettir ki; bu da iki talâktır. Bunun benzeri olan ‘yemeğimden dilediğin kadar ye’ sözünde bâziyeti; durumun delaleti sebebiyle terk ettik. Ki, o da cömertçe ikramı ortaya koymaktır.

Koca karısına; ‘istersen, istediğin kadar boşsun’ derse; bu sözde iki isteme (meşîet) vardır. Bunlardan biri kadının bulunduğu meclisle kayıtlıdır. İkincisi ise mutlak olup, vakte bağlanmıştır. Kadın bulunduğu meclisden kalkarsa, her iki meşîet bâtıl olur. Muvakkat olan meşîet o meclisde bulunulan müddet içinde geçerlidir. Mutlak olan da orada bulunulan müddete bağlı kılınmıştır. Oradan kalkıp gidince her iki meşîet de bâtıl olur. Kadın o meclisde iken boşanmak isterse, kocası ona o vakitte ‘istersen boşsun’ demiş gibi olur. [28]

Karısı Olanın; ‘Karan Yok1 Vb. Demesi:

Bir adama; ‘karın var mı?1 diye sorulur da, o; ‘hayır’ der ve bu cevabıyla talâka niyyet ederse; talâk vâki olur. Bu hükütn El- Muhît adlı eserde yer almış olup, müellif; ‘sahih olan da budur’ demiştir. Aynı şekilde bir kadın kocasına; ‘sen benim kocam değilsin’ der, kocası da boşamaya niyyet ederek ona; ‘doğru söyledin’ derse; keza aynı niyyetle karışma; ‘sen benim karım değilsin’ veya; ‘sen benim karım olmadın’ yahut; ‘ben senin kocan değilim’ veyahut; ‘ben sana koca olmadım’ derse; talâk vâki olur.

İmameyn dediler ki; ‘bu durumda talâk vâki olmaz. Çünkü onun bu sözü yalan haber vermektir. Talâka niyyet etse bile talâk vâki olmaz.[29]

Ebû Hanîfe’ye göre ise; bu sözlerde gizli olan mukadder bir cümle bulunduğundan dolayı talâk vâki olur. Bu mukadder cümle şöyledir: ‘Sen benim karım değilsin, çünkü ben seni boşadım.’ Böyle bir gizli cümlenin bulunması muhtemel olduğundan dolayı, koca talâka niyyet etmişse; niyyeti sahih olur ve talâk vâki olur.

Yabancı biri bir erkeğe; ‘karın boşanmamış mı?’ diye sorar da erkek; ‘hayır’ cevabı verirse; karısı boş olur. ‘Evet’ cevabı verirse, karısı boş olmaz. Bir erkek karışma; ‘ben boşum de!’ derse; karısı bunu söylemedikçe boş olmaz. Çünkü o karısından bir hüküm inşâ etmesini emretmiştir. Koca başka bir adama; ‘karıma boş olduğunu söyle’ derse; o adam onun karışma bu sözü söylese de, söylemese de; karısı boş olur. Çünkü koca o adama; kendisinin karısına boşanma ihbarında bulunmasını emretmiştir. Bu da boşanmanın daha evvel vukûbulmuş olmasını gerektirir.

Bir başkası evli bir adama; ‘eğer hakkımı bugün ödemezsen, karın boş olsun1 der, adam da ona cevap verme kastıyla; ‘evet’ derse; yemini bağlanır. Çünkü cevap, sualin iadesini gerektirir. Bu durumda koca; ‘evet, hakkını ödemezsem, karım boş olsun1 demiş gibi olur.

Bir kimse karısına; ‘iddet bekle, iddet bekle, iddet bekle’ der ve; ‘ben bununla bir talâkı kastettim1 derse; bu sözü diyâneten doğru kabul edilir ama hüküm nazarında karısı üç talâkla boşanmış olur. ‘Ben bu cümlelerin ikincisiyle iddeti kastettim’ derse; bu sözü hüküm makamlarınca doğru kabul edilir. ‘Bu cümlelerin birincisiyle talâkı

kastettim ama ikinci ve üçüncü ile bir şeye niyyet etmedim’ derse; üç talâk vâki olur. Bu son iki cümle talâk müzâkeresi halinde söylendiklerinden dolayı, mutlaka talâk mânasında kabul edilirler. [30]

Yazarak Boşama:

Yazı da kinayelerdendir: Bir kimse karısını boşadığını bir mektuba veya levhaya veya duvara veyahut başka bir yere yazarsa; boşamaya niyyet etmemişse, talâk vâki olmaz. Bunda kaide şudur: Yazı, harflerin yan yana dizilmesi olup, tıpkı konuşma gibi anlaşılır, mânalara delalet eder. Rasûlullah (sas) m mektupları, onun İslama davet sözlerinin yerine geçmiştir. Öyle ki, bu mektupların kendisine ulaştığı herkesin İslama girmesi vacip olmuştur.

Biz deriz ki; belirgin yazmazsa veya havaya yazarsa; bu bir hüküm ifade etmez. Açık seçik olmayan ve anlaşılmayan yazılar bir mâna ifade etmezler; bunlar mânâsız sözler gibidirler. Net olarak yazarsa, ya karısına hitaben yazar, ya da onu muhatap almaksızın yazar. Eğer onu muhatap almamışsa; meselâ, ‘karım boştur’ diye yazarsa, karısının boş olması niyyetine bağlı olur. Boşamaya niyyet ederek yazmışsa, karısı boş olur. Çünkü yazı konuşma yerine geçer ve bu sarih kelimelerle yazılan yazı gibidir. Arna karısına hitaben yazarsa veya boşama ifadesini bir elçi aracılığıyla karısına gönderirse; meselâ; ‘ey fülane! Sen boşsun’ derse veya; ‘bu mektubum sana ulaştığında boşsun’ derse; bununla talâka niyyet etmese bile, talâk vâki olur. ‘Ben boşamaya niyyet etmemiştim’ derse, sözü doğru kabul edilmez. Çünkü bu ifadesinde boşamaya niyyetli olduğu apaçık görülmektedir.

Sonra bu ifadesinde boşanma bir şarta bağlanmamışsa; derhal talâk vâki olur ve karısına; ‘sen boşsun’ demiş gibi olur. Boşama şarta bağlanmışsa, meselâ; ‘bu mektubum sana geldiğinde sen boşsun’ diye yazmışsa; mektup kendisine ulaşmadıkça, kadın boşanmış olmaz. Çünkü bu yazıyı yazan koca talâkı bir şarta bağlamıştır. Bu şart tahakkuk etmeden evvel talâk vâki olmaz. Bu boşanmanın, kadının eve girmesi şartına bağlanması gibidir. Boşanma ifâdesini içeren mektup kadının babasına ulaşır, babası da mektubu yırtıp ona ulaştırmazsa ve onun işlerini yürüten kişi babasıysa; talâk vâki olur. Çünkü bu durumda mektup kadına ulaşmış gibidir. Ama kadının işlerini yürüten kişi babası değilse; mektup babasına ulaşınca talâk vâki olmaz. Babası boşandığını ona haber verse bile, mektubu ona teslim etmedikçĞ; talâk vâki olmaz. Çünkü bu durumda babası yabancı bir kimse gibidir. [31]

Şarta Bağlı Boşamada Kullanılan Lâfızlar:

Şart lâfızları şunlardır: İn (eğer), izâ(…zaman, vakit), izâ mâ (…zaman, ne zaman, …vakit), meta (…zaman, ne zaman, …vakit), meta mâ (ne zaman, ne vakit, …zaman), küllü (hep, her bütün), külle mâ (her ne zaman, her ne): Bu edatlar şart için konulmuş olup, şart cümlelerinin başında kullanılırlar. ‘İn’ edatı sırf şart için olup, kendisinde vakit mânası yoktur. Ama diğer edatlarda açıkladığımız gibi, vakit mânası vardır. ‘Küllü’ edatı şart için değildir. Çünkü ardisıra isim gelir. Oysa şart edatının ardisıra fiil gelir. Zira ceza (cevap) cümlesi ona talik edilir ki, o da fiildir. Ancak o da kendisini takib eden isme taallûk ettiği için şarta ilhak edilir. Meselâ; ‘satın alacağım her köle hürdür’demek gibi…

Boşama bir şarta bağlandığı zaman, şartın bulunuşu ile hemen talâk vâki olur. Boşama için söylenmiş olan yemin de çözülür ve son bulur: Çünkü fiil bulunduğunda şart tamamlanır ve yemin de kalmaz. Yalnız külle mâ (her ne zaman, her ne) şart edatı kullanılmışsa; şart koşulan şeyin yerine getirilişi ile yemin son bulmaz, devam eder: Çünkü bu edat umum fiiller içindir.

Bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“Onların derileri pişip acı duymaz hale geldikçe, (derilerini başka derilerle değiştiririz ki, acıyı duysunlar). “(Nisa: 56).

‘Külle mâ’ edatı umum için olduğuna göre, zarurî olarak tekrar gerekir ki, mevcut nikâha mâlik olunan üç talâk vâki olsun. Bu şekilde boşanan kadın başka bir erkekle evlenip de, ondan da boşandıktan sonra eski kocasıyla evlenirse ve bu şart yine ortaya çıkarsa; üç talâk vâki olmaz. Ancak İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. Çünkü (külle mâ) edatının umum için oluşu, bunu gerektirir.

Bizim görüşümüze göre; koca boşamayı mâliki bulunduğu talâklara talik etmiştir ve bu son bulmuştur. Şartın karşılığı olan ceza (cevap) ise talâktır. Bu durumda mecburî olarak yemin son bulur.

Şarta bağlamanın sahih olabilmesi için yemin edenin mâlik olması gerekir. Bir erkeğin kendi karısına; ‘falan eve girersen, sen boşsun’ yahut kendi kölesine; ‘Zeyd ile konuşursan, hürsün’ demesi gibi. Yahut şarta bağlamanın bir mülke izafe edilmesi gerekir: Bir erkeğin karısı olmayan bir kadına; ‘seninle evlenirsem, sen boşsun’ yahut; ‘evleneceğim bir kadın boştur1 veya; ‘satın alacağım her köle hürdür’ demesinde olduğu gibi: Cezanın açık ve ortada olması gerekir. Ki, korkutucu olsun ve yeminin mânası tahakkuk etsin. O mâna da yaptırmaya veya yaptırmamaya sevketme kuvvetidir, O da ancak bu ikisinden biri ile zuhur eder.

Mülkiyetin ortadan kalkması yemini ortadan kaldırmaz: Çünkü şart mevcut olmamıştır. Bu bakımdan mülkiyet varken şart meydana getirilirse, yemin sona erer ve talâk vâki olur: Çünkü şart meydana gelmiştir. Mahal de ceza cümlesini kabule müsaittir. Bu sebeple yemin çözülüp sqna erer. Şart, mülk ortadan kalkınca meydana getirilirse, şart mevcut olduğundan dolayı yemin sona erer fakat talâk vâki olmaz: Çünkü mahal, ceza cümlesini kabule müsait değildir. ‘Külle mâ’ edatıyla kurulan şart cümlesinde şartın mevcut olması halinde üç talâk vâki olmadıkça, yemin çözülüp sona ermez. Bunun gerekçesini daha evvel açıklamıştık.

Karı-koca şartın bulunuşunda anlaşmazlığa düşerlerse; söz kocanın olur: Çünkü o, iddiayı inkâr edip asla tutunmuştur ki, o asıl da şartın mevcut olmamasıdır. Kadının şâhid getirmesi gerekir: Çünkü davacıdır ve ispatlayıcı makamındadır.

Ancak kadın tarafından bilinecek olan konuda söz kadının olur ve bu söz kadının kendisi hakkındadır: Şöyle ki, erkek eşlerinden birine; ‘eğer hay izli isen, sen ve falan karım boşsunuz’ der, kadın da kendisinin hay izli olduğunu söylerse; sadece kendisi boş olur: Kıyasa göre boşanmaması gerekir. Çünkü bu da diğer şartlardan biri gibidir. İstihsan kaidesine göre ise, kadın kendi şahsı hakkında güvenilirdir. Bu hususda bilgiler ancak kendisinden alınabilir. Hayız, iddet ve cinsî münasebet hususunda Şeriat onun sözüne itibar eder. Burada da onun sözü muteber sayılır. Ancak bu mes’elede kumasının şâhidlik hakkı vardır; kendisi de töhmet altında bulunduğundan dolayı, sadece kendisinin sözü kabul edilmez.

Şartı, kadının sevmesine, istemesine bağlamak da böyledir:

Buna göre bir erkek kansına; ‘beni seviyorsan; sen ve falan karım boşsunuz’ der, kadın da; ‘seni seviyorum’ derse; sadece kendisi-boş olur. Meselâ erkek karısına; ‘eğer Allah (cc) m cehennem ateşiyle sana azap etmesini seviyorsan, sen boşsun, kölem de hürdür’ diye şart koşar ve kadın da bunu sevdiğini söylerse; boş olur fakat köle azad olmaz: Bunun sebebini açıklamıştık. Bu mes’elede kadının yalan söylediği, kesin olarak söylenemez. Zira olabilir ki, kadın kocasına kin duyduğu için, onunla beraber olmaktansa, cehennem azabını tercih eder.

Bir kimse kansına; ‘eğer beni kalben seviyorsan, sen boşsun’ der, karısı da yalandan; ‘seni seviyorum’ derse, boş olur. İmam Muhammed dedi ki; ‘bu durumda kadın boş olmaz. Çünkü sevgi kalbden olma şartına bağlanınca; bununla hakiki aşk kastedilir ki, bu mes’elede böyle bir sevgi mevcut değildir.

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre; sevgi kalb işidir. Dolayısıyla burada sevgi mutlak olarak söylenmiş ve hiç bir kayda tâbi kılınmamış gibidir. Mutlak olarak söylenince de, sevgiyi bildirme şartına talik edilmiş olur. Bu mes’elede hüküm böyledir.

Koca karısına; ‘oğlan doğurursan bir, kız doğurursan iki talâkla boşsun’ der de, kadın her ikisini doğurur ve hagisinin daha evvel doğduğu bilinemezse; hüküm bakımından bir talâk, dayâneten ve haramdan uzaklaşma bakımından iki talâk meydana gelir: Çünkü burada bir ric’î talâkın vukuu kesin, ikincisininki ise, şüphelidir. Dolayısıyla ikincisi hüküm bakımından vâki olmaz. Ama ihtiyat bakımından iki talâkın vâki olduğunu kabul etmek gerekir. İddet ise, kesin bilinenle sona erer. Zira ilk çocuğun doğumuyla talâk vâki olur. İkincisinin doğumu ile de iddet sona erer.

Erkek karısına; ‘seninle cinsî münasebette bulunursam üç talâk ile boşsun’ der, sonra da karısıyla cinsî münasebette bulunup zekerini bir müddet içeride bekletirse, bu bekletmeden dolayı bir şey vermesi gerekmez. Eğer çıkarıp tekrar dâhil ederse; mehir vermesi gerekir. Talâk ric’î bir talâk ise, ikinci defa dâhil etmekle kadına ric’at meydana gelir: Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; üç talâkla boşamanın cinsî münasebet şartına bağlanması durumunda yapılan cinsî münasebette zekerin içeride bekletilmesi ile mehir vermek gerekir. Bir talâkla boşamanın cinsî münasebet şartına bağlanması halinde koca, karısına ric’at etmiş olur. Çünkü koca zekerini içeride bekletmekle cinsî münasebeti -boşanmanın vukuundan sonra da- devam ettirmiş olmaktadır. Ancak cinsî münasebetin yapıldığı meclis ile maksadın aynı olması sebebiyle hadd gerekmez.

İmameyn’e göre; cinsî münasebet zekeri vaginaya dâhil etmektir. Dâhil etmede devam olmaz. Ama çıkardıktan sonra tekrar dâhil ederse; boşamadan sonra dâhil etme durumu meydana gelir. Temasın yapıldığı mekân ile maksat aynı olduğu şüphesi sebebiyle de hadd gerekmez. Hadd gerekmeyince, ukr [32] da gerekmez. Çünkü cinsî münasebette bu ikisinden biri mutlaka mevcuttur. [33]

Boşamanın Allah (Cc) İn Dilemesine Bağ­lanması

Kadına kocası; ‘Allah (cc) dilerse, sen boşsun’ veya; ‘Allah (cc) m dilemesiyle sen boşsun’ veya; ‘Allah (cc) dilemedikçe, sen boşsun1 yahut; ‘Allah (cc) in dilemesi müstesna, sen boşsun’ derse; ‘Allah (cc) in dilemesi’ ile alâkalı kısmı ‘boşsun’ ifâdesine bitişik, hemen onun arkasından söylerse; talâk vâki olmaz: Bunda asıl kaide Hz. Peygamber (sas) in şu hadîs-i şerifidir: “Bir kimse karısını boşamaya veya kölesini azad etmeye yemin eder de; bu yeminine bitişik olarak ‘Allah (cc) dilerse’ derse; söylediklerini yapmaması halinde yeminini

bozmuş sayılmaz.” [34] Çünkü burada boşama veya azad etme; mevcudiyeti bilinmeyen bir şarta bağlanmıştır. Boşama veya azad etme şüphe ile meydana gelmez. Çünkü şarta bağlanan şey, o şarttan evvel mevcut değildir. Boşama veya azad etmenin; melek, şeytan ve cin gibi, dileyip dilemediği bilinmeyen mahlûkların dilemesi şartına bağlanması durumunda da aynı hüküm geçerlidir. Rivayet ettiğimiz hadîs-i şerîfden dolayı, istisna; boşama veya azad etme sözüne bitişik olarak söylenirse, sahih olur. Ama ayrık olarak söylenirse, sahih olmaz. Çünkü birinci cümleyi, yani boşama veya azad etme cümlesini söyledikten sonra susarsa; bu birinci cümlenin hükmü sabit olur. Bundan sonra yapılan istisna veya şarta bağlama; hükmü sabit olan birinci cümleden geri dönmektir ki, bu kabul edilmez. Ama birinci cümleyi söyledikten sonra nefes alacak kadar susar veya aksınr veya geğirirse; ya da dilinde ağırlık olduğu için tereddüdü uzayıp sonra; ‘Allah (cc) dilerse’ derse; bu istisna sahih olur.

Fakat birinci cümleyi söyledikten sonra kendi arzu ve ihtiyarı ile soluk alırsa, yapılan istisna bâtıl olur. ‘Allah (cc) dilerse’ sözünü sessizce dilini oynatarak söylerse; -sesi duyulmasa bile- Kerhî’ye göre bu istisna sahih olur. Hinduvânî ise, sesi duyulmazsa, yaptığı istisna sahih olmaz, demiştir.

Bir kimse karısına; ‘sen boşsun’ demek ister de, hiç kastı olmadan dili sürçüp; ‘Allah (cc) dilerse’ derse; tıpkı ‘sen boşsun’ demek isteyip de, dili sürçerek ‘veya boş değilsin’ demesinde olduğu gibi, talâk vâki olmaz.

Bir kimse karısına; ‘sen boşsun üç talâkla ve üç talâkla Allah (cc) dilerse’ veya; ‘sen boşsun üç talâkla ve bir talâkla Allah (cc) dilerse’ derse, bu istisna bâtıl olur.

İmameyn dediler ki; ‘bu istisna sahihtir. Keza, bir efendi kölesine; ‘sen hürsün ve hürsün Allah (cc) dilerse’ derse, istisna sahih olur. Çünkü söz birdir ve sonu ile tamam olur ki, sonu da baş kısmına bitişiktir.’

Ebû Hanîfe’ye göre bu munkatı’ bir istisnadır. Çünkü; ‘…ve üç talâkla…’, ‘…ve bir talâkla…’, ‘…ve hürsün Allah (cc) dilerse…’ sözü lağv olup, istisna bakımından fayda sağlamaz ve munkatı’ bir istisna olur.

Bir kimse karısına ‘ sen boşsun bir talâkla ve üç talâkla Allah (cc) dilerse’ derse; bu istisna ittifakla sahih olur. Aynı şekilde; ‘sen boşsun ve boşsun ve boşsun Allah (cc) dilerse1 derse, istisna sahih olur. Çünkü boşama sözüyle istisna sözü arasına boş bir söz girmiş değildir.

Sen biri hâriç üç talâkla boşsun1 sözü ile iki talâk vâki olur. ‘ İkisi hâriç’ denilirse, bir talâk vâki olur: Bunda asıl kaide şudur; istisna, kendisinden istisna edilenden sonra müstesna kılınanı söylemektir. Zira bunu yapan kimse kendisinden istisna edilenden sonra müstesna kılınanı söylemek istemiştir.

‘KüH’den küll istisna edilmez. ‘Sen üç hâriç üç talâkla boşsun’ denilirse, üç talâk vâki olur ve istisna bâtıl olur. ‘Sen dört hâriç üç ve üç talâkla boşsun’ denildiğinde yine üç talâk vâki olur: Bu Ebû

Hanîfe’nin görüşüdür. İnıameyn’in kavline kıyas yapılırsa, -evvelce de açıkladığımız gibi- bir talâk vâki olur.

‘Sen biri ve biri ve biri hâriç, üç talâkla boşsun’ denildiğinde istisna yine geçersiz olur: Çünkü burada üç talâkı üç talâkdan istisna etmiştir. ‘Sen dokuzu hâriç on talâkla boşsun’ denildiğinde bir talâk vâki olur. ‘Sekizi hâriç on talâkla boşsun’ denildiğinde de iki talâk vâki olur: Bunda asıl kaide şudur; üç talâkdan fazlası ikâ edilir de, sonra istisna yapılırsa, sözün tamamı sahih olur. Burada istisna sözün tamamında tesirli olur. Burada istisna edilen, vukuu sahih olan üç talâkın tamamından istisna edilmiş olmaz. Dolayısıyla istisna sözün tamamında yapılmış olur. Geride kalan talâk üç veya daha az sayıda da olsa, vâki olur. Çünkü istisna hükme değil, lâfza tâbi olur. Telâffuz edilen cümle bir cümledir. İstisna ona dâhil olur. Onun tazammun ettiği istisna sakıt olur. Geride kalan talâk vukuu sahih olanlardansa, tamamıyla vâki olur.

Bir kimse karısına; ‘üç talâk hâriç ve bir talâk hâriç; sen üç talâkla boşsun’ derse; bir talâk vâki olur. Çünkü koca her istisna edileni kendisini takib edenden istisna etmiştir. Bir, üç talâkdan istisna edilirse, geride iki talâk kalır. Bu ikiyi de üçden istisna ederse, bir talâk kalır. Bu takdirde; ‘iki hâriç, sen üç talâkla boşsun’ demiş gibi olur. Eğer; ‘üç hâriç, iki hâriç, bir hâriç; sen üç talâkla boşsun’ derse; bir talâk vâki olur. Çünkü bu sözünde ikiden biri istisna etmiş olduğu için, geride bir talâk kalır. Bunu da üçden istisna edip, geride iki kalır ki, bunları da üçden istisna edince; geride sadece bir talâk kalır.

Aynı şekilde; ‘dokuz hâriç, sekiz hâriç, yedi hâriç; sen on talâkla boşsun’ derse, iki talâk vâki olur. Yediyi sekizden istisna ettiği için, bir talâk kalır. Sonra dokuzdan biri istisna ettiği için sekiz talâk kalır. Bundan sonra sekizi ondan istisna ettiği için geride iki talâk kalır. Bütün talâk ve istisna çeşitleri buna göre hesaplanır.

Bunun hesaplaması şöyle yapılır: İlk talâk sayısını sağ elinizde, ikinci talâk sayısını sol elinizde, üçüncü talâk sayısını sol elinizde, dördüncü talâk sayısını akdedip, toplarsanız; sonra sol elinizde toplanan sayıyı sağ elinizde toplanan sayıdan düşerseniz; geride kalan sayıdaki talâk vâki olur. [35]

Hastalık Halinde Karısını Boşayıp Sonra Ölen Kocanın Durumu

Bir kimse ölümüne sebep olan hastalığı esnasında karısını bâin talâkla boşar ve sonra ölürse; karısı iddetinİ tamamlamamış ise, kocasına mirasçı olur. Eğer iddeti sona erdikten sonra ölürse; mirasçı olamaz: Bunda asıl kaide şudur; ölüm hastalığında kan-kocalık umumiyetle mirasçı olmaya yol açan bir sebeptir. Bu sebebin iptali, diğer eşe zarar verir. Ric’î talâkda olduğu gibi, iddet hali devam ettiği müddetçe miras hakkı bakımından bu zararı gidermek için evlilik sebebinin iptalini reddetmek vâcib olur. Ama iddetin sona ermesinden sonra evliliğin devam ettirilmesi imkânsızdır. Çünkü artık evliliğin ne eseri, ne de hükmü kalmıştır.

Bir kimse karısını onun isteği ile boşamışsa, yahut erkek ölümüne sebep olan hastalığı halinde iken, kadın muhayyerliğine dayanarak kendisini seçer ve yine kocasının tenasül organının kesikliği, iktidarsızlığı ve bulûğa ermiş olmak, azad edilmek gibi sebeplerle kocasından ayrılırsa; bu ayrılık kadın tarafından meydana getirildiğinden, kadın; iddeti dolmadan ölen kocasına mirasçı olamaz: Çünkü biz, iptal edici sebepler varken, yine kadının durumunu nazar-ı itibara alarak, evliliğin devam etmekte olduğunu kabul ettik. Ama kadın iptal edici sebebe razı olursa; artık kendisinin durumunun nazar-ı itibara alınmasını haketmez. Evliliği iptal edici sebep, yani talâk; kocanın yaptığı bir iştir.

Kadın hasta olduğu halde yukarıda söylediğimiz muhayyer bulunduğu sebeplere dayanarak kocasından ayrılırsa; iddeti bitmeden öldüğünde kocası ona mirasçı olur: Çünkü kadın, kocasının hakkını iptal etmekten menedilmiştir. Kocasını zarardan korumak için karısına mirasçı olması açısından nikâhın mevcudiyetini kabul ettik. Ancak zeker kesikliği ve iktidarsızlık hâriç; bu durumda koca mirasçı olamaz. Çünkü bu talâk sayılır ve bu eksiklik de kocaya izafe edilir. [36]

Ölüm Hastalığı Ne Demektir?

Ölüm hastalığı; insanı yatağa düşüren ve ihtiyaçlarını yerine getirmekten âciz bırakan bir hastalıktır. Kim ki, ihtiyaçlarını tedarik edip giderirse ve sıtmaya yakalanırsa; o kimse hasta sayılmaz: Bir görüşe göre denildi ki; evde iken ihtiyaçlarını yerine getirebiliyor, ama evin dışında iken yerine getiremiyorsa, hastadır.

Ebû Hanîfe’den rivayet edilen bir görüşe göre; yatalak kimse çok zorlukla yerinden kalkabiliyor, oturarak dahi namaz kılma imkânı bulamıyorsa, o hastadır. Mahsur kalan, savaşda askerin safında duran, recm edilmek ve kendisine kısas tatbik edilmek için hapsedilen, gemiye binen, canavarların bulunduğu ve ölmekten korkulan bir yere inip konaklayan kimse, sağlıklı kimse gibidir. Zira bu gibi yerlerde ekseriya selâmet vardır.

Ama kısas ve recm için infaz yerine getirilen veya bir adamla düello eden veya gemide iken gemi parçalanıp da, kendisi bir tahta parçası üzerinde kalan veya canavarın ağzına düşen kimse, hasta gibidir. Doğum sancılan başlayan kadın da böyledir. Kötürüm, felçli vb. durumlarda bulunan kimse, sağlıklı kimse gibidir. Eşleden biri diğerine mirasçı olmayacaklardansa; meselâ koca köle veya mükâtep olup, karısı hür ise, ya da kadın hür ve ehl-i kitab olup; kocası müslüman ve koca hastalık halinde karısının üç talâkla boşar da sonra ikisi boşanmanın vukûbulmadığı varsayılarak, birbirlerine mirasçı olabilecekleri bir duruma gelirlerse; kadın yine de kocasına mirasçı olamaz. Çünkü boşanma halinde kadının hakkı onun malına taallûk etmez ve koca da mirasını ondan kaçırmış sayılmadığından, suçlanamaz.

Karısının boş olmasını kendi yapacağı bir işe bağlayan bir kimse hastalık halinde o işi yaparsa; kadın kendisine mirasçı olur:

Bu şarta bağlama kocanın hastalığı halinde de olsa, sıhhati halinde de olsa; hüküm aynıdır. Çünkü koca hasta iken, o şartı gerçekleştirmekle, karısına zarar vermeyi maksat edinmiştir. Kocanın bu işi yapması mecburî olsa da, olmasa da hüküm aynıdır. Mecburî değilse, kadının ona mirasçı olacağı apaçıktır. Ama mecburî ise, bu şartı koyması mecburî olmadığı için haksızlık yine kocadadır. Dolayısıyla yine kansı kendisine mirasçı olur.

Bir kimse ölümüne sebep olan bir hastalık halinde iken, karısının boşanmasını başkasının yapacağı bir işe veya; ‘aybaşı geldiğinde sen boşsun1 şeklinde bir vaktin gelişine bağlarsa; yahut; ‘falan adam şu eve girerse…’ veya; ‘öğlen namazım kılarsa sen boşsun diyerek boşanmayı bu işlerin yapılmasına bağlarsa; bütün bu şarta bağlamalar hastalık halinde yapılır ve söylenen şart da yine hastalık halinde meydana gelirse, kadın erkeğe mirasçı olur: Kadının hakkının kendisinin malına taallûk ettiği bir halde, yani hasta iken koca karısının boş olmasını bir şarta bağlamakla karısına zarar vermeyi amaçlamıştır.

Eğer şarta bağlama sıhhatte iken yapılır ve şart hastalık halinde gerçekleşirse; kadın kocasına mirasçı olamaz (İmam Züfer): İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. Çünkü şarta bağlanan şey, şartın meydana gelmesiyle birlikte meydana gelir. Biz deriz ki; koca karısını hasta iken boşamış gibi olur.

Bizim görüşümüze göre; bu şartın tahakkuku esnasında kasten değil de hükmen yapılan bir boşama olur. Zulüm de ancak kasıt halinde olur.

Koca talâkı kadının yapması lâzımgelmeyen bir işine bağlarsa; hiç bir durumda kocasına mirasçı olamaz: Çünkü bu işi yapma durumunda kadın boşanmaya razı olmuş demektir. Eğer boş olma; namaz kılmak, akrabalarıyla konuşmak, yemek yemek ve alacağını tahsil etmek gibi; kadının yapması zarurî olan bir işe bağlanırsa; kadın kocasıa mirasçı olur (İmam Muhammed): İmam Muhammed dedi ki; ‘şarta bağlama sıhhat halinde yapılmışsa, kadın kocasına mirasçı olamaz. Çünkü bu şartın iptali için kocanın yapabileceği bir şey yoktur ve kadının hakkını iptal etme maksadı da yoktur.’

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsufa göre; kadın bu işleri yapma mecburiyetindedir. Çünkü bu işleri yapmadığı takdirde, ya dünyada zarar görecek, ya da âhirette azaba mâruz kalacaktır. Onu bu mecburiyetle karşı karşıya getiren de kocasıdır. Dolayısıyla onun yapacağı işin mes’ûliyeti kocasına intikal eder. İkrah bahsinde de anlattığımız gibi, kadın bu durumda bir âlet gibi olur. Ölüm hastalığı; kişinin ölümüne sebep olan hastalıktır. Ama iyileştikten sonra Ölürse, ilk hastalığın hükmü ortadan kalkar. [37]

Meçhul Kadını Boşamak

Bunda asıl kaide şudur; talâkı meçhul bir kadına izafe etmek, muayyen bir kadını boşamayı açıklama şartına bağlamaktan başka bir şey değildir. Bu sebeple açıklama yapmak; muayyen kadını yeni boşamak hükmündedir. Kişi ancak talâk mahalline mâlik olduğu takdirde talâkı ikâ edebilir. Yani ancak kendi nikâhındaki karısını boşayabilir. İki kanlı bir erkek karılarına hitaben; ‘biriniz boştur1 derse; ikisinden muayyen birini boşamaya niyyet etmemişse, o zaman ikisinden her hangi biri boş olur.

Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bunak ve aklım yitirmiş olanın boşaması hâriç; her boşama caiz (geçerli) dir. [38] Zira hata ile belirsizlik aynı hükme tabidirler. Bu iki halde alış verişin menedildiği her keşçe bilinmektedir.

Sonra; memnuniyetle talâk vâki olduğuna göre, belirsizlikle birlikte de talâk vâki olur. Zayıf olmakla birlikde, böyle bir belirsizlikle yapılan alış veriş sahih olur. Öyle ki, bir kümeden bir ölçeğin satılması caiz olur. Belirsizlikle yapılan alış veriş sahih olduğuna göre, belirsizlikle yapılan boşama haydi haydi sahih olur.

İki karısına hitaben; ‘biriniz boştur1 diyen kimsenin kanlan onu hâkime götürüp dâva açma hakkına sahip olurlar ki, boşaması üç talâkla veya bâin talâkla vâki olmuşsa; iki karısından hangisini boşamış olduğunu açıklasın… Çünkü onlardan her biri nikâh ve ahkâmının menfaatlerini isteme veya başka bir koca ile evlenme hakkına sahiptir. Bu sebeple de, kocanın hangisini boşamayı kastettiğini açıklaması gerekir. Burada kocanın sözü esastır. Çünkü mücmel konuşan kendisidir. Bu haliyle o; muayyen olmayan bir şeyi ikrar eden kimse gibidir. Kanlarının nikâh ve onun hükümlerinden doğacak faydalan elde edebilmeleri için hâkim onu, hangi kansını kastetmişse, onu boşamaya zorlar. -Evvelce de açıkladığımız gibi- bu açıklamayı yaptığı andan itibaren, boşanan karısının iddet beklemeye başlaması gerekir. Karılanndan biri ölünceye kadar bu açıklamayı yapmazsa, diğer kansi boş olur. Çünkü hayatta kalan o karısından başka boşanmaya müstahak olabilecek biri kalmamıştır. ‘Ben ölen kanmı boşamayı kastetmiştim’ derse; ölene mirasçı olamaz ve hayatta kalan karısı da boş olur. Ama kansının mirasından mahrum kalmak gibi, ölen kansının kendi aleyhine yapacağı açıklama doğru kabul edilir. Hayattaki kansmdan talâkı savmak hususunda yapacağı aleyhde açıklama doğru kabul edilmez. Kanlan birbiri ardından ölürlerse ve; ‘ben ilk öleni boşamayı kastetmiştim’ derse; hiç birine mirasçı olamaz. Çünkü miras hakkı birincisinden kendi itirafı, ikincisinden de hüküm yolu ile düşmüştür. İki karısı da aynı anda beraber ölürlerse; her birine miras hakkının yarısı nisbetinde mirasçı olur.

‘Ben onlardan birini boşamayı kastetmiştim’ derse; onun mirasında hakkı kalmaz. Diğerine de miras hakkının yarısı nisbetinde mirasçı olur. Çünkü istihkakını artırma hususunda söylediği söz doğrulanmaz.

İki kanlı bir adam kanlarına hitaben; ‘sizden biri boştur’ dedikten sonra onlardan biri ile cinsî münasebette bulunursa, diğerinin boşandığı muayyen hale gelir. Çünkü biri ile cinsî münasebette bulunması, diğerinin boşanmışlığmın delilidir. Zira boşamış olduğu kansıyla cinsî münasebette bulunması imkânsızdır. Onu öpmesi veya onun talâkına yemin etmesi yahut ondan zihar etmesi de böyledir.

Bu hükümler evliliğin hususiyetlerinden olduğu için, cinsî münasebet hükmündedirler. Kanlarından birini ayniyle boşar ve bununla da hangisini boşadığını açıklamayı kastettiğini söylerse; sözü doğru kabul edilir. Ama bununla açıklamayı kastetmezse, diğerinin boşanmışlığı muayyenlesin İmam Muhammed’den rivayet edilen bir görüşe göre, boşama ric’î bir talâkla olursa; kanlarından biri ile cinsî münasebette bulunması diğerinin boşanmışlığı için bir açıklama sayılmaz. Koca hangisini boşadığını açıklamadan ölürse ve çocukları yoksa, mirasının dörtte birini; eğer çocukları varsa, sekizde birini iki karısı paylaşarak alırlar. Çünkü bu durumda ikisinden biri kesin olarak onun karışıdır. Ama hangisi olduğu bilinemediğinden ve birinin diğerine nisbetle önceliği olmadığından, paylannı eşit surette bölüşerek alırlar.

Bir kimse dört kansından birini üç talâkla boşar, sonra bunlar birbirine karışır ve onlardan her biri boşanan kendisi olduğunu kabul etmeyip inkâr ederse; hiç birine yaklaşamaz. Çünkü onlardan biri kendisine haram olmuştur. Onlardan her birinin boşanan kadın olma ihtimali vardır.

Arkadaşlanmız dediler ki; zaruret halinde mubah olan şeylerde; ‘şu muydu, bu muydu?’ diye araştırmak caiz olmaz. Fercler de bu kabil şeylerdendir. Bu sebeple demişler ki, boğazlanmış hayvan ile leşin etleri

birbirine karışırlarsa; araştırılır. Zira leşin eti zaruret halinde mübâh olur.

Evet, geçen misaldeki kocanın dört eşi nafakalarını vermesini ve kendileriyle cinsî münasebette bulunmasını temin maksadıyla onu hâkime şikâyet ederlerse, hâkim onu mahkemeye çağırır ve kanlarından hangisini boşadığını beyan edinceye dek onu hapiste tutar. Karılarının nafakalarını .vermesine hükmeder. Çünkü onlardan her birinin nikâh ahkâmının tatbikini talep etme hakkı vardır. Bu hakkın yerine getirilmesi maksadıyla hâkimin onu zorlayıp mecbur tutması gerekir. Onların nafakalarını vermesine hükmeder. Çünkü iddet beklemekte olan kadınla evliliği normal olarak devam eden kadına nafaka vermek vâcibdir.’

Geçen misaldeki kocanın her bir eşini bir talâkla boşaması münasip olur. Kendisinden başka bir erkekle evlenip ondan da boşanırlarsa; onlarla yeniden evlenmesi caiz olur. Ama başka bir koca ile evlenmezlerse; en iyisi onlardan bir tanesi ile evlenmemesidir. Üçüyle evlenirse, nikahlan sahih olur. Dördüncünün boşanmışlığı da kesinlik kazanır. Başka bir koca ile evlenmelerinden evvel o kadınların dördü ile evlenmesi caiz olmaz. Onlardan biri başka bir kocayla evlenip gerdeğe girdikten sonra boşanırsa, eski kocanın onların dördü ile evlenmesi halinde; El- Cami’ adlı eserde anlatıldığına göre, hepsinin nikâhı caiz ve geçerli olur. Zira başka kocayla evlenen o bir kadının durumundan açıkça anlaşılıyor ki, ilk kocasından üç talâkla boşanan kendisidir. Çünkü o hülle yaptırmak maksadıyla, başka bir kocayla evlenme teşebbüsünde bulunmuştur.

Dört kadından her biri kendilerinin üç talâkla boşanmış olduklarını iddia ederlerse, kocaya yemin ettirilir. Yeminden çekinirse, hanımlarından her birinin üzerine üç talâk vâki olur. Yeminden çekinmekle lütufda bulunmuş veya kadın lehinde üç talâkla boşama ikrarında bulunmuş olur. Karılan lehine yemin ederse; -dediğimiz gibi-hüküm yeminden evvelki gibi olur.

îmam Muhammed’den rivayet edilen bir görüşe göre; koca iki kansmdan biri lehine yemin ederse, diğeri boş olur. Birincisi lehine yemin etmezse, o boş düşer. Kanlann her ikisi yemin hususunda tartışırlarsa; kocadan, ikisinden birini boşamadığma dâir Allah (cc) adına yemin etmesi istenir. Yemin ederse; durum eski hali üzere kalır. Yeminden çekinirse -açıkladığımız gibi- her ikisi de boş olur. Birisi ile cinsî münasebette bulunursa, kendisiyle cinsî münasebette bulunmadığı kadın boş olur. Bunda kocanın sahih bir kimse olduğu ve bu sebeple haram olan bir cinsî münasebette bulunmadığı kabul edilir. [39]

Rici Talâkla Boşadıktan Sonra Kadına Geri Dönmek

Ric’at; (re-ce-‘a, yer-ci-‘u) nun masdandırRec’de bunun bir masdan olup, iade etmek ve geri çevirmek mânasmdadır. Bir iş baş tarafina döndürüldüğünde; ‘iş evveline râci’ oldu1 denilir. Şâir der ki;

“Umulur ki, eskiden olduğu gibi günler bir kavme geri dönerler.”

Şcr’î ıstılahda ise ric’at; kadını eski durumunda kocasına döndürüp iade etmek demektir.

Ric’î talâk cinsî münasebeti haram kılmaz: Ric’î talâk hür kadının bedelsiz olarak bir veya iki sarih talâkla boşanmasıdır. Bunun delili şu âyet-i kerîmedir:

“Kocaları, boşadıklan kadınları geri almaya daha fazla hak sahibidirler.” (Bakara: 228). Koca ancak evliliğin devamıyla vardır. Evliliğin mevcudiyeti cinsî münasebetin helâlliğini nass ve icmâ ile gerektirir. Zira Allah (cc) kadının nzâsı olmasa dahi, kocaya; karısına geri dönme hakkını tanımıştır. Kişi ancak nikâhlı kansmı boşanmadan evvelki haline döndürebilir. İddet devam ettiği müddetçe, nikâh zâid olmaz ve dolayısıyla kocanın ric’î talâkla boşadığı kansıyla cinsî münasebette bulunması helâl olur.

Kadının rızâsı olmasa dahi, iddeti sona ermeden kocasının ona geri dönmeye hakkı vardır: Bunun delili yıkanda naklettiğimiz âyet-i kerîmedir. Bunda ihtilâf yoktur. Âyet-i kerîme şöyle buyuruyor; “Bu durumda (iddet müddeti içinde) kocaları, boşadıklan kadınları geri . almaya daha fazla hak sahibidirler.” (Bakara; 228). Bunu teyid edici başka âyet-i kerîmeler de vardır.

Âyette geçen; “Ya onları iyilikle tutun”cümlesindeki tutmakdan kasıt; kadına ric’at etmektir. Çünkü bu emir talâkdan sonra verilmiştir. Bu emirden sonra da şöyle buyurulmuştur: “Ya da onlardan iyilikle ayrılın.”

Ayrıca Rasûlullah (sas) Hz. Ömer (ra) e şu buyruğu vermişti; “Oğluna emret de, karısına geri dönsün. [40]

Kocanın karısına ric’ati iki şekilde sabit olur:

a-‘Sana müracaat ettim’, ‘sana döndüm’, ‘seni geri aldım’, ‘seni tuttum demesiyle olur: Zira bu ifâdeler geri dönme mânasını sarih olarak bildirmektedirler.

b-Kadın ve erkek tarafından sıhrî haramhğı gerektiren bir işin yapılmasıyla olur: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Onları iyilikle tutun.” Fiilen tutmak, sözle tutmktan daha kuvvetlidir. Ric’at, nikâhın ibkasını ve devamını istemek olduğundan, bu fiiller ve sözler ric’ate delalet ederler. Bazılarının iddia ettikleri gibi, ric’at yeni bir nikâhın başlangıcı değildir. Zira ittifakla bildirdiğimiz gibi kadının rızâsı olmasa dahi, kocası ona ric’at edebilir. [41]

Ric’at Yeni Bir Nikâh Değildir:

Ric’atte icab ve kabul şart değildir. Kadına bunun için mehir vermek de gerekmez. Zira bedel ancak kadının cinsiyet organına mâlik olmanın karşılığında verilmesi gerekir. Oysa bu organ zaten kocanın mülkiyetinde bulunmaktadır. Eğer ric’at yeni bir nikâh olsaydı, tabii ki mehir ya da bedel vermek gerekirdi. [42]

Halvet Ric’at Sayılmaz:

Erkeğin kansı ile halvette kalması ric’at sayılamaz. Çünkü halvette ric’ate delalet eden ne kavlî, ne de fiilî bir durum meydana gelmiştir. Ric’ati bir şarta bağlamak sahih olmaz. Çünkü bu bir eksikliğin telafısidir. Muhayyerliğin düşürülmeisinde de olduğu gibi, şarta bağlamak sahih olmaz.

Bir kimse karısına; ‘sen yanımda eski halindeki gibisin’ veya; ‘sen benim kadmımsın’ der ve bu sözüyle ric’ate niyyet ederse; ric’at sahih olur. Aksi halde olmaz.

Kocanın karısına ric’at ettiğini bildirmesi müstehaptır. Bunu yapmalıdır ki, kadın iddet kaydından kurtulsun. Bildirmese bile, ric’at caiz olur. Ric’at ettiğine başkalarını şâhid tutmadan karsıyla yolculuğa çıkamaz. Çünkü iddet beklemekte olan kadının evinden dışarı çıkması caiz olmaz. Koca ric’at ettikten sonra kadının iddet hali sona erer ve evinden dışarı çıkması caiz olmaz. Buna şu âyet-i kerîme ile işaret edilmektedir:

“Onları evlerinden çıkarmayın. “(Talâk: 1).

Kocanın karısına döndüğünde şâhid tutması müstehaptır: Zira ric’ate delalet eden nasslarda şâhidlik kaydı yoktur. Evvelce de belirtildiği gibi, ric’at nikâhın devamını temin etmek olduğundan, devamı sağlama durumunda şâhidlik şart değildir. Ancak biz, inkâr edilmesi ihtimaline karşı bir tedbir olsun diye ric’atte şâhid tutulmasını müstehap saydık.

Bir âyet-i kerîmede boşama ve ric’atten bahsedildikten sonra;

“İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şâhid tutun.”(Talâk: 2). diye emredildiği için biz bunu müstehap olarak kabul ettik. Bu şâhid tutma emrini boşama ile alâkalı saymak da mümkündür. Böylece bu âyet-i kerîmede şehâdet kaydından azade olarak boşama ve ric’atin meydana gelebileceğini beyan eden nasslar arasında uyum sağlayabiliriz.

İddet bittikden sonra koca karıya; ‘iddet içinde sana dönmüştüm’ der ve kadın da tasdik ederse; ric’at sahih olur. Yalanlarsa, sahih olmaz: Çünkü bu mes’elede koca itham altındadır. Kadm da onu yalanlamıştır ve beyyine getirmeden kocanın bu iddiası sahih olmaz. Ama karısı onu doğrularsa, üzerindeki itham kalkar ve Ebû Hanîfe’ye göre kadının yemin etmesi de gerekmez (Ebü Yûsuf, İmam Muhammed): Bu, Allah (cc) in muvaffak kılmasıyla, dâva bahsinde geçen altı mes’eledeki yemin teklif etme mes’elelerindendir.

Koca karısına; ‘sana ric’at ettim’ der de karısı ona cevaben; ‘iddetim sona erdi’ derse ric’at edilmiş olmaz (Ebü Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn bu hususda ric’atin sahih olacağını söylediler. Çünkü ric’atin meydana gelmesi kadının kabulüne bağlı değildir. Koca; ‘sana ric’at ettim’ derse; ric’at sahih olur. Çünkü zahir hale göre iddet devam etmektedir. Bu sebeple koca; ‘seni boşadım’ der de, kadm, ‘iddetim sona erdi’ derse; talâk vâki olur ve kadm bir müddet sustuktan sonra bu sözünü söylemiş gibi olur.

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; kadın iddetinin sona erdiğini bildirdiğinde zahir halden anlaşıldığına göre, âdet kanaması daha evvel durmuştur. Çünkü o bu bildirmeyi mazi sigasıyla (geçmiş zaman kipiyle) yapmıştır. Zahir hale göre o doğru söylemiştir. Mazinin ona en yakın olan vakti de, bu sözü konuştuğu vakittir.

Talâk mes’elesi bunun hilâfmadır. Bunun kabul edildiğini kabul edersek, deriz ki; talâk, kocanın ikrarına binâen vâki olur. İddetin sona ermesinden sonra ikrar ederse; talâkın vâki olduğuna hükmolunur. Ama kadının bir müddet susmasından sonra olursa, talâkın vukuuna hükmolunamaz. Çünkü kadm susması ile ric’ati sâbitleştirir. Ondan sonra söyleyeceği söz kabul edilmez.

Cariyenin kocası iddeti içinde ona döndüğünü söyleyip efendisi onu tasdik eder (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed) ve cariye yalanlarsa, yahut onun tersi olursa; ric’at vukûbulmuş olmaz: İmameyn dediler ki; ‘efendi cariyenin kocasını tasdik ederse, ric’at sahih olur. Çünkü koca, kendi katıksız hakkı olan bir şeyi ikrar etmiştir. Dolayısıyla karısı aleyhine nikâh ikrarında bulunmuş gibi olur.1

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; iddet hususunda kadının sözüne itibar edilir. Ric’atin hükmü de bu temel üzerine kurulur. Ama efendi kocayı yalanlayıp, cariye tasdik ederse; ric’atin sahih olup olmayacağına dâir Ebû Hanîfe’den iki görüş rivayet edilmiştir: İki rivayetten biri üzerine aradaki fark şudur; iddet derhal sona erer. Alınan müt’a efendinin olur ve fakat efendi bu ric’ati iptal edemez.

Üçüncü hayzın onuncu gününde kan kesilse, kadın yıkanmasa bile ric’at hakkı sona erer: Çünkü üçüncü hayızdan çıkmış ve iddet müddeti sona ermiştir. Fakat kan on günden daha az bir zamanda kesilirse; kadın yıkanmadıkça veya kanın kesilmesinden itibaren tam bir namaz vakti geçmedikçe, yahut teyemmüm edip namaz (İmam Muhammed, İmam Züfer) kılmadığı müddetçe; dönüş hakkı ortadan kalkmaz: Çünkü yeniden kanama olması ihtimali vardır. Bu sebeple kadının temizlenmişler hükmüne dâhil olması gerekir. Bu da yıkanması veya üzerinden bir namaz vaktinin geçmesiyle olur. Çünkü o artık namaz kılma emrine muhatap olur ki, bu da temizlik devresindeki kadınların tâbi oldukları hükümlerdendir. Teyemmüm edip namaz kılması halinde de hüküm böyledir.

Kıyasa göre sırf teyemmüm etmesiyle kocasının ona dönme hakkı sona erer. Bu İmam Muhammed ile İmam Züfer’in kavlidir. Çünkü suyun yokluğunda teyemmüm de yıkanmak gibidir. İstihsan kaidesine göre kadm temizlenmeden ibâdetlerini edâ edemeyeceği için, üzerinde vecibeler yığılıp artmasın diye; teyemmüm zarûreten temizlik sayılmıştır. Hadd-i zâtında teyemmümün kendisi temizleyici bir ameliye değil, aksine kirleticidir. Daha evvel değil de, kadın namaz kılmak istediğinde bu zaruret tahakkuk eder.

Ama gusül böyle değildir: Kadın teyemmüm edip Kur’an-ı kerîm okur veya mushafa el sürer veya mescide girerse; Kerhî dedi ki; ‘kocanın ric’at hakkı sona erer. Çünkü yukarıda sayılan işleri ancak âdetten temizlenmiş kadınlar yapar.’

Ebû Bekir er- Râzî dedi ki;’bu durumda kocanın ric’at hakkı sona ermez. Çünkü yukarıda sayılan işler namaz ahkâmından değildirler. Kadın kanaması kesildikten sonra eşek artığı bir su ile yıkansa bile, kocasının ona geri dönme hakkı sona erer. Ama ihytiyat gereği başka erkekle evlenmesi de helâl olmaz.’

Sadece kanın kesilmiş olması ile kitabiye kadına ric’at hakkı son bulur: Çünkü onun gusletme mecburiyeti yoktur ve gusletmiş müslüman kadın hükmünde olur.

Kadın yıkanıp vücûdunda bir organdan az bir yeri yıkamayı unutsa, yine erkeğin ric’at hakkı sona ermiş olur. Ama bu durumda kadının başka bir erkekle evlenmesi de helâl olmaz: Unuttuğu yer az bir kısım olmakla çabuk kuruyacağından dolayı, orayı yıkamadığını kesin olarak bilemeyiz. Bu sebeple biz deriz ki, ric’at hakkı sona erer ve ihtiyat gereği o kadının başka erkekle evlenmesi helâl olmaz.

Eğer vücutta tam bir organ kadar yerin yıkanması unutulursa, kocasının ric’at hakkı devam eder: Unutulan yer çok bir kısım olmaktan dolayı orası çabuk kurumaz. Dolayısıyla ikisi arasında fark vardır. Ebû Yûsuf a göre mazmaza ve istinşak bir organ gibidir. Çünkü hades hali bir organda baki kalmıştır. İmam Muhanımed’e göre ise mazmaza ve istinşak bir organ gibi değildir. Çünkü gusülde ağza ve burna su almanın farzlığı hususunda bu iki imam arasında ihtilâf vardır. Bir organ kadar yerin yıkanması unutulmuşsa, ric’at hakkı Ebû Yûsuf a göre son bulur ve ihtiyat gereği başka erkekle evlenmesi helâl olmaz.

Hâmile karısını boşayan kimse onunla cinsî münasebette bulunmadığını iddia etse, yine ric’at hakkına sahip olur: Kadın ondan çocuk doğurursa, yine ric’at hakkına sahip olur. Çünkü o kocadan hâmile kalması ve doğurması mümkün olan bir vakitte hâmile kalıp doğurması, çocuğun ona âit olduğunu gösterir. Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Çocukyatağa aittir:” [43] Çocuk ona âit olunca; anlaşılır ki o

adam kendi kansıyla cinsî münasebette bulunmuştur. Cinsî münasebetten sonra yapılan boşama ric’ati ortaya getirir.

Fakat koca sahih bir halvetten sonra kadınla cinsî münasebette bulunmadığını iddia ederse, ric’at hakkı kalmaz: Çünkü ric’at cinsî münasebetle kesinleşen mülk (kadının cinsiyet âleti) de talâkdan sonra sabit olur. Ama koca bu mülkiyeti kesinleştiren cinsî münasebette bulunmadığını ikrar etmiştir. Bu sebeple kendisine âit olan şeyler ve ric’at hakkı sabit olmaz. Ama mehrin hükmü bunun hilâfınadir. Çünkü mehir, karşılığı olan cinsiyet organının kocaya teslim edilmesiyle hakedilir, kabzedilmesiyle değil…

Koca karısına; ‘çocuk doğurduğunda sen boşsun* der ve kadın da çocuk doğurur, sonra başka bir batından diğer bir çocuk daha doğurursa; bu birinci doğumdan sonra erkeğin karısına döndüğünü gösterir: İlk çocuğun doğumuyla talâk vâki olur. Sonradan doğan ikinci çocuk iddet müddeti zarfında yapılan bir cinsî münasebettendir. Eşlerin durumlarını iyiye yorduğumuz için böyle düşünüyoruz. Böylece koca cinsî münasebette bulunmuş olmakla karısına ric’at etmiş olur. Çünkü o zaman karısı iddetinin sona ermiş olduğunu ikrar etmemiştir. [44]

Boşanmış Kadının Kocasına Karşı Süslenmesi:

Ric’î talâkla boşanmış bir kadın kocasına karşı yüzünü ve bedenini süsleyebilir: Zira açıkladığımız gibi, kendisiyle kocası arasında nikâh vardır. Kocasının ona dönmesi müstehaptır. Kadının süslenmesi de onu geri döndürmeye sevkedeceğinden dolayı caizdir. [45]

Kocanın Boşadığı Karının Yanma İzinsiz Girmesi:

Bir erkeğin ric’î talâkla boşadığı karısının yanına ondan izin almaksızın girmemesi müstehaptır: Tabii eğer ric’at maksadı yoksa, izinsiz olarak yanına girmesi halinde olabilir ki, karısı çıplaktır, gözü ona takılır, bu sebeple ric’at meydana gelir, sonra da boşarsa; kadının iddet müddeti uzar. [46]

Boşanan Kadına Yeniden Nikâh Kıymak:

Bir kadın üçden az talâk ile boşanmışsa, kocası onunla iddeti içinde ve iddetten sonra yeniden nikahlanmak suretiyle evlenmek hakkına sahiptir: Çünkü kadının ona helâlliği bakidir. Helâlliği ancak üçüncü talâkla sona erer ki, üçüncü talâk da vâki olmamıştır. Neseplerin birbirine karışmasına mâni olmak bakımından bu durumda o kadının başka iddette iken, başka bir erkekle evlenmesi caiz olmaz. Ama kocası için böyle bir sakınca yoktur.

Üç bâin talâk ile boşanan bir kadın sahih bir nikâh ile başka bir kocaya varıp onunla cinsî münasebette bulunmadıkça ve sonra bu kocasından da ayrılmadıkça; birinci kocasına helâl olmaz: Zira

Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Eğer erkek kadım (üç defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir başka erkekle evlenmedikçe, onu alması kendisine helâl olmaz. “(Bakara; 230). Şeriatte nikâh kelimesi mutlak olarak söylenince, bu sahih nikâh mânasındadır. Öyle ki, ikinci koca fâsid bir nikâha dayanarak o kadınla gerdeğe girerse ve daha sonra aynlırsa; kadın önceki kocasına helâl olmaz.

Âyet-i kerîmede geçen ‘başka erkekle evîenmedikçe’sözü; ikinci kocanın o kadınla gerdeğe girmesini gerektirir. -Evvelce de açıkladığımız gibi- Şer’î nikâh cinsî münasebettir.

‘Başka bir erkekle’ demiştik; başka bir erkeğin onu nikahlaması da ancak cinsî münasebetle olur.

Sahih hadîs kitaplarında yer alan şu meşhur hadîs-i şerîf de buna delalet etmektedir: Şöyle ki; Âişe binti Abdurrahman b. Atık el- Kurazî (ra), amcaoğlu Rufaa b. Veheb (ra) ile evli idi; Rufaa onu üç talâkla boşadı. O da Hz. Peygamber (sas) in huzuruna çıkarak şöyle dedi;

“-Ey Allah (cc) in Rasûlü! Ben Rufaa ile evli idim; beni kesin olarak boşadı. Ben de Abdurrahman b. Zübeyr (ra) ile evlendim. Ancak onda da elbise saçağı gibi bir (zeker) vardır.” Efendimiz gülümseyerek;

“Rufaa’ya geri dönmek mi istiyorsun ? “

“-Evet.”

“Ancak o (Abdurrahman) senin balcağızmı tadmcaya ve sende onun balcağızmı tadmcaya kadar (Rufaa’ya dönmen caiz olmaz) [47]

Gerdeğin; âdet halinde, lohusahk halinde veya ihramlıhk halinde olması aynı hükme tâbidir, farketmez. Çünkü bu durumlarda da duhul gerçekleşmiş olmaktadır.

Bu kadın birinci kocaya, onun cariyesi olup mülkiyeti altında bulunması sebebiyle de helâl olmadığı gibi; bu cariyenin efendisinin cinsî münasebette bulunmasıyla da helâl olmaz: Şart, öncekinden başka bir koca ile evlenmesidir. Ne var ki, bu şart tahakkuk etmemiştir.

Üç talâk ile boşanıp ikinci kocaya varan kadının birinci kocasının helâl olmasının şartı; cinsî münasebette zekerin içeriye girmiş olmasıdır. Yoksa, meninin akması değildir: Çünkü ilk kocasından başka bir koca ile evlenmesi şartı gerçekleşmiştir. Balcağızın tadılması gerektiğini ifâde eden hadîs-i şerîf umumî durumu nazar-ı

itibara almıştır. Zira cinsî münasebet yapılırken umumiyetle meni akar. Ya da şöyle diyebiliriz; Kur’an-ı kerîmde başka bir erkekle evlenme şartı koşulurken, bundan söz edilmemektedir. Şu halde Kur’an-ı kerîm’in şartına ekleme yapılamaz.

İkinci kocanın cinsî münasebette bulunabilen bir kimse olması şarttır: Bu koca baliğ de olsa, bulûğa yaklaşmış ergen bir çocuk da olsa; farketmez. Çünkü zekerin vaginaya girdirilmesi şartı gerçekleşmektedir. Ancak zekerini girdiremiyecek derecede yaşı küçük bir çocuğun ikinci koca olması caiz olmaz. Çünkü o, bu nikâhdan kastedilen cinsî münasebeti gerçekleştiremez. [48]

Hülle:

İkinci koca kadını birinci kocaya helâl kılmak şartı ile onunla evlenmişse; bu mekruh olmakla beraber (Ebû Yûsuf) kadının birinci kocası ile yeniden evlenmesini helâl kılar (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Ebû Yûsuf dedi ki; ‘bu nikâh geçici nikâh gibi olup, fasiddir. Bu durumda kadın ilk kocasına helâl olmaz. Çünkü nikâhı fâsiddir.’

İmam Muhammed dedi ki; ‘cevaz şartlan sebebiyle bu nikâh caizdir. Ancak bu durumda kadın ilk kocasına helâl olmaz. Çünkü o, Şeriatın ertelediğini çabuklaştınp, öne almıştır. Miras bırakanını öldüren vâris gibi, bu da mahrumiyetle cezalandınlır.’

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün dayanağı şu hadîs-i şerîfdir; “Allah (cc) hulleciye efe, kendisi için huîîe yapılana da lanet

etsin.” [49]Burada söylenmek istenen, hülle şartıyla yapılan nikâhtır.

Mezkûr hadîs-i şerîfüen dolayı böyle bir nikâhın kıyılması mekruhtur. Ancak bu şekilde ikinci bir kocayla evlenen ve ondan da boşanan bir kadın ilk kocasına helâl olur. Zira Hz. Peygamber (sas) ikinci kocayı muhallil (helâl kılıcı) olarak adlandırmıştır. O, helâlliği sabit kılıcıdır.

Ya da şöyle diyebiliriz; sahih bir nikâha dayanılarak cinsî münasebette bulunulmuştur. Zira nikâh şart ile bozulmaz. Bu sebeple kadın ilk kocasına helâl olur. İkinci koca onu ilk kocasına helâl kılmak maksadıyla nikâhlar, ancak bunu şart olarak ileri sürmezse; boşanınca bu kadın ilk kocasına icmâen helâl olur. Evvelce de belirtildiği gibi, cariyenin iki talâkla boşanması, hür kadının üç talâkla boşanması gibidir.

İkinci koca üç talâkdan daha aşağı talâkların hükmünü ortadan kaldırır (İmam Muhammed, İmam Züfer): Bunun sureti şöyledir; bir kimse kansmı bir veya iki talâkla boşar, kadın iddetini tamamlayıp başka bir erkekle evlenir, o erkek kendisiyle gerdeğe girdikten sonra onu boşar, ondan da iddetini tamamladıktan sonra ilk kocası onunla evlenirse; ilk kocasına üç talâkla dönmüş olur. İkinci koca üç talâkın hükmünü ortadan kaldırdığı gibi, bir ve iki talâkın da hükmünü ortadan kaldırır.

İmam Muhammed ve İmam Züfer dediler ki; ‘evvelki nikâhda üç talâkdan geri kalan talâklarla ilk kocasına döner. Çünkü ikinci koca helâllik sona erdiğinde helâlliği sabit kılar. Helâllik sona ermemiştir: Çünkü kadın ondan evvel nikâh akdiyle ona helâl olur. Öyle ise, ikinci koca onun ilk kocasına helâl olmasını sabit kılıcı olmaz.

Bizim görüşümüze göre; kadını ilk kocasına helâl kılan şey, ikinci kocasının onunla cinsî münasebette bulunmasıdır. Bu münasebet üç talâkda olduğu gibi, evvelki kocanın talâkına taallûk eden hükmü ortadan kaldmr. [50]

Üç Talâkla Boşanan Kadının Kocasına Dönüşü:

Üç talâk ile boşanan kadın birinci kocasına; ‘iddetim senden bitti. İkinci kocaya da varıp ondan ayrıldım ve ondan da iddetim bitti’ der ve geçen zamanın da buna ihtimali olur, koca da kadının doğruluğuna kanaat getirirse; onunla yeniden evlenmesi caiz olur:

Çünkü bu, dinî bir iş ise, haberlerin rivayetinde, kıblenin hangi tarafda olduğunun ve bir suyun temiz olup olmadığının bildirilmesinde olduğu gibi, bunda bir kişinin sözü kabul edilir. Bu bir muamele ise, diğer muamelelerde de örf haline geldiği gibi, bunda yine bir kişinin sözü kabul edilir. Bununla alâkalı hükümlerin tamamı Allah (cc) dilerse, iddet babında öğrenilecektir. [51]

İla Babı

îlâ kelimesi lügatte mutlak olarak yemin mânasındadır. Şâir der ki;

“Az yemin eder, yeminine sâdıktır. Ağzından bir yemin çıkarsa, yerine getirir.”

Şer’î istilanda ise îlâ; bir kimsenin nikâhlı karısıyla belirli bir müddet zarfında cinsî münasebette bulunmamaya yemin etmesidir. Bir görüşe göre denildi ki, dört aylık bir müddet tamamlanmasında müktesep hakkı olan cinsî münasebeti yapmamaya yemin etmektir. Bu târifdeki Şer’î mâna, aynı zamanda lügat manasıdır. [52]

İlânın Lâfızları:

îlâ lâfızları sarih ve kinaye olmak üzere iki kısımdır; Sarih olanları söylerken îlâya niyyet etmeye ihtiyaç yoktur. Meselâ kocanın kansma; ‘sana yaklaşmayacağım’, ‘seninle cima etmeyeceğim’, ‘seninle cinsî münasebette bulunmayacağım1, ‘senden dolayı cünüblük guslü yapmayacağım’ -veya bakire kansma- ‘senin bekâretini gidermeyeceğim’ demesi gibi.

ilânın kinaye lâfızlanna şunlan misal gösterebiliriz: ‘Seni tutmam’, ‘sana duhul etmem’, ‘sana gelmem’, ‘seni örtmem’, “başlanınız aynı şey üzerinde bir araya gelmez’, ‘seninle aynı yatakda gecelemem’, ‘seninle yan yana yatmam’, ‘senin yatağına yaklaşmam’ demek gibi. [53]

Îlâda Niyyet Şartı:

Eğer koca îlâ«yapmak istiyorsa, bu sözlerden birini söylerken îlâya niyyet etmesj şarttır. İmam Muhammed dedi ki; ‘bir erkek karısına; vallahi, tenim senin tenine değmeyecektir, derse; îlâ yapmış olmaz. Çünkü zekerine ipek sararak tenleri birbirine değmeden kansıyla cinsî münasebette bulunabilir. Çünkü cinsî münasebetten başka şeyle de yemini bozar. îlâ eden erkek odur ki; yemininin bozulması hususen cinsî münasebette bulunmakla olur.

Bu mes’elede asıl kaide şudur; îlâ eden erkek odur ki, kansıyla cinsî münasebette bulunması ancak kendisine lâzım olan bir şeyle mümkün olur. Zira îlâ müddeti içinde kansıyla cinsî münasebette bulunmasının haramhğı, îlâ yeminini bozmasıyla sona erer. Yeminin bozulması keffareti gerektirir, cinsî münasebette bulunmanın haramhğı ya da kocanın kendisi için lâzım olan bir işi yapmasıyla sona erer. îlâ ancak vaginadan cinsî münasebet yapmamaya yemin etmekle olur. Çünkü kadınm hakkı vaginasından cinsî münasebet yapılmasındadır. Vaginasmdan temas yapılmamasına yemin edilmesi halinde zulüm meydana gelir.

Bir kimse karısına; ‘Allah (cc) a yemin ederim ki, sana yaklaşmayacağım1 yahut; ‘dört ay sana yaklaşmayacağım’ dediği zaman îlâ etmiş olur: Bu hususda asıl delil şu âyet-i kerîmedir:

“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler ” (Bakara: 226). Bu nass dolayısıyla îlâ müddeti ne eksik ne fazla; tam dört aydır. Zira müddet bundan az ya da çok olsa, o zaman nassın îlâ müddetini dört ay olarak belirlemesinde bir fayda olmazdı.

Bir kimse karısıyla cinsî münasebette bulunursa; hacca gideceğine yahut oruç tutacağına, sadaka vereceğine, köle azad edeceğine veya karısını boşayacağına dâir Allah (cc) a yemin ederse; yine îlâda bulunmuş olur: Meselâ; ‘sana yaklaşırsam Allah (cc) için haccetmek borcum olsun’ veya; ‘… Allah (cc) için şu kadar gün oruç

tutmak borcum olsun’ der veya kansma yaklaştığı takdirde sadaka vermeyi yahut köle azad etmeyi veya karısını boşamayı söylerse, îlâ etmiş olur. Çünkü bütün bunlarda yemin mevcuttur. Allah (cc) dan başka şeyle yemin etmek şart ve cazadır; bunun maksadı da kişiyi ya bir işi yapmaya sevketmek, ya da onu o işi yapmaktan menetmektir. Bu şeyler de zorluğu içerdiklerinden, bunu gerektirirler. Çünkü kocanın kansma yaklaşması ancak yapması kendisine lâzım gelen bir işle mümkün olur. Yemin mevcut olunca, îlâ da mevcut olur ve nassın kapsamına girer.

Bir kimse kansına; ‘sana yaklaşırsam, iki rek’at namaz kılmak…’ veya; ‘…gaza etmek borcum olsun1 derse; îlâ etmiş olmaz. İmam Muhammed dedi ki; ‘îlâ etmiş olur; çünkü oruç ve sadaka gibi “namazın da nezredilerek vâcib hale getirilmesi sahihtir.’

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre namaz, yemin hükmünde değildir. Hatta âdete göre onunla yemin edilmez ve cenaze namazı ile tilâvet secdesi gibi olur. [54]

İlâda Yeminin Bozulması:

îlâ eden erkek dört ay dolmadan karısına yanaşırsa, yeminini bozmuş olur: Çünkü şartı mevcuttur. Ve üzerine yemin keffareti vâcib olur: Çünkü yemini bozmak keffareti gerektirir. Bu durumda îlâ da düşer: -Evvelce de açıkladığımız gibi- bozulma sebebiyle yemin çözülür, ortadan kalkar. [55]

İlâ Müddeti Tamam Olan Kadının Boşanması:

ilâ eden erkek dört ay geçer de karısına yanaşmamış olursa, kadın kendisinden bir bâin talâk ile boşanmış olur: Umum sahabîler bu görüştedirler.

“Eğer boşanmaya karar verirlerse…” (Bakara: 227). âyet-i kerîmesinin tefsirine gelince; îbn. Mes’ûd (ra) un kıraatine göre; ‘geçmiş îlâ sebebiyle boşanmaya karar verirlerse…1 şeklindedir. İbn. Mes’ûd ile İbn. Abbas (ra) dan rivayet edildiğine göre; bu şöyle tefsir edilebilir; îlâ eden erkek kansına geri dönmeden dört aylık müddet dolunca, onu boşamaya karar vermesidir. İbn. Mes’ûdun kıraatine göre;

“Eğer kadınlarına geri dönerlerse…” (Bakara: 226). âyet-i kerîmesinin mânası; “Eğer (dört aylık mühlet içinde) kadınlarına dönerlerse…” dir. Zira Allah (cc); “Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler… “buyurduktan sonra bunu buyurmuştur.

“Eğer boşanmaya karar verirlerse… “(Bakara: 227).

âyet-i kerîmesinin başındaki (fa) harfi taksim içindir. İki kısımdan biri îlâ müddeti içinde olur ki, bu (fey’) dir. Yani kansma geri dönmektir. Diğer kısım ise, îlâ müddetinden sonradır ki, o da boşamaktır. Bu tıpkı şu âyet-i kerîmeye benzer;

“Kadınları boşadığımz vakit…” Bundan sonra da Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Ya onları iyilikle tutun, yahut iyilikle bırakın.” (Bakara: 231). Müddet söylendiği ve (fa) harfi getirildiği için, bu taksim mânasında olur. Tutmak; îlâ müddeti içinde kadına ric’at etmektir. Bırakmaksa, ondan aynlmaktır. Bu hüküm burada da cereyan eder.

Yemin dört ay üzerine ise, müddetin bitimi ile sona erer. Yemin ortadan kalkar. Müebbed bir îlâda bulunulunca, boşanmadan sonra dönülüp tekrar nikâh yapılırsa; açıklandığı üzere îlâ da tekrar avdet eder: Çünkü yeminin varlığı devam etmektedir ve yemin bozulmadan ya da belirtilen vakit dolmadan sona ermez. Ancak evlenmeden önce de başka bir talâk vâki olmaz. Zira haramlık îlâya değil, ayrılmaya izafe edilmiştir. Menolunma yemin sebebiyle mevcud olmuş değildir. Koca tekrar onunla evlenirse, ayrılık sebebiyle sabit olan haramlık ortadan kalkar. Fakat îlânın haramliği baki kalır. Bu sebeple hakkın men’i meydana gelir. Dolayısıyla hükmü de terettüp eder.

Eğer yenilenen nikâh dan sonraki dört ay içerisinde karısıyla cinsî münasebette bulunursa; -açıkladığımız sebepden dolayı-yeminden dönmüş olur. Aksi halde dört ayın bitiminde ikinci bir talâk daha vâki olur. Bundan sonra tekrar dönüp nikâhını yenilerse, yine yukarıdaki gibi hükümler câri olur: Bunun sebebini de açıklamıştık.

Başka bir kocayla evlenip ondan boşandıktan sonra eski kocası onunla evlenirse, artık îlâ kalmaz: Bunun mânası şudur; müddetin bitimiyle talâk vâki olmaz. Çünkü ilk nikâhda sahip olduğu boşanma salâhiyeti bu durumda sona erer. Evvelce de belirtildiği gibi, İmam Züfer buna muhaliftir. Ancak bozulmadığı için, yemininin varlığı devam eder. Ama cinsî münasebette bulunursa; yeminini bozduğu için kendisine keffaret gerekir.

îlânın müddeti hür kadınlar için dört aydır: Bir erkek dört aydan az bir müddet için karısıyla cinsî münasebette bulunmayacağına yemin ederse, îlâ etmiş sayılmaz. Zira İbn. Abbas (ra); ‘dört aydan az müddet için îlâ olmaz’ demiştir. Bunun sebebini daha evvel açıklamıştık.

Cariyenin îlâ müddeti ise, iki aydır: Bilindiği gibi kölelik va cariyelik her şeyi yarıya indirir. îlâ müddeti ayrılık için konulan bir müddettir. İddette olduğu gibi, cariyelerde bu müddet yarıya iner. îlâ âyet-i kerîmesi cariyeler hâriç olmak üzere, hür kadınları kapsamaktadır. Zira kadın ve zevce kelimeleri mutlak olarak kullanıldıklarında; bunlardan cariyler değil, hür kadınlar anlaşılır. Şu sebeple ki; zevce mânası cariyelerde eksik tahakkuk eder. Zira evlenen bir cariyeyi efendisi dilerse kendi evinde hizmetinde çalıştırır, kocasının evinde gecelemesine müsâade etmeyebilir. Bir isim mutlak olarak söylendiğinde, ondan tam mânası anlaşılır. Ama kocasının îlâ ettiği cariye iki aylık îlâ müddeti içerisinde azad edilirse -iddette olduğu gibi- bu müddet tama çıkar, yani dört aya tamamlanır. [56]

Boşanan Kadın Üzerine Îlâ:

Ric’î talâkla boşanan kadın üzerine yapılan îlâ sahih olur. Fakat bâin talâk ile boşanan kadın üzerine îlâ edilemez: Çünkü ric’î talâkla boşanan kadının kocasıyla evliliği devam etmektedir. -Evvelce de açıkladığımız gibi- kocasının onunla cinsî münasebette bulunması helâldir. Ama bâin talâkla boşanan kadının kocasıyla evliliği devam etmemektedir ve kocasıyla cinsî münasebeti helâl değildir. Bâin talakla boşanan kadın değil de ric’î talâkla boşanan kadın;

“Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler” (Bakara: 226). âyet-i kerîmesinde geçen kadınlardandır.

Bir kimse karısına ve cariyesine ya da karısına ya da yabancı bir kadına yaklaşmamaya yemin ederse; cariyesine ya da yabancı kadına yaklaşmadığı müddetçe îlâ etmiş sayılmaz. Yaklaşırsa, îlâ etmiş olur. Çünkü bundan sonra keffareti edâ etmeden karısına yaklaşmasına imkân yoktur. Karısına, cariyesine ya da karısına ve yabancı bir kadına hitaben; ‘ikinizden birine yaklaşmayacağım’ derse; îlâ etmiş sayılmaz ve sanki karısına ve cariyesine hitaben; ‘ikinizden biriniz boşsunuz’ demiş gibi olur. ikisinden birine yaklaşırsa; yaminini bozduğu için keffaret gerekir.

‘ikinizden birine yaklaşmayacağım’ derse; îlâ etmiş olur. Çünkü olumsuz cümlelerde kullanılan nekire (belirsiz) isim umumî olur. Bu durumda onlardan birine yaklaşırsa, yeminini bozmuş olur. ‘Sen bana Ahmed’in karısı gibisin’ derse ve Ahmet de karısına îlâ etmişse ve bunu îlâ niyyetiyle söylemişse; îlâ etmiş olur. Aksi halde olmaz.

Bir kimse karısına; ‘sen benim için ölü gibisin’ der ve bunu derken yemine niyyet ederse; îlâ etmiş olur. Çünkü bu ifadesi kinaye mertebesindedir.

Bir kimse karısından îlâ eder, sonra diğer karısına; ‘seni şunun ilâsına ortak ettim’ derse; talâk ve zihânn hilâfına îlâ etmiş sayılmaz. Çünkü iki karısı îlâya ortak olurlarsa, ilânın hükmü değişir ki,buda ikisinden birine yaklaşmasıyla kendisinin üzerine keffaretin vâcib olmasıdır. Ortaklık sahih olduğunda onlardan birine yaklaşmadığı takdirde, keffaret gerekmez. Akdedildikten sonra yeminin değişmesi mümkün değildir. Ama talâk ve zihâr böyle değillerdir.

Kerhî ‘den rivayet edildiğine göre; bir kimse karısına, ‘sen bana haramsın’ der, sonra da başka bir karısına; ‘seni de ona ortak ettim’ derse; îlâ etmiş olur. Çünkü burada ortaklığı meydana getirmek, yeminin gereğini değiştirmez ki, o da mahremiyetin ispatıdır.

İki karısına hitaben; ‘siz bana haramsınız1 derse; her birinden ayrı ayrı îlâ etmiş olur. Onlardan her birisi ile cinsî münasebette bulunursa, her biri için ayrı bir keffaret lâzımgelir. Ama; Vallahi size yaklaşmayacağım1 derse, hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü bu îlâdır ve isim mahremiyetini çiğnemiştir. Bu da onlarla cinsî münasebette bulunmasıyla tahakkuk eder.

Bir köle karısından îlâ eder, sonra da karısı onu satın alıp mülkedinirse; ilânın hükmü kalmaz. Ama karısı onu satar veya azad eder de, sonra onunla evlenirse, ilânın hükmü avdet eder.

Aynı şekilde bir kimse karısıyla cinsî münasebette bulunduğu takdirde kölesini azad edeceğine yemin ederse; kölesini satıp geri alırsa, îlânın hükmü avdet eder.

Bir kimse karısına; ‘sana yaklaşırsam, gelecekte mülkedineceğim her köle ve cariye hürdür’ derse; îlâ etmiş olur. Ebû Yûsuf dedi ki;’îlâ etmiş olmaz. Çünkü kendisine hiç bir şey lâzımgelmeden karısına yaklaşması mümkündür. Karısına yaklaşır ve hiç bir köle ve cariye mülkedinmez.’

Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre bu kişi mülkedinmenin bütün sebeplerinden -meselâ bir kölenin kendisine miras yoluyla mülk olmasından- imtina edemez. Çünkü mülk edinmenin bütün sebeplerinden imtina etmesinde meşakkat ve mazarrat vardır. Buna göre bir erkek karısına; ‘eğer sana yaklaşırsam, ondan sonra evleneceğim her kadın boştur’ derse ve yine karısıyla bulunacağı cinsî münasebeti ayniyle bir kölenin azad edilmesi şartına talik ederse; Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre îlâ etmiş olur, Ebû Yûsuf a göre îlâ etmiş olmaz.

Ebû Yûsuf a göre bu adam temasda bulunursa, kendisine hiç bir şey lâzımgelmez. Meselâ o köleyi azad eder, sonra da karısıyla cinsî münasebette bulunur.

Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre bu durumdaki bir kimse umumiyetle yeminini bozmadan veya köleyi satmadan karısıyla cinsî münasebette bulunma imkânına kavuşamaz, ki bu da meşakkatli bir iştir.

Bir kimse karısına; ‘sana iki aydan sonra iki ay yaklaşmayacağım’ derse, îlâ etmiş olur: Çünkü cem’ harfiyle cemetmek gibidir. ‘Sana iki ay yaklaşmayacağım’ deyip bir müddet susar, sonra da; ‘…ve ilk iki aydan sonra iki ay daha…’derse; îlâ etmiş olmaz. Çünkü ikinci yeminin başlangıcı, yemin ettiği vakittir. Bu sebeple dört ayın arasına, kendisinin içinde îlâ etmediği bir vakit fasıla olarak girmiştir. Dolayısıyla îlâ müddeti meydana gelmemiştir.

Fakat; ‘bir gün hâriç, sana bir sene yaklaşmayacağım’ derse; îlâ etmiş olmaz (İmam Züfer): İmam Züfer bu görüşe muhaliftir. O, hâriç tutulan bir günü kirada olduğu gibi senenin sonundaki gün olarak algılamaktadır. Bu ifadenin sahibi bunu sanki açıkça telâffuz etmiş gibi olmaktadır.

Bize göre bu sözün sahibi karısıyla cinsî münasebette bulunabilir ve kendisine hiç bir şey de lâzımgelmez. Teması, hâriç tutulan o bir günde yapar. Nekire (belirsiz) olarak söylediği için de senenin her hangi bir gününü o gün olarak kabul edebilir. Karısına yaklaştığında senenin dört aydan fazla bir kısmı geride kaldığı için, îlâ etmiş olur. Çünkü istisna sakıt olmuştur. Oysa kirada hüküm bunun hilâfınadır. Bunu tashih etmek için hâriç tutulan o gün senenin son günü olarak kabul edilir.

Çünkü nekire olarak söylenmekle bu sahih olmaz. [57]

Îlâyı Kaldıran Sebepler

Karı-kocadan biri cinsî münasebette bulunamayacak kadar hasta veya erkeğin zekeri kesik veya kadının vaginasında tıkanıklık olması veya kadının yaşının cinsî münasebete müsait olmayacak kadar küçük olması veyahut karı-koca arasında dört aylık bir mesafenin bulunması yahut erkeğin hapisde olup, cinsî münasebette bulunma imkânına sahip olmaması halinde yemin vaktinden Üâ müddetinin sonuna kadar olan îlâ müdeti zarfında yukarıdaki özürler devam etse de; erkek karısına döndüğünü söylerse; ilânın hükmü kalkar: Bu hüküm İbn. Mes’ûd (ra) dan rivayet edilmiştir.

Şunu bilmeliyiz ki, fey’; geri dönmekten ibarettir. Bu cümleden olmak üzere gölge geri döndüğünde (JJiJi *u> derler. îlâ eden erkek yemin ile karısının cinsî münasebetteki hakkını menetmeyi kastettiğinde bu yeminden geri dönmesine fey’ denilir. Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Eğer dönerlerse…” (Bakara: 226). Yani bu maksatlarından geri dönerlerse…

Geri dönüş cinsî münasebetle olur. Bu yapılmadığında sözle de olur. Cinsî münasebet yapılarak geri dönüş hem talâk hem de yemini bozma açısından îlâyı iptal eder. Dil ile yapılan geri dönüş, yeminin bozulmasında değil de, talâkın iptalinde cinsî münasebetle yapılan geri dönüşün bedelidir. Hatta bundan sonra karısıyla cinsî münasebette bulunursa, kendisine keffaret lâzımgelir. Bedel ancak, asılın yerine getirilmesinden âciz kalınması halinde muteber olur.

Cinsî münasebetten âciz olmak; zekerin vaginaya girdiği andan îlâ müddetinin tamamına kadar devamlı olması muteberdir. Öyle ki erkek bu müddetin bir kısmında temasa muktedir olursa, onun kansma geri dönüşü başka şeyle değil, ancak cinsî münasebetle olur. Çünkü temasa muktedir olup da, yapmazsa; kusur erkek tarafından gelmiş olur ve bu hususda âciz sayılmaz. Bu hüküm; Hz. Ali, İbn. Abbas, İbn. Mes’ûd ve bir tabiîn cemaatinden rivayet edilmiştir. (Allah (cc) hepsinden razı olsun).

Geri dönüş; kocanın karısına; ‘sana döndüm’ veya; ‘sana rücû ettim’ demesiyle olur. Hasan, Ebû Hanîfe’nin şu görüşte olduğunu rivayet etmiştir; îlâ eden koca geri dönerken şöyle demelidir; ‘şâhid olun ki, kanma geri döndüm ve onun îlâsını iptal ettim.1 Bu şâhidlik şart olmayıp geri dönüşün inkâr edilmesine karşı ihtiyatlı bir tedbirdir. Bu tedbirin alınması münasip olur. Çünkü îlâ eden koca kansmm cinsî münasebet hakkını menettiğini söylemekle kansını ürkütmüştür. Bu sebeple cinsî münasebette bulunarak hakiki bir şekilde îlâdan geri dönüp onu razı etmelidir. Ama cinsî münasebete muktedir olmazsa, yapabileceklerinin en fazlası ile onu razı etmelidir ki, bu da ona dil ile vaadde bulunmasıdır. Böylece haksızlık ortadan kaldırılmış olur.

îlâ müddeti içinde kadınla cinsî münasebette bulunma imkânı doğarsa, kadına dönüş ancak cinsî münasebette bulunmakla olur:

Çünkü o yeminle güdülen maksadın husulünden evvel, asıl olanı yapma imkânına kavuşmuştur. >

Bir kimse karısından îlâ eder de aralannda dört aydan az çeken bir mesafe varsa ve sultan veya düşman onu kansma yaklaşmaktan menederse ya da karı-kocadan biri ihramlı olup, ihranılılık hali dört ay sürerse; kocanın geri dönüşü ancak cinsî münasebetle sahih olur. Çünkü bu takdirde o, cinsî münasebette bulunmaya muktedirdir.

İmam Züfer dedi ki; ‘ihramlı iken geri dönmesi ancak sözle olur. Çünkü cinsî münasebete Şer’î bir mâni vardır ki, o da ihramlının cinsî münasebette bulunmasının haram olmasıdır. Dolayısıyla bu bir mazerettir.1

Biz deriz ki; ihramlı iken cinsî münasebette bulunmanın haramlığı Şeriatın hakkıdır. Cinsî münasebet ise, kadının hakkıdır. Kul hakkı Şeriatın hakkından önce gelir. Bu, dinin eniridir.

Bir kimse karısına; ‘sen bana haramsın’ der ve bu sözüyle yalan söylediğini ifâde ederse, sözü doğrulanır: Çünkü bu onun sözünün hakikî mânâsıdır. Başka bir görüşe göre denildi ki; sözü doğrulanmaz: Çünkü bu söylediği zahiren bir yemindir. Boşamayı kastederse, bir bâin talâk vâki olur: Çünkü bu söz kinayelerdendir. Üç talâka niyyet ederse, üç talâk vâki olur: Bu daha evvel de geçmişti. Zihârı kastederse, zihâr meydana gelir (İmam Muhammed): Çünkü zihârda bir nevi haramlık vardır. O, bu sözüyle mutlak haramlığa niyyet etmiştir. Dolayısıyla bu sözü doğrulanır. Çünkü bu mecaz bâbındandır.

îmam Muhammed dedi ki; ‘haram kılınan kadına benzetme yapılamayacağından dolayı bu zihâr olamaz.’

Kadını kendine haram kılmayı kastederse veya bu sözü ile her hangi bir şeyi kastetmemişse, yaptığı şey îlâ olur: Çünkü helâli haram kılmak yemindir: Bunda kaide budur. Bunun asıl açıklandığı yer yeminler bölümüdür. Son devirlerdeki arkadaşlarımız haram kılma lâfzını talâk mânasında anlamışlardır. Öyle ki, bir erkek karısına; ‘sen bana haramsın1 dediğinde boşamaya niyyet etmese bile, boşanma meydana gelir’ demişler ve çokça kullanıldığı için bu sözü sarih boşama lâfızlarına katmışlardır. Örf de bu yönde câridir.

Hul’ (Mal Karşılığı Boşama)

Hul1 kelimesi lügatte sökmek, çıkarmak mânasmdadır. Misal olarak âyet-i kerîmede şöyle buyurulmuştur:

“Ayakkabılarını çıkar.” (Tâhâ: 12). Bir kimse gömleğini üzerinden çıkardığında; (,ja-*uJi ^_U> halaa’î- kamîsa denilir. Bir halîfe hilâfeti

bırakıp, hilâfetin mükellefiyet ve ahkâmını izâle ettiğinde; ‘hilâfeti hal’etti’ denilir.

Hulf; Kadının Kocaya Mal Vermesidir:

Şer’î istilanda huî’; kadının kocasına verdiği mal karşılığında zevceliği izâle etmesidir. Zevceliğin izâlesine hul’, başka şeylerin izâlesine ise, hal’ denilir. Buna benzer olarak nikâh kaydının izâlesine talâk, başka kayıtların izâlesine ise, ıtlak denilir.

Hul’; kadının kocasına mal vererek o mal karşılığında kendisini serbest bıraktırmasıdır. Karı-koca hul’ yaparlarsa, kocasına mal vermesi gerekir ve bir bâin talâk vâki olur: Hul’un câizliğinin delili şu âyet-i kerîmedir:

“Siz kan-kocanm Allah (cc) m sınırlarım hakkıyla muhafaza etmelerinden şüpheye düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de sakınca yoktur. “(Bakara: 229). [59]

Hulr; Bâin Talâktır:

Hul1 yapma halinde bir bâin talâk vâki olur. Zira Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Hul’, bir bâin talâkla boşamaktır.” Hul’ kinaye bir lâfız olduğu için, -evvelce de açıkladığımız gibi- onunla bir bâin talâk vâki olur. Ya durumun delaletinden ya da kadın mal vermekle ancak kocasının nikâhından çıkıp kendisine sahip olmaya -ki, bu da beynûnetle olur- razı olacağından dolayı, hul’de bâin talâkın vâki olması için boşamaya niyyet etmeye ihtiyaç yoktur. Bu; Hz. Ömer, Osman, Ali ve İbn. Mes’ûd’un (r. anhum) mezhebidir.

Hul’ün erkek tarafından gelmesi, talâkı kadının kabulüne bağlamaktadır. Bu takdirde erkeğin ondan geri dönmesi sahih olmaz. Hul’ yapılan meclisden erkeğin kalkıp gitmesiyle hul1 bâtıl olmaz. Kadının gıyabında yapılan hul’ sahih olur. Kadın bunu duyduğunda haberi aldığı meclisde kabul edip etmemekte muhayyer olur. Hul’un şarta bağlanması ve bir vakte izafe edilmesi caiz olur. Meselâ bir erkek karısına; ‘falan adam geldiği zaman…1 veya; ‘falan kimse geldiğinde bin dirhem karşılığında seninle muhalâa yaptım’ derse; sahih our.

‘Falan adam geldiğinde’ veya ‘yarınki gün olduğunda’; bu hul’u kadm kabul edip etmemekte serbest olur. Kadın tarafından yapılan hul’ tıpkı alış veriş gibi bedel karşılığında bir şeye mâlik olmaktır. Onun yaptığı bu hul’de kocasının kabulünden evvel geri dönmesi sahih olur. Ama hul’ün yapıldığı meclisten kadının kabul etmeden kalkıp gitmesi ile hul’ bâtıl olur. Kocanın gıyabı halinde bu hul’ askıda kalmaz.

Kadın yaptığı takdirde hul’u şarta bağlamayı ve bir vakte izafe etmesi caiz olmaz. Erkek üç gün muhayyer kalmak şartıyla bin dirhem karşılığında karısıyla muhâlâa yaparsa, muhayyerlik şartı bâtıl olur. Muhâlâa yaparken, erkeğin kadının muhayyer olmasını şart koşması da İmameyn’e göre böyledir. Çünkü hul’; talâk ve yemindir. Bunda kan-kocanın muhayyerliği olmaz.

Ebû Hanîfe’ye göre kadının muhayyer kılınması sahihtir. Üç günlük muhayyerlik müddeti zarfında kadın reddederse, hul’ bâtıl olur. Çünkü hulf koca tarafından boşama, kadın tarafmdansa, kendi nefsine mâlik olması, yani nikâh kaydından kurtulmasıdır. Bu sebeple hul’de erkeğin değil de, kadının muhayyer olması caiz olur.

Geçimsizlik koca tarafından geliyorsa, boşama karşiığmda kadından bir mal alması mekruh olur: Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Eğer, bir kadım bırakıp, yerine başka bir kadın amak isterseniz; onlardan birine yüklerle mehir vermiş osanız dahi, ondan hiç bir şeyi geri almayın. “(Nisa: 20). Biz bu âyet-i kerîmedeki geri alma yasağını evvelki nassla amelederse, makrûh olur mânasında kabul ettik.

Bir görüşe göre denildi ki; bu yasak haram kılma mânasında değil, menedip kınama mânasındadır.

Geçimsiz olan kadının kendisi ise, erkeğin ona vermiş oduğu mehirden daha fazla bir mehir alması mekruhtur: Zira rivayet edildiğine göre; Cemile binti Abdullah b. Übeyy b. Selûl -veya başka bir görüşe göre habibe binti Sehr- (ra) Sabit b. Kays b. Şemmas (ra) ile evli idi. Hz. Peygamber (sas) e gelerek; ‘yâ Rasûlallah (sas)! Ne o, ne ben’ dedi. Hz. Peygamber (sas) haber salarak Sâbit’i huzuruna getirtti, o da; ‘ben evlenirken mehir olarak ona bir bahçe vermiştim’ dedi. Hz. Peygamber (sas) de o kadına; “Kocandan kurtulup serbest kalman için bahçesini kendisine geri verirmisin?”‘diye sorunca kadın; ‘evet, hem de fazlasıyla…’ dedi. Sabit; ‘fazlasına gerek yok’ deyince, Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurdu; “Ey Sabit! Karma vermiş olduğunu kendisinden geri al Fazlalaştırma, karının yolundan çık (onu serbest bırak). “Sabit bahçeyi aldı ve karısından ayrıldı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nazil oldu;

“Kadınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey almanız size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın Allah (cc) m sınırlarında kalıp evlilik haklarını tam tatbik edememekten korkarlarsa, bu durum müstesna. (Ey mümüminler!) Siz de karı-kocanm, Allah (cc) m sınırlarını hakkıyla muhafaza etmelerinden şüpheye düşerseniz, kadının (erkeğe) fidye vermesinde her iki taraficin de sakınca yoktur.”(Bakara: 229).

Fakat vermiş olduğu mehirden fazla bir mal alsa, âyet-i kerîmenin mutlak hükmü uyarınca bu yine kendisine helâl olur. Aynı şekilde bir kimse karısını bir mal karşılığında boşar da, karısı bunu kabul ederse, talâk bâin olarak meydana gelir: Bunun sebebini açıklamıştık. Kadının da taahhüd ettiği malı Ödemesi gerekir: Çünkü koca, belirtilen mal kendisine teslim edilsin diye, boşamaya razı olmuştur. Bu Şer’î hüküm olduğu için kadının hul’ bedelini kocasına teslim etmesi gerekir.

Mehir olmaya elverişli olan bir mal, hul bedeli olmaya da elverişlidir: Kadının tenasül âleti nikâhdan çıkma halinde de, nikâha girme halinde de kıymet ifade eden bir maldır. Kıymet ifade eden bir mal için bedel (mehir) olmaya elverişli olan bir malın; kıymet ifade etmeyen bir mal için bedel olması haydi haydi elverişli olur.

Hul’de bedel bâtıl olunca, yine bir bâin talâk vâki olur. Boşama bedeli bâtıl olunca, ric’î bir talâk vâki olur: Meselâ domuz, şarap veya leş üzerine hul1 yapan kimsenin bu bedeli bâtıldır. Ama yine de talâk vâki olur. Çünkü koca bu boşamayı karısının kabulü şartına bağlamıştır. Bu şart tahakkuk ettiği için, talâk vâki olur. Hul’debâin talâkın meydana gelmesinin sebebi, hul’ün kinaye bir talâk lâfzı olmasıdır. Bedel karşılığı boşama halinde sarih talâk lâfzı kullanıldığı için ric’î talâk vâki olur.

Bedel bâtıl olduğunda kadının kocaya başka bir mal vermesi gerekmez. Çünkü nikâh kaydından çıkma halinde kadının tenasül âletinin bir kıymeti kalmaz. Zira hul’ yaparken, bedel olarak içki, domuz; leş vb. bir şeyi vereceğini söyleyen kadın, kocasına sağlam bir mal vereceğini belirtmiş değildir ki, kocası ona aldanmış olsun. Ayrıca koca müslüman olduğundan dolayı o haram malı teslim alamaz. Kadm taahhüd etmediği için ondan başka bir malı kocasına teslim etmekle mükellef değildir. Ama nikâhda hüküm bunun hilâfinadır. Çünkü kadının tenasül aleti ancak nikâh kaydı altına girmekle kıymet ifade eder.

Mehr-i misil Şer’an mehr-i müsemma gibidir. Koca kansıyla; ‘şu bir küp sirke üzerine…’ muhâlaâ yapar da açıp baktığında o küpün içinde şarap bulunduğunu görürse, hüküm bunun hilâfına olur. Çünkü kadın ona sağlam bir mal vereceğini beyan etmiş, o da karısına aldanmıştır. Kadınının ona bir küp sirke vermesi gerekir. Şarap karşılığı köle azad etmek ve köleyle mükâteplik sözleşmesi yapmakta da hüküm bunun hilâfinadır. Çünkü bu durumda kölenin kıymetinin verilmesi gerekir. Köle, kıymet ifade eden bir mülktür. Efendisi de bedelsiz olarak kölenin kendi mülkiyeti hâricine çıkmasına razı olmamıştır. -Evvelce de açıkladığımız gibi- nikâh kaydından çıkma halinde, kadının tenasül aleti böyle değildir.

Bir kimse kendisine bedel olarak bir köle verilmek üzere kansıyla hul’ yapar da, kendisine köle diye verilen şahsın hür olduğunu görürse; mehir olarak vermiş olduğu malı dönüp kansından ister. Ebû Yûsuf a göre, köle olarak gösterilen o adam köle farz edilerek kıymeti ne kadarsa, o kadar malı kansından alır. Cinsini belirtmediği bir elbise veya binek karşılığında kansıyla hul’ yapan bir kimsenin vermiş olduğu mehri kansından geri almaya hakkı vardır. Hul1 bedeli her hangi bir köle ise, mehirde olduğu gibi vasat bir kölenin kocaya verilmesi gerekir. Hul1 bedeli olarak Herat kumaşı söylenmişse, verilen kumaşın Merv kumaşı olduğu anlaşılmışsa; koca, orta kalitede Herat kumaşını alma hakkına sahip olur. Belirli bir kaç dirhem karşılığında kansıyla muhâlaâ yapan koca, kendisine verilen dirhemlerin kalp olduğunu görürse; dönüp kansından sağlam dirhemleri alır. Hul’ bedeli fahiş şekilde kusurlu olmadıkça, geri verilmez. Mehirde de bu hüküm câridir.

Bir kimse mal karşılığı olmaksızın kansını hul’ eder ve; ‘ben boşanmayı kastetmedim1 derse; sözü doğru kabul edilir. Çünkü hul’ kelimesi talâkın kinayeli lâfızlanndandır. Ama hul’, malî bir bedel karşılığında yapıldığında bu sözü doğru kabul edilmez. Çünkü kan – koca bâin olarak aynlmadıkça, hul’ bedelinin ödenmesi vâcib olmaz.

Kadın kocasına; ‘beni, elimdeki karşılığında hul’ et’ der ve elinde bir şey yoksa; kadının bir şey vermesi gerekmez: ‘Beni evimdeki karşılığında hul’ et1 der ve evinde de bir şey yoksa, aynı hüküm geçerlidir. Çünkü kadın ona maldan bahsetmemiştir ki, onu aldatmış olsun…

Şayet; beni elimdeki mal karşılığında…’veya;’evimdeki eşya karşılığında hul1 et’ derse ve elinde mal yahut evinde eşya bulunmazsa; mehri kocasına geri verir: Bunda kaide şudur; kadm kocasını kıymet ifâde eden bir mala ümitlendirir, ama kaybettiği ya da mevcut olmadığı için o malı kocasına teslim etmezse; kocası dönüp ondan mehrini alır. Çünkü kadm mala ümitlendirerek onu aldatmıştır. Aldatılan aldatana dönerek ondan bedelin karşılığını alır. Şart koşulan ve kendisine ümitlendirilen şey ele geçmeyince, karşılıksız olarak yok olmuş olur. Bu takdirde kadının bedelin karşılığını (tenasül aletininin mülkiyetini) kocasına vermesi gerekir. Ancak kadm bunu veremeyeceğine göre; bu aletin kıymetini kocasına vermesi gerekir ki, o da mehirdir.

Bir kimse zimmetinde buluduğu söylenen mehir karşılığında kansıyla muhâlaâ yapar da, ödemiş olduğu için zimmetinde mehir borcu kalmadığı anlaşılırsa; kadının aldığı mehri kocasına geri vermesi gerekir.

Ama muhâlaâ yaparken koca zimmetinde mehir borcu kalmadığını ve evde eşya bulunmadığını bilirse, karısının ona bir şey vermesi gerekmez. Kadın; ‘beni, elimdeki dirhemler…’ veya; ‘…dirhemlerin bazıları karşılığında hul’ et’ der de, elinde bir şey yoksa; kadının üç dirhem vermesi gerekir. Çünkü kadın ‘dirhemler’ demiştir. Cem’in en azı -bilindiği gibi- üçtür.

Bir kimse küçük yaşdakİ evli küçük kızı onun malı karşılığında hulf ettirmiş ise, kızın bir şey vermesi lâzım gelmez: Çünkü o küçük kız malını idarede görüş sahibi değildir. Zira bu mes’elede bedel olan mal kıymet ifade eden bir maldır. Bu bedelin karşılığı olmuş olduğu tenasül organı ise, -evvelce de açıkladığımız gibi- kıymet ifade eden bir mal değildir. Büyük kız içinse; bu oun kabulüne bağlıdır: Çünkü babasının onun üzerinde veliliği yoktur. Dolayısıyla muhâlaâ yapan babası bu tasarrufda fuzulî bir şahıs gibi olmaktadır.

Fakat her iki durumda da baba hul’ bedelini ödemeyi üstlenmişse, babanın ödemesi gerekir: Hul’ bedelini yabancı birinin ödemesinin şart koşulması caiz oduğuna göre, babanın Ödemesinin şart koşulması haydi haydi caiz olur. Bulûğa ermemiş küçük yaşdaki evli bir kız kendinin mehri karşılığında hul’ ederse; talâk vâki olur. Çünkü kocası talâkı onun kabulü şartına bağlamıştır. Talâk vâki olur ama, mehir sakıt olmaz. Çünkü yaş küçük olduğundan, mükellef ve taahhüd ehli değildir. Zira bunda kendisinin zararı vardır. Babası onu mehri karşılığında hul’ ederse, mehri yine sakıt olmaz. Sonra yaşı küçük olan kadın hul’ü kabul ederse, talâk vâki olur.

Hul’ü babası kabul edere, talâk vâki olup olmayacağı hususunda iki rivayet vardır: Bir rivayete göre; talâk vâki olmaz. Çünkü hul’ bedelini kedi nefsine izafe ermediği zaman baba, yabancı biri gibidir. Yapılan hul’ün. kadına zarar vermesi de muhtemeldir. Dolayısıyla babasının kabulü, onun kabulü yerine geçmez.

Başka bir rivayete göre bunda talâk vâki olur. Çünkü hul’ kocasının uhdesinden kurtulması dolayısıyla kadın için sırf faydadır. Bu takdirde hul’ün kabulü, hibenin kabulü gibidir. Hul’ yaptıran baba kızının mehrini geri vermeyi üstlenirse, koca mehri geri almak için ona baş vurur. Aksi halde olmaz. Yabancı şahıs da böyledir. Çünkü bedeli üstlendiği zaman hul’ kadının değil de, babasının kabulü ile tamamlanır. Babanın, -akid kedisiyle beraber vâki olduğunda- üstlendiği için bu bedeli kendi mülkünden ödemesi gerekir.

Kadın kocasına; ‘beni bin dirhem karşılığında üç talâkla boşa’ der, kocası da bir talâkla boşarsa; kadının bin dirhemin üçte birini kocasına vermesi gerekir. Şayet kadın; ‘beni bin dirhem üzerine üç talâkla boşa’ der de kocası onu bir talâkla boşarsa; bir ric’î talâk vâki olur ve kadının bir şey vermesi de gerekmez (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki; ‘her iki mes’ele de aynıdır. Çünkü

‘üzerine’ kelimesinin karşılığı olan (J^) harfi ‘karşılığında’ kelimesinin Arapçası olan (v) harfi gibidir. Bedelleşmelerde bu böyledir. Çünkü; ‘şunu bin lira karşılığında taşı’ sözü ile, ‘şunu bin lira üzerine taşı’ sözleri mâna bakımından aynıdır. Ebû Hanîfe’ye göre (V) harfi bedelleşme

içindir. Bedel ifâde eden kelimelerin başında gelir. Bu durumda bedel karşılık kılındığı şeye taksim edilir. Hul’ bedeli olan malın Ödenmesi vâcib olduğunda talâk bâin olur.

harfine gelince; bu şart içindir. Bu hususda Allah (cc) şöyle

buyurmuştur:

“(Ey Peygamber! İnanmış kadınlar) Allah (cc) a hiç bir şeyi ortak koşmamak üzerine sana biat etmeye geldiklerinde (biatlerini kabul et).” (Mümtahine: 12). Yani ortak koşmamak şartıyla geldiklerinde biatlerini kabul et.

Bir kimse karısına; ‘sen eve girmen üzerine boşsun’ derse, boşanması için eve girmesi şart olur. Şarta bağlanan şey şartın cüzlerine bölünmez. Çünkü bin dirhemin kocaya ödenmesinin vâcib oluşu, üç talâkla boşanma şartına bağlanmıştır. Bu şartın tahakkukundan evvel o paranın ödenmesi gerekmez. Çünkü şarta bağlanan şey şartın meydana gelmesinden evvel yoktur. Malın ödenmesi vâcib olmayınca, koca onu sarih talâkla boşamış olur ki, bu da ric’î talâk olur.

Bir kimse karısına; ‘kendini bin dirhem karşılığında yahut bin dirhem üzerine üç talâkla boşa’ der de, kadın bir talâkla boşarsa; bir şey vâki olmaz: Çünkü koca ancak bin dirhemin tamamı kendisine teslim edilsin diye karısından ayrılmaya razı olmuştur. Ama birinci mes’ele bunun hilâfınadır. Çünkü kadın bin dirhem vererek ayrılmaya razı olduğuna göre, daha azını vererek ayrılmaya haydi haydi razı olur.

Şayet bir kimse karısına; ‘sen boşsun ve bin dirhem vereceksin der de kadın bunu kabul ederse; kadının bir şey vermesi gerekmez (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Kadın bunu kabul etmese de, aynı hüküm geçerlidir. îmameyn dediler ki; ‘kadın kabul ederse, bin dirhemi kocasına vermesi gerekir. Kabul etmezse, bir şey vermesi gerekmez. Çünkü bu söz bedelleşme için kullanılır. Meselâ; ‘şu işi yaparsan, sana bir dirhem var1 denildiğinde, ‘şu işi bir dirhem karşılığında yap’ denilmiş gibi olur.’

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; ‘sen boşsun ve bin dirhem vereceksin’ sözündeki ikinci cümlenin birinci ile bağlantısı yoktur. Çünkü aslolan budur. İkinci cümlenin birinci ile bağlantılı olduğuna bir delil de yoktur. Zira mal karşılığı olmadan da talâk vâki olur. Alış veriş ve kira malî bedelden ayrı olmayacakları için onların hükmü bunun hilâfınadır.

Bir kimse kölesine; ‘sen hürsün ve bin dirhem vereceksin’ derse; yukarıdaki ihtilaf burada da cereyan eder. Bir kadın kocasına; ‘beni bin dirhem karşılığında hul1 et’ der de, kocası ona cevaben; ‘sen boşsun’ derse; ‘seni hul’ ettim’ demiş gibi olur.

Bir kimse karısına; ‘talâkını mehrin karşılığında sana sattım’ der de, karısı; ‘kendimi boşadım’ derse; mehri karşılığında kocasından bâin olarak boşanmış olur. Kadının bu sözü; ‘talâkımı satın aldım’ demesi gibidir.

Bir kimse karısına; ‘sana bir talâkı sattım1 der de, kadın ‘satın aldım’ derse; bedava olarak bir ric’î talâk vâki olur. Çünkü bu talâkın sarih lâfızlanndandir. [60]

Mübaree Ne Demektir?

Mübaree de hul gibi olup, bu ikisi karı-kocanm nikâha bağlı birbirleri üzerindeki bütün haklarını düşürürler (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed) Hatta cinsî münasebet vukubulup kadın mehrini almış olsa, erkek dönüp onu kadından geri isteyemez: Kadın bir şey almış olmasa, dönüp kocasından bir şey isteyemez. Kocası başka bir mal üzerine karısıyla muhâlaâ yaparsa; mehir sakıt olur kadının o malı kocasına vermesi gerekir.

İmam Muhammed dedi ki; ‘muhâlaâ ve mübareede ancak eşlerin belirttikleri şeyler sakıt olur.’ Ebû Yûsuf a gelince; o hul1 mes’elesinde İmam Muhammed’le beraberdir. Mübareede ise, üstadı Ebû Hanîfe ile beraberdir.

İmam Muhammed’in bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; -ileride açıklanacağı gibi- her iki lâfzın hakikatıyla amel etmek mümkün olmadığı için muhâlaâ ve mübaree lâfızları mal karşılığı boşamanın kinayeli lâfızları sayılmışlardır. Bu sebeple mübareede ancak kan-kocanın belirttikleri şeyler sakıt olurlar.

Ebû Yûsuf un bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; mübaree; berâet kökünden gelen müfaale vezninde bir masdardır. Bunun hükmü; her iki tarafdan gelen mutlak mânada bir berâettir. Ancak biz mübareenin yapılış maksadını tek hedef aldık ki, o da nikâhın hukukudur.

Hul’a gelince; bu, nikâh kaydından kurtulup sıyrılmayı gerektirir ki, nikâh kaydından sıynlma ve kurtulma meydana geldiği için, artık nikâhın hukukuna ihtiyaç kalmaz.

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; hul’ -bu mevzuun baş kısmında da anlatıldığı gibi- sıyrılıp çıkmaktan ibarettir. Mübareeye gelince; bu da Ebû Yûsuf un dediği gibi, sıyrılıp çıkmayı ve iki tarafdan beraeti gerektirir. Nikâhın kendisi sıyrılıp çıkma ve beraet mânalarını taşımaz. Ancak nikâhın hukuku bu mânayı kabul eder. Böylece beraet meydana gelir ki, hul’un maksadına ulaşılabilsin. Bu maksat; kan-koca arasındaki anlaşmazlığa son vermektir.

Ya da şöyle diyebiliriz; bedelin delaleti ile muhâlaâ ve mübareenin nikâh ve ahkâmıyla hukukunda mutlak mânalanyla amel edilir.

Satma ve satın alma lâfızları ile hul’ yapılırsa; esahh olan kavle göre bu Ebû Hanîfe nezdinde beraeti gerektirir. Kan koca muhâlaâ yaparlar ve ne mehirden ve ne de başka bir bedelden sözederlerse; sahih görüşe göre mehrin kocada kalan kısmı sakıt olur. Kadının tahsil ettiği kısım ise, kendisinin olur.

Hul’ bedeli olarak iddet nafakasını söylerse; bu nafaka sakıt olur. Aksi halde olmaz. Çünkü o esnada bu nafaka kocanın üzerine henüz vâcib olmamıştır. Hul1 yapma durumunda koca çocuğun nafakasından, yani onun emzirilmesi masrafından beraet etmiş olmaz. Ancak şart koşulursa, beraet etmiş olur. Çünkü çocuğun nafakası kadının üzerine vâcib değildir. Ama hul1 yaparken koca bu nafakadan beraetini şart koşar ve bunu için bir ya da iki senelik bir vakit belirlerse, bu nafaka sakıt olur. Çocuk bu müddetin bitiminden evvel ölürse; koca, bu iş için tahsis edilen nafakanın kalan kısmını dönüp kadından isteyebilir.

Bundan kurtulmanın yolu şudur: Hul’ yaparken koca; ‘şu kadar mal karşılığında…’ yahut ‘çocuğun iki senelik nafakası karşılığında seninle muhâlaâ ettim’ derse; bu müddet dolmadan çocuk ölürse, ‘nafakanın kalanını dönüp senden istemeyeceğim1 demelidir.

Hasta kadının yaptığı huT üçde bir üzerinden muteber olur:

Çünkü nikâh kaydından çıkma halinde kadının tenasül aletinin kıymeti yoktur. Bu, aslî ihtiyaçlardan değildir ve vasiyyet gibidir. Bu hüküm kadının iddet bitiminden sonra veya gerdeğe girmezden evvel ölmesi halinde câri olur. Ama iddet müddeti içinde iken ölürse ve hul’ bedeli de terekenin üçte birinden fazla ise, koca mehirden ve hakettiği miras payından hangisi daha az ise, onu alma hakkına sahip olur. Fakat hul’ bedeli terekenin üçte birini aşmıyorsa, koca hakettiği miras payından ve terekenin üçte birinden hangisi daha az ise, onu alma hakkına sahip olur. [61]

Cariyenin, Mükâtebenin Ve Ümm-Ü Veledin Hul’ü

Mükâtep bir cariye hul1 yaptığında hul1 bedelini hürriyetine kavuştuktan sonra ödemesi gerekir. Çünkü kendsi teberruda bulunmuştur. Hul’ünde efendisinin izni olsa da olmasa da bu hüküm değişmez. Çünkü kendisi teberruda bulunmaktan kısıtlanmıştır. Cariye ve ümm-üveled efendilerinin izni ile hul’ yaparlarsa, hul’ bedelini kocalarına derhal ödemeleri lâzımgelir.

Efendisi cariyeyi bedeninin karşılığında hür kocasından hul’ ettirirse, hul1 sahih olur ve kocasına.bir bedel ödemek de gerekmez. Kocası mükâtep veya köle yahut müdebber ise, hul’ caiz olur. Cariye de efendisinin cariyesi olur.

İki mes’ele arasındaki fark şudur: Cariye efendisinin mülkü olur. Dolayısıyla nikâh infisah etmez. Hür kocada ise, cariye statüsündeki zevce eğer kocasının mülkü olursa, nikâh bâtıl olur. Dolayısıyla hul’ de bâtıl olur.

iki cariye hür bir erkekle evli olup, efendileri onlardan berlirli birinin bedenî mülkiyeti karşılığında ikisini hul’ ettirirse, belirlenen cariyenin hul’ü bâtıl, diğerininki ise sahih olur. Hul’ bedeli ikisinin mehrine taksim edilir. Hul’ü sahih olanın mehrine isabet eden, diğerinin bedenî mülkiyetinden kocaya âit olur. Efendi onlardan her birini diğerinin bedenî mülkiyeti karşılığında hul’ ettirirse, hiç bir şeye karşılık olmaksızın iki bâin talâk vâki olur. Çünkü efendi onlardan her birinin boşanmasını, bedeninin mülk olmasına bağlamış ve dolayısıyla hul’ bedelinin ödenmesinin vâcibliği imkânsız olmuştur. İki cariyeden her biri diğerinin bedenî mülkiyeti karşılığında boşanırsa, boşama ric’î olarak meydana gelir. [62]

Zihâr

Lügate göre zihâr; zahr (sırt) kelimesinden türemiştir. (Zahare, yuzâhiru, zihâren) denilir. Aslında zihâr kocanın karısına; ‘sen bana anamın sırtı gibisin’ demesidir. Sonraları zihâr diğer organlara ve mahrem olan diğer kadınlara intikal etmiştir.

Zihâr; bir erkeğin karısının tamamını veya baş ve yüz gibi bedeninin tamamı yerine geçen bir organını ya da bir organın üçte bir, dörtte bir gibi orantılı bir bölümünü kendisine nikâhı ebediyyen

haram olan anası, kızı, ninesi, halası, teyzesi, bacısı ve diğer ebedî mahremleri -zira bunların hepsi mahremiyette ana gibidirler- ve bunlara benzer olan bir mahreminin sırt, baldır, karın ve vagina gibi -zira haramlıkda bunlar da sırt gibidirler- bakması helâl olmayan organlarından birine benzetmiş olmasıdır.

Zihârda bulunmanın meydana getirdiği hüküm; cinsî münasebetin ve bu münasebetin mukaddemelerinin zihâr keffareti verilinceye kadar haram olmasıdır: Haram kılınmıştır ki, ihramlılık halinde olduğu gibi, cinsî münasebetten sakınılsın. Hayızda hüküm bunun hilâfmadır. Çünkü o çokça vukûbulur. Dolayısıyla sıkıntı meydana gelir. Zihârda ise durum böyle değildir.

Cahiliyyet devrinde zihâr, boşama sayılıyordu. Ancak Şeriat bunu keffaretin edasıyla sona erdiren bir haramlığı gerektiren tasarrufa tebdil etmiştir. Bunun delili şudur: Havle binti Salebe (başka bir rivayete göre, Havle binti Huveylid) (ra) Evs b. Sâmit (ra) ile evli idi ve kan-koca Ensardan idiler. Evs bir gece Havle’yi yatağına çağırdı. O dayanma gitmeyince, Evs; ‘sen bana anamın sırtı gibisin’ dedi ve bu İslâm tarihinde ilk zihâr hâdisesi oldu.

Sonra Evs (ra) pişman oldu -zihâr cahiliyye devrinde talâk sayılırdı- ve Havle (ra) ye; ‘zannedersem, sen bana kesinlikle haram oldun1 deyince Havle; ‘vallahi bu boşama değildir’ dedi ve Hz. Peygamber (sas) in huzuruna varıp şöyle dedi; ‘ben genç, zengin, mal ve aile sahibi bir kadın iken Evs benimle evlendi. Malımı yiyip gençliğimi tüketince, ailem dağılıp ben de yaşlanınca; benden zihâr yaptı. Ama şimdi pişman olmuştur. İkimizi bir araya getirecek ve kaybımı giderecek bir şey (fetva) var mıdır?’ Hz. Peygamber (sas); ‘sen ona haram oldun ‘deyince, o sesini yükselterek şöyle demişti; ‘yoksulluğumu, durumumun sıkıntılı oluşunu Allah a şikâyet ediyorum. Ayrıca benim küçük çocuklarım vardır. Onları babalarının yanında bırakırsam, zayi olurlar. Yanıma alırsam, aç kalırlar. Allah’ım! Halimi sana şikâyet ediyorum. Allah’ım! Sıkıntımın çaresini Hz. Peygamberinin lisanı üzerine indir!’

Bunun üzerine her zamanki haliyle Hz. Peygamber (sas) e vahiy geldi. İnzal tamamlanınca Hz. Peygamber (sas) ona şöyle buyurdu; “Ey Havle! Allah (cc) seninle Evs hakkında Kur’an (âyeti) indirdi. “Ve şu âyet-i kerîmeyi okumaya başladı:

“Kocası hakkında seninle mücadele eden ve Allah (cc) a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. “(Mücadele: 1).[63]

Zihâr Yapabilenler Ve Keffaret Verme:

Boşaması caiz olan müslümanlarm yaptıkları zihâr caizdir. Çünkü boşama ve zihârdan her biri kadının kocasına haram olmasını gerektirir. Bâin olarak boşanan kadından zihâr yapılamaz. Çünkü bu kadın zaten kocasına haramdır.

Zihâr yapan koca keffaret edâ etmeden karısıyla cinsî münasebette bulunursa, Allah (cc) dan mağfiret diler: Zira İbn. Abbas (ra) dan rivayet edildiğine göre; adamm biri karısından zihâr yaptıktan sonra ay ışığında ayağındaki halhalini görünce, gidip onunla cinsî münasebette bulunmuş, sonra da Hz. Peygamber (sas) e giderek halini anlatınca; Hz. Peygamber (sas) ona şöyle buyurmuştu; “Allah (cc) dan mağfiret dile ve keffaret ödemeden bir daha böyle yapma.” [64] Çünkü o haram bir iş yapmıştır. Haram bir işi yapmak tevbe etmeyi gerektirir. Başka bir şeye de gerek yoktur. Çünkü başka bir şeye gerek olsaydı, onu Hz. Peygamber (sas) açıklardı.

Zihâr yapan bir erkek keffaret edâ etmeden karısı başka bir erkekle evlenip ondan da boşansa da, kansı cariye olup, onu başka biri satın alıp kocası tekrar ondan satın alsa da, veya karısını efendisinden cariye olarak satın alsa da; cinsî münasebette bulunması helâl olmaz. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Temas etmeden eve! bk köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir.” (Mücadele: 3).

Keffaret i vâcib kılan avdet, kocanın karısıyla cinsî münasebete azmetmesidir: Zira Hz. Peygamber (sas); “Ve keffaret ödemeden bir

daha da böyle yapma [65] buyurarak, keffaret ödemeden cinsî münasebeti yasaklamıştır. Ancak cinsî münasebetin haramlığı keffaret ödemekle sona erer.

Koca keffareti edâ etmeyince kadının kendini ondan sakındırması -çünkü onunla cinsî münasebeti haramdır- ve keffareti edâ etmesini istemesi gerekir. Hâkim de erkeği keffaret ödemeye zorlar: Ki, kadının hakkı ifa edilmiş olsun. Hâkimin tasdik etmediklerini kadm tasdik etme salâhiyetine sahip değildir. Koca; ‘ben geçenlerin yalan olduğunu bildirmek istemiştim1 derse, bu sözü diyâneten tasdik edilir ama, hüküm makamınca tasdik edilmez.

Bir kimse karısına; ‘ben senden müzahirim1 veya; ‘senden zihâr yaptım1 derse; zihâr yapmış olur. Çünkü bunlar zihâr yapmada kullanılan sarih lâfızlardır.

Bir kimse karısını babasının veya oğlunun zina ettiği bir kadına ya da kendisinin zina ettiği bir kadının kızına benzetirse; bu kimse -İmam Muhammed’in hilâfına- Ebû Yûsuf a göre zihâr yapmış olur. Çünkü hâkim o kadını nikahlamanın caiz olduğuna hükmederse; bu hüküm -Ebû Yûsuf un hilâfına- İmam Muhammed’e göre geçerli olur.[66]

Kadında Zihâr Yapabilir Mi:

İmam Muhammed’e soruldu; bir kadın kocasına, ‘sen bana anamın sırtı gibisin1 derse; bunda ne lâzımgelir? Dedi ki; ‘hiç bir şey lâzımgelmez. Çünkü kadın boşamada da olduğu gibi, kendisim kocasına haram kılma salâhiyetine sahip değildir.’

Ebû Yûsuf a bu mes’ele sorulduğunda şu cevabı vermiştir; ‘bu sözü söyleyen kadının keffaret edâ etmesi gerekir. Çünkü zihâr; haram kılmaktır ki, bunun hükmü keffaretle ortadan kalkar. Kadın da keffareti edâ etme ehliyetine sahiptir. Keffaret edasını kendisine vâcib kılması sahih olur.’

Bu sual Hasan b. Ziyad’a sorulduğunda şu cevabı vermiştir: ‘İmameyn fıkıh üstadıdırlar ama, bu mes’elede yanılmışlardır. Bu sözü söyleyen kadının yemin keffareti vermesi gerekir. Çünkü zihâr haramlığı gerektirir. Bu takdirde kadın kocasına; ‘sen bana haramsın’ demiş gibi olur. Dolayısıyla kocası kendisiyle cinsî münasebette bulunursa, kadının yemin keffareti ödemesi gerekir.

Erkek karısına; ‘sen bana anamın benzerisin veya; ‘anam gibisin derse; bu sözü kinaye olup, niyyetine bakılır. Şayet bu sözüyle onun iyiliğini anlatmak istemişse, tasdik edilir: Çünkü bu onun sözünün taşıması muhtemel olan mânalardandır ve bu mâna insanlar arasında meşhurdur. Zihârı kastetmişse, zihâr olur: Çünkü karısını anasının tamamına benzetmiştir ve bu sözünde karısının anasının haram bir organına benzetmesi de vardır. Niyyet etmesi halinde zihân sahih olur.

Boşamayı kastetmişse, bir bâin talâk vâki olur: Haramlıkta karısını anasına benzetmiş olur. Ona; ‘sen bana haramsın’ demiş gibi olur. Hiç bir niyyet taşımamışsa, bu sözü ile bir hüküm meydana gelmez:

Bu söz kinaye olup, bir kaç mânaya gelir. Tercih sebebi olmadan bu mânalardan birini belirleme imkânı yoktur. İmam Muhammed dedi ki; ‘erkeğin böyle demesi zihârdır. Çünkü bu gerçekten bir benzetmedir. Haram bir organa benzetmek, zihâr olduğuna göre; haram bir bedenin tamamına benzetmek haydi haydi zihâr olur.’

Ebû Yûsuf dan rivayet edilen bir görüşe göre; bu söz öfke halinde söylenmişse, zihâr olur. Bu sözle kadının haram kılınması maksadı güdülmüşse, iki haramdan en hatifini var etmek için bununla îlâ meydana gelir.

İmam Muhammed’e göre bu zihârdır. Bunun zihâr olduğuna dâir icmâ mevcud olduğunu da söylemiştik. Bu sözü yalan niyyeti ile söylemiş ise; Nevâdir-i Hişâm adlı eserde İmam Muhammed dedi ki; ‘bu sözü diyâneten tasdik edilir. Ancak öfke halinde söylemiş ise, bu yemin olur.’

Bir kimse karısına zihâr niyyetiyle; ‘sen bana anam gibi haramsın’ derse; benzetme yaptığından dolayı, bu zihâr olur. Bunu talâk niyyetiyle söylemiş ise, haram kıldığından dolayı bu talâk olur. Haram kılmaya niyyet ederse, zihâr olur. Bunu söylerken bir şeye niyyet etmemişse, îlâ olur. İmam Muhammed’e göre zihâr olur. Bunu daha evvel anlatmıştık[67].

Birden Çok Kadına Zihâr Yapmak:

Bir kimse kanlarına; ‘siz bana anamın sırtı gibisiniz’ derse; her biri için bir keffaret edâ etmesi gerekir: Zihân onlara izafe etmekle her birinden ayrı ayrı zihâr yapmış olur. Karılarına; ‘siz boşsunuz’ demesinde karılarının hepsinin boş olması gibi, onlardan her birinden zihâr yapmasında da her biri kendisine haram olur. Bu haramlığı sona erdirmek için, kanlan sayısınca keffaret ödemesi gerekir.

Bir kimse bir mecliste veya bir kaç mecliste karısından bir çok kez zihâr yaparsa, yemin tekrannda olduğu gibi her zihâr için ayrı ayrı keffaret ödemesi gerekir: Hasan’m Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği bir görüşe göre; bir kimse kansına, ‘sen yüz defa bana anamın sırtı gibisin’ derse; yüz keffaret edâ etmesi vâcib olur. Bu sözüyle o, yüz defa yemin etmiş olur. [68]

Zihâr Keffâreti

Zihâr keffareti bir köle azad etmektir: Nass gereğince bunun cinsî münasebetten önce yapılması gerekir. Bunda mutlak sağlam bir köle yeterli olur: Mutlak denildiği için bu köle müslünıan da olabilir, kâfir de… Erkek de olabilir, kadın da… Büyük de olabilir, küçük de… Çünkü âyet-i kerîmede;

“Bir köle azad etmek gerekir.” (Mücadele: 3). denilmektedir. Köleden kasıt; her bakımdan başkasının mülkiyetinde bulunan şahıs demektir. Mutlak köle ile de, sağlam köle kastedilmiştir. Buna bir vasıf ekleyerek kayıtlamada bulunan kimse, nassa ekleme yapmış olur ki, bu eklemesi kendisine reddedilir.

Keffaret için müdebber veya ümm-ü veled yeterli olmaz: Başka bir tarafdan azatlığa hak kazandıklarından dolayı, bunlardaki kölelik nakıstır. Kitabet borcunun bir kısmını ödemiş olan mükâtep yeterli olmaz: Çünkü bu, bedel karşılığında azad etmeye benzer. Ama kitabet borcundan hiç ödeme yapmamış olan bir mükâtebin azad edilmesi keffaret için yeterli olur. Çünkü kölelik onda tamam olarak vardır.

Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Üzerinde bir dirhemlik de olsa; kitabet borcu bulunan mükâtep, köledir.” [69]

Söylemiş olduğumuz mâna kitabet borcunun bir kısmını ödeyen kölede mevcut değildir.

Şu da var ki; Ebû Hanîfe’den rivayet olunduğuna göre; kitabet borcunun bir kısmını ödemiş olanın da zihâr keffareti olarak azad edilmesi caiz olur. Çünkü o, hadîs-i şerifin bildirdiğine göre, köledir. Öyle ki, kitabet sözleşmesi feshedilirse, tekrar köleliğe döner. Ümm-ü veled ile müdebberde ise, hüküm bunun hilâfmadır. Çünkü onların sözleşmesi asla feshedilmez.

İki eli yahut iki baş parmağı veya iki ayağı kesik, iki gözü kör, sağır, dilsiz veya devamlı deli köle de yeterli olmaz: Çünkü bu gibilerinde kölelik menfaatinin cinsi kaybolmuştur. O menfaat de eşyayı tutmak, yürümek, koşmak, işitmektir. Organlardan yararlanmaya gelince; bu da akılla olur. Halbu ki, delide bu menfaat yoktur. Ellerin eşyayı tutması baş parmakla olur. Baş parmak olmayınca, el ile bir şey tutulamaz. Dolayısıyla eşyayı tutma menfaati yok olur. Bu bir mânidir; çünkü köleliğin mevcudiyeti, bu menfaatlerin varlığı iledir. Menfaat cinsi yok olunca; kölelik bir bakıma yok olur ve böylece bir nakıs köle olur. -Kendisi ‘köle’ isminin kapsamına girmez. Ama kölenin sağlayacağı menfaate kusur arız olursa, bu bir mâni sayılmaz. Çünkü az bir kusur -sakınılması imkânsız olmasından dolayı- mâni değildir. Meselâ bir gözünün kör olması veya bir eliyle bir ayağmm çaprazlama kesik olması gibi… Ama aynı tarafdaki eliyle ayağının kesik olması halinde yeterli olmaz. Çünkü bu takdirde el’ve ayağın sağlayacağı menfaatler yok olur. -Evvelce de açıkladığımız gibi- bunak ve vücudunun bir tarafı hareketsiz hale gelen felçli kölenin azad edilmesi de keffaret için yeterli olmaz.

Elin üç parmağının olmayışı, elin tamamının olmayışı hükmündedir. Testisleri burulmuş, zekeri kesik kölenin zihâr keffareti olarak azad edilmesi caiz olur. Çünkü bu, kölenin kıymetini eksiltmez, arttırır. Kulakları kesik kölenin azad edilmesi de yeterli plur. Çünkü bunda köle için bir zarar yoktur. Yemek yiyebiliyorsa, dudakları kesik kölenin de azad edilmesi yeterli olur.

Bir kısmı azad edilmiş bir köleyi azad etmek de yeterli olmaz:

Çünkü böyle birisi tam köle değildir.

Bir kimse köle olan baba veya oğlunu keffaret niyyetiyle satın alırsa; bu keffaret için yeterli olur: Çünkü bir kimsenin yakını olan bir köleyi satın alması, onu azad etmesi demektir. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse babasını ancak köie olarak bulup da onu satın alıp hürriyetine kavuşturursa; hakkını ödemiş olur.” Bu hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) evlâdın babasını azad edebileceğini haber vermiş olmaktadır. Dolayısıyla evlât Hz. Peygamber (sas) in bu haberini tasdik etmiş olmak için babasını azad etmeye muktedir olur. Ancak satın almadan evvel azad edemez. Çünkü o zaman babası kendisinin mülkü değildir. Satın aldıktan sonra da azad edemez: Çünkü satın aldığı zaman babası doğrudan doğruya azad edilmiş olur. Satın almanın kendisi azad etmektir. Satın almakla keffarete niyyet ederse; bu keffaret maksadıyla azad etmek olur ki, sahih ve kâfidir.

Bir kimse keffaret niyyetiyle kölesinin yarısını azad eder ve karısıyla cinsî münasebette bulunduktan sonra kalan yarısnı azad ederse; bu keffaret için yeterli olmaz (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Bu Ebû Hanîfe’nin görüşüdür. İmameyn’e göre ise; azad etme ameliyesi bölünebilir olduğundan dolayı, bu yeterli olur. Bunlara göre bir kimse kölesinin yansını azad ederse; bu tamamını azad etmek olur. Ama Ebû Hanîfe’ye göre bu böyle olmaz. Çünkü kölenin yansını kansıyla cinsî münasebette bulunmadan evvel azad etmiş, yansını da cinsî münasebetten sonra azad etmiştir. Keffarette şart; azadlığın cinsî münasebetten evvel yapılmasıdır. Burada bu şart tahakkuk etmediği için, iki safhalı azad etme yeterli olmamaktadır. Keffaretin edası için başka bir kölenin daha azad edilmesi gerekir.

Eğer iki azad etme arasında cinsî münasebette bulunmazsa; bu onun için yeterli olur: Bu hususda icmâ edilmiştir. İmameyn’e göre bu apaçık bir hükümdür. Ebû Hanîfe’ye göre ise; o köleyi iki kelâm ile azad etmiştir. Kölede meydana gelen noksanlık onu keffaret için azad etme sebebiyle meydana gelmiştir ki, bu bir mâni değildir.

Nitekim bir kimse kurbanlık bir koyunu boğazlamak için yere yatırdığı esnada bıçağı hayvanın gözüne değerse; bu, kurbanlık hayvan için kusur sayılmaz. Bu kaide çerçevesinde bir kimse zihâr keffareti niyyetiyle ortak kölesinin yansını azad ederse; kendisi zengin de olsa, fakir de olsa; bu yeterli olmaz. İmameyn’e göre zenginse, yeterli olur. Çünkü üstüne alarak ortağının payına da sahip olur ve kölenin tamamını azad etmiş olur. Ama yoksul ise, yeterli olmaz. Çünkü ortağının payına sahip olmak için kazanç sahasına atılıp çalışması gerekir. Dolayısıyla kölenin tamamım azad etmiş sayılmaz.

Zihâr yapan kölenin keffareti oruç tutmaktır: O bir şeye mâlik olmadığından, köle azad edemez ve başkalarına yemek yediremez. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Köle ancak talâka mâlik olur.”

Zihâr yapan kimse azad edecek köle bulamayınca, fasılasız iki ay oruç tutar: Zira Allah (cc) şÖyle*buyurmuştur:

“(Buna imkân) bulamayan kimse karısıyla temasdan evvel ard arda iki ay oruç tatar. “(Mücadele: 4). Bu iki aylık müddet içinde Ramazan, bayram ve teşrik günleri bulunmamalıdır: Bu müddet içinde Ramazan ayı bulunmamalıdır: Çünkü Ramazanda tutulan oruç, farz oruç yerine geçer. Zira Ramazan ayı farz orucun tutulması için belirlenmiştir. Bu hüküm oruç bahsinde de anlatılmıştı. Bu ayda tutulan oruç, farzdan başka oruçlar yerine geçmez. Bayram ve teşrik günlerine gelince; bu günlerde oruç tutmak haram olduğundan dolayı, tutulan oruç nakıstır. Nakıs olanla da vâcib oruç edâ edilmez.

İki ay içinde gece veya gündüz, kasten veya unutarak, mazeretli veya mazeretsiz olarak karısıyla cinsî münasebette bulunursa; keffaret için yeniden iki aylık oruca başlar (Ebû Yûsuf): Çünkü Allah (cc); “…temasdan evvel ard arda iki ay oruç tutar.” buyurmuştur. Ebû Yûsuf dedi ki; ‘eğer geceleyin kasten veya gündüzleyin unutarak karısıyla cinsî münasebette bulunursa; bununla oruç bozulmadığı ve araya fasıla girmediği gerekçesiyle iki aylık oruca yeniden başlamaz.1

Buna cevap olarak deriz ki; nass keffaret orucunun cinsî münasebetten evvel tutulmasını şart koşmuştur. Tutulmaya başlanan oruç cinsî münasebet sebebiyle yok olur ve yeniden tutulmaya başlanması gerekir. Oruç keffaretinde iken kadın âdet görürse; orucu yeniden tutmaya başlamaz. Hastalık sebebiyle orucu bozarsa; oruca yeniden başlar. Yemin keffaretinde iken kadın âdet görürse; oruca yeniden başlar. Çünkü âdet hali her ay tekerrür eder. Oysa hastalık böyle değildir. İmam Muhammed’den rivayet edilen bir görüşe göre; kadın bir ay oruç tutar sonra âdet görür, sonra da kanaması durursa; iki aylık oruca yeniden başlar.

Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; kadın oruca başladıktan sonra ikinci ayda gebe kalırsa; kalan kısmı evvelce tuttuklarına ekleyerek tutar. Zihâr keffaretiyle mükellef olan bir kimse başkasından alacaklı olur da alacağını tahsil edemezse; -köle azad edemediği için- keffaretini oruç tutarak edâ eder.

Bir kimse varlıklı iken yeminim bozar da sonra yoksul düşerse; keffaret edâ edeceği zamandaki durumu nazar-ı itibara alınır. Keffaret orucunu tutmakta iken varlıklı oluverirse; teyemmümlü kimsenin namaz kılmakta iken suyu bulunca abdest alıp namazı yeniden kılması gerektiği gibi, bir köle azad etmesi gerekir.

Oruç tutmaya gücü yetmeyen kimse altmış fakiri doyurur: Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Buna da gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. “(Mücadele: 4). Fıtır sadakası bahsinde anlatıldığı gibi, ya altmış fakire yemek verir;

bununla ilgili olarak Hz. Peygamber (sas) Sehl b. Sahr (ra) veya Evs b. Sâmit (ra) e dâir hadîs-i şerîfde şöyle buyurmuştur: “Her düşküne yarım sâ buğday verilir. ” Bu, bir düşkünün bir günlük ihtiyacını karşılamak

içindir ki, bunun Ölçüsü de bir fıtır sadakasıdır.

Ya da onlara yemeğin kıymetini öder: Zekât olarak verilecek şeyin kıymetinin de ödenebileceği zekât bahsinde anlatılmıştı. Altmış fakire sabah akşam iki defa yemek vermek caiz olur: Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Altmış fakiri doyurur. “(Mücadele: 4). Bu, yoksullara yemek yedirme imkânını sağlamaktır.

Her iki yemekte de âdete itibar edilerek altmış kişiyi doyuracak kadar yiyecek vermek gerekir. Buğday ekmeği verilince katık şart değilse de, arpa ekmeği verilince katık vermek şart olur: .Çünkü katıksız arpa ekmeği yiyen bir kimsenin doyma imkânı yotur. Bu ekmek katıksız olunca, boğazdan rahatlıkla geçmez. Ama buğday ekmeği böyle değildir.

(Allah (cc) rahmet eylesin) Ebû Hanîfe’den rivayet edilen bir görüşe göre; keffaretle mükellef olan bir kimse yoksullara sabahlı akşamlı ekmek ve katık veya katıksız ekmek veya arpa ekmeği yahut kavut ve hurma yedirirse, caiz olur.

Altmış yoksula sabah, başka altmış yoksula da akşam yemeği verirse; onlardan altmış kişiye sabah veya akşam yemeğini tekrar vermezse; caiz olmaz. İki sabah veya iki akşam yemeği veya akşam yemeğiyle sahur yemeği vermesi caiz olur. Aynı şekilde onlara bir gün sabah yemeği, başka bir gün de akşam yemeği verirse; doyurucu iki öğün yemek olduğu için caiz olur.

Ramazan ayında yoksullardan her birine iki gece akşam yemeği vermesi keffaret için yeterli olur. Ama onlara bir sabah ve bir akşam yemeği vermesi müstehap olur.

Her düşküne bir müdd buğday verirse; birer müdd daha vermesi gerekir. Sonraki tnüddleri başkalarına vermesi caiz olmaz, evvelki düşkünlere vermesi gerekir. Çünkü bu hususda vâcib olan iki şey vardır:

1- Düşkünlerin sayısına riâyet etmek,

2- Her düşküne verilecek olan yiyecek miktarına riâyet etmek.

Altmış fakiri bir gün doyurmak yerine bir fakire altmış gün yemek vermek de caiz olur: Zira bunda esas olan; düşkünlerin ihtiyacını gidermekte ve bu ihtiyaç gidermesi her gün yenilenmektedir. Fakat altmış günlük yiyecekden bir fakire bir kısmı verilirse, bir defa yerine geçer: Çünkü ihtiyacı ilk defada gidermiş olur. Bunun mübahlığı hususunda ihtilaf yoktur.

Altmış günlük yiyeceği bir fakire bir günde bir kaç defada vermeye gelince; bir görüşe göre bu yeterli olmaz. Bir başka görüşe göre ise, yeterli olur. Çünkü fakirin yiyeceği malı edinmeye olan ihtiyacı bir günde bir kaç kez yenilenir. Yiyeceklerin tamamı ona bir defada verilirse, caiz olmaz. Çünkü yiyeceğin parça parça verilmesi nass gereğidir.

Yemek verme işi devam ederken cinsî münasebette bulunmak, yemek vermeye yeniden başlamayı gerektirmez: Çünkü nass, yemek vermenin cinsî münasebetten evvel verilmesini şart koşmamıştır. Ancak biz keffaretle mükellef olanın köle azad etme veya oruç tutmaya muktedir olacağı ihtimaline binâen yemeğin cinsî münasebetten evvel verilmesini gerekli gördük. Çünkü azad etme ve oruç tutma bu takdirde cinsî münasebetten sonra yapılmış olurlar. Bundaki mâni başka bir sebepden dolayıdır. Yoksa, meşruiyete aykınlıkdan dolayı değildir.

Belirlemeksizin iki köle azad etmek veya dört ay oruç tutmak yahut yüz yürmi düşkünü doyurmak iki zihâr keffareti için yeter:

İkisi de köle olduğundan, cins birliği vardır. Belirlemeye ihtiyaç yoktur.

İmam Züfer dedi ki; ‘her birinden tam birini azad etmediği takdirde, hiç biri keffaret için yeterli olmaz. Çünkü belirlemeksizin o ikisinden azad ettiğinde her azad ediş ikisine bölünür. Her birinde taksitli azatlık meydana gelir ve cins ihtilafında olduğu gibi, bu azad ediş caiz olmaz.1

Bizim görüşümüze göre; vâcib olan, belirleme yapmadan sayıyı tamamlamaktır. Zira bilindiği gibi aynı cins şeylerden belirleme yapmanın bir faydası yoktur. Ama ayrı ayrı cinslerde hüküm bunun hilâfınadır. Belirleme yapmak bunlarda faydalı olduğu için şarttır.

İki keffaretten dolayı altmış fakire birer sâ buğday verilse, bu ancak bir keffaret yerine geçer (İmam Muhammed): İmam Muhammed, ‘bu iki keffaret yerine geçer1 demiştir. Bu yemeği zihâr ve iftardan dolayı ittifakla her ikisi için de yeterli olur. İmam Muhammed’in kıyası da bunun üzerinedir. Bu böyledir: Çünkü verilen yemek her iksi için keffaret olur. Sarfedilen yemeği alan yoksul, iki keffaretin verileceği bir mahaldir. Dolayısıyla bu yemek ikisinin keffareti olarak yeterli olur ve yemek her bir keffaret için ayrı am verilmiş olur.

İmameyn’e göre niyyet aynı cinsde değil de, iki ayn cinsde muteber olur. Tek cinsde niyyet lağvolunca, niyyetin aslı baki kalır ve; ‘yemeği sadece zihâr keffareti için veriyorum1 demiş gibi bir keffaret için-yeterli olur.

İki keffaretten dolayı bir köle azad eden ve altmış gün oruç tutan bir kimse bunları o iki keffaretten dilediğine tahsis edebilir:

Çünkü cinsler muhtelif olduklarında niyyet muteber olur. [70]

Liân

Liân; (la’ane, yula’inu, müh’aneten) kökünden masdardır. Tıpkı (kâtele, yukâtilu, mukâteleten) kökünün masdannm kıtal olması gibi… Mülâane kelimesi liân kökünden gelen müfâale vezninde bir masdardır. Bu kalıpdaki bir masdar; iki kişi arasında geçen hadiseleri ifade eder.

Ancak aynı kalıpda (vezinde) olup da, bu kaidenin dışında kalan bazı misaller de vardır. bulûğa erdim, ayakkabımı giydim hırsızı cezalandırdım gibi… Bu, umumî bir lâfızdır.

Şer’î istilanda liân; -ileride açıklanacağı gibi- hususî bir sebeple ve hususî surette kan-koca arasında cereyan eden lânetleşmedir. Kur’an-ı kerîm’de de ifade edildiği gibi; yeminlerle te’kid edilen, Allah (cc) in lanet ve gazabıyla tevsik edilen şehâdetlerdir.

“Namuslu ve hür kadınlara (zina isnadı ile) iftira eden sonra (bu hususda) dört şâhid getiremeyen kimselere seksener değnek vurun. Onların şâhidlikîerini ebediyyen kabul etmeyin.” (Nûr: 4). âyet-i kerîmesine göre; kendi karısına veya yabancı bir kadına zina iftirasında bulunanlar, iftira cezasına çarptın Urlardı. Sonra bu hüküm şu âyet-i kerîme ile neshedildi;

“Zevcelerine zina isnad eden (ve kendilerinin kendilerinden başka şâhidleri de bulunmayan kimseler (e gelince) onlardan her birinin yapacağı şâhidlik; kendisinin gerçekten doğrulardan olduğuna dâir Allah (cc) a yeminle dört defa tekrarlayacağı şâhidliktir).” (Nûv. 6). Karışma zina iftirasında bulunan kimsenin iftira cezası bu âyet-i kerîme ile kaldırıldı ve onun yerine liân muamelesi getirildi.

Bunun sebebi İbn. Abbas (ra) in şu rivayetidir: Hilâl b. Ümeyye Hz. Peygamber (sas) in yanına varıp kendi karısı Havle’nin Şüreyk b. Semhâ ile zina ettiği iddiasında bulunarak; ‘ben bunu gözümle gördüm, kulağımla işittim’ dedi. Bu Hz. Peygamber (sas) in çok ağırına gitti. Orada bulunan Sa’d b. Ubâde (ra); ‘şimdi Hilâl’e dayak atılır ve şâhidliği de reddedilir’ dedi. Sonra Hz. Peygamber (sas); “Ya şâhid getirirsin, ya da senin sırtına iftira cezası tatbik edilir, “deyince; Hilâl dedi ki; ‘ey Allah (cc) in Rasûlü! Bizden biri kansmm üstünde bir erkek gördüğünde koşup şâhid aramaya mı gidecek?’ Hz. Peygamber (sas) de; “Ya şâhid getirirsin, ya da senin sırtına iftira cezası tatbik edilir, “demeye başladı. Hilâl de; ‘seni hak Peygamber olarak gönderen Allah (cc) a yemin ederim ki, ben doğruyu söylüyorum. Allah (cc) benim sırtımı cezadan kurtaracak bir hükmü inzal buyuracaktır’ dedi ve şu âyet-i kerîmeler nazil oldu:

“Kanlarına zina isnadında bulunup da, kendilerinden başka şâhidleri olmayanlara gelince; onların her birinin şâhidliği, kendisinin doğru söyleyenlerden olduğuna dâir dört defa Allah (cc) m adına yemin ederek şâhidlik • etmesi; beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah (cc) m lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir. Kadının; kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dâir dört defa Allah (cc) adına yenlin ve şâhidlik etmesi, beşinci defada da eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah (cc) m gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır. “(Nûr: 6-9).

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sas) Hilâl ile karısı Havle arasında mülâane yaptırdı. Lanet ve gazap kelimeleri söylenirken de (âmîn) dedi. Orada hazır bulunanlar da (âmîn) dediler.

Zikrettiğimiz âyet-i kerîmeden dolayı, liân; kocanın karısına zina isnad etmesi veya doğan çocuğun kendisinden olmadığını iddiâ.edip, nesebini reddetmesi sebebiyle vâcib olur: Çünkü doğan çocuğun kendisinden olmadığını söyleyerek nesebini reddetmesi de, karısının zina ettiğini iddia etmesi mânasındadır. Tabii, eğer karı – koca şâhidlik ehliyetine sahip kimseler iseler… Ayrıca kadının da kendisine zina isnadında bulunan kimseler hadde çarptırılması gereken bir durumda bulunması ve liân yapılması için, kadının bunu talep etmesi icab eder: Çünkü şâhidlik bu mes’elede bir rükündür. Bununla alâkalı olarak Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Kendilerinden başka şâhidleri olmayanlara gelince; onların her birinin şâhidliği…”(Nw: 6). Ancak ehil kimseler yaptıklarında, şâhidlik muteber olur.

Eşlerin üzerine şâhidliğin vâcib olması, şehâdet ehliyetine sahip olmalarının şart koşulmasıdır. Kadının da kendisine zina iftirasında bulunanların hadde çarptırılmaları gereken biri olması gerekir. Çünkü liân kadın hakkında kazf (zina isnadı) haddi gibidir. Zira liân bir ukubettir. Koca eğer bu iddiasında yalan söylüyorsa, hadd gibi bu ceza kocaya iltihak eder. Öyle ki, Hândan sonra ebediyyen şâhidliği kabul edilmez. Kadın hakkında da zina haddi gibidir. Çünkü onun hakkında Allah (cc) in gazabı, şiddetli bir ukubet, çok ağır bir cezadır. Eğer yalan söylüyorsa, bu cezaya çarptırılır ve bu ceza zina haddi gibidir. Bundan dolayı liân; şehâdet üzerine, şehâdetle, hâkimin yazısıyla ve kadınların şehâdetiyle haddler gibi sabit olmaz. Liân yapılması için kadının talepde bulunması şarttır. Çünkü kazf haddinde olduğu gibi, Hânda da hak kadınındır.

Liânın şartı; kadınla erkeğin arasında fasid nikâhla değil de sahih nikâhla aralarında evliliğin mevcut olmasıdır. Çünkü mutlak olarak söylendiğinde evlilik kelimesiyle sahih nikâha dayalı evlilik anlaşılır.

Koca Uânda bulunmaktan çekinirse, liân yapıncaya kadar hapsedilir: Çünkü bu bir haddir ve onun üzerine vâcib olmuştur. Yapabilir durumda olduğu halde liânı yapmazsa, hapsedilir. Ya da kendini yalanlar. Bu takdirde kendisine hadd tatbik edilir: Çünkü kendini yalanladığında liân sakıt olur. Sakıt olunca da, ona hadd tatbik edilmesi gerekir. Zira iftira yaptınmsız olmaz. Liân sakıt olunca, kazf haddini tatbik ederiz. Asıl olan da budur.

Koca liân yapınca; nass gereği kadının da yapması vâcib olur. Yapmazsa; yapıncaya veya kocasını tasdik edinceye kadar hapsedilir: Kocasını doğrulayınca, Hâna gerek kalmaz ve kadına zina haddi tatbik edilmesi de gerekmez. Çünkü bu haddin tatbik edilmesi için, -ileride de açıklanacağı gibi- bize göre dört ikrar şarttır. Bundan dolayıdır ki, İmam Şafiî; “bu kadına zina haddi tatbik edilir1 demiştir. Çünkü zina eden bir kimse ona göre bir kez ikrarda bulunursa, kendisine hadd tatbik edilir.

Liânı evvelâ koca başlatır. Çünkü dâvâcı odur. Hz. Peygamber (sas) de liân yaptınrken sözü evvelâ kocaya vermiştir. Liân yaptıktan sonra kan-koca birbirlerinden tefrik edilirler. Liânı evvlâ kadın sonra koca yaparsa; Şer’î tertibe uysun diye, kadın yeniden liân yapar. Kadın yenilemeden ikisi birbirlerinden tefrik edilirlerse, caiz olur. Çünkü maksat; lânetleşmeleridir ve bu maksat da gerçekleşmiştir. [71]

Liânda Şehâdete Ehil Olmayan Erkeğin Durumu:

Koca köle kazf haddine çarptırılmış veya kâfir bir kimse olmak gibi şehâdet ehliyetine sahip değilse, kendisine hadd tatbik edilir:

Kocadaki bir mâni sebebiyle Hânın yapılması mümkün olmadığından, aslî müeyyideye dönülür. Yani kazf haddi tatbik edilir. [72]

Kadında Liâna Mâni Durumun Olması:

Koca şehâdet ehliyetine sahip olduğu halde, kadın kendisine zina iftirasında bulunanların hadde çarptırılın ad iği ki m sele rd ense;

meselâ cariye, kâfir, iftira haddine çarptırılmış, çocuk, deli veya zinâkâr biri ise, kocaya ne hadd tatbik edilir, ne de Hân yaptırılır: Çünkü hadd ve liâna mâni, kadın tarafından gelmektedir ve bu durumda kocasının iddiasını tasdik etmiş gibi olur. Ancak tâzir tatbik edilir: Çünkü kocası ona ezâ etmiş, onu lekelemiştir. Hadd gerekmez, ama bu kapıyı kapatmak için koca tâzir edilir. Kan-kocanm ikisi de zina iftirasında bulunma suçundan cezaya çarptırılmışlardan iseler, o zaman tâzir değil, hadd tatbik edilir. Çünkü bu takdirde kocadan kaynaklanan bir sebeple liâna mâni olunmuş olmaktadır.

Liâna evvelâ kocanın başlaması gerekir. Ama o şâhidlik ehliyetine sahip olmadığı için, Hânı yapamaz. Bunun delili Hz. Peygamber (sas) in şu hadîs-i şerifidir: “Dört erkek vardır ki, onlarla zevceleri arasında Hân yapılmaz; müslüman erkekle evli yahudi ve hıristiyan kadınlar, hür erkekle evli cariyeler, köle ile evli hür kadınlar. ‘Başka bir rivayette de şöyle bir ilâve vardır; “Kâfir kadınla evli müslüman erkek ve kâBr erkekle evli müslüman kadın.”

Bunun sureti şöyledir; eşlerin ikisi de kâfir olup, bilâhıre kadın müslüman olur da, müslümanlık kendisine teklif edilmezden evvel kocası kendisine iftirada bulunmuş ise, o zaman aralarında Hân yapılmasına gerek kalmaz. [73]

Liânm Yapılışı:

Hâkim liâm evvelâ erkeğe yaptırır. Erkek dört defa şâhidlikte bulunur ve her defasında; ‘ben senin hakkında bulunduğum zina isnadında muhakkak doğrulardan olduğuma Allah (cc) a şehâdet ederim1 der ve beşincide; ‘ben sana zina isnadında eğer yalancılardan isem, Allah (cc) in laneti üzerime olsun’der. Koca eğer çocuğun kendisinden olmadığını iddia etmişse; ‘çocuğun nesebini reddetmekle sana olan isnadımda doğrulardan olduğuma…’, hem zina isnadında bulunmuş ve hem de çocuğun kendisinden olmadığını iddia etmişse; ‘sana zina isnadımda ve çocuğun nesebini reddetme hususunda doğrulardan olduğuma Allah (cc) a şehâdet ederim* der:

Yeminden maksat da budur.

Sonra kadın dört defa şehâdette bulunur ve her defasında; ‘onun bana zina isnadında yalancılardan olduğuna Allah (cc) a şehâdet ederim der ve beşincide de; ‘zina isnadında doğrulardan ise, Allah (cc) m gazabı üzerime olsun der. Çocuğun nesebi reddediliyorsa, o zaman zina yerine; ‘çocuğu redd../ ifadesi kullanılır: Bu hüküm evvelce de anlatılmıştı. [74]

Liân Yapan Kan – Kocanın Ayrılmaları:

Karı-koca karşılıklı liân yaptıktan sonra hâkim onları birbirlerinden ayırır: Hâkim hükmünü vermeden karı-koca birbirlerinden ayrılmış sayılmazlar. Öyle ki, hâkimin ayırmasından evvel biri ölürse, diğeri ona mirasçı olur.

İmam Züfer dedi ki; ‘Hân yapmalanyla nass gereği aralarında ebedî haramlık vukûbulduğu için, birbirlerinden ayrılmış olurlar. Aynlıkdan kastedilen de budur.’

Bizim görüşümüzün mesnedi ise, şudur; rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sas) evli bir çift arasında liân yaptırdığında koca; ‘ben karıma karşı yalan söyledim. Eğer onu yanımda tutarsam, üç talâkla benden çboştur.1 demişti. [75] Râvi dedi ki; Hz. Peygamber (sas) ayrılmalarını emretmeden o koca kansından ayrılmıştı. Hz. Peygamber (sas) de onun bu hareketini tasdik etmişti. Bu, Hân yapan kan-kocalar için bir sünnet haline geldi. Liân yapmaları sebebiyle ayrılık vukûbulsaydı, boşanma meydana gelmezdi. Hz. Peygamber (sas) de onun bu hareketini tasdik etmez ve onun talâk vukuu hususundaki inancının asılsız olduğunu da ona açıklardı.

Kadından şehevî bakımdan yararlanmanın haramlığı liân sebebiyle sabit olur. Allah (cc) in lanet ve gazabı liân yapan eşlerden birinin üzerine mutlaka iner. Bu da nimetin yok olması neticesini doğurur. Şehevî bakımdan yararlanmanın helâl olması, bir nimettir. Evlilik bir nimettir. Şehevî bakımdan yararlanmanın helâl olması bu iki nimetten en az olanıdır. İşte bu nimet Hân sebebiyle haram olur ve bu haramlık da koca tarafından gelmiştir. Çünkü kocanın zina iftirasında bulunmasu sebebiyle kadın, kocasının yanında iyilikle kalma nimetini kaybetmiş olmaktadır. Dolayısıyla kocanın onu iyilikle salması gerekir. Salabildiği halde salmazsa, karısına zulmetmiş olur. Bu zulmü bertaraf etmek maksadıyla hâkim kocanın yerine geçip kadını salar. [76]

Liânda Talâk Durumu:

Bu ayırma ile bir bâin talâk vâki olur (Ebü Yûsuf): Bu, kocanın boşaması gibidir. Kocanın zekerinin kesik olması, iktidarsız olması halinde de hâkim onları birbirinden ayırır. Ebû Yûsuf dedi ki; liân kan-kocayı birbirine ebediyyen haram kılar.’ Bunun semeresi şudur: Koca kendisini yalanlarsa, hâkim ona hadd tatbik eder, sonra tekrar eşiyle evlenmeye talip olur.

Ebû Hanîfe’ye göre; tekrar evlenmeye talip olamaz. Bu hususda Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Liân yapan eşler artık ebediyyen bir araya gelemezler.” [77]

Bizim görüşümüze göre; koca kendini yalanlarsa, karısıyla liân yapmış sayılmazlar. Liânm hükmü de kalmaz. Kendisini yalanladığından dolayı kocaya iftira cezası tatbik edilir. Liân şâhidlik olduğundan, şahidin kendisini yalanlaması sebebiyle iptal edilmiş olur. Dolayısıyla kan-koca ne hakikaten, ne de hükmen liân yapmış olurlar ve nassm kapsamına girmezler. Yani tekrar bir araya gelebilirler.

Liân çocuğun nesebini reddetmekten dolayı yapılmış ise, hâkim babadan olan nesebi kaldırıp, çocuğu annesinin nesebine katar: Hz. Peygamber (sas) de karısıyla liân yaparak, çocuğun nesebini reddeden Hilâl’in karısından doğan çocuğun nesebini Hilâl’in üzerinden kaldırmış, ve çocuğu annesinin nesebine katmıştı.

Ama bir kimse âmâ olan karısına veya fâsık bir kimse karısına zina isnadında bulunursa; kanlarıyla aralarında liân yapmaları gerekir. Çünkü her ikisi de şâhidlik ehliyetine sahiptirler. İkisinden biri ahras ise, şâhidlik ehliyetine sahip olmadığından dolayı ne liân yapılır, ne de hadd tatbik edilir. Liândan sonra biri ahras olursa, dinden çıkarsa, kendisini yalanlarsa, bir kimseye zina iftirasında bulunmakla iftira cezasına çarptırılırsa, veya liândan sonra eşinden tefrik edilmesinden evvel haram bir cinsî münasebette bulunursa; liân bâtıl olur. Kendisine ne hadd tatbik edilir, ne de eşinden ayrılır. Çünkü liânın vücûbuna mâni olan şey, şüphenin mevcudiyeti sebebiyle liânın hükmünün devamına da mâni olur.

Bir kadına şüphe ile cinsî münasebette bulunulur da kocası ona zina isnadında bulunursa; ne liân yapması gerekir, ne de o kadına zina isnadında bulunan kimseye hadd tatbik edilir. Bir rivayete göre Ebû Yûsuf bu görüşten rücû edip; ‘Hân ve hadd gerekir: Çünkü bu mehri gerektiren ve doğan çocuğun nesebini sabit kılan bir cinsî münasebettir1 demiştir.

Zahir görüşün izahı şöyledir; bu durumda erkek kendi mülkiyetinde bulunmayan bir organla cinsî münasebette bulunmuştur. Dolayısıyla bu temas zinaya benzer. Bu temas zina isnadında bulunan kimseyi iftira cezasından kurtaran bir şüphe olur. Bir kimse karısına zina isnadında bulunduktan sonra kadın haram bir cinsî münasebette bulunursa; -açıkladığımız sebepden dolayı- aralarında liân yapılmaz.

Hâkim liân yapan kan-kocayı birbirinden ayırmadan evvel azledilir veya ölürse; yerine geçen hâkim aralannda yeniden liân yaptınr. İmam Muhammed dedi ki; ‘evvelkinin yerine geçen hâkim yeniden Hân yaptırmaz. Çünkü liân hadd yerine geçer. Evvelki hâkimin yaptırdığı Hân gerçekten hadd ikâmesi gibi olur. Hâkimin azli veya ölümü buna tesir etmez.’

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre; liân, karı-kocanm birbirlerinden aynlmalanyla yürürlüğe konulmuş ve tam nihayete ermiş olur. Daha evvel nihayete ermiş olmaz. Dolayısıyla yeniden liân yapılması gerekir.’

Bir kimse karısına zina isnadında bulunduktan sonra onu üç talâkla veya bir bâin talâkla boşarsa; ne hadd tatbik edilir, ne de liân yaptırılır. Ama bir ric’î talâkla boşarsa; -aralarında evlilik bağı devam ettiğinden-liân yapmaları gerekir. Zina isnadında bulunup da, bir bâin talâkla boşadıktan sonra karısıyla yeniden evlenirse; o isnadı sebebiyle ne liâna ne de hadde gerek vardır.

Bir kimse karısına; ‘sen üç talâkla boşsun, ey zinâkâr!1 derse, artık kendisine yabancı olan bir kadına zina isnadında bulunduğundan dolayı liân yapılmaz ama, kendisine iftira haddi tatbik edilir.

Bir kimse karısına; ‘ey zinâkâr! Sen üç talâkla boşsun’ derse, ne hadd tatbik edilir, ne de liân yapılır. Çünkü Hânın vücûbundan sonra karısını üç talâkla boşamış ve bu ayrılık sebebiyle liân sakıt olmuştur. [78]

Birden Fazla Kadınla Liân Veya Onlara İftira:

Bir kimse her dört karısına da zina isnadında bulunursa; onlardan her biriyle ayrı ayrı liân yapması gerekir. Ama dört yabancı kadına zina isnadında bulunursa, onların hepsi için bir iftira haddine çarptırılır. İki mes’ele arasındaki fark şudur; ikinci mes’elede maksat, ona caydırıcı cezanın tatbikidir ki, bu bir haddin tatbikiyle o maksat hâsıl olur. Birinci mes’eledeki maksat ise, kadındaki utancı liân, vesilesiyle gidermek ve zina isnadında bulunan kocasının kendisi üzerindeki nikâhım iptal etmektir ki, bu maksat sadece bir liân yaptırmakla hâsıl olmaz.

Koca karısına; ‘karnındaki çocuk benden değildir’ derse, liân gerekmez (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki;’eğer o çocuk zina isnadında bulunulan günden sonra altı ay geçmeden doğarsa, liân yapmak gerekir. Çünkü isnadın yapıldığı günde o çocuğun ana karnında mevcud olduğunu kesin olarak anlamış oluruz.1

Ebû Hanîfe’ye göre; o günde çocuğun ana karnında mevcud olduğu kesin olarak bilinemiyeceğinden, o sözü söyleyen koca zina isnadında bulunmuş sayılmaz. O anda zina isnadında bulunmuş sayılmadığına göre, karısına; ‘sen hâmile kalırsan, çocuk benden değil1 demiş gibi olur. Şarta bağlandığında zina isnadının hükmü sabit olmaz. Karnındaki çocuğun doğumdan evvel nesebinin reddedilemeyeceği hususunda âlimlerimiz icmâ etmişlerdir. Çünkü nesebi reddetmek, çocuğun aleyhine hüküm vermektir. Miras ve vasiyyette olduğu gibi, doğumdan evvel çocuk hakkında hüküm verilemez.

Bir kimse hür karısına doğurduğu çocuğun kendisinden olmadığını söyleyerek nesebini reddeder, kansı da onun sözünü doğmlarsa; ne hadd tatbik edilir, ne de liân yapılır. Çocuk onlarındır. Nesebinin reddi hususunda kan-kocanın birbirlerini doğrulamaları nazar-i itibara alınmaz. Çünkü nesep çocuğun hakkıdır. Anne çocuğun bu hakkını düşüremez ve annenin tasdiki ile çocuğun nesebi reddedilemez. Kadın kocasını doğruladığı için, ne hadd ne de liân gprekir. Önce kocasının doğru söylediğini ifade edip, sonra liân yaparken onun yalancılardan olduğuna şâhidlikte bulunması caiz olmaz. Bu sebeple liân yapılması imkânsız hale gelince, nesep de reddedilmiş olmaz. [79]

Nesep Reddinin Yeri Ve Zamanı:

Çocuğun nesebini reddetmek; doğumun hemen ardından tebrik zamanında ve doğum aletleri alınırken olduğu zaman sahih olur. Böylece liân yapılır ve hâkim çocuğun nesebini erkekden alır. Ama bu safhalardan sonra çocuğun nesebi reddedilirse liân yapılır fakat çocuğun nesebi sabit olur: Hasan’m Ebü Hanîfe’den rivayetine göre; bu müddet doğumdan sonraki yedi gün olarak takdir edilmiştir. Çünkü akîka nazar-ı itibara alınarak bu süre içinde doğumun eseri görülür ve tebrikler kabul edilir.

İmameyn dediler ki; lohusalık müddeti içinde de çocuğun nesebi reddedilebilir. Çünkü lohusalık da doğumun eseridir. Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre doğumun hemen ardından koca çocuğun nesebini reddederse, nesebi ittifakla reddedilir. Ama doğumun hemen ardından reddetmeyip, aradan uzun bir müddet geçtikten sonra artık çocuğun nesebini reddedemiyeceğine dâir icmâ vardır. Şu halde bu müddeti belirlemek maksadıyla araya ayırıcı bir sınır koymak gerekir.

Bilindiği gibi çocuğun nesebi hususunda kişinin aleyhine şâhidlikte bulunulamaz. ‘ Ancak tebrikleri kabul etmesi, doğum eşyalarını satın alması gibi, dostların verdikleri hediyeleri kabul etmesi gibi şeylerle aleyhine delil ileri sürülebilir. Bunları yaptığı ve normalde bu-işleri yapabileceği kadar bir müddet geçtiği halde çocuğu hâlâ nesebinde tutmakta ise, onun kendisinden oluğunu açıkça kabullenmiş olması vardır ki, bundan sonra nesebini reddetmesi sahih olmaz.

Koca doğumun yapıldığı beldede hazır değilse; doğumdan haberdar olduğu an, çocuğun yeni doğduğu an gibidir: Bu şu mânaya gelir; İmameyn’e göre lohusalık müddeti sona ermeden kocanın doğumun vukûbulduğunu öğrendikten sonra çocuğun nesebini reddetmesi sahih olur. Ebû Hanîfe’ye göre ise, -evvelce de açıkladığımız gibi- tebrikleri kabul müddeti içinde reddedebilir. Doğumun yapıldığını bilmeden nesebi kendisine bağlaması caiz olmaz. Her iki kaideye göre de doğumdan haberdar olduğu an, çocuğun yeni doğduğu an gibidir.

Ebû Yûsufdan gelen bir rivayete göre; gıyapdaki koca sütten kesilmeden evvel -ki bu müddet lohusalık müddetiyle mukadderdir-çocuk doğduğunu öğrenirse, yeni doğmuş gibi onun nesebini reddedebilir. Daha sonra reddedemez. Çünkü sütten kesilmeden evvel lohusalık süresinde imiş gibi kabul edilir. Zira çocuk ilk gıdasından başka gıdalarla beslenmeye başlamış değildir. Ama daha sonra başka gıdalarla beslenmeye başlar ve küçüklük halinin dışına çıkar. Ondan sonra reddedilmesi; yaşı büyük bir evladın nesebini reddetmek gibi çirkin ve ayıp olur.

Tek bir batında iki çocuk doğar ve bunlardan ilki kabul edilir, diğeri reddedilirse; ikisinin nesebi de sabit olur ve liân yapmak gerekir. Bunun tersine birinci redd, ikinci kabul edilirse, yine ikisinin de nesebi sabit olur. Ve bu defa liân yerine hadd tatbik edilir: Nesepleri sabit olur; çünkü her ikisi de aynı döl suyundan yaratılmış ikizlerdir. İkisinden birinin nesebi erkeğin itirafıyla sabit olunca mecburî olarak diğerininki de sabit olur.

Birinci şıkta liân, ikincisinde ise hadd tatbik edilmesinin sebebine gelince; koca birinci şıkta ikinci çocuğun nesebini reddederken kendini yalanlamış olmadığı için liân yapılması gerekir. İkinci şıkta ise, birinci çocuğun nesebini reddederken, ikinci çocuğun kendisinden olduğunu itiraf etmekle kendisini yalanlamış olmakta ve dolayısıyla kendisine hadd tatbik edilmesi gerekmektedir. Şayet ikinci mes’elede; ‘her ikisi de benim çocuklanmdır’ derse, kendisini yalanlamış olmadığı ve doğru söylediği için kendisine hadd tatbik edilmez. Çünkü hüküm yoluyla her ikisi de kendisine lâzım olmuşlar, nesebine katılmışlardır. O da hüküm yoluyla sabit olan bir şeyi haber vermiş olmaktadır. [80]

İddet

Iddet; nün masdan olup, saymak mânasmdadır. Hz. Peygamber (sas) e kıyametin ne zaman kopacağı sorulduğunda şu cevabı vermişti; “İki iddet tamamlandığı zaman. “Yani cennetliklerin sayısıyla cehennemliklerin sayısı tamamlandığı zaman kopar.

Boşanmadan ve kocanın ölümünden sonra kadının beklemesi gereken zamana iddet denilmiştir. Çünkü kadın beklemesi gereken müddet içinde günleri sayar ve kendisine vaadedilen genişlik zamanını bekler.

İddet beklemenin vâcib oluşunun delili şu âyet-i kerîmelerdir:

“Boşanmış kadınlar kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gön beklerler. “(Bakara: 228).

“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler. “(Bakara: 234).

“Kadınlarınız içinden, âdetten kesilmiş olanlarla âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmalaradır. (Talâk:

“Onlann iddetîerini gözeterek boşayın ve iddeti de sayın. “(Talak:

İddetin Şekilleri: İddet üç şekilde olur:

1-Hayzagöre,

2- Ay hesabına göre,

3- Kadının çocuğu doğurmuş olmasına göre.

İddetin Sebepleri:

İddet beklemek de üç sebepden dolayıdır:

1-Boşanma,

2- Kocanın vefatı,

3- Cinsî münasebet. Bu sebepler -inşâallah- ileride açıklanacaktır.

Cinsî münasebetten sonra yapılan boşama ve nikâhın feshinden dolayı hür kadınlar üç hayız iddet beklerler. Hayız görmeyen küçük kızlar ve hayizdan kesilmiş yaşlı kadınlar üç ay iddet beklerler. Kocaları Ölen hür kadınların iddeti dört ay on gün beklemektir:

Çünkü okuduğumuz âyet-i kerîmeler bunu emretmektedirler. Nikâhın feshiyle meydana gelen ayrılık, boşanmayla meydana gelen ayrılık gibidir. İddet beklemenin maksadı rahmin temizlenmesidir ki, bu maksat her ikisini de kapsamaktadır.

Boşanmadan dolayı cariyenin bekleyeceği iddet iki hayızdır:

Bununla alakalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur:

“Cariyenin talâkı ikidir, iddeti de iki hayızdır ” [81]

Cariyelerden küçük olanların ve yaşlılıkdan dolayı hayızdan kesilmiş olanların iddetleri bir buçuk aydır: Çünkü kölelik yarıya indirir. Ancak hayız bölünemediğinden bir buçuk hayız, ihtiyaten ikiye tamamlanmıştır. Ömer (ra) demiştir ki; ‘yapabilseydim, bu iddeti bir buçuk hayız yapardırm.’ Ay ikiye bölünemediği için, iddeti ay hesabıyla bir buçuk ay olarak belirlenmiştir. Kocaları ölen cariyeler iki ay beş gün beklerler: Bunun sebeplerini açıklamıştık. [82]

Hâmile Kadınların İddeti:

Hâmile olan bütün kadınların iddeti, doğumla sona erer: Bu hususda Allah (cc) in şu umumî buyruğu vardır:

“Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları) dır. “(Talâk: 4).

İddetin maksadı rahmin temizlenmesi olduğuna göre, gebe iken rahim temizlenemez. Doğum yapıldıktan sonra rahmi işgal eden bir şey kalmayacağı için iddet tamamlanmış olur. Buna göre Ömer (ra) şöyle işarette bulunmuştur: ‘Koca cinsî münasebette bulunduktan sonra henüz yataktan ayrılmadan katısı doğurursa, iddeti tamamlanmış olur ve başka bir erkekle evlenmesi helâl olur.’

İbn. Mes’ûd (ra) un şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Talâk süresindeki;

“Gebe olanların bekleme müddeti ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları) dır.” (Talâk: 4). âyet-i kerîmesi; Bakara süresindeki şu;

“Sizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeden) dört ay on gün beklerler.” (Bakara: 234). âyet-i kerîmesinden sonra nazil olduğuna dâir isteyenle -Allah (cc) m laneti yalancıların üzerine olmak üzere- iddiaya girerim.1

Kadın, bedeninin bir kısmı belirmiş bir düşük yaparsa, iddet sona erer, aksi halde ermez. Bedeninin bir kısmı belirmişse, demek ki düşen şey çocuktur. Ama belirmemişse, düşen şey çocuk da olabilir, başka şey de… îddet; şüphe ile tamamlanmaz. [83]

Cinsî Münasebet Olmadan İddet Yoktur:

Cinsî münasebet olmadan, gerdeğe girilmeden meydana gelen boşamalarda iddet beklemek yoktur: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“(Henüz gerdeğe girmeden onları boşarsanız); onları, sayacağımz bir iddet süresince bekletmeye hakkınız yoktur. “(Ahzab: 49). [84]

Zımmîn İddeti:

Zımmînin zımmiye olan karısını boşamasından dolayı da iddet beklenmez: Bu nikâh bahsinde de anlatılmıştı. İlgililerin tasdikinden evvel fuzulî nikahla yapılan evlilikden boşanma dolayısıyla da iddet beklemek gerekmez. Tasdik edilmeye talik edildiğinden dolayı, bu nikâhda nesep sabit olmaz. Bu nikâh hükmü bakımından akdedilmiş sayılmaz. Mülkiyet ve helâllik şüphesini meydana getirmez. Hukuku muhterem olan bir döl suyunun başkasınınki ile karışmasına mâni olmak ve neseplerin birbirlerine karışmasına karşı tedbir almak için, iddet beklemek vâcib olmuştur.

Ümm-ü veledin efendisi vefat edince veya bu cariye azad edilmişse; duruma göre ya üç hayız veya hayız görmeyenlerdense, üç ay iddet bekler: Zira rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) in ümm-ü veledi Mariye-i Kıptiyye (ra) Hz. Peygamber (sas) in irtihalinden sonra üç hayız görerek iddet beklemişti de, ashabdan hiç biri onun bu davranışını yadırgamamıştı. Mariye bunu ya Hz. Peygamber (sas) den naklettiği bir hadîs-i şerîfe, ya da ashabın icmâına dayanarak yapmıştı ki, bunların ikisi de birer Şer’î delildir.

Ömer (ra) şöyle demiştir; ‘ümm-ü veledin iddeti üç hayız görmesidir.1 Efendisi ünım-ü veled olan cariyesini bir erkekle evlendirdikten sonra vefat ederse, iddet beklemesi gerekmez. Çünkü aralarındaki yatak bağı kocaya intikal etmiştir. Koca boşar, cariye iddetini bekleyip tamamlar, sonra da efendisi ölürse; cariyenin yeniden iddet beklemesi gerekir. Çünkü kocasından kopan yatak bağı efendisine avdet etmiştir. Efendisinin vefatıyla da bu bağ ortadan kalkmıştır.

Şüphe ile veya fâsid bir nikâh dan sonra kendisiyle temas yapılan bir kadın ayrılık ve Ölüm halinde hayız ile iddet bekler:

Çünkü iddet, rahmin temizlendiğini bildirmek için beklenir. Bu durumda cinsî münasebette bulunan erkek koca sayılmadığı için, vefat iddetini beklemek gerekmez.

Kocanın Ölüm hastalığında bâin talâk ile boşanmış olan bir kadının iddeti, iki iddetin en uzun olanına göre olur (Ebû Yûsuf). Ric’î talâk ile boşanıp iddet beklemekte olan bir kadının kocası ölünce, kadın yeniden ölüme göre iddet bekler: Kocası hasta iken karısını boşayıp karısının iddet müddeti zarfında ölürse, karısı ona mirasçı olur.

Ebû Yûsuf dedi ki; ‘bâin talâkla boşanmada bu kadının iddeti, üç hayız görmesidir. Çünkü talâk sebebiyle nikâh bağı kopmuştur. Kadının hayız görerek iddet beklemesi gerekir. Ancak -evvelce de açıkladığımız gibi- nikâhın miras bakımından eseri bakidir. Ama bu iddetin değiştirilmesine tesir etmez. Ric’î talâkda ise, hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü ric’î talâkda nikâh her bakımdan bakidir.

Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre miras bakımından nikâh baki olursa, iddet bakımından haydi haydi baki olur. Çünkü iddet; üzerinde ihtiyatla durulması gereken bir hususdur. Bu sebeple bu durumdaki kadının iddeti; iki iddetten en uzun sürelisi olmalıdır.

Cariye ric’î talâkla boşanma sebebiyle iddet beklerken azad edilirse; iddeti, hür kadınların iddetine intikal eder. Fakat bâin talâkla boşanmışsa, intikal etmez: Çünkü bâin talâkla değil de, ric’î talâkla nikâh her bakırrfdan mevcudiyetini devam ettirmektedir. Kocanın ölmesi de bâin talâkla boşanmak gibidir.

Hayizdan kesilen bir kadın aya göre iddet beklerken, yeniden hayız kanı görürse, yahut bu durumdaki küçük bir kız ay arasında âdet görmeye başlarsa; bunlar hayza göre yeniden iddet beklerler:

Hayızdan kesilen kadın tekrar hayız görmeye başlarsa; onun hayızdan kesik olmadığını ve iddetinin de hayızla olacağını anlarız. Bu takdirde o temizlik devresi uzamış kadın gibi olur ki, hayız görerek iddet beklemeye başlar.

Küçük kıza gelince; bir iddeti hem ay hesabıyla hem de hayız hesabıyla beklemesi imkânsızdır. Aksi halde bedel ile karşılığı bir araya getirilmiş olur ki, bunu kabul edici bir hadîs-i şerif nakledilmiş değildir. Ve hiç bir kişi de böyle bir şey söylememiştir. Burada ay hesabıyla iddet beklemek mümkün olmadığı için, hayızla iddet beklemek mecburî hale gelmiştir.

Ya da şöyle diyebiliriz: Aylar hayız yerine bedel olurlar. Bedel ile maksadın hâsıl olmasından evvel aslolan hayız ile maksat elde edilebilir hale geldiği için, iddetin hayız görerek beklenmesi vâcib olmuştur; tıpkı teyemmürnlü kimsenin namaz kılarken su bulması gibi…

Bir veya iki hayız iddet bekledikten sonra hayızdan kesilen kadmlar ay hesabına göre yeniden iddet beklemeye başlarlar: Bunun sebebini açıklamıştık. [85]

Kur Kelimesinin Mânası

Kur’ kelimesi hayız mânasmdadır. Bu; Ebûbekir (ra), Ömer (ra), Ali (ra), İbn Mes’ûd (ra), İbn. Abbas (ra), Ebû’d- Derdâ (ra), İbn. Sâmit (ra) ve tabiînden bir cemaatın kavlidir. (Allah (cc) hepsinden razı olsun). Zeyd b. Sâmit (ra), Abdullah b. Ömer (ra) ve Âişe (ra) dediler ki, kur1; kadının temizlik halidir.

Bundan çıkan netice şudur; kur’ kelimesi hem lügat ve hem de hakikat bakımından hayız ve temizlik mânasına gelir. Meselâ hayız gördüğü zaman kadın için; ‘akreeti’l- mer’etu’ ve temizlik devresine girdiği zaman da; ‘akreeti’l-mer’etu’denilir. Kur’un asıl mânası; bir şeyin geliş ve gidiş vaktidir. Meselâ bir kimse normal dönüş vaktinden döndüğünde; denilir.

Bu ihtilafın semeresi iddetin bitiminde görülür. Şöyle ki; kur’un hayız mânasna geldiği görüşünde olan bir kimse; ‘iddet ancak üç hayzın tamamlanmasıyla sona erer’ der. Kur’un temizlik dönemi mânasında olduğu görüşünde olan bir kimse ise; ‘kadın üçüncü hayzı görmeye başladığında iddeti sona erer’ der.

Kur’u; hayız mânasında anlamak aklî delillere ve nassa göre daha uygundur. Bununla alâkalı nasslar şunlardır: Hayız görmekte olan bir kadına Hz. Peygamber (sas); “Kur’ (hayız) günlerinde namazı kılma.” buyurmuştur. Bilindiği gibi namaz ancak hayız günlerinde kılınmaz. Bu hususda icmâ edilmiştir.

Bir başka hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Cariyenin iddeti iki hayızdır [86]

Aklî delillere gelince;)^’ kelimesi cem’ olarak zikredilmiştir. Kur1 kelimesinin hayız mânasına geldiği görüşünde olan kimse; ‘iddet için üç hayzın görülmesi şarttır’ der ve böylece cem1 tahakkuk eder. Kur1 kelimesinin temizlik mânasına geldiği görüşünde olan kimsenin sözüne göre cem’ tahakkuk etmemektedir. Çünkü temizlik devresinin sonunda boşanma vukûbulursa, iki temizlik devresi daha geçirilmek ve üçüncüye başlamakla iddet tamamlanır ve cem1 meydana gelmiş olmaz. Şu halde nassın lâfzına uygun davranmak evlâ olur. [87]

İddetin Başlayış Ve Bitiş Zamanları:

Boşanmalarda iddet; boşanma anından itibaren, ölüm halinde de ölümden hemen sonra başlar. Kadın boşandığını veya kocasının Öldüğünü bilmese dahi, müddetin geçmesiyle iddet de sona erer:

Çünkü boşama ve ölüm iddetin asıl sebebidir. Şu halde bu sebebin meydana geliş anından itibaren iddet devresine girilmiş olur.

Bir kimse karısını falan vakitte boşadığım ikrar eder de karısı onu yalanlar veya; ‘ben bunu bilmiyorum1 derse; iddetin ikrar vaktinden itibaren başlaması vâcib olur ve ihtiyat gereği kadın o anda boşanmış gibi kabul edilir. Ama kadın kocasının bu ikrarını tasdik ederse; iddet, boşadığım iddia ettiği tarihten itibaren başlamış olur. Ulemanm tercihine göre kan – koca arasındaki muvazaadan ve kocayı, karısını boşamasını gizlemekten menetmek için; iddet, boşama ikrarında bulunulan vakitten itibaren başlar. Çünkü karısını boşadığım gizlemekle onun harama düşmesine sebebiyet vermiş olmaktadır. Bu mes’elede kadına iddet nafakası vermek gerekmez. Ancak boşama vaktinden sonra ikrar vaktine kadar kocası kendisiyle cinsî münasebette bulunmuşsa; kadın ondan ikinci bir mehir alma hakkına sahip olur. Çünkü koca bunu ikrar etmiş, kadın da onu tasdik etmiştir.

Fâsid bir nikâhla iddet bekleyen kadının iddet başlangıcı; ayrılık veya erkeğin cinsî münasebeti bırakmaya olan kararıdır

(İmam Züfer): İmam Züfer dedi ki; ‘iddet, cinsî münasebetlerin sonuncusundan itibaren başlar. Zira iddet gerektiren sebep; cinsî münasebettir.’

Bizim görüşümüze göre; şüpheyle cinsî münasebet imkânının doğması -gizli olduğu için- gerçek cinsî münasebet yerine geçer ve bu karı – kocanın birbirlerinden ayrılması ya da cinsî münasebeti bırakmaya kocanın karar vermesi haline kadar hükmen cinsî münasebette bulunma yerine kâim olur. İhtiyaten cinsî münasebetin Şer’an ve hakikaten sona erdiği andan itibaren iddet beklemek gerekir.

İddet bekleyen bir kadına şüphe ile cinsî münasebet yapıldığında birinci ile iç içe giren ikinci bir iddet beklemek gerekir: Çünkü bunun sebebi vardır. İddet bekleyen bir kadınla bir hayız gördükten sonra cinsî münasebet yapılsa; bundan sonraki diğer üç hayızla iddeti tamamlanır: İki hayız iki iddetten sayılır. Böylece birincisi tamamlanmış olur. İkinci iddet de üçüncü hayızk tamamlanır. Zira iddetten maksat; rahmin temizlendiğini öğrenmektir ki, bu da bir iddetle hâsıl olur. Çünkü ikinci temasdan sonra üç hayzın görülmesi lâzımdır. Rahmin temizlendiği de ancak böyle öğrenilebilir.

ikinci teması yapan kişi, birinci iddetin tamamlanmasından sonra o kadınla evlenebilir. Çünkü kadın onun temasından dolayı iddet beklemektedir. Kocasının ölümü sebebiyle iddet beklemekte olan bir kadın kendisiyle cinsî münasebette bulunulursa; dört ay on günlük iddetini bekleyerek tamamlar. Bu müddet içinde gördüğü hayız ikinci iddetten sayılır. Bu müddet zarfında üç hayız görürse, iki iddet birlikte tamamlanmış olur. Aksi halde -açıkladığımız sebepden dolayı- ikinci iddetini kalan hayızla tamamlar. [88]

İddet Müddeti Ve Hesabı:

İddetin en az müddeti iki aydır (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): Yani üç hayzm tamamlanabileceği en az müddet budur. İmameyn dediler ki; ‘bunun en az müddeti 39 gün ve 3 saattir.1 Bu ikHmam hayzin en az müddetini nazar-ı itibara alırlar ki, bu da üç gündür. Temizlik devresinin de en az müddeti on beş gündür. Daha sonra boşamanın hayız başlangıcından bir saat evvel vukûbulduğu kabul edilir. Buna göre ilk hayız üç gün ikinci hayız üç gün temizlik devresi on beş gün üçüncü hayız üç gün temizlik devresi on beş gün üçüncü hayız üç gün temizlik devresi on beş gün. Böylece iddet tamamlanmış olur.

Ebû Hanîfe bu hesabı iki yoldan çıkarmaktadır:

1- İhtiyat gereği hayzm en fazla süresi esas alınır: Buna göre ilk hayız on gün temizlik devresi on beş gün ikinci hayız on gün temizlik devresi on beş gün üçüncü hayız on gün; yekûn altmış gün eder. Bunu İmam Muhammed rivayet etmiştir.

2- Hasan b. Ziyad’m rivayetine göre; hayzm orta müddeti esas alınır ki, bu beş gündür. Sünnetle amel olunarak talâkın başlangıcı, temizlik devresinin başında olur. On beş gün temizlik beş gün hayız; yirmi gün eder. Bu üç defa tekrarlanır ve yekûn altmış gün eder.

İmameyn’e göre cariyenin en az iddet devresi yirmi bir gündür: Üç gün ilk hayız on beş gün temizlik üç gün ikinci hayız; yekûn yirmi bir gün eder. Hasan’m Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği görüşe göre; cariyenin iddetinin en az müddeti kırk gündür. İmam Muhammed’in rivayetine göre otuz beş gündür. Hâmile bir kadının talâkı doğum yapması şartına bağlanırsa; İmam Muhammed’in Ebû Hanîfe’den olan rivayetine kıyas yapılması halinde iddetini seksen beş günden az bir müddet içinde tamamladığını iddia ederse; iddiası tasdik edilmez. Hasan’ın Ebû Hanîfe’den olan rivayetine kıyas yapılması halinde iddetini yüz günden daha az bir müddette tamamladığını iddia ederse; iddiası tasdik edilmez.

Ebû Yûsuf un kavline kıyas yapılması halinde iddetini altmış beş günden daha az bir müddette tamamladığını iddia ederse; iddiası tasdik edilmez. Cariye hakkında ise; bir rivayete göre bu müddet altmış beş gün, Hasan’ın rivayetine göre yetmiş beş gün, Ebû Yûsuf a göre kırk yedi gün, İmam Muhammed’e göre otuz altı gün 3 saattir. İyice düşünen kimse Allah (cc) m tevfikiyle bunu anlar.

Sonra hayızdan kesik kadın ile yaş küçüklüğü sebebiyle hayız görmeyen kadın ay başında boşanmış ya da kocası ölmüş ise, -gün sayısı noksan da olsa- aylar; gökteki hilâllere göre hesaplanır. Bu hususda icmâ edilmiştir.

Kocanın boşaması ya da ölümü ay ortasında vukûbulmuşsa, aylar otuzar gün olarak hesaplanır. Boşanma halinde bu kadın doksan gün, kocasının vefatı halinde yüz otuz gün müddetle iddet bekler. Bu görüş Ebû Yûsuf dan rivayet edilmiştir. Kendisinden rivayet edilen başka bir görüşe göre ise -ki bu İmam Muhammed’in kavlidir- boşama ay ortasında vukûbulduğu takdirde, bu ayın geri kalan günlerini sonra da iki ayı hilâl hesabıyla tamamlar. Dördüncü ayda da ilk ayı otuza tamamlayacak sayıda gün bekleyerek iddetin tamamlanması gerekir. Çünkü asloian ayların hilâllere göre hesaplanmasıdır. Ancak bu mes’elenin ilk ayında olduğu gibi, bu imkânsız olursa, o zaman günlere göre iddet beklenir. Çünkü günler (otuz olduğunda) bir aym bedeli olurlar. Ama iddetin kalan kısmında hilâllere göre iddet beklenir.

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; birinci ay sona ermeden ikinci ay girmez ve iddet müddetinden sayılmaz. Birincisi tamamlanmadan sona ermiş olmaz. Şu halde ilk aym eksiği ikinciden tamamlanır. Aynı şekilde ikincinin eksiği de üçüncüden tamamlanır. Şu halde iddetin tamamında hilâlleri esas almak imkânsız olmuştur, ilâ müddeti ve bir işi bir sene müddetle yapmamaya yemin etme halinde yemin müddeti, kira vb. şeylerin müddeti hep buna göre hesaplanır.

Kadın; ‘iddetim sona erdi’ derse; sözü tasdik edilir. Çünkü o bu hususda güvenilirdir. Kocası onu yalanlarsa; mudi gibi kadına yemin ettirilir. [89]

Hayızdan Kesilme (Menapoz):

Hayızdan kesilmenin (menapozun) sının hususunda arkadaşlarımız ihtilaf etmişlerdir: Bazıları dediler ki; bu hususda kadının yakınlarından olan akranları nazar-ı itibara alınır.

Bir görüşe göre denildi ki; bu hususda kadının yapısı nazar-ı itibara alınır. Çünkü hayızdan kesilme yaşı şişmanlığa ve zayıflığa göre değişir, imam Muhammed’in bunu altmış yaş olarak belirlediği rivayet edilmiştir. Yine ondan rivayet edildiğine göre o, rum kadınlarında bunu elli beş, melezlerde ise altmış yaş olarak belirlemiştir. Melezler için bunu elli yaş olarak belirlediğine dâir zayıf bir görüş de vardır. Aslında bu, şu ayırım yapılmadan hayızdan kesilme yaşı elli beş olarak belirlenmiştir. Bu Hasan’ın Ebû Hanîfe’den rivayetidir.

Yine ondan gelen bir rivayete göre; hayızdan kesilme yaşı elli beş -altmış arasıdır. Nevâdirü’s- Salâh’da İmam Muhammed dedi ki; ‘yaşlı ve acuze bir kadın hayız müddeti içinde kanama görürse ve bu bir hastalıkdan dolayı değilse; hayızdır.1

Muhammed b. Mukatil er- Râzî dedi ki; ‘bu, o kadının hayızdan kesik olduğuna hükmedilmiş değilse, hayızdır. Ama böyle bir hüküm verilmemişse, bu kan hayız kanı olmaz. Sahih olan da budur.1

Bir kadın hiç hayız görmeden yaşar ve nihayet emsallerinin umumiyetle hayız görmedikleri bir yaşa gelirse; o kadının hayızdan kesikliğine hükmolunur. Câmiü’s- Sağîr’de ifade edildiğine göre; bir kadın hiç hayız görmeden otuz yaşına varırsa, artık onun hayızdan kesikli&ine hükmolunur. [90]

İddet Bekleyen Kadına Evlenme Teklifi:

İddet bekleyen bir kadına evlenme teklifinde bulunmak uygun değildir: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Kadınlarla evlenme hususundaki düşüncelerinizi üstü kapalı biçimde anlatmanızda size günah yoktur.” (Bakara: 235). Bu âyet-i kerîmede bahsi geçen kadınlardan kasdın; iddet beklemekte olan kadınlar olduğunda icmâ vardır. Zira Allah (cc) üstü kapalı biçimde evlenme teklifinde bulunmanın günah olmayacağını beyan buyurmuştur. Bu demektir ki, böyle bir teklifde bulunmamak evlâdır. Şu halde iddet beklemekte olan bir kadına açıkça evlenme teklifinde bulunmanın mekruh olması evleviyetle lâzımgelir.

Ama ona böyle bir isteğin duyurulmasında sakınca yoktur:

Çünkü Allah (cc) bu şekilde yapılan teklifin günah olmayacağını beyan buyurmuştur. Bu da örtülü biçimde evlenme teklifinde bulunmanın mübahlığma delalet etmektedir.

Rivayet edildiğine göre; ‘Hz. Peygamber (sas) iddet bekleme halindeki Ümm-ü Seleme (ra) nin bulunduğu odaya girmiş, ellerini hasırın üzerine koyup üzerine yaslanarak kendisinin Allah (cc) katındaki mertebesini anlatmış, elinin üzerine bütün ağırlığını verdiği için, hasır elinde iz yapmıştı.’ Bu da Hz. Peygamber (sas) in Ümm-ü Seleme (ra) ye üstü kapalı bir şekilde evlenme teklifinde bulunmasıdır.

Üstü kapalı biçimde evlenme teklifine şu cümleleri örnek gösterebiliriz: ‘Sana rağbetim vardır’, ‘seninle evlenmeyi arzuluyorum1, ‘seninle evlenirsem, sana çok iyi davranırım’, ‘senin gibilere rağbet edilir ve senin gibiler erkeklere elverişlidirler1 vb.

Nehâî’den naklolunduğuna göre; iddet beklemekte olan bir kadına bir erkeğin hediye vermesinde ve yaptığı işlerdense, kadının işini yapmasında bir sakınca yoktur. Bu kadına açıkça evlenme teklifinde bulunmak; meselâ ona; ‘seni nikahlıyorum’ veya; ‘seninle evleniyorum’ gibi sözleri söylemek mekruhtur. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Sakın onlara gizlice buluşma sözü vermeyin” (Bakara: 235). Bu hususda Hz. Peygamber (sas) de şöyle buyurmuştur: “Gizlice buluşmak, nikâhtır.” Bütün bunlar üç talâkla boşanıp ya da kocası ölüp de, iddet beklemekte olan kadınlar hakkındadır. [91]

Boşanan Kadına Evlenme Teklifi:

Ric’î talâkla boşanan kadına gelince; -açıkladığımız gibi; onun ilk nikâhı yürürlükde olduğu için- ona ne açık bir ifadeyle, ne de imalı sözlerle evlenme teklifinde bulunulabilir. [92]

Îddet Bekleyen Kadınların Uyması Gere­ken Esaslar

Bulûğa ermiş, müslüman, hür veya cariye olan bir kadın sahih nikâhdan sonra vefat veya bâin talâk sebebiyle iddet bekliyorsa; üzerine hidad lâzımgelir: Buna ihdad da denilir. Bunun delili şu hadîs-i şerîfdir; rivayet edildiğine göre, kocası ölen bir kadın iddet beklemekte olduğu yerden başka bir yere taşınmak maksadıyla varıp Hz. Peygamber (sas) den izin istemiş, Hz. Peygamber (sas) de ona şu cevabı vermiştir: “Sizden biri daha önceleri (câhiliyyet devrinde) en kötü giysileri içinde

bir sene bekliyordu da, (şimdi) dört ay on gün mü bekliyemiyor?” [93] Bu da gösteriyor ki, bu durumda olan bir kadının en kötü giysileri içinde dört ay on gün beklemesi gerekir.

Başka bir hadîs-i şerîfde de Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Allah (cc) a ve âhiret gününe inanan bir kadının bir ölü-. için üç gün veya daha fazla müddetle yas tutması helâl olmaz. Ancak

kocası için dört ay on gün müddetle bunu yapması müstesnadır.”[94]

Rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (sas) iddet beklemekte olan kadmm kına yakmasını yasaklamış ve; “Kına kokudur.”[95] buyurmuştur. Bu hüküm iddet bekleyen bütün kadınları kapsamaktadır.

Bu kadınların iddet esnasında evlenmeleri haram kılındığına göre, koca arama vaziyetine düşmüş olmamak için süsten sakınmaları da emredilmiştir. Bu yasak üç talâkla boşanan kadını da, kocası ölen kadını da, iddet bekleme devresini de kapsamaktadır. [96]

Matem (Yas) Tutmak:

Matem dediğimiz hidad veya ihdad; kadının barınma ve nafaka gibi ihtiyaç ve masraflarının karşılanmasına sebeb olan nikâh nimetinin ortadan kalkmasındaki üzüntüyü açığa vurmak maksadıyla vâcib olmuştur ki, bu da üç talâkla boşanan kadında ve kocası vefat eden kadında mevcud olan bir durumdur.

Hidad; güzel koku sürünmeyi, süslenmeyi, göze sürme çekmeyi, başa yağ sürmeyi ve kına sürünmeyi bırakmak demektir. Ancak bir mazeret sebebiyle bunları kullanabilir: Zira Hz. Peygamber (sas) hidad halindeki kadının kına yakmasını yasaklayarak; “Kına kokudur. ” buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki, hidad halindeki kadının koku sürünmesi sakıncalıdır. Koku sürünmüş, aspurlanmış veya safranlanmış bir giysiyi giymesi de bu sakıncanın kapsamına girer. Hatta demişler ki, bu gibi bitkilerle boyanan bir elbise yıkandığında üzerindeki bu boya gitmese bile, hidad halindeki kadının bu elbiseyi giymesi caiz olur. Çünkü o bitkinin o elbise üzerinde artık kokusu kalmamıştır. Kadının bu bitkilerle boyanan elbiseden başka elbisesi yoksa, bunu giymesi caiz olur.

Çünkü başka elbisenin olmayışı bir mazerettir.

Hidad halindeki kadın saçını tarayamaz. Çünkü taranmak süstür. Ama illa da taraması gerekiyorsa, seyrek dişli tarak ile taramalıdır. Dişlerinin arası dar olanla taramamahdır.

Takı da takamaz: Çünkü takı da süstür. İnce ketenden ve benzeri şeylerden yapılma elbiseleri giyemez. Çünkü bunlar da süs içindir. Ebû Yûsufdan rivayet edildiğine göre; ince ketenden ve kırmızı ipekten yapılma elbiseleri giymesinde bir sakınca yoktur. Hülâsa bu tip elbiseler hem ihtiyaç hem de süs için giyilirler. Ne maksatla giymişse, o maksadı nazar-ı itibara alınır.

Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (sas) üç talâkla boşanıp iddet beklemekte olan kadının gözlerine sürme çekmesine izin vermemiştir. Fakat tedavi halinde hüküm bunun hilâfmadır. Çünkü tedavi bir mazerettir. Tedavi söz konusu olunca, kadın zaruri olarak sürme çeker. Ama süslenmek maksadıyla sürme çekemez.

Aynı şekilde üç talâkla boşanıp da, iddet beklemekte olan bir kadın daha evvel alışkanlık haline getirdiği ve sürme çekmeyi, başına yağ sürmeyi bıraktığı takdirde bir hastalık meydana gelmesinden korkarsa; sürme çekmesi ve yağ sürünmesi mübâh olur. [97]

Matem Tutmayacak Olan Kadınlar:

Yaşı küçük olan, deli olan kadınların matem (hidad) tutmaları gerekmez., Çünkü bunlar dinî emirlere muhatap değildirler. Kaldı ki, bu bir ibadettir. Öyle ki, bu kâfir kadınlara da vâcib olmaz. Ama cariyeye vâcibdir. Çünkü cariye ibadete ehildir. Bu hükümle efendinin hakkı iptal edilmemektedir.

Fâsid nikâha dayalı bir evlilikten sonra boşanan veya kocası ölen kadının hidad tutması gerekmez. Çünkü kadın bu nikâhın zevalinden dolayı üzüntü duymaz. Zira bu nikâh, zevali vâcib olan bir şeydir. Fâsid nikâh nimet değil, nikmettir (nimetin zıddıdır). Nikmetin zevali ise, nimettir. [98]

İddet Esnasında Evden Çıkmamak:

Kocasından üç talâkla boşanan kadının id d eri esnasında gece ve gündüz evinden dışarı çıkması doğru olmaz: Bununla alâkalı olarak Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onları evlerinden dışarı çıkarmayın. Kendileri de çıkmasmlar.” (Talâk: 1). İddet beklemekte olan kadının nafakası kocasına âit olduğundan, normal evli bir kadın gibi evden dışarı çıkmaya ihtiyacı yoktur. Hatta kocası nafaka vermemek üzere onunla muhâlaâ yaparsa; bir görüşe göre geçimini sağlamak için gündüzleyin evden dışarı çıkabilir. Başka bir görüşe göre çıkamaz. Esahh olan da budur. Çünkü kadının kendisi nafakasının verilmemesini benimsemiştir. Bu hüküm üzerine hul’ yapılan kadının kendisine barınak verilmemesi şeklinde hakkının iptaline tesir etmez. Onun evden dışarı çıkması caiz olmaz.

Kocasının ölümü sebebiyle iddet beklemekte olan kadın gündüzleyin dışarı çıkabilir. Gecenin bir kısmında da çıkabilir. Ancak geceyi evinde geçirir: Kendisine nafaka verecek bir kimse bulunmadığından ötürü geçimini sağlamak için gündüzleyin dışarı çıkmak mecburiyetinde kalır ve dışarıda kalışı bazan geceye kadar da uzayabilir.

İmam Muhammed’den rivayet edildiğine göre; gecenin yansından az bir müddetle evinden başka bir yerde gecelemesinin sakıncası yoktur. Bunun sebeplerini açıklamıştık.

Cariye her iki iddet halinde de efendisinin ihtiyaçları için gece ve gündüz dışarı çıkabilir: Eğer dışarı çıkması yasaklanırsa, hakkı iptal edilmiş olur. Kul hakkı Allah (cc) m hakkından evvel gelir. Cariyeyi efendisi banndırmışsa, iddette bulunduğu müddetçe evden dışarı çıkamaz. Meğer ki, efendisi onu evden çıkarsın…

Mükâtebe olan cariye ve ehl-i kitabdan olan kadın da evden dışarı çıkabilir. Ancak koca ondaki döl suyunu muhafaza etmek için evden dışarı çıkmaktan menederse, o zaman çıkamaz.

Deli ve bunak kadın da zımmiye kadın gibidir. Çocuk yaşdaki kadın da evden dışarı çıkabilir. Çünkü o, ibadetle mükellef değildir. Kocası da onu evden dışarı çıkmakdan menedemez. Menetmesi, onun rahmindeki çocuğu muhafaza etmek içindir. Yaşı küçük kadının rahminde ise, çocuk bulunmaz. Ric’î talâkla boşanan kadında ise, hüküm bunun hilâfinadır. -Evvelce de açıkladığımız gibi- evlilik hukuku devam ettiğinden, kocasının izni olmadan evden dışarı çıkamaz. [99]

Kadının Îddet Beklediği Ev Ve Oradan Çıkmaması:

Kadın ayrılığın vukûbulduğu esnada oturmakta olduğu evde iddetini bekleyip geçirir: Çünkü Allah (cc) m kelâmında; “Evlerinden…” (Talâk: 1). Duyurulmuştur. Ev onlara izafe edilmiştir. Çünkü evde oturan, kadının kendisidir. Kocası öldürülen bir kadına Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Farz olan bekleme müddeti doluncaya kadar evinde otur.”

Ancak ev yıkılır veya evden çıkarılır ya da ev kirasını ödeyemediği için oradan başka yere taşınırsa, evden çıkabilir: Çünkü bu durumda kadın zarara uğrar. Ev yıklırsa, kadının harabede barınması halinde canı ve malı emniyette olmaz. Sonra denildi ki, istediği yere taşınabilir. Ama üç talâkla boşanıp da, iddet beklemekte ise, kocanın istediği yere taşınır. Çünkü;

“Onların zevcelerini oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun.” (Talâk: 6), emrinin muhatabı erkeklerdir. Kocanın mirasçıları veya ev sahibi kadını başka yere naklederlerse, kadın bunda mazurdur. Hz. Ali (ra) nin kızı Ümm-ü Külsûm (ra) Hz. Ömer (ra) ile evli olup, emirlik konağında ikamet ediyordu. Hz. Ömer (ra) şehid edildiğinde Hz. Ali (ra) kızını o konaktan alıp başka bir konağa nakletmişti. Hz. Âişe (ra) nin kızkardeşi de Talha (ra) ile evli idi. Talha (ra) şehid edildiğinde Hz. Âişe (ra) kızkardeşini onun evinden alıp başka yere nakletmişti.

Ev sahibi evinde oturup iddet beklemekte olan kadından ecr-i misilden fazla kira talebinde bulunduğunda kadın zarara uğramasın diye, oradan çıkarılabilir. Bu, şu mes’eleye benzer; yolcu bir kimse abdest almak için su satın almak ister de, su sahibi ondan rayiç bedelden fazla bir para isterse, o suyu satın almayıp teyemmüm etmesi caiz olur.

Bir kimse aynı odada oturduğu karısını bâin talâkla boşarsa, aralarına perde çeker. Kadının kocası ölünce, kocasının mirasçılanyla kadının arasına perde çekilir. Bunu yapmazlarsa, fitneden sakınmak için kadın başka bir yere taşınır. Boşayan koca kadının bulunduğu beldeden başka bir yerde ise, ev sahibi de kirayı isterse; hâkimin izniyle kirayı ev sahibine kadının kendisi verir ve bu para koca üzerine borç kaydedilir. [100]

Hamileliğin En Az Ve En Çok Müddetleri

Hamileliğin en az müddeti altı aydır. Zira rivayet edildiğine göre adamın biri bir kadınla evlenmiş, evlendikten altı ay sonra kansı doğum yapmıştı da; Hz. Osman (ra) o kadını recmetmeye yeltenmişti. Bunu üzerine İbn. Abbas (ra) onlara şöyle demişti; ‘eğer Allah (cc) in Kitabını delil olarak ileri sürüp, sizinle tartışıp muhakeme olsaydım, sizi mağlub ederdim. Zira bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onun (rahimde) taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (Ahkaf: 15).

“Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirîer. (Bakara: 233). Demek ki hamilelik için geride altı ay kalmaktadır.

Hamileliğin en çok müddeti ise, iki senedir: Rivayet edildiğine göre Hz. Âişe (ra) bu hususda şöyle demiştir; ‘örekenin çengeli ile tutturulsa bile, bir çocuk ana rahminde iki yıldan fazla kalmaz.1 Bu tevkifî olarak (yani Hz. Âişe dediği için) bilinen bir şeydir. Çünkü bu akla sığmayan bir durumdur. Ama sanki o bunu Hz. Peygamber (sas) den rivayet etmiştir.

Bir kadın iddetinin sona erdiğini ikrar edip sonra altı aydan daha az bir müddetle çocuk doğurursa, bu çocuğun nesebi sabit olur: Çünkü yalan söylediği kesin olarak ortaya çıkmış ve hiç ikrarda bulunmamış gibi olur. Bu durumda ikrar tarihinden altı ay sonra doğum yapmışsa, çocuğun nesebi sabit olmaz: Çünkü bu durumda yalanı ortaya çıkmamıştır ve ikrardan sonraki bir hâmilelikden dolayı çocuk doğurmuş olur ve nesebi de sabit olmaz.

Ric’î talâkla boşanmış olan bir kadın iddetinin bittiğini ikrar etmedikçe, iki seneden fazla bir zaman içinde dahi doğum yaparsa, çocuğun nesebi kendisini boşamış olan kocasından sabit olur:

Kadının temizlik devresi uzadığından cinsî münasebet ve hamileliğin iddet içinde meydana gelmiş olması muhtemeldir. Eğer iki seneden daha az bir müddette çocuk doğarsa, iddet sona erdiği için kadın bâin olarak boşanmış olur ve hamilelik de nikâh hükmü ya da iddet devam ettiği müddet içinde meydana geldiğinden dolayı çocuğun nesebi de yine kocasından sabit olur.

Çocuğun iki seneden az bir zamanda doğması, kocasının karısına döndüğü mânasına gelmez: Çünkü bu hamilelik boşanmadan evvel meydana geldiği gibi, boşanmadan sonra da meydana gelmiş olabilir. Şüphe ile karısına ric’at etmiş sayılamaz.

Eğer çocuk iki sene veya daha fazla bir zaman geçtikten sonra doğarsa, koca karısına dönmüş sayılır: Çünkü hamilelik boşanmadan sonra oluşmuştur. Açıkça bilindiği gibi bu çocuk o kocadandır ve o koca karısıyla -her ikisinin durumunu en iyiye ve en güzele yormak için diyoruz ki- iddet müddeti içinde cinsî münasebette bulunmuştur.

Üç talâkdan veya ölümden sonra iddet bekleyen kadının iki seneden daha az bir müddet içinde doğurduğu çocuğun nesebi kocasından sabit olur: Zira hamileliğin boşanma vaktinden mevcud olması ihtimali vardır. Yatak bağı kesin bilgi ile de zail olmaz ve çocuğun nesebi ihtiyaten sabit olur.

İki seneden fazla bir müddet içinde doğan çocuğun nesebi ise, ancak kocanın; çocuğun kendisinden olduğunu iddia etmesiyle sabit olur (İmam Züfer): Hamileliğin boşanmadan sonra vukûbulduğunu kesin olarak anladığımız için -kendisinin; ‘bu çocuk bendendir1 diye iddiada bulunması hâriç- bu çocuk o kocadan değildir. Bu durumda koca o kadınla iddet şüphesiyle cinsî münasebette bulunmuş gibi olur.

İmam Züfer dedi ki; ‘vefat iddetinde iddetin bitiminden altı ay sonra çocuk doğarsa, nesebi sabit olmaz. Çünkü Şeriat, vefat iddetinin ay hesabıyla beklenip tamamlanmasına hükmetmiştir ve bu kadının ikrarı gibi olur,’

Buna verilecek cevap şudur; vefat iddetinin tamamlanmasının başka bir şekli de vardır: Bu şekil de doğumdur. Küçük yaşdaki kadının hükmü bunun hilâfınadtr. Çünkü aslolan küçük yaşdaki kadının cinsî münasebete mahal olmayışı sebebiyle hâmile kalmamasıdır. Bulûğda şüphe meydana gelmiştir.

İddet bekleyen bir kadının çocuğunun nesebi ancak iki erkeğin (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed) veya bir erkekle iki kadının şâhidliğiyle, yahut kadının hamileliğinin açıkça belli olması veya kocasının itirafı yahut da mirasçıların tasdiki ile sabit olur: îmameyn dediler ki; ‘bir kadının şâhidliği ile de sabit olur. İddet devam ettiği için evlilik bağı mevcuttur. Bu da tıpkı nikâhın mevcudiyeti gibi nesebin sübûtunu gerektirir.1

Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre kadın doğum yaptığını ikrar ederse, iddet sona ermiş olur. Sona ermiş olan bir şey ise, hüccet olamaz. Nesebin isbatma ihtiyaç vardır. Şu halde kâmil bir hüccet gereklidir.

Hamileliğinin açıkça görülmesi veya kocanın, çocuğun kendisinden olduğunu itiraf etmesine gelince; nesep doğumdan evvel sabit olur. Ancak belirlenmesine ihtiyaç vardır ki, bu da kadının şâhidliğiyle sabit olur. Ölümden sonra mirasçıların tasdiki ile de sabit olur. Bu, miras hukuku bakımından elbette ki böyledir. Çünkü hak onlarındır. Nesebe gelince; eğer onlar şâhidlik ehliyetine sahip iseler, onların şâhidlikleriyle sabit olur. İtiraf etmeleriyle kendi haklarında sabit olmaz. Kendi haklarında sabit olmasına bağlı olarak başkaları hakkında da sabit olur.

Ric’î talâk ile (Ebû Yûsuf) veya üç talâkla boşanan küçük yaşdaki kadının çocuğunun nesebi ancak dokuz aydan daha az bir müddetle doğmuş olmasıyla sabit olur. Kocasının ölümünden sonraki iddetinde ise, çocuk on ay on günden kısa bir müddet az bir zamanda doğmuşsa, nesebi sabit olur: Ebû Yûsuf üç talâkla boşanmış olan hakkında dedi ki; ‘iki seneye kadar sabit olur. Çünkü iddet beklemekte olup, iddetinin sona erdiğini ikrar etmemiştir. Hâmile olması muhtemeldir ve o kadın -yaşı küçük de olsa- bâliğa kadın gibi olur.’-

Ebü Hanîfe ile îmam Muhammed’e göre kadının iddetinin sona ermesiyle bir cihet belirlenir ki, o da aylardır. İddetin sona erdiği hususunda dinî hüküm geçerli olunca, bu ikrardan daha kuvvetli olur. Çünkü ikrarda yalan olabilir ama, bunda olamaz.

Ric’î talâkla boşanmış olan kadına gelince; Ebû Yûsuf dedi ki; nesep yirmi yedi aya kadar sabit olur. O, cinsî münasebetin iddetin en sonunda -ki o üç aydır- yapıldığını var sayıyor. Sonra da buna hamileliğin en fazla müddeti olan iki seneyi ekliyor.

Yaşı küçük olup, bulûğa ermemiş olan bir kadın iddet müddeti içinde iken hâmile olduğunu iddia ederse, o; hüküm bakımından yaşı büyük kadın gibidir. Çünkü onun bulûğa ermiş olduğu kendi ikrarıyla sabit olur.

Bir erkek karısına; ‘çocuk doğurursan, sen boşsun’ der ve bir kadın onun doğum yaptığına şâhidlik ederse; kadm boş olmaz (Ebû Yûsuf, imam Muhammed): İmameyn dediler ki; ‘boş olur.’ Zira Hz. Peygamber (sas) bu hususda şöyle buyurmuştur: “Erkeklerin farkına varamıyacaklan hususlarda kadınların şâhidlikleri caiz olur.” Kadının şâhidliği doğum hususunda hüccet olur. Doğuma bağlı olarak oluşacak olan hüküm -ki bu da boşamadır- hususunda da hüccet olur.

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; kadın, kocasının söylediği talakın vâki olduğunu iddia etmiştir. Bu ancak tam bir beyyine ile sabit olur. Kadının şâhidliği doğum hususunda zarurîdir ve bunun hükmü boşanmaya sirayet etmez. Çünkü bu, ondan ayrı bir mes’eledir.

Bu gebeliği koca itiraf ederse, kadın mücerred sözüyle boş olur

(Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki;’doğuma şâhidlik eden bir kadının şâhidliği gereklidir. Çünkü karısı bir iddiada bulunmuştur. Bu sebeple bir hüccet gereklidir.’

Ebû Hanîfe’ye göre koca karısının gebeliğini itiraf etmiştir. Bu itirafı doğum için de bir ikrar olur. Çünkü gebelik doğuma yol açar ve koca da karısının güvenilir olduğunu ikrar etmiştir. Ama kadın kendi güvenilirliğini reddederse, sözü kabul edilir ve boş olur.

Bir efendi cariyesine; ‘eğer karnında çocuk varsa, o bendendir’ der ve bir kadın da onun doğumuna şâhidlik ederse; cariye onun ümm-ü veledi olur: Çünkü artık ihtiyaç çocuğun berlirlenmes inedir. Bu da ebe marifetiyle sabit olur ve bu hususda icmâ edilmiştir. [101]

Nafaka

Nafakanın vâcib oluşunun delili şu âyet-i kerîmedir;

“Onları gücünüzün ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Onları sıkıştırıp (gitmelerini sağlamak için) kendilerine zarar vermeye kalkışmayın…. İmkânı geniş olan nafakayı imkânlarına göre verem “(Talâk: 6-7).

îbn. Mes’ûd (ra) yukarıdaki âyet-i kerîmeyi şöyle okumuştur:

“Onları oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. Gücünüzün ölçüsünde onlara nafaka verin. “Onun bu kıraati Hz. Peygamber (sas) den ettiği rivayet gibidir.

Nafaka hususunda Allah (cc) şöyle buyurur:

“Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba tarafına aittir. “(Bakara: 233).

“(Mallarından harcama yaptıkları için) erkekler kadmlann idarecisi ve koruyucusudurlar. “(Nisa: 34).

Ebû Hamza er-Rakkası, amcasının şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Teşrik günlerinin ortasında Hz. Peygamber (sas) in devesinin yularım tutuyordum. İnsanlar kendisiyle vedalaşırken onlara şöyle buyuruyordu: Kadınlar hakkında Allah (cc) dan korkun. Uygun olarak onların giyecek

ve yiyeceklerim temin etmek size düşer.”[102]

Hz. Peygamber (sas) Ebû Süfyan (ra) m kansı Hind (ra) e şöyle buyurmuştu: “Kendine ve çocuğuna uygun olan yetecek miktarı kocanın

malından al. [103]Nafakayı vermek kocaya vâcib olmasaydı, Hz. Peygamber (sas) Hind1 e böyle bir emir vermezdi.

Nafakanın, kocanın üzerine vâcib olmasının sebebi; kadının kocasının yanında alıkonmasıdır. Tabii, -eğer kadın onun cinsî münasebette bulunması, cinsî münasebetin mukaddemelerini yapması gibi şehevî bakımdan kendisinden faydalanmasına imkân tanıyorsa veya nikâh bağının kopmasından sonra rahminde kocasına âit döl suyunu muhafaza ediyorsa; yani iddet bekliyorsa- nafakayı hakeder. Kadın kocasının hakkı olarak kocasının yanında alıkonulunca, çalışıp para kazanamaz ve nafakasını temin edemez. Bu durumda kocasından da nafaka almayı hakedemezse, açlıktan ölür.

Kadın kocasının evinde kendisini kocasına teslim ettiği zaman; nafakasını, giyeceğini ve meskenini temin etmek -geçen deliller mucibince- kocasına âit olur. Nafakada erkeğin malî kudretine itibar olunur: Bununla alâkalı olarak Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“İmkânı geniş olan nafakayı imkânlarına göre versin. Rızkı daralmış bulunan da, Allah (cc) m kendisine verdiği kadarından nafaka versin. “(Talâk: 7). Kerhî de bu görüşü benimsemiştir.

Hassâfm benimsediği görüşe göre; nafakanın miktarında kan-kocanın her ikisinin durumu nazar-ı itibara alınmalıdır. Eğer her ikisi de varlıklı iseler, kadına varlıklı kimselerin nafakası verilir. Yok eğer yoksul iseler, kadına yoksul kimselerin nafakası verilir. Kadın varlıklı koca yoksul ise; kadına yoksul kimselerin nafakası verilir. Eğer bunun aksi söz konusu ise, kadına varlıklı kimselerinkinden daha az miktarda nafaka verilir. Kan-kocadan biri aşın derecede varlıklı ve diğeri aşın derecede yoksul ise; kadına orta derecede nafaka verilmesine hükmedilir.

Nafakayı verme hususunda koca yoksul olduğunu söylerse, söz onundur; çünkü o inkâr edicidir. Kadın da davacı olduğu için, getirdiği beyyine kabul edilir. O nafakada israfa ve cimriliğe kaçmaksızın, kadına yetecek miktarda kararlaştırılır: Ebû Süfyan (ra) in kansı Hind (ra) ile alâkalı olarak geçen hadîs-i şerîfde bunun gerekçesi vardır. O hadîs-i şerîfde uyulması gereken mecburî bir nafaka ölçüsü yoktur. Çünkü nafakanın miktan zamana, tabiatlere, bolluk ve kıtlığa göre değişir. Orta derecedeki nafaka; kadına yetecek miktarda buğday ekmeği ile katığıdır.

Kadının nafakası aylık olarak takdir edilip kendisine takdim edilir: Çünkü nafakaya her saatte hükmetmek veya müddetin tamamı için hükmetmek mümkün olmadığından, bunu aylık olarak takdir ettik. Çünkü bir ay vâdelerin en yakını ve orta olanıdır. Kadının elbisesi ise, her altı ayda bir verilir: Sıcaklık ve soğukluğun değişmesi sebebiyle kadın elbiseye her altı ayda bir ihtiyaç hisseder.

Koca nafakayı şahsen kendisi verebilir. Ancak nafakayı vermeyeceği hâkim tarafından anlaşılırsa, -açıkladığımız üzere- hâkim onun aylık nafaka vermesine hükmeder. Nafaka her vakitte bolluk ve kıtlığa göre takdir edilir. Miktarı dinar ve dirhemlerle takdir olunmaz. Kadın kendisine yetmeyecek bir nafaka üzerine kocasıyla anlaşıp sulh olursa, talepde bulunması halinde hâkim eksik kalan nafakayı tamamlar. Erkek sofra sahibi ise, nafaka vermesi farz kılınmaz, ama giysi vermesi farz kılınır.

Bunlardan başka bir de kendisine hizmetçi nafakası takdir edilir: Koca kadının rızasını almadan ona hizmet etmek üzere kendi hizmetçilerinden birini veremez. Ebû Yûsuf dedi ki; ‘kadın için iki hizmetçi takdir edilir. Çünkü kadın bunlardan birisinin hizmetine evde, diğerininkine ise, ev hâricinde ihtiyaç duyar.’

Ebû Hanîfe ile İmam Muhammed’e göre kadına bir hizmetçi yeter, iki taneye ihtiyaç yoktur. Hatta denilmiştir ki, kadın kendi kendine yetiyorsa, kocanın ona hizmetçi nafakası vermesi gerekmez. Başka bir görüşe göre denildi ki; kadın eğer eşraf kızlarından ise; biri hizmetini görmek, diğeri de ulaklık yapmak ve ev işlerini görmek üzere, kendisine iki hizmetçi nafakası takdir edilmelidir.

Hasan’m Ebû Hanîfe’den rivayetine göre; koca eğer malî sıkıntı içinde ise, kadın için hizmetçi nafakası takdir edilmez. Hizmetçisi yoksa bile, ona hizmetçi nafakası takdir edilmez. Kadın fakir olup kendi hizmetini kendisi görmekte ise, yine onun için hizmetçi nafakası takdir edilmez.

Yazlık giysi; bir gömlek, baş örtüsü ve kaftandır. Kışın ise bunlara ilave olarak erkeğin malî kudretine göre bir manto ve şalvardır. Varlıklı erkeğin sabur yapısı bir kaban, ibrişim baş örtüsü ve keten şal vermesi gerekir. Kışın da buna ilâve olarak manto ve şal vermesi gerekir. Kadın üzerinde yatmak için yatak isterse, bunu almaya hakkı vardır. Çünkü yerde yatması belki de ona eziyet verir ve hastalanır.

Buna ilâveten onu sıcaktan ve soğukdan koruyacak bir örtü verilmesi de gerekir. Bu âdete ve yöreye göre değişir. Kadının hizmetçisine de yazın ham ketenden bir gömlek ve izar (etek ve peştemal gibi) verilir. Kışın ise; gömlek, izar, manto ve aba, iki mest verilir. Hizmetçi kadına hizmet etmekten imtina ederse, kendisine nafaka verilmez. Çünkü nafakası hizmeti karşılığındadır. Zevcenin hükmü bunun hilâfınadır; çünkü o -başka bir sebepden değil- sırf evden dışarı çıkmamak ve evde alıkonulmak karşılığında nafakayı hakcder. Ekmek ve yemek pişirmek istememesi halinde kadın bu işleri yapmaya zorlanamaz. Bu işleri yapacak biri kendisine verilir. Çünkü kadına yemek vermek kocanın vazifesidir. Dediler ki; kadın bu işleri yapmaya muktedir değilse veya eşraf kızı ise; bu işler başkasına yaptırılır. Ama yapmaya muktedirse ve kendi hizmetini kendisi görebiliyorsa, -zorluk çıkarıldığından dolayi-bu işi yapmaya mecbur tutulur. [104]

İtaat Etmeyen Kadının Nafakası:

Kadın itaatsizlik ederse, nafaka alamaz: Rivayet edildiğine göre; Fâtıma binti Kays kocasının ailesi ile geçinemeyince, Hz. Peygamber (sas) onu İbn. Ümmü Mektûm (ra) un evine taşımış ve onun için ne nafaka ve ne de mesken takdir etmişti. Çünkü kadına nafakanın verilmesini vâcib kılan sebep; onun kendisini kocasının evine kapatmasıdır. Ne var ki, bu mes’elede bu sebep ortadan kalkmıştır. Ama kocasının evinde kalıp da, kendisini kocasına teslim etmezse; nafakasını alma hakkı devam eder. Çünkü bu takdirde kocası ona zorla da sahip olabilir. İzinsiz olarak evden çıkıp gittiği için nafakası kesilen kadın eve dönerse; yeniden nafaka alma hakkı doğar. Çünkü kendisini tekrar kocasının evine kapatmıştır.

Mehri ödeninceye kadar kendisini kocasından sakındıran kadın nafakasını alma hakkına sahiptir: Kadın hakkını almak için kendisini kocasından sakındırabilir. Bu durumda nafakası kesilirse, zarara uğrar. Bu zararın da, kadının hakkını ödemekten imtina eden zâlim kocaya ilhakı (Ödetilmesi) gerekir. Kadının kendisini kocasına teslim etmeyişinin sebebi kocasından kaynaklandığından dolayı, kadın böyle bir itaatsizliği yapmamış gibi olur. Kadının kendisini sakındırması gerdekten evvel de olsa, gerdekten sonra da olsa; bu hüküm değişmez.

İmameyn dediler ki; ‘kadın bunu gerdekten sonra yaparsa; kendisine nafaka verilmez. Çünkü o mehrin karşılığı olan tenasül âletini daha evvel kocasına teslim etmiştir. Bu âletin bedeli olan mehri tahsil etmek için artık kendisini kocasından sakmdıramaz. nasıl ki bir satıcı malı teslim ettikten sonra bedelini tahsil etmek için malını müşteriden geri almazsa, aynı şekilde kadın da gerdekten sonra mehrini tahsil etmek için kendisini kocasından sakmdıramaz.1

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; kadın mehrin karşılığının bir kısmını kocasına teslim etmiştir. Çünkü -nikâh bahsinde de kesin olarak belirtildiği gibi-, mehir; kocanın karısıyla bulunacağı cinsî münasebetlerin tamamının bedelidir. Buna benzer olarak satıcı malın bir kısmını müşteriye teslim ettikden sonra alacağını tahsil etmek için malın geri kalan kısmını yanında alıkoyabilir. [105]

Nafakanın Yaşla Olan Alâkası:

Kadın yaşça büyük olup da, kocası küçük olursa; nafaka alma hakkı vardır. Ama bunun aksi olursa, alamaz: Kadın yaşça büyük olup da kocası küçük olursa, nafaka alma hakkı vardır; çünkü kadın kendisini kocasına teslim etme vazifesini yerine getirmiştir. Zira cinsî münasebetten âciz olan kocasıdır ve kocası zekeri kesik veya iktidarsız koca hükmündedir. Ama kadın yaşça küçük olup da, kocası büyük olursa, nafaka alma hakkı yoktur. Ka&n yaşı küçük olduğundan dolayı, cinsiyet bakımından kendisinden istifade edilemez. Zira kadının kendisini kocasının evinde tutmasının maksadı; nikâhdan kastedilen cinsî münasebete vesile olmasıdır ve bu maksada ulaşmak kadından kaynaklanan bir sebeple imkânsız hale gelmiştir. Dolayısıyla bu maksat yok olmuş gibidir. Her ikisi de yaşça küçük olurlarsa; kadının nafaka alma hakkı yoktur: Bunun sebebini daha evvel açıklamıştık. Erkek gasbettiği bir evde oturup karısının da kendisiyle beraber o evde oturmasını isterse, ancak kadın onun bu isteğini kabule yanaşmazsa; itaatsizlik etmiş olmaz. Çünkü gasbedilmiş bir evde oturmamayı kabul etmemekte haklıdır. Kadın kendi evinde oturmakda ise, kocası onu o eve girmekten meneder de kadın ona; ‘beni kendi evine taşı1 veya; ‘benim için bir ev kirala’ derse; -açıkladığımız sebepden dolayı- nafaka alma hakkı vardır.

Kadın hacca gider veya borç sebebiyle hapsedilir yahut kadını bir başkası kaçırır da, kadın onunla giderse; nafaka alamaz: Çünkü kendisini kocasının evinde tutma hali ortadan kalkmıştır ki, bu da kocanın fiilinden kaynaklanan bir şey değildir.

Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; farz olan hacca gitmek nafakayı düşürmez. – Ebû Yûsufun bu görüşü El- Emali’de zikredilmiştir.- Çünkü bu bir mazerettir. Bu durumda kadına hazardaki (bir yerde sakin olup oturma halindeki) kadar nafaka verilmesi gerekir. Çünkü o bunu haketmektedir. Kocası ona bir aylık nafaka verir. Kalanını da döndüğünde verir.

Kocasıyla birlikte hacca giderse, hazardaki kadar nafaka alır:

Bu durumda kadın kocasının evinde ikamet ediyor gibidir. Ancak onun bu seferdeki kira masrafını kocasının karşılaması gerekmez.

Kocasının evinde hastalanırsa, nafaka alma hakkı vardır: Hasta halde gelin gelen kadın da nafaka alma hakkına sahiptir. Çünkü o kendisini kocasının evine hapsetmiştir. Kocası onunla ünsiyet bulur, o da kocasının evdeki eşyalarını muhafaza eder. Kocası onu okşayarak vb. şekillerde şehevî bakımdan kendisinden faydalanır. Bir arıza sebebiyle cinsî münasebetin yapılamaması, hayız ve nifas sebebiyle yapılamaması gibidir. Kıyasa göre; kadın cinsî münasebete mâni olabilecek kadar hasta ise; tıpkı yaşı küçük olan kadın gibi nafaka alma hakkına sahip olamaz.

Ebû Yûsufdan rivayet edilen bir görüşe göre; kadın kocasının yanında iken hastalanırsa, nafaka alır. Çünkü kendisini sağlıklı olarak kocasına teslim etmiştir. Ama kendisini hasta olarak kocasına teslim ederse; nafaka alamaz. Çünkü teslim oluşu sahih olmamıştır. Müellifin; ‘kocasının evinde hastalanırsa’ sözü buna işaret etmektedir. Kadın bâliğa olup, kocası onu kendi evine taşımadan evvel nafaka talebinde bulunursa; kocası onun taşınmasını talep etmediği takdirde, nafaka alma hakkı vardır. Zira nafaka onun hakkıdır, taşınması da kocasının hakkıdır. Kocasının kendi hakkını terk etmesi sebebiyle kadının hakkı düşmez. Kocası onun kendi evine taşınmasını talep eder de, kansı onun bu talebini yerine getirmekten imtina ederse; nafaka alma hakkı yoktur. Meğer ki -evvelce de açıkladığımız gibi- haklı bir sebebe dayanarak imtina etmiş olsun… O zaman nafakasını alır.

Cariyenin, müdebberenin ve ümm-ü veledin nafakaları; efendileri kendilerine hizmet ettirmeyip, kocalarına teslim edince, kocaya âit olur: Çünkü bu durumda kadın kendisini kocasının evine hapsetmiş olmaktadır. Aksi halde bunların nafakaları kocalarına değil, efendilerine âit olur: Çünkü bu durumda kadın kendisini kocasının evine hapsetmiş olmamaktadır. Efendi bunları Önceden kocanın evine teslim eder de, sonradan yine kendi hizmetinde kullanırsa; kocadan olan nafaka hakları düşer: Çünkü kadının, kocasının evinde kalma durumu ortadan kalkmış olmaktadır. [106]

Fakir Kocanın Nafaka Vermesi:

Erkek fakir olup nafaka vermeye gücü yetmezse, karısı ile araları ayrılmaz. Kadına, kocası adına borç alması emredilir:

Kadının aldığı bu borç kocaya havale edilir. Çünkü birbirlerinden ayrılmaları halinde kocanın hakkı iptal edilmiş, borç alması halinde ise kadının hakkı ertelenmiş olur, İptal daha zararlı olduğu için, zararın bertaraf edilmesi daha uygun olur.

Hâkim kadın için nafaka takdir eder ve borç almasını emrederse; kocası adına borç almış olur. Bu borçlan kocasının üzerine havale etmesi ve kocasının ölmesi halinde mirasçilanna müracaat edip onlardan ödeme talebinde bulunma hakkı vardır. Ama hâkimin emri olmadan borç alırsa, alacaklılar haklannı kadından talep ederler. O da bu borçlan kocasına havale edemez ve kocanın ölmesi halinde de kocasının mirasçılanna müracaat edip onlardan bu borcu ödemeleri talebinde bulunamaz. Çünkü onun kocası üzerinde velayet hakkı yoktur. Bu sebeple müellif; ‘kadına kocası adma borç alması emredilir1 demiştir.

Kadının borç almasından kasıt; ihtiyaç duyduğu şeyleri borçla satın almasıdır.

Kadına kocasının fakir oluşuna göre nafaka takdir edilip sonra koca fakirlikten kurtulursa; ailesinin nafakasını zenginliğine göre tamamlar: Çünkü nafakanın miktan (kocanın malî) durumuna göre değişir. Farzedilen, henüz vâcib olmamış bir nafakanın takdir edilmesidir. Kocanın malî durumunda bir değişiklik meydana gelirse, kadının da onun durumuna göre bir nafaka talebinde bulunma hakkı doğar. Aynı şekilde kadına kocasının zengin oluşuna göre nafaka takdir edilip, sonradan koca fakirlerşirse, -açıkladığımız sebepden dolayı-kadına ancak yoksul kocanın verebileceği bir nafaka takdir edilir.

Hâkim tarafından nafaka takdir edilmedikçe veya kan-koca arasında nafaka miktarı üzerinde bir anlaşma olmadıkça; kadına verilmemiş olan geçmiş zamanların nafakası düşer: Hâkim tarafından takdir edilmişse veya kan-koca bir miktar üzerinde anlaşmışlarsa, o halde verilmemiş olan geçmiş zamanlann nafakası takdir edilir. Çünkü nafaka kadının cinsiyet âletinin karşılığı olarak vâcib olmuş değildir. Onun karşılığı olarak vâcib olan şey mehirdir. Bir akid iki bedelin bir şey karşılığında ödenmesini vâcib kılmadığı gibi, şehevî yararlanma karşılığında bedel ödenmesini de vâcib kılmaz. Zira şehevî yararlanma; kocanın kendi malında tasarrufda bulunmasıdır. İnsan kendi malında tasarrufda bulunursa, bir şey ödemesi gerekmez. Şu halde kadına nafaka verilmesinin vâcibliği bedel olarak olmayıp da kendini kocasının evine hapsetmesinin mükâfatı ve rızkı olarak anlaşılmalıdır. Zira Allah (cc) bunu ‘nzık’ olarak adlandırmıştır:

“Onların rızkı babaya aittir.” (Bakara: 233). Rızık ancak bağış ve mükâfat olarak zikredilen şeylerin adıdır ki, bunlar da hibede olduğu gibi, ancak hakikaten teslim etmekle ya da hâkimin karar vermesiyle ya da karşılıklı nza ile kocanın üstlenmesiyle mülk edinilirler. Koca, hâkimin kararıyla nafaka vermekle mükellef olduğuna göre, kendi üstlenmesiyle nafaka vermekle haydi haydi mükellef olur. Çünkü kişinin kendi şahsı üzerine velayeti daha kuvvetlidir.

Hâkim tarafından nafakaya hüküm verildikten sonra aralarındaki anlaşmadan sonra, daha nafaka kabzedilmeden taraflardan biri ölürse; tayin ve takdir edilen nafaka düşer: Zira açıkladığımız gibi nafaka bir bağıştır. Hibenin kabzdan evvel sukutu gibi, bağış da kabzdan evvel ölüm sebebiyle sukut eder (düşer).

Gerek nafaka ve gerekse elbise günü gelmeden verilip sonra taraflardan biri vefat ederse, verilenler geri alınmaz:. İmam Muhammed dedi ki; ‘geçen zamanın nafakası kadın lehine mahsub edilir, artanı kocanın olur. Çünkü kadın kendisini kocanın evine kapatmakla, hakettiği bedeli önceden peşin olarak almıştır. Ölüm sebebiyle de bu hakedişi bâtıl olmuştur. Dolayısıyla bedelden o kadarı da bâtıl olur.1

Ebû Hanîfe ile Ebû Yûsuf a göre; -evvelce de açıkladığımız gibi-nafaka bir bağıştır. Kabzedilmiş olduğu için, ölüm sebebiyle geri alınmaz. Bu hibede de böyledir. Bilindiği gibi, tüketilmeksizin nafaka telef olursa, yine geri alınamaz. Bu hususda icmâ edilmiştir.

Kaybolan kocanın evinde hazır malı bulunsa veya başkasında emaneti yahut mudârabe ortaklığı kurduğu kimse elinde malı veya birisinde alacağı bulunsa, hâkimin de bu mallardan ve evlilikten haberi olsa yahut elinde mal bulunan kimse bu malın kaybolan adama âit olduğunu ve kadının o adamla evli olduğunu itiraf etse; bu maldan, kaybolan adamın karısına, ana-babasma ve küçük çocuklarına nafaka takdir edilir: Çünkü elinde veya üzerinde mal bulunan bir kimse kadının o adamla evli olduğunu ikrar edince, kadının o malda hakkı bulunduğunu da ikrar etmiş olur. Zira kadın kocasının rızası olmadan da onun malından bir kısmını kendi hakkı olarak alabilir. Malı elinde bulunduran kimsenin kendi şahsı hakkında ikrarda bulunması sahihtir. İtirafda bulunması sebebiyle hâkim onun aleyhine (yani o maldan kadına nafaka vermesine) hükmeder. Bu hüküm evvelâ onun üzerine vâki olur. Sonra da gâipdeki kocaya sirayet eder. Ama malı elinde bulunduran kişinin iki şeyden birini inkâr etmesi halinde hüküm bunun hilâfinadır. Kadının kayradaki erkeğin karısı olduğunu inkâr ederse, aleyhindeki şâhidlere kulak verilmez. Çünkü bu evlilikde o hasım değildir. Elindeki malın kayıpdaki kocaya âit olduğunu kabul etmeyip inkâr ederse; kadın bu hususu ispatlamada hasım değildir. Hâkimin bilgisi bir hüccettir. Bilindiği gibi o salahiyetli olduğu mahalde bu hüccete dayanarak hüküm verebilir. Ebeveynin ve küçük çocuğun nafakası da zevcenin nafakası gibidir. Zira muhakeme karan olmadan da bunların nafakasını vermek vâcibdir. Bunların haricindeki akrabaların nafakalarını vermekse, muhakeme karan olmadan vâcib olmaz. Çünkü bunlara nafaka vermenin vâcibliği ihtilaflıdır.

Bu malın nafaka cinsinden olduğu takdir edilir: Dirhem, dinar, yiyecek ve giyecek gibi… Çünkü kadın kocasının nzası olmadan da nafakasını bu maldan alabilir. Ama hazırdaki mal nafaka cinsinden değilse, nafakası bu malda farzedilmez. Çünkü nafakasını alabilmesi için bu mallan satmasına ihtiyaç vardır. Oysa sahibi hazırda bulunmayan bir malı başkasının satması caiz değildir. Ebû Hanîfe’ye göre; hazırdaki bir kimsenin malını başkasının satması caiz olmadığı gibi, gâibdeki bir adamın malını da başkasının satması caiz değildir. İmameyn’e göre ise; karısının nafakasını vermemekle zulmü ortaya çıktığı için, hazırdaki kimsenin malını satmak caizdir. Ama bu kimse hazır değilse, malı satılamaz.

Hâkim kadına, nafakasını almamış olduğuna dâir yemin teklif eder. Ayrıca kadından bir de kefil talep eder: Bilahare erkeğin gelip bu kadım boşadığına veya nafakasını önceden peşin olarak kendisine teslim ettiğine dâir şâhid göstermesi ihtimaline binâen, gâipdeki erkeğin hukukunu korumak ve onun hesabına ihtiyatlı olmak için böyle yapılır.

Hâkim durumu bilmez ve elinde mal bulunan da evliliği veya malı inkâr ederse, kadının ona karşı beyyinesi kabul edilmez: Bunun sebebini açıklamıştık. Erkeğin malı yoksa, kadın da hâkim tarafından kendisine nafaka farzedilsin ya da (ihtiyacını gidermek maksadıyla) kocası adına borç almasını emretsin diye beyyine getirmek isterse; bu isteği gâipdeki bir kimse aleyhine hüküm vermek olduğundan, kabul edilmez.

İmam Züfer dedi ki; ‘bu isteği kabul edilir ve nafaka verilmesine hükmolumır.1 Ulemâ bu görüşü müstahsen görmüşlerdir. Günümüzde kadılar ve hâkimler bu görüşe uymaktadırlar. Bu, üzerinde içtihad edilen ve geçerli olan bir görüştür. [107]

Kadına Hususî Mesken Tayini:

Erkek karısını kendi ailesinden hiç bir kimsenin kalmadığı ayrı bir evde oturtmak mecburiyetindedir: Erkek karısına mesken temin etmek mecburiyetindedir. Çünkü bu aslî ihtiyaçlardandır ve kadına yetecek miktarda olmalıdır. Kadına yiyecek ve içecek temin etmek nasıl vâcibse, ona mesken temin etmek de aynı şekilde vâcibdir. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur: “Onları gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. “(Talâk: 6). Dolayısıyla kendisine mesken temini vâcib olup, bu kadının hakkıdır. Kadın iyi insanların arasında oturmalıdır ki, dünyevî işlerinde kendisine yardımcı olsunlar ve kocası kendisine zulmetmek isterse, onu bu zulme karşı korusunlar.

Kocası, o evde oturma hususunda başkasını karısına ortak edemez. Zira olabilir ki, kadın eşyalan hususunda başkalanna güvenmez ve şehevî açıdan yararlanmada kocasıyla baş başa kalamaz. Meğer ki, kadının kendisi başkasının o evde kendisiyle birlikde oturmasını yeğlemiş olsun… Çünkü bu takdirde kadın kendi hakkının eksilmesine razı olmuştur.

Binada bir kaç ev bulunur da, kadın kumasıyla veya aile efradından her hangi biri ile o binada oturmayı kabul etmezse; kocası kendisi için o binada bir evi boşaltıp, ihtiyaç duyacağı kolaylık tesislerini temin eder ve müstakil kilitler hazırlarsa; kadının ondan başka bir ev istmeye hakkı kalmaz. Ama o binada sadece bir ev varsa; tabii ki kadın ondan başka bir ev talebinde bulunabilir.

Kocanın karısına tahsis ettiği eve kadının başka kocadan olan çocuklarını ve kadının ailesinden olan bir kimseyi sokmama hakkı vardır: Çünkü o ev kocanın mülküdür. Fakat onların kadınla diledikleri vakitte konuşmalarına ve bakmalarına mâni olamaz: Mâni olması sıla-i rahim bağının kopmasına yol açar. Kaldı ki, onlann kadınla konuşmalannın ve kadına bakmalarının ona bir zaran da yoktur. Ancak onlann o evde ikamet etmelerinin kendisine zaran vardır.

Bir görüşe göre denildi ki; kadının anne ve babasının yanına gitmesine kocası mâni olamaz. Mâni olabileceğini söyleyenler de vardır. Yine her cuma günü kadının çocuklarının ve ailesinin eve yanına gelmelerine mâni olamaz. Diğer akrabalarının da senede bir defa yanına gelmelerine mâni olamaz: Muhtar olan görüş de budur. [108]

Boşanıp Da İddet Beklemekte Olan Kadı­nın Nafakası

Kadın ister bâin talâkla ister ric’î talâkla boşanmış olsun; iddetini beklerken nafaka ve mesken hakkı vardır: Ric’î talâkdan dolayı iddet beklemekte olan kadının nafaka ve mesken hakkı vardır: Çünkü -evvelce de açıkladığımız gibi- bu kadınla kocası arasında nikâh bağı devam etmektedir. Öyle ki, kocasının kendisiyle cinsî münasebette bulunması ve sevişmesi helâldir. Bâin olarak boşanıp iddet beklemekte olan kadının da nafaka ve mesken hakkı vardır. Çünkü bu kadın kendisini boşayan erkeğin hakkı için kendisini iddet mahalline kapatmıştır. Erkeğin bu hakkı o kadının rahmindeki döl suyuna başkasının döl suyunun kanşmasına mâni olarak, doğacak çocuğun nesebini muhafaza etmesidir. Kadının kendisini eski kocasının hakkı için iddet evine kapatması -evvelce de açıkladığımız gibi- ondan nafaka alma hakkını doğurur.

Gelelim Fâtıma binti Kays’dan rivayet edilen şu; ‘kocam beni üç talâkla boşadı ama, Hz. Peygamber (sas) benim için ne nafaka ne de mesken takdir etti’ sözüne; Hz. Ömer (ra), Zeyd b. Sabit (ra), Câbir (ra) ve Aişe (ra) bu sözü, reddetmişlerdir. Bununla alâkalı olarak Hz. Ömer (ra) şöyle demiştir; ‘doğru mu yoksa yalan mı söylediğini, hafızasında mı tuttuğunu yoksa unuttuğunu mu bilmediğimiz bir kadının sözleriyle Allah (cc) in Kitab’mı ve Hz. Peygamber (sas) in sünnetini terk edemeyiz. Ben Hz. Peygamber (sas) in şöyle buyurduğunu işittim: “Uç talâkla boşanan kadının iddette beklediği müddetçe nafaka ve mesken hakkı vardır. ” Bunun bir başka şekilde rivayeti de şöyledir: “Üç talâkla boşanan (mebtûte) m nafaka ve mesken hakkı vardır.” Fâtıma binti Kays (ra) in yukanda nakledilen sözleri; “Onları gücünüz Ölçüsünde oturduğunuz yerin bir bölümünde oturtun. “(Talâk: 6). âyet-i kerîmesine ve mesken hakkındaki icmâa aykırı düşmektedir.

Kadın hâmile olduğunu iddia ederse; -iddet için ihtiyatlı olmak bakımından- kocasının boşamasından itibaren kadına iki sene müddetle nafaka verilir. Kadın; ‘hâmile olduğum vehmine kapılmıştım. Şu âna kadar da âdet görmedim’ derse, yani temizlik devresinin uzadığını söylemek isterse; menapoz (âdetten kesilme) devresine girmedikçe, kendisine nafaka verilir. Çünkü bu durumda o iddet beklemektedir. Ama âdetten kesilme devresine girerse, yeniden iddetini üç ay müddetke beklemeye başlar.

Kocası ölen kadının ise, nafaka alma hakkı yoktur: Çünkü o, kocasının hakkı için değil de, dinin hakkı için iddet beklemekte olduğu eve kapanır. Dolayısıyla kendisine nafaka verilmesi vâcib değildir. Bilindiği gibi bu iddette rahmin temizlendiğini bildiren âdet görme şartı aranmamaktadır. Bunda kocanın hakkı olan hamilelik şartı da aranmaz. Çünkü kocanın malı mirasçılarına intikal etmiştir ve onların mallarından kadına nafaka verilmesi vâcib olmaz.

Dinden dönmek ve kocasının oğlu ile öpüşmek gibi; sebebi kadından kaynaklanan boşanmalarda kadının nafaka alma hakkı yoktur. Eğer kadın kocasına denk olmamak, bulûğa erme ve azad olmanın verdiği muhayyerliğe dayanarak günah olmayan bir sebeple kocasından ayrılırsa; iddeti içinde nafaka alma hakkına sahip bulunur. Ayrılığın koca tarafından meydana getirildiği her durumda zevceye nafaka verilir: Zira -evvelce de açıkladığımız gibi- nafaka bir bağıştır. Kocanın mâsiyetinden dolayı meydana gelen aynlıkda kadın nafaka hakkından yoksun bırakılamaz. Ama kadının mâsiyetinden dolayı meydana gelen aynhkda kadın kendisine ceza olsun diye nafaka hakkından yoksun kalır. Çünkü kadın kendisini iddet mahalline haksız bir sebeple hapsedip kapatmıştır ve itaatsiz bir kadın durumuna düşmüştür. Ama kadından kaynaklansa da, masumane bir sebeple aynlık meydana gelmişse, hüküm bunun hilâfınadır. Çünkü bu takdirde kadın kendisini haklı olarak iddet evine hapsedip kapatmıştır. -Evvelce de açıkladığımız gibi- bu onun nafaka hakkını düşürmez. Ayrılığın liân, îlâ ya da gerdeğe girdikten veya halvet olduktan sonra kocanın zekerinin kesikliği veya iktidarsızlığı sebebiyle vukûbulması halinde de aynı şekilde kadının nafaka hakkı düşmez. Bunun sebebini açıklamıştık.

Efendisi tarafından kocasının evine teslim edilen cariye boşandığında iddet nafakası alma hakkına sahip olur. Efendisi onu kendi hizmetinde çalıştınrsa, nafaka hakkı sakıt olur. Boşandığı günde nafaka hakkı bulunmayan kadınların iddet bekleme esnasında da nafaka hakkı bulunmaz. Meselâ fasid nikahdan sonra kocasından ayrılıp iddet bekleyen kadın efendisi tarafından kocasının evine teslim edilmemiş olup, boşanan ve iddet bekleyen cariye nafaka hakkına sahip değildir. Ancak itaatsizliği sebebiyle boşanıp iddet beklemekte olan kadın nafaka alma hakkına sahiptir. Çünkü bu kadın iddet beklerken kocasının hakkına riâyet için kendisini iddet bekleme evine kapatmaktadır. Boşanan kadın iddeti tamamlanıncaya kadar nafaka talebinde bulunmazsa, -nikâhlı kadın gibi-artık geçmiş zamanın nafakaları sakıt olur.

Üç talâk ile boşandıktan sonra dinden dönen kadın nafaka alma hakkını kaybeder: Çünkü o dinin hakkı için hapis cezasına çarptırılır ve hapse girmek üzere evinden dışarı çıktığında nafaka hakkı düşer. Ama evinden çıkmazsa, nafaka alma hakkı devam eder. Üç talâkdan sonra kocasının başka kadından olan oğluna imkân veren kadının ise; nafaka hakkı düşmez: Çünkü aynlık üç talâk sebebiyle vukûbulmuştur. İmkân vermesi nafaka hakkını düşürmeye tesir etmez. Kadın, kocasının hakkı için kendisini iddet bekleme evine kapatır ve kendisine kocasının nafaka vermesini vâcib kılar. Boşama ric’î talâk olarak vukübulmuşsa, kocasının oğlunun şehevî bakımdan kendisinden yararlanmasına imkân veren kadının nafaka hakkı yoktur. Çünkü kocasının oğluna imkân vermekle; aynlık kadından kaynaklanan günah bir sebebe dayanmaktadır. -Açıkladığımız sebepden dolayı- bu durumda kadın nafaka alma hakkına sahip değildir.

Bir erkek iddet nafakası üzerine kansıyla musalâha yaparsa; iddeti aylara göre ise, caiz olur. Çünkü müddet bellidir. Ama iddeti hayızlara göre ise; bu musalâha caiz olmaz. Çünkü bu iddetin müddeti belirsizdir. Buna bağlı olarak nafakanın miktan da belirsizdir. [109]

Evlâdın Nafakası

Fakir olan küçük çocukların nafakaları babaya aittir: Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onların örfe uygun olarak beslenmesi ve giyimi baba taraûna aittir. “(Bakara: 233). [110]

Ananın Çocuğunu Emzirme Mecburiyeti:

Süt annesi bulunduğu ve çocuk da onun memesini emdiği takdirde; ana çocuğu emzirmeye mecbur tutulamaz: Çünkü çocuğu emzirme ücreti de çocuğun nafakasından sayılır ve babanın bunu karşılaması gerekir. Aksi halde süt annesi bulunamaz veya çocuk annesinden başka kadının memesini emmezse; çocuğu helak olmaktan korumak için, annesi onu emzirmeye mecbur tutulur.

Baba annesinin yanında çocuğa süt verecek olan bir kadını ücretle kiralar: Çünkü ücret babaya, çocuğun bakımı ise anaya aittir. Süt emzirmesi için kendi karısını veya iddet bekleyen karısını tutması caiz olmaz: Çünkü emzirmek aslında onun vazifesidir. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Anneler çocuklarını emzirirîer. “(Bakara: 233).

Anne çocuğunu emzirmezse, onun bunu yapmaktan âciz olduğu mânasını çıkarır ve bunu bir mazeret olarak kabul ederiz. Ama bunu üzretle yapmaya kalkışırsa, onun bu işi yapmaya muktedir olduğunu anlarız ve bu takdirde çocuğunu emzirmesi kendisine vâcib olur. Yapması vâcib olan bir iş için ücret alması kendisine helâl olmaz. Ric1! talâkdan dolayı iddet beklemekte olan kadınla alâkalı olarak bu hükümde ihtilâf yoktur. Üç talâkla boşanmadan dolayı iddet beklemekte olan kadınla alâkalı olduğunda; bir rivayete göre yine bu hüküm geçerli olur.

Çünkü bu durumda kadınla, kendisini üç talâkla boşamış kocası arasında bir bakıma nikâh mevcuttur.

Bir başka görüşe göre denildi ki; bu durumdaki kadının çocuğunu emzirme karşılığında ücret alması caiz olur. Çünkü kendisiyle eski kocası arasındaki nikâh bağı koptuğundan dolayı, yabancı bir kadın haline gelmiştir.

Hassâf dedi ki; çocuğun ve babasının malı yoksa, anne çocuğu emzirmeye zorlanır. Sahih olan görüş de budur. Çünkü kadın süt bakımından zengindir. Kocasının malî durumu elverişli hale geldiğinde masrafını ondan tahsil etmek üzere hâkime baş vurup kendisi lehine emzirme nafakasına hükmetmesini talep ederse; hâkim onun bu talebi doğrultusunda hüküm verir. Aynı şekilde koca yoksul, kadın varlıklı olduğunda kadın çocuğuna nafaka vermeye icbar edilir. Kocasının malî durumu iyileştiğinde bu masraflarını ondan geri alır.

Çocuğun malı varsa; İmam Muhammed’den rivayet edilen bir görüşe göre, annesinin emzirme nafakası çocuğunun malından takdir edilip verilir.

İdderin sona ermesinden sonra ana çocuğu emzirme hususunda yabancı bir kadından önce gelir: Çünkü o çocuğuna başka kadınlardan daha fazla şefkat gösterir. Bunda çocuğun maslahatı nazar-ı itibara alınmıştır. Ancak yabancıya nisbetle daha fazla ücret isterse; bu önceliğini kaybeder: Çünkü bunda da babanın zararı vardır. Bununla alâkalı olarak aşağıda nakledeceğimiz âyet-i kerîme şöyle tefsir edilmiştir:

“Hiç bir anne çocuğu sebebiyle zarara uğratılmamalıdır.”(Bakara: 233). Yani, ecr-i misil karşılığında çocuğunu emzirmeye razı olduğu halde bu ücreti kendisinden esirgenerek zarar^ uğratılmamalıdır.

“Hiç bir baba da çocuğu yüzünden zarara uğratılmamalıdır.” (Bakara: 233). Çocuğunun emzirilmesi için kendisinden ecr-i misilden fazla bir ücret alınmamalıdır. [111]

Fakir Baba Ve Dedelerin Nafakaları:

Fakir olduklarında baba ve dedelerin nafakaları erkek ve kız evlatlarına aittir: Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onlara ‘öf bile deme!”(İsrâ: 23). Allah (cc) insanı ebeveynine bu kadarlık olsa bile zarar vermekten menetmiştir. İhtiyaç duyduklarında evladın onlara nafaka vermemesi bundan daha büyük bir zarardır. Bununla alâkalı olarak Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Sen ven malın babana aitsiniz. [112]

Başka bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurmuştur: “Kişinin yediğinin iyisi kendi kazanandandır. Çocuğu da onun kazanandandır.

Dolayısıyla çocuğunuzun kazancından yiyiniz.” Oğlunun malı babaya izafe edilince -çünkü oğul babanın kazancıdır- baba zengin olur ve nafakasının o maldan karşılanması vâcib olur. Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Biz insana ana-babasma iyi davranmasını tavsiye etmişizdir.” (Ankebût: 8). İnsanın ihtiyaçlarını gidermeye muktedir iken onları muhtaç halde bırakması iyilikle bağdaşmaz. Kâfir olan valideyn hakkında da Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onlarla dünyada iyi geçinin.” (Lokman: 15). Onları doyurmaya muktedir iken aç bırakmak iyilik değildir. Ana ve babanın nafakası bir rivayete göre müsavi olarak kız ve erkek çocuklara aittir. Muhtar olan görüş budur. Zira nafakanın illeti ve nafaka emrine muhataplık hususunda kız ve erkek çocuklar müsavi durumdadırlar.

Başka bir görüşe göre denildi ki; çocuklar mirasdaki paylan nisbetinde ana-babalanna nafaka vermekle mükelleftirler. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir.”(Bakara: 233). Anne ve babaya nafaka vermenin vâcib olması için onlann fakir olmalan şarttır. Çünkü zengin kimsenin nafakasının öncelikle kendi malından karşılanması gerekir. Yoksul bir adamın muhtaç halde küçük çocuklan varken varlıklı büyük bir oğlu da varsa; büyük oğul onlann nafakalannı temin etmeye mecbur tutulur.

Zevce ile -usûl ve fürüun nafakaları hâriç- dinin muhtelif olması nafakayı ortadan- kaldırmaz: Çünkü buna dâir nasslar mutlaktırlar. Zira zevcenin nafakası onun kocasının evine kapanıp kalmasının karşılığıdır. Ya da mehir gibi nikâh akdi sebebiyle bunu hakeder. Bu da kocasıyla onun dininin değişik olmasına göre değişmez. Bu sebeple kocası varlıklı olmakla, o bu nafakayı almayı hakeder.

Usûl ve förûun nafakalarına gelince; bunlar birbirlerinin parçalan olduklanndan ve aralannda cüz’iyet bağının mevcud olmasından dolayı nafaka almayı hakederler. Cüz’; nefs mânasmdadır. Nefsin nafakası küfür halinde de vâcib olduğuna göre, cüz’ünde nafakası bu halde vâcib olur. Tabii bunlar zımmî olmalan halinde nafakalannı alabilirler. Ama harbî iseler -müste’men olsalar bile- nafaka almayı haketmezler. Zira Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Allah (cc) yalnız sizinle din uğrunda savaşanları dost edinmenizi yasaklar. “(Mümtahine: 9). Diğer akrabalarda ise hüküm bunun hilâfmadır. Çünkü dinleri muhtelif olan akrabalar arasında miras hükmü kopuktur. Nassm icabı bu hususun nazar-ı itibara alınması gerekir.

Ana, baba ve evlad hâriç; mahrem olan akrabaların nafakaları mirasdaki hisselerine göredir: Erkek kardeş, kız kardeş, hala, amca, dayı ve teyze gibi… Mahrem olmayan akrabalara nafaka vermek vâcib değildir. Bunun delili şu âyet-i kerîmedir:

“Onun benzeri (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. “(Bakara: 233). İbn. Mes’ûd’un kıraatine göre bu âyet-i kerîme şöyledir.

“Onun benzeri mahrem akraba olan (nafaka temini) vâris üzerine de gerekir. ” Burada vârisin söylenmesi, miras miktannca nafaka vermesinin gerekliliğine işaret etmek içindir ki; nimet, külfet karşılığında olmuş olsun. Ve bu nafaka; fakir olup müzmin hastahkdan dolayı kazanmaya muktedir olamayanlara verilir. Fakirlikden dolayı nafakanın vâcib oluş sebebi daha evvel açıklanmıştı. Kazannıakdan âciz oluşa gelince: Bu sebeple nafaka vâcib olur ama kazanmakla zengin olduğu için nafaka alma hakkı kalmaz. Ana ve babada ise, hüküm bunun hilâfmadır. Onlar kazanmaya muktedir de olsalar, kendilerine nafaka vermek vâcibdir. Çünkü bunlar nafaka temini için çalışırlarsa, yorulup bitkin düşerler. Evlat, onlara dokunacak zararı bertaraf etmekle mükelleftir. Çalışıp kazanmaları sebebiyle uğrayacakları bedenî zararı evladın onlardan savması gerekir. Bu ise, onlara nafaka vermekle mümkün olur.

Yahut da nafaka kadın olup fakir halde bulunanlara verilir:

Çünkü bu muhtaçlık emmaresidir. Beceriksizliğinden yahut insanlar arasında ileri gelenlerden olmasından veya talebeliğinden dolayı kazanç temin edemeyenler de aynı şekilde nafaka alırlar: Bu gibilerin kazanç temininden âciz oldukları sabittir. Yaşlı kimsenin nafaka almasının vâcib oluşunun şartı; kazanç temininden hakikaten âciz oluşu, meselâ kötürüm veya kör olması ya da manen âciz olması; meselâ beceriksiz olmasıdır.

Babanın karısının nafakasını temin etmek oğluna aittir: Bu

görüşü Hişam Ebû Yûsuf dan rivayet etmiştir. Oğul; baliğ olmayan bir fakir veya yatalak olduğu zaman, onun ailesinin nafakasını temin etmek de babaya düşer: Çünkü bu; baliğ olmayan çocuğun ihtiyacını karşılamak cümlesindendir. Mebsût’ta anlatıldığına göre; baba, oğlunun kansma nafaka vermeye mecbur edilemez. Ama baba hizmetçiye ihtiyaç duyarsa, oğul o hizmetçinin nafakasını vermekle mükellef olur. Çünkü babaya hizmet oğlunun vazifesidir. Ona hizmet edenin nafakasını vermek de oğlunun vazifesi olacaktır. Ama oğlunun karısı böyle değildir.

Fakir kimsenin zevcesi veya küçük çocuklarından başkasına nafaka vermesi vâcib değildir: Bu hususda Allah (cc) şöyle buyurmuştur:

“Rızkı daralmış bulunan da Allah (cc) m kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. “(Talâk: 7).

“Onların örfe uygun olarak beslenmesi (ve giyimi) baba tarafına aittir” (Bakara: 233). Ayrıca zevcenin nafakası bir mücazattir. Bu da fakirlikle beraber dahi vâcib olur. Ama fakir de olsalar, başkaları için nafaka vermek vâcib değildir. Çünkü bu bir bağıştır. Fakirin fakirden nafaka alması vâcib olsaydı; fakir olan mükellefin nafaka vermesinin vâcib olması fakir olan hak sahibinin nafaka almasının vâcib olmasından evlâ olmazdı.

Sadaka alması haram olan kimse zengin sayılır: Muhtar olan görüş budur. Rivayet edildiğine göre Ebû Yûsuf bunun ölçüsünü nisab ile takdir etmiştir. İmam Muhammed’den rivayet edildiğine göre; bir kimse kendi şahsının ve çoluk çocuğunun nafakasından fazla miktarda mala sahip olursa -başka bir malı olmasa bile- akrabalarının nafakalarını vermesi vâcib olur. Günde bir dirhem kazandığında kendisine dört danik yeter. Fazlasını akrabalarına nafaka olarak verir. Muhtaç olan bir kimsenin meskeni ve hizmetçisi varsa bile, sadaka alması helâl olur. Akrabalarının kendisine nafaka vermeleri vâcib olur. Meskeninde bir kısmı kendisine yetecek fazlalıklar varsa, bu fazla eşyalan satıp kendisine sarfetmesi emredilir. Meselâ çok kıymetli bir bineği varsa, bunu satıp daha ucuz bir binek alması ve artan parayı kendisine sarfetmesi emredilir. Geçimini başkalanndan temin eden bir kimsenin nafakası akrabalannm üzerinden kalkar. Başkaları onun geçiminin yansını temin ediyorlarsa, nafakasının kalan yansını akrabalan temin ederler.

Ebû Yûsuf dedi ki; ‘oğul fakir ama kazanç temin edebilen biri olup, babası müzmin hasta ise; azıktan uygun ölçüde ona ortak olur. Müzmin hasta veya kötürüm olduğundan dolayı çalışamayıp başkalanna avuç açan bir kimsenin ve oğlunun nafakası beytü’l-malden karşılanır. Baba yoksul, ana varlıklı ise, ananın çocuğa nafaka vermesi emredilir. Sonra baba varlıklı hale geldiğinde ana, çocuğa ettiği masrafı ondan geri alır.

Aynı şekilde yoksul babanın varlıklı bir kardeşi varsa; kardeşinin küçük çocuğa nafaka vermesi emredilir. Daha sonra babanın malî durumu düzelirse; kardeşi, ettiği masrafı ondan geri alır. Keza, yoksul kadının kocası da yoksulsa ve başka kocadan doğma varlıklı bir oğlu ya da varlıklı bir kardeşi varsa; nafakası yine kocasına âit olur. Ancak nafakasını oğlunun veya kardeşinin temin etmesi emredilir. Kocası varlıklı hale geldiğinde kadın bu masraflan ondan geri alır. Oğlu ve kardeşi kendisine nafaka vermekten imtina ederlerse; hapsedilirler. Çünkü ona nafaka vermeleri örfe uygundur.

Fakir bir kimsenin zengin babası ve zengin bir oğlu varsa, nafakasını oğlunun temin etmesi gerekir. Çünkü oğlunun malında (malı olması) şüphesi daha fazladır. Bir hadîs-i şerîfde Hz. Peygamber (sas)

şöyle buyurmuştur: “Sen ve malın babana aitsiniz. [113]

Usûl ve furû nafakasında miras ölçüsü değil, yakınlık derecesi esas alınır. Çünkü Allah (cc) çocuğun nafakasını babanın üzerine vâcib kılmıştır. Evlad, mevlûdün-Ieh kelimeleri viladet (doğum) den türemişlerdir. Doğan, doğuranın bir cüz’ü ve parçasıdır. Mahrem olan akrabalann nafakasında akrabanın mirasçı olması esas alınır. Bunlardan bir kaçının bir araya gelmesi durumunda bunlara miras hissesi miktannca nafaka verilmesi vâcib olur. Zira Allah (cc) nafakayı veraset adıyla vâcib kılmıştır. [114]

Nafaka Vermede Akrabalık Dereceleri:

Fakir bir kimsenin bir oğlu ve bir de kızı varsa; nafakasını oğlu ile kızı yan yarıya üstlenirler. Bu şahsın bir kızı bir de kardeşi varsa, nafakasını kızının vermesi gerekir. Çünkü kızı kendisine kardeşinden daha yakındır. Bu şahsın zengin olan kızı ile yine zengin olan oğlunun oğlu varsa; kendisine daha yakm olduğundan dolayı nafakasını kızının vermesi gerekir. Bu şahsın hepsi de zengin olan bir kızının kızı, kızının oğlu ve bir de kardeşi varsa; -evvelce de açıkladığımız gibi- nafakasını kardeşinin değil, torunlannm vermesi gerekir.

Fakir bir kimsenin her ikisi de öz olan bir erkek kardeşiyle bir kız kardeşi varsa; nafakasını kendisinden alacakları miras miktannca karşılamaları gerekir. Bu şahsın bir kız kardeşiyle bir amcası varsa, nafakasını yan yanya üstlenmeleri gerekir. Bu şahsın annesi ile dedesi varsa; nafakasının üçde birini dedesi, üçte ikisini de annesi karşılamalıdır.

Hasan’ın Ebû Hanîfe’den rivayetine göre; nafakanın tamamını dedenin karşılaması gerekir. Bu şahsın annesi, dedesi ve erkek kardeşi varsa; nafakanın üçde birisini annesinin, kalan kısmını da dedesinin karşılaması gerekir. İmameyn’e göre kalan kısmın yansını erkek kardeşin, diğer yarısını da dedenin karşılaması gerekir.

Bu şahsın bir amcası ve bir dayısı varsa; nafakasını amcasının karşılaması gerekir. Mirasını ise, amcasının oğlu alır. Bu şahsın bir halası ve bir teyzesi varsa; nafakasının üçte ikisini halasının, üçte birini de teyzesinin karşılaması gerekir. [115]

Babanın, Oğlunun Malı Üzerinde Tasarrufu:

Babanın, nafakası için oğlunun malını satması caizdir (Ebû Yûsuf, İmam Muhammed): İmameyn dediler ki; caiz olmaz. Babanın kendi nafakasına sarf etmek üzere oğlunun akarını satması ise, ittifakla caiz değildir. Babanın, oğlunun malından yanında bulunanı nafakasına sarfetmesi de caiz olur: Bu hususda icmâ edilmiştir. Çünkü bu durumda baba kendi hakkı olan nafakanın cinsinden bir malı elde etmiştir. Onu alma hakkına sahiptir. Zira açıkladığımız gibi, mahkemece karar verilmeden evvel de oğlunun ona nafaka vermesi vâcibdir. Bu hususda ana da baba gibidir.

İmameyn’in bu mes’eledeki görüşlerinin gerekçesi şudur; çocuk bulûğa erince babasının onun ve malının üzerindeki velayeti sona erer. Onun hazır bulunduğu bir esnada bile malını satması caiz olmaz. Nafaka borcundan başka bir maksatla da onun malını satamaz. Böyle olunca bu bakımdan baba da ana gibi olmaktadır.

Ebû Hanîfe’nin bu mes’eledeki görüşünün gerekçesi şudur; -ki bu istihsandır- baba tıpkı bir vasi gibi, hatta ondan daha evlâ olarak gâipdeki oğlunun malını muhafaza eder. Çünkü o oğluna bir vasiden daha fazla şefkat gösterir. Onun menkul malını satması da aslında muhafaza sayılır. Satınca aldığı para kendi hakkı olan nafakasının cinsindendir. Nafaka hakkını bu paradan alır. Ama akarlarını satamaz: Çünkü akarları kendi kendilerine korunurlar.

Ana ve diğer akrabaların durumlarına gelince; onlar bu hususda babaya benzemezler. Çünkü bunların küçüklüğünde çocuk üzerinde velayetleri yoktur. Büyüdüğünde kendisinin gıyabında malını koruma velayetleri de olmaz. Dolayısıyla onlarla babanın durumu arasında fark yoktur.

Hâkim nafakaya hükmettikten sonra bir müddet geçerse, nafaka düşer: Çünkü nafaka ihtiyaç gidermek için verilmesi vâcib kılınmıştır ve bu ihtiyaç da giderilmiştir. Ama zevcenin nafakasında hüküm bunun hilâfınadır. Zira zevcenin nafakası -ihtiyacının giderilmesi için olmayıp- varlıklı olması halinde de verilmesi vâcibdir. Müstağni olması gibi bir durumun meydana gelmesi halinde de zevcenin nafakası sakıt olmaz. Yalnız hâkimin nafaka vermesi gereken adına borçlanmayı emretmesi bu kaidenin hâricinde kalır: Çünkü hâkimin salahiyeti umumîdir. Gâipdeki mal sahibi ona bu talimatı vermiş gibi olur ve bu onun zimmetinde bir borç olup, düşmez.

Efendi kölesinin nafakasını temin etmek mecburiyetindedir:

Hz. Peygamber (sas) köleler hakkında şöyle buyurmuştur: “Yediğinizden onlara da yedilin, giydiğinizden onlara da giydirin. Allah (cc) m kullarına işkence etmeyin.” [116] Onlar efendilerinin hizmetiyle meşgul olduklarından

ve onların mülkiyetlerinde alıkonulmuş olduklarından; açlıktan telef olmasınlar diye efendilerinin onlara nafaka vermesi vâcibdir. Bundan kaçınırsa, köle çalışıp kazanır ve ihtiyacını giderir: Böylece her iki tarafın da menfaati korunmuş olur. Efendinin menfaati korunmuş olur; çünkü köle hâlâ onun mülkiyetinde kalmaktadır. Kölenin de menfaati korunmuş olur; çünkü ihtiyacını gidermiştir.

Köle kazanç temin edemezse, meselâ müzmin hasta ise, kör ise, işçi olarak çalıştınlamayacak kadar güzel bir cariye ise, efendisi kölesini satmaya zorlanır: Çünkü köle istihkak ehlindendir. Satılmalarında kendilerinin haklan ve efendilerinin de -bedeli aldıklan için- haklan ifa edilmiş olur. Bu takdirde zevcenin nafakasını vermemek gibi bir durum artık söz konusu olamaz. Çünkü zevcenin nafakası kocanın üzerine borç olur. O da bunu kocasından talep etme ve vermemesi halinde de hapsettirme hakkına sahip olmaktadır. Ama köle efendisinden alacaklı olamaz. Nikâh feshedilirse, kocanın kadına karşılık olarak eline bir bedel geçmez. Ama köleyi satması durumunda onun bedelini elde etmektedir. Kaldı ki, burada köleyi satması kendi serbest iradesi neticesinde yaptığı akidle olmaktadır. Nikâhın feshi ise, onun fiili ile olmamaktadır. [117]

Hayvanların Nafakaları:

Sair hayvanların nafakalarına gelince; bunların nafakalarını sahiplerinin temin etmesi dinî bir vazifedir: Nafakaları verilmezse, mal zayi olur ve hayvanlara azap edilmiş olur ki, bunların ikisi de yasaklanmıştır. Hayvan istihkak ehlinden olmadığı içindir ki, sahibinin onun nafakasını vermesine ya da satmasına mahkemece hükmedilemez. [118]

Hidâne (Çocuğun Beslenip Büyütülmesi)

Hidâne; hıdn kökünden gelir. Hıdn; koltuğun altından böğüre kadar olan kısma denilir. Bir şeyin iki hıdnı; iki yanıdır. Kuşun hidnı yumurtasıdır ki, kanadının altına aldığında yumurtasına bu ad verilir.

Çocuğu besleyen sanki onu koltuğunun altına ve yanına almış gibi olur. Küçük çocuk kendi işlerine bakmaktan âciz olduğundan dolayı Allah (cc) bu vazifeyi onun velayetini üstlenenlere vermiştir. Maldaki ve akidlerdeki velayeti erkeklere havale etmiştir; çünkü onlar bu hususda daha güçlü ve daha dirayetlidirler. Besleyip büyütme işini ise, kadınlara havale etmiştir; çünkü onlar erkeklere nazaran terbiye hususunda daha güçlü, daha dirayetli, işi daha güzel idare eden ve daha şefkatli kimselerdir.

Karı koca ayrılmadan evvel veya ayrıldıktan sonra çocuk hakkında anlaşmazlığa düşerlerse; anne çocuğa bakma hususunda daha fazla hak sahibidir: Rivayet edildiğine göre; kadının biri Hz.

Peygamber (sas) e gelerek şöyle demiştir: “Şu oğluma karnım yuva, kucağım kundak, göğsüm de içecek olmuş iken; babası onu benden alacağım iddia ediyor!” Hz. Peygamber (sas) de ona şu cevabı vermişti:”Evlenmediğin müddetçe, çocuğu alma hususunda daha fazla hak sahibisin.

Saîd b. Müseyyeb’den rivayet edildiğine göre; Ömer b. Hattâb karısını boşadı. Boşadığı bu hanımı oğlu Âsım’ın annesi idi. Bu çocuğu alma hususunda anlaşmazlığa düştüler; Hz. Ebûbekir (ra) in yanına varıp durumu arzettiler. Hz. Ebûbekir (ra) ona şöyle dedi; ‘ey Ömer! Ona annesinin tükürüğü sendeki baldan daha hayırlıdır.1 Böyle dedikten sonra da, orada bulunan çok sayıdaki sahabenin huzurunda çocuğu annesine teslim etti. Çünkü terbiye, besleyip büyütme hususunda ona; babaya nazaran daha güçlü ve daha dirayetlidir. Çocuğun anaya teslim edilmesi, onun daha çok faydasınadır. Hidâne hakkına sahip olan herkese kendisi talepde bulunmadıkça çocuk teslim edilmez. Zira olabilir ki, o çocuğa bakmaktan âcizdir. Ama çocuk hidâneden müstağni olduktan sonra, baba onu almaktan imtina ederse, onun hükmü bunun hilafmadır. Bu takdirde o, çocuğu almaya zorlanır. Çünkü o çocuğu korumakla mükelleftir. [119]

Hidâne Hakkı Hususunda Akrabalık:

Çocuğun annesi yok veya hidâneye ehil değilse; sonra sırasıyla anne anne, baba anne, öz kız kardeş, ana bir kız kardeş, baba bir kız kardeş, sonra aynı şekilde teyzeler, sonra aynı şekilde halalar gelirler. Kız kardeşin kızları, erkek kardeşin kızlarından önce gelir. Erkek kardeşin kızları halalardan Önce gelir: Bunda kaide şudur; -evvelce de açıkladığımız sebeplerden dolayı- bu velayet anneler tarafından istifade edilir. Onların bu velayeti ifâ etmeleri istenir. Bu hususda ana tarafı baba tarafından önce gelir. Zira nineler kız kardeşlerden, kız kardeşler de teyzelerden ve halalardan Önce gelir. İmam Muhammed’in Ebû Hanîfe’den rivayet ettiği görüşe göre; teyze baba bir kız kardeşten önce gelir. Çünkü teyze, ana mertebesindedir. Hz. Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: “Teyze anadır.” [120] Akrabalıkta teyzeler halalara müsavidirler. Ancak akrabalıkları ana tarafından geldiği için, teyzeler halalardan önce gelmektedirler. Hem ana hem de baba tarafından olan kadınlar hidânede önceklikli olurlar. Sonra ana tarafından akraba olanlar sonra da baba tarafından akraba olanlar gelirler. Ana tarafından gelen akrabalıklar tercih edilir. Amca kızları, hala kızları, dayı kızları ve teyze kızları gibi mahrem akrabalığı olmayanlar hidâne hakkına sahip değildirler.

Hidâne hakkı olan bir kadın çocuğa yabancı olan biri ile evlenince, hidâne hakkını kaybeder: Zira Hz. Peygamber (sas) bir anneye hitaben; “Nikâh/anmadığın müddetçe, çocuğu alma hususunda sen daha fazla hak sahibisin.” başka bir rivayette de “… evlenmediğin

müddetçe…” buyurmuştur. [121] Ebûbekir (ra) in hadîsinde de şöyle buyurulmuştur: “Çocuk büyümedikçe yahut annesi evîenmedikçe; annesi onu almakta daha fazla hak sahibidir. “Zira annesi evlenirse, üvey babası çocuğa zarar verebilir. Çocuğa zarar gelmesin diye bu durumda annesinin hidâne hakkı düşer. Çocuğun faydasını korumak için, şefkatki olduğundan dolayı kadının hidâne hakkı sabit olur. Bu şefkat ortadan kalkınca, hidâne hakkı da ortadan kalkar. Ama kadın çocuğunun mahrem olan bir akrabasıyla evlenince, hidâne hakkı ortadan kalkmaz. Çünkü bu üvey babanın o çocuğa şefkati vardır. Meselâ çocuğun annesinin çocuğun amcasıyla veya çocuğa bakmakta olan ninesinin çocuğun dedesiyle evlenmesi gibi… Ondan ayrılınca da hakkı avdet eder: Çünkü mâni ortadan kalkmıştır.

Kocanın hidâne hakkını kabul etmemesi karşısmda söz kadının olur: Çünkü o hidâne hususundaki hakkının butlanını (bâtıl olmasını) inkâr etmektedir. [122]

Hidâne Müddeti:

Erkek çocuk hidâne hakkı olan kadınlar yanında hizmet ve bakıma ihtiyacı kalmadığı zamana kadar kalır: Yalnız başına yiyinceye, içinceye ve abdestini yapıncaya kadar bunların yanında kalır. Ebû Bekir er- Râzî bu müddeti dokuz yaşına kadar uzatmıştır. Hassâf ise çoğunluğu nazar-ı itibara alarak bu müddeti yedi yaşına kadar uzatmıştır. Ebûbekir (ra) in; ‘çocuk büyüyünceye kadar, anası onu yanında tutma hakkına daha fazla sahiptir1 sözü ile de buna işaret edilmiştir. Çünkü çocuk hizmet ve bakımdan müstağni olunca; erkeklerin edebiyle edeplenmeğe, onların ahlakıyla ahlâklanmaya, Kur’an-ı kerîm Öğrenmeğe, ilim tahsil etmeğe, yazıyı öğrenmeğe ihtiyaç duyar. Baba bunları temin etmeye daha fazla muktedir olduğu için, bundan sonra çocuğu yanına almaya daha fazla lâyıktır ve bu hususda önceliklidir.

Kız çocuğu anne ve ninesinin yanında hayız görünceye dek kalır. Bu ikisinden başkasının yanında ise, hizmet ve bakıma ihtiyacı kalmadığı bir zamana kadar kalır: Bir görüşe göre denildi ki; şehvet çağına gelinceye kadar kalır. Zira kız çocuğu bakım ve hizmete ihtiyacı kalmadığı zaman; kadınların edebiyle edeplenmeğe, onların yaptıkları işleri öğrenmeğe ihtiyaç duyar. Bunları temin etmeye anne daha fazla muktedirdir. Anne ve nineden başkaları onu çalıştıramadıklan için bu edepleri öğrenemez. Ama anne ve nine böyle değildirler.

İmam Muhammed’den rivayet edilen bir görüşe göre; kız çocuğu şehvet çağına geldiğinde korunmaya muhtaç olduğundan dolayı, babası onu annesinin yanından alır.

İmam Muhammed’e soruldu; evli olan ve hidâne için birden fazla kadın (evli olma hallerinde) bulunduklarında çocuk hangisine bırakılır? Cevaben dedi ki; dilediğine bırakılır. Çünkü bu durumda onların hiç birinin hidâne hakkı yoktur ve bu çocuk akrabası olmayan çocuk gibidir.

Erkek çocuğa bakmak için bir kadın bulunamazsa, onu korumak için erkekler alır. Asabe bakımından çocuğa en yakın olan erkek ona bakmaya en lâyık olandır: Çünkü çocuk üzerindeki velayet, yakınlık sebebiyledir. Hizmet ve bakımdan müstağni olması halinde de hüküm aynıdır. Onu koruma hususunda en fazla hak sahibi; soy bakımından ona en yakın olan şahıstır. [123]

Kız Çocuğunun Hidâne İçin Verilmeyeceği Kimseler:

Kız çocuğu kendisine mahrem olmayan erkeklere verilmez:

Günaha girmesinden korkulduğu için; meselâ küçük bir kız çocuğu hidâne maksadıyla amcasının oğlunun veya mevlâ’l- itakasmın yanma bırakılamaz. Sapık ve fâsik olan bir mahremine de verilemez: Çünkü bunun fasıklığından emin olunamaz. Küçük kız çocuğunun akrabası olarak sadece bir amca oğlu varsa; hâkim dilerse -ve o adam da sâlih ise-çocuğu onun yanına bırakır. Sâlih değilse, güvenilir bir kadının yanına bırakır. Küçük kız çocuğunun akrabası olarak sadece bir erkek kardeşi varsa ve bu kardeşinin ona zarar vermesinden korkuluyorsa, hâkim o kız çocuğunu güvenilir bir kadının yanına bırakır. Güvenilir dul kadın yalnız başına bir evde kalabilir. Ama namus hususunda güvenilir değilse, babası onu yanına alır. Bakire bir kız yalnız başına bir evde kalamaz. Ama yaşlanır da görüş sahibi olursa, yalnız başına bir evde kalabilir.

Çocuğa bakma hakkına aynı derecede sahip olanlar bir araya gelince, bunların muttaki olanı tercih edilir. Sonra da en yaşlısı gelir. Cariye ile ümm-ü veledin hidâne hakları yoktur: Çünkü hidâne velayet babındandır ve bunlar da velayet hakkına sahip değillerdir. Ama azad edilirlerse, bunlar da hür kadınlar gibi hidâne hakkına sahip olurlar. [124]

Gayrimüslim Annenin Hidâne Hakkı:

Gayrimüslim olan bir kadın, kâfir olmasından korkulmadığı müddetçe, müslüman bir çocuğunun bakımına herkesten daha fazla hak sahibidir: Çünkü bu kadının o çocuğa vereceği hizmet ve bakımda çocuğun faydası gözetilir. Ama çocuğunu gayrimüslim yapması muhtemel olduğunda bu çocuğun zararına olur. Bu Önce de böyledir, sonra da böyledir.

Hizmet ve bakıma olan ihtiyacı sona ermedikçe bir baba çocuğunu beldesinden dışarı çıkaramaz: Zira böyle yaparsa, annesinin hidâne hakkı iptal edilmiş olur. Anne de aynı şekildedir. Yalnız anne çocuğunu kocası ile evlenmiş bulunduğu vatanına götürebilir: Çünkü orada nikâh akdini yapmış olmaları, zahiren orada ikamet ettiklerinin delilidir. Koca böylece karısının beldesinde ikamet etmeyi taahhüd etmiş olmaktadır. Ancak kadının zevcelik hükmü gereğince kocasına uyması gerekir. Evlilik sona erince de kadının o beldeye dönmesi caiz olur. Çünkü kocası buna razı olmuştur. [125]

Çocuğun Hidânesinde Kalacağı Beldenin Şartlan:

Şu var ki, kadının kocası ile evlendiği bu vatanı dâr-ı harp olmamalıdır: Bu, çocuğun zarannadır. Çünkü bu takdirde o kâfirlerin huyuna alışır ve belki de onlara ısınır. Anne çocuğunu evlenme akdinin yapılmamış olduğu kendi beldesine götürmek isterse, buna hakkı yoktur. Çünkü kocası ona karşı böyle bir taahhütte bulunmamıştır. Karışma o beldede ikameti taahhüd etmediğinden dolayı, kansmın çocuğunu ondan ayırarak kendi beldesine götürmeye hakkı yoktur ve bu caiz değildir.

Şüreyh’den rivayet edildiğine göre; diyarlar değişik o! anca, asabeler hidâne hususunda daha fazla hak sahibi olurlar. Evlenme akdi çocuğun annesinin beldesinden başka bir beldede yapılmışsa ve anne de çocuğunu kendi beldesine nakletmek isterse, buna hakkı olmaz. Çünkü orası, kocanın içinde bulunduğu belde gibi bir gurbet diyarıdır. Müsavi durumda olurlarsa; kadının çocuğunu kendi beldesine nakletmeye hakkı yoktur.

Bir görüşe göre denildi ki; buna hakkı vardır. Çünkü evlilik akdi orada yapılmıştır. Bu akdin hükümlerinin orada tatbik edilmesi gerekir. içinde bulunulan yurttan oraya taşınmak için evlilik akdinin orada yapılmış olması şarttır. Bu, iki belde arasında bir mesafe bulunması halinde süz konusu olur. Ama babanın çocuğu kontrolünde tutabileceği ve gidip evinde yatabileceği kadar iki belde arasındaki mesafe kısa ise, çocuğun annesi tarafından oraya naklinde sakınca yoktur. Çünkü bu durumda çocuk zarara uğramaz. Bu büyük bir şehirde bir mahalleden başka bir mahalleye taşınmak gibi olur. İki köy de iki şehir gibidir. Köyden şehire taşmmakda da hüküm aynıdır. Çünkü bunda çocuğun durumu nazar-ı itibara alınır. Zira şehire taşınan çocuk şehirlilerin ahlakıyla ahlâklanır. Ama şehirden köye taşınmada böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü kırsal kesimin insanlarının hareketleri kaba ve serttir. Bu çocuğun zararına olduğu için caiz olmaz.

Hayat Rehberi

Boşama (Talak) Bölümü – El-İhtiyar Tercümesi

El-İhtiyar Tercümesi | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.