Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 12°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
12°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 10°C
Paz 10°C

9 – Tevbe Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

(Medine’de İnmiştir. Yûzyirmidokuz Âyettir) Sûre’nin Medine’de indiği hususunda görüş birliği vardır.

9 – Tevbe Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Tevbe Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

  1. Müşriklerden antlaşma Yaptıklarınıza Allah ve Rasûlü tarafın­dan ilişkilerin kesildiğine dair bîr uyandır (bu).

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:[2]

  1. Bu Sûrenin İsimleri:

Bu sûrenin isimleri hakkında Said b. Cübeyr dedi ki: îbn Abbas (r.a)’a Be-rae Sûresi’ne dair soru sordum, şöyle dedi: O, el-Fâdiha (iç yüzleri açıklayıp rezîl eden) dır. (Rezil etmedik) kimse bırakmayacak diye korkuya kapılaca­ğımız derecede: “Onlardan,., onlardan…” diye buyruklar inip durdu.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr Abdurrahim der ki: Bu sûre Tebuk gazvesi hakkın­da ve bu gazveden sonra inmiştir. Onun baş tarafında kâfirlerin ahidleri on­lara geri atılmaktadır (bozulmaktadır). Yine bu sûrede münafıkların sırlan açığa çıkartılmaktadır. O bakımdan bu sûre el-Fâdiha ve el-Buhûs diye adlan­dırılır. Çünkü bu, münafıkların sırlarını ve gizliliklerini açığa çıkarmaktadır. Ayrıca bu sûre el-Müba’sıre diye de adlandırılır. Ba’sere ise araştırmak, or­taya çıkarmak anlamına gelir.[3]

  1. Bu Sürenin Baş Tarafında Besmelenin Bulunmayış Sebebi:

İlim adamları, bu sûrenin baş tarafında besmelenin bulunmayış sebebi hu­susunda beş ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:

1- Araplar cahiliyye döneminde, eğer kendileriyle bir kavim arasında bir antlaşma bulunup da onlar bu antlaşmayı bozmak İstediklerinde kavme, bes­mele yazmaksızın bir mektup yazımlan adetleri idi. İşte et-Tevbe Sûresi de Peygamber (sav) İİe müşrikler arasındaki antlaşmayı bozmak üzere nazil olun­ca, Peygamber (sav) bu sûreyi Ali b. Ebİ Talib (r.a) ile birlikte gönderdi. O da bu sûreyi hac mevsiminde Araplara okudu. Arapların ahdî bozarken besmele okumamak şeklindeki uygulanagelen adetlerine uygun olarak o da besmele okumadı.

2- Nesaî rivayetle der ki: Bize Alımed anlattı dedi ki, bize Muhammed b. el-Müsenna, Yahya b. Said’den anlattı, Yahya dedi ki: Bize Avf anlattı dedi ki: Bize Yezid el-Rukaşi[4] anlattı dedi ki: Bize İbn Abbas dedi ki: Ben, Osman’a şöyle dedim: el-Enfal Sûresi Mesânî’den Berae (Tevbe) Sûresi de Mi-ûndan olduğu halde onları arka arkaya yazmaya; Bismiliahirrahmanirrahim satırını da yazmayarak bu sûreyi yedi uzun sure.(es-Sebu’t-Tivâl) arasına yaz­maya sizi iten sebep nedir? Osman dedi ki: Rasûlullah (sav)’a bırşey nazil ol­du mu, nezdinde bulunan yazıcılardan birisini çağınr ve: “Siz bunu şu şu hu­susun sözkonusu edildiği sûreye koyunuz” diye buyururdu. Ona, birden çok âyet-i kerime nazil de olur ve yine: “Bu âyetleri içinde şu şu hususların söz­konusu edildiği sûreye koyun” derdi. el-Enfal Sûresi de (Medine’de hicret­ten sonraj ilk nazil olanlardandı. Berae (et-Tevbe) ise Kur’anın son nazil olan sûrelerindendir. Bunun sözkonusu ettiği hususlar, öbürünün sözkonusu et­tiği hususian andırıyordu. Rasûlullah (sav) ise bize, onun Ötekinden olduğu­nu açıklamaksızın vefat etti. Ben de onun (Tevbe’nin) ondan (el-Enfal’den.) olduğunu zannettim. İşte bundan dolayı her iki sureyi yan yana getirdim ve aralarına Bismillahirrahmanirrahinı satırını yazmadım. Bu hadisi, Ebu İsa et-Tirmizî de rivayet etmiş olup: Bu hasen bir hadistir, demiştir.[5]

3- Üçüncü görüş, yine Osman (r.a)’dan rivayet edilmiştir. Malik de, İbn Ve-hb, İbnü’l-Kasım ve İbn Abdi’l Hakem’in rivayetine göre şöyle demiştir: Bu sûrenin baş tarafları (vahiyle) kaldırılınca, Bismillahirrahmanirrahim de on­larla birlikte kaldırıldı. Bu görüş, ayrıca İbn Aclân’dan rivayet edilmiştir. Ona göre Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi kadar veya ona yakındı. Onun bir bölümü gittiğinden dolayı, her iki sûre arasına Bismiliahirrahmanirrahim yazılmadı. Said b. Cübeyr de der ki: Tevbe Sûresi, Bakara Sûresi gibi idi.

4- Hârice, Ebu İsmet ve başkalarının görüşü olup şöyle demişlerdir: Hz. Osman’ın halifeliği döneminde mushafı yazdıklarında Rasûlullah (sav)’ın as­habı arasında görüş ayrılığı ortaya çıktı. Kimileri, Berae ve Enfal tek bir sûredir derken, kimileri bunlar iki ayrı sûredir dedi. Bunlar iki ayrı sûredir, di­yenlerin görüşü dolayısıyla iki sure arasında bir boşluk bırakıldı ve bunlar tek bir sûredir diyenlerin görüşü dolayısıyla da Bismiltahirrahmanirrahİm ya­zılmadı. Böylelikle her iki kesim de buna razı oldu ve her iki kesimin de mus-hafta delilleri tesbit edilmiş oldu.

5- Abdullah b. Abbas dedi ki: Ali b. Ebi Talib’e: Niçin Tevbe Sûresi’nde Bismillahirrahmanirrahim yazılmadı diye sordum, şu cevabı verdi: Çünkü, Bis-millahiırahmanirrahim bir emandır. Tevbe ise kılıç (savaş emri) ile nazil ol­muştur. Onda eman diye birşey yoktur. Bu manada bir açıklama el-Müber-red’den rivayet edilmiştir. O da şöyle der: Bundan dolayı ikisi bir arada ol­maz, Çünkü “Bismillahirrahmanirrahim” bir rahmettir. Tevbe Sûresi ise gazab olarak nazil olmuştur. Süfyan’dan da benzeri bir görüş rivayet edilmiştir. Süf-yan b. Uyeyne der ki: Bu sûrenin baş tarafına Bismiüahirrahmanirrahim’in ya-ztlmayış sebebi, besmelenin rahmet oluşundan dolayıdır. Rahmet ise bir eman­dır. Bu sûre ise münafıklar hakkında ve kılıç iie inmiştir. Münafıkların ise eraa-nı yoktur.

Besmelenin yazılmaytş sebebi hususunda sahih olan Hz. Cebrail’in bu sû­re ile birlikte besmeleyi indirmemiş olmasıdır. Bunu da el-Kuşeyrî söylemiş­tir. Hz. Osman’ın, “Rasûlullalı (sav) bize, bunun ondan olduğunu beyan et­meden vefat etti” sözleri ise, bütün sûrelerin Hz. Peygamberin sözleri ve açık­lamaları île düzenlenmiş olduğunu, sadece Berae (Tevbe) Sûresi’nin ise, Pey­gamber (sav)’ın bu husustaki açık buyruğu olmaksızın Enfal’e katıldığını gös­termektedir. Buna sebep ise bu hususu açıklayamadan vefat etmesidir. Ay­rıca bu İki sûre, iki yakın arkadaş diye adlandırılırdı. O bakımdan, bu iki sû­renin bir arada zikredilmeleri ve birinin diğerinden sonra gelmesi icabetmektedir. Çünkü, Rasûlullalı (sav) daha ayakta İken bu iki sûre bir arada ve bir­birinden ayrılmamak niteliğine sahipti.[6]

  1. Enfâl ile Tevbe Sûresi Hakkındaki Bu Uygulama Kıyasa da Bir Delildir:

İbn Arabî der ki: İşte bu, kıyasın dinde aslî bir delil olduğunun delilidir, Nitekim Hz. Osman ile ashabın ileri gelenlerinin, nassın bulunmaması esna­sında benzerliği esas alarak kıyasa başvurduklarını ve Tevbe Sûresi’nin ko­nusu ile Enfal Sûresi’nin konusunun benzer olduğunu gördüklerinden, Tev­be Sûresi’ni Enfal’den sonra koymayı uygun gördüklerini görüyoruz. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in tertibinde bile kıyasın dahlinin bulunduğunu açıkla­mış olduğuna göre, sair ahkâma dair başka ne düşünülebilir?[7]

  1. Berae: İlişkilerin Kesilmesi:

Yüce Allah’ın: “: İlişkilerin kesildiği” buyruğu, şu hallerde kulla­nılır: Bir kimse birşeyi kendisinden izale edip uzaklaştıracak ve onunla kendisi arasındaki sebep ve bağlantıları koparacak -olursa, şeyden beri oldum, ben ondan uzağım,” denilir.

Bu kelime burada gizli bir mübtedânın haberi olmak üzere ref mahallin-dedir. Bunun da takdiri: Bu… ilişkilerin kesildiği… dir” şeklinde­dir. Mübtedâ olarak merfu’ kabul edilmesi de mümkündür. Haberi de, yüce Allah’ın: … larınıza(dır)” buyruğundadır.

Nekire (belirtisiz.) bir ismin mübtedâ olarak gelmesi, bunun vasfediîmiş olmasından dolayıdır. Böylelikle bu kelime de bir dereceye kadar marıfe ol­muş olur ve ona dair haber vermek mümkün olur. İsa b. Ömer ise bu keli­meyi, şeklinde nasb ile ve; “: İlişkilerin kopuşuna riayet ediniz” takdiri üzere okumuştur ve bunda İğrâ (teşvik) manası vardır. “Be-râe” kelimesi, “şenâe ve denâe” kelimeleri gibi “feâle” veznindedir.[8]

  1. Hz. Peygamber, Kamuyu İlgilendiren Tasarruflarda Ashabın Tümünü Temsil Ediyordu:

“Müşriklerden antlaşma yaptıklarınıza…” buyruğu, Rasûlullah (sav)’ın kendileriyle antlaşma yaptığı kimseler demektir. Çünkü, antlaşma akidleri-ni yapan kendisi idi. Ashabının tümü de buna razı idiler. Böylelikle bizzat ken­dileri akid yapmış ve antlaşmış gibi oluyorlardı. O bakımdan bu antlaşma ak­di de onlara nisbet edilmiştir. Aynı şekilde kâfirlerin ileri gelenlerinin kavim­leri hakkında ve onlar adına yaptıkları akidler de onlara nisbet edilir, onla­ra mahsub edilir ve bu akid gereğince sorumlu tutulurlar. Zira başka türlü­sü de mümkün değildir. Çünkü, bu hususta ayrı ayrı hepsinin rızasının alın­masına imkân yoktur. Buna göre imam (devlet başkanı), uygun göreceği bir maslahat dolayısıyla herhangi bir hususta akid yapacak olursa, bu bütün re-âyâ için bağlayıcı olur.[9]

  1. Yeryüzünde dört ay rahat rahat dolaşın. Biliniz ki biz Allah’ı âciz bırakamazsınız ve herhalde Allah kâfirleri rüsvay edendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[10]

  1. Antlaşmaların Bozulacağı Vakit Başlayıncaya Kadar:

“Rahat rahat dolaşın” buyruğu ile yüce Allah haberden hitaba geçmektedir. Yani onlara de ki: Yeryüzünde gidin, gelin, yol alın, Müslüman­lardan herhangi bir kimsenin size karşı savaş açmasından, mallarınızı alaca­ğından, sizi öldürmesinden, esir etmesinden korkmaksızın güvenlik içerisin­de gidiniz geliniz, demektir.”Fi­lan kişi arzda güvenlik içerisinde dolaştı,” denilir. Yere genişçe yayılmış akan su hakkında; tabiri de buradan gelmektedir. Şair Tarafe b. el-Abd’in şu beyiti de bu kabildendir:

“Ben senden böyle bir şeyden korkmuş olsaydım, bana zarar veremezdin Sen, önümde atlar koşup gidiyor görmedikçe.”[11]

  1. Tanınan Süre İle İlgili Görüşler ve Tebûk Gazvesini Hazırlayan Olaylar:

İlim adamları tanınan sürenin keyfiyeti ile Allah’ın ve Rasûlünün kendile­rinden ilişkilerini kestiklerinin kim oldukları hususunda farklı görüşlere sa­hiptirler. Muhammed b. İshak ve başkaları derler ki: Bunlar, müşriklerden iki ayrı guruptur. Bunlardan birisinin antlaşma süresi dört aydan daha az idi. Bun­lara tam dört ay mühlet verildi. Diğerlerinin ise antlaşmalarının belli bir sü­releri yoktu. Bunların da antlaşmaları durumlarını düşünüp değerlendirme­leri için dört ay ile sınırlandırıldı. Artık bundan sonra bu gibi kimseler Allah’a, Easûlüne ve mü’minlere karşı savaş açmış kimseler kabul edilecekti. Bulun­dukları yerlerde öldürülecek veya esir alınacaktı. Tevbe etmesi müstesna. Bu sürenin başlangıcı ise, hacc-ı ekber günü idi. Sona ereceği tarih ise Rabiu’l-âhir ayının onu idi. Herhangi bir antlaşmaya taraf olmayanlara gelince, bun­ların dq süresi haram ayların bitmesi ile sona erecekti. Bu da yirmisi Zülhic-ce’den olmak üzere Muharrem ay’ı ile birlikte elli günlük bir süre idi.

el-Kelbî der ki: Dört aylık süre, kendileri ile Peygamber (sav) arasında dört aydan daha aşağı bir süre antlaşma bulunan kimseler içindi. Antlaşma süre­leri dört aydan fazla olanlara gelince, yüce Allah’ın, Rasûlüne; “O halde on­ların süreleri bitinceye kadar akidlerini tamamlayın” (et-Tevbe, 9/4) buy­ruğunda sürelerini tamamlamasını emrettiği kimselerdir. Taberî ve başkala­rının tercih ettiği de budur.

Muhammed. b. İshâk, Mücahid ve başkaları da şunu nakletmektedirler: Bu âyet-i kertme Mekkeliler hakkında inmiştir. Şöyle ki: Rasûlullah (sav) Hudey-biye yılı Kureyşliler ile on yıl süreyle savaşmamak üzere barış yapmıştı. Bu süre içerisinde insanlar güvenlik altında bulunacak, birbirlerine ilişmeyecek-lerdi. Buna bağlı olarak Huzaalılar Rasûlullah (sav)’ın tarafında, Bekroğulla-rı ise Kureyş tarafında antlaşmada yer aldılar. Bekroğulları Huzaahlara sal­dırıda bulunarak ahidlerini bozdular. Buna sebep ise, İslâmdan bir süre önce Bekroğullarının Huzaa’dan almak istedikleri bir kan davalarının bulun­ması idi. Hudeybiye günü yapılan barış antlaşması ile insanlar birbirlerine kar­şı güven duydular. İşte, kan davalarının sahibi bulunan Bekroğullanndan Deyloğulları bu fırsatı ganimet bilerek Huzaahlann gafletlerinden yararlanmak ve böylelikle Huzaahlann öldürmüş olduğu el-Esved b. Rezn oğullarının in­tikamını almak istediler. Bunun için Deyloğullarından Nevfe! b, Muaviye, Bekroğullarının Abdumenaf kolundan kendisine itaat edenlerle birlikte yo­la çıktılar ve geceleyin Huzaahlara baskın düzenleyerek onlarla savaştılar. Ku­reyşliler de Bekroğullanna silah yardımında bulundular. Hatta Kureyşten ba­zı kimseler bizzat onlara yardımcı oldu. Huzaahlar da meşhur olduğu ve (il­gili kaynaklarda) yazılı olduğu üzere Harem bölgesine çekildiler. Yapılan bu iş, Hudeybiye günü barışını bozmaktı. O bakımdan, Huzaalı Amr b. Salim ile Budeyl b. Verta, bir gurup Huzaalı ile birlikte Rasûlullah (sav)’ın huzuruna gittiler ve Bekroğulları ile Kuıeyşlilerin başlarına getirdikleri bu musibete kar­şı Hz. Peygamber’den yardım istediler. Amr b. Salim Hz. Peygambere şu şi­iri okudu:

“Rabbim, ben Muhammed’e bizim atamızın ve onun atasının,

eskiden beri devam eden antlaşmasını hatırlatıyorum.

Bize baba oldun sen, biz de evlat durumundaydık

Orada tealim olmuştuk ve itatten el çekmemiştik

Yardıma koş, Allah sana hidayet vereaice, güçlü bir yardıma

Ve çağır Allah’ın kullarını yardım için gelsinler

Aralarında kılıcını kınından sıyırmış Rasûlullah da olsun,

Güneş gibi yükselip duran o bembeyaz yüzlü

Eğer onu küçük düşürücü bir iş yapılırsa hemen suratı asılır

Köpürerek akan coşkun deniz gibi büyük bir ordu arasında

Gerçek şu ki, Kureyşliler sana verdikleri sözü bozdular

Ve seninle pekiştirdikleri ahidlerini nakzettiler

Senin kimseyi (yardıma) çağırmayacağını zannettiler

Onlar ise en zelil ve sayıları en az olanlardır

Biz Vetir denilen suyumuzun kenarında gece uyurken bize baskın düzenlediler

Rükû ederken, secdelerde iken bizi öldürdüler.”

Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu; “Eğer Kâ’boğuliarına yar­dım etmeyecek olursam, ben de yardımsız kalayım.” Daha sonra bir buluta bakarak şöyle dedi: “Şüphesiz ki bu bulut, Kâ’boğullarının zaferini müjde­liyor.” Kâ’boğuUarından kastı ise Huzaalılardır. Ayrıca Rasûlullah (sav) Bu-deyl b. Verka ile beraberindekilere de şöyle dedi: “Şüphesiz, Ebu Süryan kı­sa bir süre sonra yeniden akdi bağlamak ve barış süresini artırmak için ge­lecektir. Fakat maksadını gerçekleştirerneden geri dönecektir.”

Gerçekten de Kureyş, yaptıklarına pişman oldu. Ebu Süryan akdi devam ettirmek, barış süresini daha da artırmak üzere Medine’ye çıkıp geldi. Tıpkı Rasûlullah (sav)’ın haber verdiği gibi. Ancak bilindiği gibi arzusunu gerçek-leştiremeden geri döndü. Rasûlullah (sav.) da Mekke üzerine yürümek üzere hazırlandı, Allah da Mekke fethini müyesser kıldı. Bu İse hicretin sekizinci yı­lında oldu. Hevazinliler, Mekke’nin fethedildiği haberini alınca, Malik b. Avf en-Nasrî -Huneyn gazası ile ilgili bilinen ünlü haberlerde belirtildiği üzre- He-vazinlileri bir araya getirdi. -İleride bu hususta kısmen açıklamalar gelecek­tir- Ve müslümanlar kâfirlere karşı muzaffer oldular, yardıma mazhar olduiar.

Hevazin vak’ası, Huneyn günü hicretin sekizinci yılı Şevval ayının başın­da olmuştu. Rasûlullalı (sav) da ganimet olarak alınan matları ve kadınları Ta­ife varıncaya kadar paylaştırmadı. Taiflileri yirmi küsur gün muhasara etti. Başka süreler de söylenmiştir. Onlara karşı mancınıklar yaptı ve mancınık­larla -bu gaza ile ilgili bilindiği gibi- atış yaptı. Daha sonra Rasûlullah (sav) Ci’rane’ye gitti ve bu hususta bilinen haberlerde belirtildiği üzere Huneyn ga­nimetlerini paylaştırdı. Daha sonra Rasûlullah (sav) geri döndü ve berabe­rindekiler de (yerlerine gitmek üzere) dağıldılar. O yi), insanların hac yöne­timini Attab b. Esid yaptı. İslâm tarihinde haccı yöneten İlk hac emiri odur. Müşrikler de kendi ibadet anlayışlarına göre haccettiler. Attab b. Esid hayır­lı, faziletli ve vera sahibi bir zat idi. Kâ’b b. Züheyr b. Ebi Sülma da Rasûlul­lah (sav)’ın huzuruna gelip onu övdü ve onun başı ucunda:

“Suâd’dan ayrıldım o sebepten kalbim bugün üzgün ve kırgındır” diye baş­layan kasidesini sonuna kadar okudu. Bu kasidesinde Muhacirleri sözkonu-su etti, onlardan da övgüyle sö2etti. Bundan önceleri ise, Peygamber (sav)’ı yeren şiirleri ezberlenmiş idi. Ensar, kendilerinden söz etmediği için onu ayıp­layınca, bu sefer, Peygamber (sav)’ın huzurunda Ensardan övgüyle sözetti-ği (ve şu mealdeki) kasidesini şöylece okudu:

“Hayatın keremiyle sevinmek isteyen, kimse,

Ensann salimlerinden bir süvari topluluğu arasında yer alır

Onlar babadan oğul a üstün değerleri miras aldılar

Şüphesiz onlar hayırlı olanlardır ve hayırlıların oğullarıdır

Uzun mızraklar ellerinde kısacık gibi gelir

Kor gibi kızarmış gözlerle bakarlar

Fakat görmeleri zayıf değildir

Canlarını Peygamberlerine satmışlardır onlar

Onun için sava; alanında hücum ve baskın günlerinde

Kâfirlerden ellerine geçirdikleri kimselerin kanlarıyla

Temizlenir onlar ve bunu kendileri için bir ibadet bilirler

Arslanı bol Hafiye vadisinde bulunan kalın enseli

Yırtıcı arslanlann alıştıkları gibi bunlar da (insan öldürmeye) alışmışlardır

Konaklayacak olursan engellerler senin kendilerine ulaşmanı

Ve sen dağ keçilerinin tırmandıkları sarp tepeler yanında kendini bulursun

Onlar Bedir günü A1i (b. Bekr b. Vâil veya bir başkası)’ye öyle bir darbe indirdiler ki,

Bütün Nizârlılar onun etkisi dolayısıyla boyun eğdiler

Eğer herkes benim onlara dair bildiklerimin tümünü bilseydi

Elbette benimle tartışanlar da beni tasdik ederdi Bunlar öyle bir toplulukturlar ki, yıldızlar yağmur yağdırmazsa onlar Gelip kendilerine konuk olan yolculara ikramda kuaur etmezler.”

Rasûlullah Taif dönüşünden sonra Medine’de Zülhicce, Muharrem, Safer, Rabiülevvel, Rabiülahir, Cumadelula ve Cumadelahire aylan kaldı, hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında ise, müslümanlarla birlikte Bizanslılarla sava­şa yani Tebuk gazvesine çıktı. Bu da onun son gazvesi idi. İbn Cüreyc, Mü-cahid’den naklen dedi ki: Rasûlullah (sav) Tebuk’den dönünce haccetmek is­tedi, sonra da şöyle dedi: “Şüphesiz Beyfe, Beyti tavaf etmek üzere çıplak müşrikler gelir. Ben böyle bir şey kaldınlmadan lıaccetmeyi arzu etmiyorum.” Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir’i hac emiri olarak gönderdi. Onunla birlikte de hacca katılanlara karşı okumak üzere Berae Sûresi’nin baş tarafından kırk âyet gönderdi.

Hz. Ebu Bekir yola çıktıktan sonra Peygamber (sav) Hz. Ali’yi çağırarak: “Sen de Tevbe Sûresi’nin baş tarafından şu hususları anlatan buyrukları al ve bir ara­ya gelip toplanacakları vakit herkese karşı bunları İlan et” diye buyurdu.

Hz. Ali de Peygamber (sav)’m el-Adbâ diye bilinen dişi devesi üzerinde yola çıktı ve sonunda Zül-Huleyfe denilen yerde Ebû Bekir -Allah ikisinden de razı olsun-‘e ulaştı. Hz. Ebu Bekir onu görünce: Emir olarak mı geldin, yok­sa memur olarak mı dedi. Hz. Ati hayır, memur olarak geldim dedi ve hep birlikte yola koyuldular. Hz. Ebu Bekir daha önce cahiliyye döneminde vakfe yaptıkları yerlerde onlara hac yaptırdı. Nesaî’nin kitabında (Sünenin-de) Hz. Cabir’den şöyle dediği nakledilmektedir: Ali (r.a) da insanlara karşı Tevbe Sûresi’ni terviye (Zülhicce’nin sekizinci) gününden bir gün Önce, Are-fe gününde ve Nahr gününde (Kurban bayramı birinci gününde) Ebu Bekir’in hutbesi sona erdikten sonra üç gün boyunca sonuna kadar okudu. Birinci Ne-fr günü olunca, Ebu Bekir kalktı, insanlara hutbe irad etti. Nasıl Nefr edecek­lerini ve nasıl taş atacaklarını onlara anlattı, hac ibadetlerini onlara öğretti. Yine hutbesini bitirince Ali kalktı ve insanlara karşı Tevbe Sûresi’niCn bu bö­lümlerini) sonuna kadar okudu.[12]

Süleyman b. Musa da dedi ki: Ebu Bekir Arefe’de hutbe okuyunca şöyle dedi: Kalk ey Alî, Rasûlullah (sav)’ın mesajının gereğini yerine getir. Hz. Ali de kalktı ve bunu yaptı. Sonra benim içime, herkesin Ebu Bekir’in hutbesin­de hazır bulunmadığı kanaati doğdu. O bakımdan, Kurban Bayramı birinci günü çadırları tek tek dolaşmaya başladım.

Tirmizî de Zeyd b. Yusey”den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Ali’ye, hacda seninle gönderilen şey neydi diye sordum o, benimle dört şey gönderildi, dedi: Beytullahı çıplak bir kimse tavaf edemeyecek, her kimin­le Peygamber (sav) arasında bir antlaşma varsa o, süresi sona erinceye ka­dar geçerlidir. Kimin bir antlaşması yoksa da onun süresi dört aydır. Cenne­te ancak müslüman bir can girecektir. Artık bu yıldan sonra müslümanlarla müşrikler (hacda) bir arada bulunmayacaklardır. Tirmizî der ki: Bu lıasen, sa­hih bir hadistir. Bunu Nesaî de rivayet etmiş ve şu ifadeleri zikretmiştir: Ve dedi ki: Sesim kisılıncaya kadar seslenip duruyordum.”[13]

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: Ali (.r.a) her ahid sahibinin ahdinin bo­zulduğunu anlatmak, artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccedemeyecek ve Beytullahı çıplak tavaf edemeyecek diye ilan etmek üzere gitmişti. O yıl yani, hicretin dokuzuncu yılı haccını, Ebu Bekir (r.a) idare etti. Daha sonra­ki sene Rasûlullah (sav) Medine’den haccını yaptı ki, bundan başka hac yap­madı. Onun bu haccı da Zülhicce ayına tesadüf etmiş ve: “Şüphesiz zaman ilk haline dönüp gelmiş bulunuyor” diye buyurmuştu.[14]Nitekim ileride buna dair açıklamalar Nesi’ (ayların ertelenmesi) âyetinin (9/37. âyetin) tef­sirinde gelecektir. Hac, kıyamet gününe kadar Zülhicce ayında böylelikle yer­leşmiş oldu. Mücalıid nakleder ki: Hz. Ebu Bekir ise dokuzuncu yıl Zülka-de ayında haccetmişti.

İbnü’l-Arabî der ki: Tevbe Sûresi’nin Hz. Ali’ye verilişindeki hikmet şu­dur: Tevbe Sûresi, Peygamber (sav.)’ın akdetmiş olduğu ahidleri bozmayı ih­tiva ediyordu. Arapların uygulamasına göre, akdi ancak yapan kişi, yahut da

onun ehl-i beytinden olan bir kişi bozabilirdi. Peygamber (sav) da kesin bir delil ile Arapların dil uzatmalarını önlemek istemiş ve ahdi bozmak üzere ken­di aile halkından, Haşimoğull arından amcasının oğlunu göndermişti ki, kim­senin bu konuda söyleyecek bir sözü kalmasın. ez-Zeccâc da bu manada bir açıklamada bulunmuştur.[15]

  1. Müşrikler İle Antlaşmaların Bozulması:

İlim adamları derler ki: Âyet-i kerime, bizimle müşrikler arasındaki ant­laşmayı bozmanın caiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir.

Bunun da iki hali vardır: Birisi, bizimle onlar arasındaki antlaşma süresi­nin sona ermesi hali, bu durumda onlara savaş ilan edebiliriz. Savaş ilan et­tiğimizi bildirmek ise ihtiyaridir.

İkincisi ise, onların ahidlerini bozacaklarından korkarsak, önceden geç­tiği üzere biz de onlara ahidlerini bozduğumuzu bildiririz.

İbn Abbas der ki: Âyet-i kerime nesh olunmuştur. Çünkü Peygamber (sav> önce ahid yaptı, fakat ona savaşma emri verilince bu alıdi bozduğunu bildir­di.[16]

3.Ve (bu) hacc-ı ekber günü Allah ve Rasöİünden İnsanlara, Allah ve Rasûlünün, müşriklerden uzak olduklarına dair bir İlândır. Eğer tevbe ederseniz, o sizin İçin daha hayırlıdır. Yok, eğer yüz çevirirseniz, iyi bilin ki, siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. O kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[17]

  1. Hacc-ı Ekber Günü insanlara Yapılan İlan:

Yüce Allah’ın: “Bir ilândır” buyruğundaki Han anlamını veren kelîmesinin sözlük anlamının “bildirmek” olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kelime de sûrenin ilk kelimesi olan; “İlişkilerin kesilme­si” kelimesine atfedilmiştir. “İnsanlara” kelimesi, burada bütün insanları kap­samaktadır. “Hacc-ı ekber günü” anlamındaki ifade zarftır. Bunun âmili de “bir İlândır” anlamındaki kelimedir. Her ne kadar “bir ilândır” anlamında­ki ketime yüce Allah’ın: “Allah…dan” buyruğuyla vasfedtlmjş ise de fiil ko­kusu varlığını sürdürmektedir ve bu kadarı da zarflarda âmil olur. Bir diğer görüşe göre bundaki âmil, “Küsvay eden” kelimesi olup, “bir ilan­dır” anlamındaki kelime ise, sıfat alarak fiil hükmünden çıktığından dolayı amel etmesi sahih değildir.[18]

  1. Hacc-ı Ekber Günü:

İlim adamları “hacc-ı ekber” hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu, Arefe günüdür denilmiştir. Bu görüş, Hz. Ömer, Osman, İbn Abbas, Tavus ve Mücahid’den rivayet edilmiştir, Ebu Hanife’nİn görüşü de budur, Şafiî de bu görüşü kabul etmiştir. Hz. Ali, yine İbn Abbas, İbn Mes’ud, İbn Ebi Ev-fâ, el-Muğîre b. Şu’be’ye göre ise, kurban bayramının birinci günüdür. Tabe-rî de bunu tercih etmiştir.

İbn Ömer’in rivayetine göre Rasûlullah (sav) haccını yaptığı sırada kur­ban bayramı günü durarak şöyle dedi: “Bugün hangi gündür?” Yanında bu­lunanlar: Bugün Nahr (kurban bayramının birinci günü, kurban kesme) günüdür, dediler. Hz. Peygamber de: “Bu haca ekber günüdür” diye buyurdu. Bunu da Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[19]

Buhârî Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmekledir: Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) kurban bayramının birinci günü Mİna’da ilan yapacak kimseler arasında beni gönderdi: Artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik lıaccetmeyecek-tir ve çıplak bir kimse de Beytuilahı tavaf edemeyecektir. Haca ekber günü de Nahr günü (kurban bayramının birinci günü)dür. Burada (en büyük an­lamına gelen) ekber deniliş sebebi, insanların el-Haccu’1-Asğar (küçük hac) demelerinden ötürüdür. Ebu Bekir de o yıl, insanlara antiaşmalannın bozul­duğunu ilan etti. Peygamber (sav)’ın haccettiği Veda Haccı senesi de hiçbir müşrik-lıac yapmadı.[20]

İbn Ebi Evfâ da der ki: Kurban kesme günü (yevmü’n-nahr) hacc-t ekber günüdür. O günde (kurbanların) kanı akıtılır, saç kesilir, o günde kirler gi­derilir ve (ihram dolayısıyla) haram olan şeyler o günde helal olur. Malik’in kabul ettiği görüş de budur. Çünkü, kurban kesme günü olan Nahr gününde haccın tamamı vardır. Zira hac için vakfe de onun (dokuzu ona bağlayan günün) gecesi yapılır. Taş atmak, kurban kesmek, tıraş olmak ve rükün ta­vafı da onuncu günün sabahı yapılır.

Birinci görüşü kabul edenler, Mahreme yoluyla rivayet edilen, Peygam­ber (sav)’ın: “Hacc-ı ekber günü Arefe günüdür” şeklinde rivayet ettiği ha­disini delil gösterirler. Bu hadisi İsmail el-Kadî rivayet etmiştir.

es-Sevrî ve İbn Cüreyc derler ki: Hacc-ı ekber, Minâ’da kalınan bütün gün­lerdir. Bu da Sıffin günü, Cemel günü, Buas günü demeye benzer. Bu ifade­lerle ise, bizzat gün değil, bu olayların meydana geldiği zaman ve süre kast edilir.

Mücahid’den gelen rivayete göre ise hacc-ı ekber, hacc-ı kıran demektir, haca asğar (küçük hac) ise, hacc-ı ifrad demektir. Ancak, bunun âyet ile hiç­bir ilgisi yoktur. Yine Mücahid ve Ata’dan şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Hacc-ı ekber, Arefe’de vakfe yapılan hacdır. Asğar ise umredir. Yine Müca­hid’den gelen rivayete göre hacc-ı ekber, bütün hac günleridir.

el-Hasen ile Abdullah b. el-Haris b. Nevfel de derler ki: Ona, hacc-t ek­ber günü adının veriliş sebebi, o yıl müslümanlarla müşriklerin birlikte hac­cetmeleri ve o günde yahu di, hıristiyan ve mecusîye mensub kimselerin bay­ramlarının da o güne denk düşmesinden dolayıdır.

İbn Atiyye ise şöyle demektedir: Böyle bir güne yüce Allah’ın bundan ötü­rü hacc-ı ekber diye nitelendirmesi zayıf bir iddiadır.

Yine el-Hasen’den şöyle dediği nakledilmektedir: Bugüne, “ekber” sıfa­tının verilmesi, o günde Ebu Bekir’in haccetmesi ve antlaşmaların bozuldu­ğunun ilan edilmesinden ötürüdür. Bunun, el-Hasen’in görüşü olma ihtima­li daha kuvvetlidir. îbn Sırın de der ki: Hacc-ı ekber günü, Peygamber (sav)’ın Veda Haccını yaptığı ve onunla birlikte o günde diğer ümmetlerin de haccettiği gündür.[21]

  1. Allah da, Rasûlü de Müşriklerden Uzaktır:

Yüce Allah’ın: “Allah ve Rasûlünün, müş­riklerden uzak olduklarına dair…” buyruğundaki; edatı nasb mahal­linde vetakdirindedir. Bunu esrelİ okuyanlara göre ifade; Dedi ki: Muhakkak Allah… diye, takdir ile okur. “Uzaktır” ifadesi de ‘in haberidir. “Rasûlü” lafzı, “Allah” lafzının mahalline (mer-fu olarak) atfedilmiştir. Bununla birlikte “Uzaktır” kelimesindeki merfu’ zamire de atfedilebilir. Her ikisi de güzeldir. Çünkü ifadeler arasın­da uzaklık vardır. Bununla birlikte haberi hazfedilmiş bir mübteda da kabul edilebilir. İfadenin takdiri de:Ve Rasûlü de onlardan uzaktır” şeklinde olur,

Şeklinde nasb ile okuyanlara -ki el-Hasen ve bankasıdır- gelin­ce; bunlar da “Allah” ism-i celâlinin lafzına (mansub olduğundan) atf ile oku­muşlardır. Şaz kıraatlerde ise “ve O’nun Rasûlünün hakkı için…” takdirinde yemin olmak üzere; şeklinde de okunmuştur. Bu kıraat el-Hasen’den de rivayet edilmiştir. Bu okuyuşa dair Hz. Ömer’in başından geçen bir olay kitabın baş taraflarında (Kur’anın i’rabı ile ilgili açıklamalann verildiği bölüm­de) geçmiş bulunmaktadır.

“Eğer” şirkten “tevbe ederseniz, o sizin için daha hayırlıdır” daha fay­dalıdır. “Yok eğer” iman etmekten “yüzçevirirseniz, iyi bilinki siz, Allah’ı

aciz bırakamazsınız” O’ndan kurtulamazsınız. Çünkü O, şüphesiz sizi ku­şatandır ve cezasını size indirendir.[22]

  1. Muahede yaptığınız müşrikler arasından, sonra size karşı bir ek­siklik yapmamış, aleyhinizde kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnadır. O halde, onların süreleri bitinceye kadar ahidle-rini tamamlayın. Şüphesiz Allah sakınanları sever.

“Muahede yaptığınız müşrikler arasından… olanlar müstesnadır” an­lamındaki buyruk, muttasıl istisna olarak nasb mahallindedir. -Ahidleri süre­si içerisinde bulunan, kendileriyle antlaşma yapmış olduğunuz kimseler müstesna olmak üzere- Allah, müşriklerden uzaktır, demektir. İstisnanın munkatı’ olduğu da söylenmiştir. Yani, Allah o müşriklerden uzaktır. Amma, kendileriyle ahidleşip de ahidleri üzere sebat gösterenlere ahidlerini ta­mamlayınız, demek olur.

“Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış” buyruğu, kendileriyle antlaş­ma yapılmış olanların kimisinin ahdini bozduğuna, kimisinin de ahdine bağlı kalmaya devam ettiğine delildir. Şanı yüce Aliah Peygamberine, ahdi­ne aykırı davrananların antlaşmalannı bozmasını, ahdine bağlı kalan kimse­lerin de bu antlaşmaların süresi bitene kadar antlaşmaya bağlı kalmasını em­retti.

“Sonra size karşı bir eksiklik yapmamış” iradesi de antlaşmadaki şart­lardan herhangi bir şeyi eksiltmemiş anlamındadır. “Aleyhinize kimseye karşı yardım etmemiş” kimseye destek vermemiş “olanlar müstesnadır.”

İkrime ile Ata b. Yesar, “Sonra size karşı bir eksiklik yap­mamış” buyruğunu şeklinde muzafın haztedildiği kabul edile­rek noktalı “dâd” ile okumuşlardır ki, bu ifadenin de takdiri: “Sonra ahidlerini bozmamış iseler,” şeklinde olur. Bu özel­liğin, sadece Damraoğullarının kastedildiği özel bir hüküm olduğu da söy­lenmektedir.

Daha sonra yüce Allah: “O halde, onların sureleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın” diye buyurmaktadır kî, bu süre dört aydan fazla ol­sa bile tamamlayın, anlamındadır.[23]

  1. 0 haram aylar çıkınca, artık o müşrikleri nerede bulursanız öl­dürün. Onları yakalayın. Onları alıkoyun. Onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer, tevbe edip namaz kılar ve zekât verirlerse, yollarını serbest bırakın. Gerçekten Allah Gafurdur, Rahimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[24]

  1. Bu Buyrukta Haram Aylar’dan Kasıt:

“O haram aylar çıkınca” anlamındaki buyrukta, kelimesi, çıktı anlamına gelir. Mesela, bir ayın son günlerine doğru geldiğini ifade etmek üzere kişi; Aydan çıktım, der. “Aydan çıkarsın,” yani ayı bitiriyorsun, demek olur. Şair de der ki:

“Aydan çıktım mı, hemen onun gibi[25] bir aya girerim

Benim aylardan çıkışım ve aylara girişim katil olarak (bana) yeterlidir.

“Ay çtktt (bitti),” demektir, ifadesi ise, gündüz ge­lecek geceden sıyrıldı, çıktı anlamındadır. ise, kadın man­to (ve benzeri üst giyeceğini) üzerinden çıkardı, demektir. Kur’an-ı Kerim­de de: ” Onlar için bir âyet de gecedir. Ondan gün­düzü soyup çıkarım” (Yâsîn, 36/37) diye buyurulmaktadır. ise, meyvesi henüz daha yeşilken etrafa dağılan hurma ağacı, demektir.

(Bu âyet-i kerimede geçen) “haram aylar” ile ilgili ilim adamlarının iki ayn görüşü vardır. Bilinen ve üçü arka arkaya (Zülkade, Zilhicce ve Muhar­rem) biri de tek (Recep) olmak üzere dört haram aydır denildiği gibi, el-Asam da şöyle demiştir: Bununla, kendileriyle herhangi bir antlaşma akdi bulun­mayan müşrikler kastedilmiştir. İşte, yüce Allah bu buyrukta bu haram ay­lar çıkıncaya kadar onlarla savaşmaktan uzak durmayı emretmektedir ki, bu da İbn Abbas’ın naklettiğine göre elli günlük bir süredir. Çünkü, Kurban bay­ramı birinci günü bu husus ilan edilmişti. Bu görüş daha önceden geçmiş bu­lunmaktadır.

Bunların, antlaşmalara tanınan dört aylık süre olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de Mücahid, îbn İshak, İbn Zeyd ve Amr b. Şuayb ileri sürmüşlerdir.

Haram aylardan kastın, hürmetleri bulunan aylar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu aylarda mü’rninlere, müşriklerin kanını dökmeyi ve ha­yırlı bir maksat ile olması müstesna, onlara herhangi bir şekilde taaruzda bu­lunmayı haram kılmış idi.[26]

  1. “Müşrikleri Öldürün” Emrinin Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Artık o müşrikleri… öldürün” buyruğu, bütün müşrikler hakkında umumi olmakla birlikte sünnet, bunlar arasından daha önce el-Ba-kara Sûresi’nde (2/190. âyet 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere kadın, ra­hip, çocuk ve benzeri kimseleri tahsis etmiş (bu genel hükmün dışında bı-rakrruşMır. Nitekim yüce Allah kitap ehli hakkında da: “Cizye verinceye ka­dar…” (et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. Ancak “müşrikler” lafzının ki­tap ehlini kapsamına almaması da mümkündür. Bu da cizyenin puta tapan­lardan ve diğerlerinden -ileride açıklanacağı üzere- alınmamasını gerektirir. Şunu bilmeli ki, yüce Allah’ın: “Müşrikleri öldürün” buyruğundaki mutlak ifade, herhangi surette olursa olsun onları öldürmenin caiz olmasını gerek­tirmektedir. Ancak, Hz. Peygamberden müsleyi yasaklayan haberler varid ol­muştur.

Bununla birlikte Ebu Bekr es-Sıddik (r.a)’ın irtidad edenleri ateşle yakma­sı, taşla öldürmesi, dağların tepelerinden atması, başaşağı kuyulara atması şek­lindeki öldürmelerine de âyetin umumi ifadesini kendisine delil almış olabilir. Aynı şekilde Ali (r.a)’ın, irtidat eden birtakım kimseleri yakarak öldür­mesini de bu görüşe meyletmesi ve lafzın genel oluşuna dayanarak bunu yap­mış olması ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[27]

  1. Müşriklerin Bulundukları Yerde Öldürülmelerinden İstisnalar:

“O müşrikleri nerede bulursanız…” buyruğu, her yer hakkında umumi­dir. Ebu Hanife -Allah ondan razı olsun- ise, dalıa önce el-Bakara Sûresi’nde (2/191-192. âyetler, 3. başlıkta) geçtiği üzere Mescid-i Haramı istisna etmiştir, Bununla birlikte (hükmün mensuh olup olmadığı hususunda) ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı vardır. el-Hüseyn b. el-Fadl der ki: Bu âyet-İ ke­rime, Kur’an-ı Kerimde yüzçevirmekten ve düşmanların eziyetlerine sabre­dip katlanmaktan söz eden bütün âyetleri nesli etmiştir.

ed-Dalıhâk, es-Süddî ve Ata da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime yüce Allah’ın; “Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın” (Muhammed, 47/4) buyruğu ile nesli edilmiştir ve hiçbir esir eli kolu bağlı öldürülmez demişlerdir. Esir ya karşılıksız serbest bırakılır, yahut fidye karşılığın­da bırakılır.

Mücahid ve Katade ise derler ki; Bilakis bu âyet-i kerime yüce Allah’ın: “Bundan sonra ister karşılıksız serbest bırakın, ister fidye alın” (Muhammed, 47/4) buyruğunu neshetmekte ve müşrik olan esirîer hakkında öldürülmelerinden başka bir uygulama caiz bulunmamakladır.

îbn Zeyd her iki âyet de muhkemdir demektedir ki, doğru olan da budur. Çünkü, karşılıksız serbest bırakmak, öldürmek ve fidye almak, müşriklerle yaptığı İlk savaş olan -önceden de geçtiği üzere- Bedir gününden itibaren uy­guladığı hükümler olagelmiştir. Yüce Allah’ın: “Onları yakalayın” buyruğu da buna delildir. Yakalamak ise esir almaktır. Esir almak da, imamın uygun göreceği tercihe göre ya öldürmek için, yahut fidye almak için veya karşı­lıksız bırakmak için olur.

“Onları alıkoyun” buyruğu ise, sizin topraklarınızda tasarrufta bulunma­larını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin; ancak, siz onlara izin verirseniz eman ile yanınıza girebilirler, demektir.[28]

  1. Müşriklerin Geçit Yerlerini Tutmak:

“…onların bütün geçit yerlerini tutun” buyruğunda geçen ve “geçit ye­ri” diye meali verilen; kelimesi, kendisinde düşmanın gözetlendi­ği yer, demektir. “Filanı gözetledim, gözetlemekteyim,” de­nilir. Buyruk, onların gözetlenebilecekleri ve gafil yakalanabilecekleri yer­lerde onlar için oturun (pusu kurun) demektir. Âmir b. et-Tufeyl der ki:

“Ben kesin olarak biliyorum ve hiç de unuttuğumu sanmayın: Genç delikanlıyı ölümün gözetleyip durduğunu,”

Şair Adiy de şöyle demektedir:

“Ey Âzile, (hanımının adı) şüphesiz ki bilgisizlik genç olanm zevkin (e düşkünlüğün) den ötürüdür Ve hiç şüphesiz nefisler için ölümler gözetlemededir.”

Bu buyrukta davette bulunmadan önce müşrikleri gatîl avlamanın caiz ol­duğuna delil vardır, “: Bütün” kelimesi zarf olarak nasbedilmiştir. ez-Zec-câc’ın tercihi de budur. Mesela; “Bir yolda gittim denildiği” gi­bi, “Her yolda gittim” denilir (ve “bütün, her” anlamındaki ke­lime nasbedilir). Yahut da bu kelime cer eden kelimenin düşürülmesinden ötürü de mansub gelmiş olabilir, İfadenin takdiri şöyle olur: “Bütün geçit yerlerinde, üzerinde gözetlemede bulunun” demek olur. Böylelikle “: Geçit yerleri” kelimesi geçtikle­ri yolun adı kabul edilir.

Ebu Ali ise, ez-Zeccâc’ı , “yol” kelimesini zarf kabul etmekte hatalı bulur ve şöyle den Yol, ev ve mescid gibi özel bir yerin adıdır. Dolayısı ile semaî olarak hazfın varid olduğu haller müstesna, bundan cer harfinin hazfedilme-si caiz olamaz. Nitekim Sibeveyh “Şam’a girdim, eve girdim” şeklindeki kullanışları nakletmektedir. Şu mısra da buna benze­mektedir:

“Tilkinin yolda sallanarak koşması gibi…”[29]

  1. Müşriklerle Savaşmanın Hedefi:

“Eğer tevbe edip” yani, şirkten vazgeçip “namaz kılar ve zekât verirler­se, yollarını serbest bırakın” âyet-i kerimesi üzerinde dikkatle durup dü­şünmek gerekir. Çünkü yüce Allah önce öldürülme sebeplerini şirke bağlamakta, daha sonra da: “Eğer tevbe edip…” diye buyurmaktadır. Asıl kaide de şudur: Öldürme, eğer şirk dolayısıyla sözkonusu ise, şirkin zevali ile bu emir de zail olur. Bu da namazın kılınmasını, zekâtın verilmesini gözönün-de bulundurmaksızın mücerred tevbe etmekle öldürme emrinin ortadan kalkmasını gerektirir. İşte bundan dolayı, namaz vaktinden ve zekât verme zamanından önce mücerred tevbe etmek dolayısıyla öldürme hükmü de or­tadan kalkmıştır. Bu ise, bu yönüyle gayet açıkça anlaşılan bir konudur. Şu kadar var ki: Şanı yüce Allah, tevbe etmekle birlikte iki şart daha sözkonu-su etmiştir ki, bunları boşa çıkarmanın imkânı yoktur. Hz. Peygamberin şu buyruğu da buna benzemektedir; “Ben insanlarla lâ ilahe illallah deyinceye, namaz kılıncaya ve zekât verinceye kadar savaşmakla emrolundum. Onlar bunu yapacak olurlarsa, benden kanlarını da mallarını da korumuş olurlar. Onun hakkı ile olması hali müstesna hesapları ise Allah’a aittir.”[30]

Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) da şöyle buyurmuştur: “Allah’a yemin ederim, na­maz ile zekât arasında ayırım gözetenlerle mutlaka savaşacağım. Çünkü ze­kât mahn hakkıdır.” İbn Abbas da: Allah Ebu Bekir’e rahmet eylesin. O, ne kadar da fakih bir kimse idi demiştir.

İbnü’l’Arabî der ki: Böylelikle Kur’an ve Sünnet aynı gerçekleri dile ge­tirmiş olmaktadır. Namazı ve sair farzları helal kabul ederek terkedenin kâ­fir olduğu hususunda müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Sünnetle­ri önemsemeyerek terkeden de fasık olur. Nafileleri terkeden için ise bir ve­bal yoktur. Ancak, nafilenin faziletini inkâr ederse kâfir olur. Çünkü o, bu tu­tumu ile Rasûluilah (sav)’m getirip haber verdiği bir hususu reddetmiş olmak­tadır. Ancak farz olduğunu inkâr etmeksizin ve terkini de helal kabul etmek­sizin namazı terkeden kimsenin hükmü hususunda ilim adamlarının farklı gö­rüşleri vardır. Yunus b. Abdulalâ dedi ki: Ben, İbn Vehb’i şöyle derken din­ledim: Malik dedi ki: Allah’a iman edip, rasûlleri tasdik eden, fakat namaz kıl­mayı kabul etmeyen kimse öldürülür. Ebu Sevr de; Şafiî mezhebinin bütün alimleri bu görüştedir, der. Hammad b. Zeyd, Mekhul ve Veki’in görüşü de budur. Ebu Hanife der ki: Böyle bir kimse hapse atılır, dövülür ama öldürül­mez. Bu, İbn Şihab’ın da görüşüdür. Davud b. Ali de bu görüştedir. Bunla­rın delilleri arasında Hz. Peygamberin şu buyruğu da vardır: “Ben insanlar­la la ilahe illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu diyecek olurlarsa, -onun hakkı İle olması müstesna- benden kanlarını ve mallannı ko­rumuş olurlar.”[31]Bu görüşü kabul edenler derler ki: Onun hakkı ise, Hz. Peygamberin bir başka hadisinde şöylece dile getirilmiştir: “Müslüman bir kim­senin kanı ancak üç şeyden birisiyle helal olur: İmandan sonra kâfir olmak, yahut muhsan olduktan sonra zina etmek, ya da bir başka nefse karşılık ol­maksızın birisini öldürmek.”[32]

Ashab-ı kiram ve tabiinden bir topluluğun görüşüne göre kasti olarak ve özrü bulunmaksızın vakti çıkıncaya kadar tek bir namazı terkeden ve onu eda etmeyi de kaza etmeyi de kabul etmeyip namaz kılmam, diyen bir kimsenin kâfir olduğu, kanının da malının da helal olduğu, müslüman mirasçılarının ondan miras alamayacağı ve tevbe etmesinin de istenmeyeceği görüşünde­dirler. Eğer (kendiliğinden) tevbe ederse mesele yok. Aksi takdirde öldürü­lür. Ve malının hükmü de mürtedin malı ile aynıdır. Bu, aynı zamanda İshak’ın da görüşüdür. İshak der ki: İşte Peygamber (sav)’dan şu günümüze kadar ilim ehlinin görüşü böyledir.

İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, namazı terkeden kişinin ne vakit öldürüleceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, na­mazın kılınması için uygun görülen vaktinin sonunda öldürülür derken, ki­misi de zaruret vaktinin sonuna kadar bırakılır demişlerdir. Bu konuda sahih olan görüş budur. Bu zaruret vakti de şöyledir: İkindi namazı vaktinden gü­neşin batacağı zamana kadar dört rekat kılabilecek bir süre, yatsı namazının çıkış vakti olan gecenin bitimine dört rekat kala, sabah namazı vaktinin bi­timi olan güneşin doğuşundan önce iki rekat kılacak kadar bir zamandır. İs­hak der ki: Vaktin gitmesinden maksat ise, öğle namazını güneşin batışına, ak­şam namazını da tan yerinin ağarması vaktine kadar ertelemesi demektir.[33]

  1. Gerçek Tevbe Ne İle Anlaşılır:

Bu âyet-i kerime “tevbe ettim” diyen kimsenin, fiilleri arasına tevbenin muhakkak olduğunu ortaya koyan hususlar da eklenmedikçe, bu sözüyle ye-tinilmeyeceğine delildir. Çünkü yüce Allah burada tevbe etmekle birlikte na­maz kılmayı ve zekât vermeyi de şart koşmaktadır ki, bunların yerine geti­rilmesiyle tevbenin gerçekten yapıldığı ortaya çıksın. Faizi yasaklayan âyet-i kerimede de: “Şayet tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir” (el-Bakara, 2/279) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: ‘Tevbe edenler, ıslah eden­ler ve açıklayanlar müstesna…” (el-Bakara, 2/l60) diye buyurmaktadır, el-Bakara Sûresi’nde bu anlamdaki açıklamalar (2/160. ayetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[34]

  1. Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra onu emin olacağı yere ka­dar ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir kavim olduklarından do­layı böyledir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[35]

  1. Eman Verme:

“Eğer” sana kendileriyle savaşma emrini vermiş olduğum “müşriklerden biri senden eman dilerse” buyruğunda geçen ve “senden eman dilerse” an­lamındaki; kelimesi, senin himayeni isterse; yani, senin emâmnı ve senin korumam isterse, Kur’an-ı Kerimi dinleyebilmesi için onun hükümle­rini, emir ve yasaklarını anlayabilmesi için böyle bir istekte bulunursa) sen de ona eman ver, demektir. Eğer, bir emri kabul ederse, bu güzel bir şey­dir. Şayet kabul etmeyecek olursa, sen de onu güvenlik duyacağı yere geri götür. Bu, hakkında görüş ayrılığı bulunmayan bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Malik der ki: Harbî bir kişi müslümanların ülkesine giden yolda bulunup da: Ben eman istemek üzere geldim diyecek olursa, bu gibi haller şüpheli hu­suslardan olduğu için görüşüme göre bu durumdaki bir kimse güven duya­bileceği bir yere geri götürülür. İbnü’l-Kasım da şöyle der: Bizim kıyılarımı­za ticaret maksadıyla gelmiş görünen ve: Ben malımı satıncaya kadar ticaret yapmak üzere gelen kimselere dokunmadığınızı zannediyorum, diyen kim­senin durumu da böyledir.

Âyet-i kerimenin zahiri ise, Kur’an-ı Kerimi dinlemek ve İslâm üzerinde düşünmek isteyen kimseler hakkındadır. Bunun dışındaki maksatlar için eman vermek ise, müslümanların maslahatı ile ilgili ve onlara fayda sağla­yan hususların gereği gibi tetkik edilmesi ile ilgilidir.[36]

  1. Eman Verme Yetkisi:

İlim adamlarının tümüne göre sultanın (İslâm devlet yöneticisinin) verdi­ği eman caizdir. Çünkü imam, müslümanların lehine olan menfaat ve maslahatlara bakmak İçin öne geçirilir. O, menfaatlerin sağlanması, zararların ön­lenmesi konusunda herkesin vekilidir.

Halifeden başkasının eraan vermesi hususunda ise ilim adamlarının fark­lı görüşleri vardır. Hür bir kimsenin verdiği eman, bütün ilim adamlarına gö­re geçerlidir. Ancak İbn Habib şöyle demektedir: İmam, verilen bu emanı göz­den geçirir.

Kölenin de, Malikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre eman vermek yetkisi vardır. Şafiî, Şafiî mezhebi alimleri, Ahmed, İshâk, Evzaî, Sevrî, Ebu Sevr, Davud ve (Hanefilerden) Muhammed b. el-Hasen de bu görüştedirler. Ebu Hanife’nin görüşüne göre ise, kölenin eman vermek yetkisi yoktur. Bi­zim (Malikî mezhebi > ilim adamlarımızın ikinci görüşü de budur. Ancak, bi­rinci görüş daha sahihtir. Çünkü Peygamber şöyle buyurmuştur: “Müslüman­ların kanları birbirine denktir. Onların en aşağı olanları dahi zimmetlerini ye­rine getirmeye çalışır. “[37]

İlim adamlarımız derler ki: Hz. Peygamber: “En aşağılan” dediğine gö­re, kölenin de emanı caizdir. Hür kadının eman verebilmesi ise daha bir uy­gundur. “Köleye (ganimetten) pay verilmez” diye gösterilecek gerekçe ise mu­teber değildir. Abdulmelik b. el-Macişûn der ki: İmamın geçerli kabul etme­si hali müstesna, kadının emanı caiz değildir. O, bu görüşüyle cumhurdan ayrı istisnai bir kanaat ortaya koymuş olmaktadır.

Çocuğa gelince, eğer savaşabilecek güçte ise, onun emanı da geçerlidir. Çünkü o da savaşçılar arasındadır ve koruyucu kesim arasına girmektedir.

ed-Dahhak ve es-Süddî ise, bu âyet-i kerimenin, yüce Allah’ın: “Müşrik­leri öldürün” buyruğu ile nesli olduğu kanaatindedirler. el-Hasen ise şöy­le demektedir: Bu âyet-i kerime kıyamet gününe kadar muhkem ve uygula­nabilecek bir âyettir. Mücahid de bu görüştedir.

Bu âyet-i kerimenin hükmünün müşrikler için tayin edilen dört aylık sü­re boyunca geçerli olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüşün hiç bir kıyme­ti yoktur. Said b. Cübeyr der ki: Müşriklerden bir kişi Ali b. Ebi Talib’in ya­nına gelerek şöyle dedi: Bizden herhangi bir kimse bu dört ayın bitişinden sonra Muhammed’in yanına gelip de Allah’ın kelamını işitmek isterse veya bir ihtiyâcı dolayısıyla gelirse öldürülür mü? Ali b, Ebi Talib (r.a): Hayır de­di. Çünkü şanı yüce Allah: “Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver. Tâ ki Allah’ın kelamını dinlesin” diye buyurmuştur. Doğ­ru olan da budur ve âyet-i kerime muhkemdir.[38]

  1. Şart Edatlanyla İlgili Bir Açıklama:

Yüce Allah’ın: ” Eğer… biri” buyruğundaki; Biri kelime­si, daha sonra gelen (“Senden eman dilerse” anlamındaki) fiil gibi bir fiil takdiri ile ref edilmiştir. Böyle bir açıklama, şart edatı için güzeldir, an­cak diğer kardeşlerinde (şart edatlarında) çirkindir. Sibeveyh’in benimsedi­ği görüş de, bu edat ile diğerleri arasında fark gözetmek şeklindedir. Çün­kü bu, şart edatlarının anası olduğundan onun böyle bir özelliği vardır. Di­ğer taraftan böyle bir özellik diğer edatlarda yoktur. Ancak, Muhammed b. Yezid şöyle demektedir: Sibeveylı’in: “Çünkü böyle bir özellik diğer edat­larda yoktur” demesi yanlıştır. Zira, bu edat, kimi zaman; anlamında olup, kimi zaman da şeddelisinden hafifletilmiş olur. Diğer şart edatları ise böyle değildir.

Sibeveylı şu beyiti örnek olarak zikretmektedir:

“Benim nefis ve değerli şeyleri tüketmemden ötürü sızlanma

Fakat ben ölüp gidersem, işte o vakit ağlayıp sızla.”[39]

  1. Allah’ın Okunan Kelâmı İşitilir:

İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah’ın: “Tâ ki Allah’ın kelâmını din­lesin” buyruğunda, şanı yüce Allah’ın kelâmının okuyucu tarafından okun­ması halinde işitildiğine delildir. Şeyh Ebu’l-Hasen (el-Eş’arî), Kadı Ebu Bekr (el-Bakiİlânî) ile Ebu’l-Abbas el-Kalanfcî, İbn Mücahid, Ebu îshak el-İs-ferayinî ve başkaları bu görüştedir.

Çünkü yüce Allah: “Tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin” buyruğu ile ken­di kelâmının Kur’an okuyan kimsenin okuması esnasında işitilen bir kelâm olduğunu açıkça ifade etmektedir. Aynca müslümanlar, bir kimse mesela Fa-tihatü’l-Kitabı veya herhangi bir sûreyi okuyacak olursa, “Allah’ın kelâmını dinledik işittik” demek üzerinde icma etmiş olmaları ve Allah’ın kelâmının okunmasıyla mesela İmriu’l-Kays’ın şiirinin okunması arasında fark gözetmek­te icma etmiş olmaları da buna delildir. el-Bakara Sûresi’nde de (2/75. aye­tin tefsirinde) Allah’ın kelâmının anlamı, O’nun kelâmının harfe ve sese muh­taç olmadığına dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah’a hamd olsun.[40]

  1. Mescid-i Haram’ın yanında ahidleştikleriniz dışında müşrikle­rin Allah katında ve Rasûlii yanında nasıl bir ahdi olabilir? O hal­de onlar size karşı abidlerinde doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğrulukla davranın. Şüphesiz ki Allah sakınanları sever.

Yüce Allah’ın: “Mescid-i Haram’ın yanında ahidleştiklertniz dışında, müşriklerin Allah katında ve Rasûlü yanında nasıl bir ahdi olabilir?”

buyruğundaki “nasıl” anlamına gelen; kelimesi burada hayret bildir­mek içindir. Tıpkı, filan kişi nasıl olur da beni geçer? demeye benzer. Yani, onun beni geçmemesi gerekirdi.

“Ahid” kelimesi de; “Olur” kelimesinin ismidir, âyet-i ke­rimede hazfedilmiş takdiri ifade vardır. Yani: Ahdi bozmayı içlerinde saklı tut­makla birlikte müşriklerin nasıl bir ahdi olabilir? demektir. Şairin şu beyitin-de olduğu gibi:

“Siz bana ölümün ancak şehirlerde (meskûn yerlerde) olduğunu söylemiştiniz. İşte bu ikisi düz bir ova ve kum tepe sidir; nasıl olur?”

ez-Zeccâc’dan nakledildiğine göre burada ifadenin takdiri bu kişi (bura­da) nasıl ölmüştür? şeklindedir.

Buyruğun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Müşriklerin Allah katında yarın azabından emin olmalarına sebep olacak, Rasûlü nezdinde de dünya azabından kendisi sebebiyle emin olmalarını sağlayacak bir ahidleri nasıl olabilir?

Daha sonra yüce Allah: “Mescid-i Haram’ın yanında ahidleştikerinin dışında…” diye bir istisna yapmaktadır. Muhammed b. îshak der ki: Bunlar Bekroğullandır. Yani, ancak şu ahidlerini bozmayan, sözlerine aykırı davran­mayan kimselerin ahdi olabilir.

“O halde onlar size karşı doğru davrandıkları sürece siz de onlara doğ­rulukla davranın” buyruğunun anlamı şudur: Onlar size verdikleri sözleri­ne bağlı kalmaya devam ettikleri sürece siz de aynı şekilde sözlerinize bağ­lı kalmaya devam edin. İbn Zeyd der ki: Ancak onlar ahidlerine bağlı kalma­dılar, o bakımdan onlara da dört aylık bir süre tayin etti. Ahdi bulunmayan­lara gelince, tevbe etmeleri dışında gördükleri yerde onlarla savaştılar.[41]

  1. Nasıl olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa hakkınızda hiç­bir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler. Dilleriyle sizi hoşnut et­meye çalışırlar. Kalpleri İse İsteksizdir. Onların çoğu fösık kim­selerdir.

Yüce Allah: “Nasü olabilir ki? Size karşı üstünlük sağlarlarsa…” buyru­ğu ile yaptıkları işlerin kötülükleriyte birlikte onların herhangi bir ahidleri-nin olmasının hayret edilecek birşey olduğunu tekrar etmektedir. Yani, eğer onlar size üstün gelecek olurlarsa, sizin hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ah­di gözetmedikleri halde, onların nasıl bir ahdi olabilir?

“Üstünlüksağlama”yı anlatmak üzere; ” Filan kimseye üs­tünlük sağladım,” yani ona galip geldim, denilir. ise, evin üstü­ne çıktım, demektir. Yüce Allah’ın: “Arttk onu aşmaya güç yetiremediler” (el-Kehf, 18/97) yani, üzerine çıkamadılar buyruğu da bu­radan gelmektedir.

“Hakkınızda hiçbir yemin ve hiçbir ahid gözetmezler” buyruğundaki “Gözetmezler, korumazlar, riayet etmezler” demektir. (Aynı kökten gelen): Rakîb kelimesi koruyan demektir. Buna dair açıklamalar daha önce­den (en-Nisâ, 4/1. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. ” Yemin”, Mücalıid ve tbn Zeyd’e göre ahid demektir. Yine Mücahid’den bunun yüce Allah’ın isimlerinden birisi olduğu rivayet edilmiştir. İbn Abbas ve Dahhâk ise bunu “yakınlık” diye açıklamış, el-Hasen himaye, Kata de de bir antlaş­ma diye açıklamışlardır. ise, alıid demektir. Ebu Ubeyde bunu yemin diye açıklamıştır. Yine Ebu Ubeyde’den nakledildiğine göre; Ahid, “zimmet” ise himaye ve taahlıüd anlamındadır. el-Ezherîder ki: Bu, Allah’ın İbranice bir ismidir. Bunun aslı ise parıldamak anlamına gelen; ‘dan gelmektedir. An ve saf olup parıldayan bir şey hakkında;”Ren­gi panldadı, panldar” denilir. Bunun aslı itibariyle keskinlik anlamından gel­diği ve harbeyi anlatmak üzere kullanılan; de buradan geldiği de söylenmiştir. Keskin işiten hassas kulak anlamına gelen; da buradan gelmektedir. Nitekim şair Tarafe b. el-Abd, devesinin kulağının keskin ve has­sas duymasını ve kulaklarını dikmesini anlatırken şöyle demektedir:

“Havmel tepesinde tek başına, bulunan bir koyunun

(burada maksat yaban öküzüdür) iki kulağı gibi; Keskin duyan, dikilen ve onlardan asaletini anladığım.”

Ahid, himaye ve akrabalığa “il” denilecek olursa, bunun anlamı şudur: İş­te kulak o tarafa doğru yönlendirilir. Yani, kulak bunları iyice duymaya gay­ret eder. Ahde “il” denilmesinin sebebi ise, arılığı, temizliği ve üstünlüğün­den dolayıdır. Cem-i kıllet’i şeklinde gelir. Çokluk çoğulu ise; diye yapılır. el-Cevherî ve başkaları derler ki: Esreli olarak “el-il” yüce Allah’ın adıdır. Yine, ahid ve yakınlık anlamına da gelir. Hassan der ki:

“Andolsun ki senin Kureyş’e olan akrabalığın

Dişi deve yavrusunun deve kuşu yavrusuna akrabalığı gibidir.”

Yüce Allah’ın; buyruğu burada “ahid” anlamındadır. Bu ise, riayet edilmemesi halinde günahkar olmayt gerektiren, saygı duyulması gereken her-bir şey demektir. İbn Abbas, ed-Dalıhâk ve îbn Zeyd: Zimmet, ahid demek­tir demişlerdir. “İl” kelimesini ahid diye anlamlandıranlara göre, buradaki la-fızların farklılığı dolayısıyla aynı anlam tekrarlanmış olur. Ebu Ubeyde ve Ma’ıner, buradaki zimmet, zimmet altına girmek, ahid altına girmek demek­tir, derler. Ebu Ubeyd ise şöyle der: Zimmet, Hz. Peygamber’in: “Onların en aşağıdakileri de zimmetlerini yerine getirmeye çalışır” ifadesinde eman an­lamındadır. Bu kelimenin (zimmet’in) çoğulu ise; şeklinde gelir. “Zel” harfi üstün olarak ise, suyu az kuyu demek olup, çoğulu, şek­linde gelir. Şair Zu’r-Rimme der ki:

“Öyle Himyer’e menaub develer üzerinde İd, sanki onların gözleri

(yorgunluk ve bitkinlikten dolayı) Sulan oldukça fazla çekildiği için suları az kuyu gibidir.”

Zimmet ehli ise akid yapan ve kendileriyle akid yapılanlardır.

“Dilleriyle sizi hoşnut etmeye çalışırlar.” Yani, zahiren razı eden şeyle­ri dilleriyle söylerler “Kalpleri ise İsteksizdir, onların çoğu fasık kimseler­dir.” Yani, ahdi bozan kimselerdir, Her kâfir fasıktır. Fakat burada özellikle, çirkin işleri açıktan açığa işleyen ve ahdi bozanlarını kastetmektedir.[42]

  1. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar ve O’nun yolundan alıkoydular. Yapageldikleri gerçekten ne kötü­dür!

Bununla, müşriklerin Ebu Süfyan’ın kendilerine ikram ettiği bir yemek kar­şılığında ahidlerini bozduklarını kastetmektedir. Bunu Mücahid dile getirmiş­tir. Onların Kur’an-ı Kerimi dünya metâına değiştirdikleri de söylenmiştir. “Ve onun yolundan alıkoydular” yani, yüz çevirdiler. Bu anlamıyla Yüz-çevirmekten gelir, veya; ‘den geldiği kabul edilerek Allah’ın yolundan alıkoydular, engellediler, demek olur.[43]

  1. Onlar, hiçbir mümin hakkında hiçbir yemin ve hiçbir abid gö­zetmezler. İşte onlar, haddi aşanların tâ kendileridir.

en-Nehhâs der ki: Bu bir tekrar değildir. Çünkü birincisi bütün müşrikler hakkındadır, ikincisi ise özel olarak yahudiler hakkındadır. Buna delil ise, (bir önceki âyet-ı kerimede geçen): “Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığın­da sattılar” buyruğudur. Bununla yalıudileri kastetmektedir. Onlar, yüce Al­lah’ın delillerini ve açıklamalarını, başkanlık isteği ve herhangi bir hususta­ki tamahkârlıklarına karşılık verdiler.

“İşte onlar haddi aşanların tâ kendileridir.” Yani, ahİdlcrini bozmak su­retiyle helal sınırını aşarak harama düşenlerdir.[44]

  1. Eğer tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse, artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir kavme âyetleri uzun ozadiya açıklarız.

“Eğer tevbe eder yani, şirkten vazgeçip İslâm’ın hükümlerine bağlana­cak olurlarsa “…artık dinde kardeşlerinizdir. Sizin kardeşleriniz olurlar. İbn Abbas der ki: Bu âyet-i kerime kıble ehlinin kanlarının (haksız yere dökül­mesini) haram kılmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar önceden geçmiş bu­lunmaktadır. İbn Zeyd der ki: Yüce Allah namaz ve zekâtı farz kılmış ve bun­lar arasında ayırım gözetilmesini de, zekât vermeden namazı da kabul etme­miştir.

İbn Mes’ud der ki: Size namaz kılmak ve zekât vermek emrolundu. Ze­kât vermeyenin namazı yoktur. Hadis-İ şerifte de Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Yüce Allah: “Allah’a itaat edin ve Rasûlü-ne de itaat edin” diye buyurduğu halde bir kimse ben Allah’a itaat ederim ama Rasûlüne itaat etmem derse, yüce Allah: “Namazı kılın, zekâtı verin” di­ye buyurduğu halde, bir kimse ben namazı kılarım ama zekât vermem der­se, yine aziz ve celil olan Allah: “Bana ve ana-babana şükret” diye buyurdu­ğu halde, Allah’a şükretmek ile ana-babasına şükretmek arasında ayırım gö­zetmek suretiyle üç şeyi birbirinden ayrı gören kimseyi Allah da Kıyamet gü­nünde kendisiyle rahmeti arasına ayrılık koyar. “[45]

“Biz, bilen bir kavme âyetleri uzun uzadıya açıklarız”, beyan ederiz. Özellikle “bilen”1erin sözkonusu edilmesi ise, bu âyetlerden asıl yararlanan­ların onlar oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[46]

  1. Eğer ahİdlerinden sonra yeminlerini bozarlar da dininize dil uza­tırlarsa, küfrün önderlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[47]

  1. Ahidlerinden Dönüp Dine Dil Uzatanlar:

“Eğer… bozarlarsa” buyruğundaki: “Nakzetmek, boz­mak” demektir. Bu kelime aslında eğilip büküldükten sonra çözülen herşey hakkında kullanılır. Yemin ve ahidler hakkında bu tabir istiare yoluyla kul­lanılır.

Şair der ki:

“Eğer yemin etse de yüzçevirip uzaklaşması ahdini bozmaz onun Çünkü parmak uçları kınalı olanın yemini yoktur.”

Burada yemin’den kasıt ahiddir.

Dininize dil uzatırlarsa” ahidlerini bozmak, savaş açmak ve buna ben­zer müşrik kimsenin yaptığı başka herhangi bir iş yapmak suretiyle… “Dil uzatmak” demek olan “ta’n” mızrakla dürtmek demek olduğu gibi, kötü söz­le dil uzatmak anlamında da kullanılır. Her iki anlam için kullanılmakla bir­likte her İkisinde de muzar’i şeklinde “ayın” harfi Ötreli olarak gelir. Bununla birlikte “ayn” harfi ötreli kullanılırsa mızrakla yara açmak, dürtmek, üstün olarak kullanılırsa, dil ile yaralamak, dil uzatmak manasına kullanıla­cağı da söylenilmiştir. Burada bu kelime istiare yoluyla kullanılmıştır. Hz. Pey-gamber’in, Usame’yi kumandan tayin ettiği esnada söylediği şu buyruklar da bu türdendir: “Eğer siz onun kumandanlığına dil uzatıyorsanız, gerçek şu ki daha önce ba­basının kumandanlığına da dil uzatmış idiniz. Allah’a yemin ederim ki gerçekten o kumandanlığa layık bir kimse idi.” Bu hadisi Sahih (-i Buhârî) ri­vayet [48]etmiştir.[49]

  1. Dine Dil Uzatanların Hükmü:

Kimi ilim adamları, bu âyet-i kerimeyi dine dil uzatan ve ondan kötü bir şekilde söz eden herkesin öldürülmesinin vücubuna delil göstermişlerdir. Çün­kü, böyle bir kimse kâfir olur. Dil uzatmak (ta’n etmek) ise, dine yakışık ol­mayan şeyleri nisbet etmek yahut da dinden olan herhangi bir şeyi hafife ala­rak itiraz etmek demektir. Çünkü, dinin esaslarının sağlıklı olduğu, şer’î hü­kümlerinin de doğruluğu kat’î delil ile sabit olmuştur. Îbnü’l-Münzir der ki: Bütün ilim ehli kimseler, Peygamber (sav)’a söven kimsenin öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Bu görüşte olanlar arasında Malik, Leys, Ahmed ve İshâk da vardır. Şafiî’nin görüşü de budur. En Nu’man (b. Sabit, Ebu Hanife) dan da şöyle dediği nakledilmektedir: -İleride de gelece’ği üzere- zimmet ehlin­den olup da Peygamber (sav) e söven kimse öldürülmez.

Ancak, rivayet edildiğine göre Ali (r.a)’nin meclisinde birisi: Kâ’b b. el-Eş-ref ancak haksızca ve ahde aykırı olarak öldürüldü demiş, Hz. Ali de o kim­senin boynunun vurulmasını emretmiştir.

Muaviye’nin bulunduğu mecliste bir başka kişi böyle söylemiş, bunun üze­rine Muhammed b. Mesleme ayağa kalkarak: Böyle bir söz senin meclisin­de söyleniyor ve sen susuyorsun ha! Allah’a yemin ederim seninle aynı çatı altında asla bulunmam ve andolsun onunla başbaşa kalacak olursam mut­laka onu öldürürüm.

(Malikî mezhebine mensub) ilim adamlarımız derler ki: Böyle bir kimse eğer hainlik etmeyi, ahdi bozmayı, Peygamber (sav)’a nisbet etmiş ise, tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. İşte Hz. Ali ile Muhammed b. Mesleme’nin -Allah İkisinden razı olsun- böyle bir sözü söyleyenin maksadını böylece an­lamışlardır. Çünkü böyle bir ifade zındıklıktır. Eğer bu sözü söyleyen kim­se ahde aykırı davranmayı; onlar, önce ona eman verdiler, sonra ona verdik­leri sözde durmadılar diyerek fiilen Öldürenlere nisbet edecek olursa, böy­le bir nisbet de katıksız bir yalan ve iftira olur. Çünkü, onların Kâ’b b. el-Eş-refe söyledikleri sözlerinde ona eman verdiklerine ve bunu açıkça ifade et­tiklerine delâlet eden bir söz yoktur. Eğer böyle bir şey söylemiş olsalardı bi­le onların bu sözleri eman olmazdı. Çünkü Peygamber (sav) onları ona eman versinler diye değil, öldürsünler diye göndermişti. Ve Muhammed b. Mesleme’ye (uygun göreceği) sözleri söyleme izni de vermişti.

Buna göre böyle bir şeyi bizzat onu öldürenlere nisbet edenin sözleri üze­rinde düşünmek gerekir ve (öldürülmeleri gerektiği hususunda) tereddüt söz-konusudur. Bunun sebebi ise şudur: Acaba, sözlerinde durmamayı onu öl­dürenlere nisbet etmek aynı zamanda ahde hainlik etmeyi Peygamber (sav)’a nisbet etme sonucunu da beraberinde getirir mi? Çünkü Peygamber (sav) da ya onların fiillerini doğru bulmuş ve yaptıklarına razı olmuştur, o bakımdan da o bu sözde durmayışı, ahde ihanet etmeyi rıza ile karşılamış demektir. Bu­nu (bu anlamıyla) açıkça ifade eden bir kimse öldürülür. Ya da onların söz­lerinde durmayışlannı söylemek, Peygamber (sav)’ın da ahdini bozması an­lamına gelmez denilir, bu durumdaki bir kimse de öldürülmez. Böyle bir kim­senin öldürülmeyeceğini kabul etsek dahi, bu sözü söyleyenin ibretli bir şe­kilde cezalandınlması, hapis cezasına çarptırılması, ağır bir şekilde dövülme­si ve büyük bir ölçüde de tahkir edilmesi kaçınılmaz birşeydir.[50]

  1. Dine Dil Uzatan Zımmînin Durumu:

Zımmî dine dil uzatacak olursa, Maliki mezhebinde meşhur olan görüşe göre ahdi bozulur. Çünkü yüce Allah: “Eğer ahldlerinden sonra yeminle­rini bozarlar da…” diye buyurmakta ve o takdirde onların Öldürülmelerini ve onlarla savaşılmasını emretmektedir. Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-nin görüşü de budur. Ebu Hanife ise böyle bir kimse hakkında şöyle der: Tev-be etmesi istenir. Mücerred olarak dil uzatması sebebiyle -beraberinde ah­dini bozması sözkonusu olmadığı sürece- ahdini bozmuş olmaz. Çünkü yüce Allah iki şarta bağlı olarak öldürülmelerini emretmektedir: Biri onların ahidlerini bozmaları, diğeri ise dine dil uzatmalarıdır,

Biz deriz ki: Eğer onlar ahidlerine aykın uygulamalarda bulunacak olur­larsa ahidleri bozulmuş olur. (Âyet-i kerimede) her iki hususun sözkonusu edilmesi ise, böyle bir kimsenin öldürülmesi için her iki hususun ayrı ayrı or­taya konulmasına bağlı kalmasını gerektirmez. Çünkü ahdî bozmak, aklen de şer’an de tek başına onları öldürmeyi mubah kılmaya yeterlidir. Bize gö­re âyet-i kerimenin takdirî ifadesi şöyledir: Eğer onlar ahidlerini bozarlarsa onlarla savaşmak helal olur. Eğer ahidlerini bozmaksızın ahidlerine bağlı kal­makla birlikte dine dil uzatacak olurlarsa, yine onlarla savaşmak helal olur.

Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer’in huzurunda, üzerinde müslüman bir kadının bulunduğu bir bineği dürttüğü ve bunun üzerine o bineğin huyla­nıp kadını yere düşürdüğü, buna bağlı olarak avretinin açıldığını dava etme­leri üzerine, Hz. Ömer aynı yerde o zımmînin asılmasını emretmiştir.[51]

  1. Akdini Bozan Zımmî’nin Hükmü:

Zımmî, müslümanlara karşı savaşacak olursa, ahdi bozulur, mah ve çocuk­ları da onunla birlikte müslümanlara fey’ (ganimet) olur. Muhammed b. Mesleme ise der ki: Onun ahdini bozmasından dolayı çocuğu sorumlu tutulmaz. Çünkü o, ahdini tek başına bozmuştur. Yine Muhammed b. Mesleme der ki: Malı alınır.

Bu şekildeki açıklama Muhammed b, Mesleme’ye yakıştırılamayan bir çe­lişkidir. Çünkü, zımnimin malının ve çocuklarının himaye altına alınmasına sebep onun ahdidir. Eğer malının elden gitmesini gerektiren bir durum ortaya çıkarsa, çocuğunun da etinden alınması sonucunu verir.

Eşlıeb der ki: Zımmî ahdini bozacak olursa, o yine ahdi üzere kalır. Ve ebe­diyen köleliğe dönmesi sözkonusu değildir. Ancak bu, hayret edilecek bir hu­sustur. Sanki o, bu görüşü ile ahdi maddi bir olay olarak kabul etmiş gibi­dir. Halbuki ahdin gereğini yerine getirmek mantıki bir husustur ve müslümanlar bu ahdin gereğini yerine getirmeyi üzerlerine almışlardır. Kendisi bu ahdî bozacak olursa, bu da diğer akidler gibi bozulmuş olur.[52]

  1. Hz. Peygambere Söven, Dil Uzatan Zimmet Ehlinin Hükmü:

İlim adamlarının çoğunluğu, zimmet ehlinden olup da Peygamber efen­dimize söven, yahut üstü kapalı ifadelerle ona dil uzatan veya onun değe­rini hafife alan, yahut da Hz, Peygamber’e, kâfir olmasını gerektiren şekil­den başka türlüsüyle nitelendiren kimsenin öldürüleceği görüşündedir. Çün­kü biz ona zimmetin gereği olan himayemizi veya onunla ahidleşmeyi bu esas üzere yapmış değiliz. Şu kadar var ki, Ebu Hanife, es-Sevrî ve Kürelilerden onlara tabi olanlar şöyle demişlerdir: Böyle bir kimse öldürülmez. Çünkü onun içinde bulunduğu şirk hali bundan daha büyüktür. Ancak bu davranışından ötürü te’dip ve ta’zir edilir. Ona karşı delil İse, yüce Allah’ın: “Eğer ahidle-rinden sonra yeminlerini bozarlar da…” âyetidir. Kimi ilim adamı da bu gö­rüşe karşı Hz. Peygamberin, antlaşmalı olmakla birlikte Kâ’b b. el-Eşref in öl­dürülmesi emrini vermesini delil göstermişlerdir. Hz. Ebu Bekir de arkadaş­larından birisine öfkelenince Ebu Berze, bunun boynunu vurmayayım mı di­ye sorunca, Hz. Ebu Bekir: Rasûlullah (say)’dan başka herhangi bir kimse için böyle bir şey sözkonusu değildir, diye cevap vermiştir.[53]

Dârakutnî de İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kör bir ada­mın bir cariyesi vardı. O cariyesinden iki inciyi andıran iki oğlu vardı. Bu ca­riye Peygamber (sav)’a söver ve ona dil uzatırdı. Adam ise bu işten vazgeç­mesini söylüyor fakat cariye bundan vazgeçmiyordu. Bundan dolayı azarlıyor, bu işe son vermesini istiyor, fakat yine son vermiyordu. Gecenin birin­de Peygamber (sav)’ı diline dolayınca, efendisi dayanamayarak kalkıp bir kaz­ma aldı ve onu karnına sapladı. Vücudunun öbür tarafından çıkartıncaya ka­dar da üzerine dayanıp durdu. Peygamber (sav) da bunun üzerine: “Dikkat edin ve şahid olun ki, onun kanı hederdir.”[54]

Yine İbn Abbas’tan gelen bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: …Onu öldürdü. Sabah olunca bu husus Peygamber (sav)’a anlatılınca, o ama adam kalkıp şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü onu ö’düren benim. Bu kadın sa­na sövüyor ve sana dil uzatıyordu. Ben bu işten vazgeçmesini söylüyor, fa­kat o vaz geçmiyordu. Bundan dolayı onu azarlıyor ve son vermesini istiyor, fakat bir türlü dinlemiyordu. Benim ondan iki inciyi andıran iki oğlum da var. Bana karşı da çok yumuşaktı. Dün de sana sövmeye, sana dil uzatmaya baş­layınca onu öldürdüm. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Haberiniz olsun ve şahid olun ki, onun kanı “[55]hederdir.[56]

  1. Zımmî Hz. Peygambere Sövüp de Ölümden Korkarak Müslüman Olduğunu İddia Ederse:

Bir zımmî Hz. Peygamber’e sövdükten sonra öldürülmekten korktuğu için müslüman olduğunu İzhar edecek olursa, onun İslâm’a girmesi öldürülme ce­zasını kaldırır, denilmiştir. Maliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. Çün­kü tslâm kendisinden öncekileri ortadan kaldırır. Ancak, müslüman bir kim­se Hz. Peygamber’e sövüp de daha sonra tevbe edecek olursa, hükmü böy­le değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara geçmiş mağfiret olunur.” (el-Enfal, 8/38)

îslâma girişinin öldürülme cezasını ortadan kaldırmayacağı da söylenmiş­tir el-Utbiyye’den Malik’in görüşü bu şekilde nakledilmiştir, Çünkü bunu yap­makla Hz. Peygamberin hakkını çiğnemiş, saygınlığına riayet etmemiş, Hz. Peygamberi küçültmek ve ona kötülük etmek kastı ile böyle davrandığından, Peygamberin bu haklarını çiğnediğinden Ötürü öldürülmesi vacibtir. Dolayı­sıyla onun İslâm’a dönüşü, bu cezasını ortadan kaldırmaz ve böyle bir kim­se müslümandan daha İyi bir durumda olamaz.[57]

  1. Küfrün Önderleri:

Yüce Allah’ın; “Küfrün önderlerini hemen öldürün” buyruğundaki “önderler” anlamına gelen; kelimesi, ‘in çoğuludur. Bununla kas­tedilen kimi ilim adamlarının görüşüne göre Ebu Cehil, Utbe, Şeybe ve Umeyye b. Halef gibi Kureyş’in ileri gelenleridir.

Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu âyet-i kerime Tevbe Sûresi’nde-dir. Ve bu âyet-i kerime nazil olup da insanlara karşı okunduğunda yüce Al­lah, Kureyş’in güç kaynaklarının kökünü kurutmuştu. Geriye onlardan kalan­lar ya müslümandı, ya banş yapmış kimselerdi. Buna göre “Küfrün Önder­lerini hemen öldürün” buyruğu ile kastedilenlerin ahdi bozmaya, dine dil uzatmaya kalkışan her bir kimsenin, küfürde bir esas ve bir lider olacağı an­lamına gelmesi muhtemeldir. Yine bu buyrukta “ileri gelenler” ile onların baş­kanlarının kastedilmiş olması ve onlarla çarpışmak, onlara uyanlarla çarpış­maktır; onların herhangi bir saygınlıkları sözkonusu değildir, anlamına gel­mesi de muhtemeldir.

Bu kelimenin çoğulu aslında şeklinde gelmeli idi. “Mi­sal ve misaller” kelimesinde olduğu gibi. Ancak, “mim” harfleri birbirlerine idğam edildikten sonra birinci “mim”in harekesi birinci hemzeye verilerek İki (harekeli hemze) ard arda gelmektedir. O bakımdan ikinci hemze yerine de “ye” getirilmiştir. el-Ahfeş’in iddiasına göre bundan dolayı “ye”li olarak; “Bu, bundan daha öndedir,” denilir. el-Mâzinî ise, (aynı an­lamda) “vav” ile denildiği iddiasındadır. Hamza ise bu kelimeyi; şeklinde okumuştur. Ancak, nahivcilerin çoğunluğu bunun bîr lahn ol­duğu kanaatindedir.[58]Çünkü bu, aynı kelimede iki hemzeyi bir arada söy­lemektir.

“Çünkü onların yeminleri yoktur” yani onların ahidleri olmaz. Bu da on­ların samimi olarak yerine getirecekleri doğrulukla bağlanacakları ahidleri yoktur, demektir.

İbn Âmir “yeminler” anlamına gelen: kelimesini hemze esreli olarak “iman”dan gelecek şekilde;okumuştur. (Onlann îmanları yok­tur, anlamına gelir). Yani onların İslâmları yoktur, demektir. Bununla birlik­te bunun, korkunun zıddı olan emniyetten gelen; “Ona eman verdim”den gelme ihtimali de vardır. Buna göre onlara eman verilmez, onlar hi­maye altına alınmazlar manasına gelir. İşte bundan dolayı “Küfrün önder­lerini hemen öldürün” diye buyurmaktadır.

“Olur ki vazgeçerler” olur ki şirkten vazgeçerler, demektir. el-Kelbî der ki: Peygamber (sav) Hudeybiye’de iken Mekkelilerle antlaşma yaptı. Onlar da onu Beyt’İ ziyaretten alıkoydular. Sonra da geri dönmesi şartıyla onunla barış yaptılar ve Allah’ın dilediği kadar bir süre böylece kaldılar. Daha sonra Rasûlullah (sav)’ın antlaşmasına dahil bulunan Huzaalılar, Kinânelilere men­sup Umeyyeoğulları ile savaştılar. Umeyyeoğulları kendi antlaşmalılanna si­lah ve yiyecek yardımında bulundular. Huzaahlar da Rasûlullah (sav)’dan yar­dım istediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi. Rasûlullah (sav) da -ön­ceden geçtiği üzere- yaptığı antlaşmada tarafında yer alanlara yardımcı olunmasını emretti.

Buhârî’de Zeyd b. Vehb’den şöyle dediği nakledilmektedir: Biz Huzeyfe’nirj yanında bulunuyor idik şöyle dedi: Bu âyet-i kerimenin -bununla: “Küfrün ön­derlerini hemen öldürün. Çünkü onların yeminleri yoktur” ayetini kaste­derek- sözünü ettiklerinden yalnızca üç kişi kaldı. Münafıklardan da sadece dört kişi kalmış bulunuyor. Bir bedevi arap şöyle dedi: Siz Muhammed’in ashabı, bizim ne demek olduklannı bilemediğimiz birtakım haberler veriyorsunuz. Yal­nızca dört münafık kaldığını iddia ediyorsunuz. Peki şu bizim evlerimizi ba­sıp içindekileri alanların, bizim değerli eşyalarımızı çalanların durumu nedir? Huzeyfe şöyle dedi: Onlar fasık kimselerdir. Evet, onlardan sadece dört kişi kal­mış bulunuyor. Bunlardan birisi ise eğer soğuk su içecek olsa, o soğuk suyun soğukluğunun farkına varmayacak kadar kocamış bir yaşlıdır.[59]

“Olur id vazgeçerler” yani, küfürlerine, batıllarına, müslümanlara eziyet vermelerine bir son verirler. Bu ise onlarla savaşma maksadının bizimle sa­vaşmaktan vazgeçerek dinimize girmek suretiyle zararlarını önlemek olma­sını gerektirmektedir.[60]

  1. Yeminlerini bozan, o Peygamberi sürüp çıkarmaya kalkışan ye . bununla beraber ilk olarak sizinle kendileri (savaşmaya) başlayan bir kavim ile savaşmaz mısınız? Onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’min kimseler iseniz asıl korkmanız gereken Allah’tır.

“Yeminlerini bozan… bir kavim ile savaşmaz mısınız?” buyruğu, bir azar olmakla birlikte savaşa teşvik anlamı da vardır. Önceden de belirttiğimiz gîbi Mekke kâfirleri hakkında nazil olmuştu.

“O peygamberi sürüp çıkarmaya kalkışan” yani, onun Mekke’den çık­masına onlar sebep teşkil etmişlerdi. Bundan dolayı onun çıkartılması ken­dilerine nisbet edilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır. Onlar, ahidlerini bozdukla­rından dolayı Mekkelilerle savaşmak üzere Hz. Peygamberin Medine’nin dı­şına çıkmasına sebep oldular. Bu açıklama el-Hasen’den nakledilmiştir.

“Bununla beraber ilk olarak sizinle kendileri” savaşmaya “başlayan bir kavun…” Yani, onlar ahidlerini bozdular ve Huzaahlara karşı Bekroğulları-na yardımcı oldular. Şöyle de açıklanmıştın Bedir günü sizinle İlk olarak on­lar savaştılar. Çünkü Peygamber (sav) kervanı ele geçirmek için çıkmıştı. Mek-kelüer kervanlarını kurtarınca geri dönebilirlerdi. Ama, önceden de geçtiği gibi bunu yapmayarak, mutlaka Bedir’e vanp orada şarap içmekte direttiler.

“Eğer mü’inin kimseler iseniz, asıl korkmanız gereken Allah’tır.” Ya­ni, onlarla savaşmaktan ötürü hoşunuza gitmeyecek” şeylerle karşılaşmaktan korkmaktan çok onlarla savaşı terketmeniz dolayısıyla Allah’ın cezasından korkmalısınız.

Şöyle de açıklanmıştır: Onların Allah Rasûlünü çıkar malan ndan kasıt, Onu hac yapmaktan, umre yapmaktan, tavaf etmekten ahkoymalandır. İşte onların savaşa ilk başlayan taraf olmaları bu demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[61]

  1. Onlarla savaşın ki, Allah ellerinizle onları azaplandırsın. Onla­rı rezil etsin. Size onlara karşı zafer versin ve (bununla) mü’min bir topluluğun gönüllerine şifa versin;
  2. Kalplerindeki gazabı gidersin. Allah dilediğine tevbe nasib eder. Allah hakkıyla bilendir, Hakimdir.

“Onlarla savaşın” buyruğu bir emirdir; “ki, Allah… onları azaplandırsın*

buyruğu da onun cevabıdır. Şartın cevabı anlamında olmak üzere meczum gelmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Eğer onlarla savaşırsanız Allah elleriniz­le onları azaplandırır, onları rezil eder, size, onlara karşı zafer verir ve mü’min bir topluluğun gönüllerine de şifa verir.

“Kalplerindekİ gazabı gidersin” buyruğu ise, onların gazap ve öfkeleri­nin ileri dereceye ulaşmış olduğunu göstermektedir. Mücahid der ki: Bu buy­rukla, Rasûlullah (sav)’ın tarafında antlaşmada yer alan Huzaahlan kastetmek­tedir. İfadelerde cümlecikler hep birbirine atfedilmiştir. Ve hepsinde de bi­rincisinden kat’ ile (yeni cümlecikler halinde) ref caizdir.

Bununla birlikte;takdiri ile nasbedilmeleri de caizdir. Kûfelilerce “sarf” diye bilinen şey budur. Şairin şu beyitlerinde olduğu gibi:

“Şayet Ebû Kabus ölecek olursa ölür

İnsanların baharı da, haram ayı da

Ve ondan sonra biz sarılırız hor gücü bulunmayan

Sırtı alınmış, horgüçsüz bir hayatın kuyruklarına.”

Buradaki; ” Sarılırız” kelimesini istersek üstün ile okuyabiliriz, is­tersek mansub olarak okuyabiliriz.

Yüce Allah’ın: “Ve mü’mln bir topluluğun gönüllerine şife versin” buy­ruğu ile kastedilenler, Mücahid’den naklettiğimize göre Huzaaoğullandır. Çün­kü Kureyşliler onlara karşı Bekroğullarına yardımcı olmuştu. Huzaalılar ise Peygamber (sav)’ın tarafında antlaşmada yer almışlardı. Bekroğullarına men-sub birisi Rasûlullah (sav)’ı hicveden bir şiir söylemişti, Bunun üzerine Hu-zaalılardan birisi ona: Eğer bu şiiri bir daha okuyacak olursan, senin ağzını kırarım. Bekroğullarına mensub kişi bu şiiri bîr daha okuyunca, gerçekten ağzını kırdı ve aralarında çarpışma başgösterdi. Huzaalılardan bazılarını öl­dürdüler. Bunun üzerine Huzaalı Amr b. Salim, bir kaç kişiyle birlikte Pey­gamber (sav)’in huzuruna gitti ve ona durumunu haber verdi. Hz. Peygam­ber, mü’minlerin annelerinden Meymune’nin odasına girip: “Üzerime su dökün” diye buyurdu ve yıkanmaya başladı. Yıkanırken de: “Eğer Kâ’b oğullarına (ki bunlar Amr b. Salim’in kavmi olan Huzaalıların bir koludur) yar­dım etmeyecek olursam, yardım görmeyeyim” diye buyurdu. Daha sonra Rasûlullah (sav) gerekli hazırlıkların yapılmasını ve Mekke’ye çıkılmasını em­retti, bunun sonucunda da Mekke fethedildi.

‘Allah dilediğine tevfoe nasib eder” buyruğundaki”Tevbe nasib eder” kelimesinde kıraat yeni bir cümle (istinaf) olmak üzere ref iledir. Çün­kü bu, önceki ifadeler türünden değildir. Bundan dolayı cezm ile di­ye buyurmamıştır.

Diğer taraftan onlarla savaşmak, onların Allah tarafından tevbelerinin kabul edilmesini de gerektirmez. Aksine onlarla savaşmak, onların azab edilmelerini, rezil edilmelerini, mümin bir topluluğun gönüllerinin bul­masını, onların kalplerindeki öfkenin gitmesini gerektirir. Bunun bir benze­ri de: “Allah dilerse kalbinin üzerini mühürler” buyruğunda ifade tamam ol­duktan sonra: “Allak batılı mahveder” (eş-Şûrâ, 42/24) diye buyurmasıdır.

Allah’ın tevbelerini kabul ettiği kemseJer ise, Ebu Süfyan, Ebu Cehil’in oğ­lu îkrime, Süleym b. Ebi Amr gibileridir. Bunlar İslâm’a girdiler.

İbn Ebi İshak ise bu (“terbe nasib eder” anlamındaki) lafzı, şek­linde nasb ile okumuştur. (Allah dilediğine tevbe nasib etsin diye, anlamı­na gelir). Aynı şekilde İsa es-Sekafî ve el-A’rec’den de böyle okudukları ri­vayet edilmiştir. Bu okuyuşa göre ise, tevbelerinin kabulü de şartın cevabı kapsamına girer. Çünkü anlam: “Eğer onlarla savaşırsanız Allah onları azap-landırır…” şeklindedir. Buna atfedilenlerin manası dat>öyle olur. Bundan son­ra da eğer onlarla savaşırsanız “Allah da onların tevbelerini kabul eder” di­ye buyurmaktadır. Böylelikle sizin ellerinizle azaplandtnlmalan, gönülleri­nize şifa vermesi, kalplerinizin öfkesinin giderilmesi ve tevbenizin kabul edil­mesi lütufları hep birlikte size verilmiş olur.

Ancak, burada bu fiilin, “tevbe nasib eder” anlamındaki fiilin rnerfu’ ola­rak okunması daha güzeldir. Çünkü savaş tevbe etmenin sebebi değildir. Zi­ra, şanı yüce Allah’ın, tevbesini kabul etmek istediği herhangi bir kimse için tevbe, her halükârda savaş olmaksızın da mümkün olabilir.[62]

  1. Yoksa siz, Allah içinizden clhad edenleri, Allah’tan, Rasulünden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş dinmeyenleri ayırt etmeksizin bırakıhverileceğinizi mi sandınız. Allah yaptıkları­nızdan haberdardır.

“Yoksa siz… mi sandınız?” buyruğu ile bir konudan bir başka konuya ge­çilmektedir. “Bırakdıverileceğinizi” anlamındaki buyruk, Sibe-veyh’in görüşüne göre iki meful yerini tutmaktadır. el-Müberred’e göre ise ikinci merul hazfedilmişür. Buyruğun anlamı şudur: Sizler, mü’min ile mü-naiıkın kendisi sebebiyle mükâfat veya cezayı hak edeceği şekilde ortaya çı­karılmasını sağlayacak ibtilâlara maruz kalmadan bırakılacağınızı mı zanne­diyorsunuz? Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce birkaç yerde de geçmiş bulunmaktadır.

“Ayırdetmeksizin” buyruğu, ile zâid olsa da- cezm edilmiştir. Çünkü bu, Sibeveyh’e göre -önceden de (Âl-i İmran, 3/142. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- “Yapmıştır,” sözüne (olumsuz olarak) ce­vap teşkil eder. “Mim” harfinin esreli olması ise, (bundan sonraki lafzatullah’ın ilk harfinin sakin olması sebebiyle) iki sakinin bir araya gelmesidir.

“Dost ve sırdaş” kelimesi içli dtşlı, iç içe gibi anlamlara gelir ve girmek demek olan-,’den gelmektedir. Vahşi hayvanların içine girdi­ği inlere; denilmesi de buradan gelmektedir. Yani: Allah’ı ve Rasûlü-nü (ve mü1 mirileri) bırakarak başkalarına sevgi duyup onlarla içli dışlı olma­yın.

Ebu Ubeyde der ki: Kendisinden olmayan bîr şeyin içine soktuğun her bir şeye; denilir. Bîr kimse bir topluluğun kendisinden olmamakla bir­likte aralarında bulunursa o kimseye de bu isim verilir. İbn Zeyd der ki: Bu kelime (velîce), sonradan bir şeyin içerisine giren demektir. Çoğulu da-, şeklinde gelir. Kişinin sırdaşlan diğer insanlar arasında onun özel ya­kınları ve İşinin içyüzünü bilen kimseleri demektir. Bu durumda; “O benim sırdaşımdır, onlar benim sırdaşımdır,” deni­lerek kelimenin tekili de çoğulu da aynı kullanılabilir. Nitekim Eban b. Tağ-lib -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demişitir:

“Kaçkınlara, hadlerini aşanlara ve şüpheli işler peşinde olanlara O ne kötü bir sığınak ve barınaktır!”

Bu kelimenin;” Sırdaş” anlamına geldiği de söylenmiştir ki, mana­sı birdir.

Bu buyruğun bir benzeri de yüce Allah’ın-. “Ey iman edenler, sizden baş­kalarını sırdaş edinmeyin” (Âl-i İmran, 3/118) buyruğudur. el-Ferrâ der ki: (Bu âyet-i kerimede geçen) velîce (dost ve sırdaş) onların müşriklerden ken­dilerine sırlarını açıkladıkları, durumlarını bildirdikleri ve müşriklerden edin­dikleri sırdaşları demektir.[63]

  1. Müşriklerin kendi küfürlerine kendileri şafald İken Allah’ın mescidlerini imar etme hakları yoktur. Onların bütün yaptık­ları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte kalacaklardır.

“Müşriklerin… Allah’ın mescidlerini imar etme hakları yoktur” buy­ruğunda ki ” İmar etme…leri” cümlesi,)’nin ismi olarak ref mahallindedir. “Kenefleri şahid iken” kelimesi de haldir.

İlim adamları bu âyetin te’vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir görüşe göre artık onların Mescid-i Harama gelmelerinin engellenmesi kara­rından sonra haccetme yetki ve imkânları yoktur. Sidâne, Sikâye ve Rifâde gibi görevler de müşrikler elinde bulunuyordu. Bu buyrukla onların bu gö­revleri yerine getirmeye ehil olmadıklarını buna ehil olanların mü’minler ol­duklarını açıklamaktadır.

Bir diğer görüşe göre Hz. Abbas Bedir’de esir alınıp da kâfir olması, ak­rabalık bağlarını koparması sebebiyle ayıplanınca şöyle cevap vermiş: Siz­ler bizim kötülüklerimizi sözkonusu ediyor, iyiliklerimizi hiç anmıyorsunuz. Hz- Ali, iyilikleriniz de mi var? diye sorunca, Hz. Abbas: Evet demiş. Şüphe­siz bizler Mescid-i Haramı imar ediyor, Kâ’be’nin örtülerini hazırlıyor, hacı­lara su veriyor ve esirleri esirlikten kurtarıyoruz. Bu âyet-i kerime onun bu sözlerini reddetmek üzere indi.[64]

O halde müslürnanların mescidlerle ilgili hükümlerin gereğini yerine ge­tirmeyi ve müşriklerin mescidlere girmelerini engellemeleri gerekir.

Genel olarak bütün kıraat âlimleri; “İmar etmeleri” şeklinde “ye” harfini üstün, “mim” harfini de ötreli olarak okumuşlardır. İbn es-Semeyka ise bunu “ye” harfini ötreli ve “mim”i de esreli olarak okumuştur. Yani, on­ların mescidleri mamur hale getirmeleri ve imarına yardımcı olmaları hakkı yoktur. Buna karşılık; Allah’ın mescidini” şeklinde tekil olarak da okunmuştur. Mesctd-i Haramı imar etme haklan yoktur, demek olur. Bu, İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Ata b. Ebi Rebah, Mücahid, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Muhaysın ve Yakub’un kıraatidir.

Diğerleri ise genel olarak bütün mescidler anlamını verecek şekilde; diye okumuşlardır, Ebu Ubeyd’in tercihi de budur. Çünkü bu daha umumî bir ifadedir. Özel olan da umumî ifadenin kapsamına girer. Bunun­la birlikte çoğul anlamına gelen kıraat ile özel olarak Mescid-i Haram’ın kast edilmesi ihtimali de vardır. Bu da (kullanılan isimleri) cins isimleri olması ha­linde mümkün olan bir kullanım şeklidir. Nitekim bir kimse sadece belli bir ata binmekle birlikte (cins İsmi kastedilerek): Filan kişi atlara biner, demek de bu kabildendir.

Çoğul kıraati daha doğrudur, çünkü bunun her iki anlama gelme ihtima­li de vardır. Diğer taraftarı (bir sonraki âyet-i kerimede gelecek olan): “Al­lah’ın mescidlerini ancak… imar eder” buyruğunda “mescidler” anlamında çoğul olarak icma ile okunmuştur. Bu açıklamayı da en-Nehhas yapmıştır, el-Hasen der ki: Maksat Mescid-i Haram olmakla birlikte “mescidler” diye bu­yurması, bütün mesddlerin kıblesinin ve önderinin Mescid-i Haram oluşun­dan dolayıdır.

Şâhidler iken” buyruğu ile; “Kendileri şalıidler iken” kastedildiği söylenmiştir. O bakımdan; zikredilmeyince, “şa-hidler” anlamındaki kelime de nasb olarak gelmiştir. İbn Abbas der ki: On­ların kendileri hakkında kâfir olduklarına dair şalûdlikleri, yaratılmış ol­duklarını kabul etmekle birlikte kendi putlarına secde etmeleridir.

es-Süddî der ki: Onların kâfir olduklarına dair şalıidlikleri şudur: Hristi-yana dinin nedir diye sorduğun vakit o, ben bir hristiyanim, yahudiye aynı soruyu sorarsan ben yahudiyim, sabüye aynı soruyu sorarsan ben de sabiyim, müşrike senin dinin ne diye sorulunca da ben müşrikim demesi şek­lindedir. “Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir ve onlar ebediyyen ateşte kalacaklardır” buyruğunun anlamına dair açıklamalar da Önceden geç­miş bulunmaktadır.[65]

  1. Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe İman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başka­sından korkmayan kimseler İmar eder. İşte bunların doğru yo­la ermişlerden olmaları umulur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[66]

  1. Allah’ın Mescidlerini Kimler îmar Eder:

Yüce Allah’ın: “Allah’ın mescidlerini ancak… imar eder” buyruğu mes-cidleri imar edenlerin mü’min olduklarına dair tanıklık etmenin sağlıklı ve doğru olduğuna delildir. Çünkü yüce Attan imanı buna bağlı kılmış ve bu işe devam etmenin mü’minlerin işi olduğunu haber vermiştir, Seleften birisi şöy­le demiştir: Eğer bir kimsenin mescidi imar ettiğini görürseniz, onun hakkın­da hüsn-ü zan besleyiniz. Tirmizî de Ebu Said el-Hudrî’den Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Siz, bir adamın mescidlere gelmek itiyadında olduğunu görürseniz, onun iman sahibi olduğuna tanık­lık ediniz.” Çünkü yüce Allah: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden… kimseler imar eder* diye buyurmuştur. Bir rivayette de: “Mescide mutad vakitlerinde gidip gelmeyi itiyat haline getir­mişse” şeklindedir. Tirmizî, bu hasen garip bir hadistir, der.[67]

İbnü’l-Arabî der kî: Bu husus zahiren bir kimsenin salahı hakkındadır. Yok­sa, şahidliklerde bulunacak alanlarla ilgili değildir. Çünkü şahidliklerin bu hu­susu bilenlerce özel halleri vardır. Şahidin kimisi zeki, kavrayışlı ve bildiği hususu hem inancıyla, hem haber olarak bildirmesiyle gerçek manada elde eder, bilir öğrenir. Kimisi de gafildir (çoğu şeyin farkına varmaz). Bunların herbirisi kendi layık olduğu şekilde değerlendirilir ve niteliklerine göre tak­dir edilir.[68]

  1. Allah’tan Başkasından Korkmamak:

Yüce Allah’ın: “Allah’tan başkasından korkmayan kimseler” buyruğu ile ilgili olarak, Allah’tan başkasından da korkmayan hiçbir mü’min yoktur. Müminler de Peygamberler de kendilerinin dışında kalan düşmanlardan korkagelmişlerdir, denilecek olursa ona şöyle cevap verilir: Yani, bir kimse ken­disine ibadet olunanlar arasında Allah’tan başkasından korkmuyorsa de­mektir. Çünkü müşrikler putlara tapınıyor, onlardan korkuyor ve onlardan bir-şeyler umuyorlardı. İkinci bir cevap: Yani din hususunda Allah’tan başka kim­seden korkmazsa, demektir.[69]

  1. Peygambere iman:

Âyet-i kerimede mescidlerde namaz kılmak suretiyle onları temizlemek ve onların tamiri gerektiren yerlerini düzeltmek suretiyle mescidleri imar edenlerin ve Allah’a iman edenlerin mü’min olacakları sözkonusu edilmekle bir­likte, Allah Rasûlüne İman etmekten ve ona iman etmeyenin imanından sö-zedilmemektedir diye sorulursa, böylesine şu şekilde cevap verilir: Rasûlul-lahı (sav) sözü edilen namaz kılmak ve diğer hususlar delâlet etmektedir. Çünkü bunlar onun getirdiği şeyler arasındadır. Namazın kılınması, zekâtın verilmesi ancak Rasûle îman eden bir kişi tarafından yapılırsa sahih olur. İş­te bundan dolayı Rasûl ayrıca sözkonusu edilmemiştir.

“Umulur” kelimesi, İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine gö­re Allah için vücup ifade eder. Bunun, böyle kimselere yaraşan budur, an­lamına geldiği de söylenmiştir. Yani, işte böylelerinin “doğru yola ermişler­den olmaları” yakışır, anlamındadır.[70]

  1. Siz, hacılara su vermeyi ve Mescidi Haramın tamirini Allah’a ve âhiret gönüne inanan, Allah yolunda cihad eden (in ameli) İle bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah nezdinde bir olamazlar. Allah zul­medenler topluluğunu bidayete erdirmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık[71] halinde sunacağız:[72]

  1. İman ve Cihad île Diğer Ameller:

Yüce Allah’ın: ” Siz, hacılara su vermeyi… mi tuttunu” ifadesinin Arapça’da takdiri şu şekildedir: Siz, hacılara su veren Sikâye sa­hiplerini yahut hacıların su ihtiyacını karşılayan kimseleri, Allah’a iman eden ve O’nun yolunda cihad eden kimselerle bir mi tuttunuz? Bununla bir­likte hazfın “İman eden* buyruğunda takdir edilmesi de mümkün­dür. Yani, siz hacılara su verme işini iman eden kimsenin ameli ile bir mi tut­tunuz. Takdirin şöyle olduğu da söylenmiştir: Bunların amelini iman eden kimsenin imanı ile bir mi tuttunuz?

Sikâye, “siâye ve himaye” gibi bir mastardır. İsmin anlamı bilindiğinden dolayı mastar onun yerine kullanılmıştır. Nitekim; cömertlik ancak Ha-tem’dir, şiir ancak Züheyr’dir demek de buna benzer. Mescid-i Haram’ın imar edilmesi ifadesi de: “O kasabaya sor” (Yusuf, 12/82) buyruğu gibidir. Ebu Vec-ze ise “Hacılara su verenleri ve Mescid-i Haraım imar edenleri… birmi tuttunuz” diye okumuştur. Buradaki Su verenler kelimesi, in çoğuludur. Bunun asit ise; şek­linde “fu’le” veznindedir. İşte bu türden illetli olan kelimelerin çoğulu hep böyle yapılır. Hakim, hakimler, unutan, unutanlar ke­limelerinde olduğu gibi. Eğer bu kelime illetli olmayacak olursa, şeklinde çoğulu yapılır. Aylarda nesi’ (erteleme işi) yapan kimseler için; Nesi’ci ve nesi’ciler gibi. îbn ez-Zübeyr ve Said b. Cübeyr de bu kelimeleri bu şekilde; ” Su verenler, imar edenler” diye oku­muştur. Ancak İbn Cübeyr, “İmar edenler” anlamındaki kelimenin aslen ten-vinli olması kanaatiyle; Mescid kelimesini nasb ile okumuştur.

ed-Dahhak ise der ki: ” Hacılara su vermek” kelimesinin “sin” har­finin ötreli okunması da bir şivedir. “el-Haac” kelimesi ise “hacılar” anlamın­daki el-Hüccâc”ın cins ismidir,

Mescid-i Haram’ın imar edilmesi, onu koruyup gözetmek ve onun görül­mesi gereken İşlerini yerine getirmektir.

Bu âyet-i kerimenin zahiri, müşriklerden hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünen kimselerin iddialarını -es-Süddînin de belirt­tiği gibi- iptal etmekte, boşa çıkarmaktadır. es-Süddî der ki: Hz. Abbas ha­cılara su vermekle, Şeybe Mescid-i Haramı İmar etmekle övününce , Hz. Ali de İslâm ve cihadla övündü. Yüce Allah Hz. Ali’yi tasdik etti, onları da ya­lanladı. Küfür ile birlikte Mescid-i Haramın imarının sözkonusu olmayaca­ğını, onun imarının ancak iman, ibadet ve Allah’a itaati gerektiren işleri ye­rine getirmekle olacağını haber verdi. Bu ise apaçık bir husustur ve bunun anlaşılmayacak bir tarafı yoktur.

Şöyle de denilmektedir: Müşrikler yahudilere, bizler, hacılara su veren, Mescid-i Haramı imar eden kimseleriz. Biz mi daha faziletli ve üstünüz, yok­sa Muhammed ve ashabı mı? diye sordular. Yahudiler de kendilerine Rasûlul-tah (sav);a olan inatları yüzünden: Siz daha faziletlisiniz diye cevap verdiler.

Burada anlaşılması zor bir durum ortaya çıkmaktadır ki, o Müslim’in Sahih’inde yer alan en-Nu’man b. Beşir’in şöyle dediğine dair rivayetidir: Ben, Rasûlullah (sav)’ın minberinin yanında bulunuyordum. Bir adam: Ben İslâm’a girdikten sonra bir de hacılara su verecek olursam, artık ne amelde bulunur­sam bulunayım aldırış etmem. Diğeri şöyle dedi: Ben de İslâm’a girdikten son­ra Mescid-i Haramı bir tamir edersem, artık ne yaparsam yapayım umurum­da değil. Bir diğeri de şöyle dedir Allah yolunda cihad bu söylediklerinizden daha üstündür. Ömer (r.a) onları azarlayarak şöyle dedi: Rasûlullah (sav)’ın minberi yanında -o gün bir Cuma günüydü- seslerinizi yükseltmeyiniz. Fa­kat cuma namazı kılındıktan sonra ben, (Hz. Peygamberin huzuruna) gire­rim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bu hususta onun görüşünü sora­rım. Bunun üzerine yüce Allah: “Siz, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Ha­ramın tamirini Allah’a ve âhiret gününe İnanan… İle bir nü tuttunuz” âyeti sonuna kadar nazil oldu.[73]

Hadisin bu rivayeti, âyet-i kerimenin, müslümanların bu amellerin han­gisinin daha faziletli olduğu hususunda ayrılığa düşmeleri üzerine inmesini gerektirmektedir. Böyle bir durumda İse, âyet-i kerimenin sonunda: “Allah zulmedenler topluluğunu hidayete erdirmez” demesi uygun düşmez. İş­le burada anlaşılması zor bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu da şöyle bir açık­lamayla ortadan kaldırılabilir: Bazı raviler, yüce Allah’ın: “Bunun üzerine Al­lah bu âyet-i kerimeyi indirdi” buyruğunu kullanmakta işi sıkı tutmamışlar­dır. Hz. Peygamber bu âyet-i kerimeyi Hz. Ömer’e soru sorması üzerine oku­yunca, bunu rivayet eden kişi âyetin o anda indiğini zannetmiştir. Hz. Pey­gamber ise bu âyet-i kerimeyi cihadın, Hz. Ömer’in tartışırken sözlerini işit­tiği o kimselerin söylediklerinden daha faziletli olduğuna delil göstermiş, Hz. Ömer onların görüşleri hakkında Hz. Peygamberin kanaatini sorunca, o da yüce Allah’ın daha önce indirmiş olduğu bu âyet-i kerimeyi ona okumuştur. Bu âyet bizzat o kimseler hakkında nazil olduğu için değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Denilse ki: Buna göre kâfirler hakkında indirilen bir buyruğu müslüman-lar hakkında delil göstermek caiz olur. Oysa onların hükümlerinin farklı ol­duğu bilinen bir husustur. Buna şöyle cevap verilir: Yüce Allah’ın, müşrik­ler hakkında indirdiklerinden müslümanlara uyan bir takım hükümler çıkart­mak uzak bir ihtimal olarak görül memelidir. Nitekim Hz. Ömer şöyle demiş­tir: İstesek közde kuzular etler kızartıp pişiririz ve tabakların biri konur bi­ri kaldırılır. Fakat bizler yüce Allah’ın: “Siz bütün hoş şeylerinizi dünya ha­yatınızda bitirdiniz ve onlarla faydalandınız” (el-Ahkaf, 44/20) buyruğunu dinlemiş bulunuyoruz. Bu âyet-i kerime ise kâfirler hakkında açık bir nas-tır. Bununla birlikte Hz. Ömer bu âyet-i kerimeden kendi hallerine uygun dü­şecek şekilde bir azar manası ihtiva ettiğini de anlamıştır. Ashab-ı kiramdan da herhangi bir kimse onun bu anlayışına karşı tepki göstermemiştir. İşte bu âyet-i kerimenin de bu türden olması mümkündür. Gerçekten bu açıklama nefis bir açıklamadır ve bu yolla anlaşılması zor ve içinden çıkılamaz durum ortadan kalkmakta, kapalılık diye birşey kalmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[74]

  1. İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda mallan ve canla­rıyla clhad edenlerin Allah katında dereceleri daha büyüktür. İşte umduklarını elde edenler de onların ta kendileridir.

Yüce Allah’ın: ” İntan eden… ter” buyruğu, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Haberi ise “Allah katında dereceleri daha büyüktür” anla­mındaki buyruktur. ” Derece ise, beyân (temyîzXolarak nasb edilmiş­tir. Yani onlar hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı imar etmekle övünen­lerden daha üstün derecededirler.

Kâfirlerin Allah nezdinde bir dereceleri yoktur ki, mü’minin derecesi da­ha büyüktür, demek sözkonusu olabilsin. Maksat, onların Mescidi imar etmek ve hacılara su vermek sebebiyle kendilerinin bir dereceye ve üstünlüğe sa­hip olduklarını varsaydıklarıdır. Yüce Allah da -onların bu varsayımları yan­lış ve hata olmakla birlikte- kendilerince zannettikleri kanaate uygun olarak onlara hitap etmiştir. Nitekim yüce Allah’ın: “O günde cennetliklerin karar­gâhları daha hayırlıdır…” (el-Furkan, 25/24) buyruğuna benzemektedir. (Ya­ni, bundan cehennemliklerin karargâhlarında da hayır olduğu manası anla­şılmaz).

“Dereceleri daha büyüktür” buyruğunun, derece sahibi olan herkesten daha büyüktür, anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani, en üstün meziyet ve mertebe onların olacaktır. “İşte umduklarını” böylelikle “elde edenler de onların tâ kendileridir.”[75]

  1. Rabbleri onları katından bir rahmet, hoşnutluk, içlerinde ken­dilerine ait tükenmez nimetler bulunan cennetler ile müjdeler.
  2. Onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar. Muhakkak ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.

“Rableri onları… müjdeler.” Yani, dünyada kendilerine, âhirette kendi­leri için hazırlanmış bulunan pek büyük mükâfatı ye kalıcı nimetleri bildi­rir. “Nimetler (naim)” ise, rahat ve yumuşak yaşayış demektir. “Ebediyyen kalıcıdırlar” anlamındaki; hal olarak nasbedilmîştir. Hulûd (ebedi ka-fiş ) ise devamlı ikamet etmek demektir.

“Muhakkak ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.” Yani, yüce Al­lah lütuf ve ihsan yurdunda onlar İçin bu mükâfatları hazırlamıştır.[76]

  1. Ey İman edenleri Eğer küfrü İmandan sevimli bulurlarsa, baba­larınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin. Sizden kim onları ve­li edinirse, onlar zalimlerin tâ kendileridirler.

Bu, âyet-i kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre bütün mü’minlere yö­nelik bir hitaptır. Ve âyet-i kerimenin mü’minlerle kâfirler arasındaki velayet (dostluk) bağını koparmak bakımından Kıyamete kadar hükmü bakidir.

Bir kesime göre bu âyet-i kerîme, hicrete ve küfür diyarını (orada kalma­yı) redde teşvik sadedinde nazil olmuştur. Buna göre hitab Mekke’de ve Mek­ke dışında (henüz dar-ı İslâm kapsamına girmemiş) Arap topraklarında ya­şayan mü’minlere bîr hitaptır. Onlara babalarını ve kardeşlerini veli edine­rek kâfirlerin topraklarında kalmaya devam ederek onlara tabi olmamaları emredilmektedir.

“Eğer küfrü imandan sevimli bulurlarsa” yani, küfrü sevecek olurlarsa. İşte böylelerine itaat etmeyin ve onlara özel bir konum vermeyin. Yüce Al-lah.’ın özellikle babalan ve kardeşleri sözkonusu etmesi, bunlardan daha yakın bir akrabanın bulunmayışından dolayıdır. Yüce Allah; “Ey iman edenler, yahudi ve hıri&tiyanları veli edinmeyin” (el-Maide, 5/51) buyruğunda, di­ğer insanları veli edinmeyi reddettiği gibi, bu yakın akrabalar arasında da (iman bağı olmadığı takdirde) dostluk ve velilik bağını reddetmektedir. Böylelikle asıl yakınlığın, akrabalığın, bedeni yakınlık ve akrabalık değil de din akrabalığı olduğunu beyan etmektedir. Sufîlerin okudukları şu beyitler de bu kabildendir:

“Diyorlar ki bana, işte sevdiklerinin yurduna yaklaştık.

Sense hâlâ kederlisin. Şüphesiz ki bu şaşılacak bir şey!

Dedim ki: Yurdun yakın olmasının faydası ne;

Eğer kalpler arasında bir yakınlık yoksa?

Yurdu uzak nice kimse vardır ki, muradına ermiştir ve bir başkası ise

Hemen yanı başındaki komşusu olduğu halde kederinden ölmüştür,”

Bu âyet-i kerimede “çocuklar” sözkonusu edilmemiştir. Çünkü İnsanla­rın çoğunluğunda görülen durum şu ki, çocuklar da babalarına tabidirler. İyi­lik yapmak ve hibe gibi bağışlarda bulunmak İse, veli edinmekten istisna edil­miştir. Nitekim Hz. Esma; Ey Allah’ın Rasûlü, annem müşrik olarak (kendi­sine iyilik yapmamı) umarak yanıma geldi. Ben, onun yakınlığını gözeteyim mi? diye sormuş, Hz. Peygamber de: “Annene yakınlık göster” diye buyur­muştur. Bu hadisi de Bulıârî rivayet etmiştir.[77]

“İçinizden kim onları veli edinirse, onlar zalimlerin tâ kendileridir.”

İbn Abbas der ki: O da onlar gibi bir müşrik olur. Çünkü, kim şirke razı olur­sa o da müşriktir.[78]

  1. De ki: “Eğer bahalarını?, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşi­retiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler, size Al­lah’tan, Rasûtünden ve O’nun yolundaki rfhaddan daha sevim­li ise, o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Al­lah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”

Rasûlullah (sav)’a Mekke’den Medine’ye hicret etme emri verilince, kişi babasına, baba oğluna, kardeş kardeşine, koca hanımına: Bize hicret etme emri verildi, demeye başladı. Onlardan kimisi hicret etmekte elini çabuk tut­tu. Kimisi hicret etmeyi kabul etmeyerek şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, eğer hicret yurduna çıkıp gitmeyecek olursanız size hiçbir faydam dokunmaz ve size en ufak bir şey harcamam. Kimisine de hanımı ve çocuğu asılıp du­ruyor, ona Allah aşkına gitme, biz senden sonra kaybolur gideriz diyordu, On­lardan kimisi rikkate gelir, bundan dolayı hicret etmekten vazgeçer onlarla birlikte kalırdı. Bunun üzerine: “Ey iman edenleri Eğer küfrü İmandan se­vimli bulurlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veli edinmeyin” âyeti na­zil oldu. Yani, eğer onlar Mekke’de küfür üzere kalmayı Allah’a İman edip Medine’ye hicret etmeye tercih edecek olurlarsa, onları veli edinmeyin de­mek istemektedir.

“İçinizden”, bu âyet-İ kerimenin nüzulünden sonra “kim onları veli edinirse onlar zalimlerin tâ kendileridirler.” Daha sonra da geri kalarak hicret etmeyenler hakkında da: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kar­deşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz” buyruğu indi.

Aşiret, on ve daha fazla bir topluluk gibi bir topluluğun tek bir akde bağ­lı bulunan cemaat demektir. Belli bir şey etrafında toplanmak demek olan “muaşeret” de buradan gelmektedir.

“Elinize geçirdiğiniz mallar” Mekke’de kazanmış olduğunuz mallar de­mektir. Bu kelime aslında birşeyi bir yerden kesip başka bir yere alıp götür­mek hakkında kullanılır. “Durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret… Allah’tan… daha sevimli ise…” İbnü’l-Mübarek der ki: Durgunluğa uğrama­sından korkulan ticaret, evde kalan ve onlara talip bulunmayan kızlar ve kızçocuklar demektir. Nitekim şair şöyle demektir:

“Fakirlikten dolayı kavimleri arasında durgun kaldılar (onlara talip çıkmadı). Benim de orada kalışım (ya da; konumum) o kızların durgunluklarım (onlara talip çıkmayışım) daha da arttırdı.”

“Ve hoşunuza giden meskenler” orada yaşamaktan hoşlanacağınız evler “size, Allah’tan… daha sevimli ise…” bunları, Allah yolunda ve Medine’de bulunan Rasûlüne hicret etmekten daha çok seviyorsanız… demektir.

“Daha sevimli* kelimesi, “… idi.” nin haberidir. Kur’an-ı Kerim dışındaki konuşmalarda mübtedâ ve haber cümlesi olarak; ‘in merfu’ olması mümkündür. Bu durumda ( Ols )’in ismi de onda mahzuf ka­bul edilir. Şair Sibeveyh şöyle bir beyit nakletmektedir:

“Ben öldüm mü insanlar iki grup olur: (Biri) sevinir, Diğeri ise yaptıklarımdan övgü ile söz eder.”

Yine şöyle bir beyit nakletmektedir:

“Ona ulaşacak olsam odur derdimin şifası

Fakat o, derdin şifasını karşılıksız bağışlayan birisi değildir.”

Âyet-i kerimede Allah ve Rasûlünü sevmenin vücubuna delil vardır. Za­ten bu hususta ümmet arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Onlara duyulan sevginin her sevilenden önce geldiği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Yü­ce Allah’ı ve O’nun Rasûlünü sevmenin anlamına dair açıklamalar daha ön­ceden (Âl-i İmran, 3/31) âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“… ve O’nun yolundaki clhaddan… bekleyedurun” buyruğu, emir kipi­dir, fakat tehdit anlamını ihtiva etmektedir. Bekleyin, demektir,

“Allah’ın emri gelinceye kadar” Allah’ın savaş emri ve Mekke’nin fethi gerçekleşinceye kadar demektir, bu açıklama Mücahid’den nakledilmiştir, el-Hasen ise: Dünyada ya da âhirette gelecek bir cezayı bekleyin diye açıkla­mıştır.

“Ve Onun yolundaki cihaddan” buyruğunda cihadın faziletine, onun nef­sin rahatına, nefsin aile ve mala bağlılığına tercih edileceğine delil vardır. Sû­renin scjn taraflarında cihadın faziletine dair açıklamalar gelecektir, en-Nisa Sûresi’nde (4/100. âyetin tefsirinde) hicretin hükümlerine dair yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamd olsun.

Sahih hadiste de şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde oturmuş (pusu kurmuş)dur. Ona karşı İslâm’a giden yolda otur­muş ve ona: Niçin kendi dinini ve atalarının dinini bırakıyorsun? demiştir. Ki­şi ona muhalefet ederek İslâm’a girer. Yine şeytan ona karşı hicrete giden yol­da oturur ve ona: Malını ve aileni mî bırakacaksın, der. Kişi ona muhalefet eder ve hicret ettikten sonra bu sefer cihada giden yolda ona karşı oturur ve ona şöyle den Sen cihad edeceksin ve öldürüleceksin. Hanımını başkası ni­kahlayacak, malın ise paylaştırılacak. Kişi bu hususta da ona muhalefet ed­er ve cihad ederse, artık Allah’ın onu cennetine koyması Allah üzerindeki bir hakkıdır.” Bu hadisi Nesaî Sebere b. Ebi Fâkih yoluyla rivayet etmiştir. Sebere dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Muhakkak şey­tan…” deyip hadisi nakletmektedir.[79] Buhârî: “(Sebere b. Ebi Fâkih değil de) Sebere b-, el-Fâkih diye adını anmakta ve bu hususta herhangi bir görüş ay­rılığını sözkonusu etmemektedir.[80] İbn Ebi Adiy de der ki: İbnü’l-Fakih de İbn Ebi Fakilı de denilmektedir.[81]

  1. Andolsun ki, Allah bir çok yerde ve Huneyn gününde size yar­dım etmiştir. Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bunun size hiçbir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliğine rağmen ba-‘ şıoıza dar gelmişti. Nihayet arkanızı çevirip gitmiştiniz.
  2. Sonra Allah, Rasulüne ve mü’minlere sekînetini indirmiş, gör­mediğiniz ordular da indirmiş ve kâfirleri azaplandırmıştı. Kâ­firlerin cezası İşte budur.
  3. Sonra Allah, bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bağışlayıcıdır, rahmet edicidir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[82]

  1. Huneyn Gazvesi ve Allah’ın Yardımı:

Yüce Allah ‘in: “Andolsun-kl Allah bir çok yerde… bize yardım etmiştir”

buyruğu ile ilgili olarak şunları nakledelim:

Hevazinlilere Mekke’nin fethedildiği haberi ulaşınca, Nasr b. Malikoğul-lanna mensup olan ve ordu kumandanlığı elinde bulunan Malik b. Avf en-Nasrî, Hevazinlüerî bir araya topladı. Kâfirlerle birlikte mallarını, davarları­nı, kadın ve çocuklarını da savaş alanına sürdü. Bununla askerlerin kendi­lerini daha iyi koruyacaklarını ve böyle bir durumda savaş esnasında daha bir güç ve gayrete geleceklerini zannetmişti. el-Hasen ve Mücahide göre se-kizbin kişi idiler. Hevazin ve Sakiflilerin (toplamı) dörtbin kişi oldukları da söylenmiştir. Hevazinlilerin başında Malik b. Avı, Sakiflilerin başında ise Ki-nâne b. Abd bulunuyordu. Hep birlikte Evtâs denilen (ve Huneyn vakasının cereyan ettiği) yere konakladılar.

Rasûlullah (sav) da Eslemli Abdullah b. Ebi Hadred’i gözcü olarak gön­dermişti. Abdullah, Hz. Peygambere geri dönerek gördüklerini haber verdi. Rasûlullah (sav) da üzerlerine yürümeyi kararlaştırdı. Safvan b. Umeyye b. Halef el-Cumahî’den, bir görüşe göre yüz, bir diğer görüşe göre de dortyüz zırh emanet aldı. Rabia el Mahzûmî’den otuz ya da kırkbin (dirhem) borç al-dt. Dönüşünde de o borçlarını ona ödedi. Daha sonra Peygamber (sav) ona şöyle dedi: “Allah aileni de malını da mübarek kılsın. Borcun karşılığı vak­tinde ve eksiksiz olarak ödenmesi ve bundan dolayı da övgü (teşekkür) dür.” Bu hadîsi İbn Mace Sünen’inde rivayet etmiştir.[83]

Rasûlulîah (sav), onbini Medine’den kendisi ile birlikte gelenlerden, iki bini de Mekke’nin fethi günü müslüman olanlardan olmak üzere – ki bunla­ra Tulakâ denilir- toplam oniki bin müslüman ile yolda Süleym, Kilaboğul-ları, Abs ve Zübyanh bedevilerden kendilerine katılanlarla birlikte yola çık­tı. Mekke’ye Attâb b. Esid’i vali olarak tayin etti. Hz. Peygamberin Evtas’a gi­dişi esnasında bedevi Arapların cahilleri yeşil bir ağaç gördüler. Cahiliye dö­neminde onların Zâtu Envât diye adlandırılan meşhur bir ağaçlan vardı. Kâ­firler yılın belli bir gününde o ağacın yanına gider onu tazim ederlerdi. İş­te bu cahil bedeviler: Ey Allah’ın Rasûlü, bunların Zatu Envatları olduğu gi­bi sen de bize böyle bir Zatu Envât yap dediler. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber şöyle buyurdu: “Allahu ekber, nefsim elinde olana yemin ederim ki, Mu­sa’nın kavminin ona: Onların ilahları olduğu gibi sen de bize bir ilah yap de­dikleri gibi dediniz, O da kendilerine-. Şüphesiz siz cahillik eden bir kavim­siniz, demişti. İki okun tüyleri nasıl aynı hizada iseler, yemin ederim ki, siz de öylece sizden öncekilerin yollarını izleyeceksiniz. Hatta onlar bir keler de­liğine girecek olsalar, siz de ondan gireceksiniz.”[84]

Rasûlullah (sav) Huneyn vadisine varıncaya kadar yola devam etti. Hu-neyn, Tihame bölgesi vadilerinden birisidir. Hevazinliler vadinin her iki ya­nında pusuya yatmışlardı. Sabahın yeni aydınlandığı bir sırada Hevazinliler, tek bir kişiymişçesine müslümanlara bir hamle yaptılar. Müslümanların bü­yük bir çoğunluğu geri çekildi ve kimse kimseye dikkat edemez oldu. Rasûlultah (sav) ve beraberinde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, aynca Ehl-İ Bey­tinden de Hz. Ali ile Hz. Abbas, Ebu Süfyan b. el-Haris b. Abdulfnuttalib ve onun oğlu Cafer ile Usame b. Zeyd, Eymen b. Ubeyd -ki bu Huneyn günü şehld düşmüş olup Um Eymen’in oğludur- Rabia b. El Haris ve el-Fadl b. Ab­bas da beraberinde sebat gösterdiler. Cafer b. Ebi Süfyan yerine Kuşem b. el-Abbas da zikredilmiştir İşte bu on kişi Hz. Peygamberin yanından ayrılma­dılar. Bundan dolayı Hz. Abbas şöyle demiştir:

“Savaşta Allah Rasûlüne yardım ettik, dokuz kişi

Onun yanından kaçıp dağılanlar da kaçıp gitti

Onuncumuz ise takdir gereği ölümle buluştu

Allah yolunda kendisine isabet eden sebebiyle hiç sızlanmaksmn.”

Sebat edip dağılmayanlar arasında beline bir kuşak bağlamış, Ebu Talha’ya ait bir deveyi yakalamış, elinde de bir hançer bulunduğu halde Um Suleym de vardı. Ne Rasûlullah, ne de bu sözü geçenlerden herhangi bir kimse ge­ri çekilmedi. Rasûlullah (sav) Düldül adındaki beyaz katın üzerinde idi.

Müslim’in Sahih’inde Enes’den rivayete göre Hz. Abbas şöyle demiş: Ben, Rasûlullah (sav)’ın katınnın dizginlerini yakalamış, hızlanmasını isteme­diğimden engellemeye çalışıyordum. Ebu Süfyan da Rasûluliah (sav)’ın (ka­tırının) dizginlerini yakalamıştı. Rasûlullah (sav): “Ey Abbas, Ey (altında Rıdvan bey’atinin yapıldığı) Semura ağacı altında bey’at edenler! diye seslen” diye buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbas -ki, sesi gür birisi idi. Sesinin gür­lüğünden ötürü bir gün Mekke’ye baskın yapılmış ve sabah baskını diye ses­lenmiş, sesini işiten hamile her kadın karnındaki yavrusunu düşürmüştü- de­di ki: Ben de sesimin çıkabildiği kadar; Nerede Semura ağacı altında bey’at edenler diye seslendim. Allah’a yemin ederim, benim sesimi işittikleri vakit, onlann gelişleri adeta bir ineğin yavrularına gelişi gibi idi. Hep birlikte: Leb-beyk lebbeyk dediler. Ve sonra da kâfirlerle birlikte savaşa tutuştular… Ha­disin devamında şu ifadeler de vardı; Sonra, Rasûlullah (sav) birkaç çakıl taşı aldı ve onları kâfirlerin yüzlerine doğru fırlattı. Daha sonra da: “Muham-med’in Rabbi hakkı için onlar bozguna uğradılar” diye buyurdu. (Hz. Abbas devamla) buyurdu ki: Ben, savası seyretmeye koyuldum, gördüğüm kadarıy­la eski halinde devam ediyordu. Fakat onlara çakıl taslarını atması ile birlik­te onların keskin silahlarının körelmiş olduğunu (yani güçlerinin zayıfladı­ğını) ve artık geri çekildiklerini gördüm.[85]

Ebû Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Müşriklerden İslâm’a girip Huneyn’de hazır bulunup sonradan müslüman olmuş birisinden çeşitli yollardan rivayeti­mize göre -Huneyn’e dair kendisine soru sorulması üzerine- bu kişi şöyle de­miştir: Müslümanlarla karşılaştık. Çabucak onları geri çekilmek zorunda bı­raktık ve beyaz bir katır üzerine binmiş bir adamın yanına varıncaya kadar onların arkasından gittik. O bizi görünce, bizi şiddetle azarladı ve öfkeyle ba­ğırdı. Sonra da avucuna birkaç çakıl ve biraz toprak alıp onu attı ve: “Yüz­ler çirkinleşsin, tanınmaz olsun” diye buyurdu. O çakıl ve topraktan kendi­sine birşeyler girmedik bir göz kalmadı; topuklarımızın üzerinde gerisin ge­ri dönmekten kendimizi alamadık.

Said b. Cübeyr de der ki: Bize, Huneyn günü müşrikler arasında bulunan bir adam anlatarak dedi ki: Rasûlullah (sav)’ın ashabı ile karşılaştığımızda, önümüzde bir koyun sağacak kadar bir süre dahi duramadılar. Nihayet be­yaz katır üzerinde bulunan adamın yanına vardık. -Bununla Rasûlullah (sav)’ı kastetmektedir- Beyaz ve güzel yüzlü yiğitler karşımıza çıktılar, biz­lere: Yüzler tanınmaz hale gelsin, çirkinleşsin, geri dönün, dediler. Biz de ge­ri döndük, onlar ise adeta omuzlarımıza binmişlerdi. İşte o vakit olan oldu. Bununla melekleri kastetmektedir.

Derim ki: rivayetler arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu de­ğildir. Çünkü, “yüzler tanınmaz hale gelsin” ifadesinin hem Peygamber (sav) tarafından, hem de melekler tarafından söylenmiş olması İhtimali vardır. Ve bu, meleklerin Huneyn günü çarpıştıklarının da delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Alt (r.a), Huneyn günü kendi eliyle kırk kişi öldürdü. Rasûlul­lah (sav) da (yani bu gazada) dört bin kişiyi -altıbin kişi de denilmiştir- esir aldı ve miktarları bilinmeyecek kadar çok ganimetler dışında oniki bin de de­ve ganimet aldı.[86]

  1. Seleb, Devlet Başkanının Raiyyesinden Ödünç Alması, Esirler, Ganimetler:

İlim adamlan bu gaza ile ilgili olarak derler ki: Peygamber (sav): “Kim üze­rinde onu öldürdüğüne dair bir delili bulunmak suretiyle birisini öldürdüğünü ispatlarsa, o öldürdüğü kişinin selebi öldürene aittir” diye buyurmuştur.[87]el-Enfal Sûresi’nde (8/41. âyet, 4. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır. İbnu’l-Arabî der ki: İşte bu incelik ve başka özellikleri dolayı­sıyla Kur’ân ahkâmına dair eser yazan ilim adamları bu âyet-i kerimeyi ah­kâm âyetleri arasında zikretmişlerdir.

Derim ki: Yine Huneyn gazvesinde Hz. Peygamberin uygulamalarından, ariyet olarak silah almanın ve eğer benzeri bir İş için ariyet alınması alışılan bir şey ise, o yolda o ariyet alınan şeyden faydalanmanın caiz olduğu, ima­mın böyle bir şeye ihtiyaç duyması halinde borç alıp bunu bilahare sahibi­ne geri vermesinin caiz olduğu da anlaşılmaktadır. Safvan’dan, ariyet alma ile ilgili hadis bu konuda aslî bir dayanaktır. Yine bu gazada Rasûlullah (sav): “(Esir olarak alınan) hamile herhangi bir kadın doğum yapmadıkça hamile olmayan da bir defa ay hali olmadıkça onunla ilişki kurulmaması” emrini ver­miştir.[88]

İşte bu da kadının için esir alınmasının, -nikâhlı ise-, nikâhını hükümsüz kıldığının delilidir. Buna dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi’nde (4/24. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Malikin rivayet ettiği hadise göre Safvan kâfir olduğu halde Rasûlullah (sav) ile birlikte gazaya çıkmış ve o, Huneyn ve Taifde hazır bulunmuştu. Hanımı da o sırada müslüman olmuştu…[89]

Malik der ki: Ancak bu, (Safvân, gazaya çıkışı) Rasûlullah (sav)’ın emri İle olmamıştı. Ben -hizmetçi ya da deniz tayfası olmaları hali müstesna- müşrik­lere karşı müşriklerin yardımının alınabileceği görüşünde değilim. Ebu Ha-nife, Şafiî, es-Sevrî ve el-Evzaî de derler ki: Eğer galip gelen İslâm’ın hükmü İse bunda bir mahzur yoktur. Üstün gelen şirkin hükmü ise, onların yardı­mını almak mekruhtur. Bunlara (ganimetten) pay verilmesine dair açıklama­lar da el-Enfal Sûresinde (8/41. âyet, 20. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[90]

  1. Huneyn Günü:

Yüce Allah’ın: “Huneyn gününde” buyruğunda sözü edilen “Huneyn”, Mekke ile Taif arasında bir vadidir. Bu kelime burada müzekker bir isim ol­duğundan dolayı munsanf gelmiştir. Kur”ân’ın kullanımı bu şekildedir. Araplar arasında bunu o yerin ismi kabul ederek munsanf olarak kullanmayan­lar da vardır. Şair şöyle demiş:

“Peygamberlerine yardım ettiler ve onun gücüne güç kattılar, Huneyn’de. O kahramanların güçlerinin zayıfladığı günde.”

Âyet-i kerimede geçen ve “gün” anlamına gelen; kelimesi ise, zarftır. Burada bu kelime: “Ve O Huneyn gününde size yar­dım etti” anlamında olmak üzere nasb edilmiştir.

el-Ferra der ki[91]: “Yer (ler) de” kelimesinin munsarif olmayışı, bu kelimenin tekil halinde benzerinin bulunmaması ve bunun da çoğulunun olmaması dolayısıyladır. Şu kadar var ki şair kimi zaman mecbur kalarak bu­nun çoğulunu getirebilir. Fakat şiirde kullanılabilen herbir şeyin normal konuşmada kullanılması doğru olmayabilir. Daha sonra da (buna şu mısraı) Örnek gösterir:

“Onlar (o atlar dizginlerinin) demirlerini çiğnemeye çalışıyorlar.”

en-Nehhâs der ki: Ben Ebu İshâk’ın bu ifadelerden hayrete düştüğünü ve şöyle dediğini gördüm: el-Ferra bu hususta el-Halil’in görüşünü benimsemiş ve bu konuda hata etmiştir. Çünkü, el-Halil bu hususta şöyle demektedir: Bu­nun munsarıf olmayışı tekiller arasında benzerî bulunmayan bîr çoğul olu­şundan ve cem’i teksir (kırık çoğul) ile çoğul yapılmayışından dolayıdır, “Elif” ve “te” ile çoğul yapılmasının İse bir mahzuru yoktur.[92]

  1. Çokluğun Faydası Yoktur:

“Hani çokluğunuz sizi böbârlendirmişti de…” buyruğu ile ilgili olarak denildiğine göre, oniki bin kişi idiler, onbirbin beşyüz kişi oldukları söylen­diği gibi onalti bin kişi oldukları da söylenmiştir. Onlardan kimileri: Bugün sayıca az olduğumuzdan dolayı asla yenik düşmeyiz, demişlerdi. Bu sözle­ri dolayısıyla ilâhî yardımdan mahrum bırakıldılar. Bunun sonucunda açıkladığımız şekilde işin başında bir bozgun yaşandı ve bu, geri döndükleri zamana kadar devam eni. Sonunda resullerin efendisinin bereketiyle yardım ve zafer müslümanlann oldu. İşte yüce Allah bu âyet-i kerimede galibiyetin çok­lukla değil, ancak Allah’ın yardımı ile gerçekleşeceğini açıklamaktadır. Ni­tekim şöyle buyurmaktadır: “Ve eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan başka »ize yardım edecek kimdir?” (Âl-i İmran, 3/160).[93]

  1. Başlarına Dar Gelen Yeryüzü;

“…Yeryüzü genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti” yani, korkudan dolayı bu hale düşmüştünüz. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Korku içerisinde ve takip edilen bir kimse için uçsuz bucaksız olduğu halde Allah’ın toprakları; adeta bir avcının ipi kadar bir yerdir.”

” Genişlik” demektir. Bu kökten olmak üzere; “Fi­lanın kalbi geniştir,” denilir. “Ra” harfi üstün olarak; ise geniş olan demektir.

Bu sekile uygun olarak.Geniş yurt ve geniş arazi,” Geniş oldu, geniş olur, geniş olmak”; denilir.

“Rağmen” kelimesindeki “be” harfinin “beraber” anlamına gelen; ile aynı anlamda olduğu söylendiği gibi; Rağmen anlamına gel­diği de söylenmiştir. Bunun, Genişliği ile anlamında olup, nin mastariye olduğu da söylenmiştir.[94]

  1. Savaşın Başlangıcında Müslümanların Geri Çekilmeleri:

Müslim, Ebu Islıâk’tan şöyle dediğini rivayet eder: Bir adam el-Berâ (b. Âzib)’in yanma gelerek şöyle dedi: Ey Umâre’nin babası, Huneyn günü ge­ri kaçunız mıydı? O, şöyle dedi: Şehadet ederim ki, Allah’ın Peygamberi -Al­lah’ın salat ve selamı üzerine olsun- asla geri çekilmedi. Fakat şu kadar var ki, insanlar arasında aceleci olanlar ile pek silahı bulunmayan kimseler, Hevazinlilerden şu kabilenin karşısına çıktılar. Hevazinliler İse İyi ok atan bir kavimdiler. Adeta bir çekirge sürüsünü andırıyorlardı. Bundan dolayı (müs­lümanlann arasında bulunanlar) geri çekildiler. Sonra da o geri çekilenler Rasûlüllalı (sav)’ın yanına -Ebu Süfyan onun katırının dizginlerini tutmuş ol­duğu halde- geri döndüler. Hz. Peygamber katırından indi, dua etti ve Allah’tan yardım dileyerek: “Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben, Ab-dulmuttalib’in oğlu (torunu) yum. Allah’ım, yardımını bize indir.” el-Berâ der ki: Allah’a yemin ederim biz, savaş kızıştığında onunla -Peygamber (sav)’ı kas­tediyor- (onu siper edinerek) korunurduk. Aramızdan (bize göre) onunla ay­nı hizada duran kişiyi kahraman kabul [95]ederdik.[96]

  1. Bozgundan Sonra Gelen Allah’ın Sektneti;

“Sonra Allah, Kasulûne ve mü’minlere seklnetini indirmiş,..” Yani, Allah onların üzerlerine kendilerine sükûn verecek, korkularını giderecek şe­yi indirmiş ve nihayet geri dönüp kaçtıktan sonra müşriklerle savaşma cesaretini bulmuşlardı.

“Görmediğiniz ordular da indirmiş”, buyruğunda kasıt meleklerdir. Melekler, mü’minlerin kalplerine bıraktıkları düşünceler ve sebat ile mü’min-leri güçlendiriyor, kâfirleri de kendilerini göremedikleri bir yerden korkuta­rak ve savaşsız olarak zayıf düşülüyorlardı. Çünkü melekler Bedir günü dı­şında herhangi bir savaşta fiilen çarpışmamışlardır. Rivayete göre Nasroğul-lanndan bîr adam, savaştan sonra mü’minfere şöyle demiş: O ablak atlar ve üzerlerindeki beyaz adamlar nerede? Biz onlar arasında ancak bir ben’i an­dırıyorduk. Ve biz ancak onların elleriyle öldürüldük. Peygamber CsavVa bu hususu haber verdiklerinde: O da: “Onlar meleklerdi” diye buyurdu.

“Ve kâfirleri” kılıçlarınızla “azapiandırmıştım. Kafirlerin cezası İşte budur. Sonra Allah bunun ardından dilediğinin tevbesini kabul eder.” Ya­ni, (müşrikler arasından) bozguna uğrayıp kaçanların tevbesini kabul ede­rek İslâm’a hidayet bulmalarını sağlar. Huneyn’de kumandan olan Malik b. Avf en-Nasrî ve kavminden onunla birlikte İslâm’a girenler gibi.[97]

  1. Huneyn Esirlerine ve Ganimetlerine Yapılan Uygulamalar:

Rasûlullah (sav) Huneyn’de alınan ganimetleri cirâne denilen yerde paylaştırdıktan sonra Hevazinlilerin heyeti ona, kendilerine lütuf ve ihsan­da bulunulmasını da arzu ederek, müslüman olarak geldiler ve: Ey Allah’ın Rasûlü, dediler. Şüphesiz ki sen, insanların en hayırlısı, en iyisisin. Bizim ço­cuklarımızı, kadınlarımızı, mallarımızı almış bulunuyorsun. Hz. Peygamber onlara şöyle dedi: “Ben sizin gelmenizi bekledim (yahut halinize acıdım). Pay­laştırma işi bitmiş bulunuyor. Benim yanımda da şu gördüğünüz kimseler var. Şüphesiz en iyi söz doğru olanıdır. Siz, ya çoluk çocuğunuzu seçiniz, yahut da mallarınızı.” Onlar: Bize göre akrabalık bağına denk hiçbirşey yoktur, de­diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber hutbe İrad etmek üzere kalkıp şöyte dedi: “Bunlar, İslâm’a girmiş olarak bize geldiler. Biz de onları serbest bırak­tık. Onlar ise akrabalığa denk hiçbirşey olmayacağını söylediler. Ve böyle­likle çoluk çocuklarının kendilerine geri verilmesine razı oldular. Bana, Abdulmuttaliboğullanna ve Haşimoğullanna düşen ne varsa hepsi onlarındır.” Bunun üzerine Muhacirler ve Ensar da: Bize de ne düşmüşse, o da Rasûlullah (sav)’indir dediler,

el-Akra’ b. Habis ile Uyeyne b. Hısn da kendi kavimleri arasında kavim­lerinin paylarından kendilerine düşenlerden herhangi bir şeyi Hevazinlilere geri vermek istemediler. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî de aynı şekilde payı­na düşenleri geri vermek istemeyip, Akra’ ile Uyeyne’nin kavimlerinin des­teklerini aldığı gibi, kavminin kendisine de yardımcı olacağını umud etti. An­cak, Süleymoğulları bunu kabul etmeyerek şöyle dediler: Hayır, bize düşen ne varsa o da Rasûlullah (sav)’ındır dediler.

Rasûlullah (sav) da şöyle buyurdu: “Sizden kim elinde bulunanlan geri ver­mek hususunda cimrilik ederse, şüphesiz ki biz ona onun yerini tutacak şey­ler veririz” diye buyurdu. Böylelikle Rasûlullah (sav) Hevazinlilere kadın ve çocuklarını geri verdi, gönül lıoşluğuyia payından vazgeçmek istemeyen kim­selere de razı olacakları şekilde yerlerini tutacak başka şeyler verdi.

Katade der ki: Bize nakledildiğine göre, Sa’doğullarından Peygamber (sav)’a süt emzirmîş olan süt annesi, Huneyn günü yanına gelerek Huneyn esirlerini serbest bırakmasını istedi. Hz. Peygamberde şöyle buyurdu: “Ben ancak onlardan payıma düşene sahibim. Sen bana yarın gel ve insanlar ya­nımda iken benden isteğini tekrarla. Ben sana kendi payımı vercek olursam, diğerleri de (sana) kendi paylarını verirler.” Ertesi gün Hz. Peygamberin ya­nına geldi. Hz. Peygamber elbisesini ona yaydı ve üzerine oturttu. Daha son­ra süt annesi ondan isteğini tekrarladı, o da kendi payını ona bağışladı. însanlar bunu görünce, onlar da kendi paylarını ona verdiler.

Said b. el-Müseyyeb’in söylediğine göre, Hevazinlilerden esir olarak alı­nan kadın ve çocukların sayısı altibin kişi idi. Dörtbin kişi de denilmiştir.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Bunlar arasında Peygamber (sav.)’ın süt kardeşi Şeyma da vardı. Şeyma, Sa’d b. Bekroğullarından el-Haris b. Abdü-lüzza ile, yine Sa’doğullarından Halime’nin kızıdır. Rasûlullah (sav) ona ik­ramda bulunmuş, bağışlarda bulunmuş ve iyilik yapmıştı. Şeyma da kabul et­tiği dini ve Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu bu bağışlardan dolayı se­vinçli olarak yurduna döndü.

İbn Abbas der ki: Evtas günü Rasûlullah (sav) bir kadının koşuşup bağır­dığını, feryad ettiğini, biryerde karar kılamadığını gördü. Onun halini sordu, kendisine çocuğunu kaybetti denildi. Daha sonra aynı kadını çocuğunu

bulmuş öperken ve bağrına basarken gördü. O kadını çağırdı ve arkadaşla­rına sordu: “Hiç bu kadın kendi çocuğunu ateşe atar mı?” Hayır dediler. Bu sefer Hz. Peygamber: “Niye?” diye buyurunca onlar, çocuğuna olan şefkatin­den ötürü dediler. Hz. Peygamber de: “Allah bu kadından daha çok size mer­hametlidir” diye cevap verdi. Müslim de bu hadisi bu manada rivayet etmiş­tir.[98]Yüce Allah’a hamd olsun.[99]

  1. Ey İman edenleri Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun İçin bu yıl­larından sonra artık onlar Mescİd-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse sizi yakında kendi Kt-fundan zenginleştirir. Şüphesiz Allah herşeyl bilendir, tam hü­küm ve hikmet sahibidir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[100]

  1. Müşriklerin Pisliği ve İslâm’a Giren Kâfirin Gusletme Gereği:

Yüce Allah’ın: “Ey iman edenleri Müşrikler ancak bir pisliktir” buyru­ğu, mübtedâ ve haberdir.

İlim adamları müşriklerin “pislikle nitelendirilmesinin anlamı hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Katade, Ma’mer b. Raşid ve başkaları, çünkü o cünüptür. Zira onun cünüplükten yıkanması yıkanma değildir, derler.

İbn Abbas ve başkaları da derler ki: Hayır, onu pis yapan şirkin kendisi­dir. Hasan-ı Basrî de der ki: Bir müşrikle tokalaşan bir kimse abdest alsın.

Bütün görüşler, kâfirin müslüman olması halinde gusletmesinin vacip ol­ması gerektiği doğrultusundadır. Ancak, îbn Abdilhakem vacib değildir, de­mektedir. Çünkü îslâm kendisinden önce olan şeyleri yıkar. Ahmed ve Ebu Sevr de, İslâm’a giren kâfirin gusletmesinin vacîb olduğunu kabul ederler. Şa­fiî ise; vacib olmayıp gusletmesini daha güzel görürüm, demiştir. Îbnü’1-Kasım’ın da buna yakın bir görüşü vardır. Malik’in de bir görüşüne göre, kâfir gusletmeyi bilmez, demiştir. Onun bu görüşünü tbn Vehb ve tbn Ebi Üveys nakletmişterdir. Sümame ve Kays b. Âsim yoluyla gelen hadis ise bu görüş­leri reddetmektedir. Bu iki hadisi de Ebu Hatim el-Bustî, Müsned’inin Sahih1 in de[101] rivayet etmiştir. Buna göre Peygamber (sav) bir gün Sümâme’nin yolun­dan geçmiş, o da İslâm’a girmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu Ebu Tal-ha’nın bahçesine göndererek gusletmesini emretmiş. O da gusledip iki rekat namaz kılmış. Rasûlullah (sav) da: “Arkadaşınızın İslâm’ı gerçekten güzelleş­miş bulunuyor’’ diye buyurmuş. Müslim de bu hadisi bu manada rivayet et­miştir. Orada şu ifadeler de yer almaktadır: Rasûlullah (sav) Sumâme’yi kar­şılıksız serbest bırakınca, mescide yakın hurma ağaçlarının bulunduğu bir ye­re gitmiş ve gusletmiştir.[102] Ayrıca Kays b. Âsım’a da sidir katılmış su ile gus­letmesini emretmiştir.

Eğer kâfirin İslâm’a girişi, ergenleşmesindea önce ise, gusletmesi müste-haptır. Buluğa erdikten sonra müslüman olursa, yıkanırken cünüplükten do­layı gusletmeye niyet etmesi gerekir. Bizim ilim adamlarımızın görüşü budur, mezhebimizden anlaşılan da budur. Bununla birlikte, İbn Kasım, kâfir bir kim­senin kalbiyle İslâm’a inanacak olursa, diliyle açıktan şehadet kelimesini ge­tirmeden önce gusletmesini caiz kabul etmektedir. Ancak bu, kıyas bakımın­dan zayıf ve rivayete muhalif bir görüştür. Çünkü herhangi bir kimse sözü ifade etmedikçe yalnızca niyetle müslüman olmaz. Ehl-i Sünnet ve’1-Cema-at’ın imana dair görüşü budur: İman, dil ile söylenen bir söz, kalp ile tasdik­tir, amel ile de parlaklığı artar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Güzel söz yalnız O’na yükselir, onu da salik amel yükseltir”. (Fâtır, 35/10).[103]

  1. Müşrikler Mescidi Haram’a Yaklaşamazlar:

“Onun için… artık onlar mescidi harama yaklaşmasınlar” buyruğundaki yaklaşmasınlar” bir nehiy (yasak) dır. Bundan dolayı fiilin so­nundan “nun” harfi hazfedilmiştir. “Me’cid-1 Haram” ise, bütün Harem böl­gesi hakkında kullanılır. Ata’nın görüşü de budur. Buna göre müşrik olan bir kimseye bütün Harem bölgesine girme imkânı verilmesi haram olur. Onlar­dan bir elçi bize gelecek olursa, imam onun söylediklerini işitmek üzere Ha­rem dışındaki bölgeye çıkar. Müşrik bîr kişi eğer gizlenerek Harem bölge­sine girecek ve orada ölecek olursa, kabri açılır ve kemikleri o bölgenin dı­şına çıkartılır. Çünkü onların orayı vatan edinmek haklan da yoktur, oradan geçiş yapma imkânları da yoktur. Mekke, Medine, Yemame, Yemen ve Ye-men’deki kasabalar olarak bilinen Ceziretü’l-Arab’a gelince, Malik der ki: Bü­tün bu yerlerden İslâm’dan başka bir dine sahip olan herkes çıkartılır. Bu­nunla birlikte yolculuk kastıyla buralarda gidip gelmelerine engel olunmaz. Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- de böyle demektedir. Ancak o, Yemen’i bundan istisna etmiştir. Onlara, böyle bir durumda Ömer (r.a)’in onları sür­güne gönderdiği vakit tayin ettiği gibi üç günlük bir süre tayin edilir. Ölü­lerini orada gömemezler ve Harem bölgesinin dışına çıkmak zorunda bıra­kılırlar.[104]

  1. Kâfirlerin Mescidlere ve Özel Olarak Mescid-i Haram’a Girmelerinin Hükmü:

İlim adamları, kâfirlerin mescidlere ve Mescid-i Harama girmeleri hususun­da beş ayrı görüşe sahiptirler. Medineliler derler ki: ‘Âyet-i kerime hem diğer müşrikler hakkında, hem diğer mescidler hakkında umumîdir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz de valilerine bu doğrultuda talimat yazmış ve yazdığı mektubun­da da bu âyet-i kerimeyi (gerekçe olarak) zikretmiştir. Ayrıca bunu, yüce Al­lah’ın: “Allah’ın yükseltilmelerine ve oralarda kendi adının yadolunmasına izin vermiş olduğu evlerde…” (en-Nûr, 24/36) buyruğu da bunu desteklemek­tedir. Kâfirlerin mescidlere girmeleri ise onların yükseltilmelerine aykırıdır.

Müslim’in Sahih’inde ve başkalarında da şöyle buyurulmaktadır: “Şüphe­siz ki bu mescidler küçük abdest bozmaya ve pislik bırakmaya uygun değil­dir…”[105]Kâfir ise bunlardan uzak kalamaz. Yine Hz. Peygamber: “Ben, ay ha­li olan bir kadına ve cünüp olan kimseye mescid (e girmey) i helal kılmam”[106] diye buyurmuştur. Kâfir ise cünüptür.

Yüce Allah: “Müşrikler ancak bir pisliktir” buyruğunda, müşrike “pis­lik (neces)” adını vermektedir. O bakımdan müşrik bir kimsenin ya bizzat ne-cis olmasısöz konusudur, yahut hüküm İtibariyle uzaklaştınlması gerekir. Han­gisi olursa olsun, müşrikin mescidden uzak tutulması icabeder. Çünkü uzak­laştırılmasının illeti (gerekçesi) olan pislik (necislik), müşriklerde bulunan bir özelliktir. Hürmet (onların oraya girmelerinin yasaklığı ve saygınlık) da mescidde bulunan bir özelliktir.

(Pis olmak anlamına gelen) “neces” kelimesinin hem tekili hem çoğulu, hem müennesi hem de müzekkeri aynı gelir. Tesniyesi ve çoğulu yoktur, çün­kü mastardır. “Nun” harfi esreli, “cim” harfi de sakin olmak üzere “nics” ise, ancak onunla beraber “rics” kelimesi kullanılırsa kullanılır. Tek başına kullantlacak olursa, “nun” harfi üstün ve “cim” harfi esreli “necis”, yahut da “cim” harfi ötreli olmak üzere “necüs” denilir.

Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Âyet-i kerime diğer mescid-ler hakkında umumî ve Mescid-i Haram hakkında da hususîdir. Müşriklerin diğer mescidlere girmelerine engel olunmaz. Bu görüşü ile yahudi ve hıris-tiyan kimsenin sair mescidlere girmesini mübalı kılmaktadır. İbnü’l-Arabî der ki: Bu, onun yalnızca buyruğun zahirinden anlaşılan çerçevesinde donuklaş-tığını göstermektedir. Çünkü yüce Allah’ın: “Müşrikler ancak bir pisliktir” buyruğu, illetin müşrik olmak ve necis olmak olduğuna dikkat çekmektedir. Peygamber (sav) müşrik olduğu halde Sumâme’yi mescide bağlamıştır deni­lecek olursa, böyle diyene şu cevap verilir: Bizim ilim adamlarımız, bu ha­dis hakkında -sahih olmakla birlikte- birkaç türlü cevap vermişlerdir ki, bunlardan birisi şudur: Bu olay âyet-i kerimenin nüzulünden önce olmuştur.

İkinci cevap: Peygamber (sav) Sumâme’nin müslüman olduğunu bildiğin­den dolayı onu oraya bağlamıştır,

Üçüncü cevap: Bu husus muayyen bir meseledir. O bakımdan bizim sö­zünü ettiğimiz delillerin bu gerekçe ile reddedilmemesi gerekir. Çünkü bu genel bir kaidenin hükmü hakkında sadece kayıtlayıcı bir özelliğe sahiptir. Şöyle de denilebilir: Hz. Peygamberin onu mescide bağlaması, müslüman -Iann güzel bir şekilde namaz kıldıklarını ve namaz için toplandıklarını, on­ların mesciddeki oturuşiarındaki güzel adaplarını görüp bunlarla islâm’a ısın­ması ve müslüman olması içindi. Nitekim de böyle olmuştur. Şöyle demek de mümkündün Onların böyle bir kimseyi mescidin dışında bağlıyabilecek-leri bir yerleri yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Ebu Hanife ve arkadaşları ise derler ki: Yahudilerle Hıristiyanların Mesci­d-i Harama da başkasına da girmelerine engel olunmaz. Mescid-i Haram’a yal­nızca müşrikler ve puta tapıcılann girmeleri engellenilir. Ancak zikrettiğimiz âyet-i kerime ve diğer hususlar bu görüşü reddetmektedir. el-Kiyâ et-Taberî der ki: Zınımi bir kimsenin Ebu Hanife’ye göre ihtiyacı bulunmaksızın diğer mescidlere girmesi caizdir. Şafiî de; bu hususta ihtiyaç nazarı itibara alınır, der. İhtiyaç duyulması halinde Mescid-i Harama girmek de caiz olur.

Ata b. Ebi Rebah der ki: Bütün Harem bölgesi kıbledir ve mesciddir. O ba­kımdan müşriklerin Harem bölgesinin içerisine girmelerine engel olunur. Çün­kü yüce Allah: “Bir gece kulunu Mescidi Haramdan… götürenin şanı ne yü­cedir” (el-İsra, 17/1) diye buyurmaktadır. Hz. Peygamberin İsra’ya götürül­mesi ise Um Hâni’nin evinden gerçekleşmişti.

Katade der ki: Mescid-i Haram’a hiçbir müşrik yaklaşamaz. Ancak cizye öde­yen bir kimse, yahut müslümana ait kâfir bir köle olması hali müstesnadır.

İsmail b. İshâk şu rivayeti nakleder: Bize, Yahya b. Abdulhamid aniattı de­di ki: Bize, Şureyk, Eş’as’dan anlattı, o, el-Hasen’den, ö, Cabir’den, o da Pey­gamber (sav)’dan buyurdu ki: “Mescid’e hiçbir müşrik yaklaşamaz. Bir kö­le yahut bir cariye olması müstesnadır. O vakit ihtiyacı dolayısıyla oraya gi­rebilir.”[107]

Cabir b. Abdullah da bu görüştedir: O der ki: İfadenin geneli müşrikle­rin Mescid-i Haram’a yaklaşmasını engellemektedir. Ancak, köle ve cariye hak­kında tahsis edilmiştir.[108]

  1. Mescide Girmelerinin Yasaklanışı:

“Ottun İçin bu yıllarından sonra” buyruğu ile ilgili olarak iki görüş var­dır: Bir görüş; sözü geçen yılın Hz. Ebu Bekir’in hac emirliği yaptığı dokuzun­cu yıldır, ikinci görüş ise, onuncu yıldır. Bu görüşü Katade ifade etmiştir.

İbnü’l-Arabî der kî: Nassın muktezâsından anlaşılan ve sahih olan görüş budur. Bunun dokuzuncu yıl olduğunun söylenmesi hayret edilecek bir şeydir. Çünkü, bu ilanın yapıldığı yıldır dokuzuncu yıl. Bir kimsenin kölesi onun evine bir gün girecek olup da efendisi ona: Sen bugünden sonra bu eve girme, diyecek olursa, elbetteki maksat eve girdiği o gün değildir (ondan son­raki gündür).[109]

  1. Müşriklerin Mescid-i Haram’a Gelişlerinin Yasaklanışı Fakirliğe Sebep Olarak Görülmemelidir:

“Eğer fakirlikten korkarsanız” buyruğu ile ilgili olarak Arar b. Fâid der ki: Mana; Fakirlikten korkmuş bulunuyorsunuz, şek­lindedir. Ancak, bu yanlış bir açıklamadır. Çünkü ifadenin anlamı; Eğer ile çok açık bir şekilde ortadadır.

Müslümanlar müşrikleri hacca gelmekten alıkoyunca -ki, müşrikler yiye­cek ve ticaret malları getirir gelirlerdi- şeytan mü’minlerin kalplerine fakir­lik korkusunu saldı ve: Peki nereden yaşayıp geçineceğiz dediler. Yüce Al­lah onlara lütfuyla kendilerini zengin edeceği vaadinde bulundu. ed-Dahhâk der ki:,Yüce Allah onlara; “Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen… lerle kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız” (et-Tevbe, 9/29) ayeti ile zim­met ehlinden cizye alma kapısını açtı.

İkrime de der ki: Yüce Allah bol bol yağmur yağdırmak, bol bitki ve top­rağı verimlendirmekle onları zengin kıldı. Böylelikle (Yemen topraklarından olan) Tebale ve Cureş, bol mahsul vermeye başladı. Bunlar, Mekke’ye yiye­cek şeyleri, yağlan ve pek çok mallan taşıyıp getirdiler. Necid, San’a ve bun­ların .dışında kalan Araplar İslâm’a girdiler ve böylelikle hacları ve ticaretle­ri de kesintisiz olarak devam edip durdu. Yüce Allah da cihadla ve diğer üm­metlere karşı galibiyet vermek suretiyle kendi lütfuyla onlan zengin kıldı.

Fakirlik demektir. Bir kimse fakir düştü mü, de­nilir. Şair de der ki:

“Fakir bilemez ne saman zengin olacağım, Zengin de bilemez ne zaman fakir düşeceğini.”

Alkame ve İbn Mes’ud’un ashabından bir başkası; Fakir düşmek şek­linde okumuşturki bu da mastardır, Öğlen vakti dinlenmek, uykuya çekilmek demek olan; ile “Afiyet” kelimeleri gibi. Bununla birlikte “fa­kir düşmek halinden,.,” takdirinde hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olma ihti­mali de vardır. Burada bu kelime zor ve sıkıntılı hal anlamına gelir. İşte bu kökten; “İş bana zor ve ağır geldi, gelir” denilmektedir. Ta-berî de, bir kimse fakir düştü mü, denildiğini nakletmektedir.[110]

  1. Rızık ve Rızkı Elde Etmenin Sebepleri:

Bu âyet-i kerimede kalbin rızık hususunda sebeplere taalluk etmesinin ca­iz olduğuna ve bunun tevekküle aykırı olmadığına delil vardır. Her ne ka­dar rızık takdir edilmiş ve Allah’ın emir ve paylaştırması yerini bulacak ise de, Allah rızkı hikmete mebni sebeplere bağlı kılmıştır. Böylelikle yüce Al­lah sebeplere taalluk eden kalpler ile rabblerin Rabbine tevekkül eden kalpleri birbirinden ayırt etsin. Sebebin, tevekküle aykırı düşmediğine dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Eğer siz Allah’a hakkt ile tevekkül edecek olsaydınız, tıpkı sa­bahleyin kursağı boş ve aç gidip de akşamleyin kursağını doldurmuş halde dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sîzi de rızıklandırırdı.” Bu hadisi Buhârî ri­vayet etmiştir.[111]

Hz. Peygamber bu hadisi ile rızık talebi hususunda sabah gidip öğleden sonra çıkışın gerçek tevekküle aykırı düşmediğini haber vermektedir. İbnü’l-Arabi der ki: Fakat sufi şeyhler derler ki: Kişi ancak itaatler hususunda sa­bah ve akşam yola koyulur. İşte asıl rızkın gelmesini sağlayan sebep budur. Derler ki: Buna delil şu iki husustur: Birincisi, yüce Allah’ın: “Sere aile hal­kına namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemeyiz, sana rızkı Biz veririz” (Tâ-Hâ, 20/132) buyruğudur. İkincisi de, yüce Allah’ın: “Güzel söz O’na yükselir, onu da salih amel yükseltir” (Fatır, 35/10) buyru­ğudur. Yüce Allah’ın rızkını, mahalli olan semadan inmesini sağlayan ancak yukarı doğru yükselen şeydir. Bu da hoş zikir ve salih ameldir. Yoksa, yer­yüzünde çalışıp çabalamak değildir. Çünkü yeryüzünde rızık diye birşey yok­tur. Sahih olan ise, buyrukların zahirini kavrayan fukahâya göre sünnetin sağ­lamca ortaya koyduğu husustur. O da dünyevî sebepler gereğince ekip biçmek, pazarlarda ticaret yapmak, malların bakımı, geliştirilmesi, mahsul elde etmeyi sağlayan şekliyle ziraatle uğraşmak gibi yollardır.

Asbab-ı kiram da Peygamber (sav) aralarında bulunduğu halde bu şekil­de hareket ederdi. Ebu’l-Hasen b. Battal der kî: Şanı yüce Allah kullarına ka­zandıkları şeylerin hoş ve temiz olanlarından infak etmelerini bir çok âyet-i kerime ile emretmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: “Kim mecbur kalırsa, saldır­mamak ve haddi aşmamak şartıyla (yerse) onun üzerine günah yoktur”, (el-Bakara, 2/173) Bu buyruğuyla darda kalan bir kimseye kazanmakla ve ken­disi ile gıdalanmakla emretmiş olduğu helai gıdayı bulamaması halinde, haram olan gıdayı ona helal kılmakta, semadan üzerine yiyecek birşeylerin inmesini beklemesini emretme enektedir. Eğer gıdasını sağlayacağı şeyleri ara­mak hususunda çalışıp çabalamayı terkedecek olursa, hiç şüphesiz kendisi­nin katili olur.

Rasûlullah (sav) da yiyecek birşey bulamadığından dolayı açlıktan kıvra­nır, bununla birlikte üzerine gökten yiyecek birşey inmezdi. O, kendi aile hal­kı için bir yıllık yiyeceklerini alıkoyardi. Allah fetihleri müesser kılıncaya ka­dar bu böyle devam etti. Enes b. Malik’in rivayetine göre, bir adam Peygam­ber (sav)’ın yanına deve ile gelerek, Ey Allah’ın Rasûlü diye sordu. Onu bağ­layıp mı tevekkül edeyim, yoksa serbest bırakıp mı tevekkül edeyim? Hz. Pey­gamber ona: “Onu bağla ve öylece tevekkül et” diye cevap vermiştir.[112]

Derini ki: Sufle ehli mescidde oturup, ziraatle uğraşmayan, ticaret de yap­mayan, kazançları olmayan, mallan bulunmayan fakir kimseler oldukların­dan dolayı bu görüşü savunanların Suffe ehlini kendilerine delil gösterecek­leri bir tarafları yoktur. Çünkü Suffe ehli, beldelerin kendilerine dar gelme­si esnasında İslâm’ın misafirleri idiler. Bununla birlikte gündüzün odun toplar, Rasûlullah (sav)’ın evine su taşır, geceleyin Kur’an okur ve namaz da kı-lariardı. Buhârî ve başkaları onları bu şekilde anlatmaktadır.[113] Dolayısıyla on­lar, rızkın sebeplerine yapışan kimselerdi. Hz. Peygamber’e bir lıediye gel­di mi, onlarla beraber yerdi. Eğer gelen bir sadaka ise, kendisi ona el sür­mez, onlara verirdi. Fetihler çoğalıp İslâm yayılınca da -Ebu Hureyre ve baş­kaları gibi- Suffe’nin dışına çıktılar, emirlik, kumandanlık yaptılar. Yerlerin­de oturmadılar.

Diğer taraftan kendileri vasıtasıyla rızkın talep edildiği sebepler (yollar) akı türlüdür denilmiştir:

1- Bunların en üstünü, Peygamberimiz Muhammed (sav)’ın kazanç şek­lidir. O şöyle buyurmuştur: “Benim rızkım mızrağımın gölgesi altına yerleş­tirildi, Zillet ve küçülmüşlük de emrime muhalefet olana yazıldı.” Bu hadi­si Tirmİzî rivayet etmiş ve sahih olduğunu ifade etmiştir.[114] Yüce Allah, böy­lelikle Peygamberinin rızkını -faziletli olması dolayısıyla- kendi kazancına bağ­lı kılmış ve özel olarak ona kazanç türlerinin en faziletlisini ihsan etmiştir ki, bu da düşmana galip gelmek ve onu yenik düşürmek suretiyle rızkı almak şeklidir. Çünkü bu yol, en şerefli bir yoldur.

2- Kişinin kendi el emeğinden yemesi: Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur: “Kişinin yediği en hoş şey, elinin emeğinden (yediği) dir. Ve şüphesiz Al­lah’ın Peygamberi Dâvud kendi el emeğinden yerdi.” Bu hadisi de Buhârî ri­vayet etmiştir.[115] Kur’an-ı Kerimde de (Hz, Dâvud hakkında) şöyle buyurul-maktadır: “Biz ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik.” (el-Enbiya, 21/80) Hz. İsa’nın da annesinin eğirdiği yünün gelirinden yediği ri­vayet edilmektedir.

3- Ticaret. Bu da ashab-i kiramın çoğunun yaptığı işti. Özellikle de Mu­hacirlerin (Allah hepsinden razı olsun). Kur’an-ı Kerim ticaretin önemine bir­den çok yerde delâlet etmektedir.

4- Ziraat ve ağaç dikmek. Biz buna dair açıklamalarımızı el-Bakara Sûre­si’nde (2/205. âyetin tefsirinde) açıklamış bulunuyoruz.

5- Kur’an okutmak, Kur’an öğretmek ve Kur’an İle tedavi (rukye) buna da­ir açıklamalar da Fatiha Sûresi’nde (Fazileti ve İsimleri bölümü, 4. başlıkta.) geçmiş bulunmaktadır.

6- Muhtaç düşmesi halinde ödemek suretiyle borç almak. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Kim ödemek isteğiyle başkalarından mal alırsa Allah ona ödetir. Kim de o malı telef etmek niyetiyle alırsa, Allah da onu telef eder.” Bu hadisi Buhârî, Ebu Hureyre (r.a)’dan rivayet [116]etmektedir.[117]

  1. Herşey Allah’ın Dilemesiyle Olur:

“Allah dilerse” buyruğu, nzkm çalışıp çabalamakla olmadığına, ancak Al­lah’ın lütfuyla olduğuna delildir, Allah rızkı kullan arasında paylaştırır. Bu da yüce Allah’ın: “Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz pay ettik” (.ez-Zuhruf, 43/32) âyetinden açıkça anlaşılmaktadır.[118]

  1. Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve âhiret günü­ne İman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din olarak kabul etmeyenlerle kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar savaşınız.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız:[119]

  1. Kitap Ehli ve Cizye:

“… Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen…terle savaşınız.” Yüce Al­lah kâfirlerin Mescid-i Harama yaklaşmalarını haram kılınca, müslümanlar müşriklerin beraberlerinde getirdikleri ticaretin kesilmesi dolayısıyla içlerin­de bir sıkıntı duydular. Bunun üzerine önceden de geçtiği gibi yüce Allah: “Eğer fakirlikten korkarsanız…” (et-Tevbe, 9/28) diye buyurdu. Daha son­ra da bu âyet-i kerime ile yüce Allah cizye almayı helal kıldı. Bundan önce ise cizye alınmıyordu.

Yüce Allah cizyeyi, müşriklerin hac mevsiminde ticaret mallarını getire­rek gelmelerini engellemesinin bir ödünü kıldı ve yüce Allah: “Allah’a ve âhi­ret gününe iman etmeyen…lerle savaşınız” diye buyurdu.

Bu buyruğuyla yüce Allah, hep birlikte bu ortak niteliğe sahip oldukla­rından dolayı bütün kâfirlerle savaşmayı emrederken, kitaplarına ikram ve tevhidi, peygamberleri, şeriatleri, dinleri, özellikle de Muhammad (sav)’a da­ir bilgileri, onun dinini ve ümmetini bilmeleri dolayısıyla da kitap ehlini de zikretmiştir.

Ancak, kitap ehli Hz. Peygamberi İnkâr edip de onlara karşı getirilen de­liller kesinleşip işledikleri cürüm de daha bir büyüyünce, Önce onların yer­lerine dikkat çekti; daha sonra da onlarla savaşmanın nihaî sınırını tesbit et­ti. Bu da öldürülme yerine cizye vermektir. Sahih olan açıklama budur.

Ibnü’l-Arabî der ki: Ben, Ebu’1-Veta Ali b. Akil’i tartışma meclisinde bu âyet-i kerimeyi okuyup onu delil gösterirken dinledim, Dedi ki: “Savaşınız” buyruğu, onların cezalandırılmasına dair bir emirdir. Daha sonra da “iman etmeyen” diye buyurmaktadır. Bu da onların cezalandırılmasını gerekttrtfn günahı beyan eder. “Ve âhiret gününe” ifadesi ise, itikad noktasında günah­larının tekidini ifade eder. Bundan sonra da: “Allah’ın ve Rasulünün haram kıldığını haram saymayan” buyruğu ile ameli bakımdan ona muhalefet hu­susunda günahlarının daha da çok olduğunu ifade eder. Arkasından: Ve hak dinini din olarak kabul etmeyenler” ifadesi de sapmak, inatlaşmak ve İslâm’a boyun eğememekle masiyetlerini daha da katmerleştirdiklerini ifade eder. “Kendilerine kitap verilmiş olanlardan” buyruğu ise, onlara karşı de­lili te’kid etmektedir. Çünkü onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncilde Hz. Pey-gamber’in niteliklerini yazılı buluyorlardı. Daha sonra da “kendi elleriyle kü­çülmüşler olarak cizyeyi verinceye kadar” buyruğu ile de bu cezalandır­manın uzanacağı nihaî hedefi açıklamakta ve kendisi sebebiyle bu cezanın kalkacağı bedelin ne olduğunu tayin etmektedir.[120]

  1. Cizye Kimden Alınır:

İlim adamlan cizyenin kimden alınacağı hususunda farklı görüşlere sahip­tir. Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der kî: Cizye bu âyet-i kerime do­layısıyla ister Arap olsunlar ister olmasınlar özel olarak ancak kitap ehlinden kabul edilir, başkalarından kabul edilmez. Çünkü, özellikle anılanlar onlar­dır. Dolayısıyla hüküm onlardan başkalarına değil de yalnızca onlara yöne­liktir.’ Zira yüce AUah: ‘Artık o müşrikleri nerede bulursanız Öldürün” (et-Tevbe, 9/5) diye buyurmakta ve kitap ehli hakkında dediği gibi “cizyeyi ve­rinceye kadar” diye buyurmamaktadır. Yine Şafiî der ki: Sünnetteki delil ge­reği cizye mecusîlerden de kabul edilir. Ahmed ve Ebu Sevr de bu görüştedir. es-Sevrî, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü de budur.

el-Evzaî de der ki: Cizye puta tapan, ateşe tapan yahut inkâr eden veya yalanlayan herkesten alınır. Malik’in mezhebi de budur. O, İster Arap olsun ister olmasın, ister Tağlibli, ister Kureyşli olsun mürted müstesna, kim olur­sa olsun bütün şirk ve inkâr türlerine mensup herkesten cizye alınacağı görüşünde idi.

İbnü’l-Kasım, Eslıeb ve Suhnûn şöyle derler: Cizye, Arap mecusilerinden ve bütün milletlerden alınır, Araplardan olup puta tapanlara gelince, Allah onlar hakkında cizye hükmünü koymamıştır. Yeryüzünde onlardan kim­senin kalmaması hükmü vardır. Onların Önünde ya savaşmak veya İslâm’a girmekten başka yol yoktur. İbnü’l-Kasım’ın, -Malik’in dediği gibi- onlardan cizye alınır diye bir görüşü de bulunmaktadır. Bu görüş, İbnü’l-Cellâb’ın “et-Tefrfinde yer almaktadır ki, böyle bir hüküm ihtimalidir. Nass (yani İbnü’l-Kasım’ın açıkça ifade ettiği bir görüş) değildir.

İbn Vehb der ki: Cizye, Arap mecusîlerinden kabul edilmez ama, Arapların dışındaki mecusîlerden kabul edilir. Çünkü Araplar arasında mecusî kalmamış­tır. Hepsi İslâm’a girmiştir. Onlardan müslüman olmayan bir kimse bulunacak olursa o mürteddir. İslâm’a girmeyecek olursa, her halükârda öldürülür ve onlardan cizye kabul edilmez.

İbnü’1-Cehm de der ki: İslâm dışında hangi dine bağlı olursa olsun her­kesten cizye kabul edilir. Ancak, icma ile kabul edildiği üzere Kureyş kâfir­leri müstesnadır. Bunun gerekçesi ile ilgili olarak şunu nakletmektedir; Bu, onların zillet ve küçülmüşlükten korunmaları için bir ikramdır. Buna sebep de Rasûlullah (sav)’a olan yakınlıklarıdır. Başkası da şöyle demektedir: Hayır, bunun sebebi, bütün Kureyşlilerin Mekke’nin fethedildiği gün İslâm’a girmiş olmalarıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[121]

  1. Mecusilerin Durumu:

Mecusiler hakkında tbnü’l-Münzir şöyle demektedir: Ben, mecusilerden cizye alınacağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. Muvatta’da şöyle denilmektedir: Malik, Cafer b. Muhammed’den, onun, babasından ri­vayetine göre Ömer b. el-Hattab mecusilerin durumlarını sözkonusu ederek şöyle demiştir: Bunlara nasıl bir uygulama yapacağımı bilemiyorum. Bunun üzerine Abdurrahman b, Avf şöyle dedi: Ben şahidlik ederim ki Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Siz, onlara kitap ehline yaptığınız uy­gulamayı yapınız.”[122] Ebu Ömer (b. Abdİ’1-Berr) der ki: O, özel olarak cizye hususunda bu uygulamayı yapınız, demektedir. Rasûlullah (sav)’ın: “Onlara kitap ehline yaptığınız uygulamayı yapınız” buyruğu onların kitab ehli ol­madıklarının delilidir. Zaten fukalıânın cumhuru da bu görüştedir.

Şafiî’den bunların, önceleri kitab ehli iken sonradan değişiklikler yaptık­larını İfade ettiği rivayet edilmiştir. Zannederim o, bu kanaatine Ali b. Ebi Ta-lib (r.a)’dan zayıf bir yolla gelen rivayete dayanmaktadır. Bu rivayet, dönüp dolaşıp Ebu Said el-Bakkal’e ulaşmaktadır. Bunu da Abdurrezzak ve başka­ları zikretmiştir.[123]

İbn Atiyye der ki: Rivayet edildiğine göre, mecusiler arasında adı Ziradüşt (Zerdüşt) olan bir peygamber gönderilmiş imiş. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah’tır.[124]

  1. Cizye’nin Miktarı:

Şanı yüce Allah Kitab-ı Keriminde onlardan alınacak cizyenin miktarını söz-konusu etmemektedir. İlim adamları onlardan alınacak cizye miktarı hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Ata b. Ebi Eebâh der ki: Cizye ile ilgili belir­lenmiş bir süre yoktur. Bu, onlarla yapılan antlaşmaya göre tesbit edilir. Yah­ya b. Adem, Ebu Ubeyd ve Taberî de böyle derler. Ancak Taberî şunu da ek­ler: Bunun asgarisi bir dinardır, azamisinin sınırı yoktur. Delil olarak Sahih sahiplerinin, Amr b. Avf’dan naklettikleri şu rivayeti kaydederler: Rasûlullah (sav) Bahreynliler ile cizye ödemeleri şartıyla barış yaptı.[125]

Şafiî der ki: Hür ve baliğ olan zengin ve fakirlerden birer dinar alınır ve ondan hiçbir şey eksiltilmez. Şafiî Ebu Dâvûd ve başkalarının Muâz yoluy­la kaydettikleri şu rivayeti delil göstermektedir: Rasûlullah (sav) Muaz’ı Yemen’e göndermiş ve ona, ergenlik çağına gelmiş olan herkesten cizye olarak bir dinar almasını emretmiştir.

[126]Şafiî der ki: Yüce Allah’ın muradını Allah adına beyan eden odur (Hz. Pey­gamberdir). Ebu Sevr’in görüşü de budur. Yine Şafiî der ki: Eğer onlarla bir dinardan fazlasını ödemek şartıyla barış yapılırsa bu da caizdir. Kendiliklerin­den gönül hoşnutluklanyla fazlasını da verecek olurlarsa, bu da kabul edilir. Eğer üç gün süre ile misafir ağırlamaları şartı ile onlarla barış yapılırsa, bu da caizdir. Şu şartla ki, misafirlerin ağırlanması esnasında verilecek ekmek, arpa, (yem olarak) saman, ve kaük belli olup orta hallinin ve varlıklının bun­lardan neleri karşılayacağı, konaklama yeri, sıcak ve soğuğa karşı barınma gibi hususların belirtilmiş olması da gerekmektedir.

İbnü’l-Kasım, Eşheb ve Muhammed b. el-Haris b. Zenceveyh’in kendişinden yaptıkları rivayete göre Malik, der ki: Cizye, (para birimleri) altın olan kimseler İçin dört dinar, gümüş kullananlar için kırk dirhemdir. Mecusi dahi olsa zengin ile fakir arasında fark yoktur. Hz. Ömer’in tesbit ettiği miktardan ne fazla alınır, ne de daha aşağı. Onlardan bundan başkası alın­maz. Şöyle de denilmiştir: Ödeme gücü olmayanın yükü, imamın uygun göreceği miktarda hafifletilir.

İbnü’l-Kasım da der ki: Ödeme zorluğu dolayısı ile Hz. Ömer’in tesbitin-den daha aşağı düşürülmeyeceği gibi, zenginlik dolayısıyla da ondan fazlası istenmez. Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Zimmet ehli fakirlerinden bir dir­hem dahi olsa ödeyebilecekleri miktar alınır Daha sonra Malik de bu görüşe dönmüştür.

Ebu Hanife, arkadaşları, Muhammed b. el-Hasen ve Ahmed b. Hanbel der­ler ki: Cizye, (fakire) oniki, (orta halliye) yirmidört ve (zengine) kırk (dirhem) dir. es-Sevrî der ki: Bu hususta Ömer b. el-Hattab’dan farklı tesbitler gelmiş­tir. Eğer (cizye verenler) zimmet ehli kimseler ise, yönetici bunlardan dile­diğini alıp uygulayabilir. Şayet kendileriyle barış yapılan kimseler iseler, barış şartları ne ise o kadar alınır, ondan başka birşey alınamaz.[127]

  1. Savaşabilecek Kimseler Cizye İle Yükümlüdür:

İlim adamlanmız -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun derler ki: Kur’ân-ı Ker-im’in delâlet ettiği husus şu ki: Cizye, savaşabilecek erkeklerden alınır. Çünkü yüce Allah: “… kimselerle kendi elleriyle… cizye verinceye kadar savaşınız” diye buyurmuştur. İşte bu, cizyenin savaşabilecek kimseler tarafından ödenmesinin vacip olmasını gerektirir. Savaşçı dahi olsa kölenin cizye ödemekle yükümlü olmadığına delâlet eder. Çünkü kölenin özel bir mah yoktur. Zira yüce Allah: “Verinceye kadar” diye buyurmaktadır, Mah olmayan için de “verinceye kadar” denilemez.

İşte bu, cizye ancak baliğ olmuş hür erkeklerin başlarına konulacak bir mükellefiyet olduğuna dair ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri bir hu­sustur, Savaşma gücüne sahip olanlar bunlardır. Kadınlar, çocuklar, köleler, deliler ve yaşlılar değildir.

Rahipler hususunda ise görüş ayrılığı vardır. İbn Vehb, Malik’den, rahip­lerden cizye alınmayacağını söylediğini rivayet eder. Mutarrif ile İbnü’1-Mâcişûn ise şöyle derler: Bu hüküm, cizye mükellefiyetinin getirilmesinden sonra rahipliğe yönelmemesi halinde böyledir. Eğer cizye mükellefiyeti ko­nulduktan sonra rahipliğe yönelecek olursa, rahiplik yapması cizyesini kal­dırmaz.[128]

  1. Cizye Ödeyenler Üzerinde Başka Mükellefiyet Varmıdır:

Cizye ödemekle yükümlü olanlar cizyeyi ödeyecek olurlarsa, onların mahsullerinden, ticaretlerinden, ekinlerinden cizye dışında başka bir şey alın­maz, Ancak, kendileriyle barış antlaşması yapılıp da yerlerinde bırakıldıkla­rı yurtlarından başka yerlerde ticaret yapmaları hali müstesnadır. Şayet bıra­kıldıkları yurtlarından başka yerlere ticaret maksadıyla çıkıp gidecek olurlar­sa, ticaret mallannı satıp o malın bedelini kabz ettikleri takdirde onlardan öşür (onda bir) alınır. İsterse yıl içinde defalarca alış-veriş yapmış olsunlar.

Bundan özel olarak Medine ve Mekke’ye buğday ve zeytin yağı gibi te­mel yiyecekleri götürmeleri müstesnadır. Bu durumda onlardan Ömer (ra)’ın uygulamasına uygun olarak onda birin yarısı alınır. Medine alimlerinden, zim­met ehlinden ticaretlerinden yılda ancak bir defa -tıpkı müslümanlardan alın­dığı gibi- öşür alınacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu ise, Ömer b. Abdulaziz ile fukahâmn imamlarından bir topluluğun görüşüdür. Birincisi ise Malik ve arkadaşlarının görüşüdür.[129]

  1. Cizye Ödeyenlerin Cizye Karşılığında Sahip Oldukları Haklar:

Cizye ödemekle yükümlü olanlar kendilerine tayin edilen, yahut da üze­rinde banş yaptıkları cizyelerini ödeyecek olurlarsa, kendileri bütün malla-nyla, şaraplarını sakladıkları ve açıkça müslümanlara satmadıkları sürece bağlarıyla başbaşa bırakılırlar. Ancak, müslümanlann pazarlarında şarap ve do­muzlarını açıkça satmalarına engel olunur. Böyle bir şeyi açık yapacak olur­larsa, aleyhlerine olmak üzere şarapları dökülür, açıktan domuzlarını çıka­ranlar da tehdit edilir.

Eğer şaraplarını açığa çıkarmadıkları halde, müslüman bir kişi şarapları­nı dökecek olursa, haksızlık yapmış olur ve bunun tazminatını ödemesi ge­rekir. Tazminat ödemesi gerekmez de denilmiştir. Şayet şaraplarını gasp edecek olursa, onu geri vermesi icabeder.

Kendi aralarındaki hükümlerde ve faizli ticaret yapmalarına itiraz olunmaz. Şayet İslâm mahkemelerine başvuracak olurlarsa, hakim muhayyerdir. Diler­se aralarında Allah’ın İndirdiğine uygun olarak hükmeder, dilerse yüzçevi-rir. Durum ne olursa otsun haksızlık konularında (mezâlim) aralannda hük­meder ve zayıfların lehine olan hakkı güçlü olanlarından alır. Çünkü bu, on­ları savunmak kabilindendir, denilmiştir. İmamın onlan savunmak kastıyla düş­manlarına karşı savaşması ve düşmanlarına karşı savaşırken yardımlarını al­ması görevidir.

Fey’de bir payları yoktur.

Üzerinde anlaşarak barış yaptıkları kiliselerine yeni bîr ilave yapamazlar.Bununla birlikte çürüyen taraflarını tamir etmelerine engel olunmaz. Ancak, onlardan başka mabed yapma imkânları yoktur.

Müslümanlardan ayırt edilmelerini sağlayacak şekilde elbise, kılık ve kı­yafete bürünürler. Müslümanlara benzemelerine de engel olunur.

Herhangi bir zimmet akidleri bulunmayan düşman çocuklarının onlardan alınmasında bir beis yoktur.

Cizyesini ödemekte aşın inatlaşan, işi düşmanlığa götüren olursa, bu düşmanlığından dolayı te’dib edilir ve küçülmüş olarak ondan cizye alınır.[130]

  1. Cizye Neyin Karşılığıdır:

İlim adamları cizyenin neye karşılık olarak vacib olduğu hususunda fark­lı görüşlere sahiptirler. Mâliki mezhebi âlimleri derler ki; Cizye, küfür sebe­biyle öldürülmekten bedel olarak vaciptir. Şafiî der ki: Cizye, canın korun­ması ve yurdunda kalmasının bedeli olarak vaciptir.

Bu görüş ayrılığının faydasına gelince: Bizler, cizye öldürülmeye bedel ola­rak ödenmesi gerekir, görüşünü kabul edersek, bir kimse müslüman oldu mu, artık geçmiş dolayısıyla ödemesi gereken cizye yükümlülüğü kalkar. İsterse senenin tamamlanmasından bir gün önce yahut sonra müslüman olmuş ol­sun. Malik’e göre hüküm böyledir.

Şafirye göre cizye, zimmette karar kılan bir borçtur. Müslüman olmak onu ortadan kaldırmaz. Tıpkı bir evin kirası gibidir. Bazı Hanefi alimleri de bizim (Maliki mezhebinin) görüşümüzü benimsemişler; bazıları da şöyle demişler­dir: Cizye, müslümanlara yardım ve cihada bedel olarak ödenmesi gerekir. Kadı Ebu Zeyd bu görüşü tercih etmiş ve bu meselede Allah’ın sırrının bu ol­duğunu iddia etmiştir. Ancak Malik’in görüşü daha sahihtir. Çünkü Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: “Müslümana cizye (ödemek) yoktur.”[131]

Süfyan der ki: Bunun anlamı şudur: Zımmi, cizye ödemesi kendisine va­cib olduktan sonra İslâm’a girecek olursa, cizye yükümlülüğü kalkar. Bu ha­disi de Tirmizî ve Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[132]

İlim adamlarımız der ki: Yüce Allah’ın: “Kendi elleriyle küçülmüşler ola­rak cizye verinceye kadar” buyruğu buna delildir. Çünkü İslâm olmakla bu özellik de ortadan kalkar. Müslüman olmaları halinde kendi elleriyle ve küçülmüşler olarak cizyeyi ödemeyecekleri hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Şafiî İse, İslâm’a girdikten sonra yüce Allah’ın buyurduğu şekle uygun ola­rak kabul etmemektedir. Bunun yerine o, (müslüman olmadan önce ödemesi gereken) cizye bir borçtur. Önceki bir sebep dolayısıyla cizye ona vacip olmuştur, der. Bu da, yurdunda kalması, yahut da öldürülme kötülüğünden korunmasıdır. Dolayısıyla bu cizye, sair bütün borçlar gibidir.[133]

  1. Ahidlerini ve Cizye Ödeme Taahhütlerini Yerine Getirmeyenlere Yapılacak Uygulama:

Bir belde yahut bir kale halkı ile antlaşma yaptıktan sonra antlaşmaları­nı bozar ve ödemeleri gereken cizye ve sair yükümlülüklerini yerine getir­meyip kendilerine zulmolunmadığı halde İslâm’ın hükmünü kabul etmeye­cek olurlarsa, imam da onlara haksızlık yapmayan birisi ise, müslümanlann, İmamları ile birlikte onlar üzerine gitmeleri ve onlarla savaşmaları icabeder. Eğer çarpışır ve yenik düşürecek olurlarsa, onlar hakkında verilecek hüküm dar-ı harpdekiler hakkında verilecek hükümle aynıdır. Onların da, kadınla­rının da fey olarak alınacağı ve beşte birGn alınmasından sonra beşte dör­dünün gazilere dağıtılmasının) sözkonusu olmayacağı da söylenmiştir, bu da bu konudaki bir görüştür.[134]

  1. Cizye Ödemekle Yükümlü Olanlar Hırsızlık Yapıp Yol Kesecek Olurlarsa:

Eğer bunlar, hırsızlık yapmak ve yol kesmek üzere ortaya çıkacak olur­larsa, cizye ödemeyi reddetmemeleri şartıyla müslüman muharibier (yol ke­siciler) durumundadırlar. Şayet haksızlığa uğradıklarını ifade ederek çıkacak olurlarsa (itaatin dışına çıkarlarsa) durumlarına bakılır ve tekrar zimmet ak­dine geri döndürülür ve onlara zulmedenlerden hakları alınır. Kendileri hür oldukları halde onlardan herhangi bir kimse de köle yapılmaz.

Eğer bir kısmı ahidlerini bozacak, bir kısmı bozmayacak olursa, ahdini boz­mayan ahdi üzere kalmaya devam eder ve başkası bozdu diye diğeri sorum­lu tutulmaz. Onların alıidlerine bağlılıkları ise, ahidlerini bozanlara karşı tep­ki göstermelerinden anlaşılır.[135]

  1. Kelime Olarak “Cizye”:

“‘Cizye” kelimesi, kendisine yapılan iyiliklere karşı mükâfatlandırmak için kullanılan; fiilinden “file” vezninde bir kelimedir. Sanki on­lar cizyeyi kendilerine bağışlanan güvenliğe bir karşılık olarak vermiş gibi olu­yorlar. İşte bu anlamda olmak üzere şair şöyle demektedir:

“Ya sana karşılık verir, yahut senden övgüyle sözeller. Ve hiç şüphesiz Yaptıklarından dolayı seni öven kimse de sana mükâfat ve karşılık vermiş gibidir.”[136]

  1. Cizye Ödemeyenin Cezası Var mı?:

Müslim, Hişam b. Hakim b. Hizam’dan rivayetine göre Hişam Şam’da çift­çilerden güneşte bekletilmiş -bir rivayete göre de başlarına da zeytinyağı dö­külmüş- bir grubun yanından geçer ve: Bunların hali nedir diye sorunca (il­gili kişi): Cizyeden dolayı alıkonulmaktadırlar diye cevap verir. Hişam: Ben, Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Muhakkak Allah dünyada in­sanları azaplandıranlan azaplandırır.” Bir rivayette de şöyle denmektedir: O gün onların Filistin’deki emiri Umeyr b. Sa’d idi. Onun yanına girip bu ha­disi ona nakledince, Umeyr de emir vererek serbest bırakıldılar.[137]

Bizim (mezhebimize mensup) itim adamlarımız derler ki: İmkân bul­dukları halde cizyeyi ödemeyecek olurlarsa cezai andın İmaları caizdir. Ancak ödeyemeyecekleri anlaşılmakla birlikte cezalandırılmaları helal değildir. Çünkü, cizye ödeyemeyecek hale düşenden cizye kalkar. Zengin olanlar da fakirler yerine ödemekle mükellef tutulmaz. Ebû Dâvûd, Safvan b. Sü-leym’den, o, Rasûlullah (sav)’ın birkaç sahabisinin oğullarından, onlar da ba­balarından rivayet ettiklerine göre Rasûlutlah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim bir antlaşmalıya zulmeder, yahut ona hakkını eksik verir, yahut fakatından fazlasıyla mükellef tutar, ya da gönül hoşluğuyla olmaksızın ondan herhan­gi birşey alacak olursa, o kişiye karşı kıyamet gününde ben davacı “[138]olurum.[139]

  1. Elleriyle Cizye Ödemenin Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Kendi elleriyle” buyruğu ile ilgili olarak tbn Abbas şöy­le demektedir: Onu ödemek için başkasına vekâlet vermeksizin bizzat ken­disi öder. Ebu’t-Bahteri de Selman’dan: Yerilmiş kimseler olarak diye açık­ladığını rivayet etmektedir. Ma’mer de Katade’den: Kahredilmiş olarak dedi­ğini rivayet etmektedir.

“Kendi elleriyle” ifadesinin, sizin onlara nimet ve lütfunuz dolayısıyla di­ye de açıklanmıştır. Çünkü, onlardan cizye alınacak olursa, onlara nimet ve ihsanda bulunulmuş olur. îkrime der ki: Antlaşmalı cizyeyi ayakta öder, alan da oturmuş olarak alır. Said b. Cübeyr de böyle demiştir. İbnü’l-Arabî şöyle demektedir: Böyle bir açıklama yüce Allah’ın: “Kendi elleriyle” ifade­sinden değil de “küçülmüşler olarak” ifadesinden çikartılabilir.[140]

  1. Cizyeyi Veren El İle İnfak Eden El Arasındaki Fark:

Hadis imamlarının Abdullah b. Ömer’den rivayet ettiklerine göre Rasûlul-lah (sav) şöyle buyurmuştur: “Yukardaki el aşağıdaki elden hayırlıdır. Yukar-daki el İnfak eden eldir. Aşağıdaki de dilenen eldir. “[141] Hz. Peygamberin: “Yu­karıdaki el veren eldir” dedidiği de rivayet edilmiştir.[142]

Hz. Peygamber böylelikle sadakada veren eli yukardaki üstün el olarak tayin etmiş, cizyede İse veren el aşağıdaki el durumuna düşmüştür. Onu alan ise yukardaki eldir. Zira yükselten de alçaltan da yüce Allah’tır. O, dilediği­ni yükseltir, dilediğini alçaltır. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.[143]

  1. Cizyeye Tabi Araziden Haraç Alınması:

Habib b. Ebi Sabit’ten rivayet edilir ki: İbn Abbas’a bir adam gelerek şöy­le dedi: Haraca tabi arazinin sahipleri haracını ödemekten acze düştüler. Ben o araziyi imar etsem, eksem ve haracını ödesem (nasıl olur)? İbn Ab bas: Ha­yır, yapma dedi. Bir başka kişi gelerek ona aynı şeyi söyledi, ona da: Hayır, dedi. Ve yüce Allah’ın: “Allah’a ve âhiret gününe iman… etmeyenlerle kendi elleriyle küçülmüşler olarak cizye verinceye kadar savaşınız” buy­ruğunu okudu ve dedi ki: Sizden herhangi biriniz, onların boynunda bulunan küçülmüştük tasmasını alıp çıkartarak kendi boynuna dolamayı nasıl kabul edebilir?

Küleyb b. Vail de der ki: Ben İbn Ömer’e, bir arazi satın aldım dedim. O da, sattn almak güzel birşeydir dedi. Bu sefer, ben herbir ceribe (48 sa) kar­şılık bir dirhem ve bir kafiz (Ölçek) buğday (haraç olarak) ödüyorum deyin­ce, küçüklük tasmasını boynuna dolama, dedi.

Meymun b. Mihran da İbn Ömer (ra) den şöyle dediğini rivayet eder: Hep­si de beş dirhem cizyeye tabi bir arazinin benim olmasını ve buna karşılık kendimin küçülmüşlüğünü kabu! etmiş olmam, asla beni memnun etmez.[144]

  1. Yahudiler: “Uzeyr Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar da: “Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir ki, daha önce kâfirlerin söyledikleri sözlerine benze­tiyorlar. Allah kahretsin onları! Nasıl da döndürülüyorlar?

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[145]

  1. Kıraate Dair Bir Açıklama:

Âsim ve el-Kisaî ” Uzeyr Allah’ın oğludur” buyruğundaki, “Uzeyr” kelimesini tenvinli olarak okumuşlardır. Buna göre “oğul” anlamın­daki kelime, mübtedâ olan “Uzeyr”in haberi olmaktadır, “Uzeyr” kelimesi is­ter Arapça olsun, ister olmasın munsarıf bir kelimedir. İbn Kesir, Nafv, Ebu Amr ve İbn Âmir ise iki sakinin bir arada bulunması dolayısıyla tenvinsiz ola­rak; diye okumuşlardır. Aynı şekilde “De ki: O, Allah’dır, birdir ve tekdir. Allah’dır Samed’dir” (el-İhlas, 112/1-2) şek­lindeki kıraat de bu kabildendir. Ebu Ali der ki: Bu, şiirde pek çok görülür. Taberî bu hususta şu mısraları nakleder:

“Sen benim kumandana karşı çok iyi olduğumu göreceksin

Mızrağı ise çokça saplayan ve hücum edip duran

Gutayf es-Sülemî ise kaçıp gittiğinde.”[146]

  1. Yahudilerin Asılsız İddiaları ve Dinlerinin Tahrifi: “Yahudiler: Uzeyr Allah’ın oğludur dediler” buyruğu hususî mana ifa­de ettiği halde umumî olarak varid olmuş bir lafızdır. Çünkü bu sözü bütün yahudiler söylemezler. Bu da yüce Allah’ın: “Onlar öyle kimselerdir ki, in­sanlar kendilerine… dediklerinde”(Âl-i İmran, 3/173) buyruğuna benzer. Hal­buki bu sözleri bütün insanlar söylememişlerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yahudilerden, söyledikleri nakledilen bu sözü söy­leyen asıl kişiler Sellâm b. Mişkem, Nu’man b. Ebi Evfa, Şâs b. Kays ve Ma­lik b. es-Sayfdır. Onlar bu sözlerini Peygamber (savVa söylemişlerdi. en-Nek-kâş der ki: Şimdi bu iddiada bulunan bir yahudi kalmamıştır. Onlar geçip git­tiler. Herhangi bir kişi bir toplum arasında böyle bir söz söyleyecek olursa, bu sözün çirkinliği o sözü söyleyenin aralanndaki Önemli yeri dolayısıyla bü­tün toplumu bağlayıcı olur. Her zaman için ileri gelenlerin söyledikleri sözler insanlar arasında dinlenir ve delil diye gösterilir. İşte bu bakımdan bir top­luluğun ileri gelen, akhbaşında kabul ettikleri kimselerinin söylediği sözü söy­lemesi, tekrarlaması uygun görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Rivayet edildiğine göre bu sözün sebebi şudur: Yahudiler, Musa (a.s)’dan sonra peygamberleri öldürdüler. Allah da aralarından Tevratı kaldırdı ve kalp­lerinden sildi. Uzeyr de yeryüzünde seyahat etmek üzere yurdundan dışarı çıktı. Hz. Cebrail ona gelerek: “Nereye gidiyorsun?” diye sordu. O da İlim tah­sil etmek istiyorum deyince, Hz. Cebrail ona bütün Tevratı öğretti. Uzeyr, Tev­rat ile İsrailoğullannın yanına geldi ve onlara Tevratı öğretti.

Yüce Allah’ın, Tevratı Uzeyr’e, bir ikram ve lütuf olmak üzere ezberletti­ği de söylenmiştir. O, İsrailoğullarına: Allah bana Tevratı öğretti deyince, on­dan Tevratı öğrenmeye başladılar. Tevrat ise gömülmüş bulunuyordu. Tevratı, ilim adamları fitne, sürgün ve hastalık gibi Buhtnassar’ın onları öldür­mesi gibi türlü musibetlerle karşı karşıya kalmaları sırasında gömmüşlerdi. Daha sonra bu gömülen Tevrat bulununca, sö2ü geçen Tevratın Uzeyr’in oku­duğu Tevrat’a olduğu görüldü. İşte bu sefer saptılar ve şöyle dediler: Şüp­hesiz böyle bir şey Uzeyr’e ancak o Allah’ın oğlu olduğu için verilmiş ve müm­kün olabilmiştir. Bunu Taberî nakletmektedir.

Hristiyanlann: Mesih Allah’ın oğludur sözlerinin zahirinden anlaşıldığına göre onlar bu sözleriyle -Arapların melekler hakkında söyledikleri gibi-soydan gelen bir oğulluğu kastettikleridir. Aynı şekilde ed-Dahhâk, Taberî ve diğerlerinin açıklamalan da bunu gerektirmektedir, Böyle bir iddia küfrün en çirkin şeklidir. Ebu’l-Meâlî der ki: Hristiyanlar, Hz. Mesih’in bir ilah olduğu­nu ve onun bir ilahın oğlu olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.

İbn Atiyye der ki: Denildiğine göre onların kimisi, Hz. Mesih’in oğullu­ğunun, bir şefkat ve merhamet oğulluğu (bu manada oğulluk) olduğuna İnan­maktadırlar. Böyle bir manaya da herhangi bir şekilde oğulluk tabirinin kullanılması helal olamaz ve bu da küfürdür.[147]

  1. Başkasının Küfrü Gerektiren Söz ve Görüşlerini Nakletmek:

!’İbnü’l-Arabî der ki: Bu buyruk, şanı yüce Rabbimizin ilâhî sözünden, bir kimsenin ibtidâen söylemesi caiz olmayan ve başkasına ait küfür sözünü ha­ber vermesinde kendisi için bir vebal olmadığının delilidir. Çünkü bu sözü böyle bir şeyi çok büyük bir İddia olarak gördüğü için ve reddetmek kastıy­la ifade etmiştir. Rabbimiz dilese elbette kimse bu sözü söylemez. Yüce Al­lah insanların böyle bir sözü söylemelerine imkân verdiğine göre, kalben ve dil ile O’nu İnkâr etmek, delil ve belge ile de reddetmek kastı bu gibi söz­lerin söylendiğinin haber verilmesine izin vermiş demektir.[148]

  1. Asılsız İddialar:

“Bu, onların ağızlarında dolaşan sözleridir” buyruğu ile ilgili olarak bu­nun (“ağızlarıyla” ifadesinin gelmesi) te’kid anlamına olduğu söylenmiştir. Yü­ce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Elleriyle kitabı yazıp…” (elBakara, 2/79); “Ve iki kanadıyla uçan herbir kuş” (el-En’am, 6/38); “Artık sûr’a tek bir üfürüş üfürüldüğü zaman…” (el-Hâkka, 69/13) Bu buyrukların ben­zeri (te’kidlerin yer aldığı buyruklar) pek çoktur.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onların söyledikleri bu söz, man­tıksız bir iddia ve herhangi bir açıklayıcı delil ve belgesi bulunmayan bir söz olduğundan, yalnızca ağızda gevelenip doğru bir anlam ihtiva etmeyen so­yut bir iddia olduğundan dolayı böyle denilmiştir. Çünkü onlar aynı zaman­da yüce Allah’ın bir eş edinmediğini de kabul etmektedirler. Onun evladı ol­duğunu nasıl ileri sürebilirler? O halde bu, yalnızca dilleriyle söyledikleri ya­lan bir sözdür. Ve bu sözleri delillerle desteklenen ve belgelerle ortaya ko­nulan doğru sözlerin tam aksinedir.

Meâni’l-Kur’an’a dair eser yazanlar derler ki: Yüce Allah eğer ağızlar ve dil­lerle birlikte bir söz söylendiğini zikredecek olursa, mutlaka o söz yalan ve iftiradır. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Onlar, kalplerinde bulunmayanı ağızlarıyla söylerler” (Âl-i İmran, 3/167); “Bu, ağızlarından çı­kan ne büyük bir sözdür. Onlar ancak yalan söylerler” (el-Kehf, 18/15); “Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylerler.” (elFeth,48/11).[149]

  1. Yahudi ve Hristiy anlar in Bu İddiaları Kendilerinden Önceki Kâfirlerin iddialarına Benzemektedir:

“Daha önce kâfirlerin söyledikleri sözlerin* benzetiyorlar” buyru-ğundakî; “Benzetiyorlar” anlamındadır. Arapların; ifade­sini, ay hali olmayan yahut da memeleri bulunmayan dişi hakkında kullan­maları, bu yönüyle o kadının, erkeklere benzemesinden dolayıdır.

“Kâfirlerin söyledikleri sözleri” hususunda da İlim adamlarının üç gö­rüşü vardır:

1- Putperestlerin Lat, Uzza ve diğer üçüncüleri olan Menat sözleridir,

2- Kâfirlerin: Melekler Allah’ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri,

3- Kendilerinden önce geçenlerin söyledikleri sözler. Onlar, batılda ön­cekilerini taklid ettiler ve küfür yolunda onlara uydular. Yüce Allah’ın ken­dileri hakkında: “Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk…” (ezZuhruf,43/22ve23âyetler) buyruğu ile onlara dair verdiği haberde olduğu gibi.[150]

  1. “Benzemek” Anlamındaki Kelimenin Sözlük Açıklaması:

İlim adamları; kelimesinde med olup olmadığı hususunda farklı gö­rüşlere sahiptirler. İbn Vellâd der ki: “(Ay hali olmayan kadın” de­mektir, hemzelidir ve med yoktur. Kimi nalıivciler bunu med iie okurlar. Bu kişi de Sibeveyh’dir. O bu kelimeyi medli olarak; vezninde kabul eder ve bundaki hemze fazladandır. Çünkü araplar bu kelimeyi çoğul ola­rak kullandıklarında; Ay hali olmayan kadınlar, derler ve hemze­yi hazf ederler. Ebu’l-Hasen dedi ki: en-Necîremî bana dedi ki: ke­limesi med ile ve sonunda “he” ile kullanılır. O, böylelikle müennesliğin iki alametini de bir arada kullanmış olmaktadır. Bunu da Ebû Amr eş-Şeybanî’den naklen aen-Nevadir”de zikretmekte ve şu mısraı da kaydetmektedir:

“Ay hali olmayan veya süt vermeyen deveyi boğazlayan…”

İbn Atiyye der ki: “Benzetiyorlar” diyenin ifadesi, Arapların “Ay hali olmayan kadın” diye sözlerinden alındığını söyleyen ki­şinin sözü yanlıştır. Bunu Ebu’1-Alİ ifade etmiştir. Çünkü; “Benzetti” sözündeki hemze, kelimenin aslındandir. Buna karşılık kadınlar hakkında kul­lanılan; nitelemesinde ise, Kırmızı kelimesinde olduğu gibi zâiddir.[151]

  1. “Allah Kahretsin Onları”:

Yüce Allah’ın: “Allah kahretsin onları nasıl da döndürülüyorlar.” buy­ruğu, Allah onlara lanet etsin, demektir. Bununla da yahudl ve hristîyanlan kastetmektedir. Laneti ifade etmek için kahretmek (anlamı verilen: Allah öldürsün onları) ifadesinin kullanılması, lanete uğrayanın öldürülmüş kimse gi­bi oluşundan dolayıdır. îbn Cüreyc der ki; “Allah kahretsin onları” ifade­si taaccüb anlamındadır, İbn Ab bas da der ki: Kur’an-ı Kerim’de kati (öldürmek) diye geçen her bir ifade lanetlemek anlamındadır. Ebân b. Tağlib’in şu beyi ti de bu türdendir:

“Allah kahretsin onu, o beni kınıyor.

Halbuki biliyor ki: Kötülüğüm de banadır, ıslâhım da banadır,”

en-Nekkaş ise, “Allah kahretsin” kelimesinin aslında beddua ol­duğunu nakletmektedir. Daha sonra Araplar bunu çok çok kullanır oldular ve nihayet -beddua maksadıyla- hayırda da serde de hayret ettikleri husus­lar (teaccüb) hakkında kullanır oldular. el-Esmaî de şöyle bir beyit naklet­mektedir:

“Allah kahredesice o Leyla’yı, hayret! Nasıl beğeniyor beni? Bense ona hiç aldırış etmediğimi bildiriyorum insanlara.’’[152]

  1. Onlar, Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Me­sih’i rabbler edindiler. Halbuki onlar, bir tek ilâha İbadet etmek­ten başkasıyla emr olunmamışlardı. O’ndan başka ilâh yok­tur. O, bunların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

“Onlar, Allah’ı bırakıp âlimlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih’i rabbler edindiler” buyruğunda geçen (ye âlimler diye meali verilen): “el-Ah-bâr” kelimesi,’in çoğuludur. Bu ise, güzel söz söyleyen, düzenleyen ve güzel açıklamalarda bulunmak suretiyle sözlerini yerli yerince oturtan kim­se demektir. Türlü süslerle süslenmiş elbise,” ifadesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin tekilinin “ha” harfi esreli olarak; şeklinde olduğu’Söylenmiştir. Müfessirler ise, bu harfi fethalı okurlar. Dilciler ise es­reli okurlar. Yunus der ki: Ben bu kelimeyi hep “ha” harfi esrelî olarak işit-mişimdir. Buna delil ise, Arapların “âlimin mürekkebini” kastetmek üzere demeleridir. Daha sonra bu kelimenin kullanılışı çoğalarak sonun­da mürekkebe de; demeye başladılar.

el-Ferra der ki: Bu kelimenin “ha” harfinin esreli okunuşu da üstün oku­nuşu da iki ayrı söyleyişdir. İbn es-Sikkît der ki: Esreli söyleyiş mürekkeb, üstünlü söyleyiş ise âlim anlamındadır.

“Ruhban: Rahipler” kelimesi ise; Korkmak’tan alınma “râhib” keli­mesinin çoğuludur. Râlıib ise, Allah korkusunun bir kimseyi, insanları gözönünde bulundurmaksızın Allah’a halis niyet ile yönelmeye ittiği ve zamanını O’na ayıran, amelini O’na yapan ve O’nunla ünsiyet bulan kimse demektir.

“Onlar, Allah’ı bırakıp… rabbler edindiler” buyruğu ile ilgili olarak Meâni’l-Kur’ân’a dair eser yazanlar derler ki: Onlar, âlimlerini ve rahipleri­ni her hususta itaat ettiklerinden dolayı rabbler konumuna çıkardılar. Nite­kim yüce Allah’ın: “Üfleyin, dedi. Nihayet onu bir ateş haline getirince…” (el-Kehf, 18/96) buyruğu da bu kabildendir ki, ateş gibi yakınca demektir. Ab­dullah b. el-Mübarek der ki:

“Peki ya dini hükümdarlar ile Kötü alimler ve rahiplerden (âbid ve sofulardan) başkası mı ifsad etti ki?”

el-A’meş ile Süfyan, Hubeyb b. Ebi Sabit’ten, o da Ebu’I-Bahterî’den riva­yetle derler ki: Huzeyfe’ye, aziz ve celil olan Allah’ın: “Onlar Allah’ı bıra­kıp alimlerini, rahiplerini… rabbler edindiler” buyruğu hakkında onlara ibadet ettiler mi diye sorulunca o da şöyle demişti: Hayır, fakat bunlar öte­kilere haramı helal kıldılar, ötekiler de onu helal bellediler. Onlara, helali da haram kıldılar, onlar da onu haram diye bellediler.

Tirmizî de Adiy b. Hatim’den şöyle dediğini rivayet eder: Boynumda al­tından bir haç bulunduğu halde Peygamber (sav)’ın huzuruna vardım, şöy­le buyurdu: “Bu da ne oluyor Ey Adiy? Şu putu üzerinden at.” Onu, et-Tev-be Sûresi’nde: “Onlar Allah’ı bırakıp alimlerini, rahiplerini, Meryem oğ­lu Mesih’i rabbler edindiler” buyruğunu okurken dinledim, sonra şöyle bu­yurdu: “Onlar bunlara ibadet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helal kıl­dıkları vakit onu helal belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu ha­ram belliyorlardı.” Tirmizî dedi ki: Bu, garip bir hadistir. Ancak, Abdusselam b. Harb yoluyla bilinmektedir. Gutayf b. A’yen ise, hadis rivayetiyle bilinen birisi değildir.[153]

“Meryem oğlu Mesih” buyruğunda geçen “Mesih” kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar Âl-İ İmran Sûresi’nde (3/45- âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. Mesih: Alından akan ter demektir. Sonraki (müteahhir) şairler­den birisi şu beyitlerinde bu hususu güzelce dile getirmiştir:

“(Şimdi) sevin, yakında hüzünlere alışacaksın

Haşre ve Mizana tanık olacağında

Ve alnından mesih (ter) akıp gittiğinde

Yerde akıp giden su arkları gibi.”

en-Nisa Sûresinde (4/171. âyette) Hz. Mesih’in annesi Hz. Meryem’e iza­fe edilmesinin anlamına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.[154]

  1. Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı değildir. Kâ­firler hoş görmese de.

“Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler” Onun tevhidine da­ir delâlet ve belgelerini yok etmek isterler demektir.

Yüce Allah burada belge ve delilleri, taşıdıkları açıklamaları dolayısıyla nur gibi değerlendirmiştir. Anlamın, İslâm nurunu söndürmek istiyorlar, şeklin­de olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, yalanlamaları ile Allah’ın nurunu söndürmek, dindirmek isterler.

“Ağızlar” anlamındaki; kelimesi asıl tekili olan; Vın çoğuludur. Çünkü, ” Ağız” kelimesi aslında; şeklindedir. “Ha­vuz ve havuzlar” kelimesinde olduğu gibi.

“Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı de­ğildir” anlamındaki buyrukta nefy edatı bulunmamakla birlikte; “Baş­ka” edatı nasıl girmiştir? Oysa Arapçada şeklinde (ve Zeyd’den başka kimseyi vurmadım anlamında) bir kullanım doğru değildir.

el-Ferra buradaki; edatının ifadede bir çeşit red ve inkâr bulundu­ğu için girdiği iddiasındadır. ez-Zeccâc şöyle der: İnkâr ve gerçeklik bildir­menin çeşitli bölümleri olmaz. İnkâr (câhd) edatları ‘dır. Bunların ayrıca lafzen söylenen herhangi bir parça ya da bölümleri yoktur.

Eğer durum onun kastettiği gibi olsaydı “: Zeyd’den başka kimseden tiksinmedim,” demek mümkün olurdu.

Ancak, böyle bir itiraza uygun cevap şu olabilir: Araplar ile birlik­te bazı lafızları da hazfederler. Burada ifadenin takdiri şöyledir: ): Allah nurunu tamamlamaktan başka hiçbir şeye razı olmaz.”

Adiy b. Süleyman da der ki: Böyle bir takdirin; Razı değildir fiilin­de caiz olması, bunun men yahut imtina anlamını taşımasından dolayıdır. O bakımdan nefye benzemektedir. en-Nehhas der ki: Bu da güzel bir açıkla­madır. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Benim ondan başka bir annem var mı ki, ben onu terkedecck olursam Allah benim, onun oğlu olmamdan başka bir şeyi de kabul etmiyor.”[155]

33- O dini bütün dinlere üstün kılmak İçin Rasülünü hidayetle ve hak din ile gönderen O’dur. Müşrikler hoş görmese de.

“O, dini bütün dinlere” belge ve deliller ile “üstün kılmak için Rasûlü-

nü” Muhammed (sav)’ı kastediyor “hidayetle” yani, (hakkı batıldan ayıran) furkan ile “ve hak din ile gönderen O’dur.”

Yüce Allah dinin şer’i hükümlerini hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde açıklamış bulunmaktadır. Bu açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakle­dilmiştir.

“Üstün kılmak için” ifadesinin İslâm dinini diğer bütün dinlere üstün kıl­mak için anlamında olduğu söylenmiştir. Ebu Hureyre ve ed-Dahhak derler ki: Bu İsa (a.s)’ın nüzulü sırasında olacaktır. es-Süddî de der ki: Bu, Meh-di’nin çıkışı sırasında gerçekleşecektir. İslâm’a girmedik, yahut cizye ödeme­dik hiçbir kimse kalmayacaktır.

Mehdinin, Hz. İsa’dan ibaret olduğu da söylenmiştir ki, bu doğru değil­dir. Çünkü sahih haberler, Mehdi’nin Rasûlullalı (sav)’ın soyundan geldiğine dair tevatür derecesine ulaşmıştır. Dolayısıyla onun Hz. İsa olduğunu söy­lemek mümkün değildir. “İsa’dan başka Mehdi yoktur” şeklinde hadis diye gelen rivayet İse sahih değildir. el-Beyhakî “Kitabu’l-Basi ve’n-Nuşûr” adlı eserinde şöyle demektedir: Çünkü bu hadisi rivayet eden Muhammed b. Ha-lid el-Cenedî’dir ki, meçhul bir ravidir. Bu, Eban b. Ebi Ayyaş’dan rivayet ed­er, o da metruk bir ravidir. Eban da el-Hasen’den, o da Peygamber (sav)’dan diye rivayet eder ki, bu rivayet munkatı’dır. Bundan önceki hadisler ise, Meh-di’nin çıkacağını açıkça ifade etmekte ve Mehdi’nin Rasûlullah (sav)’ın so­yundan geleceğini beyan etmektedirler ki, senet itibariyle daha sahihtirler.

Derim ki: Biz bu hususu, daha geniş açıklamalar da katarak “et-Tezkire” adlı eserimizde zikrettik ve orada Mehdi’ye dair haberleri yeterince naklet­tik. Yüce Allah’a hamd olsun.

“O dini bütün dinlere üstün kılmak için” buyruğu ile Arap yarımadasın­da üstün kılmayı kastettiği de söylenmiştir ki, bunu da gerçekleştirmiş bu­lunmaktadır.[156]

  1. Ey İman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin birçoğa in­sanların mallarını batıl yollarla yerler ve Allah yolundan alıko-yarlar. Altın ve gümüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolun­da infak etmeyenlere gelince, onlara acıklı bir azabı müjdelet

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[157]

  1. İnsanların Mallarını Haksız Yollarla Yiyenler ve Allah’ın Yolundan Alıkoyanlar:

“…doğrusu… insanların mallarını batd yollarla yerler* buyruğunda yer alan; ” Doğrusu yerler” buyruğunun başında “lâm”; veznin-deki fiilin başına (te’kid için) gelmiştir. Bu “lâm”; mazi fiillerin başına girmez. Çünkü, şeklindeki rauzari fiilin başına gelince, fiilin anlamı­nı hale tahsis eder.[158]

(Hahamlar diye meali verilen): Ahbâr, yahudi âlimlerinin adıdır. Rahip­ler ise hristiyanlar arasında kendilerini ibadete çokça veren, ibadette gayret­keş kimseler demektir.

“Batıl yollarla” da şöyle açıklanmıştır: Bunlar kendilerine tabi olanların mallarından kilise, havra ve buna benzer şeyler adına birtakım vergiler ve mik­tarı belli ödemeler tahsil ederlerdi. Onlar, bu gibi şeylere harcamalarda bu­lunmanın şeriatın bir parçası ve yüce Allah’a yakınlaştırıcı bir iş olduğu veh­mini veriyorlardı. Oysa, bu arada onlar bu mallan kendilerine alıkoyarlardı. Selman-ı Farisî’nin hazinesini (ölümünden sonra) çıkartmış olduğu rahibe da­ir anlattıkları buna örnektir. Hz. Selman’tn bu anlattıklarını İbn İshak, “Si­yerimde nakletmektedir.[159]

Bir diğer görüşe göre rahipler ve hahamlar kendilerine uyanların gelirle­rinden ve mallarından, dini korumak ve şeriatın gereklerini yerine getirmek adt altında birtakım vergiler tahsil ederlerdi. Bir başka görüşe göre -bugün pekçok yönetici ve hakimin de yaptığı gibi- insanlar arasında hüküm verir­ken rüşvet aldıkları kastedilmektedir. Esasen “batıl yollarla” İfadesi bütün bu hususları ihtiva etmektedir.

“Ve Allah yolundan alıkoyarlar.” Yani, kendi dinlerine mensup olan kim­selerin İslâm dinine girmelerine, Muhammed (sav)’a tabi olmalarına engel olurlar.[160]

  1. Yığıp Biriktirmenin (Kem) Mahiyeti:

“Altın ve gümüş’ii yığıp biriktiren…lere gelince” buyruğunda geçen (ye yığıp biriktirmek anlamına gelen) kenz: Sözlükte altın ve gümüşe has olma­mak üzere yığıp biriktirmek, toplamak anlamına gelir. Nitekim Hz. Peygam­ber de şöyle buyurmaktadır: “Ben size, kişinin alıp saklayacağı (kenz yapa­cağı) en hayırlı şeyi bildireyim mi? O, saliha kadındır.”[161] Burada; “kişinin ken­disine katacağı ve yanında alıkoyacağı” manasınadır. Şair de der ki;

“Bütün hazineden azık dîye bir şey vermedi. Birkaç iplik ve eski püskü kumaş dışında.” Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ben onların aç olanlarına yanımda buğday yığını bulunuyorken (kenz edilmişken) Onlara ak günlük bitkisinin ununu dahi yedirecek olursam bir hayır görmeyeyim.”

Şair burada şunu görmek istiyor: Kendisi misafir olarak konakladığı bir ka­vim ona bu ak günlük denen bitki ununu ikram etmişlerdi. Aynı kimseler ona misafir olunca, yukarda geçen beyitini söyledi.

(Âyet-i kerimede) özel olarak altın ve gümüşün anılmasına sebep, diğer mallardan farklı olarak görünmeyen ve muttali olunmayan mallar olduğun­dan dolayıdır.

Taberi der ki: Kenz, üst üste yığılıp toplanmış herşey demektir. İster ye­rin altında olsun, ister üstünde olsun farketmez. Altına, (gitmek) kökünden türeyen: Zeheb denilmesinin sebebi, geçip gitmesinden dolayıdır. Gümüş’e (ayrılıp dağılan anlamındaki fiil kökünden gelen) Ftdda denilmesinin sebe­bi ise, birbirinden ayrılıp dağılmasıdır. Nitekim yüce Allah’ın şu buyrukların­da da aynı kökten gelen fiiller kullanılmıştır: “Ona doğru dağıl­dılar” (elCuma, 62/11); ” Elbette onlarda etrafından da­ğılırlardı.” (Âl-i İmran, 3/159) Bu anlamdaki açıklamalar daha önce ÂI-i İmran Sûresi’nde (az önce değinilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır:[162]

  1. Altın ve Gümüşü Yığanlarla Kastedilenler:

Aslıabı-ı Kiram, bu âyet-i kerime ile kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Muaviye, bu âyet ile kastedilenlerin kitab ehli ol­duğu görüşündedir. el-Hasan da bu kanaattedir. Çünkü yüce Allah’ın: “Altın ve gümüşü yığıp biriktirenler” buyruğu: “Doğrusu hahamların ve rahip­lerin bir çoğu İnsanların mallarını batıl yollarla yerler” buyruğundan sonra zikredilmiştir.

Ebu Zer ve başkaları ise şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime ile maksat hem kitap ehlidir, hem de onlar gibi olan onların dışındaki müslümanlardır.

Doğrusu olan da budur. Çünkü özel olarak kitab ehlini kastetseydi sade­ce; Ve yığar ve biriktirirler der, ayrıca bundan önce; -lar, ler demezdi. Burada yüce Allah bu şekilde cümle başına getirdiğine göre cümlenin cümleye atıf olduğunu beyan eden bir başka hususu açıklamaya başlamış olmaktadır. Buna göre “altın ve gümüşü yığıp birikti­renler” anlamındaki ifade yeni bir cümledir ve mübtedâ olarak merfu’dur.

es-Süddî der ki: Bununla yüce Allah ehl-i kıbleyi kastetmektedir. İşte bun­lar bu husustaki üç görüştür.

Ashab-ı kiramın kabul ettikleri görüşe göre, onlar kâfirlerin şeriatın fer’î hükümlerine de muhatap oldukları kanaatinde idiler. Buhârî, Zeyd b. Ve-hb’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: (Medine yakınlarında bir yer olan) Rebeze’den geçtim. Ebu Zer ile karşılaştım. Ona; Seni buraya gelip konak­lamaya iten ne? diye sordum, şöyle dedi: Ben Şam’da bulunuyordum. Ben ile Muâviye “Altın ve gömüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolunda Lnfak etmeyenlere gelince” buyruğu hakkında görüş aynhğına düştük. Muaviye: Bu kitab ehli hakkında inmiştir dedi. Ben: Hem bizim hem onlar hakkında inmiştir dedim. Bu hususta benimle onun arasında (bazı) tatsızlıklar ortaya çıktı. Osman’a mektup yazarak beni şikayet etti. Osman da bana: Medine’ye gel diye mektup yazdı. Medine’ye geldim. İnsanlar bundan önce adeta be­ni hiç görmemişler gibi etrafımda çokça toplandı. Bundan Osman’a söz edince o, istersen bir kenara çekilebilir, Medine’ye yakın bir yerde yerleşe­bilirsin, dedi. İşte beni buraya gelip konaklamaya iten sebep budur. Ve eğer bana Habeşli birisi emir tayin edilecek olsa dahi elbette dinler ve itaat [163]ederim.[164]

  1. Altın ve Gümüşün Zekâtı:

İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerime ayn (nakit olmayan külçe) altın ve gümüşün zekâtını ihtiva etmektedir. Bunlarda zekâtın vacib olması için hür olmak, müslüman olmak, havi (nisab üzerinden sene geçmiş olmak) ve borçlar çıktıktan sonra nisab miktarını bulmak şeklinde dört şart aranır.

Nisab ya ikiyüz dirhem yahut yirmi dinardır. Yahut da bunlardan birisi­nin nisabı diğerinden tamamlanabilir. O takdirde de her birinden kırkta bir (.rubu’i-uşr) zekât verir. Hür olmayı da şart koşmamızın sebebi, kölenin mülkiyetinin nakıs olmasından dolayıdır.

Müslüman olmanın şart olduğunu söylememize gelince, zekâtın bir temiz­lik olmasından dolayıdır. Kâfir İse (kâfir olarak) temizlenmez.

Ayrıca yüce Allah da: “Namazı kûm zekâtı verin” (el-Bakara, 2/43) diye buyurmaktadır. Bununla da namaz kılma emrine muhatap olan kimseler ze­kât verme emrine muhatap alınmıştır.

Sene geçmesi (havi) şartına gelince, Peygamber (sav)’ın: “Üzerinden bir sene geçmedikçe hiçbir malda zekât yoktur”[165] diye buyurmuş olmasından ötürüdür.

Nisabın şart olarak tesbit edilmesinin sebebine gelince, Peygamber (sav)’ın: “îkiyüz dirhemden daha azında zekât yoktur, yirmi dinardan daha a2inda zekât yoktur”[166] diye buyurmuş olmasıdır.

Senenin başında nisabın tam olması yeterli olmayıp, sene sonunda da ni­sabın bulunması gözönünde bulundurulur. Çünkü fukahâ, karın da asıl mal hükmünde olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Ayrıca bir kimsenin ikiyüz dirhemi bulunup da onlarla ticaret yapar, sene sonunda bin dirheme ulaşa­cak olursa o, bin dirhemin zekâtını öder. Ayrıca elde ettiği kârın başladığı ta­rihten itibaren yeni bir yıl hesabına girmez. Durum böyle olduğuna göre, kâ­rın hükmü de (ana sermayenin hükmünden) farklı olmaz. Bu kâr ister nisab miktarı olan bir sermayeden elde edilmiş olsun, ister nisabdan daha aşağı bir miktardan elde edilmiş olsun fark etmez.

Yine fukahâ, bir kimsenin (kırk koyunu bulunup da) sene başında koyun­lar yavrulamaya başladıktan sonra birisi müstesna anneler öldüğü halde, eğer kuzular nisabı tamamlayabiliyor iseler bunların zekâtının verileceğini ittifak­la kabul etmişlerdir.[167]

  1. Zekatı Verilen Mala Kem Denilebilir mi:

İlim adamları, zekâtı eda edilen mala kenz denilip denilmeyeceği husu­sunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir grup denilir demişlerdir. Bu görüşü, Ebu’d-Duhâ, Ca’de b. Hubeyre’den, o, Ali (r,a)’dan rivayet etmiştir. Hz. Ali söyle den Dört bin ve daha aşağtsı (ihtiyaç olan) nafakadır. Bundan yuka­rısı ise zekâtı ödenmiş olsa dahi bir kenzdir. Ancak, Hz. Ali’den bu rivayet sahih değildir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: İster kendisinden ister bir başka mal­dan zekâtım ödemiş olduğun herbir şey kenz değildir. îbn Ömer der ki: Ze­kâtı verilen şey, yedi kat yerin dibinde olsa dahi kenz sayılmaz. Zekâtı ödenmeyen bir şey ise, yerin üstünde dahi olsa kenzdir. Benzer bir ifade Ca-bir’den de rivayet edilmiştir, sahih otan görüş budur.

Buhârî de Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Allah bir kimseye bir mal verip de onun zekâtını ödemeyecek olursa, kıyamet günü o mal kendisine gözleri üzerinde iki siyah ben bulu­nan çıplak başlı bir ejderha suretinde gösterilir ve bu ejderha onun boynu­na dolanır. Sonra onu iki çenesiyle yakalar, sonra da: Ben senin malınım, ben senin hazinenim, der. Daha sonra da (Hz, Peygamber): “Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimirilikgösterenler… sanmasınlar” lÂl-i İm-ran, 3/180) âyetini okudu.[168]

Yine Buhârî’de Ebu Zer’den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, onun -Peygamber (sav)’ı kastediyor- yanma vardım, şöyie buyurdu: “Nefsim elin­de olana yemin ederim -ya da kendisinden başka ilah olmayan hakkı için de­di, yahut da yemin ettiği şekilde yemin ettikten sonra (şöyle buyurdu)-: Her­hangi bir kimsenin (zekâtı ve vermesi gereken) develeri yahut ineği, ya da koyunu bulunur da bunların hakkını ödemeyecek olursa, mutlaka bunlar kı­yamet günü olabildiğince büyük ve olabildiğince semiz olarak getirilir ve bu hayvanlar onu ayaklarıyla çiğner, boynuzlarıyli toslar. Onların sonuncuları da geçip gittikten sonra tekrar birincileri ona geri getirilir. Ve bu, insaniar ara­sında hükmedilinceye kadar böylece devam eder.”[169]

İşte bu iki hadisin de hitab delili, söylediğimizin doğruluğuna delâlet et­mektedir. İbn Ömer de Buhârî’nin Sahih’inde bu manayı açıkça ifade etmiş­tir. Bir bedevi Arap ona: Bana yüce Allah’ın: “Altın ve gümüşü yığıp birik­tirenlere…” buyruğu hakkında haber ver deyince, İbn Ömer şöyle der: Her kim bunları yığıp biriktirir ve zekâtını ödemeyecek olursa vay onun ha­line! Bu husus, zekât emri indirilmeden Önce idi. Zekât emri indirildikten son­ra Allah zekâtı mallar için bir temizleme aracı kıldı.[170]

Kenzin, ihtiyaçtan arta kalan olduğu da söylenmiştir, bu görüş de Ebu Zer’den rivayet edilmiştir. Onun görüşü olarak nakledilen hususlardan biri­si budur ve bu onun, işi oldukça sıkı tutan görüşlerinden birisi olup tek ba­şına benimsediği görüşler arasında yer alır. Allah ondan razı olsun.

Derim ki: Bu hususta Ebu Zer’den rivayet edilen görüşlerin toplamı bu âyet-i kerimenin ihtiyacın ileri derecede olduğu, muhacirlerin zayıf, Rasûlul-lah (sav)’ın da onlara yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşı­lamak imkânını bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı, sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki durumu dile getiriyor olabilir. İşte bu durumda ihtiyaçları dı­şındaki malları alıkoymaları yasaklandı. Böyle bir zamanda ise altın ve gü­müşün saklanması caiz değildir. Yüce Allalı, müslümanlara fetihleri müyes­ser kılıp, onlara maddi imkânlar açısından genişlik verince, Hz. Peygamber ikiyüz dirhemde beş dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın zekât olarak veril­mesini emretti, hepsinin verilmesini emretmedi. Bu hususta da matın nernâ bulabileceği süreyi nazarı itibara aldı. Böylelikle Hz. Peygamber bu husus­ta gerekli beyanı yapmış oldu.

Kenz’in, esirin kurtarılması, açın yedirilmesi ve benzeri haklar gibi arizî haklan ödenmeyen mal olduğu da söylenmiştir. Kenz, sözlükte altın ve gü­müş türünden toplanan şeylerdir. Onların dışında kalan mallar ise kıyasen onlara hamledilir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklamaya göre süs eşya­sı olmamak şartıyla toplanan altın ve gümüşe denilir. Çünkü süs eşyasının edi­nilmesinde izin vardır ve bunda hak (zekât) yoktur.-Doğrusu ise bizim baş tarafta yaptığımız açıklamalardır ve sözlükte de şer’an de bütün bunlara kenz adının verileceğidir. Doğrsunu en iyi bilen Allah’tır.[171]

  1. Süs Eşyasının Zekâtı:

İlim adamiarı süs eşyasının zekâtı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Malik, arkadaşları, Ahmed, İslıak, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd, süs eşyasında ze­kât olmadığı görüşündedirler. Irakta bulunduğu sırada Şafiî de bu görüştey­di. Fakat dalıa sonra Mısır’a geldiğinde bu konuda hüküm vermekten kaçı­narak: Bu hususta Allah’tan istiharede bulunacağım, demişti.

es-Sevrî, Ebu Hanife, arkadaşları ve el-Evzaî derler ki: Bütün bunlarda ze­kât vardır. Birinci görüşün sahipleri şu sözleriyle delil getirirler: Ticaret mallarında nema maksadı zekâtın farz olmasına sebeptir. Yoksa mal olarak bunlar zekâtın farz kılınmasına konu değildir. Altın ve gümüşün, süs eşyası ve ticaret maksadıyla değil de kişinin kendisi için alıp saklaması altın ve gü­müşteki nema kastını ortadan kaldırır ve bu da zekâtı düşürür.

Ebu Hanite ise, altın ve gümüşte zekâtın farz olduğunu belirten umumî lafızları delil göstererek, süs eşyası olarak kullanılması ile başka türlü kul­lanılması arasında fark gözetmemiştir,

el-Leys b, Sa’d ise bu hususta ayrım gözeterek bu yolla zekâttan kaçmak kastıyla süs eşyası olarak yapılan altın ve gümüşün zekâtının ödenmesini farz kabul etmiş, süs eşyası olarak fiilen ve başkasına da ariyet olarak verilenle­rin zekâtının verilmeyeceğini kabul etmiştir.

Maliki mezhebinde süs eşyası ile ilgili etraflı açıklamalar vardır, bu husus­taki açıklamalar furu’a (fıkıha) dair kitaplarda yer almaktadır.[172]

  1. Maldan da Hayırlı Olanlar:

Ebû Dâvûd, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: Şu: “Altın ve gü­müşü yığıp biriktirenler…” âyeti nazil olunca, müslümanlara ağır geldi, Ömer, bu sıkıntınızı ben gidereceğim, diyerek kalkıp gitti. Ey Allah’ın Pey­gamberi dedi, bu âyet-i kerime Cnin ihtiva ettiği hüküm) ashabına ağır gel­di. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Şüphesiz Allah, zekâtı ancak mallarınızın geri kalan bölümleri temizlensin, diye farz kılmıştır. Mirası da mallarınız siz­den sonrakilere kalsın diye farz kılmıştır. Bunun üzerine Ömer tekbir getir­di. Daha sonra Rasûlullah (sav) ona şöyle buyurdu: “Sana kişinin alıkoyaca­ğı en hayırlı şeyin ne olduğunu haber vereyim mi? O, saliha bir kadındır. Ona baktığı vakit onu sürura garkeder. Ona emrederse kendisine itaat eder. Ya­nında bulunmazsa onun namusunu korur,”[173]

Tirmizî ve başkalarının da Sevban’dan rivayetine göre Rasûlullah (sav)’ın ashabı (kendi aralarında) şöyle dediler: Yüce Aflah altını ve gümüşü yermiş bulunuyor. Hangi malın hayırlı olduğunu bîlsek de onu kazanıp edinsek. Bu­nun üzerine Ömer şöyle dedi: Sizin için Rasûlullah (sav)’ a ben sorayım de­di ve sordu. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “Zikreden bir dil, şükreden bir kalp ve kişiye dini hususunda yardımcı olan bir zevce,” Tirmizî dedi ki: Bu, hasen bir [174]hadistir.[175]

  1. Allak Yolunda İnfak Edilmeyen:

“Ve onları Allah yolunda infak etmeyenlere…” buyruğunda (kullanılan zamir tekil olup) o ikisini infak etmeyenler diye buyurulmaması ile ilgili ola­rak altı türlü cevap verilmiştir:

1- İbnü’l-Enbarî der ki: Yüce Allah bu buyrukta tekil zamir kullanmakla, daha çok kullanılan ve daha genel bir şekilde tedavülde bulunan gümüşü kas­tetmektedir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda da zamir böyledir: “Sabır ile ve na­mazla yardım isteyin. Muhakki O… pek büyüktür.” (el-Bakara, 2/45) Bura­da zamir namaza aittir. Çünkü namaz daha umumîdir. Yüce Allah’ın: “Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğ­ru yöneldiler.” (el-Cuma, 62/14.) Burada da zamir, daha önemli olduğundan dolayı ticarete aittir ve eğlenceye zamir gönderilmemiştir. Birçok müfessir bu görüştedir. Bazıları ise bu görüşü kabul etmeyerek şöyle der: Bu âyet-i ke­rime buna benzememektedir. Çünkü burdaki “veya” ticareti eğlenceden ayırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla sonradan geien zamirin bunlardan biri­sine raci olması güzel düşmektedir.

2- Birinci görüşün tam aksi kanaat. O da “ve onu infak etmeyenler” anlamındaki buyrukta yer alan zamirin altına gitmesi, ikincisinin de ona atfedil­miş olması şeklindedir. “Altın” anlamındaki kelimeyi Araplar müennes olarak kullanır ve;” O kırmızı altındır,” derler. Araplar müzekker ola­rak kullandığı gibi, müennes olarak kullanmaları daha yaygındır.

3- Zamir, kenze aittir görüşü,

4- Zamir, biriktirilip yığılan mallara aittir görüşü,

5- Zamirin zekâta ait olduğunu kabul eden görüş. Buna göre ifadenin tak­dirî anlamı: Ve yığıp biriktirdikleri malların zekâtını vermeyenler, şeklinde olur.

6- Mana anlaşıldığı takdirde diğerine zamir gönderilmeksizin bunların yal­nızca bir tanesine ait olan zamirle yetinıldiğine dair görüş. Arapların konuş­masında bu şekilde kullanım pek çoktur. Sibeveyh, (buna örnek olmak üzere) şu beyiti nakletmektedir:

“Biz, yanımızda bulunandan aen de yanında bulunandan razısın Görüş(lerimiz ise) farklı farklıdır.” Burada görüldüğü gibi “razıyız” dememiştir. Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Benim de babamın da uzak olduğum bir hususta bana iftirada bulundu. O bana (anlaşmazlığımıza konu olan) kuyudan dolayı iftira etti.” Burada şair, “ikimizin uzak olduğu” demiyerek tekil kullanmakla yetinmiş­tir. Hassan b. Sabit (r.a)’ın şu beyiti de bu türdendir:

“Şüphesiz ki delikanlılık çağı ile siyah saçlıların Yerini bir başkası (ağırbaşlılık) tutmadıkça[176] delilik olur.” Görüldüğü gibi şair burada Fiili İkisinin yerini,., tutmadıkça şeklinde[177] tesniye olarak kullanmamıştır.[178]

  1. Mal Biriktirmeden Masiyet Uğrunda Malını Harcayan Kimsenin Hükmü:

Malını yığıp biriktirmemekle birlikte Allah yolunda intak etmeyerek masiyetler uğrunda harcayan kimsenin azap tehdidi bakımından hükmü, birik­tirip Allah yolunda infak etmeyenin hükmü gibi midir diye sorulacak olursa, sorana şöyle cevap verilir:

Böylesinin tehdidi daha ağırdır. Çünkü malını masiyet yolunda saçıp sa­vuran bir kimse bu yolda harcaması bîr de o haramı işlemesi bakımından iki cihetten isyan etmiş olur. İçki satın alıp içmek gibi. Eğer işlediği masiyet ken­disini aşıp başkasına da zarar veriyorsa, birçok yönden isyan olur. Bir müslümanın öldürülmesi, yahut malının alınması ve bunun dışında herhangi bir yolla zulme uğramasına yardımcı olmak gibi. Malını yığıp biriktiren ise iki bakımdan Allah’a isyan eder. Bunların biri zekâtı vermemek, diğeri ise ma­lını alıkoymaktan ibarettir. Kimi zaman sadece malın alıkonulması bile na­zarı itibara alınabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[179]

  1. Malını Allah Yolunda İnfak Etmeyenlerin Cezası:

“… Onlara acıklı bir azabı müjdele” buyruğunun anlamı daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Peygamber (sav) da bu azabı şu hadisiyle açıklamak­tadır: “Mallarını biriktirenlere böğürlerinden çıkacak şekilde sırtlarının dağlanacağı, alınlarından da çıkacak şekilde kafalarının arka taraflarının da dağlanacağı müjdesini ver.” Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bunu, Ebu Zer şöylece rivayet etmektedir: “Mal yığıp biriktirenlere, onlardan herhangi bi­risinin memesi ucuna konulup ve sonunda omuzlarının başından çıkacak, yi­ne onlardan herhangi birisinin omuzlan başına konulup da nihayet meme­lerinin ucundan çıkacak ve bunun sonunda kişiyi alabildiğine sarsacak ce­hennem ateşinde kızdırılmış taşların müjdesini ver…”[180]

îlim adamlarımız derler ki: Kızdırılmış taşların meme ucundan girip omuz başlarından çıkması, onun kalbini ve içini de azaplandırmak içindir. Çünkü o, dünyada iken çok maldan dolayı seviç ve neşe ile dolup taşmıştı. Âhirette de buna karşılık keder ve azap ile cezalandırılacaktır.[181]

  1. Asıl Tehdit, Allah Yolunda Malın înfak Edilmemesine Yöneliktir: İlim adamlarımız derler ki: Âyetin zahiri malını yığıp biriktirmekle birlik­te Allah yolunda infak etmeyenin tehdidi ile ilgilidir. Ve bu infak etmemek farz olan infakı da onun dışındaki infakları da kapsar. Şu kadar var ki, yığıp biriktirme niteliğinin nazarı itibara alınmaması gerekir. Çünkü malını yığıp biriktirmemekle birlikte Allah yolunda infakı engelleyenin de böyle olması kaçınılmazdır. Şu kadar var ki, malını yerin altında saklayıp gizleyen kimse, örfen farz olan infakları engelleyen kimse olduğundan dolayı, burada da teh­dit Özellikle böylesine yöneltilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[182]
  2. O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırılacak, o kimselerin alın­ları, böğürleri ve sırtlan bunlarla dağlanacak. “İşte bu, kendi­niz İçin toplayıp sakladıklarınız. Öyleyse sakladığınız şeyleri(n acısını) tadın” (denecek).

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[183]

  1. Cezalandırmanın Sebebi:

“O gün bunlar cehennem ateşinde kızdırıla­cak” buyruğundaki; “O gün,” zarftır. İfade, bunların kızdınlacağı günde onlara azab edilecek takdirindedir. Bunun: “Bunların kızdınlacağı o gün ile onları müjdele” takdirinde olması doğru değildir. Çünkü müjde o sırada olmayacaktır.

” Ateşte demiri kızdırdım,” yani “onu kızdırmak kas­tıyla ateş yaktım” denilir. Ancak, “Onu (demiri) kızdırdım” tabiri kul­lanılmaz, “Üzerine (ateşi) kızdırdım” da denilmez. Burada; Bunlar (‘kızdırılacak) denilmektedir. Çünkü, lıarf-i cerri, “kızdırmak” an­lamının sılası kabul edilmiştir. da ateş yakıp kızdırmak demektir. Ya­ni, bunların üzerine ateş yakılacak ve bu yakılan şeylerle onlar dağlanacak-1 ardır, demektir.

“Dağlamak;” kızgın demiri ve ateşi deri yanıncaya kadar organa yapıştırmak demektir. İse, “alın” anlamına gelen;’ın çoğulu­dur. Alın kaşların üzerinden başın tepesi (nasiye) nin başlangıcına kadar olan yerin adıdır. “(Filanın karşısına onunla çıktım ve alnına onu vurdum,” manalarına gelir.

“Böğürler” anlamındaki kelimesi de; kelimesinin çoğu­ludur. Dağlamanın yüzde yapılması daha yaygın ve daha çirkindir. Ancak bö­ğürde yapılan dağlama, daha ızdırap verici ve daha ağrıttcıdır. Bundan dola­yı diğer dağlanacak organlar arasında özellikle bunları sözkonusu etmiştir.

Su filere mensup ilim adamları derler ki: Bunlar, mal ve mevki talebinde bulundukları için Allah yüzlerini hakir düşürecektir. Kendileriyle oturup kalkan fakirlere yüzlerini ve yanlarını çevirdikleri için de böğürleri dağlanacaktır. Mallarına güvenip dayanarak sırtlarını onlara dayadıklarından dolayı da sırtlan dağlanacaktır.

Zahid ilim adamları da şöyle demişlerdir: Özellikle bu organların söz ko­nusu edilmesi, zenginin fakiri gördüğü vakit kaşlarını çatıp yüzünü ekşitme­sinden dolayıdır. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Yezid beni görmezlikten geliyor.

Gözlerini bana karşı çatıp kapatmış gibidir.

O bir birbirine çatılan gözlerinin arası açılmasın

Ve benimle karşılaştığın her seferinde burnun yere sürtülsün.”

Fakir, böyle bir zenginden bir şey istedi mi, ona yanını döner, daha çok isteyecek olur da israr edecek olursa, sırtını döner. İşte yüce Allah masiye-tin durumuna göre cezayı da tesbit etmiştir.[184]

  1. Dağlamanın Keyfiyeti:

Yığıp biriktirilen mallarla dağlamanın keyfiyeti ile ilgili rivayetlerde fark­lı açıklamalar bulunmaktadır. Müslim’in Sahih’inde Ebu Zer’den naklettiği­miz rivayete göre orada taşların kızdırılacağı sözkonusu edilmişti.[185] Yine Müs­lim’in Sahih’inde Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadiste Rasûlullah (sav)’ın şöy­le buyurduğu kaydedilmektedir: “Altın ve gümüş sahibi olup da ondan hak­kını ödemeyen her bir kimse mutlaka kıyamet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük madeni parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi elli bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hü­küm verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini gö­rünceye kadar devam eder…”[186]

Buhârî’de de önceden geçtiği gibi, böyle bir kimsenin biriktirip yığdığı mal­lan ona bir ejderha halinde gösterilecektir.[187] Sahih’in dışındaki kitaplarda ise Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Kimin malı olup da zekâtını ödemeyecek olursa, kıyamet gününde o malı başı tüysüz bir ejder­ha halinde boynuna dolanır ve bu ejderha başını sokar.[188]

Derim ki: Bunun değişik yerlerde olması muhtemeldir. Kimi yerde mal o kimseye bir ejderha gibi gösterilir, kimi yerde kızdırılmış demir parçası şek­linde olur, kimi yerde de kızdırılmış taş parçalan olur. Değişen sadece nite­liklerdir, fakat hepsinde cisim olmak özelliği ortaktır. Çünkü, ejderha da ci­simdir, mal da cisimdir. Bu temsil, Hz. Peygamberin: “Ölüm beyaz bir koç gi­bi getirilir… “[189] hadisindeki ifadesinden farklı olarak hakikat manasınadır. Çün­kü, ölümün koç suretinde görülmesi bir başka haldir. Şanı yüce Allah da di­lediğini yapar.

Özellikle ejderhanın sözkonusu edilmesi ise, insanların ikinci düşmanı­nın o oluşundan dolayıdır. Yılanların ejderha türü, süvarinin de piyadenin de üzerine giden yılan türüdür. Bu tür, kuyruğu üzerine dikilir, kimi zaman sü­varinin yüksekliğine kadar da ulaşır ve genelde bu tür çöllerde bulunur. Bu­nun iri yılan demek olduğu da söylenmiştir. el-Lihyânî der ki: Bir yılana; denilir. Üç tane olursa (çoğuD: denilir, tesniyesi de; şeklinde gelir. Yılanların başlan tüysüz olanına “akra” denilir. Çünkü bu gi­bi yılanların zehirden dolayı başında tüy kalmaz ve beyaz bir renk alırlar.

Muvatta’da ise bu tür ejderhanın iki tane ben gibi noktasının olduğu da sözkonusu edilmektedir.[190] “O Yani, çenelerinde köpüğü andıran şişkin iki nok­tası vardır demektir. Bu da kızması ve çokça konuşması halinde insanın ağ­zında da görülen bir husustur. Mesela şair Cerir’in kızı Um Ğaylân der ki- Ki­mi zaman ağzım köpürüp şişinceye kadar babama şiir okuduğum olurdu.[191]

Bu, zehiri oldukça fazla yılana misal olarak verilmektedir. İşte mal, bu tür bir hayvan gibi müşahhas olarak gösterilir ve bu mal, sahibine kızıp köpür­müş bir şekilde karşısına çıkar.

İbn Dureyd ise bu kelimeyi (zebîbe kelimesini) gözlerinin üzerinde siyah iki nokta diye açıklamaktadır. Bir rivayette de: Malı kendisine bir ejderha gibi gösterilir. Bu ejderha onun arkasına takılır, onu kaçmak zorunda bırakır, nihayet elini ona uzatır, erkek devenin ağzıyla çekip koparması gibi hemen onu çiğneyiverir.

İbn Mes’ud da der ki: Allah’a yemin ederim Allah, mal yığıp biriktirmesi sebebiyle herhangi bir kimseyi azaplandmrken bir dirhem bir dirheme, bir dinar bir dinara değecek şekilde azaplandırmaz. Aksine, herbir dirhem ve her-bir dinar başlı başına üzerinde konuluncaya kadar derisi genişletilir.

Böyle bir azap, -hadislerde de vârid olduğu gibi- kâfir hakkında sözko-nusudur, mü’min hakkında değildir. Doğrusunu da en iyi bilen Allah’tır.[192]

  1. Zekâtı Ödenen Mal:

Taberî, Ebu Umame el-BahüTye ulaşan bir senedle şöyle dediğini naklet­mektedir: Suffa ehlinden bir kişi vefat etti, onun elbisesinde bir dinar bulun­du. Rasûlullah (.sav) da: “Bu bir dağlamadır” dîye buyurdu. Daha sonra bir diğeri öldü, onun iki dinarı bulundu. Rasûlullah (sav) da: “Bu da iki dağla­madır” diye buyurdu.[193] Bunun böyle olmasının sebebi ise, bu iki zatın ya yan­larında altın bulunmakla birlikte sadaka ile geçinmelerinden dolayıdır, yahut da böyle bir hüküm İslam’ın ilk dönemlerinde idi. Daha sonra şeriat, hakkı­nın eda edilmesi ile birlikte malın ahkonulabileceği hükmünü getirdi. Eğer malın alıkonulması yasak olsaydı, hakkının yerine getirilmesi için tamamı­nı ödemek gerekecekti. Oysa ümmet arasında böyle bir hükmü öngören hiç­bir kimse yoktur. Zaten ashabı kiramın -Allah hepsinden razı olsun- durumu ve onların mal sahibi olmaları bu konuda yeterli bir gerekçedir. Ebu 2er’den nakledilen yaklaşıma gelince, bu onun özel bir mezhebi (görüşü )dür. -Allah ondan razı olsun-.

Musa b. Ubeyde, İmran b. Ebi Enes’den, o, Malik b. Evs b. el-Hadesan’dan, o, Ebu Zer’den, o da Rasûluliah (sav)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: “Herkim bir alacaklısı için hazırlamadığı halde ve Allah yolunda da in-fak etmeyecek olursa, bir dinar yahut bîr dirhem yahut külçe altın ya da gü­müş toplayacak olursa, şüphesiz ki o, kıyamet gününde kendisi ile dağlana­cağı bir biriktirme (kenz)dir.”[194]

Derim ki: Bu, Ebu Zer’e yakışan ve görüş olarak ifade etmesi ona uygun düşen bir husustur. İhtiyaçtan arta kalan ise, eğer Allah yolunda harcamak üzere hazırlanmış ise ona kenz denilmez. Ebu Umame de der ki: Herkim ge­riye beyaz (gümüş) yahut sarı (altın) bırakacak olursa, ister günahı bağışlan­mış olsun ister bağışlanmamış olsun onlarla dağla nacaktır. Şunu bilin ki, rauhakkak kılıcın süsü de bu kabildendir.

Sevban’ın rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bir kimse yanında kırmızı (altın.) yahut beyaz (gümüş) bulunduğu halde ölecek olursa, mutlaka Allah herbir kırata mukabil onun yerine kendisi ile tepeden tırnağına kadar dağlanacağı büyük demir parçalan yaratır. Bundan sonra İse, ona ya mağfiret olunur, yahut azap edilir. “[195]

Derim ki: Bu ise, bundan önce bu âyet-i kerime ile ilgili olarak yaptığı­mız açıklamaların da delaleti ile zekâtı ödenmeyen mallar hakkında kabul edi­lir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Yanında zekâtlarını ödemediği kır­mızı yahut beyaz varsa… Yine Ebu Hureyre (r.a)’dan gelen şu rivayet de böy­ledir: “Her kim onbîn (dirhem) bırakacak olur ise, kıyamet gününde bunla­rın sahibinin kendileriyle azaplanacağı büyük demir parçaları haline getiri­lirler…” Bu ise -konu ile ilgili hadisler arasında çelişki olmaması için- zekâ­tı ödenmeyecek olursa kaydıyla anlaşılmalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[196]

  1. Yığıp Biriktirmenin Cezası Çekilecektir:

“İşte bu, kendiniz için toplayıp sakladıklarınız.” Yani onlara, işte bu, kendiniz için saklayıp topladıklarınızda, denilecektir anlamındadır ve bura­da “denilecektir” fiili hazfedilmiştir. “Öyleyse »akladığınız şeyleri” sakla-

yageldiğiniz şeylerin azabını “tadın.”[197]

  1. Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı Allah’ın Kitabında onikidir. Onlardan dördü ha­ram aylardır. İşte en doğru din budur. O halde bunlarda nefis­lerinize zulmetmeyiniz. Bununla beraber müşrikler sizinle na­sıl topluca savaşırlarsa siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, sakınanlarla beraberdir.

Yüce Allah’ın bu buyruğunun: “Gerçekten Allah yanında gökleri ve yeri yarattığı günden beri ayların sayısı Allah’ın Kitabında onikidir. Onlar­dan dördü haram aylardır. İşte en doğru din budur. O halde bunlarda ne­fislerinize zulmetmeyiniz” bölümü ile ilgili açıklamalarımızı sekiz başlık ha­linde sunacağız:[198]

  1. Allah Nezdinde ve Allah’ın Kitabında Ayların Sayısı:

“Gerçekten… ayların sayısı” anlamındaki buyrukta yer alan “aylar” an­lamını veren; kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Bir kimse kar-

deşine; ” Aylar boyunca seninle konuşmayacağım” deyip, bu hususta yemin ederse, bir sene boyunca onunla konuşmamalıdır. Kimi it­im adamı bunu böyle açıklamıştır. Ebediyyen onunla konuşamayacağı da söy­lenmiştir.

İbnü’l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre eğer belli bir niyeti yoksa, bu şekildeki yemini üç ay süreyle konuşmamasını gerektirir. Çünkü, çoğulu şeklînde gelen veveznindeki kelimelerin de tekili olduğu kip­lerde asgari çoğul miktarı üçtür.

“Allah yanında” ise, Allah’ın hükmü gereğince ve Levh-i Mahfuz’da yaz­dığına göre “Oniki aydır.” Burada “oniki” anlamına gelen ke­limenin benzeri sayılardan farklı olarak i’rabk gelmesi, bunda i’raba delâlet eden harfin bulunmasıdır. “On” anlamındaki; kelimesini genel olarak kıraat âlimleri “ayn” ve “sin” harflerini üstün okumakla birlikte, Ebu Cafer bu kelimeyi “şin” harfini sakin olarak okumuştur.

“Allah’ın Kitabında” buyruğu ile kastedilen ise Levh-i Mahfuz’dur. “Al­lah’ın yanında” diye buyrulduktan sonra bunun tekrar edilmesi ise, pek çok şeyin “Allah’ın yanında” olmakla nitelendirilmesi ile birlikte bunların “Al­lah’ın Kitabında yazılı” olduklarının söylenemeyişinden dolayıdır. Yüce Al­lah’ın: “Muhakkak saatin ilmi Allah’ın yanındadır” (Lukman, 31/34) buy­ruğu gibi.[199]

  1. Göklerin ve Yerin Yaratılışı île Zaman:

“Gökleri ve yeri yarattığı günden beri” diye buyurması, O’nun kaza ve kaderinin bundan önce olduğunu beyan etmek ve şanı yüce Allah’ın bu ay­ları vaz edip gökleri ve yeri yarattığı günde bunları tertip ettiği şekil Ü2ere onlara isimlerini verdiğini, bunu da indirmiş olduğu kitaplarında peygamber­lerine indirdiği vahiylerde bildirdiğini beyan etmek İçindir. İşte yüce Allah’ın: “Gerçekten Allah yanında… ayların sayısı… onikidir” buyruğunun anlamı budur. Bu ayların hükmü önceki gibi kalıcıdır. Müşriklerin bu ayların isimlerini değiştirmeleri, ve bazılarını ismen öne geçirmeleri bunların gerçek sı­ralarını değiştirmemiştir. Çünkü bundan maksat, bu hususta yüce Allah’ın em­rine uymak ve cahiliye dönemi insanlarının uyguladıkları ayların isimlerini, takdim ve tehirlerini reddetmektir. Onların düzenledikleri şekle göre isim­lere bağlı gördükleri hükümleri kabul etmemektir. İşte bundan dolayı Hz. Pey­gamber Veda Haccındaki hutbesinde ileride açıklanacağı üzere şöyle buyur­muştur: “Ey insanlar! Şüphesiz ki zaman artık Allah’ın gökleri ve yeri yarat­tığı günkü haline dönmüş bulunmaktadır.”[200] Cahiliyye dönemi insanlarının Muharrem ayını Saf er, Safer ayını da Muharrem yapmaları, yüce Allah’ın asıl nitelediği şekli değiştirebilecek bir özellikte değildir.

“Gönde” kelimesinde amel eden; Allah’ın Kitabında” ifadesindeki mastardır. Bununla da yüce Allah “kitaplar” kelimesinin tekili­ni kastetmiyor. Çünkü maddi (ayni.) şeyler (in isimleri) zarflarda amel etmez. İfadenin takdiri ise şöyledir: “Allah’ın gök­leri ve yeri yarattığı günde yazdıklarında…” Sayı anlamına gelen mastara taalluk etmektedir ve onda amel eden de budur.

” Allah’ın kitabında” buyruğundaki cer harfi, hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir. Bu, aynı zamanda “oniki” anlamındaki ifade­nin de sıfatıdır. İfadenin takdiri de şu anlamdadır: Allah’ın Kitabında sayıla­rı tesbit edilmiş yahut yazılmış oniki aydır.

Bu cer harfinin “sayı” anlamındaki kelimeye taalluku caiz değildir. Çün­kü o takdirde sıla ile;Gerçekten, muhakkak kelimesinin haberinin sı­lası ile mevsulü birbirinden ayrılmış olur.[201]

  1. İslâm’ın Ahkâmı ve Takvim İlişkisi:

Bu âyet-i kerime ibadet ve diğer ahkâmın -oniki aydan fazla çekmeyen yılların bulunduğu takvimler kullanan Arap olmayanların, Bizanslılar ve Kıpti’lerin kullandıkları aylar değil de- Arapların bildikleri ay ve senelere bağlı olması gerektiğini göstermektedir. Buna sebep ise, Arapların takvimi ile di­ğerlerinin takvimi arasındaki sayısal farklılıktır. Arap olmayanların takvimle­rine göre kimi aylar otuz günden fazla çeker, kimisi otuz günden az çeker. Arabî aylar ise, kimi aylar otuz günden az çekse bile otuz günü aşanları ol­maz. Diğer taraftan otuz günden az çekenin de muayyen ve belirli ayları yok­tur. Eksiklik ve tamam oluş açısından arabî aylar arasındaki farklılık, ayın burç­la rdaki seyrinin farklılığına göre ortaya çıkar.[202]

  1. Haram Aylar:

Yüce Allah’ın: “Onlardan dördü haram aylardır* buyruğunda geçen “haram aylar”; Zülkade, Zülhicce, Muharrem ile Cumadelahire ve Şaban ara­sında yer alan Recep ayıdır. Bu da Mudarlılann Recebi diye bilinir. Ona Mu-darlıların Recebi denilmesinin sebebi ise, Rabia b. Nizar soyundan gelenle­rin Ramazan ayını haram ay kabul edip ona Receb demeleri; buna karşılık Mudarhlar’ın bizzat Receb’in kendisini haram ay kabul etmeleri idi. Bundan dolayı Hz. Peygamber de bu hususta: “…Cumade ile Şaban arasındaki Re­cep…”[203] diye buyurarak, Receb’in adı hususundaki farklılıkları yaptığı açık­lama ile ortadan kaldırmış oldu. Araplar, bu ayda mızrak ve oklarının sivri uçlarım çekip çıkardıkları için Receb’e, “münsılü’l esinne” adını da veriyor­lardı. Buhârî, Ebu Recâ el-Utaridî’den -kî, adı İmran b. Milhân’dı, bir görü­şe göre İmran b. Teym de denilmiştir- şöyle dediğini nakletmektedir: Biz ta­şa tapardık. Taptığımız taştan daha iyi bir taş bulduk mu, onu alır diğerini bırakırdık. Şayet taş bulamayacak olursak, bu sefer bir avuç toprağı bir ara­ya getirir, sonra koyunu getirir o toprak üzerine sütünü sağar, sonra da onun etrafında dolaşırdık. Recep ayı girdi mi biz de (işte”) münsılü’l-esînne (dîye bilinen ay) girdi, der ve ucunda sivritilmiş demir bulunan ne kadar mızrak ve ok varsa, demirlerini alır ve onu bir tarafa [204]atardık.[205]

  1. Dosdoğru Din:

“İşte en doğru din bodur” Yani, doğru hesap ve tam eksiksiz sayı budur. Ali b. Ebi Talha, İbn Abbas’tan: “İşte en doğru din” ifadesinin, en doğru hü­küm, anlamına geldiğini rivayet etmektedir. Mukatil ise işte hak ve gerçek bu­dur diye açıklamıştır. İbn Atiyye der ki: Kanaatimce daha doğru olan bura­daki “din” kelimesinin en meşhur ve yaygın anlamıyla kullanılmış olduğu­dur. Yani işte en doğru şeriat ve itaat şekli budur, dernektir.

“En doğru” kelimesi gelen dimdik ayakta duran ve dosdoğru olan anlamındadır. Bu da; Efendi kelimesinin; ki­pinden gelmesi gibidir ki, bunun aslı; şeklindedir. (Vav ya’ya kalbedi-lerek.ya şeddeli olmuştur).[206]

  1. Haram Aylara Riâyet Etmek:

“O halde bunlarda nefislerinize zulmetmeyiniz” ifadesi, tbn Abbas’ın görüşüne göre (yalnız haram aylara değil) bütün aylara dairdir. Kimisinin görüşüne göre ise bu, özel olarak haram aylar hakkındadır. Çünkü ifadenin on­lara ait olması daha yakın bir ihtimaldir ve bu aylarda yapılan zulmün daha bir büyük olması gibi bir meziyetleri de vardır. Çünkü yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: “Artık haccda kötü söz söylemek, fasıklık ve tartışma olmaz.” (el-Bakara, 2/197) Bu, zulmün -ileride açıklayacağımız üzere- bunun dışın­da kalan günlerde caiz olduğu anlamına gelmez.

Diğer taraftan buradaki “zulm”ün anlamı ile ilgili olarak iki ayrı görüş var­dır: Bir görüşe göre savaşmak suretiyle bu aylarda siz kendinize zulmetme­yiniz demektir. Daha sonra bütün aylarda savaşmak mubah kılınmak sure­tiyle bu hüküm nesli edilmiştir. Bu açıklamayı Katade, Ata el-Horasanî, ez-Zührî, Süfyan es-Sevrî yapmışlardır.

İbn Cüreyc der ki: Ata b. Ebi Rebah, Allah adına yemin ederek, insanla­rın Harem bölgesinde de Haram aylarda da kendileriyle savaşılmadığı süre­ce savaşmaları helal değildi. Daha sonra bu hüküm hesh olundu (dedi).

Doğrusu ise birinci görüştür. Çünkü Peygamber (sav) Huneyn’de Heva-zinlilere, Taif de de Sakiflilere gaza tertiplemiş, Taiflileri Şevval ve Zülkade’nin bir bölümü süresince muhasara altında tutmuştur. Bu hususa dair açıklama­lar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/217. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulun­maktadır.

İkinci görüşe göre de, siz günah işlemek suretiyle bu aylarda kendini­ze zulmetmeyiniz, demektir. Çünkü yüce Allah bir yönüyle herhangi bir şe­yin azametini ortaya koyacak olursa, onun bir yönüyle hürmeti, saygınlığı bulunur. İki yönüyle yahut da bir çok yönüyle o şeyi ta’zim edecek olur­sa, bu sefer onun hürmeti (saygınlığı) birden çok olur. Bu durumda kötü amelin cezası katlandığı gibi, salih amelin mükâfatı da katlanır. Mesela Ha­ram beldede ve Haram ayda Allah’a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâ-faat haram olmayan ay ve beldelerde aynı itaati yapanın alacağı mükâfat gi­bi değildir. Diğer taraftan haram olmayan ayda ve haram olan beldede Al­lah’a itaat eden bir kimsenin alacağı mükâfat ise, haram olmayan ay ve bel­dede Allah’a itaat edenin alacağı mükâfat İle aynı değildir. İşte yüce Allah şu buyruğuyla bu hususa işaret etmektedir: “Ey peygamber hanımları, sizden kim apaçık bir hayasızlık işlerse onun azabı kat kat arttırılır.” (el-Ahzab, 33/30).[207]

  1. Haram Ayda Hata Yoluyla Başkasını Öldürenin Cezası Ağırlaştırılır mı?:

İşte bu özellik dolayısıyla ilim adamları, Haram ayda hataen başkasını öl­düren kimsenin ödeyeceği diyetin ağırlaştınlıp ağırlaştırılmayacağı hususunda farklı görüşlere sahip olmuşlardır. el-Evzaî der ki: Bize ulaşan haberlere göre, gerek Haram ayda gerek Haram beldede işlenen cinayetin diyeti ağır-laşünlır ve böyle bir kişi tam diyet ile birlikte üçte bir diyet ile cezalandırı­lır. Şiblı-i amd (kasta benzer) öldürmelerde ise, develerin yaşlan artırılır.

Şafiî der ki: Haram ayda Haram beldede ve zevi’l-erhamın öldürülmele­ri yahut da yaralanmaları halinde diyet ağırlaşünlır.

el-Kasım b. Muhammed’den Salim b. Abdullah, İbn Şihab ve Eban b. Os­man’dan da: Haram ayda yahut da haram beldede başkasını öldüren bir kim­senin ödeyeceği diyet, üçte bir oranında artırılır, demişlerdir. Bu görüş, Os­man b. Affan (r.aVdan da rivayet edilmiştir.

Malik, Ebu Hanife, onların arkadaşları ve İbn Ebi Leyla ise şöyle demek­tedirler: Harem bölgesinde de dışında da öldürmenin cezası aynıdır. Haram ayda da başka aylarda da öldürmenin cezası aynıdır. Bu, tabiinden bir topluluğun da kabul ettiği görüştür, sahih olan da budur. Çünkü Peygamber (sav), sünnetiyle diyetleri tesbit etmiş ve bu hususta Harem bölgesi İle Haram ayın­dan ayrıca söz etmemiştir. Diğer taraftan ilim adamları Haram ayda olsun baş­ka ayda olsun başkasını öldürenin keffâretinin aynı olduğunu icma ile ka­bul etmişlerdir. Kıyas diyetin de böyle olmasını gerektirmektedir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır.[208]

  1. Yüce Allah’ın Özellikle Haram Aylan Sözkonusu Etmesinin Hikmeti:

Zulüm her nekadar her zaman için yasak ise de yüce Allah’ın özellikle dört haram ayı sözkonusu ederek bu aylarda zulmü yasaklaması, bu ayların şe­refine dikkat çekmek içindir. Nitekim yüce Allah’ın: “Artık haecda kötü söz söylemek, fâsıklık ve tartışma olmaz”2/1971 buyruğu da böyledir. Te’vil eh­li (alimleri) nin çoğu bu görüştedir. Yani, siz bu dört ayda kendinize zulmet­meyiniz denmektedir. Hammad b. Seleme, Ali b, Zeyd’den, o, Yusuf b. Mİh-ran dan, o da İbn Abbas’dan: “O halde bunlarda nefislerinize zulmetme­yiniz” buyruğu ile ilgili olarak oniki ayda kendinize zulmetmeyiniz diye açık­ladığını rivayet etmiştir.

Kays b. Müslim de el-Hasen’den, o, Muhammed b. el-Hanefiye’den: Bü­tün aylarda (kendinize zulmetmeyiniz) dediğini rivayet etmektedir.

Birinci görüşe uygun olarak şöyle bir soru (ikinci görüşe itiraz olarak) so­rulabilir: O halde neden -“aylar” a ait olan zamir-: şeklinde gelmiş de; şeklinde gelmemiştir? Çünkü, Araplar üçten ona kadar sayılardaki şeylere ait olan zamirler için; derler. Ondan sonrası için ise, zamirlerini kullanırlar, böylelikle çok sayıda olanın az sayıda olandan ayırd edilmesini sağlarlar.[209]

el-Kisaî’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Arapların bu işlerine gerçekten hayret ediyorum. Yine Araplar (bir ayın) ondan daha az geçen gün­lerini anlatmak üzere; şeklinde fiil ve zamiri kullanırken, ondan faz­la günler için de; kullanırlar.

Yüce Allah bir takım zamanların saygınlığını diğerlerinden niye daha aza­metli kılmıştır? denilemez. Böyle bir soruya şu şekilde cevap veririz: Her şe­yi yaratan yüce Allah dilediğini yapar. Dilediğine fazilet ve üstünlüğü tahsis eder. O’nun fiillerinin illeti (sebep ve gerekçesi) aranmaz. O’nun iradesine de sınır konulamaz. Aksine O, hikmeti gereği dilediğini yapar. Kimi zaman bu hikmet, tarafımızdan açıkça görülebilir, kimi zaman da bize gizli kalabilir.

Buyruğun: “Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlar­sa, siz de onlarla topluca savaşın” bölümü ile İlgili açıklamalarımızı tek bir başlık halinde sunacağız:[210]

Müşriklerle Topluca Savaşmak:

Yüce Allah’ın: “Savaşın” buyruğu, savaşma emrini vermektedir. ke­limesi ise “topluca” anlamına gelir. Bu da hal konumunda bir mastardır. Ya­ni, onları kuşatmışlar olarak ve toplu olarak onlarla savaşın demektir. ez-Zec-câc der ki:”Allah ona afiyet verdi, Allah onu cezalan­dırdı,” şeklindeki mastarlar da bu kabildendir. Bunların tesniyesi ve çoğulu yapılmaz. “Genel olarak, özel olarak,” ifadeleri de böyledir,

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Önceleri bu âyet-i kerime cihadı farz-ı ayn olarak herkese yönelik bir emir diye İfade etti, daha sonra bu husus nesli edi­lerek cihad farz-ı kifaye oldu.

İbn Atiyye der ki: Bu ilim adamının söylediğine gelince, Peygamber (sav)’ın getirdiği şeriatın, bütün ümmeti savaşa çıkmakla yükümlü kıldığına dair hiçbir şey bilinmemektedir. Aksine bu âyet-i kerime kâfirlerle savaşma­yı, onlara karşı bölük bölük çarpışmayı ve sözbirliği etmeyi teşvik etmekte­dir. Daha sonra yüce Allah bu emri: “Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa” buyruğu ile kayıtlamaktadır. Buna göre onların bize karşı savaşma­ları ve toplanmalarına göre bizim de onlara karşı bir araya gelip toplanma­mız farz olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[211]

  1. Nesi‘ ancak küfürde bir artıştır. Kafirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki, Allah’ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah’ın haram ettiğini helâl kılmış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel gösterildi Allah, kâ­firler topluluğunu asla hidayete erdirmez.

Nesr küfürde bir artıştır” buyruğunu (kıraat) okuduğunu imamlann(,ın) çoğunluğu böylece okurlar. en-Nehhâs der ki: Bildiğimiz kadarıyla “Nesî1 ancak…” ifadesini Nâfi’in hemze-siz olarak okuduğunu Verş’den başka rivayet eden bir kimse yoktur. Bu ke­lime tehir etmek anlamında; ” Onu erteledi,” kökünden türetilmiş­tir. Bu İki kullanılışı da el-Kisaî nakletmektedir.

el-Cevherî der ki: Isfesî’^meFul anlamında “fail” vezninde gelen bir keli­medir. Bu, ” Bir şeyi erteledim” fiilinden alınmıştır. Ertelenen şe­ye de; denilir. Daha sonra bu kelime “maktul” kelimesinin “katîl”e dö­nüştürüldüğü gibi, “nesî”e dönüştürülmüştür. Tekili “Erteleyen” şeklinde gelir, çoğulu da;şeklindedir. Tâsık” kelimesinin çoğulunun; şeklinde geldiği gibi.

Taberî der ki: Hemzeli olarak; Nesî’ kelimesi, ziyade etmek, ek­lemek anlamına gelir. Bir şeye ziyade ve eklemede bulunmayı anlatmak üze­re; fiili kullanılır. Yine devamla der ki: Bu kelimenin hemzesiz kul­lanılması ancak “nisyan: unutmak” dan gelmesi halinde sözkonusu olur. Ni­tekim yüce Allah: “(p iUHj^j): Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu” (et-Tevbe, 9/67) dîye buyurmaktadır; dedikten sonra Nafî’in kıraati­ni de reddetmekte ve şunu delil göstermektedir: Hemze’li kelime cer harfi ile teaddi (mefûle geçiş) eder. Mesela; “Allah ecelini geciktirsin (geçinden versin)” denilir ki bu da; ” Allah ecelini uzatsın,” demeye benzer.

Hz. Peygamberin: “Kİm nzkı-nın genişletilmesine, ecelinin ertelenmesine sevinirse, akrabalık bağını gözetsin”[212] buyruğunda olduğu gibi.

el-Ezherî de der ki: Bir şeyi erteledim, denilir. Bunun mas­tarı ise şekillerinde gelir. (İkincisi) ise, gerçek mastar yerine ko­nulmuş bir isimdir.[213]

Arapların Nesi’ (Aylan erteleme) Uygulaması:

Araplar Muharrem ayında savaşı haram kabul ediyorlardı. Muharrem ayında savaşmak ihtiyacını duyacak olurlarsa, onun yerine Safer ayını haram ay kabul eder ve Muharrem ayında savaşırlardı. Buna sebep ise şudur: Araplar savaş ve talanla uğraşan kimselerdi. Ardı arkasına baskın ve talan yap­madan üç ay beklemek onlara ağır gelirdi ve şöyle derlerdi: Eğer üç ay ar-ka arkaya biz hiçbir baskın ve talan yapmaksızın (ye bunun sonucunda) bir şeyler elde etmeksizin geçirecek olursak, hiç şüphesiz telef olur gideriz. O bakımdan, Mina’dan ayrıldıkları vakit Kinaneoğullarından Fukaymoğulları-na mensup ve el-Kalemmes diye bilinen birisi kalkar ve: Ben hükmüne kar­şı itiraz olunmayan birisiyim derdi. Bu sefer onlar da: Bize (haram ayı) bir ay ertele derlerdi. Yani, bu Muharrem ayının hanımlığım ertele ve bunu Sa­fer ayına koy derler, o da bunun üzerine Muharrem ayını kendilerine haram olmaktan çıkartır, helal kılardı. Onlar böylelikle bir ay yerine başka bir ayı değiştiriyorlardı, nihayet bu haram kılma işi yılın bütün aylarını dönüp do­laştı. İslâm hakim olduğunda ise, Muharrem, yüce Allah’ın o ayı yerleşmiş ol­duğu asit yerine dönmüş oluyordu. îşte Hz. Peygamber’in: “Şüphesiz ki za­man Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü haline dönmüş bulunuyor”[214] buy­ruğunun anlamı budur.

Mücahid der ki: Müşrikler her ayda iki yıl (üst üste) haccederlerdi. (Ya­ni, hacları iki yıl üst üste aynı aya denk düşerdi). Zülhicce ayında üst üste iki yıl haccettiler. Daha sonra Muharrem ayında üst üste iki yıl haccettiler. Da­ha sonra Safer ayında üst üste iki yıl haccettiler. Ve bu böylece bütün aylar­da devam edip gitti. Nihayet Hz. Ebu Bekir’in Veda haccından önceki hac-cı, hicretin dokuzuncu yılı Zülkade ayına tesadüf etti. Sonra da Peygamber (sav) ertesi sene Veda haccını yaptı ve bu da Zülhicce ayına denk geldi. İşte Hz. Peygamberin hutbesinde söylediği: “Şüphesiz zaman… eski haline dön­müştür” ifadesi buna işaretti. Hz. Peygamber bununla, artık hac aylarının as­lî yerlerini bulduklarını ve haccın böylelikle Zülhicce’ye denk geldiğini ve nesî’in de batıl olduğunu kastetmişti.

Üçüncü bir görüş: İyas b. Muaviye der ki: Müşrikler seneyi oniki ay on-beş gün olarak hesab ediyorlardı. O bakımdan hac kimi zaman Ramazan ayı­na, kimi zaman Zülkade ayma denk düşerdi. Yıla eklenen onbeş günün bir sonucu olarak ayların yerleri dönüp dolaşıyor, böylelikle senenin her ayına hac tesadüf ediyordu. Ebu Bekr (r.a) hicretin dokuzuncu yılında bu dönme­nin bir sonucu olarak Zülkade ayında haccetmiş oldu. Peygamber o sene hac-cetmemişti. Ertesi sene Hz. Peygamberin haccı Zülhicce’nin onuna tesadüf etti, bu da hilalin hareketine uygun düştü.

Bu görüş Peygamber (savVın: “Zaman… eski haline dönmüş bulunuyor” ifadesine en yakın açıklamadır. Yani, hac zamanı yüce Allah’ın gökleri ve ye­ri yarattığı günkü aslî vaktine ezelî ilminde tesbit etmiş olduğu ve hükmü­nü vermiş olduğu meşruiyetinin aslî vaktine dönmüş oldu, demektir. Daha sonra Hz. Peygamber, “bir yıl oniki aydır” diyerek yıla kendi uydurma hü­kümleri gereğince eklemiş oldukları onbeş günlük fazlalığı reddetti. Böylelikle aslî vakit tesbit edilmiş ve cahili hüküm iptal edilmiş oldu.

İmam el-Mazerî de el-Hârizmî’den şöyle dediğini nakletmektedir: Allah gü­neşi ilk yarattığında hareketini oğlak burcunda takdir etti. Peygamber (sav)’ın işaret etmiş olduğu zaman da güneşin bu oğlak burcuna girişine denk düş­müştü.

Ancak, böyle bir ifadeyi kabul etmek bu hususta nakli gerektirir. Çünkü bu gibi sonuçlara ancak peygamberlerden gelen nakillerle ulaşmak mümkün­dür. Buna dair bu konuda onlardan gelmiş sahih bir nakil yoktur. Böyle bir iddiada bulunan kimsenin bunun senedini ortaya koyması gerekir. Diğer ta­raftan aklen onun dediğinden başka bir husus da mümkündür. O da, yüce Allah’ın güneşi burçlardan önce yaratmasıdır. Yine yüce Allah’ın bütün bun-lan (güneşi ve burçları) bir defada yaratmış olması da mümkündür. Diğer ta­raftan güneş ve ay senesinin hesabını yapan ilim adamları bu hususta çalış­malar yaptılar ve Hz. Peygamber’in: “Artık zaman… eski haline dönmüştür” sözünü söylediği vakit güneşin balık burcunda olduğunu tesbit etmişlerdir. Balık burcu İle oğlak burcu arasında yirmi derecelik bir fark vardır. Arada­ki farkın on derece olduğunu söyleyenler de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Te’vil alimleri İlk nesî’ uygulamasını yapanın kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, Katade ve ed-Dahhâk der ki: Bunlar, Malik b. Kinane’nin oğulları idiler ve üç kişiydiler.

Cuveybir ise ed-Dahhâk’den, o, İbn Abbas’tan rivayetine göre bu uygu­lamayı ilk yapan kişi Amr b. Luhay b. Kamia b. Hindif’tir.

el-Kelbî der ki: Bu uygulamayı yapan ilk kişi, Kinaneoğullanndan Nuaym b. Sa’lebe diye bilinen bir kişidir. Bundan sonra ise Cunade b. Avf diye bi­linen bir kişi bu uygulamayı yaptı ki, Rasûlullah (sav)’ın yetiştiği kişi budur.

ez-Zührî ise der ki: Bu işi ilk yapanlar Kinaneoğullarına mensup Fu-kaymoğullarından kimseler bu işi yaptılar ki, el-Kalemmes diye anılan kişi onlardandır. Bunun da asıl adı Huzeyfe b. Ubeyd’dir. Bir rivayette ise Malik b. Kinane’dir. Nesî’ işini üstlenen kişi, Arapların onu başkanlık makamına ge­tirmeleri dolayısıyla “reislik” makamını da elde ederdi. İşte şairleri bu husus­ta şöyle demektedir:

“Ayı erteleyen (nesi’ yapan) el-Kalemmes de bizdendir.”

el-Kumeyt de şöyle demektedir:

“Biz, Maadlilere karşı nesî’ yapan kimseler değil miyiz ki, Helal olan ayları haram kılarak?”[215]

Araplarda Görülen Bazı Küfür Şekilleri:

“Küfürde bir artıştır” buyruğu, Arapların çeşitli küfür türlerini kendile­rinde toplamakla birlikte, yaptıkları böyle bir işin mahiyetini de açıklamak­tadır. Çünkü Araplar, yaratıcının varlığını inkâr ederek: “Rahman da neymiş?” (el-Furkan, 25/60) demişlerdi. Bu buyruğa dair açıklama şekillerinin en sa­hih olanına göre, bu sözleriyle yaratıcının varlığını inkâr ettiklerini anlatmak istemiş olduklarıdır.

Öldükten sonra dirilişi de inkâr ederek: “Çürümüş iken kemikleri kim di­riltecek” (Yasin, 36/78) demişler, peygamberlerin gönderilişini de inkâr ederek: “Biz aramızdan tek bir insana mı tabi olacağız” (el-Kamer, 54/24) demişlerdi.

Böylelikle helâl ve haram kılma yetkisinin kendi ellerinde olduğu iddiasın­da bulunmuş ve arzularının doğrultusunda kanaat belirterek kendiliklerin­den dinde olmayan böyle bir uygulamayı ortaya koymuşlar, bunun sonucun­da da Allah’ın haram kıldığı bir şeyi helâl ktlmışlardı. Oysa müşrikler hoş görmeşeler dahi Allah’ın hükümlerini hiç kimse değiştiremez.

Yüce Allah’ın: “Kâfirler onunla şaşırtılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl ha­ram sayarlar ki, Allah’ın haram kıldığına sayıca uysunlar da Allah’ın ha­ram ettiğini helâl kılınış olsunlar. Amellerinin kötülüğü onlara süsle­nip güzel gösterildi. Allah, kâfirler topluluğunu asla hidayete erdirmez.” buyruğundaki: ” Şaşırtılır” kelimesinde üç farklı kıraat vardır. Hare­meyn ehli (Mekkelilerle Medineliler) ve Ebû Amr, bunu şeklinde oku­muşlardır. (Buna göre meal şöyle olur: Kâfirler onunla şaşırırlar). Kûfeliler ise meçhul tül olarak; diye okumuşlardır. (Âsım’ın kıraati böyledir), el-Hasen ve Ebû Recâ ise, diye okumuşlardır. (Buna göre de meal şöy­le olur: Kâfirler onunla şaşırtırlar). Her üç kıraatin her biri ayrı bir mana ifa­de eder. Ancak, üçüncü kıraatten mePul lıazfedilmiştir ki, takdiri şöyledir: Kâ­firler bununla kendilerinden bu nesî’i kabul edenleri şaşırtırlar. Buna göre de “… ler,” mahallinde (özne) olur. Bununla birlikte zamirin yüce Al­lah’a raci olması da mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah bunun­la kâfirleri şaşırtır. Bu da yüce Allah’ın: “O, dilediğini saptırır, şaşırtır” (Fatır, 35/8) buyruğu ile âyetin sonundaki: “Allah, kâfirler topluluğunu as­la hidayete erdirmez” buyruğuna benzer.

İkinci kıraatin anlamı olan: “Kâfirler onunla şaşırtılır” kıraati ile kastedi­lenler, kendileri için bu hesabın yapılmış olduğu kimselerdir. Bu kıraati, Ebû Ubeyd yüce Allah’ın: “Amellerinin kötülüğü onlara süslenip güzel göste­rildi” buyruğu dolayısıyla tercih etmiştir. Birinci kıraati ise Ebu Hatim tercih etmiştir. Çünkü onlar, nesi’ dolayısıyla şaşırıp sapmış kimselerdi. Zira onlar bu nesî’în hesabını yapıyorlar ve bunun sonucunda da sapıyorlardı.

” Onu… helâl sayarlardı” ifadesindeki zamir “nesi” uygulaması­na aittir. Ebu Recâ’dan -birinci okuyuşa göre bu kelimeyi şeklinde “ye” ve “dâd” harfleri üstün olarak okuduğu da rivayet edilmiştir ki, bu da bir söyleyiştir.

” Ki… uysunlar” fiili, “lam-ı key” ile nasbedilmistir. Yani, buna uygun düşsünler diye, demektir. Çünkü; ” Bir topluluk şu­nun üzerinde sözbiriiği ettiler, ittifak ettiler, uydular, toplandılar” anlamına gelir. Yani onlar, bir haram ayı helâl kıldılar mı, mutlaka haram ayların sa­yısı dön kalsın diye bir başka ayı haram kılıyorlardı. Doğru olan açıklama şek­li budur. Yoksa onların haram ayların sayısını beşe çıkardıklarına dair yapı­lan açıklamalar değildir.

Katade der ki: Onlar, Safer’i de haram aylar arasına kattılar ve haram olu­şu bakımından onu Muharremle birlikte ele aldılar. Kutrub ve Taberî de bu­nu ondan nakletmektedir. Buna göre ise “nesi”‘ fazladan bir artış, bir ilave anlamına gelir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[216]

  1. Ey iman edenler! Size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca sava­şa çıkın” denildiği zaman ağırlaşıp yere çakıldınız. Âhirete kar­şılık dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının fay­dası âhirete göre pek azdır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[217]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi:

” Size ne oldu ki” buyruğundaki; “Ne…” edatı, takrir ve azar anlamını ifade eden bir soru edatıdır. İfade; Sizi şu işten alıkoyan nedir? tak­dirindedir. Nitekim; “Ne diye filandan yüzçeviriyorsun?” ifadesi de buna benzemektedir.

Bu âyet-i kerimenin Tebük gazvesinde Rasûlullah (sav)’dan geri kalanla­rın tutumlan dolayısıyla serzenişte bulunmak için nazil olduğu hususunda gö­rüş ayrılığı yoktur.

Tebûk gazvesi Mekke’nin fethinden bir yıl sonra, hicretin dokuzuncu yı-hnda olmuştur. Yüce Allah’ın izniyle sûrenin sonunda bu gazveye dair açık­lamalar gelecektir.

” (Savaşa) çıkmak,” kelimesi bir yerden bir yere meydana gelen bir iş dolayısıyla hızlıca İntikal etmek, yer değiştirmek demektir. İnsan hakkın­da; “O işi yapmak için çıktı, çıkar” denilir. ise, bu işi yapan bîr topluluk için kullanılan çoğul bir isimdir. Yüce Allah’ın: ” Arkalarını dönüp giderler…” (el-İsra, 17/46) buyruğu da buradafı gelmektedir. Binek hakkında ise, muzari fiilinde “fe” harfi hem öt-reli ve hem de esreli olmak üzere;”Ürküp kaçtı, kaçar” denilir. Bu­nun mastarı da; şeklinde gelir. ise isimdir. da hacılar Mina’dan ayrıldı, demek olup, mastarı da; şeklinde gelir.[218]

  1. Dünya Akirete Tercih Edilmemeli:

Yüce Allah’ın: “Ağırlaşıp yere çakıldınız” buyruğu ile ilgili olarak müfessirler şöyle demişlerdir: Yani, siz yerin nimetlerine meylederek ağırlaştınız. Veya (cihada çıkmayarak) bulunduğunuz yerde ikamet etmeye meyledip ağır-laştımz demektir. Bu buyruk, cihada çıkmak için eli çabuk tutmayarak otur­maktan dolayı bir serzeniş ve sitem, cihadı terketmeye karşı da bir azardtr. Bu ibare; “Yere mıhlandı, çakıldı” ifadesine yakın bir tabir­dir. ‘ın aslı, şeklindedir. Burada aralarındaki yakınlık dolayı­sıyla “te” harfi peltek “se” harfine idğam edilmiştir. Ayrıca sakin harfle baş­layan bir kelimenin telaffuzu mümkün olmadığından dolayı başına “elif” ge­çirilmesine gerek görülmüştür. “Toplandılar” (el-A’raf, 7/38); ” Anlaşmazlığa düştünüz” (el-Bakara, 2/72); “(Uğursuz bul­duk” (en Neml, 27/47); “Süslendi” (Yunus, 10/24) buyruktan da bu türdendir. el-Kisaî de şöyle bir beyit nakletmektedir:

“Yanında yatana kendisini kokladı mı verir serin (letici) ağzını Ard arda öptü mü, o tadı hoş olan (ağzın)!.”

el-A’meş ise, bunu aslî şekilde; diye okumuştur ki, bunu el-Meh-devî nakletmiştir.

Tebûk gazvesi, (Rasûlullah sallallahu aleyhivesellem) insanlan o gazve­ye katılmak için çağırdığı sırada İleri derecede sıcakların başlayıp, meyvele­rin olgunlaştığı ve gölgelerin serin geldiği bir döneme rastlamıştı. Nitekim ile­ride geleceği üzere sahih hadiste de böyle ifade edilmiştir. O bakımdan tem­bellik insanlan istila etti, onlar da oturdular ve ağırlaştılar. Yüce Allah da bu buyruğuyla onları azarladı, dünyayı âhirete tercih ettiklerinden ötürü onla­rı ayıpladı:

“Âhirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz?” Yani, âhirete bedel dünyaya mı kandınız. İfadenin takdiri şöyledir: Siz, ahiret nimetlerinin yeri­ne dünya nimetlerine mi razı oldunuz? Bu bakımdan buyruktaki; Be­del (karşılık, yerine) anlamını ihtiva etmektedir. Yüce Allah’ın: “Eğer düeseydik sizin yerinize melekler ge­tirirdik de yeryüzünde (size) halef olurlardı” (ez-Zuhruf, 43/60) buyruğu da bu türdendir ki, burada da bu edat; sizin yerinize size bedel anlamını ver­mektedir. Şair de şöyle demektedir:

“Keşke Zemzem suyu yerine havalandırılmak için bir çubuğa

asılmış bir tulumda Geceboyu bekleyen soğuk bir içim suyumuz olsaydı.”

Bu beyitteki bu harfi cer de bedel yerine karşılık anlamını vermektedir.

Yüce Allah bu buyruğu ile âhiretteki rahata dünya rahatını tercih etme­lerinden ötürü sitem etmektedir. Zira âhiret rahatı ancak dünyadaki yorgun­lukla elde edilebilir.

Hz. Peygamber de binek üzerinde tavaf etmiş bulunan Hz. Âişe’ye: “Ala­cağın ecir, yorgunluğun kadardır” diye buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî riva­yet [219]etmiştir.[220]

  1. Eğer topluca cihada çdunazsanız Allah sizi can yakıcı bir azap­la azaplandırır; yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah herşeye gücü yetendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımız tek başlık altında yapılacaktır:[221]

Cihada Çıkmamaya Karşı İlâhî Tehdit:

” Eğer topluca cihada yıkmazsanız” buyruğu bir şarttır. Bun­dan dolayı fiilin sonunda “nun” hazfedilmiştir. Cevabı ise “Sizi… azaptandın” buyruğudur. “Yerinize başka bir kavmi getirir” buyruğu da topluca cihada çıkmayı terketmek halinde ağır bir tehdit ve pekiştirilmiş bir korkutmadır.

İbnü’l-Arabî der ki: Fıkıh usulünde tahkik edilerek ifade edilmiş husus­lardan birisi de şudur: Emir vârid olduğu takdirde onun vârid olması, o fi­ilin yerine getirilmesi gereğinden fazla bir şey ifade etmez. Emri terk halin­de ceza ise, bizzat emrin kendisinden de anlaşılmaz ve emir ifadesi de bu ceza ve tehdidi gerektirmez. Ceza, ancak ona dair haber vermekle anlaşılır. Bir kimsenin: -Bu âyet-i kerimede varid olduğu gibi- eğer bu işi yapmaya­cak olursan, ben de sana bu şekilde azab ederim, demesi gibi. İşte bu buyruğun muktezası gereğince cilıad için ve yüce Allah’ın sözü en üstün olsun diye kâfirlerle çarpışmak üzere topluca çıkmak gerekmektedir.

Ebû Dâvûd, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Eğer top­luca cihada çıkmazsaoız Allah sizi can yakıcı bîr azapla azaplandırır” di­ye başlayan âyet-i kerime ile “gerek Medine’lilerin…” diye başlayan âyeti ile “… yapmakta olduklarının engüzeliyie kendilerini mükâfatlandırsın” (et-Tevbe, 9/120-121) buyruklarını, bundan sonra gelen: “Mü’minlerin topluca (savaşa) çıkmaları gerekmez” (et-Tevbe, 9/122) âyeti nesli etmiştir.[222]

Bu aynı zamanda ed-Dalıhâk, el-Hasen ve İkrime’nin de görüşüdür.

“Sizi… azaplandırır” buyruğu ile ilgili olarak, îbn Abbas: Bü.onlara yağ­mur yağdınlmaması ile gerçekleşmiştir, demektedir. İbnü’l-Arabî der ki: Eğer bu sözü söylediği ondan sahili olarak nakledilmiş ise elbette ki o, bu sözü neye dayanarak söylediğini daha iyi bilir. Yoksa, can yakıcı azab dün­yada düşmanın istilâsı, âhirette de ateş ile gerçekleşir.

Derim ki: İbn Abbas’ın bu sözünü İmam Ebû Dâvûd Sünen’inde İbn Nu-fey’den şöylece nakletmektedir: İbn Abbas’a: “Eğer topluca cihada çık-mazsanız Allah sizi can yakıcı bir azapla azaplandırır” ayeti hakkında sorul­du, şöyle dedi: Onlara yağmur yağdırmadı. İşte bu onların azabı olmuştur.[223]

İmam Ebu Muhammed b. Atiyye de bunu İbn Abbas’tan (Hz. Peygamber’e) merfuen şöylece nakletmektedir: Rasûlullah (sav) kabilelerden birisinin sa­vaşa çıkmalarım istedi, o kabile oturup çıkmadı. Allah da yağmur yağdırma­yarak azaplandırdı.

“Elim” can yakan demek olup, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bu­lunmaktadır.

“Yerinize başka bir kavmi getirir” buyruğu, yüce Allah’ın, Rasûlünün ken­dilerinden savaşa çıkmalarını istemesi halinde -oturmayacak bir başka kav­mi onların yerine getireceğine dair bir tehdittir. Bunların, Farisiler oldukla­rı söylendiği gibi, Yemenliler oldukları da söylenmiştir. “Ve siz O’na hiçbir zarar veremezsiniz” buyruğu bir atıftır. “O” anlamındaki zamir de yüce Al­lah’a aittir. Peygamber (sav)’a ait olduğu da söylenmiştir.

Hoşlanmadığını açığa vurmak suretiyle cihada çıkmayıp oturmak herkes için haramdır. Hoşlanmaksızın oturup çıkmamak ise, eğer Peygamber (sav)’ın cihada çıkmalarını tayin ettiği kimseler tarafından olursa, bunların ağırlaşıp yere çakılmaları haramdır. Şayet bu iki husus da sözkonusu değilse, o tak­dirde cihada çıkma farzı, farzı kifaye olur. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerimeden maksat, İhtiyaç halinde, kâfir­lerin galip gelmeleri ve güçlerinin pekişmesi esnasında topluca savaşa çık­manın vacip olduğunu ortaya koymaktır. Âyet-i kerimenin zahiri İse, bunun savaşa çağırma halinde böyle olduğunu göstermektedir. Buna göre âyetin müşriklerin galip gelmeleri vaktine yorumlanması uygun görünmemektedir. Çünkü böyle bir durumda cihadın vücubu, yalnızca cihada çıkma çağrısıy­la farz olmaz, zira o takdirde cihad farz-ı ayn olur. Bu husus bu şekilde sa­bit olduğuna göre, cihad çağrısı ve cihada çıkma isteğinin önceden vacip ol­mayan bir şeyi vacip kılmasını kabul etme ihtimalini uzak kılmaktadır. An­cak imam, belli bir kavmi muayyen olarak cihada çağırır ve çıkmalarını is­teyecek olursa, o takdirde böyle bir tayin ile birlikte ağırlaşıp çıkmamaları haklan yoktur. İmamın bu tayini sebebiyle cihada çıkmak, o tayin ettiği kim­seler için farz olur. Bu ise, cihadın bizzat kendi hükmünden ötürü değil, ima­ma itaatin gerekli oluşundan dolayı böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[224]

  1. Eğer siz ona yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler onu çıkardıklarında o, ikinin ikincisinden İbaret­ti. O zaman onlar mağaradaydılar, O vakit arkadaşına: “Tasalan­ma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir” diyordu. Allah ona sekînetini indirmiş, onu göremediğiniz ordularla destek­lemiş, kâfirlerin sözünü alçaltnuşU. Allah’ın kelimesi İse o, en yüce olandır. Allah Azizdir, Hâkimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[225]

  1. Peygambere Yardım:

Yüce Allah: “Eğer siz ona yardım etmezseniz” yani Tebûk gazvesinde onunla birlikte savaşa çıkmak suretiyle ona yardımcı olmazsanız… Peygam­ber (sav) Tebuk’den geri döndükten sonra Allah onlara böylece sitem etti.

en-Nakkaş der ki: Bu, Tevbe Sûresi’nde nazil olan İlk âyet-i kerimedir. Buy­ruğun aniarru da şudur: Eğer siz ona yardımı bırakacak olursanız, Allah onun işini üstlenir. Çünkü Allah beraberindekilerin sayısı az olduğu yerler­de bile ona yardım etmiş, galip getirmek ve ona güç verip aziz kılmak su­retiyle düşmanına karşı muzaffer kılmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah, mağarada arkadaşı vasıtasıyla arkadaşının ona dostluğu ve ünsıyetiyle, boynu üzerinde onu taşımasıyla, ona vefa gös­termesiyle, kendi canını ona siper ederek korumasıyla, malı ile onu gözetmesi suretiyle ona (Peygamberine) yardım etmiştir.

el-Leys b. Sa’d da der ki: Peygamberlerin Ebu Bekr es-Sıddîk gibi bir ar­kadaşları olmamıştır.

Süfyan b. Uyeyne de şöyle der: Ebu Bekir, bu âyet-i kerime ile yüce Al­lah’ın: “Eğer siz ona yardım etmezseniz…” buyruğundaki sitemin dışına çık­maktadır.[226]

  1. Hz. Peygamberin Hicret Etmekle Karşı Karşıya Kalması ve Zorlamanın Cezası:

Yüce Allah: “Hani kâfirler onu çıkardıklarında…” buyruğunda bizzat Hz. Peygamberin kaçarak kendisini kurtarmak zorunda kalışına işaret edilmek­tedir. Zira, onun Mekke’den çıkışı, onların Hz. Peygamberi buna mecbur et­melerinin bir sonucu idi. Nihayet o da Mekke’den çıkmak zorunda kalmış­tı. Bundan dolayı fiil onlara nisbet edilmiş ve bu husustaki hüküm de onlar hakkında dile getirilmiştir. Başkasını öldürmek üzere birisini zorlayan kişi, öldürülür ve zorlama sonucu telef olan malın da tazminatını zorlayan kişi öder. Buna sebep ise zorlayanın katili de malı telef edeni de öldürmeye ve telefe zorlayıp mecbur etmesidir.[227]

  1. “İkinin İkincisi”:

Yüce Allah’ın: ” İkinin İkincisi” yani, iki kişiden birisiydi demek­tir. Bu da “üçün üçüncüsü ve dördün dördüncüsü” demeye benzer. Lafızlar değişerek üçün dördüncüsü ve dördün beşincisi denilecek olursa anlam üçü kendisi de katılarak dört, dördü de beş yaptı demek olur. Bu ifade hal ola­rak nasb edilmiştir. Onlar onu Ebu Bekir müstesna- bütün insanlardan ayrı ve tek başına çıkmak zorunda bıraktılar. Bunda âmil “Allah ona yar­dım etmiştir” buyruğudur. Yani yüce Allah, tek başına olduğu halde de ona yardım etmiştir, iki kişiden birisi olarak da ona yardım etmiştir,

Ali b. Süleyman da der ki: İfadenin takdiri: Q, ikinin ikincisi olarak çık­tı, şeklindedir. Yüce Allah’ın: “Ve Allah sizi yerden bitki gibi bitirmiştir” (Nuh,71/17) buyruğunu andırmaktadır. İnsanların büyük çoğunluğu “ye” harfini rıasb ile; İkincisi” diye okumuşlardır. Ebu Hatim, bundan başka bir şekilde okunduğu bilinmemektedir, der.

Bir kesim İse “ye” harfini sakin (harekesiz, med harfi olarak) diye de oku­muşlardır. İbn Cİnnİ der ki: Bu okuyuşu Ebu Amr b. el-Alâ nakletmiş tir. Bu da “ye” harfini elife benzeterek sakin (harekesiz) diye okumak şeklinde izah edilebilir.

İbn Atiyye der ki: Bu; “Faizden arta kalanı…” (el-Bakara, 2/278) buyruğundaki uye”nin harf-i med olarak (harekesiz) okunmasına ve Cerir’in şu beyitindekİ kullanımına benzemektedir:

“O halifedir, o halde onun sizin için beğendiğine razı olunuz; O karan(nı) yerine getirendir, onun hükmünde haksızlık yoktur.”[228]

  1. Hz, Peygamberin Hicreti:

“O zaman onlar mağaradaydılar” buyruğunda geçen mağara (el-Gar), dağdaki bir oyuk demektir. Bununla da Sevr mağarası kastedilmektedir.

Kureyşliler müslümanların Medine’ye gittiklerini görünce, bu artık taham­mül olunamayacak kadar büyük bir kötülüktür dediler, bunun için de Rasû-lullah (sav)’ı öldürmeye karar verdiler. Geceleyin evinin etrafını sardılar ve çıktığı takdirde onu öldürmek kastıyla gece boyunca evinin kapısını gözet­leyip durdular. Peygamber (sav) da Ali b. Ebi Talib (r.a)’e yatağında uyuma­sını emretti, yüce Allah’a da izini görmemeleri İçin dua etti. Allah gözlerini bağladı ve uykunun onları bürümüş olduğu bir halde iken evden dışarı çıkti. Başlarına toprak saçtp ayrılıp gitti. Sabah olduğunda Ali (r.a) yanlanna çık-ti, evde hiç kimsenin bulunmadığını onlara bildirdi. Böylelikle Rasûlullah (sav)’ın geçip kurtulmuş olduğunu öğrenmiş oldular.

Rasûlullah (sav) da Ebu Bekr es-Sıddîk ile hicret İçin sözleşmiş idi. Her ikisi de develerini Abdullah b. Erkat’a -b. Ureykıt da denilmektedir- teslim etmişlerdi. Abdullah o sırada kâfir idi. Fakat her ikisi de ona güvenmişlerdi. Abdullah bir yol rehberi idi. Kendilerine Medine yolunu göstermesi için onu ücretle kiralamışlardı.

Rasûlullah (sav), CumahoğuHarının bulunduğu yerde bulunan Ebu Bekir’in evinin arka tarafındaki bir pencereden çıktı ve her ikisi de Sevr dağındaki ma­ğaraya doğru yol aldılar. Hz. Ebu Bekir, oğlu Abdullah’a insanların neler konuştuğuna kulak kabartmasını emretti, azadıtsı Âmir b. Fuheyre’ye koyunla­rını otlatarak geceleyin onların yakınlarına gelmesini ve böylelikle ihtiyaç duyduklan (içeceklerini) koyunlarından almalarını sağlamasını emr etti. Daha son­ra yollarına koyulup mağaraya gittiler.

Ebu Bekr es-Sıddîk’in kızı Hz. Esma onlara yiyecek, Hz. Ebu Bekr’in oğ­lu Abdullah da onlara haber getiriyordu. Her ikisinden sonra da Âmir b. Fu-heyre koyunları ile geliyor ve kendisinden önce gelenlerin izlerini tanınmaz hale getiriyordu.

Kureyşliler, Peygamber (sav )’ı bulamayınca, bu sefer “iz sürmedeki bece­risi bilinen birisi vasıtasıyla onu takibe koyuldular. Nihayet gelip mağaranın ağzında durdu ve: İz burada sona ermektedir deyince, örümceğin mağaranın ağzında ağ örmüş olduğunu gördüler. İşte Peygamber (sav) bundan do­layı örümceğin Öldürülmesini yasakladı. Onu takib edenler örümceği, ağmı dokumuş olduğunu görünce, mağaranın içinde hiçbir kimse bulunmadığına kanaat getirdiler. Bunun üzerine geri dönerek Hz. Peygamberi kendilerine getirecek olana yüz deve verme vadinde bulundular. Buna dair haber de meş­hurdur, bilinmektedir. Süraka b. Malik b. Cu’şum’un bu husustaki kıssası zikrolunagelmiştir.

Ebu’d-Derdâ ile Sevbân -Allah ikisinden de razı olsun- ‘in rivayet ettikle­ri hadisde şöyle denilmektedir: Aziz ve celil olan Allah bir güvercine emret­ti, o da örümcek ağı üzerinde yumurtladı ve yumurtaları üzerinde oturma­ya başladı. Kâfirlerin güvercini görmeleri, mağaradan geri dönmelerine se­bep [229]oldu.[230]

  1. Hicretteki Uygulamalardan Çıkartılan Bazı Hükümler:

Buhârî, Âişe (r.anlıâ)’dan şöyle dediğini nakleder: Rasûlullah (sav) ile Ebu Bekir Deyloğullanndan oldukça maharetli bir kılavuzu ücretle tuttular. Bu ki­şi o sırada Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Develerini ona bıraktılar ve üç gün sonra Sevr dağındaki mağarada buluşmak üzere sözleştiler. O da üçün­cü günün sabahında develerini alarak bulundukları yere gitti. Onlar, onlar­la birlikte Âmir b. Fuheyre ve Deyloğullanndan olan kılavuzla birlikte yola koyuldular ve Sahil diye bilinen yerin yolundan onları götürdü.[231]

el-Mühelleb der ki: Bu olaydaki fıkhı inceliklerden birisi de şirk ehline eğer vefa gösterecekleri ve insafı elden bırakmayacakları bilinirse, sır ve mal emanet edileceğinin anlaşılmasıdır. Nitekim Peygamber (sav) da Mekke’den çı­kışı esnasında bu müşriğe güvenerek sırnnı ve iki deveyi emanet etmişti.

İbrt Münzir der ki: Bu uygulamadan müslümanlann yol göstermek için kâ­firleri ücretle tutabileceklerine delil vardır.

Buhârî de şöyle bir başlık açmıştır: “Zaruret esnasında yahut müslüman bir kimse bulunmazsa müşriklerin ücretle tutulmaları bahsi.”[232]

(Buhârî sarihlerinden olan) İbn Battal der ki: Buhârî bu başlıkta: “… ya­hut müslüman bir kimse bulunmazsa…” demesi, Peygamber (sav)’in Hayber-lilerle Hayber topraklarında mahsulün yansı karşılığında çalışmaları İçin anlaşmış olduğundan dolayıdır. Çünkü o sırada müslümaniardan arazi işle­mek hususunda onların yerini tutacak kimse bulunamamıştı. Bu, İslâm güç-leninceye ve onlara ihtiyaç kalmayıncaya kadar devam etti, sonra da Hz. Ömer onları Hayber’den sürdü.

Genel olarak fukahâ zaruret halinde ve zaruret dışındaki hallerde de müs­lüman olmayanların ücretle çalıştırılmasını caiz kabul ederler. Yine bu uygu­lamadan, iki kişinin tek bir kişiyi kendileri için tek ve belli bir işi yapmak üze­re ücretle tutacakları da anlaşılmaktadır. Bir diğer husus da şudur: Düşman­dan korkulduğu için dinini korumak maksadıyla kaçmanın caiz olduğuna, ma­ğara ve benzeri yerlerde gizlenmenin caiz olduğuna delil vardır. İnsanın Al­lah’a tevekkül ve teslimiyet iddiasıyla kendi elleriyle düşmanın eline bırak­maması gerektiğine de delil vardır. Zaten yüce Rabbimiz dileseydi müşrik­lere rağmen yine onu korurdu. Fakat Allah’ın gerek peygamberleri hakkın­da, gerek başkaları hakkında sünneti budur. Allah’ın sünnetinde asla bir de­ğişiklik bulamazsın. İşte böyle bir tedbiri kabul etmeyenlerin ve her kim Al­lah ile birlikte Allah’tan başkasından korkarsa bu onun tevekkülünde bir ek­sikliktir ve kadere iman etmemiş olur, diyenlerin görüşlerinin yanlışlığının en açık bir delilidir. Bütün bunlar âyetin manasından anlaşılan hususlardır. Hamd Allah’adır, hidayet O’ndandır.[233]

  1. Hz. Ebu Bekirin Fazileti:

“O vakit, arkadaşına: Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle bera­berdir, diyordu” buyruğunun yer aldığı bu âyet-i kerime Ebu Bekir es-Sıd-dîk (r.a)’ın faziletlerini de ihtiva etmektedir. Esbağ ve Ebu Zeyd, İbnü’1-Ka-sım’dan, o, Malik’ten; “O ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar ma­ğaradaydılar. O vakit arkadaşına: ‘Tasalanma hiç şüphe yok ki Allah bi­zimle beraberdir’ diyordu” buyruğunda kastedilen Ebu Bekir es-Sıddîk’tir dediğini rivayet ederler.

Şanı yüce Allah, Hz. Ebu Bekir’in H2. Peygambere bu sözleri gerçekten söylediğini ortaya koymakta ve Kitab-ı Keriminde onun Hz. peygamberin sa-habisi (arkadaşı) olduğu niteliğini tesbit etmektedir.

Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Kim Hz. Ömer, Osman veya sahabe­den herhangi bir kimsenin Rasûlullah (sav)’m arkadaşı olduğunu inkâr eder­se, şüphesiz ki o yalancı ve bid’atçi bir kimsedir. Ancak kim Ebu Bekir (r.a)’ın Rasûlullah (sav)’ın arkadaşı olduğunu inkâr edecek olursa o kâfirdir, çünkü Kur’ân nassını reddetmiş olur.

“Hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir” buyruğu O, yardımı, riaye­ti, koruması ve bizi gözetlemesiyle birlikte bizimle beraberdir demektir. Tirmizî ile el-Haris b. Ebi Usame rivayetle şöyle derler: Bize Affân anlattı de­di ki, bize Hemmâm anlattı dedi ki, bize Sabit, Enes’den haber verdi: Ebu Be­kir kendisine anlatarak şöyle dedi: Biz, mağarada bulunuyorken ben Peygam­ber (sav)’a şöyle dedim: Onlardan birisi ayaklanna bakacak olursa (eğilip bak-salar) bizi ayaklarının dibinde görecektir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Ebu Bekir, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki kanaatin nedir.”[234]

(Haris) el-Muhasibî der ki: Yani, yardım ve savunma ile onlarla birlikte idi. Yoksa: “Öp kişinin gizli fısıldanmaları olmasın ki, muhakkak O da onların dördüncüleri olmasın” (el-Mücadele, 58/7) buyruğunda ifade ettiği gibi bütün insanlarla birlikte olduğu şeklindeki umumî bir beraberlik türünden değildir. Bu buyruk, yüce Allah’ın genel manada kâfirleri de mü’minîeri de gördüğünü, onların sözlerini işittiğini ifade etmektedir.[235]

  1. Hz. Ebu Bekir’in Söylediği Sözlerin Mahiyeti:

İbnü’l-Arabî der kî: İmamiye Allah müstehaklarını versin- şöyle demek­tedirler: Ebu Bekir’in mağaradaki üzüntüsü onun cahillik ve noksanlığına, kal­binin zayıflığına ve ahmaklığına delildir.

İlim adamlarımız da buna şöyle cevap vermişlerdir: Onun üzüldüğünün söz konusu edilmesi bir eksiklik değildir. Nitekim Hz. İbrahim hakkında: “On­ların bu hallerinden hoşlanmadı ve kalbine bir korku girdi. Onlar: Kork­ma, dediler” (Hud, 11/70) buyruğu ile Hz. İbrahim’in bir eksik yanını orta­ya koymadığı gibi, Hz. Musa hakkında: “Musa içinde gizli bir korku buldu. Biz, korkma… dedik” (Tâ-Hâ, 20/67-68); Hz. Lut hakkında da: “Korkma ve üzülme. Muhakkak Biz seni ve aile halkını kurtaracağız’ (el-Ankebût, 29/33) buyruklarında da onların eksik görülmesini gerektiren bir taraf yok­tur. İşte bu büyük ve yüce peygamberlerin de içten içe böyle bir korku hissettikleri, Fakat takiye yaptıkları (bu korkularını dışa vurmadıkları) nass ile sabit olmaktadır. Ontann böyle bir şey duymuş olmaları yerilmelerine sebep değildir, ontar için eksik görülmelerini gerektiren bir vasıf da değildir. Ebu Bekir hakkında da aynı şey sözkonusudur. Diğer taraftan böyle bir korku­nun Hz. Ebu Bekir’de bulunmuş olması muhtemeldir. Çünkü o şöyle demiş­ti: Eğer onlardan birisi ayağının dibine bakacak olsa mutlaka bizi görürdü.

Bu iddiaya ikinci bir cevap da şöyle verilir: Hz, Ebu Bekir’in tasalanma­sı Peygamber (sav)’e herhangi bir zarar ulaşabilmesi ihtimalinden korkma­sından ötürü idi. Peygamber (sav) henüz o sırada (düşmanlarından gelecek zarara karşı) masun (koruma altında) değildi. Çünkü: “Allah insanlara kar­şı seni korur” (el-Maide, 5/67) buyruğu Medine’de inmiştir.[236]

  1. Allah’ın Beraberliği île İlgili Hz. Musa île Hz. Peygamberin Söylediklerinin Karşılaştırılması:

tbnü’l-Arabî der ki: Ebu’l-Fedâil el-Muaddel bi2e dedi ki: Bize, Cemâlü’l-İslâm Ebu’l-Kasım şöyle dedi: Musa (a.s): “Asla, muhakkak Rabbim be­nimle beraberdir. Bana doğru yolu gösterecektir” (eş-Şuara, 26/62) dedi. Bu­na karşılık Muhammed (sav) hakkında da: “Tasalanma, hiç şüphe yok ki Al­lah bizimle beraberdir” dediğini bize aktardı. Allah’ın yalnızca Hz. Musa ile beraberliği sözkonusu edildiğinden, ondan sonra arkadaşları irtidat etti. O, Rabbinin yanından geri döndüğünde onların buzağıya tapmakta oldukları­nı gördü. Muhammed (sav) hakkında ise: “Tasalanma, biç şüphe yok ki Al­lah bizimle beraberdir” diye buyurduğu için de Hz. Ebu Bekir hayatı bo­yunca hidayet üzere muvahhid, alim (hakkı bilen) imanında kat’i kararlı, em­ri yerine getiren bir kimse kalmaya devam etti ve bu konuda ona en ufak bir sarsıntı yol bulamadı.[237]

  1. Hz. Peygamber’den Sonra Halifelik:

Tirmizî, Nubayt b. Şurayt yoluyla, o, Salim b. Ubeyd’den -ki, ashabdan-dır- şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (say) bayıldı…[238] Hadiste şu ifa­deler de yer almaktadır. Muhacirler toplanıp istişare etmeye koyuldular ve şöyle dediler: Haydi hep birlikte kardeşlerimiz Ensar’a gidelim. Bu işe bizim­le birlikte onları da dahil edelim. Ensar: Bizden bir emir, sizden bir emir ol­sun, dediler. Bu sefer Ömer (r.a) şöyle dedi: Kimin bu üç özellik gibi bir özel­liği vardır ki: “O, ikinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydı­lar. O vakit arkadaşı da: ‘Tasalanma, hiç şüphe yok ki Allah bizimle beraberdir’ diyordu.” Peki bu iki kişi kimlerdi? Daha sonra Hz. Ömer elini uzatıp ona (Hz. Ebu Bekir’e) bey’at eni. Diğer insanlar da ona güzel bir şekilde bey’at ettiler.[239]

Derim kî: İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah’ın: ‘O, ilcinin ikincisinden ibaretti. O zaman onlar mağaradaydılar” buyru­ğunda Peygamber (savVdan sonra halifenin Ebu Bekir es-Sıddîk olduğuna de­lâlet eden bir husus vardır. Çünkü halife her zaman için ancak ikinci olan ki­şidir. Ben, hocamız İmam Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ömer’i şöyle derken din­ledim: Ebu Bekir es-Sıddîk’a ikinin İkincisi unvanının verilmesine hak kazan­ması, Peygamber (sav)’ın bu işi ilk olarak yerine getirdiği gibi, ondan son­ra Ebu Bekir’in bu işin sorumluluklarım üstlenip yerine getirmesinden do­layıdır. Çünkü Peygamber (sav) vefat ettikten sonra bütün Araplar irtidat et­ti, islâm ancak Medine, Mekke ve (Bahreyn’de bir yer olan) Cuvâsa denilen yerde hakim kalabildi. Ebu Bekir, insanları İslâm’a, davet etmeye ve tıpkı Pey­gamber (sav)’ın yaptığı gibi dine girmek hususunda onlarla çarpışmaya ko­yuldu. İşte bu bakımdan ona “ikinin İkincisi” denilmesine hak kazandı.

Derim ki: Sünnet-İ seniyyede zahiri itibariyle onun Hz. Peygamberden son­raki halîfe olacağına delâlet eden sahih hadisler de vârid olmuştur. Zaten bu hususla icma da gerçekleşmiş ve onun halifeliğine muhalefet eden hiçbir kim­se kalmamıştır. Onun halifeliğine dil uzatanın lıatalı olduğu ve fasıklığı ka­tidir. Acaba kâfir olur mu, olmaz mı? Bu konuda görüş ayrılığı vardır. Zahir görünen onun kâfir olacağıdır. Bu anlamda yüce Allah’ın İzniyle el-Feıh Sû-resi’nde, (48/27-28. âyetler, 5. başlıkta) bu hususa dair daha geniş açıklama­lar gelecektir. Kitap, sünnet ve ümmetin ilim adamlarının sözlerinden kati ola­rak anlaşılan, kalplerin ve gönüllerin iman etmesi gereken husus, Ebu Bekir es-Sıddîk’ın bütün ashabtan daha faziletli olduğudur. Bu konuda ne Şianm söylediklerine, ne de bid’at ehlinin söylediklerine aldırış edilmez. Çünkü on­ların arasında ashabı tekfir edenler vardır. Böylelerinin boyunları vurulur. Ki­misi de bidatçi ve fasık kabul edilir, sözleri de makbul değildir.

Ebu Bekir es-Sıddîk’ten sonra Ömer el-Faruk, ondan sonra da Osman (r.a)’ın halifeliği sözkonusudur. Buhârî, İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet eder,: Bizler, Rasûlullah (sav) döneminde insanların arasında kimin hayırlı ol­duğunu görüşürdük. Önce Ebu Bekir’i en hayırlılar arasında kabul eder, son­ra Ömer, sonra Osman gelir derdik.[240]

Selef ehlinin imamlarının, Hz. Osman ile Hz. Ali’nin hangisinin daha fa­ziletli olduğu hususunda farklı görüşleri vardır. Onların çoğunluğu (cumhur) Hz. Osman’ın önce geldiğini kabul eder. Malik’ten ise bu hususta görüş be­yan etmekten kaçındığı rivayet edilmektedir. Yine ondan, bu hususta cum­hurun kanaatine döndüğü de rivayet edilir. Yüce Allah’ın izniyle daha sahih olan görüş budur.[241]

  1. Allah’ın İndirdiği Sektnet (Huzur ve Sükun):

“Allah ona seklnetini indirmiş…” buyruğu İle ilgili iki görüş vardır. Bi­rincisine göre bu sekînet Peygamber (sav)’a indirilmiştir. İkincisine göre ise Hz. Ebu Bekir’e. tbnü’l-Arabî der ki: İlim adamlarımız daha kuvvetli olan gö­rüş budur derler. Çünkü Hz. Ebu Bekir kendilerini izleyenlerin Peygamber (sav)’a bir zarar vereceklerinden korkmuştu. Allah da Peygamber (sav)’i gü­venliği altına alıp Ebû Bekir’e sekînetini indirmiş, buna bağlı olarak tedirgin­liği sükûn bulmuş, korkusu gitmiş ve güvenliğe erişmişti. Şanı yüce Allah ora­da bir ot bitiriverdi ve bir güvercine de yuva yapma ilhamını verdi. Örüm­ceğe de ilham vererek onun üzerine bir ağ dokudu. Maddeten ve zahiren bu askerler ne kadar zayıf, fakat batınen ve mana itibariyle ne kadar güçlüdür­ler. İşte bu bakımdan Peygamber (sav) Hz. Ömer’e, Hz. Ebu Bekir ile tartış­ması üzerine şöyle buyurmuştur: “Benim bu arkadaşımı bana bırakmayacak mısınız? Bütün insanlar yalan söyledin, dediler Ebu Bekir ise: Doğru söyle­din dedi.” Bu hadisi Ebu’d-Derdâ rivayet [242]etmiştir.[243]

  1. Hicretteki İlâhi Yardım ve Allah’ın Dininin Üstünlüğü:

“Onu göremediğiniz ordularla desteklemiş” buyruğunda kastedilenler meleklerden ordulardır. Yüce Allah’ın: “Onu desteklemiş” buyruğundaki za­mir de Peygamber (sav)’a aittir. İki zamir (.yani bu ve bundan önceki-, “ona sekînetini” buyruğundaki zamir) ayrı yerlere racidir. Bu, gerek Kuran-ı Ke­rimde, gerek de Arapçada çokça kullanılan bir husustur.

“Kâfirlerin sözünü alçaltmıştr yani, şirk sözünü aşağılamıştı. “Allah’ın kelimesi ise o en yüce olandır” buyruğundaki “Allah’ın kelimesi”nden kastın:”Lâ ilahe illallah” olduğu söylendiği gibi, zafer vadi olduğu da söy­lenmiştir.

el-A’meş ve Yakub; “Allah’ın kelimesi” buyruğundaki “yuvar­lak te”yi nasb ile okumuş ve âmili” Kılmıştır” diye takdir etmiştir. Di­ğerleri ise istinaf (yeni bir cümle) olmak üzere ref ile okumuşlardır. ei-Ferra nasb İle kıraatin uzak bir ihtimal olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: Çünkü kişi”Filan kişi babasının kölesini azad etti” der, bu­na karşılık; “Filanın babasının kölesini azad etti),” demez. Ebu Hatim de buna yakın bir ifade kullanmıştır. (el-Ferra) devamla der ki: Bu du­rumda (yani nasb olsaydı):”Onun kelimesi ise o en yüce olan­dır” demek gerekirdi. en-Nehhâs der ki: el-Ferra’nin sözünü ettiği bu husus âyet-i kerimeye benzememektedir. Ama ona Sibeveyh’in naklettiği gu beyit benzemektedir:

“Görmüyorum ölümü, ölümü birşeyin geçtiğini

ölüm varlık sahibinin de fakirin de hevesini kursağında bırakmıştır.”

Bu ifade güzeldir, bunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Şu kadar var ki mahir nahivciler şöyle derler: Böyle bir durumda zamir kullanmayarak ismin tekrar edilmesinin bir faydası vardır. O da bu isimde tazim manası bulunma­sıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Yer kendine ait şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman. Ve yer içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardı­ğında…” (ez-Zilzal, 99/1-2) Bunda da anlaşılmayacak birşey yoktur.

“Kelime”nin çoğulu; ) şeklinde gelir. Temimliler ise bunu; şeklinde “kef” harfi esreli olarak kullanırlar. el-Ferrâ kelimenin şekillerinde olmak Ü2ere; üç ayrı söylenişinin olduğunu nak­letmektedir. Tıpkı; Karaciğer ve altınpara gi­bi. aynı şekilde bîr kasidenin tamamı anlamına da gelir. Bu açıkla­maları da el-Cevherî yapmıştır.[244]

  1. Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın. Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla clhad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başltk halinde sunacağız:[245]

  1. et-Tevbe Sûresi’nden İlk Nazil Olan Bölümler:

Süfyan, Husayn b. Abdurrahman’dan, o, Ebu Malik el-Gıfarî’den şöyle de­diğini rivayet etmektedir; Tevbe Sûresi’nden ilk nazil olan; “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın” âyetidir. Ebu’d-Duha da böyle demiştir. (Ay­rıca) dedi ki: Sonra onun ilk bölümleri, daha sonra da sonraki bölümleri na­zil oldu.[246]

  1. Savaşa “Ağırlıklı ve Ağırlıksız Çıkma”nın Anlamı:

Yüce Allah’ın: “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın” buyruğunda-ki;” Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak” ifadesi hal olarak nasb edil­miştir.

Bunun açıklaması ile ilgili on görüş vardın

1- İbn Abbas’dan nakledildiğine göre, yüce Allah’ın: “Küçük küçük bir­likler halinde savaşa çıkın” (en-Nisa, 4/71) buyruğunu birbirinden ayrı as­keri birlikler halinde savaşa çıkın diye açıklamıştır.

2- Yine İbn Abbas ve Katade’den gönül hoşluğuyla isteyerek ve İstemi-yerek diye açıkladıkları rivayet edilmiştir.

3- Ağırlıksızdan kasıt zengin, “ağırlıklı”dan kasıt da fakirdir, denilmiştir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

4- “Ağırlıksız”dan kasıt genç, “ağırlıklıdan kasıt da yaşlıdır. Bu açıklama­yı da el-Hasen yapmıştır.

5- Zeyd b. Ali ve el-Hasen b, Uteybe meşgaleniz bulunsun yahut buiun-masın diye açıklamışlardır.

6- Ağırlıklıdan kasıt bakmakla yükümlü olduğu çoluk.çocuğu bulunan, ağırlıksız da çoluk çocuğu bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da Zeyd b. Eşlem yapmıştır.

7- Ağırlıklıdan kasıt, bir kimsenin bırakmak istemediği ve bırakması ha­linde de zarar göreceği varlığı bulunan, ağırlıksızdan kasıt ise böyle bir var­lığı bulunmayan kimse demektir. Bu açıklamayı da ibn Zeyd yapmıştır.

8- Ağırlıksızdan kasıt piyadeler, ağırlıklıdan kasıt da süvarilerdir. Bu açjk-1 amayı da el-Evzaî yapmıştır.

9- Ağırlıksızdan kasıt, ordunun öncü birlikleri olarak savaşa öncelikle ka­tılanlar, ağırlıklılardan kasıt ise ordunun tamamıdır.

10- Ağırlıksızdan kasıt kahraman kimse, ağırlıklıdan kasıt ise korkak kimsedir. Bu açıklamayı da en-Nekkâş nakletmiştir.

Âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili doğru açıklama da şudur: İnsanlar toptan savaşmakla emr olunmuşlardır. Yani, savaş kastı ile hareket size ister ağır gelsin, ister hafif gelsin topluca savaşa çıkınız demektir.

Rivayete göre İbn Um Mektum Rasûlullah (sav)’ın huzuruna gelmiş ve: Be-nim savaşa çıkmak görevim var mıdır diye sorunca, Hz. Peygamber de: “Evet” diye buyurdu. Daha sonra da yüce Allah’ın: “Ama’ya (savaşa çıkma­mak hususunda) vebal yoktur” (el-Feth, 48/17) buyruğu nazil oldu.

Bütün bu açıklamalar aslında; “ağırlıklı ve ağırlıksız oluş” hususunda ör­nek sunmak kabilindedir.[247]

  1. Âyet Mensuh mu?

Bu âyet-i kerimenin hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Bunun, yüce Allah’ın: “Zayıflara, hastalara… bir günah yoktur” (et-Tevbe, 9/9D buy­ruğu ile nesli olduğu söylendiği gibi, bu âyet-î kerimeyi nesh edenin: “Onların herbir topluluğundan bir kesim de… kalmalı değil miydi” (et-Tevbe, 9/122) âyeti olduğu da söylenmiştir. Ancak, doğrusu bu âyet-i kerimenin nesh olmadığıdır.

İbn Abbas, Ebu Talha’dan yüce Allah’ın: “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak sa­vaşa çıkın” buyruğu hakkında; genç ve yaşlılar olarak çıkın. Allah bu husus­ta hiçbir kimsenin mazeretini kabuİ etmemiştir; dediğini rivayet etmektedir. Bunun üzerine Şam’a çıkıp gitmiş ve vefat edinceye kadar cihad etmişti. Yü­ce Allah ondan razı olsun.

Hammad da Sabit ile Ali b. Zeyd’den, o, Enes’den rivayet ettiğine göre Ebu Talha, Tevbe Sûresi’ni okumaya başlamış ve şu: “Ağırlıklı ve ağırlıksız ola­rak savaşa çıkın” âyetine gelince, ey oğullarım, demiş. Haydi beni savaşa çık­mak üzere donatın, beni donatın, demiş. Oğullan ona: Allah sana merhamet ihsan etsin. Sen Peygamber (sav) ile birlikte vefat edinceye kadar gazada bu­lundun. Ebu Bekir ile vefat edinceye kadar, Ömer’le de vefat edinceye ka­dar gazada bulundun. Senin yerine biz gazaya gideriz, dediyseler de o: Ha­yır beni donatınız, demişti. Bunun üzerine bir deniz savaşına katıldtve de­nizde öldü. Kendisini gömecekleri bir adaya ancak yedi gün sonra ulaşabil­diler. Onu orada defnettiler. Cesedinde hiçbir değişiklik olmamıştı.

Tahen de Hıms’da el-Mikdâd b. el-Esved’İ sarraflardan birisinin sandığı (ka-sasu üzerinde oturmuş ve şişmanlığından dolayı da bu kasanın üzerinden taş­mış olduğu halde, savaş için hazırlanırken gören kimselerden isnadını kay­dederek; ona: Allah senin mazeretin dolayısıyla savaşa katılmamana izin ver­miştir, denilince o: “Ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkın” buyruğunun içinde yer aldığı, savaşa akan birliklerin sözkonusu edildiği sûreyi okumuş bulunuyorum, diye cevap vermişti.

ez-Zührî de der ki: Said b. el-Müseyyeb gözlerinden birisi kör olduğu hal­de gazaya çıktı. Kendisine: Sen hastastn denilince, o da şöyle cevap vermiş­ti: Allah ağırlıklı olanın da ağırlıksız olanın da savaşa çıkmasını istedi. Savaş­mak imkânını bulamasam dahi, müslümanların sayısını artırırım, geride bı­rakacakları eşyalarını korurum.

Yine rivayet olunduğuna göre savaşçılardan birisi, Şam’daki gazalardan birisinde bir adamın yaşlılıktan ötürü kaşlarının gözleri üzerine çöktüğünü görmüş, ona: Amcacığım Allah seni mazur görmüştür deyince, ona: Yeğe­nim, biz ağırlıklı ve ağırlıksız olarak savaşa çıkmakla emrolunduk, diye ce­vap vermiştir.

tbn Um Mektum -Allah ondan razı olsun; ki adı Amr’dır- Uhud günü şöy­le demişti: Ben, gözü görmeyen bir kimseyim. O bakımdan sancağı bana tes­tim ediniz. Çünkü sancağı taşıyan geri dönecek ve kaçacak olursa ordu da bozguna uğrar. Ben ise kimin kılıcıyla üzerime geldiğinin farkına varamam. O bakımdan da yerimden ayrılmam. Ancak, önce de Âl-i İmran Sûresi’nde (3/152. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere müslümanların sancağını ogün Mus’ab b. Umeyr almtştı.

işte bu ve buna benzer ashab-ı kiram ve tabiînden gelen rivayetler dola­yısıyla bu âyet hakkında nesh iddiasının sahih olamayacağını söyledik. Di­ğer taraftan herkesin savaşa çıkmasını gerektiren bir durumun varlığı da söz-konusu olabilir ki, bunu da bir sonraki başlıkta ele alacağız.[248]

  1. Topyekûn Savaş:

Topyekûn savaş düşmanın İslâm topraklarının bir bölümüne galip gelme­si, yahut da müslüman topraklarının içlerine girmesi suretiyle cihadın farz-ı ayn olması halinde sözkonusıı olur. Bu durum ortaya çıkacak olursa, o böl­gede yaşayan ağırlıklı ağırlıksız, genç yaşlı herkesin kendi gücü oranında sa­vaşa çıkması vacib (farz) olur. Babası bulunan kimsenin babasından izin aİ-masma gerek olmaksızın çıkar, babası olmayan da savaşa çıkar. Çıkmaya gü­cü yeten ister savaşabilecek kimse olsun, isterse savaşçıların sayısını artırmak şeklinde olsun hiçbir kimse savaştan geri kalamaz. Eğer o bölge halkı düş­man larma karşı koymaktan âciz düşecek olurlarsa onlara yakın ve komşu olanların da o belde halkının yükümlülüğünün aynısı ile savaşa çıkmaları ge­rekir. Ve bu husus onların düşmana karşı durabilecek ve kendilerini savuna­bilecek hale geldiklerini bilinceye kadar böylece devam eder. Düşmanları­na karşı zayıf olduklarını bilen ve kendilerine yetişip de onlan kurtarabilme imkânını elde edeceğini zanneden herkesin de onlarla birlikte savaşmak üze­re yanlarına gitmesi gerekir. Çünkü bütün müslümanlar kendilerinin dışın­da kalanlara karşı tek bir eldirler.

Düşmanın girip istila ettiği bölge halkı düşmana karşı gerekli savunma­yı yapabilip düşmanı safdışı bıraktığı takdirde, bu cihad farzı da diğerlerin­den sakıt olur. Eğer düşman dar-ı İslama yaklaşıp da oraya girmeyecek olursa, yine o bölge müslumanlarının düşmana karşı çıkmaları gerekir. Tâ ki Allah’ın dini üstün gelsin, İslâm diyan korunsun, himaye edilmesi gereken­ler himaye edilsin ve düşman küçük düşürülsün. Bu hususta hiçbir görüş ay­rılığı yoktur.

Cihadın vacib olan bir diğer şekli de şudur: İslâm devlet başkanı olan ima­mın, her yit bir defa düşmanın üzerine bir bölümü gaza yapmak üzere gön­dermesi farzdır. Bunlarla kendisi de ya bizzat çıkar yahut güvendiği kimseyi onlarla beraber gönderir. Bunu da onları İslâm’a davet etmek ve İslâm’a gir­melerini teşvik etmek için yapar, onların eziyetlerini önlemek, onlar üzerin­de Allah’ın dininin üstünlüğünü sağlamak kastıyla yapar. Bu da İslâm’a girin­ceye, yahut da elleriyle cizyeyi verecekleri vakte kadar böylece devam eder.

Kimi cihad şekli de nafiledir. Bu da imamın ardı arkasına değişik kesim­leri savaşa göndermesi ve düşmanın gafil oldukları vakitlerde ve fırsat bu­lunacağı zamanlarda askerî birlikler göndermesi, saldırılarından korkulan yer­lerde ribatlar ile onları gözetlemesi ve İslâm’ın gücünü izhar etmesi şeklin­dedir.

Herkes görevini gereği gibi yerine getirmeyecek olursa, tek bir kişi ne ya­par şeklindeki sorunun cevabı da bir sonraki başlıktadır.[249]

  1. Bir Kişinin Tek Başına Yerine Getirebileceği Yükümlülükler:

Böyle bir somya şu şekilde cevap verilir: Bu durumda kişi tek başına bir esirin fidyesini ödeyerek onu esirlikten kurtarır. Çünkü o, (müslüman) bir esi­rin fidyesini ödeyecek olursa, o tek kişi hakkında müslümanlar topluluğu ara­sında bir ferd olarak ödemesi gereken miktardan daha fazlasını ödemiş olur. Çünkü bütün zenginler esirlerin fidyesini aralarında paylaştıracak olur­larsa, onlardan herbirisinin ödeyeceği miktar bir dirhemi bile bulmaz. Yine böyle bir kişi bu durumda eğer gücü yetiyorsa bizzat gazaya çıkar. Aksi tak­dirde bir gaziyi donatır. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim bir gaziyi donatırsa bizzat gazaya çıkmış gibidir. Her kim o gazinin aile hal­kını hayır ile gözetir (işlerini görür) ise o da gaza etmiş olur.[250] Bu hadisi sa­hih kaynaklar rivayet etmişlerdir.

Bunun böyle olmasının sebebi onun tek başına (bundan daha ileri) bir fay­da sağlayamaması ve matının da (bütün ihtiyaçlara) yeterli gelememesidir.[251]

  1. Kâfirlerin Elindeki Esirlere ve Kâfirlerin İstilâsına Karşı Müslümanların Yükümlülüğü:

Rivayet edildiğine göre, hükümdarlardan birisi hiç bir esiri hapse atma­mak üzere kâfirlerle antlaşmiş idi. Müslümanlardan bir kişi de kâfirlerin yur­dundan içeri girmiş idi. Kapısı kilitlenmiş bir evin yanından geçerken bir ka­dın ona: Ben burada esirim, sen benim durumumu ilgili arkadaşına bildir di­ye seslenmiş. Bu adam o hükümdar ile bir araya gelip de ona yemek ikram edip karşılıklı konuştukları bir sırada nihayet bu esir edilen ve azap gören kadının durumunu anlam. Adam sözlerini tamamlar tamamlamaz hükümdar ayakları üzerine dikildi ve derhal gazaya çıktı. Sözü geçen o sınırdaki şeh­rin üzerine yürüdü, esir kadını kurtardı ve o yeri ele geçirdi -Allah ondan ra­zı olsun-.

Bu olayı İbnü’l-Arabî zikrettikten sonra şunları da söylemektedir: Düşman -Allah onun belini kırsın- 527 yılında bizim şehrimize hücum etti. Yurdumu­zu istila etti, hayırlılarımızı esir aldı. Kalabalığının çokluğundan dolayı her­kesi dehşete düşüren büyük sayıdaki askerleriyle ülkemizin tâ ortasına ka­dar geldi. Her ne kadar sayısının ne olduğu bildirilmediyse de sayılan çok­tu. Ben, valiye de onun yönetimi altında bulunanlara da şöyle dedim: İşte Al­lah’ın düşmanı artık tuzağa ve ağa düşmüş bulunuyor. Haydi sizin de bir be­reketiniz görülsün ve siz de sizin için mutlaka yerine getirilmesi gereken di­nin yardımına koşmanız İçin sizde bir hareket olsun. Bütün insanlar hiçbir yerde hiçbir kimse kalmamak üzere düşmana karşı çıksın ve etralî iyice ku­şatılsın. Allah bu konuda size kolaylık verecek olursa, kaçınılmaz olarak düş­man helak edilecektir. Ancak günahlar galip geldi ve masiyetlerle kalpler tit­redi. Her bir kişi komşusunun tuzağa düşürülmekte olduğunu görse dahi ken­di inine çekilen bir tilki oluverdi. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn. Allah bi­ze yeter, O ne güzel vekildir![252]

  1. Canla ve Malla Cihad:

“Ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin” buyruğu ise, cihad emrini vermektedir. Cihad ise (çaba, gayret anlamına gelen): Cehd’den türemiştir.

Ebû Dâvûd, Enes’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: “Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz.”[253]

İşte bu, cihadın Allah nezdindeki en mükemmel ve en faydalı şeklini açık­lamaktadır. Bununla Hz, Peygamber en mükemmel nitelikleriyle cihada teşvikte bulunmaktadır. Mallarla cihadı öncelikle sözkonusu etmiştir. Çünkü cihad için gerekli hazırlıklar sırasında ilk harcanan, feda edilen şey odur. O ba­kımdan Hz. Peygamber bu cihad işinde sıralamayı göz önünde bulundura­rak bu sıra ile sözkonusu etmiştir.[254]

  1. Eğer yakın bir menfaat, orta yollu bir yolculuk olsaydı, elbet­te arkandan gelirlerdi. Fakat, bu kadar uzun bir mesafeyi katet-mek onlara ağır geldi. “Gücümüz yetseydi herhalde biz de sizin­le beraber çıkardık” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Kendile­rini helake sürüklüyorlar. Onların muhakkak yalancı oldukla­rını Allah biliyor.

Peygamber (sav) Tebûk gazvesinden döndükten sonra Allah bir takım kim­selerin münafıklıklarını ortaya koydu.

“Menfaat” dünya menfaatlerinden kişinin karşısına çıkan, arız olan şeyler demektir. Bunun anlamı, yakın bir mesafede elde edilecek gani­met… demektir. Yüce Allah, eğer onlar bir ganimet elde etmek için çağırı­lacak olsatardı mutlaka peygamberine tabi olacaklarını haber vermektedir.

“Bir menfaat” kelimesi, “…di” kelimesinin haberi, “Yakın” da bu menfaatin sıfatıdır. “Orta yollu bir yolculuk” ifa­desi ona atfedilmiştir….dı’nın isminin hazfedilmesi ise ifadenin ona de­lâlet etmesinden dolayıdır.

İfadenin takdiri de şöyledir: Eğer davet olundukları (ki bu sözü geçen kâ-ne: …dı’nın ismidir) yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk -yani, yol­lan bilinen ve kolay bir yolculuk- olsaydı, elbette senin arkandan gelirlerdi.

Burada belirttiğimiz gibi zamir ile kastedilenler münafıklardır. Çünkü onlar da savaşa çıkmak emrine muhatap olan topluluk arasında idiler. Arap dilinde böyle bir kullanım vardır. Araplar önce bir topluluğu sözkonusu ederler, sonra da o topluluğun bir bölümüne ait zamir kullanırlar. Nitekim yüce Allah’ın: “Aranızdan ona uğramayacak hiçbir kimse yoktur” (Meryem, 19/71) buyruğunda zamir ile kastedilenin kıyamet olduğu söylenmiştir. Daha sonra yüce Allah: “Bundan sonra sakınanları kurtarırız. Zalimleri ora­da dizleri üzerine çökmüş olarak terkederiz” (Meryem, 19/72) diye buyur­maktadır. Burada da yüce Allah “orada” ile cehennemi kastetmektedir. Sün-net-İ seniyyeden mana itibariyle bu âyet-i kerimenin bir benzeri de Hz. Pey­gamberin: “Onlardan herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun ayağı (paçası) bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bu­lunurdu”[255] buyruğudur. Şunu söylemek istiyor: Eğer onlardan herhangi bi­risi peşinen ele geçireceği ve hazırda bulunan bir şey bulunduğunu bitecek olsa, bu maksatla şüphesiz mescide gelirdi.

“Fakat bu kadar uzun bir mesafeyi katetmek onlara ağır geldi.” Ebu Libeyde ve başkaları, “uzun mesafe” anlamındaki “eş-Şukka” kelimesinin uzak bir yere yolculuk yapmak demek olduğunu nakletmişlerdir.

Bütün bunlarla kastedilen Tebûk gazvesidir. el-Kisaî’nin naklettiğine gö­re bu kelime, “şukka” ve “şikka” şekillerinde de kullanılır. el-Cevherî der ki: Ötreli olarak “şukka” söyleyişi elbiseler hakkında kullanılır Yine aynı keli­me uzak yolculuk demektir. Kimi zaman bu kelime “şikka” şeklinde de kullanılır. Bu kullanılış tahta yahut kereste gibi şeylerden çıkan ince parça­lar, kıymıklar anlamında da kullanılır. Kızmış bir kimse için;”( izi, o)Alabildiğine kızdı ve ondan bir şikka (kızgınlık alevi) uçtu” denilir.

“Gücümüz yetseydi” yani, eğer bizim de binek ve rnal sahibi olabilecek kadar elverişli durumumuz olsaydı “herhalde biz de sizinle beraber çıkar­dık diye Allah’a yemin edeceklerdir.” Burada sözü geçen “güçyetirme”nin

bir benzeri de şu buyrukta yer almaktadır: “Ona bir yol bulabilenlerin Beyt-‘i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır.” (Âl-i tmran, 3/97) Peygamber (sav) bunu açıklayarak: “(Güç yetirebilmek) azık ve binektir” di­ye buyurmuştur.[256] Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmak­tadır.

“Kendilerini” yalan ve münafıklıkla “helake sürüklüyorlar.” Bu şekilde mazeret göstermelerinde “onların muhakkak yalancı olduklarını Allah biliyor.”[257]

  1. Allah affetsin seni. Doğru söyleyenler senin için belli olunca­ya ve sen yalancıları bilinceye kadar niçin onlara İzin verdin?

Yüce Allah’ın; “Allah affetsin seni… niçin onlara izin verdin” buyruğu­nun yeni bir söz başlangıcı olduğu söylenmiştir. “Allah seni ıslah etsin, se­ni aziz kılsın, sana rahmet buyursun. Şu şu oldu” demeye benzer. Bu açıklamaya göre yüce Allah’ın: “Allah affetsin seni” anlamındaki; buyruğu üzerinde vakıf (durak) yapmak güzel olur. Bunu Mekkî, el-Mehdevî ve en-Nehhas nakletmiştir.

Yüce Allah, Hz. Peygamber’e korku ve sabırsızlıktan dolayı kalbi rahat­sızlanmasın diye günahını sözkonusu etmeden affettiğini haber vermektedir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Onlara izin vermekten ötürü gü­nahını Allah affetmiştir. O takdirde bu buyruk üzerinde vakfetmek güzel ol­maz. Bunu da el-Mehdevî nakletmiş, en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir.

Burada sözü geçen “izin” ile ilgili iki görüş ileri sürülmüştür.

Birinci görüşe göre seninle birlikte savaşa çıkmaları hususunda “niçin on­lara izin verdin” demektir. Çünkü onların gerekli hazırlıkları yapmaksızın ve samimi bir niyetleri bulunmaksızın savaşa çıkışları bir bozgunculuk (fe­sat )dır.

İkinci görüşe göre ise, onlar bir takım mazeretler ileri sürünce, oturma­ları için “niçin onlara izin verdin” anlamındadır.

Bu iki açıklamayı el-Kuşeyrî sözkonusu ettikten sonra şöyle der: Bu, ol­dukça lütufkârane bir sitemdir. Çünkü “Allah affetsin seni” diyerek başla­mıştır. Hz. Peygamber de bu hususta nazil olmuş bir vahiy bulunmaksızın onlara izin vermişti.

Katade ve Amr b. Meymun derler ki: Peygamber (sav) emrotunmaksızın iki iş yapmıştır: Birisi kendisiyle birlikte savaşa çıkmayıp geride kalmaları için münafıklardan bir kesime izin vermesi, halbuki vahiy olmaksızın herhangi bir iş yapmaması gerekirdi. Diğeri ise, (Bedir) esirlerinden fidye almasıdır. İşte Kur’an-ı Kerim’in ilgili buyruklarında duyduğunuz şekilde bundan do­layı AJlah ona serzenişte bulunmuştur.

Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Hz. Peygamberin acele edip yap­tığı bu işler, evlâ olanı terketmekten ibaretti. O bakımdan yüce Allah sitem şeklindeki hitaptan önce onu affettiğini belirtmektedir.

“Doğru söyleyenler senin için belli oluncaya ve sen yalancıları bitin­ceye kadar…” buyaığu da, ileri sürdüğü mazeretinde doğru söyleyen ile mü­nafıklık edeni birbirinden ayırt edinceye ve açıkça ortaya çıkıncaya kadar…demektir. İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav.) o gün münafıkları şahıslanyla tanımıyordu. et-Tevbe Sûresi’nin nüzulünden sonra şahıslanyla onları tanı­mış oldu.

Mücahid der ki: Bunlar: Cihada çıkmayı; oturmak hususunda izin istiye-lim. Bize izin verirse otururuz. İzin vermeyecek olsa bile yine otururuz, di­yen kimselerdi .

KaCade de der ki: Yüce Allalı bu âyet-i kerimeyi en-Nur Sûresi’nde yer alan: “Bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan kime istersen izin ver” (en-Nur, 24/62) buyruğu ile nesh etmiştir. Bunu en-Nehhâs, “Meâni’l-Kur’ân” adlı eserinde zikretmektedir.[258]

  1. Allah’a ve âhiret gününe İman edenler mallarıyla, canlarıyla ci-had etmelime) konusunda senden izin İstemezler. Allah takva sa­hiplerini çok iyi bilendir.
  2. Ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüphe­ye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran kimseler senden izin isterler.

“Allah’a ve âhiret gününe iman edenler” oturmak ve cihada çıkmamak hususunda “…senden İzin istemezler.” Aksine bunlar, kendilerine herhan­gi bir hususu emredecek olursan, hemen onu yerine getirmeye çalışırlar.

İşte b,öyle bîr zamanda mazereti bulunmaksızın savaşa çıkmamak üzere izin istemek, münafıklığın alâmetlerinden idi. Bundan dolayı yüce Allah: “An­cak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran kimseler senden İzin İster­ler” diye buyurmaktadır.

Ebû Dâvûd, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: “Allah’a ve âhiret gününe iman edenler… senden izin İstemezler” âyetini, en-Nûr Sûresi’nde yer alan: “Mü’minler ancak a kimselerdir ki onlar Allah’a ve Resülüne

iman ederler… Muhakkak Allak mağfiret edendir, Rahimdir” {en-Nur, 24/62) âyeti nesh etmiştir.[259]

“Cihad etme(me)” buyruğu, ez-Zeccâc’a göre takdiri ile nasb mahallindedir. (Bu takdire göre anlam: Cihad etme(me) hususunda sen­den izin istemezler, şeklinde olur). İfadenin takdirinin: “Cihad etmekten hoşlanmadıkları için…” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın:” Allah yanılırsınız (yanılmayasınız) diye size açık­lıyor” (en-Nisa, 4/176) buyruğu gibi.

“Kalpleri” din hususunda “şüpheye düşüp de kendileri şüphelerinin İçinde bocalayıp duran” yani, şüpheleri içinde gidip gelen, kararsız kalan “kimseler senden izin isterler.”[260]

  1. Eğer onlar çıkmak İsteselerdi elbet bunun İçin bir hazırlık ya­parlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını çirkin gördü de ken­dilerini alıkoydu ve: “Oturanlarla beraber oturun” denildi.

“Eğer onlar çıkmak isteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlar­dı” yani, cihada çıkmak isteselerdi yolculuk için gerekli hazırlıkları yapar­lardı. İşte onların hazırlık yapmayışlan savaştan geri kalmak istediklerinin de­lilidir.

“Fakat Allah onların” seninle birlikte cihada “çıkmalarını çirkin gördü de kendilerini” seninle birlikte çıkmaktan “alıkoydu” ve onların, senin yardımına koşmalarına fırsat vermedi. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: Eğer oturmak için bize izin vermeyecek olursa, biz de mü’minler aliyhine başka­larını kışkırtır ve fesat çıkartırız. Buna da bundan sonra: “Eğer onlar sizin­le birlikte çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka birşey yap-mazlar… dt” (et-Tevbe, 9/47) buyruğu delil teşkil etmektedir.

“Ve; Oturanlarla beraber oturun, denildi.” Bir görüşe göre bu onların bir­birlerine söyledikleri bir sözdür. Diğer bir görüşe göre ise bu, Peygamber (sav)ın sözlerindendir. O takdirde bu daha önce kendisinden söz edilen Hz. Peygamberin verdiği izin demek olur. Bir diğer görüşe göre Peygamber (sav) bu sözü onlara kızgınlıkla söylemiş, onlar da lafzın zahirini kabul ederek: Peygamber bize izin vermiş bulunuyor, demişlerdi. Bir diğer görü­şe göre bu, onların savaşa çıkmayıp yardımdan uzak kalmalarını ifade eder. Yani, yüce Allah onların kalplerine oturma duygusunu yerleştirdi. “Oturan­larla beraber” buyruğu ise, hastalık sahibi, kör, kötürüm, kadın ve çocuk­larla beraber oturun, demektir.[261]

  1. Eğer onlar aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar, aranıza fitne sokmak kastıyla mu­hakkak koşarlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri çok iyi bilendir.

“Eğer onlar aranızda çıksalardı, sizde şer ve fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlar… di” buyuruğu münafıkların geride kalıp mü’minlerle bir­likte çıkmamaları dolayısıyla mü’minlere bir tesellidir.

“Şer ve fesad; bozgunculuk, laf taşımak (koğucuhık) ve ayrılık­lar tohumunu ekip yalan şayialar çıkartmak” demektir. Bu kelime burada mun-katı’ bir istisnadır. Yani, onlar sizin gücünüzü artırmazlardı. Bunun yerine şer ve fesat çıkartmaya çalışırlardı, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre mana şudur: Onlar, İçinde bulundukları müte­reddit görüşleriyle sizin ancak şer ve fesadınızı artırırlardı. O takdirde istis­na munkatı’ olmaz.

“Aranıza fitne sokmak kastıyla muhakkak koşarlardı” yani, aranızı bozmak için çabucak harekete geçerlerdi. “Koşmak, hızlıca yürü­mek” demektir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demektedir:

“Keşke onda ben bir genç delikanlı olsaydım Ve orada hızlıca koşup gidip gelseydim.”

Deve koşup ve hızlıca yürüyüp yol aldığı vakit denilir. Bunun “ Onu bıraktım” demektir.ın kısmen hızlı yürümeyi ifa­de eden; şeklindeki yürüyüş olduğu da söylenmiştir.

“Aranıza” kelimesinin “ara” anlamına gelen; ise; iki şey arasında­ki aralık demektir. Bunun çoğulu, şeklinde gelir ki bu da saflar ara­sındaki aralık ve boşluk manasına gelir.

Yani onlar (sizinle birlikte çıkmış olsalardı) laf alıp götürmek ve aranızı bozmak suretiyle sizi birbirinizden uzaklaştırırlardı.

“Aranıza fitne sokmak kastıyla” anlamındaki buyruk ikinci bir mef uldür. Yani onlar sizin fitneye düşmenizi de arzu ediyorlardı. Bu da aranızın bozul­masını ve bir birinize karşı kışkırtmayı istiyorlardı, demektir. Burada sözü ge­çen “fîtne”nin şirk manasına geldiği de söylenmiştir.

“Aranızda onlara kulak verecekler de vardır.” Yani, aranızda sizden ha­berler alıp onlara taşıyacak casuslar vardır. Kata de: Aranızda onların sözle­rini kabul ile karşılayan, onlara itaat eden kimseler vardır diye açıklamıştır. en-Nehhâs der ki: Birinci görüş daha uygundur. Çünkü, “Kulak ve­renin iki anlamından daha çok kullanılan manası, sözü işiten, ona kulak ve­ren kimse demektir. Yüce Allah’ın: “Yalana çokça kulak ve­renler” (el-Maide, 5/42.1 buyruğu da buna benzemektedir. İkinci görüşün işa­ret ettiği manayı İfade etmek için İse, hemen hemen; “Dinleyen” ke­limesinden başkası kullanılmaz.[262]

  1. Andolsun ki, onlar bundan önce de fitne aramışlar, sana karşı bir takım ister çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar İsteme­dikleri halde Allah’ın emri üstün geldi.

“Andolsun ki, onlar bundan önce de fitne aramışlar…” Yani, onlar du­rumları açığa çıkmadan ve gizledikleri hususlara ve ileride yapacakları şey­lere dair vahiy inmeden önce de fesat çıkarmak ve kötülük yapmak istemiş­lerdi.

İbn Cüreyc der ki: Bu buyruğuyla yüce Allah münafıklardan oniki kişiyi kastetmektedir. Bunlar Akabe gecesi Peygamber (sav)Ve suikast yaparak öldürmek için Seniyetü’1-Vedâ denilen yerde pusu kurmuşlardı.

“Sana karşı da birtakım işler çevirmişlerdi.” Yani onlar, senin getirdi­ğin valiyi çürütmek hususunda çeşitli görüşler ortaya atmış, işler çevirmiş­lerdi. “Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri” ya­ni O’nun dini “üstün geldi.”[263]

  1. Onlardan bazdan da: “Bana İzin ver, beni fitneye düşürme der­ler. Bilin ki onlar, zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Şüphe yok ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
  2. Eğer sana bir iyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez. Şa­yet sana bir musibet erişirse: “Biz daha önce tedbirimizi almı­şız” derler ve sevinçle dönüp giderler.

“Onlardan bazıları da: Bana izin ver…derler” buyruğundaki “İzin ver” emir fiili; İzin verdi, verir’den emirdir. Bu fiilden emir ya­pılacak olursa, başa esreli bir hemze ve ondan sonra da fiilin “fâ”sı (birinci harfi olan hemze) gelir. Ancak iki hemze bir arada bulunmayacağından ma­kabli de esreii olduğundan dolayı, ikinci hemze “ye” harfi ile ibdaledilerek denilir. Ancak bu emir vasıl ile okunucak olursa, iki hemzenin bir ara­da bulunmasını engelleyen illet ortadan kalkar ve bu sefer ikinci hemze vasıl ile okunur. Bundan sonra da hemze telaffuz edilerek; “Onlardan bazıları das Bana izin ver… derler” diye okunur. Verş ise Nafi’den: “Onlardan bazdan da: Bana izin ver… derler” diye oku­duğunu rivayet etmektedir. Böylelikle hemzeyi sakin değil de “vav” olarak harf-i medmiş gibi okur.

en-Nehhas der ki: “Filana izin ver, sonra ona izin ver” denilecek olursa, her ikisindeki “izin ver” anlamındaki kelimelerin yazılışla­rında “zel” harfinden önce hemze ve “ye” vardır. Şayet; “Filana izin ver ve başkasına izin ver,” denilecek olursa, bu sefer ikincisinde “ye” getirilmez. “Vav” yerine “fe” harfi kullanılacak olursa yine böyledir. “Sonra” ile “vav” arasındaki farka gelince; “sonra” anlamındaki kelime üzerinde vakıf yapılabilir ve diğer kelimelerden ayrı okunabilir. “Vav” İle “fe” harfleri üzerinde ise ne vakıf yapılabilir, ne de ayrı yazılabilirler.

Muhammed b. İslıak der kt: Rasûlullah (sav) Tebûk’e çıkmak istediğinde, Selemeoğullarından el-Ced b. Kays’a şöyle demişti: “Ey Ced, Rumlar ile sa­vaşıp da onlardan odalık cariyeler ve hizmetçiler edinmeye ne dersin?” el-Ced şu cevabı verir: Kavmim, benim kadınlara ne kadar düşkün olduğumu bilirler. Ben, Sanoğullarının (Rumların) kadınlarını görecek olursam, onlara karşı kendimi tutamayacağımdan korkarım. Sen beni fitneye düşürme de, oturmak üzere bana izin ver. Buna karşılık malımla sana yardımcı olacağını. Rasûlullah (sav) ondan yüzçevirip: “Haydi sana izin verdim” diye buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[264] Onların yüzlerinin güzelliği do­layısıyla sen benî fitneye düşürme demek istemişti. Oysa, onun münafıklık­tan başkaca bir rahatsızlığı yoktu.

el-Mehdevî der ki: San (el-Asfar), Habeşlilerden bir adamdır. Bunun, çağlarında kendilerinden daha güzel hiçbir kimsenin bulunmadığı kızları var­dı. Ve o sırada o kişi, Rum diyarında bulunuyordu.

Bir diğer görüşe göre onlara bu ismin veriliş sebebi, Haberlilerin Rumla­ra galip gelmiş olmalarıdır. Onlardan kız çocukları olmuş, bu kız çocukları ise Rumların beyaz tenlerinden, Habeşlilerin de siyah tenlerinden etkilene­rek kırmızı ve sarı karışımı bir ten renkleri olmuştu. İbn Atiyye der ki: İbn İshak’m bu görüşünde nisbeten bir gevşeklik vardır.

Taberî de isnadını kaydederek Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu kay­detmektedir: “Haydi gazaya çıkınız. San’nın kızçocuklarmı ganimet alacak­sınız.” Bunun üzerine el-Ced ona: Sen bize izin ver de, kadınlar sebebiyle bi­zi fitneye düşürme. Bu ise, birincisinden daha farklt bir açıklamadır. Müna­fıklığa ve Rasûlullah’a karşı çıkmaya daha yakışan hal budur. Bu âyeti ke­rime nazil olunca, Peygamber (sav) SelemeoğuHarına -ki, el-Ced de onlar­dan birisiydi- şöyle demişti: “Sizin efendiniz kimdir ey Selemeoğulları?” On­lar: Efendimiz Ced b. Kays’dır. Şu kadar var ki o, hem cimri hem korkaktır, demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu: “Peki, cim­rilikten daha kötü ve büyük bir kusur ne olabilir? Hayır, sizin efendiniz o be­yaz tenli delikanlı olan Bişr b. el-Berâ b. Ma’rûr’dur.”[265] Ensar’dan Hassan b. Sabit de Bişr b. el-Berâ hakkında şunları söylemiştir;

“Cömertliği dolayısıyla Bişr b. el-Berâ önder kılındı

Gerçekten Bişr b. el-Berâ önder kılınmaya layıktır

Bir heyet ona geldi mi, bütün malım harcar da

Bunu alın der, ben yarın yine döneceğim (aynı şeyleri yapacağım), der.”

“Bilin İti onlar, zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir.” Yani, günah ve masiyetin ta içine düşmüşlerdir. Bu da münafıklık ve Peygamber (sav)’dan geri kalmaktır.

“Şüphe yok ki cehennem kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.” Onlar cehen­nem ateşine doğru yol alıyorlar. O, onları kuşatacaktır.

“Eğer sana bir İyilik isabet ederse bu onların hoşuna gitmez.” Anlamın­daki buyruk, şart ve cevabını birlikte ifade etmektedir. Aynı şekilde: “Şayet sana bir musibet erişirse, biz daha önce tedbirimizi almışız derler ve se­vinçle geri dönerler” buyruğu da bu şekildedir. “Ve…” den sonrası da ikin­ci şart cümlesine atfedilmiştir. Âyet-i kerimede geçen: “İyflilrden kasıt, ga­nimet ve zaferdir. “Musibet’ten kasıt ise yenilgiye uğramaktır.

“Biz daha önce tedbirimizi almışızdır” şeklindeki sözleri ise, kendimiz için gerekli ihtiyatî tedbirleri aldık ve bu konuda kararımızı verdik. O bakım­dan savaşa çıkmayacağız, demektir. “Ve sevinçle dönüp giderler” bu yaptıklarını beğenerek, imandan yüzçevirir giderler.[266]

  1. De ki Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize isabet etmez. O bizim mevlâmızdır. Onun için mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayanmalıdır.”

“De ki: Allah’ın bizim İçin yazdığından başkası asta bize isabet et­mez.” Bir görüşe göre Levlı-i Malıfuz’da yazılanlar; bir diğer görüşe göre, O’nun bize Kitabında; biz ya zafer kazanır ve bu zafer bizim için güzel olur, yahut da öldürülür şehid düşeriz, bu da bizim için daha büyük bir güzellik olur diye haber vermiş olduğundan başka bir şey olmaz, demektir. Yani, herşey ilâhî kaza ve takdir iledir. Nitekim el-A’raf Sûresi’nde (.7/37. âyetin tef­sirinde) ilim, kader ve kitabın aynı şeyler olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

“O, bizim mevlâmızdır” bize yardım edecek olandır. Tevekkül ise; işi O’na havale etmektir.

Cumhur; şeklinde; ile nasb ile okurlar. Ebu Ubeyde Araplar arasında bu edat dolayısıyla muzari fiili cezm ile okuyanlar bulunduğunu nak­letmektedir. Talha b. Musarrif bunu; “Bize İsabet eder mi” diye okunmuştur. Rey Kadısı A’yen’den, Onun bunu: “De ki… asla bize isabet etmez” şeklinde “nun” harfini şeddeli olarak okuduğu da nakle­dilmiştir ki, böyle bir okuyuş lalın’dir. Çünkü haber olan bir ifade “nün” ile tekid edilmez. Şayet bu Talha’nın kıraatinde olsaydı caiz olurdu. Nitekim yü­ce Allah: “Hilesi kızgınlık duyduğu şeyi giderir mi…” (elHacc, 22/15) diye buyurmuştur.[267]

  1. De ki: “Bize İki güzel şeyin birinden başkasının gelmesini mi gö­zetir durursunuz? Halbuki biz, Allah’ın size kendi katından ya­hut bizim ellerimizle bir azap getireceğini bekliyoruz. Öyleyse bekleyiniz. Muhakkak biz de sizinle beraber bekleyenleriz.”

“De ki; Bize… mi gözetir durursunuz” buyruğunu, Kûfeliler “lam” harfini “te” ile idğâm ederek okurlar, Marife “lam”ının (ismi be­lirtici lâm) İse, (bu gibi harflerden önce gelirse) İdğamdan başka türlü okun­ması caiz değildir. Nitekim yüce Allah’ın: “Tevbe edenler” (et-Tev-be, 9/112) buyruğunda da böyledir. Çünkü Arapçada marife lam’ı çokça kul­lanılır. Ancak yüce Allah’ın;” De ki: Geliniz” (el-En’âm, 6/151) buy­ruğunda lam’ın “te” harfine idğam edilmesi caiz değildir. Çünkü: “De ki” fiili illetli bir fiildir, İdğam yapmak suretiyle ondaki bu illeti ikiye çıkar­mazlar. “Beklemek” demektir. Mesela; ” ifadesi, yiye­ceği, pahahlanıncaya kadar bekledi,” bekletti, anlamına gelir.

Güzel şey” kelimesi, “En güzel”in müennesidir. hem tekil, hem çoğul olarak kullanılır. Bu kelime, ancak harf-i ta­rifli olarak kullandır. O bakımdan “güzel bir kadın gördüm” anlamında; denilmez.

“İki güzel şey”den kasıt ise, ganimet ve şelıadetür. Bu açıklama îbn Ab-bas, Mücahid ve başkalarından nakledilmiştir. İfadede lafız soru şeklinde ol­makla birlikte azarlamak anlamındadır.

“Halbuki biz, Allah’ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle bir azap getireceğini bekliyoruz” yani sizden önceki ümmetlere isabet eden ce­zalar gibi sizi helak edecek bir cezayı katından üzerinize göndermesini, ya­hut da bize sizinle savaşmak üzere izin vermesini bekliyoruz. “Öyleyse bekleyiniz’’ ifadesi ise bir tehdittir. Yani, şeytanın size olan vaadlerini bek­leyiniz. Biz de Allah’ın bize vaadlerini beklemekteyiz.[268]

  1. De ki: “İsteyerek veya islemeyerek harcayın. Sizden asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz, fasıldık eden bir kavim oldunuz.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:[269]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Anlamı:

İbn Abbas der ki: Bu âyet-i kerime Oturmak üzere bana izin ver, işte ma­lım onunla sana yardımcı olayım, diyen el-Ced b. Kays hakkında nazil ol­muştur.

Yüce Allah’ın: “Harcayın (intak edin) buyruğu bir emirdir. Ancak şart ve cevap manasına gelmektedir. Araplar böyle bir durumda ifadeyi bu şekilde kullanır ve “veya (ev)” edatını kullanır. Nitekim şair şöyle demiştir:

“Bize iyilik veya kötülük yap. Tarafımızdan kınanmazsın sen. Ve eğer uzaklaşıp gidersen dahi senden uzaklaşılmaz.”

Yani, sen kötülük veya iyilik yapsan da biz senin bildiğin durumdayız.

Âyetin anlamı şudur: Siz, isteyerek yahut istemeyerek harcayacak olsanız dahi bu harcamalarınız kabul olunmayacaktır. Sonra Allah onların harcama­larının niçin kendilerinden kabul olunmayacağını beyan ederek şöyle buyur­maktadır: “Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şu­dur: Onlar Allah’ı ve Rasulünü inkâr etmişlerdir.” (et-Tevbe, 9/54) İşte bu, kâfirlerin dünyadaki iyi işlerinin ahirette faydasını göremeyeceklerinin en açık delillerinden birisidir ki, bu da bir sonraki başlığımızın konusudur:[270]

  1. Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur:

Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlanm gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabım almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim’in Âişe (r.anha’)’dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah’ın Rasû-lü, dedim. İbn Cud’an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöy­le buyurdu: “Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rab-bim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir.”[271]

Enes (r.a)’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: “Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Ni­hayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kal­mamış olur,”[272] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah’ın: “… Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz” (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah’ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kâfirin yaptığına “hasene: güzellik, iyilik” denilmesi ise, kâfirin bu husus­taki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah’a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah’a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna “hasene” deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[273]

  1. Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:

Denilse ki; Müslim’de, Hakîm b. Hizâm’dan Rasûlullah (sav)’a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü, ben calıiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun “Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm’a girdin.”[274]

Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: “Sen, geçmişte yaptığın hayır­lar üzere İslama girdin” ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah’a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah’a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huylann İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazan­dırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm’da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah’ın onu mükâfatlandırması Allah’ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah’ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mü­kâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm’a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: “Sen, geçmişte yaptıkların üze­re müslüman oldun.” Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm’a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm’a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[275]

  1. Ebu Talib’in Özel Durumu:

Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: “Evet” diye buyurdu. “Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım.”[276]

Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur’an-ı Kerim: “Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez” (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: “Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da” (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)’ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: “Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar.”[277] Hz. Abbas’ın rivayet ettiği hadiste de: “… ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu” dediği de kayde­dilmektedir.[278] Yüce Allah’ın: “Çünkü siz, fâsıkhk eden bir kavim oldunuz” kâfirler oldunuz, demektir.[279]

  1. Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar Allah’ı ve Rasûlünü İnkâr etmişlerdir. Namaza ancak iişene üşene gelirler. İnfaklarını da mutlaka isteksiz ya­parlar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[280]

  1. Amellerin Kabul Edilmesi ve Küfür:

Yüce Allah’ın: “Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar…” buyruğundaki; (ya­ni “kabul edilmesini” terkibindeki: “…me…” nasb mahallindedir. İstisna edatından sonra gelen; ise ref mahallindedir. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Onlardan yaptıkları harcamaların kabul edilmesini engelleyen tek husus, onların kâfir oluşlarıdır.

Kûfelüer “Onlardan kabul edilmesini” buyruğunu (“te” harfi ile değil de) “ye” ile okumuşlardır. Çünkü “harcamalar” (anlamındaki “nefakat”) ile intak (harcamak), aynı şeydir.[281]

  1. Namazdan Ûşenenler:

Yüce Allah’ın: “Namaza ancak üşene üşene gelirler” buyruğu ile ilgili ola­rak İbn Abbas şöyle demiştir: Böyle bir kimse cemaat arasında bulunursa na­maz kılar, tek başına kalırsa namaz kılmaz. Böyle bir kişi namaz dolayısıy­la bir mükâfat ummayan, onu terk etmekten ötürü de bir ceza göreceğinden korkmayan bir kimsedir. Münafıklık kaçınılmaz olarak ibadette bir tembel­liğe götürür. en-Nisâ Sûresi’nde (4/142. âyetin tefsirinde) bütün bu hususlara dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Orada bütün tafsilatıyla el-Alâ ha­disini de zikretmiş bulunuyoruz.[282] Cenab-ı Allah’a hamd olsun.[283]

  1. Münafıkların İnfakı:

“İnfaklarını da mutlaka İsteksiz yaparlar.” Çünkü onlar bu intaklarını bir borç yükü diye sayarlar, intakta bulunmamayı da bir ganimet bellerler. Durum böyle olduğuna göre, onların bu harcamaları asla makbul olamaz ve önceden de geçtiği üzere bunlardan dolayı onlara sevap verilmez.[284]

  1. Artık onların malları da, evlatları da seni imrendirmesin. Doğ­rusu Allah, bunlar yüzünden dünya hayatında onları azaba uğ­ratmayı ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını ister.
  2. Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildirler. Fakat onlar korkak bir toplu­luktur.

Yani bizim onlara verdiklerimiz hoşuna gitmesin. Onlara da meyletme. Çünkü bu bir istidrâcdır.

“Allah bunlar yüzünden… onları azaba uğratmayı… ister.” el-Hasen der ki: Yanı, onlan zekât vermek zorunda bırakmak ve Allah yolunda infaka mec­bur etmek suretiyle onları azaplandırır, demektedir. Taberî’nin tercih ettiği görüş de budur.

İbn Abbas ve Katade: İfadede takdim ve tehir vardır, derler. Yani, dünya hayatında onlann mallan da evlatları da seni imrendirmesin. Çünkü Allah bun­lar sebebiyle ahirette onlan azaplandtrmak ister. Arapça bilginlerinin çoğun­luğunun görüşü budur. Bunu da en-Nehhâs nakletmiştir.

Mal toplamak uğrunda çalışıp didinmek suretiyle onları azaplandınr di­ye de açıklanmıştır. Bu açıklamaya ve

el-Hasen’in görüşüne göre ise ifade­de takdim ve tehir diye birşey yoktur ve bu güzel bir açıklamadır.

Bir diğer görüşe göre mana şöyledir: Onlann mallan da çocukları da se­ni imrendirmesin. Allah, münafık olduklarından ötürü dünya hayatında on­ları azaplandırmak ister. Çünkü onlar, istemeyerek, hoşlanmayarak intakta bu­lunurlar. Bundan ötürü de yaptıkları harcamalar onlar için bir azap sebebidir.

“Ve canlarının kâfirler olarak güçlükle çıkmasını İster” buyruğu, yüce Allah’ın onlann kâfirler olarak ölmelerini murad ettiği ve bunu önceden tak­dir ettiği hususunda açık bir nasstır.

“Onlar muhakkak sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler.” yü­ce Allah, mü’min olduklanna dair yemin etmelerinin münafıklann huyundan olduğunu açıklamaktadır. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Münafıklar sana geldiklerinde: Biz şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah’ın Resûlüsün, dediler…” (el-Münâfikûn, 63/1) âyeti de buna benzemektedir.

“Onlar korkak bir topluluktur.” Hallerinin açığa çıkıp da bundan Ötürü öldürülmekten korkarlar, anlamındadır.[285]

  1. Eğer sığınacak bir yer yahut mağaralar veya sokulacak tnr de­lik bulsalardı, serkeş bir at gibi süratle o tarafa yönelirlerdi.

“Eğer sığınacak bir yer… bulsalardı” buyruğunda vakıf böylece (yani tenvinli olan hemze elif gibi okunarak) yapılır. Yazıda birisi hemze diğeri ise tenvinden bedel olarak iki elif ile yazılır. ” Bir cü­zü gördüm” ifadesi de böyledir.

“Sığınacak bir yer” Katade ve başkalarından nakledildiğine göre kale di­ye açıklanmıştır. İbn Abbas, korunulacak ve himaye olunacak yer; di­ye açıklamıştır ki, bunlar aynı şeylerdir. “Ona sığındım” demektir. Mastarı İse, şeklinde gelir, da aynı şekilde ona sığındım, anlamındadır. Yine kelimeleri de; sığınak ve sığınılan yer, demektir.ise, ikrah, zorlamak, mecbur etmek manalarına gelir. “Onu o şeye mecbur ettim,” anlamına gelir.

“İşimi Allah’a havale ettim,” anlamındadır. Amr b. Lece et-Temimî (doğrusu baskıya hazırhyanın da ifade ettiği gibi et-Teynrfdir) ise şair birisidir. Bu açıklamaları el-Cevherî’den aktardık.

“Yahut mağaralar” kelimesi, “mağara” kelimesinin çoğulu olup, bu da,Çok yağmur ihsan etti, eder, fiilinden türemektedir. el-Ahfeş, bunun;kipi île (aynı anlama gelir) gelmiş olması da mümkündür, demektedir. Şairin şu mısraında oludğu gibi:

“Akşamı ettiğimiz vakit de sabahladığımız vakit de Allah’a, hamd olsun.”

İbn Abbas der ki: Mağaralardan kasıt, içe doğru büyük oyuklar ve sirdap-lardır ki, bunlar içlerinde gizlenilip saklanılan yerlerdir, Su yerin dibine çekildi, pınar yerin dibine çekildi,” fiilleri de buradan gelmek­tedir.

Veya sokulacak bir delik” kelimesi, “Girmekken “müfteal” vezninde kullanılan bir kelimedir. İçine girmek suretiyle gizleni­lip saklanılan yer demektir. Bunu (aynı manada olmakla birlikte) tekrarlama­sı, lafzın farklılığından ötürüdür. en-Nehhâs der ki: Bu kelimenin asli; şeklindedir, “te” harfi “dal” harfine dönüşmüştür. Çünkü “dal” ceh­ri bir harf, “te” ise mehmustur ve her ikisinin de mahreci birdir.

Bir görüşe göre de bir kelimenin aslı; şeklinde veznindedir. Nitekim Ubey’in kıraatinde; şeklindedir ki, bunun manası; ar­dı arkasına girmek demektir. Yani kendileri İle birlikte girecek bir topluluk bulsalardı… anlamına gelir. el-Mehdevî derki: Bu şekilde kelime, Gi­rişi zorla yapma pahasına da olsa gerçekleştirmek anlamını ifade eder. Yine Ubey’den bu kelimeyi; (Suâli) şeklinde ‘den gelen bir ism-i mekân ola­rak okuduğu da rivayet edilmiştir ki, bu şaz bir rivayettir. Çünkü bu kelime­nin sülâsisi Sibeveyh ve onun görüşünü benimseyenlere göre müteaddİ de­ğildir. el-Hasen, İbn Ebi İslıak ve İbn Muhaysin ise bu kelimeyi, şek­linde “mim” harfini üstün, “dal” harfini de sakin olarak okumuşlardır. ez-Zec-câc der ki: Bu kelime “mim” harfi ötreli, “dal” harfi de sakin olmak üzere;şeklinde de okunur. İbn Muhaysın’ın kıraati; Girdi, gi­rer fiilinden, diğerinin kıraati ise; Girdirdi, girdirir Fiilinden ismi mepul yapılmıştır. (Mimli) mastarı mekan ve zaman isimleri de aynı şekil­de gelir. Nitekim Sibeveyh şöyle bir mısra nakletmektedir:

“ibn Hemmam’ın Has’amlılar üzerine baskını gibi.”

Katade, İsa ve el-A’meş’ten “dal ve hı” harflerini şeddeli;şeklin­de okudukları da rivayet edilmiştir. Cumhur “dal” harfini şeddeli olarak okumuştur. Yani, içine kendilerini sokacakları bir yer bulsalardı, demektir. İşte bu kelime ile ilgili altı farklı kıraat.

“… Serkeş bir at gibi” yani, sür’atle ve hiçbir kimse onları geri çevireme-yecek bir surette “o tarafa yönelirlerdi” oraya doğru giderlerdi.

“Serkeşlik ederek” ifadesi dizginlerin alıkoymaması halinde at hakkında kullanılan;O den gelmektedir. Şair der ki:

“Binicisini hızla götürür, serkeş bir attır o. Ve o atın hızlıca koşusu Ateşte yakılan hurma dallarının çıkardığı sese benzer.”

(Âyet-i kerimenin) anlamı şudur: Eğer onlar, sözü geçen bu şeylerden her­hangi birisini bulacak olsalardı, müstümanlardan kaçarak hızlıca oraya arka­larını döner, giderlerdi.[286]

  1. Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar. Çünkü eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Şayet onlardan kendilerine verilmezse hemen kızarlar.

“Bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar.” Katâde’den gelen açıklamaya göre senin aleyhine konuşur, tenkit ederler. el-Hasen seni ayıp­larlar diye açıklamıştır. Mücahid de: Gelir senden ister ve bu konuda seni sı­nai, demiştir.

en-Nehhâs der ki: Dil bilginlerince kabul edilen görüş Katâde İle el-Ha-sen’in açıklamasıdır. Çünkü bir kimseyi ayıpladığı vakit;”Onu ayıp­ladı, ayıplar” denilir. Sözlükte ise bu, gi2İice ayıplamak anlamına gelir.

el-Cevherî der ki: Lemz, ayıp demektir. Aslı ise kaş-göz ile işarette bulun­mak için kullanılır. Bu fiilin muzarii;”Onu ayıpladı, ayıplar,” şeklinde “mim” harfi hem esreli hem ötreli kullanılır, her iki şekilde de bu kelime okunmuştur. ise, çokça ayıplayan kişi demektir. Yine bu fi­il bir kimseyi itip onu vurmayı anlatmak için de kullanılır.

da aynı anlama gelir. O bakımdan; da çokça ayıplayan kişi demektir. aynı anlamı verir. Yine şeklinde çok ayıplayan erkek, çok ayıplayan kadın diye kullanılır, “Onu itti ve vurdu” anlamındadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Lemz, yüze karşı yapılan ayıplama, hemz ise bir kimsenin gıyabında, görmediği yerde ayıplanması demektir. Şanı yüce Allah, münafıklardan bir topluluğu Peygamber (sav)’ı sadakaları tevzi ve dağıtma­sı hususunda ayıplamakla ve kendilerine de birşeyler versin diye kendileri­ni fakir olduğunu ileri sürmekle vasfetmektedir.

Ebu Said el-Hudrî der ki: Rasûlullah (sav) bir malı paylaştırmakta iken, Hâ­rici asıllı olan Hurkus b. Zuheyr onun yanına geldi. -Ki, buna Temimli Zul Huveysİra da denilir.- Bu adam: Ey Allah’ın Rasûlü adaletli ol, deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yazıklar olsun sana, ben adil olmazsam kim adil olur ki.” Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu, sahih bir hadis olup bu mana ile Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[287]

İşte bu esnada Ömer b. el-Hattab (r.a) şöyle buyurmuştur: Bırak beni ey Allah’ın Rasûlü de, şu münafığı öldüreyim. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: “İnsanların benim arkadaşlarımı öldürttüğümden söz etmelerin­den Allah’a sığınının. Şüphesiz ki bu ve onun arkadaşları Kur’an okurlar ama Kur’an gırtlaklarından aşağıya inmez. Onlar ondan okun hedefini delip geç­tiği gibi sıyrılıp çıkarlar.”[288]

  1. Keşke onlar Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olsalardı da: “Allah bize yeter, yakında bize lütuf ve kereminden Allah da verecektir Rasûlü de. Biz, ancak Allah’tan umara” de­selerdi.

Yüce Allah’ın: “Keşke onlar Allah’ın ve Rasulünnn kendilerine verdi­ğine razı olsalardı…” buyruğundaki;”Keşke…” nin cevabı hazf edilmiş­tir. İfade: Onlar için daha hayırlı olurdu, takdirindedir.[289]

  1. Sadakalar; ancak fakirlere, yoksullara, onu toplamakla görevlen­dirilenlere, kalpleri (İslâm’a) alıştırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda harcamaya ve yolculara -Allah’tan bir farz olarak- mahsustur. Allah her şeyi bilendir, Hakimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz başlık halinde sunacağız:[290]

  1. Zekâtın Hikmeti:

“Sadakalar ancak fakirlere… mahsustur.” Bu buyrukla yüce Allah bir ta­kım İnsanlara kendisinden bir nimet olmak üzere mal ihsan etmekle özel bir lütufta bulunmuştur. Onlara vermiş olduğu bu nimetin şükrünü de malı bu­lunmayan kimselere ödemek üzere belli bir pay olarak çıkartıp vermelerini takdir buyurmuştur. Bunu da yüce Allah: “Yeryüzünde rızkı Allah’a ait ol­mayan hiçbir canlı yoktur” (Hud, 11/6) buyruğunda teminat altına aldığı hu­susu kendisine vekaleten yerine getirsinler diye emir buyurmaktadır.[291]

  1. Zekâtta Hakkı Bulunan Sınıfların Hepsine Zekât Vermek Gerekir:

Yüce Allah’ın: “Fakirlere… mahsustur’’ buyruğu, sadakaların (zekâtların) harcama yerlerini açıklamaktadır ki, zekât onlann dışındakilere harcanmasın. Buna riayet edildiği taktirde zekâta hak sahibi olanlara vermekte muhayyer­lik sözkonusudur. Malik, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü budur. Bu (ya­ni: “Fakirlere … mahsustur” anlamındaki buyruk; “Eğer bineğin kapı da evindir” demeye benzer. Şafiî ise: Buradaki lam temlik lamıdır demektedir. Kişinin: “Mal, Zeyd, Amr ve Bekr’e aittir,” demeye benzer. Böyle bir durumda sözü geçen kimseler arasında eşitliğin sağlanması kaçınılmazdır. Şafiî ve arkadaştan derler ki: Bu da bir kim­senin muayyen sınıflara veya muayyen bir topluluğa vasiyet etmesine benzer. Onlar bu konuda âyeti kerimenin başında yer alan. Ancak lafzını de­lil gösterirler. Bu lafız ise sadakaların (zekâtın) bu sekiz sınıfa münhasıran ve­rilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Aynca onlar bu görüşlerini Ziyad b. el-Hâris es-Sudaî tarafından rivayet edilen hadisle de desteklerler. Ziyad dedi ki: Ben, Rasûlullah (sav)’ın huzu­runa -benim kavmim üzerine bir ordu göndermekte iken- vardım ve: Ey Allah’ın Rasûlü dedim. Ordunu gönderme, alıkoy. Onlann müslüman olmala­rını ve sana itaatlerini ben sağlayabilirim. Sonra da kavmime bir mektup yaz­dım, onların İslâm’a girdikleri ve itaatle boyun eğdiklerine dair haber geldi. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ey kavmi arasında kendisine itaat olunan Sudakların kardeşi…” Ben dedim ki: Hayır, asıl Allah onlara lütfetti ve onla­rı hidayete iletti. Daha sonra Hz. Peygamberin yanına bir adam gelerek sa­dakalara dair ona soru sordu. Rasûlullah (sav) ona şöyle dedi: “Allah, sada­kalar hususunda ne bir peygamberin, ne de ondan başkasının hükmüne ra­zı olmadı. O bakımdan O, sadakayı sekiz bölüme ayırdı. Eğer sen bu bölüm­lerden birisine mensup bir kimse isen sana veririm.” Bu hadisi Ebû Dâvûd ve Dârakutnî rivayet etmiştir.[292] Lafız da Dârakuüıînindİr. Zeynü’l-Abidin’den nakledildiğine göre o şöyle demiş: Şanı yüce Allah, zekât olarak ödenecek miktarı ve bu sınıflara ne kadar yeterli geleceğini öğretmiş ve bunu onlann tümü için bir hak olarak tesbit etmiştir. Kim onların bu haklarını engelleye­cek olursa, işte o, nzıklan hususunda onlara zulmeden birisidir.

Bizim (Malikî mezhebimize mensub) ilim adamlanmiz, yüce Allah’ın: “Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir. Şayet onları gizler de fakir­lere verirseniz, bu da sizin için daha hayırlıdır” (el-Bakara, 2/271) buyru­ğuna sarılmışlardır. Sadaka Kur’ân-i Kerîm’de mutlak olarak kullanıldığı tak­dirde farz olan sadakayı ifade eder. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Ben, sadakayı zenginlerinizden ahp fakirlerinize geri vermekle emrolundum.”[293]

Bu gerek Kur’an’da, gerekse sünnette sadakanın verilmesi emredilen se­kiz sınıftan sadece birisinin sözkonusu edilmesine dair açık bir nastır. Ni­tekim Ömer b. el-Hattab3 Ali, İbn Abbas ve Huzeyfe’nin görüşleri de budur. Topluca bütün tabiin de bu görüşte olup şöyle demişlerdir: Zekâtın sekiz st-nıfa verilmesi de caizdir, bunlardan herhangi birisine ödeyecek olsan bu da caizdir.

el-Minhâl b. Amr da, Zir b. Hubeyş’den, o, Huzeyfe’den şanı yüce Allah’ın: “Sadakalar ancak fakirlere, yoksullara… mahsustur” buyruğu hakkında şöy­le dediğini rivayet eder: Sen, sadakanı bunlardan hangisine verirsen senin için yeterli olur. Said b. Cubeyr, İbn Abbas’tan yüce Allah’ın Sadakalar, ancak fa­kirlere, yoksullara… mahsustur” buyruğu hakkında şöyle dediğini naklet­mektedir: Zekâtını bunlardan hangisine verirsen, senin için yeterlidir. et-Ha-sen, İbrahim ve başkalarının görüşü de budur. Elkiya et-Taberî der ki: Hat­ta Malik bu hususta icma olduğunu dahi iddia eder.

Derim kî: Bununla ashab-ı kiramın İcmaını kasteder. Çünkü Ebu Ömer (b. Abdi’l-Berr)’in dediğine göre bu hususta ashab-ı kiram arasında onlara (az ön­ce sözleri edilen Ömer b. el-Hattab, Ali, İbn Abbas ve Huzeyfe’ye) muhale­fet eden kimse olduğu bilinmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah’tır.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu hususta bizimle onlar arasında ayırıcı hükme öl­çü kabul ettiğimiz husus şu ki: Ümmet, ittifakla şunu kabul etmiştir: Eğer her bir sınıfa kendi payı verilecek olursa, bu payın genel olarak bütün sınıfa da­ğıtılması vacib değildir. Aynı şekilde bütün sınıflara zekât vermek de bunun gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[294]

  1. Takir île Yoksul (Miskin) Arasındaki Fark:

Gerek dil bilginlerinin, gerek fukahâmn fakir ile miskîn arasındaki fark hu­susunda dokuz ayrı görüşü vardır.

Yakub b. es-Sikkît, el-Kutebî ve Yunus b. Habib, fakirin yoksuldan daha iyi hallice olduğu görüşündedirler. Derler ki: Fakir, kendisine kısmen yeter­li olabilecek ve kendisini ayakta tutabilecek bir şeylere sahip olan kişidir. Mis-kîn (yoksul) ise hiçbir şeye sahib olmayandır. Delil olarak da bir çobanın şu beyitini gösterirler:

“Fakire gelince, onun sağmal devesi çoluk çocuğunun ihtiyacına denk düşüp de Geriye kendisine hiçbir deve kalmayandır.”

Dil bilgini ve hadis ehlinden bir topluluk da bu görüştedir ki, Ebu Hanife ile Kadı Abdulvehhab bunlar arasındadır. .

Beyitte geçen “denk düşmek” tabiri, mesela, filanın sağmal devesi çoluk çocuğuna denktir, denilince, onun verdiği süt ihtiyaçlarına yetecek kadardır, fazlası yoktur, demek olur. Bu açıklama el-Cevheri den nakledilmiştir.

Başkaları da bunun aksini söyleyerek yoksulu fakirden daha iyi hallice kabul ederler. Bunlar da yüce Allah’ın: ‘Gemiye gelince o, denizde çalışan yoksullara ait idi” (el-Kehf, 18/79) buyruğunu delil gösterirler. Yüce Allah bu buyruğunda yoksulların denizdeki gemilerden birisine sahip olduklarını haber vermektedir. Kimi zaman böyle bir gemi çokça miktardaki mala dahi eşit olabilir. Bu görüşün sahipleri, Peygamber (sav)’ın fakirlikten Allah’a sığın­dığına dair rivayet edilen duası ile de görüşlerini desteklerler. Yine Hz. Peygamber’in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: “Allah’ım beni miskin (yok­sul) olarak yaşat ve miskin olarak canımı al.”[295] Şayet miskinin durumu fakirden daha kötü olsaydı, bu iki rivayet arasında çelişki olurdu. Zira Hz. Peygamberin fakirlikten Allah’a sığınmakla birlikte ondan daha kötü bir hale sahib olmayı dilemesine imkân yoktur. Nitekim yüce Allah onun duasını kabul buyurmuş ve yüce Allah’ın kendisine rey olarak vermiş olduğu bir mik­tar mala sahib olduğu halde ruhunu kabzetmiştir. Ancak beraberinde bütün ihtiyaçlarına yetecek kadar mal da yoktu.

İşte bundan dolayı zırhını rehin bırakmıştı. Bu görüşün sahipleri derler ki: Bir çobanın söylediği nakledilen beyitin, bu hususta delil olacak bir tarafı yok­tur. Çünkü çoban sadece fakir bir kimsenin belli bir durumda sütünü sağa­cağı bir devesinin bulunduğundan söz etmektedir.

Derler ki: Fakirin Arap dilindeki anlamı fakirliğin sıkıntı ve zorluğundan dolayı sırtındaki fakra’lan (yani omurları) alınmış kimse demektir. Bundan da­ha zor ve sıkıntılı bir hal ise bulunamaz. Şanı yüce Allah: “Yeryüzünde dolaş­maya gücü yetmeyen…” (el-Bakara, 2/273) buyruğu ile onlara dair haber ver­mektedir.

Bu görüşün sahipleri şairin şu beyitini de delil gösterirler:

“(Lukman b. Âd’ın) kartallarının sonuncusu lübed (kartallar)ın

uçuştuklarını görünce,

O da kanatlarında uçuşu sağlayan ön tereklerini, uçamayan omurgasız kuş gibi kaldırdı.*

Yani, uçmaya gücü yetmeyen, bundan dolayı da omurgası kopmuş ve ye­re yapışmış bir kuş gibi oldu, demek istemektedir.

el-Esmaî ve başkalan da bu görüşü benimsemiş olup, Tahavî de bunu Kû-felilerin görüşü olarak nakletmektedir. Şafiî’nin iki görüşünden birisi de, mez­hebine mensup âlimlerin çoğunluğunun görüşü de budur.

Yine Şafiî’nin bir başka görüşü daha vardır ki, buna göre fakir île miskin aynı şeydir, isim itibariyle ayn olsalar bile mana bakımından aralarında fark yoktur. İşte bu da üçüncü bir görüştür. İbnü’l-Kasım ve Malik’in sair arkadaş­ları (mezhebinin ileri gelen alimleri) de bu görüştedir. Ebu Yusuf da bu gö­rüşü benimsemiştir.

Derim ki: Lafzın zahiri miskinin fakirden farklı olduğunu ve her ikisinin ayrı bir sınıf olduğunu, ancak sınıflardan birisinin diğerinden daha ileri de­recede İhtiyaç sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu bakımdan onla­rı tek bir sınıf olarak kabul edenin görüşü de doğruya yakın görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bununla birlikte yüce Allah’ın: “Gemiyegelince o, yoksulların idi…” (el-Kelıf, 18/79) buyruğunun delil olacak bir tarafı yoktur. Zira bu geminin yok-sulla’r tarafından ücretle kiralanan bir gemi olma ihtimali de vardır. Nitekim bir kimse bir evde yaşıyor ise, ev başkasına ait olsa dahi (yaşıyanın adı be­lirtilerek); bu filanın evidir denilmektedir. Şanı yüce Allah da cehennem­liklerin halini anlatırken: “Onların demirden gürzleri de vardır” (el-Hac, 22/21) buyurarak bu gürzleri cehennemliklere izafe etmiştir. Yine yüce Al­lah: “Beyinsizlere mallarınızı vermeyiniz” (en-Nisa, 4/5) diye buyurmaktadır. H2, Peygamber de: “Her kim malı bulunan bir köleyi satarsa…”[296] dî­ye buyurmaktadır.

Bu şekilde bir şey bizzat o kimseye ait olmamakla birlikte o şeyin ona iza­fe edildiği ifadeler gerçekten çoktur. Mesela “evin kapısı, bineğin semeri, atın eğeri” ve benzeri ifadeler de bu kabildendir. Diğer taraftan bu gibi kimsele­re merhamet ve onlara karşı atifeti celbetmek kastıyla miskinler adının ve­rilmiş olması da mümkündür. Nitekim herhangi bir musibet ile sınanan ve­ya bir belaya itilmiş olan kimseye de miskin denilir. Hadis-i şerifte de: “Ateş ehlinin miskinleri”[297] ifadesi geçmektedir. Şair de şöyle der:

“Sevgi ehlinin miskinlerinin kabirleri üzerinde dahi Kabirler arasında zillet toprakları vardır.”

Hz. Peygamber’in: “Allah’ım, beni miskin olarak yaşat” hadisindeki ifade­lere dair açıklamalara gelince; bu hadisi Enes rivayet etmiş olup, onlann açık­ladığı anlama gelmez. Buradaki anlam; herhangi bir tekebbürün, büyüklen-menin, kibir, azgınlık ve haksızlığın sözkonusu olmadığı, Allah’a karşı alçak gönüllülüğü ifade etmektir. Nitekim Ebu’l-Atahiyye şu beyitlerinde bu husu­su çok güzel dile getirmiştir:

Eğer sen bütün kavmin en şereflisini görmek istersen Yoksul (miskin) kimse kılığına bürünmüş bir hükümdara bak İşte böylesinin Allah’a rağbeti çok büyüktür Ve işte böylesi hem dünya hem din için uygundur.”

Buna göre burada maksat dilencilik yapan miskin değildir. Çünkü Peygamber (sav) dilencilik yapmayı hoş görmemiş ve yasaklamıştır. Nitekim onun önünden yoldan çekilip yol vermeyi kabul etmeyen siyah bir kadın hakkın­da: “Onu bırakınız, çünkü o zorba bir kadındır”[298] diye buyurmuştur.

Şanı yüce Allah’ın: “Allah yolunda kendilerini vakfetmiş, yeryüzünde do­laşmaya gücü yetmeyen… fakirler içindir” Cel-Bakara, 2/273) buyruğuna ge­lince; burada da böylelerinin bazı şeylere sahip olmalarına mani yoktur. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır.

Malik ve Şafiî mezhebine mensup ilim adamlarının benimsedikleri görüş olan yoksul ile fakir aynı şeylerdir, şeklindeki görüşleri güzeldir.

Yine Malik’in, “İbn Suhnûn’un Kitabı”nda kullandığı ifade de buna yakın­dır. O, şöyle demektedir: Fakir, iffetli davranan muhtaç kimsedir, miskin ise dilenen kişidir. Bu görüş İbn Abbas’tan da rivayet edilmiş, ez-Zührî de bu gö­rüşü ifade etmiştir. İbn Şaban da bu görüşü tercih etmiştir ki, dördüncü gö­rüş de budur.

Beşinci görüşe gelince; Muhammed b. M esleme dedi ki: Fakir, meskeni ve hizmetçisi bulunan ve bundan daha aşağı durumda bulunan kimsedir. Mis­kin ise, hiç malı olmayan kimse demektir.

Derim ki: Ancak bu görüş Müslim’in Sahili’inde yer alan ve Abdullah b. Amr’dan gelen görüşün aksinedir. Birisi Abdullah’a: Biz Muhacirlerin fakir­lerinden değil miyiz diye sorunca, Abdullah ona şöyle demiş: Kendisine sı­ğınacağın bir hanımın var mı? O, evet deyince bu sefer: Peki, içinde barına­cağın bir meskenin var mı diye sormuş, yine evet deyince Abdullah: Sen zen­ginlerdensin diye cevap vermiş. Adam, benim bir de hizmetçim var deyin­ce Abdullah: O halde sen hükümdarlardansın diye cevap vermiş.[299]

Altıncı görüş: İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Fakirler, Mu­hacirler arasından idi, miskinler ise hicret etmeyen bedevi Araplar arasında­ki yoksullardı. ed-Dahhâk da bu görüştedir.

Yedinci görüşe göre ise miskîn, dilenmese dahi boyun eğen, zillet göste­ren kimsedir. Fakir ise tahammül eden, gizlice verilen bir şeyi kabul etmek­le birlikte boyun eğmeyen kimsedir. Bu açıklamayı da Ubeydullah b. El Hasen yapmıştır.

Sekizinci bir görüşü de Mücahid, İkrime ve ez-Zührî ifade etmiş olup, bu­na göre miskinler, (dilencilik yapmak üzerel kapı kapı dolaşan kimselerdir. Fakirler ise, müslümanlann fakirleri, muhtaçlarıdır.

Yine İkrime’nin ifade ettiği dokuzuncu bir görüşe göre; fakirler müslümanların fakirleri, miskinler de ehli-i kitabın yoksullarıdır. İleride bu görüş de ge­lecektir.[300]

  1. Fakir ve Miskinlerin Kimlikleri İle İlgili Görüş Ayrılığının Sonucu:

Fakir ile miskin aynı sınıf mıdır yoksa birden çok sınıfı mı temsil ederler

hususundaki görüş ayrılığının etkisi, malının üçte birini filana, fakir ve mis­kinlere vasiyet eden kimsenin durumunda da ortaya çıkar.

Bunların ikisini tek bir sınıf kabul edenlerin görüşüne göre filan kimse­ye üçte birin yansı verilir, fakir ve miskinlere de üçte birin geri kalan yarısı verilir. Bunlar İki ayrı sınıftır, diyenlerin görüşüne göre ise, ölenin vasiyet et­tiği üçte birlik mal, aralarında üçe taksim edilir.[301]

  1. Zekât Almayı Caiz Kılan Fakirlik Sınırı:

İlim adamları, zekât almayı caiz kılan fakirlik sınırı hususunda farklı gö­rüşlere sahip olmakla birlikte kendilerinden ilim bellenen- çoğunluğun ic-maına göre; ihtiyaç duyduğu evi ve hizmetçisi bulunan kimsenin zekât ala­bileceğini ve verenin de böylesine zekât verebileceğini kabul etmişlerdir.

Malik şöyle derdi: Eğer evin ve hizmetçinin bedelinde bunlardan ihtiyaç duyduğu miktardan fazla bir değer söz konusu değil ise, zekât alması caiz olur. Aksi takdirde alamaz. Bu görüşünü İbnü’l-Münzir nakletmektedir. Nehaî ve es-Sevrî de Malik’in görüşünü kabul etmişlerdir.

Ebu Hanife der ki: Yirmi dinarı yahut ikiyüz dirhemi bulunan kimse ze­kâttan birşey alamaz. O, Hz. Peygamberin: “Ben, sadakayı (zekatı) zengin­lerinizden alıp fakirlerinize vermekle emrolundum”[302] buyruğu dolayısıyla ni­sabı göz önünde bulundurmuştur ki, bu da gayet açıkça anlaşılan bir görüş­tür. Muğîre de bunu Malik’ten rivayet etmiştir.

es-Sevrî, Ahmed, İshak ve başkaları da şöyle demişlerdir: Elli dirhemi ya­hut o değerde altını bulunan bir kimse zekât alamaz. Zekât verilecek kim­seye de -borca batmış olması hali müstesna- elli dirhemden fazla bir şey verilmez. Bu görüşü Ahmed ve İshak ifade etmiştir. Bu görüşün delili ise Dâ-rakutnî’nin Abdullah b. Mes’ud’dan rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir. Peygam­ber (sav) buyurdu ki: “Elli dirhemi bulunan bir kimseye sadaka (zekât) al­ması lıelal olmaz.” Hadisin isnadında Abdurralıman b. İshak adındaki ravi za­yıftır. Ondan hadisi rivayet eden Bekir b. Huneys de zayıf bir ravidir.[303]

Ayrıca bunu, Hakim b. Zübeyr, Muhammed b. Abdurrahman b. Yezid’den, o babasından, o, Abdullah’tan, o da Peygamber ( sav )’dan buna yakın ifade­lerle rivayet etmiş ve “…elli dirhemi olan.,,” diye buyurmuştur. Hakim b, Cü-beyr de zayıf bir ravidir, Şu’be ve başkaları ondan hadis almamışlardır. Bu­nu da Dârakutnî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ifade etmiştir.[304]

Ebû Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Bu hadis Hakim b. Cübeyr etrafında dö­nüp dolaşmaktadır ki, o da metruk bir ravidir.

Ali ile Abdullah’tan da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Sadaka (zekât) almak, elli dirhemi yahut o değerde altını bulunan kimseye helal değildir. Bu­nu da Dârakutnî zikretmektedir.[305]

Hasan-ı Basrî de der ki: Kırk dirhemi olan kimse zekât almaz. Vakidî, bu­nu Malik’den de rivayet etmiştir. Bu görüşün delili ise, Dârakutnî’nin Abdul­lah b. Mes’ud’dan şöyle dediğine dair yaptığı rivayettir: Ben Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Her kim kendisi zenginken insanlardan dilene­cek olursa, kıyamet gününde yüzü yaralı berefi olduğu halde gelecektir.” Ey Allah’ın Rasûlü! kişinin zenginliği ne demektir diye sorunca: “Kırk dirhem” diye buyurdu.[306]

Malik’in, Zeyd b. Eşlem’den, o, Ata b. Yesar’dan, o, Esadoğullanndan bi­risinden rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden her kimin bir ukiye veya ona denk bir malı bulunduğu halde dilencilik ya­pacak olursa, o kimse muhtaç olmaksızın dilencilik yapmış demektir. Ukiye ise kırk dirhemdir.”[307]

Malik’ten meşhur olan görüş ise, İbnü’l-Kasım’dan kendisinin yaptığı ri­vayettir. Buna göre Malik’e: Kırk dirhemi bulunan bir kimseye zekâttan bir şey verilir mi diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Ebu Ömer (b.Abdi1Berr) der ki: Sözkonusu edilen birinci kişinin malını güzel kullanan ve kazanabilecek güce sahip olan kişi olması, ikincisinin ise kazanamayacak ka­dar güçsüz yahut da çok çoluk çocuğu bulunan kişi hakkında olması da müm­kündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Şafiî ve Ebu Sevr derler ki: İnsanlara muhtaç olmayacak kadar kazanabi­lecek güce ve meslek icra edebilmekle birlikte de bedenî gücü yerinde ve güzel tasarrufta bulunan malını yerli yerince kullanabilen) bir kimseye sa­daka (zekât) vermek haramdır. Buna Peygamber (sav)’ın şu hadisini delil gös­terirler: “Zengin bir kimseye de güçlü kuvvetli ve azası yerinde olan kimse­ye de sadaka helal değildir.” Abdullah b. Ömer’in rivayet ettiği bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî eserlerinde kaydetmişlerdir.[308]

Hz. Cabir de şöyle demektedir: Rasûlullah (sav)’a bir miktar zekât malı gel­di. İnsanlar üst üste yığıldılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Gerçek şu ki zekâtın ne bir zengine verilmesi uygundur, ne sağlıklı bir kimseye, ne de ça­lışabilecek durumda olana.” Bunu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[309]

Ebû Dâvûd da Ubeydullah b. Adiy b. el-Hıyar’dan şöyle dediğini rivayet eder: Bana, Veda haccında zekâtı paylaştırırken Peygamber (sav)’ın yanına gidip ondan kendilerine de birşeyler vermesini isteyen iki kişinin haber ver­diğine göre: (Peygamber) tepeden tırnağa bizi süzdü. İkimizin de gücünü kuv­vetini yerinde görünce: “İsterseniz size verebilirim. Ancak, ne zenginin ne de kazanabilecek güçlü bir kimsenin bunda bir payı vardır” diye buyurdu.[310]

Çünkü böyle bir kimse, başkasının sahip olduğu malı sebebiyle zengin sa­yılması gibi, kazancıyla zengin demektir. O bakımdan bunların herbirisinin de ayrıca dilenmeye ihtiyacı kalmamıştır. İbn Huveyzimendad da bu görüş­tedir ve bunu Maliki mezhebinin benimsenen görüşü olarak nakletmiştir. Şu kadar var ki, böyle bir şeye iltifat etmemek gerekir. Çünkü Peygamber (sav) zekâtı fakirlere verir idi. Zekâtın yalnızca çalışamayacak derecedeki kötürümlere münhasır kabul edilmesi batıl bir görüştür.

Ebu İsa et-Tirmizî Camiinde (Sünen’inde) der ki: Kişi güçlü ve muhtaç olup bir şeyi de bulunmuyorsa ona sadaka verilecek olursa ilim ehline gö­re bu sadaka (zekât) veren kimse için yeterli olur. Kimi ilim adamma göre bu hadis, (gücü kuvveti yerinde olmakla birlikte) dilenmek ile ilgilidir.[311]

el-Kiya et-Taberî der ki: Zahir bunun caiz olmasını gerektirir. Çünkü böyle bir kimse güçlü kuvvetli olmasına, bedenen sağlıklı olmasına rağmen fakirdir. Ebu Hanife ve arkadaşları da bu görüştedirler. Ubeydullah b. El Hasen der ki: Kendisine yetecek kadar malı ve bir senelik ihtiyacını karşılaya­cak bir malı bulunmayan kimseye zekât verilebilir. Bu husustaki delili İbn Şi-hab’ın Malik b. Evs b. el-Hadesan’dan, onun, Ömer b. el-Hattab’dan yaptı­ğı şu rivayettir: Rasûlullah (sav) Allah’ın kendisine fey’ olarak verdiği mal­lardan bir yıllık ihtiyacım ahkordu. Ondan sonra arta kalanını ata ve silaha ayırırdı. Bununla birlikte (ona hitaben) yüce Allah: “Seni fakir bulup zengin kılmadı mı?” (ed-Duhâ, 93/8) diye buyurmaktadır.

Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Herkes sadakadan kendisi için mut­lak olarak ihtiyaç duyduğu şeyleri alabilir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Yanında bir günlük akşam yeme­ği bulunan kimse zengindir. Bu görüş Hz. Ali’den de rivayet edilmiştir. Ay­rıca bu kanaatin sahipleri Hz. Ali’nin Peygamber (sav)’dan rivayet ettiği şu buyruğunu da delil göstermişlerdir: “Her kim zengin olmakla birlikte birşey-ler dilenecek olursa, bununla cehennem ateşinde kızdırılmış taşlarının çoğal­masını istemiş olur.” Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü zenginlik nedir diye sorun­ca, O da: “Bîr gecelik akşam yemeği” diye buyurmuştur. Bu hadisi Dârakut-nî rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bunun isnadında Amr b. Halid vardır ki, o metruk bir ravidir.[312] Bunu, Ebû Dâvûd da Sehl b. El Hanzaliye’den, o, Pey­gamber (sav)’dan rivayet etmiştir ki, bu rivayette şu ifadeler de vardır: “Her kim yanında kendisini zengin kılacak olan bir miktar bulunduğu halde di­lenecek olursa o, cehennem ateşini çoğaltmak isteyen birisi demektir.” en-Nüfeylî, bir başka yerde de: “Cehennem’in kor ateşini…” demiştir. Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü, kişiyi ihtiyaçtan kurtarıp zengin kılan nedir? -en-Nüieyli ise bir başka yerde: Dilenmenin söz konusu olmadiğ) zenginlik nedir?- diye sor­dular, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sabah ve akşam ona yiyecek olarak yetecek miktardır.” en-Nüfeylî, bir başka yerde şöyle buyurduğunu kayde­der: “Bir gün ve bir gece, yahut bir gece ve bir gün onu doyuracak kadar bir şeylerinin olmasıdır.”[313]

Derim ki: İşte zekât almayı caiz kılan fakirliğin açıklanmasına dair gelen görüşler bunlardır.

“Fakirler” lafzının mutlak kullanılışı, yalnızca müslümanlara tahsis edi­lip eh3-i zimmetin dışarda kalmasını gerektirmemektedir. Şu kadar var ki, sa­dakaların (zekâtın) müslüman zenginlerden alınıp onların fakirlerine verile­ceğine dair haberler birbirini destekleyici mahiyette gelmiştir.

İkrime der ki: Fakirler müslümaniarın fakirleridir, miskinler ise kitap eh­linin fakirleridir.

Ebû Bekr el-Absî der ki: Ömer b. el-Hattab, gözleri görmeyen ve Medi­ne kapısında bir kenara bırakılmış zimmi bir kimseyi görünce, ona: Bu ha­lin ne diye sorunca adam: Cizye uğrunda beni ücretle çalıştırdılar. Nihayet gözlerim görmez olunca, beni bıraktılar ve bana birşeyler getirecek hiçbir kim­sem de yok. Bu sefer Hz. Ömer: Durum böyle ise sana âdil davranilmış ol­maz, dedikten sonra, onun gıdasını karşılayacak ve halini düzeltecek kadarının verilmesini emrettikten sonra şöyle dedi: Bu, yüce Allah’ın haklarında: “Sadakalar ancak fakirlere ve yoksullara… mahsustur” buyurduğu kimselerdendir. Bunlar ise kitap ehlinin kötürüm düşmüş olanlarıdır.

Şanı yüce Allah: “Sadakalar ancak fakirlere yoksullara… mahsustur” di­ye buyurup da çoğul bir isme karşılık çoğul bir ismi sözkonusu etti ki, burada çoğul ismin birisi sadakalardır, diğeri ise bunların harcama yerleridir. Peygamber (sav) da bunu beyan ederek: Muâz b. Cebel’e, -Yemen’e gönder­diğinde- şöyle talimat vermiştir: “Onlara, Allah’ın üzerlerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilen bir sadakayı farz kıldığını da haber ver.”[314] Böyle­likle Hz. Peygamber her bir belde ahalisine oranın zekâtını tahsis etmiştir.

Ebû Davud’un rivayetine göre Ziyad, ya da emirlerden birisi, İmran b. Hu-sayn’ı zekât tahsili İçin göndermişti. Geri döndüğünde bu emir İmran’a: Mal nerede diye sormuş, o da; Sen, mal için mi beni gönderdin? Biz, o mah Ra-sûlullah (sav)’tn döneminde iken aldığımız yerlerden aldık ve yine Rasûlul-lah (sav)ın döneminde iken harcadığımız bir yerde harcadık.[315]

Dârakutnî ve Tirmizî’nin rivayetine göre; Avn b. Ebi Cuheyfe, babasından şöyle dediğini rivayet eder: Peygamber (sav)’ın gönderdiği zekat toplama me­muru bizim yanımıza geldi. Zekatı zenginlerimizden aldı, fakirlerimiz arasın­da dağıttı. Ben de yetim bir çocuk idim. Bana zekat mallarından genç bir di­şi deve verdi. Tirmizî der ki: Bu hususta îbn Abbas’tan da rivayet edilen bir hadis vardır. İbn Ebi Cuheyfe’nİn yoluyla gelen hadis hasen bir [316]hadistir.[317]

  1. Zekâtın Tahsil Edildiği Yerden Başka Yere Taşınması ve Zekât Olarak Verilmesi Gereken Malın Kıymetinin Verilmesi:

İlim adamları zekâtın tahsil edildiği yerden bir başka yere taşınması hu­susunda Üç farklı görüşe sahiptirler:

Birinci görüşe göre zekat, tahsil edildiği yerden taşınmaz. Bunu Suhnûn ve İbnü’l-Kasım ifade etmişlerdir ki, daha önce belirttiğimiz gerekçe dolayı­sıyla sahih olan görüş budur. Yine İbnü’l-Kasırn der ki: Eğer bir zaruret do­layısıyla bir bölümü başka bir yere aktarılacak olursa görüşüme göre bu da doğrudur. Suhnûn’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: İmam’a: Ülkenin her­hangi bir yerinde İteri derecede ihtiyaç bulunduğuna dair bir haber ulaşacak olursa, bu ihtiyaç sebebiyle tahsil edilmesi hakkedilen sadakanın bir bölü­münü ihtiyacın bulunduğu yere taşıması caiz olur. Çünkü ihtiyaç ortaya çı­kacak olursa, ihtiyaç sahiplerinin muhtaç olmayanlardan öne geçirilmesi ge­rekir. Zaten “müslüman müslümanın kardeşidir. Onu (tehlikeye ve düşmana) teslim etmez, ona zuİmetmez.”[318]

İkinci görüşe göre zekat tahsil edildiği yerden başka bir yere taşınabilir. Malik de bu görüştedir. Bu görüşün delili ise rivayet edilen şu hadis-İ şerif­tir: Muâz (r.a) Yemenlilere şöyle demiş: Siz bana hamîs (beş arşın uzunluğun­daki kumaş) yahut da lebîs (denilen giyilen elbise) getirin, onları sizden ze­kât olarak mısır ve arpa yerine alayım. Çünkü böylesi hem sizin için daha ko­lay, Iıem de Medine’de bulunan muhacirler için daha faydalıdır.” Bu hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivayet etmiştir.[319]

Hamîs, müşterek (birden çok mana hakkında kullanılabilen) bir lafızdır. Burada, uzunluğu beş arşın gelen elbiselik kumaş demektir. Denildiğine gö­re bu kumaşa bu ismin veriliş sebebi, onu ilk dokuyanın Yemen kıralların-dan birisi olan “el-Hıms” oluşu dolayısıyladır. Bunu İbn Faris “el-Müc-mel”de, el-Cevherî ve başkaları da nakletmişlerdir.

Bu hadiste iki hususa delil vardır: Birincisi, bizim sözünü ettiğimiz, zeka­tın Yemen’den Medine’ye taşınarak Peygamber (sav)’ın zekatı paylaştırma­yı gerçekleştirmesidir, bunu da yüce Allah’ın: “Sadakalar ancak fakirlere… mahsustur” buyruğu desteklemekte ve bu buyrukta bir beldedeki fakirler ile diğerindeki fakirler arasında herhangi bir ayrım gözetilmemektedir. Doğru­sunu en iyi bilen AUahtır.

İkincisi ise, zekâtta kıymetin alınması hususu: Zekâtta, zekât olarak ve­rilmesi gereken aynî malın kıymetinin verilmesi hususunda İmam Malik’ten farklı rivayetler gelmiştir. Bir seferinde bunu caiz kabul ederken, bîr diğer se­ferinde bunun caiz olmadığını söylemiştir. Caiz oluşunun gerekçesi -ki bu, Ebû Hanife’nin de görüşüdür- sözünü ettiğimiz bu hadis-i şeriftir. Buhârî’nin Sahih’inde de Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)’ın şöyle buyurdu­ğu kaydedilmektedir: “Her kimin yanındaki develerin zekatı bir cezea’yı (beş yaşına basmış dişi deve) bulur da yanında cezea bulunmamakla birlikte, hik-ka (dört yaşında dişi deve) bulunuyor ise, ondan bu cezea alınır. Bununla birlikte kolayına gelen iki koyun, yahut yirmi dirhem daha (aradaki yaş far­kı olarak) alınır..”[320]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Bugün için onları (fakirleri) dilencilik yapmak ihtiyacından kurtarın.”[321]

Bununla, Ramazan bayramı birinci günü (verilen fi tır sadakasını > kastet­mektedir. Hz. Peygamber bu buyruğu ile fakirlerin ihtiyaçları karşılanmak su­retiyle dilencilik yapma ihtiyacından kurtarılmasını istemektedir. Buna göre onların ihtiyaçlarını kapatan herbir şeyi vermek cai?. olur. Yüce Allah da: “Mal­larından bir sadaka al…” (etTevbe, 9/103) diye buyurmakta ve bunlar arasında herhangi bir tahsise gitmemektedir.

Bununla birlikte Ebu Hanife, zekatın bedeli olarak bir evde oturmanın ve­rilemeyeceği görüşündedir. Mesela bir kimsenin beş dirhem zekat vermesi gerekirken, bir aylığına bir fakiri sahip olduğu evinde bedelsiz iskan ettirir­se bu (zekat olarak) caiz olmaz. Çünkü o, bedelsiz iskan etmek bir mal de­ğildir, der.

(Maliki) mezhebinin kuvvetli görülen görüşü olan “değerlerin zekat ola­rak verilmesi caiz değildir” şeklindeki görüşüne gelince, buna da Peygam­ber (sav)’ın su buyruğu gerekçe gösterilmektedir: “Beş devede bir koyun, kırk koyunda da bir koyun (zekat vardır).”[322] Hz. Peygamber burada açıkça “ko­yun” verileceğini ifade etmiştir. Eğer koyun verilmeyecek olursa, emroluna-m yerine getirmiş olmaz. Emrolunan yerine getirilmeyecek olursa da o em­ri yerine getirmek yükümlülüğü baki kalmaya devam eder.

Üçüncü görüşe göre de, fakir ve yoksulların payları, (zekatın tahsil edil­diği) o yerde paylaştırılır. Diğer paylar ise imamın içtihadına uygun olarak bir yerden başka bir yere aktarılır. Ancak birinci görüş sahih olan görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[323]

  1. Zekâtın Thhsil Edildiği Yer Malın Bulunduğu Yer midir, Yoksa Mükellefin Bulunduğu Yer midir?

Zekâtın tahsil edildiği yeri tesbit etmekte muteber olan, senenin bitimi es­nasında malın bulunduğu yer midir ve bu durumda zekât orada mı dağıtılır, yoksa muhatap malın maliki olduğu için malikin bulunduğu yer midir? Bu ko­nuda İki görüş vardır. Ebu Abdullah, Muhammed b. Huveyzimendad, Ahkâm (el-Kur’an) adlı eserinde ikinci görüşü tercih eder ve şöyle der: Çünkü ze­kâtı vermek emrine muhatap olan insandır.

Dolayısıyla mat ona tabi olur. O bakımdan muhatabın bulunduğu yere gö­re hükmün verilmesi icabeder. Tıpkı yolcu gibi. Yolcu, kendi beldesinde zen­gin, fakat bir başka yerde fakir olabilir. O bakımdan onun bulunduğu yere göre hüküm verilir.[324]

Müslüman Bir Fakir Zannıyla Zekât Veren Bir Kimse, O Kişinin Böyle Olmadığını Farketmesi Halindeki Hüküm:

Bir kimse, nıüslüman fakir diye birisine zekât verecek olsa, daha sonra onun bir köleye yahut bir kâfire veya bir zengine zekât verdiği açığa çıka­cak olursa, hükmün ne olacağına dair İmam Malik’ten farklı rivayetler gel­miştir. Bir seferinde: Bu zekâtı yeterlidir derken, bir başka seferinde: Yeter­li değildir demiştir.

Daha sahih kabul edilen ve yeterli olduğuna dair görüşünün açıklaması şöyledir Müslim, Ebu Hureyre’den, Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Bir adam: Ben bu gece bir sadaka vereceğim, demiş ve sada­kasını alıp çıkmış. Zaniye bir kadının eline vermiş. Sabah olunca insanlar: Bu gece zaniye bir kadına sadaka verildi diye konuşur olmuşlar. Adam da; Al­lah’ım, bir zaniye’ye (sadaka) verdiğimden dolayı Sana hamd olsun. Yine: Sa­daka vereceğim demiş. Sadakasını alıp çıkmış ve onu zengin bir kimsenin eli­ne bırakmış. Sabah olunca insanlar: Zengin bir kimseye sadaka verilmiş di­ye konuşmaya başlamışlar. Yine adam, Allah’ım zengin bir kimse(ye verdi­ğim sadaka) dolayısıyla Sana lıamd ederim. Mutlaka bir sadaka daha vere­ceğim diyerek sadakasını alıp çıkmış, bu sefer de o sadakayı bir hırsızın eli­ne bırakmış. Sabah olunca insanlar: Bir hırsıza sadaka verilmiş diye konuş­maya başlamışlar. Adam: Allah’ım, zanıye bir kadına, bir zengine, bir hırsı­za (yerdiğim sadaka) dolayısıyla Sana hamd ederim. Ona gelinerek şöyle de­nilmiş: Verdiğin sadaka kabul olundu, Zaniye kadın olur ki bu sadaka dola­yısıyla zinadan uzak kalır, iffetini korur. Zengin de olur ki ibret alır da Allah’ın kendisine verdiklerinden infak eder. Hırsız da olur ki bu sadaka sebebiyle iffetli davranarak hırsızlığından uzak kalır.”[325]

Yine rivayet edildiğine göre, adamın birisi malının zekatını ayırıp baba­sına vermiş. Sabah olunca durumu öğrenmiş, Peygamber (sav)’a sorunca ona şöyle buyurmuş: “Sana hem verdiğin zekâtının ecri, hem de akrabalık bağı­nı gözetme ecri yazıldı. O bakımdan senin iki ecrin vardır.”[326]

Zekât buyruğunun ihtiva ettiği anlam açısından da konuya bakılacak olursa, zekât veren kimseye zekât vereceği kişiyi tesbit için içtihatta bulun­ması uygun görülmüş, buna müsaade edilmiştir. Zekat veren ietihad edip ze­kat almaya ehil olduğunu zannettiği kimseye verecek olursa, yerine getirmek­le yükümlü olduğu görevini ifa etmiş olur.

Bu şekilde verilen bir zekatın yeterli olmayacağına dair görüşüne gelin­ce; bu da şöyle açıklanır: O, bu durumda zekatını zekat almaya hak eden bir kimseye vermemiştir. Onun bu davranışı kastî yapılan bir fiile benzer. Ayrı­ca malî tazminatlar hususunda kasıt ile hata arasında bir fark yoktur. Bun­dan dolayı miskinler aleyhine telef etmiş olduğu bu malın tazminatını öde­mesi icabeder ki, onların hakları böylelikle onlara ulaştırılmış olsun.[327]

  1. Vaktinde Verilen Zekât île Sonra Verilen Zekâtın Telef Olmasının Hükmü:

Bir kimse zekatını vaktinde çıkartıp bir kenara ayırsa ve kendisinin bir ku­suru bulunmaksızın telef olursa, tazminatını ödemez. Çünkü bu durumda o, fakirlerin vekili durumundadır.

Eğer vaktinden bir süre sonra çıkartıp bu çıkarttığı zekat malı telef olur­sa, tazminatını öder. Çünkü zekatı vaktinden sonraya bırakmıştır. Böylelik­le zekat artık onun zimmetine taalluk etmiş olur. Tazminatım ödemesinin se­bebi işte budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[328]

  1. Zekâtın İslâm Devlet Başkanına Verilmesi ve Kişinin Kendisi Tarafından Bizzat Ödenmesi:

Eğer İman (.İslâm Devlet Başkanı) zekâtı alıp harcamakta adaletli davra­nıyor ise, mal sahibinin ister nakit parada, ister başkalarında olsun zekâtı biz­zat hak sahiplerine vermeyi üstlenmesi caiz değildir. Nakit paranın zekâtı­nı, sahiplerine zekât verecek kişi ödeyebilir de denilmiştir.

İbnu’l-Macişun der ki: Bu, zekâtın özel olarak fakir ve yoksullara (miskin­lere) verilmesi halinde caizdir. Şayet zekâtın bunların dışındaki sınıflara harcanmasına ihtiyaç varsa, o kimselere imamdan başka hiçbir kimse zekât dağıtmaz.

Bu bölümün diğer meseleleri oldukça fazladır. Ana konularım bu açıkla­dıklarımız teşkil etmektedir.[329]

  1. Zekât Toplama Memurları:

Yüce Allah: “Onu toplamakla görevlendirilenlere” buyruğu ile imamın bu konuda vekâlet vermek suretiyle zekât tahsil etmek üzere gönderdiği ze­kât toplayıcılarını kastetmektedir. Buharı, Ebû Humeyd es-Sâidî’den şöyle de­diğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) Esd (Ezd de denilir) tilerden, İbn el-Lut-biyye diye bilinen bir kimseyi Süleymoğullannın zekatını toplamak üzere gön­derdi. Dönüp geldiğinde Hz. Peygamber onunla hesaplaştı.[330]

İlim adamları zekat tahsildarlarının alacakları miktar hususunda üç fark­lı görüş ileri sürmüşlerdir. Mücahid ve Şafii, alacakları miktar sekizde birdir, derler.

İbn Ömer ve Malik ise, onlara yaptıkları iş kadar ücret verilir, demişler­dir. Ebıı Hanife ve arkadaşlarının görüşü de budur. Derler ki: Böyle bir kim­se, fakirlerin maslahatı için başka işlerini bırakmış kendisini bu işe vermiş­tir. O bakımdan böyle bir kimseye ve onun yardımcılarına yetecek miktarı (ücreti) vermek, onlar için tahakkuk eder. Nitekim kadın, kocasının hakkı do­layısıyla başka şeylerle uğraşmadığından dolayı onun ve ona tabi olan bir ve­ya iki hizmetçinin nafakasını karşılamak kocaya ait olur. Bunun sekizde bir diye miktarı tesbit edilemez. Aksine bu konuda -sekizde bir veya daiıa çok olsun- yeterli alacak miktar muteberdir. Tıpkı hakimin alacağı maaş gibi.

Ancak günümüzde yardımcılara da yetecek miktar muteber değildir; çün­kü bu katıksız bir israf haline dönüşmüştür.

Üçüncü görüşe göre iser beytü’l-malden ücrederi ödenir. İbnü’l-Arabî der ki: Bu, İbn Ebİ Uveys ile Dâvûd b. Said b. Zenbua’nın, Malik b. Enes’den yaptıkları rivayete göre sahih bir görüş olmakla birlikte, delil İtibariyle zayıf­tır. Çünkü şanı yüce Allah nas ile onların paylarını bize bildirmiş bulunmak­tadır. Mantikî kıyaslarla bu nassı nasıl bir kenara bırakabiliriz? Doğru olan on­lara verilecek ücret miktarında İctİlıad yapılabileceğidir. Çünkü önceden de geçtiği üzere, zekâtta hak sahibi sınıfların sayılmasına dair ilâhî beyan, ze­kât verileceklerin açıklanması içindir. Zekâttan, hak edilen miktarın tesbiti kastıyla değildir.

Zekât tahsildarının Haşimoğullarından olması halinde fukahânın görüşle­ri farklıdır. Ebu Hanife, Hz. Peygamberin: “Şüphesiz ki sadaka (zekat) Mu-hamined âline helâl değildir. Çünkü o, insanların pislikleridir”[331] hadisi do­layısıyla bunu caiz kabul etmez. Çünkü bu da bir bakıma bir sadakadır. Çün­kü tahsildara verilen ücret sadakanın bir bölümüdür. O bakımdan Rasûlul-lah (sav)’ın akrabalarını, insanların mallarının kirlerini temizleyen bu bölüm­den tenzih etmek ve onların şereflerini her bakımdan korumak kastıyla bu ücret de her yönüyle sadaka gibi kabul ediiir.

Malik ve Şafiî ise, Haşiraoğullarına mensup birisinin zekat tahsildarlığı yap­masını caiz kabul ederler ve böylesine yaptığı işin ücreti verilir. Çünkü Pey­gamber (sav) Ali b. Ebi Talib’i zekat tahsildarı olarak gönderdiği gibi, Yemen’e de zekat tahsildarı olarak onu göndermiştir. Haşimoğultanndan da bir top­luluğu bu maksatla görevlendirdiği gibi, ondan sonraki halifeler de aynı şekilde onları görevlendirmişlerdir. Çünkü bu maksatla görevlendirilen bir kimse mubah olan bir işi yapmak üzere ücretle tutulan birisidir. Dolayısıy­la bu hususta diğer sebepleri de nazar-ı İtibara alarak Haşimî olan ile olma­yanın eşit tutulması gerekmektedir.

Haneliler ise derler ki: Hz. Ali ile ilgili olarak nakledilen hadiste Hz. Ali’ye zekâttan bir pay verildiğine dair bir irade yoktur. Eğer (Haşimoğullanna men­sup olan) o kimseye zekatın dışındaki bir maldan ücret verilirse bu caiz olur. Bu görüş Malik’ten de rivayet edilmiştir.[332]

  1. Zekat Tahsildarlığı Dışındaki Dini Görevler ve Bunlar İçin Ücret Almak:

Yüce Allah’ın: “Onu toplamakla görevlendirilenlere” buyruğu, zekât top­lamak, kâtiplik, kassam (şayi’ hisseli malları paylaştıran), âşir (ticaret malla-nndan öşür alan kimse) ve bunların dışında kalan farz-ı kifaye kabilinden olan İşleri yapan her bir kimsenin bu işine karşılık ücret almasının caiz olduğu­na delil teşkil etmektedir. Namaz kıldırmak için imamlık da bu kabildendir. Çünkü namaz, her ne kadar bütün mükelleflere yönelik bir emir ise de on­lardan birisinin imamlık yapmak üzere öne geçirilmesi farz-ı kifayedir. O ba­kımdan ona karşılık ücret almanın caizliği hususunda şüphe bulunmamak­tadır. İşte bu bahsin asıl delili de budur. Nitekim Peygamber (sav) da: “Ha­nımlarımın nafakasından ve âmillerimin ücretlerinden sonra artıp geride bı­raktığım ne varsa sadakadır”[333] buyruğu ile buna işaret etmektedir. Bu açık­lamaları İbnü’l-Arabî yapmıştır.[334]

  1. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler:

“Kalpleri alıştırılmak İstenenlerden zekâtın paylaştırıl masının sözkonu-su edildiği bu âyetteki: “Kalpleri alıştırılmak istenenlere…” buyruğundan başka bir yerde Kur’an-ı Kerim’de, söz edilmemektedir.

Kalpleri İslâm’a alıştırılmak istenenler, İslâm’ın ilk dönemlerinde müslü-man olduğunu açığa vuranlar arasından yakînlerinin zayıflığı dolayısıyla zekattan kendilerine bir pay verilmek suretiyle İslâm’a ısındırılmak İstenen bir kesim idi.

ez-Zührî der ki: Kalpleri alıştırılmak istenenler, zengin dahi olsa İslâm’a giren yahudi veya hristiyan kimselere denilir. Müteahhir alimlerden kimisi de şöyle demektedir: Bunların nitelikleri hususunda görüş ayrılığı vardır. Bun­lar, İslâm’a alıştırılıp ısındırılmak maksadıyla kendilerine birşeyler verilen kâfirlerden bir gruptur. Ve bunlar, genelde baskı ve kılıç zoruyla müslüman ol­mamakla birlikte, bağış ve ihsanlarla İslâm’a giren gençlerdi, denildiği gibi, şöyle de denilmiştir: Bunlar, zahiren İslâm’a girmiş, fakat kalplerinde kesin kanaat hasıl olmamış bir topluluktur. İslâm kalplerinde iyice yer etsin diye kendilerine (zekâttan) bir miktar verilen bir topluluktur.

Bir diğer görüşe göre bunlar, kendilerine tabi olunan müşriklerin büyük­leridirler. Onlara uyan kimselerin İslâm’a ısıridırtlmalan kastıyla onlara bir-şeyler verilirdi. (Bu, müteahhir ilim adamı) der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Hepsinden maksat da, müslümanlığı gerçek anlamıyla ancak ken­disine yapılacak bağış ile iyice yerleşen kimselere birşeyler vermektir. Bu, san­ki bir çeşit cihadı andırmaktadır,

Müşrikler de üç sınıftır. Bir bölüm, kendisine karşı delil ortaya konulma­sı suretiyle, bir bölüm yenik düşürülmek ve kahredilmek suretiyle, bir bö­lümü de kendisine iyilik yapılması ile şirkinden döner. Müslümanların işle­rine nezaret eden imam İse, her bir bölüme karşı o kimsenin küfürden kur­tarılması ve kurtuluşuna sebep teşkil edecek uygulamada bulunur. Müslim’in Sahih’inde Enes’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) Ensar’a şöyle demişti: “Ben, henüz küfürden yeni çıkmış bir takım kimselere onları (kalple­rini İslâm’a) ısındırmak kastıyla birşeyler veriyorum…”[335]

İbn İshak der ki: Hz. Peygamber bunlara, hem kendilerini İslâm’a alıştır­mak, hem de kavimlerinin de onlar vasıtasıyla İslâm’a alışmasını sağlamak kastıyla birşeyler vermişti. Bunlar şerefli, soylu kimseler idi. (Mesela), Ebu Süfyan b. Harb’e yüz deve, oğluna yüz deve, Hakîm b. Hizâm’a yüz deve, el-Hâris b. Hişam’a yüz deve, Süheyl b. Amr’a yüz deve, Huveytıb b. Abdİ-luzza’ya yüz deve, Safvan b. Ümeyye’ye yüz deve vermiştir. Aynı şekilde Ma­lik b. Afv ile el-Alâ b. Cariye’ye de yüz deve vermiştir. İşte bunlar (kendile­rine yüz deve verilen) “Ashabu’1-Miîn” diye anılan kimselerdir. Kureyşten bir takım kimselere de yüz deveden daha az bağışta bulunmuştur ki, Mahreme b. Nevfel ez-Zührî, Umeyr b. Vehb et-Cumahî, Hişam b. Amr ei-Âmirî bun­lardandır. İbn İshak (devamla) der ki: Bunlara ne kadar verdiğini bilemiyo­rum. Said b. Yerbu’a elli deve, Abbas b. Mirdas es-Sülemî’ye de az sayıda de-vele^vermişti. Bundan dolayı öfkelenen Abbas, bu hususta şu (anlamdaki) şiiri söylemişti:

“Geni; ve sert yerde, taylar üzerinde hücumun ile telâfi ettiğin bir talandı. Ve ben, kavmi uyumasınlar diye uyandırırdım; insanlar uyuduğunda uyumadım.

Benim talanım ile (atım) el-Ubeyd’in (sırtındaki) talan; Uyeyne ile

el-Akra arasında pay edildi.

Ve ben savaşta korkusuzca hücum eden bir kimse idim. Ama ne bana

birşey verildi, ne de benden birşey alındı. Ancak bana küçük birkaç deve verildi, dört ayağı sayısınca. Ne Hısn, ne Habis toplanma yerinde (babam) Mirdas’a üstün değillerdi. Hem ben, onlardan herhangi birisinden de aşağı değildim. Ve bugün sen kimi alçaltırsan artık bir daha o kimse yücel t ileme/,.”

Bunun üzerine Rasûlullah (sav): “Gidin de onun bana karşı uzayan dili­ni kesiniz” diye buyurdu.[336] Bunun üzerine hoşnut olana kadar ona da ba­ğışta bulunuldu. Bu, onun dilinin kesilmesi demekti.

Ebu Ömer (,b. Abdi’1-Berr) der ki: Kalpleri İslâm’a alıştırılmak istenenler arasında en-Nudayr b, el-Hâris b. Alkame b. Kelede.de zikredilmiştir. Bu ise, Bedir’de öldürülen en-Nadr b. el-Haris’in kardeşidir. Başkaları ise onu Ha­beşistan’a hicret eden kimseler arasında zikretmişlerdir. Eğer Nudayr, Habe­şistan’a hicret eden kimseler arasında ise, kalbi İslâm’a alıştırılacak kimseler­den olmasına imkan yoktur. Habeşistan’a hicret eden kimse ilk muhacirler­den olup imanın kalbinde sağlam yer ettiği ve imanı uğrunda çarpışan kim­selerdendir. Böyle bir kimse imanı kalbinde sağlam yer etsin diye alıştırıla­cak kimselerden olamaz.

Ebu Ömer (b. Abdİ’1-Berr) der ki: Rasûlullalı (sav), Malik b. Avf b. Sa’d b. Yerbû’ en-Nasrî’yi Kays kabilelerinden olup, kavminden müslüman olan kimselerin zekatını toplamak üzere gönderdi ve Şakulilere baskın yapması­nı emretti. O da emredileni yaptı ve onları oldukça sıkıştırdı. Kalpleri İslâm’a ısındırılanlar da güzel bir şekilde İslâm’a bağlandılar. Ancak, Uyeyne b. Hısn bu hususta zan altında kalmaya devam etti. Diğer kalpleri İslâm’a alış-tırılanlar arasında fazilet bakımından farklılıklar vardır. Onlardan kimisi ha­yırlı ve fazileti ittifakla kabul edilmiş üstün bîr kimsedir. Haris b. Hişam, Ha-kîm b. Hizam, İkrime b. Ebi Cehil ve Süheyl b. Amr gibileri. Kimileri de bun­lardan daha aşağı derecededirler. Zaten yüce Allah peygamberleri de, diğer mü’min kullarını da kimini kiminden üstün kılmıştır. O, bunların halini en iyi bilendir. Malik der ki: Bana ulaştığına göre Hakim b. Hizam daha sonraları kalbi İslâm’a alıştırılmak istenenlerden birisi olarak Peygamber (sav)’ın kendisine, verdiklerini çıkartıp sadaka olarak dağıtmıştır.

Derim ki: Hakim b. Hizam ile Huveytıb b. Abduluzza’nın her birisi yüz-yirmi yıl yaşadı. Bunların altmış yılını cahiliye döneminde, altmış yılını da İs­lâm döneminde yaşadılar. Ben, imam hocamız hafız Ebu Muhammed Abdulazim’i şöyle derken dinledim: Ashab-ı Kiramdan iki kişi vardır ki bunlar, cabiliye döneminde altmış yıl, İslâm olarak da altmış yıl yaşamışlar ve Medi­ne’de hicretin 54. yılında vefat etmişlerdir. Bunlardan birisi Hakîm b. Hi-zam’dır. Hakîm b. Hizam, fil yılından onüç yıl önce Kâ’benin içinde dünya­ya gelmiştir. İkincisi ise Ensardan Hassan b. Sabit b. el-Münzir b. el-Haram’dır. Bunu, ayrıca Ebu Ömer ile Osman eş-Şehrezurî “Kitabu Marifeti Envai İl-mi’l-Hadis” (İbn Salaiı Mukaddimesi diye bilinir) adlı eserinde de zikretmek­te ve bundan başka kimseyi sözkonusu etmemektedirler.

Huvaytıb (b. Abduluzza)’yı, Ebu’l-Ferec el-Cevzî “el-Vefâ fi Şerefi’l-Mus-tafâ” adlı eserinde zikrettiği gibi; Ebu Ömer de Huvaytıb’ı “Kitabu’s-Saka-be (el-İstîâb)” adlı eserinde zikrederek altmış yaşında iken müslüman olduğunu ve yüzyirmi yaşında vefat ettiğini nakletmektedir. Ayrıca Ebu Ömer, Ab-durrahman b. Avfın kardeşi Hamnen b. Avfin da müslüman olarak altmış yıl, daha önce cahiliye döneminde de (müslüman elmadan önce) altmış yıl ya­şadığını sözkonusu eder.

Kalpleri İslâm’a alıştırılmak istenenler arasında Muaviye ile babası Ebu Süf-yan b. Harb da sayılmıştır. Muaviye’nin onlardan sayılması uzak bir ihtimal­dir. Peygamber (sav) onu vahiy kâtipliği, valiyin okunması için emin görmüş ve onunla oturup kalkmış iken nasıl oniar arasında sayılabilir ki? Hz. Ebu Be­kir’in halifeliği dönemindeki hali ise bundan daha ünEü ve daha açıktır. Ba­basının, kalbi İslâm’a alıştırılmak İstenenlerden olduğunda söylenecek bir söz yoktur. Kalpleri İslâm’a alıştırılacak kimselerin sayıları hususunda farklı ka­naatler vardır. Özetle bunların hepsi mü’mtn idiler ve az önce de geçtiği gi­bi aralarında kâfir bir kimse yoktu. Yüce Allah en iyi bilen ve hükmü en sağ­lam olandır.[337]

  1. Kalpleri Alıştırılmak İstenenler Sınıfı Kalıcı mıdır?

İlim adamları, bu sınıfa mensupların kalıcılığı hususunda farklı görüşle­re sahiptir. Ömer, el-Hasen, eş-Şafiî ve başkaları: İslâm’ın güçlenmesi ve üs­tünlük sağlaması ile bu kesimin ardı arkası kesilmiştir, derler. Malik’in ve rey sahiplerinin meşhur görüşü de budur.

Hanefi alimlerinden bazısı da şöyle demektedir: Allah İslâm’ı ve müslü-manları aziz kılmış, buna karşılık kâfirlerin de Allah’ın laneti üzerlerine ol­sun- ardı arkasını kesmiştir. Sahabe-i kiram da Allah hepsinden razı olsun-Ebu Bekir (ı.a)’ın halifeliği döneminde bu kesime mensup kimselerin pay­larını düştüğü hususunda icma etmişlerdir.[338]

İlim adamlarından bir grup da şöyle demektedir: Bu sınıf kalıcıdır. Çün­kü imam kimi zaman bazı kimseleri İslâm’a alıştırıp ısındırmak ihtiyacını du­yabilir. Hz. Ömer’in, onların payını sona erdirmesi dinin güçlenmiş olduğu­nu görmesinden dolayıdır.

“Yunus der ki: Ben, ez-Zührî’ye bunlara dair sordum da şöyle dedi: Ben bu hususta bir nesli olduğunu bilmiyonjm. Ebu Cafer en-Nehhâs da der ki: Buna göre bu hüküm onlar hakkında sabittir. Eğer herhangi bir kimsenin kal­binin ısındın imasına gerek duyulur ve ondan yana müslümanlara bir zarar gelmesinden korkulur yahut daha sonra İslâm’a güzelce bağlanacağı umut edilirse ona da bîrşeyler verilir.

Kadı Abdu’I-Vehhâb der ki: Bazı zamanlarda onlara gerek duyulacak olursa zekâttan onlara pay verilir. Kadı İbnü’l-Arabî de der ki: Benim görü­şüme göre eğer İslâm güç kazanmışsa bu pay sahipleri de yok kabul edilir. Şayet onlara gerek duyulursa o takdirde RasûlullahtsavVın bunlara verdiği gibi paylan verilir. Çünkü es-Sahilı (Müslim) de Hz. Peygamber’in şöyle bu­yurduğu kaydedilmektedir: “İslâm garip başladı ve başladığı gibi (garip ola­rak) avdet “[339]edecektir.[340]

  1. Kalpleri İslâm’a Alıştırılmak îstenenlere Pay Verilmeyecek Olursa…

Kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara paylarının verilmeyeceğini kabul edersek, şu husus ortaya çıkar: Onların paylan ya diğer sınıflara, yahut imamın uygun göreceği yere verilir. ez-Zührî, paylarının yansı mescidi eri imar edenlere verilir demektedir.

İşte sözü geçen bu sekiz sınıfın zekâtın harcanacağı sınıflar olduğunu, yok­sa eşit oranda pay sahibi olmadıklarını ortaya koymaktadır. Eğer bu sınıflar eşit pay sahibi olsalardı, (İslâm’a alıştırılmak istenenlerin) düşmesi suretiy­le paylarının da düşmesi ve kendilerinden başka kimselere verilmemesi ge­rekirdi. Nitekim bir kimse muayyen bir topluluğa vasiyette bulunacak olup da onlardan herhangi birisi ölecek olursa, onun payı aralarından kalanlara geri dönmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[341]

  1. Kölelerin Payı:

Yüce Allah’ın: “Kölelere” buyruğu, kölelerin azad edilmesine… anla­mındadır. Bu açıklamayı İbn Abbas ve İbn Ömer yapmışlardır ki, Malik’in ve diğerlerinin de görüşü budur. Buna göre imamın, zekât malından müslümanlar adına azad etmek üzere bir takım köleler satın alması caizdir. Bu köle­lerin velâ hakkı müslüman cemaata ait olur. Eğer zekâtı ödeyecek kişinin ken­disi köleleri satın alıp azad ederse bu da caiz olur. Malik’in mezhebinden çı­kartılan sonuç budur. Bu görüş, İbn Abbas ve el-Hasen’den rivayet edilmiş­tir. Ahmed, İshak ve Ebu Ubeyd de bu görüştedir.

Ebu Sevr şöyle demektedir: Zekâtı ödeyecek kişi velâ bağının kendisine ait olması menfaatini sağlamak suretiyle tek bir köle dahi satın alamaz. Şa­fiî’nin, rey ashabının ve İmam Malİk’ten bir rivayete göre Malik’in de görü­şü budur.

Sahih olan birinci görüştür. Çünkü yüce Allah: “Kölelere” diye buyurmak­tadır. Kölelere zekâttan bir pay olduğuna göre, zekât verecek şahsın bir kö­le satın alıp azad etme hakkı da vardır. Bîr kimsenin (zekâttaki) Allah yolun­da payından (olmak üzere) bir at satın alıp onun üzerinde yük taşıyabilece­ği hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur. Bir kimsenin zekâttan bütünüyfe bir at satın alma hakkı olduğuna göre, bütünüyle bir köle satın ala­bilmesi de caiz olur ve bunlar arasında bir fark yoktur. Doğrusunu en iyi bi­len Allah’tır.[342]

  1. Zekât Malından Satın Alman Kölenin Velâ Hakkı Kime Aittir:

Yüce Allah’ın: “Kölelere* buyruğu velâ hususunda aslî bir delildir. Malik der ki: Burada sözkonusu edilen azad edilip de velâ hakkı müslümanlara ait olan köledir. İmam tarafından böyle bir köle azad edilecek olursa yine hüküm böyledir. Peygamber (sav); velâ hakkının satışını da hibe edilmesini de yasaklamıştır. Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Velâ, ne-seb bağı gibi bir bağdır. Ne satılır, ne de hibe edilir.”[343] Bir başka hadisinde de şöyle buyurmaktadır: “Velâ (hakkı) azad edene aittir.”[344]

Kadınlar da velâ hakkından herhangi bir şeyi miras alamazlar. Çünkü Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kadınlar velâdan hiçbir şeyi miras alamaz­lar. Ancak, kendilerinin azad ettikleri yahut da kendilerinin azad ettiklerinin azad ettikleri (kimselerin vetâsı) müstesnadır.”[345]

Peygambar (sav) Hz. Hamza’nın kızına velâ hakkına sahip olduğu bir kim­senin (azadlısının) mirasının, yarısını azad ettiği bu kölenin kızına da öbür yarısını vermiştir.[346] Azad eden kimse eğer erkek ve kız çocuklar bırakacak olursa, vela hakkı çocukları arasında sadece erkeklere ait olur. Bu, ashab-ı kiramın icma ile kabul ettiği bir husustur. Velâ, ancak katıksız asabe yoluy­la miras alınır. Kadınlar için ise asabelik sözkonusu değildir, O bakımdan ka­dınlar velâ yoluyla hiçbir şeyi miras alamazlar. Bu meseleyi kavrayan hak­ka isabet eder.[347]

  1. Mükâteb’e Zekâttan Yardım Edilebilir mi?

Mükâteb’e zekâttan yardım ediiir mi hususunda, farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre yardım edilmez. Bu görüş Malik’ten rivayet edilmiştir. Çünkü yü­ce Allah’ın: “Rakabe: Köle”yi sözkonusu etmesi, onun tam anlamıyla köle azad etmeyi kastettiğini göstermektedir. Mükâteb ise, aslında üzerinde borç olarak bulunan mükâtebe bedeli dolayısıyla “borçluların kapsamı içerisine gir­mektedir. O “köleler” kapsamına görmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yine Malik’ten, Medİneliler İle Ziyad’ın, ondan rivayetine göre şöyle de­diği nakledilmiştir: Mükâteb olan kimseye kitabet bedelinin son taksidinde onu azad etmesini sağlayacak şekilde yardım olunur. Yüce Allah’ın: “Köle­lere” buyruğunun te’vili hususunda ilim adamlarının çoğunluğu da bu gö­rüştedir. İbn Vehb, Şafiî, Leys, Nehaîve başkaları da bu görüştedirler. Ali b. Musa el-Kummî el-Hanefî, “AAfeâm”ında (Ahkâmu’1-Kur’ân adlı eserinde) şu­nu nakletmektedir: İlim adanılan mükâteb’in kastedildiği hususunda icma et­mişler, ancak köle azad edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

el-Kiyâ et-Taberî ise şöyle demektedir: (el-Kummî) bunun men’i hususun­da açıkladığı bir şekilde sözkonusu ederek şöyle demektedir: Köle azad et­mek bir mülkiyeti iptal etmektir. Temlik değildir, Mükâteb’e verilen mal ise bir temliktir. Temlik sözkonusu olmadıkça da yerini- bulmaması sadakanın (ze­kâtın) özelliklerindendir, O, bu görüşünü sununla da pekiştirmektedir: Bir kimse, zekâttan borca batmış kimsenin adına onun isteği olmaksızın borcu­nu ödemek üzere bir miktar verecek olursa, temlik olmadığından dolayı bu geçerli olmaz. O halde köle azad etmekte zekât diye verilecek malm zekat olmaması öncelikle sözkonusudur. Köle azadı hususunda şunu da zikreder: Bir kimse (zekât malıyla) köle azad etmek suretiyle velâ faydasını kendisi­ne sağlamış olur. Mükâtebe vermesi halinde ise böyle birşey tahakkuk etmez. Yine onun naklettiğine göre bir kimse eğer kölenin bedelini kölenin kendi­sine ödeyecek olursa, köle bu bedele malik olamaz. Şayet efendisine bu be­deli ödeyecek olursa, bu sefer köle azad etmeyi de ona temlik etmiş olur. Eğer satın alıp azad etmekten sonra bu miktarı ödeyecek olursa, bu durumda da bir borcu ödemiş olur. Bunların hiçbirisi zekâtta yerini bulamazlar.

Derim ki: Bizim sözünü ettiğimiz hem köle azad etmenin, hem de mükâ­tebe yardımcı olmanın caiz oluşuna açıkça delâlet eden bir hadis-i şerif varid olmuştur ki, bunu Dârakutnî, el-Berâ’dan rivayet etmiştir. el-Berâ dedi ki: Bir adam Peygamber (savVa gelip şöyle dedi: Beni cennete yakınlaştıracak, cehennemden de uzaklaştıracak bir ameli bana göster. Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: “Andolsun ki, her ne kadar sözlerin kısa ise de sorduğunun kap­samı oldukça geniştir. O halde sen canh olan (köle) yi azad et ve Rakabeyi (kölelikten) kurtar.” Bunun üzerine adam şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü, bun­lar aynı şeyler değil midir? Hz. Peygamber: “Hayır, canlı olanı azad etmek se­nin bir köleyi tek başına hürriyetine kavuşturmandır. Köleyi kurtarmak ise, onun bedelinin ödenmesinde (mükâtebesinde) yardımcı olmandır” diye bu­yurdu. Sonra da hadisin geri kalan bölümünü [348]nakletti.[349]

  1. Zekât Malından Esirler Kurtarılabilir mi?:

Zekat malından esirlerin kurtarılması hususunda (fukahânın) farklı görüş­leri vardır. Esbağ, caiz değildir demektedir. Îbnü’l-Kasım’m görüşü de budur.

İbn Habib ise caizdir, der. Çünkü esir de kölelik yoluyla mülk edinilmiş bir kimsedir. Böylelikle esir, kölelikten hürriyete kavuşturulmuş olur. Hatta bu, bizim elimizde bulunan kölelerin kurtarılmasından daha yerinde ve da­ha hakka uygundur. Çünkü müslüman bir köleyi müslüman bir kimsenin kö­leliğinden kurtarmak için zekattan bir pay ayırmak ibadet ve caiz olduğuna göre, müslüman bîr kimseyi kâfire kölelik ve zilleti altından kurtarmak için zekat malının verilmesi daha uygun ve daha bir layıktır.[350]

  1. Borçlular:

Yüce Allah’ın: “Borçlulara” buyruğunda sözü edilenler, borcun altına gir­miş ve yanlarında bu borçlarını ödeyecek malları bulunmayan kimseler de­mektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bir kimse gü­nahkârlık uğrunda borca girmiş ise, ona tevbe edinceye kadar zekâttan da birşey verilmez, başka bir mal da verilmez. Yalnızca, malı bulunmakla bir­likte borcu malının tamamını kuşatmış (ye aşmış) olan kimseye borcunu öde­yecek miktar verilir.

Eğer hiçbir malı bulunmamakla birlikte borcu bulunan bir kimse ise, böy­le bir kişi hem fakirdir, hem borçludur. Ona, bu ikî niteliği dolayısıyla da ze­kat verilir.

Müslim, Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûİullah (sav)’ın döneminde bir adamın satın aldığı mahsullere bir felâket geldi, o ba­kımdan borcu çoğaldı. Bunun üzerine Rasûİullah (sav): “Ona tasaddukta bulununuz” diye buyurdu. İnsanlar ona tasaddukta bulundu, fakat verilen bu sadakalar borcunu ödeyecek miktara ulaşmadı. Bu sefer Rasûlullah (sav) onun alacaklılarına: “Artık bulduğunuzu alınız ve sizin bundan başka alacak bir-şeyinİ2 yoktur”‘ diye [351]buyurdu.[352]

  1. Arayı Düzeltmek ve İyilik Maksadıyla, Kefalet ve Benzeri Yollarla Mali Yükümlülükler Altına Girene de Zekâttan Pay Verilir mi?:

Arayı düzeltmek ve iyilik maksadıyla, bir takım yükümlülükler altına gir­miş kimseye eğer bu yükümlülükleri ödemesi İcab etmiş olup ödemek du­rumunda olduğu bu malî yükümlülükler onun servetinin tümünü alıp götürüyor ise, buna da tıpkı borçlu gibi zekâttan yüklendiği bu yükümlülükleri ödeyecek kadan -zengin dahi olsa verilebilir. Bu, Şafiî’nin, arkadaşlarının, Ahmed b. Hanbel’in ve diğerlerinin de görüşüdür. Bu görüşü kabul edenler Kabîsa b. Muhârik’in hadisini delil gösterirler.

Kabîsa der ki: Ben kefalet yoluyla bir maddi yükümlülüğün altına girdim. Peygamber (sav)’a gidip bu hususta ondan yardım İstedim, şöyle buyurdu: “Zekât (malları) bize gelinceye kadar dur da sana ondan verilmesi için emir verelim. -Sonra şöyle buyurdu-: Ey Kabîsa, dilenmek ancak üç kişiden biri­si ise bir kimseye helâl olur; Eğer bir kişi başkaları adına kefil olup maddî bir yük altına girmiş ise, bunu elde edinceye kadar o kimse için dilenmek helâl olur. Daha sonra dilenmeyi bırakır. (İkincisi), malının tümünü götüren bir musibete duçar olan kimseye de hayatını ayakta tutacak kadar -veya: Ma­işetini gediğini kapatacak kadar diye buyurdu- bir miktar elde edinceye ka­dar dilenmesi helâl olur. (Üçüncüsü), kavminden akıl sahibi kimselerden üç kişi kalkıp da: Filan kişiye gerçekten yoksulluk isabet etti, diyecek kadar fa­kir düşen bir adama da dilenmek helâl olur. Bunun da maişetini ayakta tu­tacak miktarı elde edinceye -yahut da geçiminin gediğini kapatacak mikta­rını elde edinceye kadar diye buyurdu- kadar dilenmesi helâl olur. Bunların dışındaki dilencilik ise ey Kabîsa, kişinin haram olarak yediği bir haramdır.”[353]

Uz. Peygamber’in: “Sonra bu dilencilikten vazgeçer” ifadesi, böyle bir di­lenmede bulunacak olunan zengin oluşuna delildir. Çünkü fakir, dilenmek­ten vazgeçmekle yükümlü değildir, doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Yine Hz. Peygamber’den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “Dilencilik (bir kimseye) ancak üç kişiden birisi olması halinde helal olur. Kişiyi yerde süründürecek kadar fakir düşmüş, yahut aşın derecede borç sahibi veya can acıtacak bir kanın sahibi (kısas uygulanmaması için diyet ödemek zorunda bulunan) kimse.”[354]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Zekât, hiçbir zengine helal değildir. Ancak, beş kişi müstesna,..” diye buyurduğuna dair rivayet edilen ha­dis de ileride “[355]gelecektir.[356]

  1. Zekâttan Ölenin Borçları ödenir mi?:

Zekattan, ölmüş kimsenin borçlarının ödenip ödenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hanife der ki: Ölen bir kimse­nin borcu zekâttan ödenmez. İbnü’l-Mevvâz’ın görüşü de budur. Yine Ebu Hanife der ki: Üzerinde keffaret borcu ve buna benzer yüce Allah’ın hakla­rından bir hak bulunan kimseye de zekâttan verilmez. Çünkü, ancak ödeme­mesi halinde hapsedilmesini gerektirecek bir borcu bulunan kimseye “borç­lu” denilir.

Bizim mezhebimize mensup ilim adamlarımız ve diğerleri derler ki: Öle­nin borcu zekâttan ödenir. Çünkü böyle bir kimse de borçlulardandır. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Ben, her mümine kendi öz canından da­ha yakınım. Kim bir mal bırakacak olursa, o onun aile halkına attir. Kim de bir borç yahut bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakacak olursa, onun yüküm­lülüklerini yerine getirmek benim isimdir, bunları ödemek benim üzerim­de bir “[357]haktır.[358]

  1. Allah Yolunda:

Yüce Allah’ın: “Allah yolunda” buyruğunda kastedilenler, gaziler ile ri-bat yerleridir. Bunlara, zengin veya fakir olsunlar gazalarında yapacaklan har­camalar verilir. İÜm adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Malik’in Allah’ın rahmeti üzerine olsun mezhebinden anlaşılan da budur.

İbn Ömer der ki: Burada kastedilenler, hacılar ve umre ziyaretini yapan­lardır. Alımed ve İshak’dan rivayete göre onlar; “Allah’ın yolu”ndan kasıt hac­dır demişlerdir.

Buhârî’de de şöyle denilmektedir: Ebu Lâs’dan şöyle dediği nakledil­mektedir: Peygamber (sav) zekât develeri üzerinde hacca gitmek üzere bizi taşıdı.[359] Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre kişi, malının zekâtından köle azad eder, haccedilmesi için de verir.[360]

Ebu Mulıammed Abdulğani el-Hahz rivayetle dedi ki: Bize, Muhammed b. Muharamed e!-Hayyaş anlattı, bize Ebu Ğassan Malik b. Yahya anlattı, bi­ze Yezid b. Harun anlattı, bize Mehdi b. Meyraun, Muhammed b. Ebi Yakub’dan haber verdi. Muhammed, Abdurrahman b. Ebi Nu’m’dan -ki, kün­yesi Ebu’l-Hakem’dir- dedi ki: Abdullah b. Ömer ile oturuyordum. Huzuru­na bir kadın gelerek ona şöyle dedi: Abdurrahman’ın babası, benim kocam malını Allah yolunda harcansın diye vasiyet etti. İbn Ömer şöyle dedi: Ma­lı dediği şekilde Allah yolunda harcansın. Ben ona şöyle dedim: Sen, bu ka­dına soru sorduğu hususta ancak kederini artırmış oldun. Şöyle dedi: Ey Ab­durrahman b. Ebi Nu’m, sen bana ne dememi emrederdin? Ben, ona bu ma­lı şu savaşa çıkıyorum deyip de yeryüzünde fesat çıkartan ve yol kesen as­kerlere vermesini mi emredeydim? Bu sefer ben, şöyle* dedim: Peki, ya bu ka­dına ne yapmasını emredersin? Dedi ki: Ben ona, o malı salih bir topluluğa Allah’ın Haram Beytine haccedenlere vermesini emrediyorum. Çünkü onlar Rahman olan Allah’ın kafilesidirler. Onlar Rahman’ın kafi leşidirler, onlar Rahman’ın kafîlesidirler. Onlar asla şeytanın kafilesi gibi olmazlar. O, bu söz­lerini üç defa tekrarladı. Ben ona: Abdurrahman’ın babası dedim, ya şeyta­nın kafilesi ne oluyor? Şöyle dedi: Bunlar şu emirlerin huzuruna girip de on­lara insanlar arasında karışıklık çıkarmak kastıyla söz ulaştıran, müslüman-lar arasında yalancılığı götürüp getiren, bundan dolayı da kendilerine hedi­yeler ve bağışlar verilen kimselerdir.

Muhammed b. Abdilhakem dedi ki: Savaş araç ve gereçleri, silah ve ken­disine ihtiyaç duyulan araçlar, İslâm diyarından düşmanın püskürtülmesi için gerekli şeylere zekâttan verilir. Çünkü bütün bunlar gaza yoluna ve onun fay­dasına yapılan harcamalardır. Peygamber (sav) da alevlenen intikam ve kö­tülüğü söndürmek maksadıyla Sehl b. Ebi Hasme musibeti dolayısıyla yüz di­şi deve vermişti.

Derim ki: Bu hadisi Ebû Dâvûd, Beşir b. Yesar’dan rivayet etmektedir. Bu­na göre Sehl b. Ebi Hasme diye anılan Ensardan birisi, kendisine şunu ha­ber vermiş: Rasûlullah (sav) ona (Sehl’e.) zekât develerinden yüz deveyi di­yet olarak ödemiş. Yani, Ensar’dan olup Hayber’de öldürülen kişinin diyeti olarak bunu vermiş.[361]

İsa b. Dinar dedi ki: Allah yolunda gaza edip de gazası esnasında muhtaç düşmüş, zenginliği ve varlığı yanında bulunmayan bir gazinin zekât al­ması helâldir Ancak gaziler arasında olup malı da beraberinde bulunan kim­seye zekât almak helâl olmaz. Gaziler arasından ancak malı yanında-bulun­mayan (zengin) kimselerin zekât almaları helal olur. Şafiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur.

Ebu Hanife ve iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve Muhammed) derler ki: Gaziye ancak fakir ve (ya) malına ulaşamayacak halde (zengin) olduğu takdirde ze­kattan verilir.

Ancak bu, nassa, ziyade (fazladan hüküm eklemek) dir. Ebu Hanife’ye göre ise, nassa fazlalık neslidir. Nesh ise ancak ya Kur’an ile veya müteva-tir bir haberle olur, Burada ise böyle birşey yoktur. Sahih sünnette bunun aksi rivayet edilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Zekat, zengine helal değildir. Ancak şu beş kişiye müstesna: Allah yolunda gaza­ya çıkmış, yahut zekât toplamakla görevli oları, yahut borca batmış, yahut zekât olarak verilen bir şeyi malıyla satın almış bir kimseye, yahut bir kim­senin yoksul bir komşusu bulunup da o da o yoksul komşusuna sadaka ver­dikten sonra, yoksul (komşusun)dan hediye alan zengin kimse.” Bu hadi­si Malik, mürsel olarak Zeyd b. Eslem’den, o da Ata b. Yesar yoluyla riva­yet etmiştir. Ma’mer ise bunu Zeyd b. Eslem’den, o, Ata b, Yesar’dan, o da Ebu Said el-Hudrî’den, o da Peygamber (sav)’dan yoluyla merfu’ olarak ri­vayet etmektedir.[362] O halde bu hadis-i şerif âyetin anlamını tefsir etmekte ve bazı zenginler için zekât almanın caiz olduğunu açıklamaktadır. Yine bu hadis, Hz. Peygamber’in: “Zekât zengin bir kimseye de, azaları (gücü kuv­veti) yerli yerinde olan kimseye de helal değildir”[363] hadisini de açıklamak­tadır. Çünkü Hz. Peygamber’in bu buyruğu mücmeldir ve ifade ettiği umu­mi manası üzere değildir. Diğer hadiste sözü geçen “beş zengin kişi” ile il­gili hadis buna delildir.

İbnü’l-Kasım şöyle derdi: Zengin bir kimsenin cihad için kullanmak üze­re zekâttan alıp da bunu Allah yolunda harcaması caiz değildir. Bu ancak fa­kir kimse için caiz olur. Yine İbnü’l-Kasım der ki: Borç yükü altında bulunan kimsenin de kendi malını koruyacak şekilde (kendi malından borcunu öde­memek İçin) zekâttan bir pay alması ve zekâttan aldığı bu pay ile ona ihti­yacı yokken- borcunu ödemeye kalkışması caiz değildir. Gazi, savaşta İken zengin olmakla birlikte malı yanında bulunmuyor ise, muhtaç düşecek olur­sa, zekâttan herhangi bir şey almaz, bunun yerine borçlanır. Ülkesine ulaş­tı mı bu borcunu kendi malından Öder, Bütün bu hususları İbn Habib, İbnü’l-Kasım’dan nakletmekte ve İbn Na-fi’ İle başkalarının bu hususta ona muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Ebu Zeyd ve başkaları ise Îbnü’l-Kasım’dan şöyle dediğini rivayet ederler: Gazi, ülkesinde zengin olup beraberinde de gazasında kendisine yetecek kadar ma­lı bulunuyor olsa dahi, ona zekâttan bir pay verilir. Sahih olan da budur, çün­kü: “Sadaka beş kişi müstesna hiçbir zengine helal değildir…” anlamındaki hadisin zahiri bunu göstermektedir. İbn Vehb’in Malik’ten rivayetine göre, ze­kâttan gazilere ve ribat yerlerine bir miktar verilir. Bunlar ister fakir ister zen­gin olsunlar farketmez.[364]

  1. Yolcular:

“Yolcular” (anlamı verilen terkip, asıl itibariyle “yol oğlu” anlamındadır) buyruğunda geçen “es-Sebîl” yol demektir. Yolcu’nun yola (oğul tabiriyle) nis-bet edilmesinin sebebi, onun yoldan ayrılmayışı ve yolun üzerinden geçişin­den ötürüdür. Nitekim şair de şöyle demiştir:

“Sevgiye dair sorarsanız bana; sevgi benim,

Sevginin oğlu da benim, sevginin kardeşi de, babası da benim.”

Yolcudan maksat, yolculuğu esnasında ülkesinden, yerleşik bulunduğu yer­den ve matından uzak kalıp ona ulaşamayacak durumda olan kişidir. Böy­le birisine ülkesinde zengin dahi olsa zekâttan bir pay verilir; bu durumda­ki kişi, borç almak suretiyle kendisini yükümlülük altına sokmakla mükel­lef değildir.

Malik, “İbn Suhnûn’un Kitab’ında. der ki: Eğer kendisine borç verecek ki­şiyi bulacak olursa, ona zekâttan pay verilmez. Ancak birinci görüş daha sa­hihtir. Çünkü yüce Allah’ın minnet ve lütfunu bulmuş iken böyle bir kimsenin başka herhangi birisinin minneti altına girme sorumluluğu yoktur. Eğer zekât almaya muhtaç etmeyecek kadar bir malı varsa, yolcu olması sebebiyle zekât almasının cevazı hususunda iki rivayet vardır. Meşhur olan rivayete göre ona zekâttan birsey verilmez. Şayet alacak olursa, kendi ülkesine ulaştığı takdirde onu geri ödemekle ve başkasına tasadduk etmekle yükümlü değildir.[365]

  1. Zekât Düşenlerden Olduğunu İddia Edenin Bu İddiası Kabul Edilir mi?:

Bir kimse gelip de zekât almaya hak kazandırıcı niteliklerden birisine sahip olduğunu iddia ederse, onun bu iddiası kabul edilir mi, yoksa ona: Söy­lediğini ispatla mı denilir? Borçlu olduğunu iddia edenin bu iddiasını ispat­laması kaçınılmaz birşeydîr. Diğer niteliklere gelince; halinin zahiri o kim­senin durumuna tanıklık eder ve zahir halinin tanıklığı ile yetinilir. Buna de­lil ise, sahih hadis kitapları sahiplerinin rivayet ettikleri iki hadis-i şeriftir. Kur’an’ın zahirinden de anlaşılan budur.

Müslim’in rivayetine göre Cerir, babasının şöyle dediğini nakleder: Saba­hın erken saatlerinde Peygamber (sav)’ın huzurunda idik. Ayakkabıları bu-iunmayan, siyah beyaz çizgili elbiseleri yahut abaları yırtarak kafalarından ge­çirip giyinmiş, kılıçlar kuşanmış bir topluluk gördük. Bunların büyük bir ço­ğunluğu hatta hepsi Mudar’dan idi. Rasûlullah (sav) onlarda gördüğü bu fa­kirlikten dolayı yüzünün şekli değişti. İçeri girdi, sonra çıktı, Bilal’e emir ver­mesi üzerine Bilal ezan okudu, kamet getirdi ve namaz kıl (ın)dı. Sonra hut­be irad edip şöyle buyurdu: “Ey insanlar, sizi tek bir candan… yaratan Al­lah’tan korkun. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir” (enNisa, 4/1) âyeti ile el-Haşr Süresindeki: “… Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın” (el-Haşr, 59/18) âyetini okudu. Kimisi dinarın­dan, kimisi dirheminden, kimisi elbisesinden, kimisi sahip olduğu bir sa’ buğ­daydan sadaka versin -Nihayet; Velevki bir hurmanın yarısı kadar- diye bu­yurdu. Ensardan bir kişi, nerdeyse taşıyamıyacağı, hatta taşımaktan acze düş­tüğü bir kese getirdi. Daha sonra ardı arkasına insanlar (getirmeye) devam ettiler. Sonunda yiyecek ve giyecek iki yığın gördüm. Nihayet Rasûlullah (sav)’in yüzünün altın gibi parıldadığını gördüm. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Her kim İslâm’da güzel bir yol açarsa, ona onun ecri ve ondan sonra onunla da amel edenlerin ecri -ecirlerinden birşey eksiltil-meksizin- vardır. Herkim İslâm’da kötü bir yol açarsa, o kimseye o yolun ve­bali ve ondan sonra da onunla amel edenlerin vebali -onlardan hiçbir kim­senin vebalinden de birşey eksiltilmeksizin- vardır.”[366]

Görüldüğü gibi Hz. Peygamber onların hallerinin zahiri ile yetinerek sa­daka vermeye teşvik etti, onlardan buna dair herhangi bir delil istemedi. Yan­larında bir mal var mıdır yok mudur diye de soruşturmadı.

Abraş, kel ve kör’e dair Müslim’in ve başkalarının rivayet ettiği hadis de buna benzemektedir. Sözü geçen bu hadisin lafzı şöyledir: Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinlemiştir: “İs-railoğulları arasında bir abraş, bir kel ve bir kör vardı. Allah, onları sınamak istedi. Onlara bir melek gönderdi. Melek abraş’ın yanına vardı ve ona, en çok sevdiğin şey nedir diye sordu, o da: Güzel bir ten rengi, güzel bir ten ve in-sanlann benden tiksinmelerine sebep olan bu halimin giderilmesi. Melek, onu bir sıvazladı ve onun bu tiksinti veren hali gidiverdi, ona güzel bir ten regi, güzel bir ten verildi. Melek ona: Ençok sevdiğin mal hangisidir diye sorun­ca, o da, deve -veya inek türü- dedi. (Şüphe hadis ravilerinden İshak’a aittir). Ancak ya abraş veya kel, onlardan birisi deve, diğeri de inek dedi.- Bu­nun üzerine o kimseye on aylık hamile bir dişi deve verildi, Allah-bu deve­de sana bereket ihsan etsin, dedi.

Daha sonra (melek), kel’in yanına gitti, Ençok sevdiğin nedir diye sorun­ca kel: Güzel bir saç ve insanların benden tiksinmelerine sebep olan bu ha­limin benden gitmesidir. Melek onu bir sıvazladı ve onun bu hali gitti, ona güzel bir saç verildi. (Melek) dedi ki: Ençok hangi malı seversin? O, ineği de­yince, ona gebe bir inek verildi. Allah bunu sana mübarek kılsın, dedi.

Sonra âmâ’ya gitti. Ençok sevdiğin şey nedir diye sorunca âmâ, Allah’ın görmemi bana geri vermesi ve böylelikle insanları görmektir deyince, onu bir sıvazladı, Allah da ona görmesini iade etti. Ona,Jen sevdiğin mal hangi­sidir diye sorunca, koyun dedi. Bunun üzerine ona doğumu yakın bir koyun verildi.

Önceki iki kişinin deve ve ineği yavruladı, berikinin koyunu da doğurdu. Birinin bir vadi dolusu devesi, diğerinin bir vadi dolusu ineği, diğerinin de bir vadi dolusu koyunları oldu.

Daha sonra o melek abraş’a eski suret ve kılığında gelerek; ben yoksul bir adamım. Yolculuğum esnasında bütün çarelerim tükendi. Artık bugün an­cak Allah sayesinde ve senin yardımın ile yerime ulaşabilirim. Senden, sana şu güzel rengi, şu güzel teni ve şu malı verenin hakkı için bu yolculuğum­da üzerine binerek yerime ulaştıracak bîr deve istiyorum deyince, abraş ona: Haklar çoktur diye cevap verdi.

Melek ona, ben seni tanıyor gibiyim. Sen daha önce insanların kendisin­den tiksindiği abraş ve fakir bir kişi iken Allah sana (daha sonra bunca ma­lı) vermişti değil mi? Abraş, hayır ben bu malı babadan, atadan miras aldım, dedi. Bu sefer melek, eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline dön­dürsün dedi. Daha sonra kel adamın yanına eski suretinde giderek ona da öncekine söylediğinin benzerini söyledi, o da öncekinin verdiği cevabı bu­na verdi, bu sefer melek: Eğer yalan söylüyor isen Allah seni önceki haline döndürsün, dedi.

Nihayet âmâ’ya önceki suret ve şeklinde gitti ve: Ben yoksul bir adamım. Yolda kaldım. Bu yolculuğumda bütün çarelerim tükendi. Bugün yerime an­cak Allah’ın lütfuyla, ondan sonra da senin yardımınla ulaşabilirim. Sana gör­meni geri verenin hakkı için senden bu yolculuğumda beni yerime ulaştıra­cak bir koyun istiyorum, dedi. Kör dedi ki: Ben de önceleri kördüm. Allah bana görmemi geri verdi. İstediğini al, istediğini bırak. Allah’a yemin ederim,bugün ne alırsan Allah için ondan dolayı sana zorluk çıkarmayacağım. Bu se­fer melek ona: Malım tut. Sizler sınandınız. Senden razı olundu, iki arkada­şına ise gazap edildi diye cevap verdi.”[367]

İşte bu, fakirliğinden ayrı olarak çoluk çocuk sahibi olduğunu veya baş­ka bir durumda olduğunu iddia edecek olursa, onun bu hali -güç yetirilirse durumu açığa çıkartılır diyenlerin aksine- açığa çıkartılmaya çalışılmaz. Çün­kü hadiste: “Ben yoksul bir adamım ve yolcuyum, senden bir koyun istiyo­rum” denilmekte, buna karşılık yolcu olduğunu ispatlamakla onu mükellef tuttuğundan söz edilmemektedir. Ancak mükâteb olduğunu iddia eden bir kimseden, mükâteb olduğunu ispatlaması istenir. Çünkü, hürriyeti tesbit edilinceye kadar kölede aslolan köleliktir.[368]

  1. Zekâtın Verilemeyeceği Kimseler:

Kişinin nafakalarım sağlamakla yükümlü olduğu kimselere zekâttan bir-şeyler vermesi caiz değildir. Nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kim­seler; anne-baba, çocuk ve hanımıdır. Eğer imam bir adamın zekâtını, ada­mın kendi çocuğuna, babasına ve zevcesine verecek olursa caiz olur. Ancak, kişinin bunu bizzat kendisinin vermesi caiz değildir. Çünkü kişi, bu şekilde bir ödemede bulunmakla kendisi üzerinde farz olan bir şeyi ıskat etmiş olur.

Ebu Hanife der ki: Kişi zekâtını, oğlunun oğluna da, kızının kızına da ve­remez. Yine kendisiyle mükâtebede bulunmuş kölesine de, müdebberine de, umm veledine de, yarısını azad etmiş olduğu köleye de zekâttan bir şey ve­remez. Çünkü kişi, fakirin ihtiyacını gidermek suretiyle malı Allah için çıkar­tıp vermekle emrolunmuştur. Mülkiyeti altında bulunan bu tür kimseler ile kendisi arasında ortak menfaatler vardır. İşte bundan dolayı bunların birbir­leri lehine şahidlikleri de kabul edilmez. (Ebu Hanife) der ki: Mükâtep, üze­rinde ödemekle yükümlü olduğu bir dirhem kaldığı sürece bir köledir. Çün­kü bunu Ödemekten aciz kalabilir, o durumda mükâtebin kazancı efendisi­nin olur. Ebu Hanife’ye göre bir bölümü azad edilmiş olan köle de mükâtep seviyesindedir. İki arkadaşı Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre ise, üzerinde borç bulunan bir hür durumundadır, o bakımdan ona zekât verilmesi caiz olur.[369]

26, Nafakalarını Sağlamakla Yükümlü Olmadığı Yakınlara Zekât Vermek:

Zekâtını nafakalarını sağlamakla yükümlü olmadığı kimselere verenin du­rumu hakkında farklı görüşler vardır. Kimisi bunu caiz kabul ederken, kimisi bunu mekruh görmektedir. Malik, minnet altında kalma korkusu vardır, de­miştir. Mutarrıf in de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Malik’i, zekâtını ya­kın akrabalarına verirken gördüm. Vakidî de der ki: Malik dedi ki: Zekâtını verdiğin en faziletli yer, bakmakla yükümlü olmadığın akrabalarındır. Pey­gamber (sav) de Abdullah b. Mes’ud’un hanımına şöyle demiştir: “(Kocana vermek suretiyle) senin için biri akrabalık dolayısıyla ecir, diğeri de sadaka ecri olmak üzere iki ecir vardır.”[370]

Ancak, ilim adamları, kadının zekâtını kocasına vermesi hususunda fark­lı görüşlere sahiptirler. İbn Habib’ten, nakledildiğine göre o, hanımının ken­disine verdikleri ile hanımının nafakasını denkleştirmeye çalışırdı.

Ebu Hanife, bu caiz olmaz derken, iki arkadaşı ona muhalefet ederek: Ca­izdir demişlerdir. Daha sahih olan da budur. Çünkü, sabit olduğuna göre Ab­dullah fb. Mes’ud) in hanımı Zeyneb, Rasûlullalı (sav)’a giderek şöyle demiş­tir: Ben kocama sadaka vermek istiyorum bu benim için geçerli olur mu? Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: “Evet, senin için biri sadaka ecri, diğeri de ak­rabalık ecri olmak üzere iki ecir vardır.”[371]

Sadaka mutlak olarak zikredildiği takdirde zekât anlaşılır. Çünkü hanımın üzerinde kocası lehine nafaka mükellefiyeti yoktur, O bakımdan kocası ha­nımı için yabancı durumundadır. Ebu Hanife, görüşüne gerekçe göstererek şöyle der: Mülkiyet menfaatleri ikisi arasında ortaktır. Öyle ki, onlardan bi­rinin diğeri lehine şahitliği kabul edilmez. Hadis, nafile sadaka hakkında yorumlanmalıdır.

Şafiî, Ebu Sevr ve Eşheb bunu şu şartla caiz kabul ederler: Eğer koca on­dan aldığını hanımı lehine yerine getirmekle yükümlü olduğu mükellefiyet­ler alanında harcamayıp kendisinin nafakasını ve giyimini karşılamak üze­re harcar, hanımına da kendi malından infak ederse, olur.[372]

  1. Hak Sahiplerine Verilecek Zekât Miktarı Ne Olmalıdır?:

Yine fukahâ (zekât almak hakkına sahip olanlara) ne miktarda verilece­ği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Borçlu olan kimseye borcu kadarı ve­rilir, faki/ ve yoksula da kendilerine ve aile fertlerine yetecek kadarı veri­lir. Bunlara nisab miktarı, yahut ondan daha az miktarın verilmesinin ceva­zı hususunda farklı görüşler vardır. Bu farklı görüşlerin esasını ise, daha ön­ce geçen zekât almayı caiz kılan fakirlik sının ile ilgili görüş ayrılığı teşkil eder.

Ali b. Ziyad ve İbn Nâfi’in rivayetlerine göre bu hususta bir sınır yoktur. Bu, verilecek miktar valinin içtihadına göre tesbit edilir. Kimi zaman yoksul­lar azalabilir ve zekât artabilir. O takdirde fakire bir yıllık geçimini karşıla­yacak kadar verilir. Muğire’nin rivayetine göre ise fakire nisabdan daha aşağı miktar verilir ve hiçbir zaman nisab miktarına ulaşılmaz.

Müteahhir alimlerden kimisi de şöyle der: Eğer bir şehirde birisi nakit, di­ğeri de ziraat mahsulleri olmak üzere iki ayrı zekât varsa, fakire, öbürünün zekât vaktine kadar kendisini ulaştıracak bir miktar verilir.

İbnü’l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre fakire nisab miktarı verilir. İs­terse o şehirde iki veya daha fazla tür zekât alınmış olsun. Çünkü maksat zen­gin oluncaya kadar fakiri ihtiyaçtan kurtarmaktır. O bu miktarı aldıktan sonra diğer zekât gelecek olur da yanında kendisine yetecek kadar bir mik­tar varsa, bu sefer onu başkası alır.

Derim ki: Nisab miktarının verilmesi hususunda rey ashabının görüşü de budur. Ancak Ebu Hanife, caiz görmekle birlikte, bunun mekruh olduğu gö­rüşündedir. Ebu Yusuf İse mutlak olarak caiz kabul eder ve şöyle der: Çün­kü onun aldığı zekât miktarının bir bölümü şu andaki ihtiyacı içindir. Dola­yısıyla şu andaki ihtiyacından arta kalan miktar da (nisab olan) ikiyüz dirhem­den daha aşağıdadır. Eğer bir defada ikiyüz dirhemden fazla fakire verecek olursa, bu sefer şu an için duyduğu ihtiyaç miktarından arta kalan ikiyüz dir­hem kadar olur, bundan dolayı bu kadar bir miktarı vermek caiz olmaz.

Hanefi alimlerin müteahhirleri arasında şöyle diyenler de vardır: Eğer böy­le bir kimsenin geçindirmekle yükümlü olduğu aile efradı yoksa, borcu da bulunmuyorsa hüküm böyledir. Eğer üzerinde borcu varsa, borcunu ödeme­si halinde elinde ikiyüz dirhemden az bir miktar kalacaksa ona ikiyüz dirhem ya da daha fazla vermekte bir mahzur yoktur. Şayet geçindirmekle yüküm­lü olduğu aile efradı varsa, verilen miktar aile efradına paylaştırılması halin­de herbirisine ikiyüz dirhemden daha aşağı bir miktar isabet edecek kadar vermesinde bir mahzur yoktur. Çünkü böyle birisine tasaddukta bulunmak, hem ona, hem de aile halkına tasaddukta bulunmak demektir. Bu da güzel bir görüştür.[373]

  1. Zekât Alacak Fakirlerin Nitelikleri:

Şunu bil ki, yüce Allah’ın: “…Fakirlere…” buyruğu mutlaktır. Bunda herhangi bir şart veya bir kayıt bulunmamaktadır. Aksine bu buyrukta Ha-şimoğullarından olsunlar olmasınlar bütün fakirlere zekât vermenin caiz ol­duğuna delâlet vardır. Ancak, sünnet-i seniyye birtakım şartların nazar-ı iti­bara alınacağı doğrultusunda varid olmuştur. Bu şartlardan birisi, bu fakirlerin Haşimoğullanndan olmaması ve sadaka (zekât) verenin nafakasını sağlamakla yükümlü bulunmadığı kimselerden olmasıdır. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Üçüncü bir şart ise sadaka alacak kimsenin kazanabilecek gü­ce sahip olmaması şeklindedir. Çünkü Hz. Peygamber: “Sadaka (zekât), zengin ve azaları (gücü kuvveti) yerinde herhangi bir kimseye helal değil­dir”[374] diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmak­tadır.

Yine, İslâm alimleri arasında farz sadakanın, Peygamber (say) “e de, Ha-fimoğullarına da, onların mevlalarına da helal olmadığı hususunda görüş ay­rılığı yoktur. Ebu Yusuf tan ise, Haşimoğullanndan birisinin sadakası (zekâ­tı) nın, yine Haşimoğullarına mensup bir başka kimseye verilmesinin caiz ol­duğuna dair bir görüş rivayet edilmiştir ki, bunu el-Kiyâ et-Taberî nakletmek­tedir.[375] Kimi ilim adamı garip bir istisna teşkil ederek şöyle der: Haşimoğullarının mevlalarına hiçbir sadaka türü haram değildir. Ancak bu, Peygamber (sav.)’den sabit olana muhaliftir. Çünkü o, mevlâsı Ebu Rafı’: “Bir kavmin mevlası (azadlı kölesi) onlardandır”[376] diye buyurmuştur.[377]

  1. Haşimoğullarına Nafile Sadaka Verilebilir mi?:

Haşimoğullanna nafile sadaka vermenin cevazı hususunda da ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı vardır. İlim ehlinin çoğunlukla kabul ettiği sahih olan görüşe göre nafile sadakanın Haşimoğullanna ve onların mevlâlanna ve­rilmesinde bir mahzur yoktur. Çünkü Hz. Ali, Hz. Abbas ve Hz. Fatıma Al­lah onlardan razı olsun-Haşimoğullanndan bir grup kimseye sadaka vermiş­ler, onlar lehine vakıflar yapmışlardır. Onların yaptıkları vakıf sadakaları ise bilinmektedir ve meşhurdur.

İbnü’l-Macişun ile Mutarrif, Esbağ ve İbn Habib derler ki: Haşimoğulla­rına farz sadakadan da, nafile sadakan da birşey verilmez. İbnü’l-Kasım ise şöyle demektedir: Haşimoğullanna nafile sadaka verilebilir. Yine İbnü’1-Kasim der ki: Peygamber (sav)’den gelen: “Sadaka Muhammed’in âline helal de­ğildir”[378] şeklindeki hadis, sadece zekât hakkındadır, nafile sadaka ile ilgili değildir. İbn Huveyzimendad da bu görüşü tercih etmiş, Ebu Yusuf ve Muhammed de bu görüşü benimsemişlerdir.

İbn Kasım der ki: Onların mevtalarına (azad ettiklerine) her iki sadaka tü­ründen de verilebilir. Malik de “el Vâdiha” şöyle demektedir Muhammed âline nafile sadaka verilmez. Îbnü’l-Kasım der ki: Malik’e, ya onların mevlalarına (verilir mi?) diye sorulunca, ben mevlalardan kastın ne olduğunu bil­miyorum, diye cevap verdi. Bu sefer ben ona, Hz. Peygamber’in: “Bir kavmin mevlası onlardandır” buyruğunu ona karşı delil gösterince, bu sefer (bana: yi­ne Hz. Peygamber): “Bir kavmin kızkardeşi de onlardandır” diye buyurmuş­tur dedi. Esbağ dedi ki: Ancak bu, iyilik ve hürmet konusunda böyledir.[379]

  1. Bu Şekilde Harcama Allah’ın Farz Emridir:

“Allah’tan bir farz olarak” buyruğu Sibeveyh’e göre mas­tar olarak nasb edilmiştir. Yani; “Allah sadakaları kafi bir şekilde (böylece) farz kılmıştır,” anlamındadır. Bununla birlikte el-Kisaî’nin görüşüne göre kat1 ile (önceki kelime üzerinde durak yapmak sureti ile) ref edilmesi de caizdir. Yani; bunlar farzdır, anlamında olur. ez-Zeccâc der ki: Ben bu buyruğun bu şekilde (reP ile) okunduğuna dair bir şey bilmiyorum.

Derim ki: İbrahim b. Ebi Able bunu haber yaparak böylece okumuştur. Ni­tekim; “Zeyd ancak dışarı çıkmakta olandır,” demek de buna benzemektedir.[380]

  1. Peygambere eziyet eden ve: “O bir kulaktır” diyenler de onlar­dandır. De ki; “O sizin için hayırlı bir kulaktır. Allah’a İnanır ve müminler’in sözüne inanır. O, İçinizden iman edenler için de bir rahmettir.” Allah’ın RastUünü incitenler için can yakıcı bir azap vardır.

Yüce Allah münafıklar arasında Peygamber (sav)i incitecek sözler söyle­yerek ileri geri konuşup dillerini uzatan ve: Eğer bu konuda bana sitem ede­cek olursa ben ona böyle bir şey söylemedim diye yemin ederim, o da bunu kabul eder. Çünkü o her söyleneni dinleyen bir kulaktır, diye düşünen kimseler olduğunu beyan etmektedir.

el-Cevherî der ki; Bir kimse her söyleyenin sözünü dinliyor ise ona; “Kulak kesilen bir adam” denilir. Tekil ve çoğulu aynıdır.

Ali b. Ebi Tatha, İbn Abbas’tan yüce Allah’ın: “O bir kulaktır” buyruğu hakkında: Söyleyeni dinleyen ve kabul eden kimse demektir, diye açıkladı­ğını rivayet eder.

Bu âyet-i kerime Attâb b. Kuşeyr hakkında inmiştir. O: Muhammed ancak kendisine söylenen herşeyi kabul eden bir kulaktır, demişti. Bir başka görü­şe göre bu kişi Nebtel b. el-Hâris’tir. Bu açıklamayı de îbn İshak yapmıştır. Nebtel iri yarı, saçı sakalı birbirine karışmış, esmer, gözleri kızıl, yanakları­nın siyahlığına kırmızılık karışmış acaib hilkatli birisiydi. Kendisi hakkında Hz. Peygamberin: “Bir şeytanı görmek isteyen kimse Nebtel b. el-Hâris’e bak­sın” diye buyurduğu kişi de odur.[381]

Kulak” kelimesi, “zel” harfi ötreli de sakin de okunmuştur.

“De ki: O, sizin için hayırlı bir kalaktır” buyruğu o, sizin için hayırlı bir kulaktır, kötü bir kulak değildir, demektir. Yani o, sizin için hayırlı olanı işi­tir, kötü olanı işitmez. Bu buyruk; el-Hasen ve Ebu Bekr’in rivayetine göre Asım tarafından; şeklinde ötreli ve tenvinli olarak okunmuş­tur. Diğerleri ise, İzafet ile (yani “nun” harfi tek ötreli, ondan sonraki keli­me ise iki esreli) okunmuştur. Hamza ise, Cmü’minlere inanır” anlamında­ki buyruktan sonra gelen): “bir rahmet” kelimesini esreli oku­muştur. (Bu kıraate dair açıklamalar biraz sonra gelecektir). Diğerleri ise bu kelimeyi; “Bir kulaktır” buyruğuna atfederek ref ile okumuşlardır. İfa­denin takdiri ise şöyle olur: O, sizin için hayırh bir kulaktır ve bir rahmet­tir. Yani o. hayırlı şeyleri işitendir. Şer şeyleri işiten değildir. Bu da şu demek­tir. O, sevdiği (bir diğer nüshadaki kelimeye göre: İşitilmesi gereken) şeyi işi­tir ve o bir rahmettir. Ancak, “rahmet” kelimesinin esreli okunuşuna (ki, Ham­za ‘nın kıraatidir) göre ise bu kelime; “Hayır” kelimesine atfederek okun­muştur.

en-Nehhâs der ki: Bu, Arap dili bilginlerine göre açıklanma ihtimali uzak bir okuyuştur. Çünkü, her iki isim arasında uzaklık meydana gelmiştir. Es­reli okuyuşta ise bu oldukça çirkindir.

el-Mehdevî der ki: “Rahmet” kelimesi “hayırlı” kelimesine atf ile esreli okunur. Yani: O, hayırh şeyleri işiten bir kulaktır ve rahmet olan şeyleri işi­tendir, demek olur. Çünkü rahmet de hayır kapsamı içeresindedir. “Rahmet” kelimesinin, “mü’minler” kelimesine atfedilmesi doğru olamaz. Çünkü bu: O, Allah’a da inanır, mü’mintere de inanır (güvenir), anlamındadır.

Buna göre Kûfelilerin görüşüne göre, “mü’minler” anlamındaki kelimenin başındaki “ra” zaiddir. Yüce Allah’ın: “Onlar Rabblerinden kor-karlar” (el-A’raf, 7/154) buyruğunda da böyledir, (“Rabbleri” kelimesinin ba­şındaki “lam” zaiddir). Ebu Ali de der ki: Bu, yüce Allah’ın: “0 si­ze ulaşmış bulunuyor” (en-Neml, 27/72) buyruğundaki gibidir.

el-Müberred’e göre ise bu lam, fiilin kendisine delâlet ettiği bir mastara taalluk etmektedir ki, ifadenin takdiri: O, kâfirleri değil de mü’minleri tasdik eder, anlamında olmak üzere; şeklindedir. Mana nazar-1 itiba­ra alınarak lam getirilmiş olabilir. Çünkü; İnanır” kelimesi, “Doğrular, tasdik eder”; anlamındadır. Burada da yüce Allah’ın: “Önündekini tasdik edici” (el-Bakara, 2/97; Âl-i İmran, 3/3) buyruğunda olduğu gibi, “lam” ile teaddi etmiştir (geçişli fiil haline gelmiş­tir).[382]

  1. Sizi hoşnut etmek için huzurunuzda Allah’a yemin ederler. Halbuki daha doğru olan, Allah’ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleri­dir; eğer mü’mln iseler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[383]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Rivayete göre aralarında el-Cülâs b. Süveyd ile Vedîa b. Sâbit’in bulundu­ğu münafıklardan bir topluluk bir arada bulunuyordu. Yanlarında Ensar’dan Âmir b. Kays adında bir genç çocuk da vardı. Onu önemsemediler, ileri ge­ri konuştular ve şöyle dediler: Eğer Muhammed’in dediği gerçekse biz elbet­te eşeklerden daha kötü bir durumdayız.

Genç delikanlı buna kızdı ve: Allah’a and olsun ki onun söylediği gerçek­tir ve siz de eşeklerden daha kötüsünüz dedi. Peygamber (sav)’e de onların söylediklerini bildirdi. Münafıklar ise Âmir’İn yalan söylediğine dair yemin ettiler. Amir ise, hayır yalancılar onlardır, dedi ve buna dair yemin edip; Al­lah’ım, bizi birbirimizden ayrılmadan doğru söyleyenin doğruluğunu, yalan söyleyenin de yalancılığını ortaya çıkar, dedi.

Bunun üzerine şanı yüce Allah: “Sizi hoşnut etmek İçin huzurunuzda Al­lah’a yemin ederler* buyruğunun da yer aldığı bu âyet-i kerimeyi [384]indirdi.[385]

  1. Allah ve Rasûlünü Razı Etmek:

Yüce Allah’ın: Halbuki, daha doğru olan Allah’ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir” buyruğu mübtedâ ve haberdir. Sibe-veyh’in görüşüne göre ifadenin takdiri, “Daha doğru olan Allah’ı hoşnut etmeleridir, yine daha doğru olan O’nun Ra­sûlünü hoşnut etmeleridir” şeklinde olup, daha sonra hazfedilmiştir. Nitekim şairlerden birisi şöyle demiştir:

“Biz yanımızdakine, sen de yanımdakine razısın. Görüş derimiz) ise farklıdır.”

Muhammed b. Yezid der ki: İfadede herhangi bir hazf yoktur. İfadenin tak­diri; “Daha doğru olan Allah’ı razı etmeleridir, Rasû­lünü de” şeklinde olup takdim ve tehir vardır.

el-Ferrâ der ki: İfadenin anlamı, “daha doğru olan ise Rasûlünü razı etme­leridir” şeklindedir. “Allah” lafzı ise bir söz başlangıcıdır. Nitekim, Allah di­lerse ve sen dilersen ifadesi de böyledir.

en-Nehhâs ise der ki: Sibeveyh’in görüşü bunların en uygun olanıdır. Çün­kü Peygamber (sav)’den: “Allah dilerse ve sen dilersen” demenin nehy edil­diği sahih rivayetle sabit olmuştur. Herhangi bir ifadenin eğer manası da doğru ise, hiçbir ifadede ne takdim, ne de tehir takdirine gidilmez. Derim ki: Şöy­le de denilmiştir: Şanı yüce Allah, rızasını Rasûlünün rızası ile iç içe kılmış­tır. Nitekim O’nun: “Rasûle itaat eden Allah’a itaat etmiş olur (enNisâ,4/80) buyruğu da bunu göstermektedir. er-Rabi’ b. Haysem, bu âyet-i kerimeyi oku­du mu durur, sonra da şöyle dermiş: Öyle bir buyruk ki, hem ne buyruk! Al­lah bu işi ona havale etti ve o bize hayırdan başka birşey emretmez.[386]

  1. Yemin Edenin Yeminini Kabul Etme Gereği:

(Mezhebimize mensup.) ilim adamlarımız derler ki: Bu âyet-i kerime, ye­min edenin yeminini -kendisine yemin edilen kişinin razı olma yükümlülüğü bulunmasa dahi- kabul etmenin gerektiğini ihtiva etmektedir. Yemin, da­vacının bir hakkıdır.

Yine âyet-i kerime, daha önceden de geçtiği üzere yeminin yüce Al­lah’ın adına yapılması gerektiğini de ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Yemin eden ya Allah adtna yemin etsin, yahut sus­sun.[387] Kendisine yemin edilen kişi de tasdik etsin.”

Yeminlere ve yeminlerden istisna yapmaya (inşaallah demeye) dair yeter­li açıklamalar daha önceden el-Maide Sûresi’nde (5/89. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[388]

  1. Hâlâ bilmezler mi ki, kim Allah’a ve Rasûtüne karşı sınır müca­delesine kalkışırsa ona içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi var­dır. En büyük rüsvaylık işte budur.

Yüce Allah’ın: “Hâlâ bilmezler mi ki” buyruğunda kastedilenler müna­fıklardır. İbn Hürmüz ile el-Hasen ise bunu muhatap kipi olarak; “Bilmez (mi) siniz?” diye okumuşlardır. lafzı, Bil(mez)ler” ile nasb mahaliindedir. “He” zamiri İse söylenen söze ait bir zamirdir. “Kim Allah’a… karşı sınır mücadelisine kalkışırsa” buyruğu mübtedâ olarak ref mahaliindedir. “Sınır mücadelesine kalkışmak” ise, “Ayrılık” kelimesinde olduğu gibi birisinin bir sınırda, diğerinin de bir sınırda kalması, bulunması demektir. Mesela, Filan filana karşı sınır mücadelesine girişti,” ifadesi kullanılır ve bir kimsenin kendisi­ne ait olmayan bir sınır içerisinde bulunması başka sınıra düşmesi anlamı kastedilir.

“Ona… cehennem ateşi vardır” buyruğu ile ilgili olarak şöyle denmektedir: Şart cünlesinde “fe” harfinden sonra gelen (cevap cüm­lesi) mübtedâ kabul edilir. O bakımdan, burada hemze esreli olarak; denilmesi gerekirdi. el-Halil ve Sibeveyh de burada esreli olarak okunması­nı caiz kabul etmişlerdir. Sibeveyh, bu da güzeldir der ve şu beyitleri (tanık olarak) nakleder:

“Uğrayanların azlığı dolayısıyla (tadı) değişen suları bilirim hâlâ da. Uzun süre yal aldıklarından dolayı yorgun düşmüş develer hızla yol alırlar. Şüphesiz binek develerim uzun süre konup göçmekten usanırlarsa da Ben yine de bu işten aonunda payımı elde etmek için muhakkak ısrarla

yoluma devam ederim.”

Şu kadar var ki, genelde herkes; şeklinde hemzeyi üstün ile okumak­tadırlar.

Yine el-Halil ve Sibeveyh şöyle demektedirler: (âyet-i kerimedeki) ikin­ci (ît); birincisinden bedeldir. El Müberred, bu görüşün makbul olmadığı­nı, doğru olanın ise el-Cermî’nin açıklaması olduğunu iddia ederek şöyle der: İkincisi, araya uzunca ifadeler gelmiş olduğu için te’kid maksadıyla tekrar edil­miştir. Bunun benzeri yüce Allah’ın şu buyruklarıdır:

“Ve âhirette de en büyük hüsrana uğrayacak­lar onlardır” (en-Neml, 27/5). Yüce Allah’ın şu buyruğu da böyledir: ” Sonra ikisinin de akibetleri muhakkak iki­si de orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır.” (elHaşr,59/17)

el-Ahreş der ki: Bu âyette buyruğun anlamı böyle bir kimseye ateşin va­cip olacağıdır.

el-Müberred bunu kabul etmeyerek şöyle der: Bu bir hatadır. Çünkü şeddeli ve üstün olan; mübtedâ olarak kullanılıp haber hazfedilmez, Ali b. Süleyman da der ki: Mana; Vacip olan onun için ce­hennem ateşi olduğudur, şeklindedir. Buna göre ikincisi, mahzut bir mübtedânsn haberidir.

Ytne şöyle denilmiştir: İfade; Onun için ona muhakkak ce­hennem ateşi vardır, takdirindedir. Buna göre; (öl) edatı, “fe” ile arasında mecrur olan ismin takdiri üzere ref mahallındedir.[389]

  1. Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bîr sûrenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[390]

  1. Münafıkların Çekinmesi:

Yüce Allah’ın: “Münafıklar… çekiniyorlar” buyruğu bir haberdir, emir de­ğildir. Bunun haber olduğuna bundan sonra gelen: “Şüphesiz Allah çekin­diğinizi açığa çıkarandır” buyruğu delildir. Çünkü onlar inâdî olarak küf­re sapmışlardı.

es-Süddî der ki: Kimi münafıkların: Allah’a yemin ederim, hakkımızda bi­zi rezil edecek bir şeyler inmesindense öne çıkan lıp bana yüz sopa vurul­masını daha çok arzu ederim, demesi üzerine bu âyet-İ kerime nazil oldu.[391]

“Çekiniyorlar” buna karşı kendilerini korumaya çalışıyorlar, anlamında­dır. ez-Zeccac dedi ki: Buyruğun anlamı, çekinsinler şeklinde olup emirdir. Nitekim (emir vermek kastı ile): Bunu yapar, demek de buna benzemektedir.[392]

  1. Münafıkların Korkusu:

Yüce Allah’ın: “Tepelerine indirilmesinden…” buyruğun-daki; “(öl): … me…” nasb mahallinde olup “indirilmesinden” anlamını ka­zandırmaktadır. Sibeveyh’in görüşüne göre ise bu edatın;” den”in hazfine göre cer mahallinde olması da mümkündür. Ayrıca; “Çekinirler” fiilinin^mefûlü olarak nasb mahallinde olması da mümkündür. Çünkü Sibeveyh Zeyd’den çekindim,” tabirinin kullanılmasını uygun görmek­te ve (bu kullanılışa örnek olmak üzere de) şöyle bir beyit nakletmektedir:

.”Zarar vermeyecek işlerden çekinmekte, bununla birlikte güven duymaktadır Kendisini kaderlerden korumayacak şeylerde.”

Ancak el-Müberred bunu caiz kabul etmemektedir. Çünkü “çekinmek” ki­şinin tavırlarında görülen bir iştir.

“Tepelerine” ifadesinin anlamı, müminler üzerine demektir. “Bir sûre’den kasıt ise münafıklar hakkında müminlere münafıkların gülünçlük­lerini, kötülüklerini ve ayıplarını anlatacak bir sûre indirilmesinden çekinir­ler, demektir. İçte bundan dolayı bu sûreye, sûrenin tefsirinin baş tarafların­da da geçtiği gibi “el-Fâdıha (iç yüzleri açıklayan, rezil eden)” “el-Musîre (açık­layan, yayan” ve “el-Muba’sire (araştıran)” adlan verilmiştir. el-Hasen der ki: Müslümanlar bu sûreyi “ei-Haffâre (kazıcı)” diye de adlandırırlardı. Çünkü bu sûre münafıkların kalplerinde bulunanları kazıyarak ortaya çıkarmıştır.[393]

  1. Münafıkların Tehdidi:

Yüce Allah’ın: “De ki: Siz alay edin bakalım” buyruğu korkutma ve teh­dit ihtiva eden bir emirdir. ‘Şüphesiz Allah çekindiğinizi açığa çıkarandır” sîzin açığa çıkmasından korkup çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarandır.

İbn Abbas der ki: Allah münafıkların isimlerini de indirdi. Bunlar yetmiş kişi idiler. Daha sonra bu isimler O’nun refet ve rahmetinin bir tecellisi ola­rak Kur’ân-ı Rerîm’den nesh edildi. Çünkü onların çocukları müslüman idi ve insanlar birbirlerini ayıplayabiliyorlardı. Buna göre yüce Allah; “Şüphe­siz Allah çekindiğnizi açığa çıkarandır” buyruğunda sözünü ettiği vaadi­ni gerçekleştirmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah’ın açığa çıkarması, Peygamberine onların hallerini ve isimlerini bildirmesi sureti ile olmuştur. Yoksa onların adlarını Kur’ân-ı Kerîm’de İndirmesi şeklinde değil. Zaten yüce Allah bir başka yer­de: “Sen onları muhakkak söyleyişlerinden de bilirsin” (Mulıammed, 47/30) diye buyurmaktadır. Bu ise bir çeşit ilhamdır. Münafıklar arasında tereddüt içe­risinde bulunan ve Mulıammed (sav)ı yalanlamak ya da onu tasdik etmek hu­susunda kesin bir kanaate varmayan kimseler de vardı. Aralarında onun doğruluğunu bildikleri halde iman etmeyip inatiaşanlar da vardı.[394]

  1. Andolsun onlara soracak olsan elbette şöyle diyeceklerdir: “Biz sadece şakalaşıp eğleniyorduk” De ki: “Allah İle, O’nun âyetleri İle ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[395]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyet-i kerime Tebûk gazvesi hakkında inmiştir. Taberî ve başkaları Ka-tade’den şöyle dediğini naklederler: Peygamber (sav) Tebuk gazvesinde yolda giderken münafıklardan bir kesim de önünde yol alıyorlar ve şöyle diyorlardı: Şu Şam (Suriye) Saraylarını fethedecek ve sanoğullarınm (.Bizans­lıların) kalelerini zaptedecek kimseye bir bakın!

Yüce Allah kalplerinde olanı ve aralarında konuştuklarını Peygamberine haber verince şöyle buyurdu: “Şu önden gidenleri ben yanlarına gelinceye kadar alıkoyun,” Daha sonra yanlarına varıp: “Siz şöyle şöyle dediniz” diye söyleyince yemin ederek: “Biz ancak şakalaşıyor ve eğleniyorduk” dediler ve bununla söylediklerinde ciddi olmadıklarım anlatmak istediler.

Taberî, Abdullah b. Ömer’den şöyle dediğini nakleder: Ben bu sözü söy­leyen kişi olan ve Rebia b. Sabit’i Rasûlullah (sav)’ın devesine asılarak onun­la beraber sürüklenip dururken, taşlar sebebiyle yolun şurasına burasına de­ğip, bu arada da: Biz sadece şakalaşıyor ve eğleniyorduk derken gördüm. Pey­gamber (sav) ise: “Allah İle, O’nun âyetlerlyle ve Rasûlü île mi alay ediyor­dunuz?” diyordu.

en-Nekkaş ise, Hz. Peygamberin devesine bu şekilde asılan kişinin Abdul­lah b. Ubeyy b, Selûl olduğunu nakletmektedir. el-Kuşeyrî de İbn Ömer’den böylece nakletmektedir. İbn Atiyye der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü Abdul­lah b. Ubeyy Tebuk’e katılmamıştır. el-Kuşeyrî ayrıca der ki: Hz. Peygambe­rin bu sözlerini Vedia b. Sâbit’e söylediği de ifade edilmiştir. Vedîa münafık­lardan idi ve Tebûk gazvesine katılmıştır.

(Mealde) şakalaşmak anlamı verilen: aslında, suya dalmak de­mektir. Daha sonra kendisinde itham ve eziyet verici ifadeler bulunan her-şey hakkında kullanılır olmuştur.[396]

  1. Küfür Sözü Şaka da Söylense, Ciddi de Söylense Hüküm Aynıdır:

Kadı Ebu Bekr b. el-Arabi der ki: Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Tahkik, ilim ve hakkın; şaka ve ciddi­yetsizlik ise batıl ve cehaletin kardeşidir. İlim adamlarımız derler ki: (Bu ko­nuda isterseniz) yüce Allah’ın: “Sen bizi ataya mı alıyorsun dediler. O: Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım, dedi” (el-Bakara, 2/67) buyruğuna ba­kabilirsiniz.[397]

  1. Şaka ve Ciddiyetsizliğin Çeşitli Hükümlere Etkisi:

İlim adanılan şakanın, ahş-veriş, nikâh ve boşama gibi sair hükümlerde etkisi hususunda üç ayrı görüş ortaya atmışlardır.

Bir görüşe göre kayıtsız ve şartsız olarak şaka yollu söylenen bu sözler bu hükümlerde bağlayıcı değildir.

İkinci görüş, mutlak olarak bağlayıcıdır.

Üçüncü görüş ise, alış-veriş ile diğer hükümler arasında fark gözeten gö­rüştür. Buna göre nikâh ve talakta bağlayıcıdır. Bu, talak hususunda tek bir görüş olarak Şafiî’nin görüşüdür, alış-verişte ise şakanın bağlayıcı bir hükmü yoktur.

Malik ise, “Muhammed’in Kitab”mda şöyle demektedir: Şaka ve eğlenen kimsenin nikâhı bağlayıcıdır. Ebu Zeyd, Îbnü’l-Kasmı’dan “el-Utebiye”dt bağlayıcı olmadığını nakletmektedir. Ali b. Ziyad ise, bu durumda nikâh ön­ce de olsa, sonra da (farkedilse) fesh edilir.

Şakalaşan kimsenin satışı hususunda Şafiî’nin iki görüşü vardır. Bizim (Malikî) mezhebimizin ilim adamlarının görüşlerinden de bu şekilde iki görüş çı-kartıiabilir. İbnü’l-Münzir ise, boşamanın ciddisinin de şakasının da aynı ol­duğu hususunda icma bulunduğunu nakletmektedir. Mezhebimize mensup müteahhir kimi ilim adamı da şöyle demiştir Her iki taraf da nikâhta olsun ahş-verişte olsun şaka yollu söylediklerini ittifakla belirtirlerse bağlayıcı ol­maz. Ancak, bu konuda aralarında ayrılık doğarsa, ciddi olduğu şaka oldu­ğu iddiasına baskın kabul edilir.

Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Dârakutnî, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini riva­yet ederler: Rasûlullah (sav.) buyurdu ki: “Üç şey vardır ki bunların ciddisi de ciddidir, şakaları da ciddidir: Nikâh, boşama ve ricat.” Tîrmizî der ki: Bu, hasen, garip bîr hadistir. Peygamber (sav) ashabından olsun, diğerlerinden olsun, İlim ehlince uygulama da buna göredir.[398]

Derim ki: Evet, hadiste bu şekilde: “…ric’at” ifadesi de geçmektedir. Ma-lik’in Muvattaı’nda ise Yahya b. Saıd’den, o, Said b. el-Müseyyeb’den şöyle dediği nakledilmektedir: “Üç şey vardır ki, bunlarda oyun olmaz. Nikâh, ta­lak ve köle azad etmek.”[399] Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes’ud ve Ebu’d-Der-dâ’dan da böyle rivayet edilmiş ve onların hepsi şöyle demişlerdir: Üç şey vardır ki bunlarda eğlenme de olmaz, geri dönüş de olmaz. Eğlensin diye de bunları yapan, ciddi olarak da bunları yapan (aynı durumdadır): Nikâh, ta­lak ve köle azad etmek.

Said b. el-Müseyyeb’den, Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakletmektedir: Dört şey vardır ki bunlar herkesin hakkında caiz (geçerli )dirl er: Köle azadı, boşama, nikâh ve adaklar. Dahhak’dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Üç şey vardır ki, bunlarda oyun olmaz. Nikâh, boşama ve [400]adaklar.[401]

  1. Özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldu­nuz. İçinizden bir grubu affetsek bile, günahkâr kimseler olduk­ları İçin diğer bir grubu azaplandıracağız.

Yüce Allah’ın: “Özür dilemeyin. Sias, iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz” buyruğu azar olmak üzere söylenmiş bir sözdür. Şöyle bu-yurulmuş gibidir: Fayda vermeyecek bir iş yapmaya kalkışmayın. Bundan son­ra haklarında kâfir oldukları ve günahlarından dolayı özür dilemenin Fayda sağlamayacağı hükmü verilmektedir.

“Özür diledi” ifadesi, mazereti oldu anlamınadır. Şair Lebîd şöy­le der:

“Tam bîr yıl ağlayan bir kimse, artık özür dilemiş (mazereti kabul edilmiş) olur.”

Özür dilemek O’tizâr) ise, (kalpte) duyulan (olumsuz duyguların izleri­ni, etkilerini silmek demektir. Mesela; “Evlerin izleri silindi, git­ti,” denilir. İ’tizar da silinip gitmek manasınadır. Şair der ki:

“Yoksa aen, el-Vedkâ (denilen yer, ya da kum tepesin) de alışageldiğin İzlerin silinip gittiği yerin alametlerini biliyor muydun?”

İbnü’l-A’râbî der ki: Bu kelimenin asıl anlamı kesmektir. Ona, itizar ettim demek, onun kalbinde bulunan (bana karşı) olumsuz duygulan kestim, so­na erdirdim demektir. Sünnet edildiği vakit çocuktan kesilen et parçacığına; denilmesi de buradan geldiği gibi, kız çocuğunun sünnet edilme­si halinde kesilen et parçacığına da; Yüce Allah’ın: “İçinizden bir grubu affetsek bile günahkâr kimseler ol­dukları için diğer bir grubu azaplandıracağız” buyruğu ile ilgili olarak de­nildiğine göre bunlar üç kişi idiler. İkisi alay etmiş, bir diğeri de gülmüştü. Af olunan kişi, gülen ve herhangi bir söz söylemeyen kişi idi.

“Grup” (anlamı verilen: taife), topluluk, cemaat demektir. Bir kişiye de ma­na itibariyle “taife” denilebilir. İbn’ul-Enbârî der ki: Bazan çoğul anlam ifade eden bir lafız tek kişi hakkında da kullanılır. Mesela: “Fi­lan kişi katırlarla çıktı,” demek gibi. Yine der ki: “Taife” kelimesi ile tek kişi kastedilecek olursa, sonundaki “yuvarlak te”nin mübalağa için gelmesi de mümkündür.

Affedilen kişinin adı hakkında farklı görüşler vardır İbn İshak adının, Mah-şî b. Humeyyir olduğunu söylerken, İbn Hişam, adının İbn Mahşî olduğu söy­lenmektedir, der. Halife b. Hayyât ise “Tarihimde bunun adı, Muhâşin b. Humevyir’dir demektedir. İbn Abdi’1-Berr ise, Muhâşin el-Himyerî olduğunu zik­rederken, es-Süheylî ise, Muhaşşin b. Humeyyir olduğunu belirtmektedir. Hep­si de bu kişinin Yemame’de şehid düştüğünü naklederler. Bu kişi tevbe et­miş ve ona Abdurrahman adı verilmişti. O da şehid olarak öldürülüp, kab­rinin nerede olduğunun bilinmemesi için Allah’a dua etmişti. Bunun, o va­kit münafık mı, yahut müslüman mı olduğu hususunda da farklı görüşler var­dır. Bir görüşe göre önce münafıktı, daha sonra samimi bir şekilde tevbe et­ti. Bir diğer görüşe göre ise müslümandi. Ancak, münafıkların sözlerini işi­tince bundan dolayı gülmüş, münkerlerini değiştirmemişti.[402]

  1. Münafık erkeklerle münafık kadınlar da birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder iyilikten alıkoyarlar, ellerini de siki tu­tarlar. Onlar, Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Şüphesiz mü­nafıklar fasddarın tâ kendileridirler.

Yüce Allah’ın: “Münafık erkeklerle münafık kadınlar” (mealindeki) buyruğu mübtedâdır. “Birbirleri” ikinci mübtedâdır, bedel de ola­bilir. Haberi ise; “.lerindendir” buyruğudur.

“Bİrbirlerİndendlr” buyruğu, onların dinden çıkması aynı şey gibidir, an­lamındadır. ez-Zeccâc der ki: Bu yüce Allah’ın: “Onlar muhakkak sizden ol­duklarına dair Allah’a yemin ederler” (et-Tevbe, 9/56) buyruğu İle ilişkili­dir. Yani, onlar mü’minlerden değildirler. Aksine, birbirlerindendirler. Bu da onların münkeri emredip maruftan alıkoymak hususunda birbirlerine ben­zedikleri anlamına gelir.

Ellerini sıkı tutmaları ise, onların cihadı terk etmeleri ve yerine getirme­leri gereken haklar hususunda cimrilik etmeleri demektir.

Burada “unutmak” terketmek anlamındadır. Yani, onlar Allah’ın kendile­rine verdiği emirleri terkettîler, O da şüpheleri içerisinde kendilerini terke-dip bıraktı. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, yüce Allah’ın emirlerini adeta unutulmuş hale gelinceye kadar terkedip durdular. O da onları sevap ve mü­kâfatından unutulmuşlar seviyesine düşürdü. Katade der ki: “Onları unut­tu”, hayırdan onları mahrum bıraktı anlamındadır. Kötülükten ise onları unutmadı. (Kötülük işlemeye devam ettiler).

Fısk, itaat ve dinin dışına çıkmak anlamındadır ki, buna dair açıklamalar daha önceden Cel-Bakara, 2/26’da) geçmiş bulunmaktadır.[403]

  1. Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de orada ebediyyen kalıcılar olmak üzere cehennem ateşini va’detti. Bu onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlara bi­tip tükenmeyen bir azap vardır.

“Allah, erkek münafıklara da… va’detti.” Va’dediten şey, hayır ise; Allah va’detti, denilir. Eğer bir kötülük ise, (isim ve maştan): ) şeklinde gelir. “Ebediyyen kalıcılar olmak üzere” buyru­ğu hal olarak nasb edilmiştir. Âmili ise mahzufdur. Orayı ebe­di kalıcılar olma”k üzere boylarlar,” demektir.

“Bu onlara yeter” buyruğu mübtedâ ve haberdir. Yani bu, (cehennem ateşi ve azap) onların amellerinin karşılığı olmak üzere yeterlidir.

“Lanet (edilmek)”, uzak düşmek demektir. Yani, Allah’ın rahmetinden uzak düşmüşlerdir anlamında olup, lanete dair açıklamalar daha önceden (el-Ba-kara, 2/88. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Onlara bitip tükenmeyen” devamlı ve kalıcı “bir azap vardır.”[404]

  1. Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güç­lü idi Malları ve evladan da daha çoktu. Onlar payları kadar fay­dalandılar. Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkla­rı gibi, siz de payınız kadar faydalandınız ve onlar daldıkları gi­bi siz de daldınız. Onlar, dünyada da âhirette de amelleri boşa gitmiş olanlardır. Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte bun­lardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[405]

1- Siz de Kendinizden Öncekiler Gibisiniz:

Yüce Allah’ın: “Sîz de kendinizden öncekiler gibisiniz” buyruğu ite İl­gili olarak ez-Zeccâc der ki: Buradaki “kef” (.gibi anlamındaki edat), nasb ma-hallindedir. Yanı, yüce Allah onlardan öncekilere cehennem ateşini va’det-tiğî gibi diğer kâfirlere de cehennem ateşini va’detmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Buyruk, siz münkeri emredip maruftan alıkoymak hu­susunda sizden öncekilerin yaptıkları gibi yaptınız, şeklindedir ve burada muzaf hazmedilmiştir.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Siz de sizden öncekiler gibisiniz. Buna gö­re buradaki benzetme edatı ref mahallindedîr. Çünkü hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir.

“O: Daha güçlü” kelimesinin munsanf olmayışı; vezninde sıfat-ı müşebbehe olduğundan dolayıdır. Bu kelimenin aslı şeklindedir. Ya­ni onlar, sizden daha çetin bir güce sahip oldukları halde, yüce Allah’ın azabını kaldırmak imkân ve fırsatını bulamamışlardı.[406]

2- Muhammed Ümmeti ve Önceki Ümmetler:

Said (b. el-Müseyyeb), Ebu Hureyre’den, o, Peygamber (,sav)’den şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir: “Sizden önceki ümmetlerin gittikleri yolda siz de arşın arşın, karış karış, kulaç kulaç gideceksiniz. Öyle ki, onlardan her­hangi bir kimse bir keler deliğine dahi girecek olsa, şüphesiz siz de oraya gireceksiniz.” Ebu Hureyre dedi ki: Dilerseniz Kur’ân-ı Kerîmedeki şu buy­ruğu) okuyunuz: “Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden da­ha güçlü İdi. Malları ve evlatları da daha çoktu. Dolar payları kadar fay­dalandılar.” Ebu Hureyre der ki: Buradaki “pay”dan kasıt dindir. “Sizden ön­cekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi, siz de payınız kadar faydalandınız” buyruğunu âyeti bitirinceye kadar okudu. CAslıab”) dediler ki: Ey Allah’ın Peygamberi, yahudi ve hristiyanlann yaptıklarını mı yapacağız? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Zaten insan diye onlardan başka kim var?”[407]

Yine Sahih’te de Ebu Hureyre’den Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Sizden öncekilerin yollarını karış karış, arşın arşın izleye­ceksiniz. Hatta onlar keler deliğine girecek olsalar siz de oradan gireceksiniz.” Ey Allah’ın Rasûtü, yahudi ve hıristiyanların mı? dediler, Hz. Peygam­ber: “Ya başka kim olabilir?” diye buyurdu.[408] İbn Abbas da dedi ki: Bu ge­ce düne ne kadar da benziyor! İşte şu İsrailoğullarına benzedik çıktık. îbn Mes’ud’dan da buna benzer bir söz nakledilmiştir.[409]

3- Zarara Uğrayanlar;

Yüce Allah’ın: “Onlar paylan kadar faydalanddar.” Yani, kendilerinden öncekilerin yaptıkları gibi onlar da dinlerinden paylanna düşen ile yararlan­dılar. “… Siz de daldınız” ifadesi ile de gaib zamirden hitap sigasma geçil­mektedir, “Daldıkları gibi” yani, onların dalışları gibi daldınız. “Gibi* anla~ mini veren “kef” ise, hazfedilmiş bir mastara sıfat olarak nasb mahallindedir. Yani, siz de dalanların dalışı gibi daldınız demektir. ise, Kim, kim­se gibi nakıs bir isimdir ve bu hem tekil, hem de çoğul hakkında kullanılır. el-Bakara Sûresi’nde (2/17.âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Suya daldım, dalarım” denilir. Dalınan yere de denilir. Bu da insanların gerek piyade, gerekse binekli olarak ka-tettikleri yer demektir. Çoğulu ise, şekillerinde gelir. Bu açık­lama Ebu Zeyd’den nakledilmiştir. “Bineğini suya daldır­dım,” ise, “binekleri suya daldı” demektir. “Zorlu, sıkıntılı işlere daldım,” demektir. kılıcını sapladığı kimsenin içinde hareket ettirdi,” manasına gelir, “Kanında daldırdı” ifadesi mübalağa olarak kullanılır. İçecek şeylerin yayılması için kullanılan aracın adıdır. “İçeceği çalkaladım,” ifadesi de bura­dan gelmektedir. Karşılıklı olarak konuşup söze dalmayı anlatmak üzere de; tabirleri kullanılır. Buna göre ifadenin anlamı şudur: Siz de oyun ve eğlence ile dünyevî işler arasına dalıp gittiniz. Muham-med (sav)’ın işini yalanlamaya daldınız diye de açıklanmıştır.

“Onlar… amelleri” yani, hasenatları “boşa gitnüş” batıl olmuş “olanlar­dır.” Buna dair açıklamalar daha önceden (2/217. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. “Zarara uğrayanların tâ kendileri de işte bunlardır.” Bu­na dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/28. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.[410]

  1. Onlara kendilerinden öncekilerin, Nuh, Âd, Semud kavimleri­nin, İbrahim kavminin, Medyen ashabının, Mu’tefikelerin ha­beri gelmedi mti Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle gel­mişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi ken­dilerine zulmediyorlardı.

“Onlara kendilerinden öncekilerin… haberi gelmedi mi?” Buradaki soru, takrir (gerçeği söyletmek) ve sakındırmak anlamındadır. Yani onlar, bi­zim daha önceden kâfirleri helak ettiğimizi işitmediler mi? “Nuh, Âd, Semud kavimlerinin” buyruğu “ler” anlamını veren; den bedeldir. “İbrahim kavminin” yani, Kenan oğlu Nemrud’un ve kavminin; “Medyen ashabının” Medyen, Hz. Şuayb’ın yaşadığı şehrin adı idi. Medyenliler Yevmu’z-Zulle aza­bı ile helak edildiler. “Mu’tefikelerifi” denildiğine göre bununla Lût kavmi kastedilmektedir. Çünkü, onların yaşadıkları yer kendileri de içlerinde oldu­ğu halde alt üst oldu. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Bir görüşe göre de “Mu’teflkeler” helak edilen herkes demektir. Mesela, dünya başlarına yıkıl­dı, demeye benzer.

“Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle gelmişlerdi.” Burada (sözü-geçen kavimlere gönderilen) bütün peygamberler kastedilmektedir. Bir gö­rüşe göre de, Mu’tefikelere peygamberleri gelmişti, diye de açıklanmıştır. Bu­na göre onların peygamberleri yalnız başına Hz. Lût’tur. Ancak, her bir ka­sabaya bir peygamber gönderilmiştir. Mu’tefikeler ise üç kasaba idi. Dört ol­duğu da söylenmiştir. Bîr başka yerde tekil olarak yalnızca “el-Mu’tefike” (en-Necm, 53/53) şeklindeki buyruğu ise, cinsi anlatmak için gelmiştir.

Bir diğer görüşe göre “peygamberler” ile tek bir peygamber kastedilmiş­tir. Yüce Allah’ın: “Ey Peygamberler, hoş ve temiz şeylerden yeyiniz” (el-Mu’mi-nun, 23/51) buyruğunda olduğu gibi. Oysa, Hz. Peygamber asrında ondan başka bir peygamber yoktu. Derim ki: Ancak, bu görüş tartışılır. Çünkü Pey­gamber (sav)’den gelen sahih hadiste şöyle buyurmuştur: “Muhakkak Allah, Peygamberlere verdiği emrin aynısı ile mü’minlere hitab etmiştir.[411] Bu hadis, bunun böyle olmadığına işaret etmektedir ki, bu da el-Bakara Sûresi’nde (2/172, ayetin tefsirinde) geçmiş idi. O halde kastedilenler bütün peygam­berlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yüce Allah’ın: “Allah onlara zulmediyor değildi.” Yani, Allah kendileri­ne bir peygamber göndermedikçe onları helak etmedi. “Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” Ancak onlar, kendilerine karşı deliller orta­ya konulmasından sonra kendi kendilerine zulmettiler.

  1. Mü’miû erkeklerle mü’mln kadınlar birbirlerinin relileridir. Bunlar iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar. Na­mazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Rasulüne de itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir, şüphesiz Al­lah Azizdir. Hakimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağiz;[1]

  1. Mü’minlerin Veliliği:

“Birbirlerinin velileridirler” yani, candan sevgi, muhabbet, birbirlerine atıfetleri bakımından kalpleri birlik içerisindedir.

Münafıklar hakkında ise: “Bİrbirlerindendirler” ifadesi kullanılmıştır. Çünkü onların kalpleri ayrılık içerisindedirler. Fakat hüküm itibariyle biri di­ğerine katılır.[2]

  1. İyiliği Emredip Kötülükten Alıkoymak:

“Bunlar, İyiliği emreder.” Yüce Allah’a ibadeti, O’nu tevhid etmeyi ve bu­na bağlı olan diğer bütün hususları emrederler.

“Kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.” Putlara tapmaktan ve buna bağ­lı olan her husustan vazgeçirmeye çalışırlar. Taberî, Ebu’l-Âliye’den şöyle de­diğini nakleder: Kur’ân-ı Kerîmde yüce Allah’ın sözünü ettiği bütün iyiliği emi edip, münkerden alıkoymaya dair buyrukların hepsi putlara ve şeytanlara iba­deti yasaklamak anlamındadır. İyiliğin emredilip münkerden alıkonulması ile ilgili açıklamalar daha önce el-Maİde Sûresi (5/79. âyetin tefsirinde) ile Âl-i İmran Sûresi’nde (3/21-22. ayetlerin tefsiri, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamd olsun.[3]

  1. Namazın Kılınması:

Yüce Allah’ın: “Namazı dosdoğru kılarlar” buyruğuna dair açıklamalar, Bakara Sûresi’nin baştarahnda (elBakara,2/3. âyet, 4. başlıkta) daha Önce­den geçmiş bulunmaktadır. İbn Abbas der ki: Burada kastedilenler beş va­kit namazdır. Buna göre sözü edilen zekât da farz zekât demektir. İbn Atiy-ye der ki: Bana göre nafilelerle övgü, daha beliğ (ileri derecede) dir. Zira na­fileleri yerine getiren bir kimsenin tarzlan yerine getirmesi öncelikle söz konusudur.[4]

  1. Allah’a ve Rasûlüne İtaat Edenler:

“Allah’a” farz kıldığı hususlarda “Rasûlüne de” kendileri için sünnet kıl­dıklarında “itaat ederler.”

Yüce Allah’ın: “İşte Allah bunlara rahmet edecektir” buyruğundaki “sin” harfi, va’dolunan bu rahmetin gerçekleşeceği vaktin bir sü­resi bulunduğunu belirtmektedir ki, ruhlar bu va’di umarak nimetlensin. Şa­nı yüce Allah’ın lütfü, bu va’din yerine getirilmesinin teminatıdır.[5]

  1. Allah mü’min erkeklere de mü’min kadınlara da -içlerinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler va’detti. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler… Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. En büyük kurtuluş İşte budur.

“Allah, mü’min erkeklere de mü’min kadınlara da -içlerinde ebediyyen kalmak üzere- altından” yani, ağaçlarının ve köşklerinin altından “ırmak­lar akan cennetler” bahçeler “va’detti.” el-Bakara Sûresi’nde (2/25. ayetin tefsirinde) bu nehirlerin yataksız olarak, fakat zapturapt altında aktıklarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. “Bir de Adn cennetlerinde” yani, ebedî ikâmet yurtlarında “hoş meskenler.” Kokuları beşyüz yıllık mesafeden alınan zebercet, inci ve yakuttan köşkler…

“Adn” İkâmet etmek anlamında olup, bir yerde ikâmet etti demek üzere denilir. “Maden (ma’din diye söylenir)” da buradan gelmekte­dir. Ata el-Horasanî der ki: “Adn cennetleri” cennetin iç tarafıdır. Bunun ta­vanı İse Rahman’ın Arşıdır. İbn Mes’ud der ki: Adn cenneti cennetin iç tara­fı yani, en mükemmel orta yeridir. el-Hasen der ki: Adn cenneti, altından bir köşktür. Oraya ancak bir peygamber, yahut sıddîk veya şehid, ya da adalet­li bir hükümdar girebilir. Buna benzer bir görüş de ed-Dahhak’tan nakledil­miştir. Mukatil ile el-Kelbî derler ki: Adn, cennetteki en üstün basamaktır. Tesnim pınan oradadır. Diğer cennetler ise onun etrafını çevrelemişlerdir. Bu cen­net, Allah tarafından yaratıldığı günden itibaren peygamberler, sıddîkler, şe-hidler, salihler ve Allah’ın dilediği kimseler içine girecekleri vakte kadar ör­tülü kalacaktır. “Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür” yani bütün bunlardan daha büyüktür, “en büyük kurtuluş işte budur.”[6]

  1. Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı clhad et ve onla­ra sert ol! Yerleri cehennemdir onların. O, ne kotu bir dönüş ye-ridir!

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[7]

  1. Kâfirlere Karşı Cihad:

Yüce Allah’ın: “Ey Peygamber! Kâfirlere… karşı cihad et” buyruğunda hitap Peygamber (sav)’edir. Ondan sonra ümmeti de bu hitabın kapsamına girmektedir. Maksat, mü’minlerle birlikte kâfirlere karşı cihad et, şeklinde­dir diye de açıklanmıştır. İbn Abbas der ki: Hz. Peygamber kâfirlere karşı kı­lıçla, münafıklara karşı dil ile İleri derecede azar ve sert sözler söylemek su­retiyle cihad etmekle emrolunmuştur.

İbn Mes’ud’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Münafıklara karşı elin­le cihad et, gücün yetmezse dilinle. Buna da gücün yetmezse, onlara karşı sen de surat as, yüzünü ekşit. el-Hasen der ki: Onlara hadleri uygulamak su­retiyle ve dil ile münafıklarla cihad et, Katade de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü münafıklar hadleri gerektirici suçlan en çok işleyen kimselerdi.

İbnü’l-Arabî der ki: Dil ile delili ortaya koymak, daimi bir hükümdür. Had­ler ile ilgili ifadeye gelince, hadleri gerektiren işleri işleyenlerin çoğunluk-‘la onlar olduğu iddiası delilsiz bir iddiadır. Günah işleyen asi, münafık de­ğildir. Münafık, kalbinde nifakı gizleyen kimsedir ve onunla münafık olunur. Yoksa, zahiren organların yapüklanyla münafık olunmaz. Kendilerine had uy­gulananlara dair bize ulaşan haberlerden, bu suçlan işleyenlerin münafık kim­seler olmadıkları anlaşılmaktadır.[8]

  1. Münafıklara Karşı Sert Davranmak:

“Ve onlara sert ol” buyruğundaki;”(JiLdl) Sertlik* kelimesi re’fet (yumu­şak kalpliliksin zıddıdır. Sertlik, bir işi bir kimsenin başına getirmek esna­sında kalbin katılığı demektir. Bu İse dille olmaz. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi birinizin cariyesi zina edecek olursa, ona had vursun fakat hiçbir şekilde (ondan sonra) artık bunu yüzüne vur­mak suretiyle onu azarlamasın.”[9] Yüce Allah’ın: “Şayet kaba, katı kalpli ol­saydın, elbette onlar da etrafından dağılırlardı” (Âl-i îmran, 3/159) buyruğu da bu anlamı ortaya koymaktadır. Kadınların Hz. Ömer’e söyledikleri: “Sen Rasûlullah (sav)’dan daha sert ve daha katısın”[10] İfadeleri de bu kabilden­dir. “Sertlik (ğılza)”nın anlamı ise, kalp katılığı demektir. Bu, ise yüce Allah’ın; “Mü’mirilerden sana tabi olanlara da kanatlarını indir” (eş-Şuara, 26/215) buyruğu ile: “Onlara rahmet ile tevazu kanadını indir” (elİsra, 17/24) buyruklarında, sözü edilen yumuşak davranmanın zıddıdır.

Bu âyet-i kerime daha önce inmiş bulunan affetmek, sulh ve bağışlamak gibi bütün hükümleri nesh etmiştir.[11]

  1. “Söylemediler” diye Allah’a’yemin ederler. Şüphe yok ki, o kü­für sözünü söylediler. Onlar, müslümanlıklarından sonra kâfir oldular ve başaramadıkları bir işe de yeltendiler. Halbuki, inti­kam almaya kalkışmaları için Allah’ın ve Peygamberinin onla­rı lütfuyla zenginleştirmiş obuasından başka bir sebep de yoktur. Eğer tevbe ederlerse onlar İçin hayırlı ohır. Eğer yüzçevirirlerse, Allah onları dünyada da ânirette de pek acıklı bir azaba uğratır. Onların yeryüzünde ne bir velileri vardır, ne de bir yardımcıları.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[12]

  1. Ayetin Nüzul Sebebi ve Münafıkların Yalancılıkları:

Yüce Allah’ın: “Söylemediler diye Allah’a yemin ederler” diye başlayan âyet-i kerimesinin, el-Culâs b. Suveyd b. es-Sabit ile Vedia b. Sabit hakkın­da nazil olduğu rivayet edilmiştir. Bunlar, Peygamber (sav) hakkında ileri ge­ri konuşmuş ve: Allah’a and olsun eğer Muhammed bizim efendilerimiz ve hayırlılarımız olan diğer kardeşlerimiz hakkında söylediklerinde doğru ise, hiç şüphesiz biz de eşeklerden de daha kötüyüz, demişlerdi. Âmir b. Kays kendisine: Evet, Allah’a yemin ederim Muhammed hem doğrudur, hem doğ­ruluğu tasdik edilmiştir. Şüphe yok ki sen de eşekten daha da kötü bir du­rumdasın, diyerek bunu Peygamber (sav)’a bildirir. el-Culâs, gelip Peygamber (sav)’ın minberi yanı başında Âmir’in gerçekten yalancı olduğuna dair ye­min etti, Âmir ise el Culâs’ın bu sözü gerçekten söylediğine yemin etti ve: Al­lah’ım, doğru söyleyen Peygamberine (bu hususta) birşeyler bildir, diye dua etmesi üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.

Onu işitenin Âsim b. Adiy olduğu da söylenmiştir, Huzeyfe olduğu da söy­lenmiştir. İbn İshak’m dediğine göre ise, onun bu sözlerini asıl işiten kim­senin Umeyr b. Sa’d adındaki üvey oğlu olduğu da söylenmiştir. Ondan başkaları ise adının Musab olduğunu söylerler. Bunun pzerine el-Culâs, duru­munu haber vermesin diye onu öldürmek istemişti. İşte: “Ve başaramadık­ları bir işe de yeltendiler” buyruğu onun hakkında nazil olmuştur.

Mücahid der ki: Arkadaşı, el-Culâs’a: Ben senin bu söylediklerini Rasûlul-lah (sav)’a bildireceğim deyince, el Culâs onu öldürmek istediyse de daha sonra başaramadı, bu işi yapamadı. İşte yüce Allah’ın: “Ve başaramadıkları bir İşe de yeltendiler” buyruğu ile buna işaret edilmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu âyet-i kerime Abdullah b. Ubey hakkında indi­rilmiştir, O, Gıfarlılardan birisinin, Cüheynelilerden bir adam ile kavga et­mekte olduğunu görmüş. Cüheynelİler Ensar ile antlaşmalı idiler. Ğıfarlılar-dan olan kişi Cüheynelilerden olan kişiye karşı üstünlük sağlayınca, İbn Ubey: Ey Evs ve Hazrecoğullan! Kardeşinize yardım edin. Allah’a yemin ol­sun ki, bizim misalimiz ile Muhammed’İn misali ancak: “Köpeğini besle ki seni yesin” diyenin sözüne benzemektedir. Andolsun bizler Medine’ye dö­necek olursak hiç şüphesiz daha aziz olan, oradan zelil olanı çıkartacaktır. Peygamber (sav)’e bu husus haber verilince, Abdullah b. Ubeyy yanına gel­miş ve böyle bir söz söylemediğine dair yemin etmişti. Bunu da Katâde söylemiştir.

Bir üçüncü görüşe göre ise (söylediklerine işaret edilen) söz, bütün mü-nafıklarırf söyledikleri bir sözdür. Bunu da el-Hasen ifade etmiştir. İbnü’1-Ara-bî der ki: Sahih olan da budur. Çünkü, söyledikleri belirtilen söze dair ifade geneldir ve bu ifadenin ihtiva ettiği anlam özel olarak bir kişi hakkında da, hepsi hakkında da fiilen vardır. Bunun da özetle İfade ettiği mana, bü­tün münafıkların Hz. Peygamber hakkında onun peygamber olmadığına inanmalarından ibarettir.[13]

  1. Münafıkların Söyledikleri Küfrü Gerektirici Sözler;

Yüce Allah’ın: “Şüphe yok ki, o küfür sözünü söylediler” buyruğu ile il­gili olarak en-Nekkaş şöyle demektedir: Onlar Allah’ın va’detmiş olduğu feth (zafer)li yalanladıkları kastedilmektedir. Bir diğer görüşe göre, “küfür sözü”nden kasıt, el-Culâs’ın söylediği: Eğer Muhammed’in getirdiği bir gerçek­se, şüphesiz biz eşeklerden daha kötü bir durumdayız, sözleri ile Abdullah b. Ubey’in: Andolsun Medine’ye dönecek olursak daha aziz olan oradan da­ha zelil olanı çıkartacaktır, sözleridir, el-Kuşeyrî der ki: Küfür sözünden ka­sıt: Peygamber (sav)’e sövmek ve İslâm’a da dil uzatmaktır.

“Onlar müslümanlıklarından sonra kâfir oldular.” Yani, müslüman ol­duklarına dair hüküm verildikten sonra kâfir oldular. İşte bu da münafıkla­rın kâfir olduklarına bir delildir. Yüce Allah’ın: “Bu, onların iman etmeleri, sonra da kâfir olmaları sebebiyle böyledir” (el-Münafikun, 63/3) buyru­ğunda da buna dair kati bir delil vardır.

Yine âyet-i kerime; İman, namazdaki söz ve fiiller dışında ancak: Lâ ila­he illallah sözü ile gerçekleşiyor ise de küfrün tasdik ve kesin bilgi ile çe­lişen her bir şey ile sözkonusu olduğuna da delil teşkil etmektedir, tshak b, Raheveyh der ki: Gerçekten ilim adamları diğer şer’i hükümler hususunda icma etmedikleri bîr konuda, namaz hususunda icma etmişlerdir. Çünkü on­lar icma ile şöyle derler: Bir kimsenin kâfir olduğu bilinse, sonra da aynı ki­şinin birçok defa namaz kıldığı sabit oluncaya kadar namaz kılmakta oldu­ğunu görseler, bununla birlikte onun diliyle (iman ettiğine dair) ikrarını bi­lemeyecek olsalar dahi, o kimsenin imanına hüküm verilir, ancak oruç tutması ve zekât vermesi halinde onun hakkında benzeri bir hüküm verilemez.[14]

  1. Münafıkların Yeltendikleri ve Başaramadıkları îş:

Yüce Allah’ın; Ve başaramadıkları bir işe de yeltendiler” buyruğu ile münafıkların Tebûk gazvesinde Akabe’den geçtikleri gecede onu öldürmek istemelerini kastetmektedir. Sayıları oniki kişi idi.[15] Huzeyfe der ki: Rasûlullah (sav) onların hepsini tek tek sayarak isimlerini söyledi. Ben: Onlara bi­rilerini gönderip öldürmeyecek misin deyince, şöyle buyurdu: “Arapların, ara-kadaşlannı ele geçirip onlara üstünlük sağladı da onları Öldürmeye kalkış­tı, demelerinden hoşlanmıyorum. Aksine, Allah’ın bunları ed-Dubeyle ile ce­zalandırması onlara yetecektir.” Ey Allah’ın Rasûlü, ed-Dubeyle nedir? diye sorulunca şöyle buyurdu: “O, cehennemden bir ateş alevidirki, onu onlar­dan birisinin kalbini ciğerlerine bağlayan damarı üzerine koyar ve nihayet onun canı çıkar.” Nitekim böyle de oldu. Bu hadîsi bu manada Müslim riva­yet etmiştir.[16]

Bir diğer görüşe göre onlar, İbn Ubey’in etrafında (hükümdarları yapmak suretiyle) birleşmek ve toplanmak kastıyla İbn Ubey’ye tac giydirmek istemişlerdi.[17] Bu hususta Mücahid’in görüşü az önce geçmiş bulunmaktadır.[18]

  1. Münafıkların Nankörlüğü:

Yüce Allah’ın: “Halbuki, intikam almaya kalkışmaları için, Allah’ın ve Peygamberinin onları lütftiyla zenginleştirmiş olmasından başka bir se­bep de yoktur.” Yani, onların intikam almalarını gerektirecek bir durum bu­lunmamaktadır. Nitekim Nâbiğa (buna benzer bir ifadeyle) şöyle demektedir:

“Onlardaki kusur, sadece ellerindeki kılıçların

Ordularla çarpışmalarından dolayı kfirelmiş olmasından ibarettir.”

“İntikam almak” anlamındaki fiilin, mazi ve muzari kullanılışları: şeklindedir. Şair (mazisinin aynü’l-fiilinın esreli kullanılışı­na örnek olarak) jöyle demektedir:

“Onların Ümeyyeoğullarmdan intikam almalarının tek sebebi, Ümeyyeoğullarmın kızdıkları, öfkelendikleri vakit yumuşaklıkla (Mimle) mukabele etmelerinden başkası değildir.”

Şair Züheyr de şöyle demektedir;

“Ertelenir, bir kitaba konulur ve saklanır

Hesap gününe yahut da âcil olarak intikam alınır.”

Züheyr’in bu beyitindeki bu fiil, “kaf” harfi esreli olarak da üstün olarak da nakledilmektedir.

eş-Şa’bî der ki: Onlar bir diyet talep ediyorlardı. Rasûlullah (sav) da bu di­yetin onlara ödenmesi doğrultusunda hüküm verdi, ancak onlar buna ihti­yaçlarının olmadığını izhar ettiler. İkrime de bu miktarın oniki bin (dirhem) olduğunu zikretmektedir.

Şöyle de denilmektedir: Öldürülen kişi de el-Culâs’ın azadh kölesi idi. el-Kelbî der ki: Onlar, Peygamber (sav)’in Medine’ye gelişinden önce geçim dar­lığı içerisinde idiler. Ata binemiyor, ganimet elde edemiyorlardı. Peygamber (sav) onların yanlarına (Medine’ye) gelince, ganimetlerle zengin oldular. İş­te “kendisine iyilik yaptığın kimsenin sana yapacağı kötülükten kork” anla­mındaki darb-ı mesel oldukça ünlüdür.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki: el-Becelî’ye, yüce Allah’ın Kitabında: “Kendi­sine iyilik yaptığın kimsenin kötülüğünden kork” buyruğunu bulabiliyor musun? diye sorulmuş, O da: “Halbuki intikam almaya kalkışmaları için Allah’ın ve Peygamberin onları lütfuyla zenginleştirmesinden başka bir sebep de yoktur” buyruğunu okudu.[19]

  1. Tevbedeki Hayır ile Münafık ve Zındığın Tevbesi:

Yüce Allah’ın: “Eğer tevbe ederlerse onlar için hayırlı olur buyruğu İle ilgili olarak rivayet edildiğine göre, bu âyet-i kerime nazil olunca, el-Culâs ayağa kalkıp mağfiret diledi ve tevbe etti.

İşte bu, küfrü gizleyip imanını açığa vuran kâfirin tevbe etmesinin geçer­li olacağına delil teşkil etmektedir. Fukahanın zındık diye adlandırdığı kişi de budur. Ancak bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Şafiî tev­besi kabul edilir derken, Malik zındıkın tevbesi bilinemez. Çünkü o, imanı­nı açığa vururken küfrünü gizlemektedir. Onun mü’min olduğu ise söyledi­ği sözle bilinmektedir. İşte şimdi de her vakit de böyle yapılmaktadır. Zın­dık, açığa vurduğunun zıddını içinde gizlemekle birlikte, ben mü’minin der. Ele geçirildiği vakit de tevbe ettim der ve gerçek halinde herhangi bir deği­şiklik oîmaz. Eğer zındıklığı tesbit edilmeden önce, kendiliğinden bize tev­be ederek gelecek olursa, tevbesi kabul edilir, âyet-i kerimede kastedilen de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[20]

  1. Yüzçevirenlerin Dünya veÂhiretteki Cezalan:

“Eğeryüzçeviririerse” yani, iman ve tevbe etmekten yüzçevirecek olur-ktrsa, “Allah onları dünyada da” öldürülmek suretiyle “âhirette de” cehen­nem ateşinde “pek acıklı bir azaba uğratır. Onların yeryüzünde ne bir velileri” yani, azaplarını engelleyebilecek kimseleri “vardır, ne de bir yardım­cıları.” Bu hususa dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/48. âyet, 6. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.[21]

  1. İçlerinden kimi de Allah’a şöyle söz vermişti: “Eğer bize lütfün dan ihsan ederse andolsun ki sadaka vereceğiz ve muhakkak ki, salihlerden olacağız.”
  2. Ama kendilerine lütfündan ihsan edince de cimrilik edip yüz-çevirerek gerisin geriye döndüler.
  3. Nihayet Allah’a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söy-leyegeldikleri için, O da huzuruna çıkacakları güne kadar kalp­lerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı.
  4. Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah’ın muhakkak bildi­ğini, Allah’ın bütün gaybları çok iyi bildiğini bilmezler mi?

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[22]

  1. Buyrukların Nüzul Sebebi:

Yüce Allah’ın: “İçlerinden kimi de Allah’a şöyle söz vermişti…” ile ilgi­li olarak Katade şöyle demektedir: Burada sözü edilen kişi Ensardan birisi­dir. O şöyle demişti: Allah bana rızık olarak birşeyler verecek olursa, hiç şüp­hesiz ondaki Allah hakkını ödeyeceğim ve tasaddukta bulunacağım. Allah ona bu dediği şeyi verince, bu sefer Kitab-ı Keriminde size okunan bu buyruk­larda belirtilen işleri yaptı. O bakımdan yalan söylemekten kaçınınız. Çün­kü yalan günahkârlığa götürür. Ali b. Yezid, el-Kasım’dan, o, Ebu Umame el-Bâhilîden rivayet ettiğine göre Sa’lebe b. Hatıb el-Ensarî Peygamber (sav)e dedi ki: Allah’a dua et de bana mal rızık versin, ihsan etsin. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Yapma ey Sa’lebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, (şük­rünün) altından kalkamayacağın çok (mal) dan hayırlıdır.” İkinci bir defa ge­lerek yine Peygambere isteğini tekrarlayınca Peygamber (sav) şöyle buyur­du: “Allah’ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların benim­le birlikte altın olup yol almasını isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece yol alır­lardı.” Sa’lebe şöyle dedi: Seni hak ile gönderen adına yemin ederim ki, eğer sen Allah’a dua edip de O da rızık olarak bana mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesi2 her hak sahibine hakkını vereceğim. Bunun üzerine Peygamber (sav) ona dua etü, O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi ço­ğaldılar. Medine ona dar geldi. Bu sefer Medine’nin dışına çıktı, Medine va­dilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaat­le kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bîr artıp ço­ğaldı, bu sefer Peygamber ve cemaati -Cuma namazı müstesna- büsbütün ter-ketti. Koyunları artmaya devam etti, nihayet Cuma’yı da terketti. Bu sefer, Ra-sûlullah (sav) üç defa: “Yazıklar sana ey Sa’lebe” diye buyurdu. Daha son­ra yüce Allah’ın: “Matlarından bir sadaka al ki…” (et-Tevbe, 9/103) ayeti na­zil oldu. Peygamber (sav) da zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. On­lara: “Sa’Iebe’ye ve -Süleymoğullarından bir adamın adını vererek- filana uğ­rayın ve onların sadakalarını (zekâtlarını) alın” dedi. Bu iki görevli Sa’lebe’ye gittiler. Ona, Rasûlullah (sav)’ın gönderdiği mektubu okuttular. Bu sefer O: Bu ancak cizyenin bir benzeridir. İşinizi gidin görün, bitirdikten sonra bana uğrayın dedi… ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti. Bu ise bilinen ünlü bir olaydır.[23]

Sa’lebe’nin zenginlik sebebinin bir amcası oğluna mirasçı olması olduğu da söylenmiştir.

İbn Abdi’1-Berr der ki: Denildiğine göre, yüce Allah’ın: “İçlerinden kimi de Allah’a şöyle söz vermişti* buyruğu, Sa’lebe b. Hatıb hakkında -zekat ver­memesi üzerine- İnmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Ancak, Bedir’de hazır bulunanlar hakkında söylediği nakledilen hadis ile âyet-i kerimede yer alan: “O da huzuruna çıkacakları güne kadar kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı” buyruğunun birlikte anlaşılması zordur.

Derim ki: İbn Abbas’tan âyetin nüzul sebebine dair şu da nakledilmekte­dir: Hatıb b. Ebi Beltea’nın, Şam’da bulunan (ticaret) malının ulaşması geci­kince, Ensar’ın bulunduğu toplantılardan birisinde: Eğer o malım kurtulur-sa ben onun bir bölümünü sadaka olarak dağıtacağım, ve akrabalık bağını gözeteceğim, dedi. Ancak, malı kurtulunca bu konuda cimrilik göstermesi üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Derim ki: Sa’lebe (b. Hâtıb) Bedir’e katılmış ve Ensar’a mensup bir kim­sedir. Allah’ın da Rasûlünün de -el-Mümtehine Sûresi’nin baş taraflarında açık­lanacağı üzere[24] mü’min olduklarına dair lehlerine şahidlik ettiği kimseler­dendir. O halde, ona dair gelen bu rivayet sahih değildir. Ebu Ömer (b. Ab-di’1-Berr) der ki: Hakkında âyetin indirildiği ve zekât vermeyen Sa’lebe île il­gili olarak açıklamalarda bulunanların bu açıklamalarının sahih olmama ih­timali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

ed-Dahhak der ki: Âyet-i kerime münafıklardan Nebtel b. el-Hâris, el-Ced b, Kays ve Muattİb b. Kuşeyr gibi bir takım kimseler hakkında inmiştir.

Derim ki: Âyetin onlar hakkında indiğine dair bu açıklama daha uygun gö­rünmektedir. Şu kadar var ki: Yüce Allah’ın: “Bir nifak sokarak onları ce­zalandırdı” buyruğu, Allah’a ahid verenin, bundan önce münafık olmadığını göstermektedir. Ancak bunun anlamının: Allah, onların münafıklıklarını da­ha bir artırdı ve ölene kadar münafıklık üzere kalmaya devam ettiler, şeklin­de olması hali müstesnadır. İşte ileride geleceği üzere yüce Allah’ın: “Huzu­runa çıkacakları güne kadar” buyruğu ile anlatılan da budur.[25]

  1. Allah ‘a Söz Verenler:

(Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Yüce Allah: “İçlerin­den kimi de Allah’a şöyle söz vermişti…” buyruğu, bu söz veren kimsele­rin diliyle söz verip, kalbiyle ona inanmadığı ihtimali olduğu gibi, hem di­liyle, hem kalbiyle Allah’a söz vermiş olup daha sonra sonunun kötü gelmiş olma ihtimali de vardır. Çünkü ameller sonlan ile değerlendirilir, günler de âkibetleriyle.

(Âyetin baştndakı): ” …den” lafzı mübtedâ olarak ref mahallindedir, haberi ise mecrûr ifade içindedir.

“Yemin” lafzı, hadis-i şerifte de varid olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’in zahirin­de ise, ancak bağlanmak ve hükmünü yerine getirmek kastıyla yemin lafzı kullanılmıştır. Manayı te’kid için yemine gelince, buna “lam” harfi delâlet et­mektedir. Burada, birinci kasem, ikincisi de cevabın başına gelen “lam” ol­mak üzere iki “lam” vardır. Her ikisi de te’kid içindir. Nahİvcilerden kimisi bu iki “lam” da kasem “lam’ı dır demekte ise de, birinci görüş daha kuvvet­lidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[26]

  1. Yalnız Kişi îçin Bağlayıcı Olan Hükümler Neye Göre Verilir:

Ahdetmek, boşamak ve kişinin tek başına kendisini ilgilendiren ve bu hu­susta başkasına İhtiyacı bulunmayan her bir hükümde, kişinin maksadı onun için bağlayıcı kabul edilir. İsterse bunu diliyle telaffuz etmesin. Bunu İlim adamlarımız ifade etmiştir.

Şafiî ve Ebû Hanife ise derler ki: Bir kimse bir şeyi söylemedikçe onun ile ilgili hiçbir hüküm hiçbir kimse için bağlayıcı oimaz. îlim adamlarımızın di­ğer görüşü de budur.

İbnü’l-Arabî der ki: Bizim benimsediğimiz görüşün sıhhatinin delili, Eş-heb’in, Malik’ten yaptığı şu rivayettir: Malik’e: Bir kimse kalbiyle hanımını bo­şamayı niyet edip diliyle bunu telafuz etmeyecek olursa ne olur, diye sorul­muş, O da: Bu talakı gerçekleşir, onun için bağlayıcıdır. Tıpkı kişinin kalbiy­le mü’min ve kalbiyle kâfir olması gibi bağlayıcıdır, demiştir. (Devamla) İbvnü’1-Arabî der ki: İşte bu harikulade bir aslî delildir ve bu delile göre şöyle demek gerekir: Kişiyi bağlayıcı olması için kişinin başka bir kimseye ihtiyaç duymadığı herbir akid, aleyhine mücerred niyetiyle gerçekleşir. Bunun aslî dayanağı da iman ve küfürdür.

Derim ki: İkinci görüşün delili ise, Müslim’in Ebu Hureyre’den şöyle de­diğine dair rivayet edilen hadistir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Muhakkak Allah İçlerinden geçirdiklerini -işlemedikçe, yahut da onu sözlü olarak ifa­de etmedikçe ümmetime bağışlamıştır.”[27] Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. İlim ehlince amel de buna göredir. Bir kimse kendi içinden hanımını boşamayı geçirecek olsa, onu sözlü olarak söy­lemediği sürece bu hiçbir şey ifade etmez,[28] demektedir.

Ebu Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Kalbiyle boşama kararını verip de di­liyle bunu söylemeyenin bu durumu hiçbir şey ifade etmez. Malik’ten daha meşhur olan görüş budur. Bununla birlikte ondan, kalbiyle boşamayı niyet etmesi halinde bağlayıcı olduğunu söylediği de rivayet edilmiştir. Nitekim bir kimsenin diliyle söylemeyecek olsa dahi kalbiyle kâfir olması gibi. Ancak, ge­rek kıyas bakımından, gerekse rivayet yolu bakımından birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, ümmetime içle­rinden geçirdikleri vesveseleri, onu dille söylemedikleri yahut elle işlemedik­leri sürece affetmiştir.”[29]

  1. Geleceğe Dair Temenniler:

Bir kimse geleceğe dair bir adakta bulunacak olursa, adağı yerine getir­menin vücubu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bunu yerine getirmemek bir masiyettir. Eğer yemin ise yeminin gereğini yerine getirmek, ittifakla vacib değildir. Şu kadar var kî, şu hususa dikkat edilmelidir. Eğer kişi farz-ı ayn ola­rak zekât vermesi gerekmeyen bir fakir ise, Allah’tan zekât düşecek kadar bir mal isterse ve kendisine farz olanı eda edeceğini ahd ederse, Allah ona bu isteğini verince de söylediği ahd ile üstlenmeksizin dahi Ödemesi gereken asıl yükümlülüğü yerine getirmeyi terk etmesi halinde (vebal sözkonusudur). Şu kadar var ki: Onu asıl aldatan şey, haklan eda etmek kastıyla mal talebinde bulunması oldu. Çünkü, onun Allah’tan bu talebi halis bir niyet ile değildi. Yahut da belli bir niyetle bu taleple bulunmakla birlikte, hakkında bedbaht­lığın yazılmış ve takdir edilmiş olduğu bir istekti bu. Böyle bir halden Allah’a sığınırız.

Derim ki: Hz. Peygamberin: “Sizden herhangi bir kimse temennide bulu­nacak olursa, temennisine dikkatle baksın. Çünkü o, yüce Allah’ın gaybın-da temenni ettiği şeyden kendisi hakkında neler yazıldığını bilemez”[30] buy­ruğunda kasıt, temennisinin akıbetidir. Çünkü nice temenni vardır ki, ona aldanıhr, fitneye düşürülür, yahut da kişi bundan dolayı azgınlaşır ve dünya­da da ahirette de helak olmaya sebep teşkil eder. Çünkü dünya işlerinin akı­betleri müphemdir, gaileleri tehlikelidir. Dinî ve uhrevî temennilere gelince, bunların temennisi akibeti itibariyle övülmeye değerdir, bunlar teşvik edil­miştir ve bunlar mendup görülmüştür.[31]

  1. Temenni Yoluyla Adakta Bulunmanın Hükmü:

Yüce Allah’ın: “Eğer bize lütfundan ihsan ederse, andolsun ki sadaka vereceğiz” buyruğu: Şuna şuna malik olursam o sadaka olsun, diyen bir kim­senin bu sözünü yerine getirmekle yükümlü olduğuna delildir. Ebu Hanife de bu görüştedir. Şafiî böyle diyenin bu sözü o kimse için bağlayıcı değil­dir, der. Boşamadaki görüş aynhğı da bu şekildedir, köle azad etmekte de böy­ledir.

Ahmed b. Hanbel der ki: Böyle bir temennide bulunmak, köle azad et­mekte bağlayıcıdır, talakda bağlayıcı değildir. Çünkü köle azad etmek Allah’a yakınlaştırıcı bir ibadettir ve Allah’a yakınlaştırıcı ibadetler adakta bulunmak suretiyle kişinin zimmetinde sabit olur (kişiye borç olur). Talak ise böyle de­ğildir, o, belli bir husustaki bir tasarruftur, böyle bir şey zimmette sabit ol­maz (borç olmaz).

Şafiî, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu hadisi delil gös­termektedir: Amr b. Şuayb’dan, o, babasından, o, dedesinden dedi ki: Rasû-lullah (sav) şöyle buyurdu: “Âdemoğlunun malik olmadığı bir şey hakkında adakta bulunması da sözkonusu değildir, malik olmadığı şeyi azad etmesi de sözkonusu değildir, malik olmadığı bir şeyde boşama hakkı da yoktur.” La­fız Tirmizînin olup şöyle demektedir: Bu hususta Ali, Muaz, Cabir, İbn Ab-bas ve Âişe’den de gelen rivayetler vardır. Abdullah b. Amr’ın hadisi ise ha-sen bir hadistir ve bu, bu hususta rivayet edilen en güzel rivayettir. Peygam­ber (savj’m ashabından ve diğerlerinden ilim ehlinin çoğunluğunun görüşü de budur.

Ibnü’l-Arabî der ki: Bu hususta Şafiî mezhebine mensup İlim adamları, sa­hih olmayan ve delil olmaya elverişli bulunmayan pek çok hadisler kayde­derler. Geriye bu ayetin zahirinden başka birşey (delil olarak) kalmamaktadır.[32]

  1. Allah ‘ın Lüîfuna Rağmen Cimrilik Edenler:

“O da kendilerine lütfundan ihsan edince” bağışlayıp verince “de” sa­daka vermek, malı hayır yollarında infak etmek, daha önceki taahhütlerini ve ileri sürdükleri yükümlülüklerini yerine getirmek hususunda “cimrilik edip yüacevirerek gerisin geriye döndüler.[33] Yani, İslâm’dan yüzçevirdiklerini açı­ğa vurarak Allah’a itaat etmeyip gerisin geri döndüler. Âl-i İmran Sûresi’nde (3/180. âyet 1. başlık ve devamında) cimriliğe dair açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır.[34]

  1. Allah’a Verilen Sözde Durmamanın Cezası:

“Bir nifak sokarak onları cezalandırdı” buyruğunda iki mef ul vardır. Yüce Allah kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı, de­mektir. Bir görüşe göre de cimrilik akabinde kalplerine bir nifak sokarak ce­za görmelerine sebep teşkil etti, demektir. İşte bundan dolayı “Lüt­fundan… cimrilik edince” diye buyurmuştur.

“Huzuruna çıkacakları güne kadar” buyruğu cer mahallin-dedir. Yani, onlar cimriliklerinin cezasını görecekleri güne kadar kalplerine bir nifak sokarak onları cezalandırdı. Cimriliklerinin cezasını görecekleri gün şeklindeki bu açıklama: Yarın sen amelini göreceksin, onunla karşılaşacak­sın, demeye benzer.

“Huzuruna çıkacakları güne kadar” buyruğunun, Allah’ın huzuruna çı­kacakları güne kadar anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte bu buyrukta, sö­zü edilen kimsenin münafık olarak öldüğüne delil vardır. Ancak, bu buyru­ğun hakkında indirildiği kimsenin Sa’lebe veya Hatıb olma ihtimali uzaktır. Çünkü Peygamber (sav) Hz. Ömer’e şöyle demişti: “Allah’ın Bedir ehline, mut­tali olarak dilediğinizi yapınız. Ben size (günahlarınızı bağışladım) demedi­ğini nereden bilirsin?” [35] Sa’lebe de, Hatıb da Bedir’de hazır bulunan ve bu gazada tanık olanlardandı.

“Nihayet Allah’a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söyleye geldikleri İçin O da… onları cezalandırdı.” Onların yalan söylemeleri, söz­lerini bozmaları ve yerine getireceklerini taahhüt ettikleri hususları terk et­meleri şeklinde ortaya çıkmıştı.[36]

  1. Münafıklık ve Çeşitleri:

“Nifak” kalpte olursa küfürdür. Eğer amellerde olursa masiyettir. Peygam­ber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Dört şey var ki, onlar kimde bulunursa, o ki­şi katıksız münafık olur.

Kimde bunlardan bir tanesi bulunacak olursa, onu terkedinceye kadar o kimsede münafıklıktan bir haslet (özellik) bulunur: Kendisine birşey emanet verilirse hainlik eder, konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman ah­dinde durmaz ve tartıştığı zaman da haddi aşar, kötü söz söyler.” Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[37] Bu kelimenin türeyişi ile açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/10. ayetin tefsirinde) geçtiğinden burada onları tekrar­lamanın bir anlamı yoktur.

İlim adanılan bu hadisin te’vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bir kesim şöyle demektedir: Bu hüküm yalan olduğunu bilerek bir söz söyleyen, kendisine bağlı kalması gerektiğine inanmaksızın alıidleşen ve zamanı gelin­ce hainlik etmek için emaneti bekleten kimse hakkında sözkonusudur. Bu görüşün sahipleri senet itibariyle zayıf bir hadis olan şu rivayete dayanırlar:

Ali b. Ebi Talİb, Ebu Bekir ve Ömer’le (Allah hepsinden razı olsun) Rasûlullah (sav)’ın yanından kederli bir şekilde çıkarken karşılaşmış. Hz. Ali: Ne diye sîzi böyle kederli görüyorum diye sorunca, Onlar da: Münafıkların nitelikleriyle ilgili olarak Rasûlullah (sav)’dan işittiğimiz bir hadisten dolayı. (Hadis şudur): “(Münafık) konuştuğu zaman yalan söyler, ahidleştiği zaman bozar, kendisine bir şey emanet edilirse hainlik eder, söz verirse sözünde dur­maz.” Hz. Ali: Peki buna dair ona birşey sormadınız mı, diye sorunca, On­lar: Rasûlullah (sav)1 dan çekindik, dediler. Hz. Ali: O halde ben ona soraca­ğım, demiş ve Rasûlullah (sav)’ın huzuruna girerek şöyle sormuş: Ey Allah’ın Rasûlü, Ebu Bekir ve Ömer yanından üzüntülü bir şekilde çıktılar. ‘Daha son­ra da söylediklerini nakletmiş. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) şöyle buyur­muş: “Ben onlara bir hadis söyledim, ama onların anladıklarını kastetmedim. Ancak münafık kendi kendisine yalan söylediğini bile bile konuştuğu vakit yalan söyleyen, söz verdiğinde kendi kendisine bu sözünde durmayacağını telkin eden, kendisine emanet bırakıldığında içten içe bu emanete hainlik ede­ceğini kararlaştıran kimsedir.”[38]

İbnül-Arabî der ki: Bu İşleri kasti olarak işleyenin kâfir olmayacağına da­ir açık deliller vardır. Kişi, ancak Allah’a, sıfatlarına dair hususlardaki bilgi­sizliği, yahut da O’nu yalanlaması ile ilgili bir itikad ile kâfir olur. Şam yü­ce Allah ise cahillerin inanışlarından ve sapıkların sapmalarından yücedir, mü­nezzehtir.

Bir başka kesim şöyle demektedir: Bu husus Rasûlullah (sav)’m dönemin­deki münafıklara hastır. Onlar, bu konuda Mukatil b. Hayyân’ın, Said b. Cü-beyr’den, onun, İbn Ömer ile İbn Abbas’tan şöyle dediklerine dair rivayeti­ni delil gösterirler. İbn Ömer ile İbn Abbas dediler ki: Bir grup ashab ile bir­likte vanp dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü, sen şöyle buyurdun: “Üç haslet var­dır ki, onlar kimde bulunursa o kişi ister oruç tutsun, namaz kılsın ve mü’rain olduğunu iddia etsin yine münafıktır: Konuştuğu zaman yalan söy­ler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir emanet verildiği za­man hainlik eder. Ve her kimde bu hasletlerden birisi bulunursa, o kimse­de münafıklığın üçte biri var demektir.” Biz bunlardan, yahut bunlardan bi­risinden kendimizi kurtaramayacağımız yahut da insanların çoğunun bunlar­dan uzak kalamayacağı kanaatindeyiz. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) gül­dü ve şöyle buyurdu: “Sizin bunlarla ne ilginiz var ki? Ben bu özellikleri, yü­ce Allah’ın Kitabında münafıkları tahsis ettiği gibi münafıklara has olarak söy­ledim. Benim, konuştuğu zaman yalan söyler, şeklindeki ifadem, yüce Allah’ın: “Münafıklar sancı geldiklerinde…” (el-Münafîkun, 63/D) buyruğu gibidir. Siz böyle misiniz?” Biz: Hayır deyince şöyle buyurdu: “Bundan dolayı o halde korkmayınız. Siz bundan uzaksınız. Benim, söz verdiği zaman sözünde dur­maz şeklindeki ifademe gelince; bu da yüce Allah’ın bana indirmiş olduğu şu buyruklardadır: “İçlerinden kimi de Allah’a şöyle söz vermişti: Eğer bize lütfundan ihsan ederse…” -diyerek üç âyeti okudu- “Siz böyle misiniz?” diye sordu, biz: Hayır dedik. Allah’a lıamd olsun ki, eğer herhangi bir hususa dair Allah’a söz verecek olursak, onu yerine getiririz. Şöyle buyurdu: “O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız. Ona bir şey ema­net edilirse hainlik eder şeklindeki sözüme gelince; bu da yüce Allah’ın ba­na İndirmiş olduğu şu buyrukta dile getirilmektedir: “Muhakkak Biz emane­ti göklerle yere ve dağlara arzettik de…” (el-Ahzab, 33/72) Buna göre her ki­şiye dîn emanet olarak verilmiştir. Mü’min kişi gizlide de açıkta da cünüplükten yıkanır. Münafık ise bu işi ancak açıktan açığa yapar. Siz böyle misi­niz?” Biz; Hayır dedik. Şöyle buyurdu: “O halde sizin için korkacak birşey yok, siz bundan uzaksınız.”[39]

Tabiinden ve imamlardan pek çok kimse bu görüştedir.

Bir başka kesim şöyte demektedir: Bu hüküm, bu tür hasletlerin çoğun­lukla kendisine galip geldiği kimseler hakkındadır. Buhârî ve ondan başka diğer ilim adamlarının görüşlerinden anlaşıldığına göre, kıyamet gününe ka­dar bu kötü hasletlere sahip olan bir kimse münafıktır.

İbnü’l-Arabî der ki: Benim görüşüme göre, bir kimseye masiyetler galip gelecek olsa bu, onun itikadını etkilemediği sürece kâfir olmaz. (Mezhebi­mize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Hz. Yusuf’un kardeşleri babaları­na söz verdiler, fakat verdikleri sözde durmadılar. Ona birşeyler söyleyip al­dattılar, yalan söylediler. Hz. Yusuf’u onlara emanet etti, ama o emanete ha­inlik ettiler, bununla birlikte münafık olmadılar.

Ata b. Ebi Rebah der ki: Yusuf’un kardeşleri bütün bu işleri yaptıkları hal­de münafık olmadılar, aksine peygamber oldular.

el-Hasen b. Ebi’l-Hasen el-Basrîder ki: Münafıklık iki türlüdür: Yalan ile yapılan münafıklık ve amelî münafıklık. Yalan ile yapılan münafıklık Rasû-lullah (sav) döneminde idi. Amelî münafıklığın ise kıyamet gününe kadar so­nu gelmeyecektir, Buhârî de Huzeyfe’den, münafıklığın Rasûlullah (sav)ın döneminde olduğu, bugün ise ancak ve ancak imandan sonra küfre düşme­nin sözkonusu olduğunu İfade ettiğini rivayet etmektedir.[40]

Yüce Allah’ın: “Onlar, gizlediklerini de fısıltılarını da Allah’in muhak­kak bildiğini… bilmezler mi?” şeklindeki bu buyruğu bir azardır. O, bu du­rumlarını bildiğine göre, onları pek yakında cezalandıracaktır.[41]

  1. Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş-göz işaretleriy­le ayiplayanlarla, güçlerinin yetebildiğindcn başkasını bulama­yan kimselerle eğlenenleri Allah maskaraya çevirir re onlar İçin pek acıklı bir azap vardır.

Yüce Allah’ın: “Müminlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş göz İşa­retleriyle ayıplayanlar…” şeklindeki bu buyruğu da münafıkların nitelikle­ri arasındadır.

Katade der ki: “Ayıplayanlar” demektir. Şöyle ki, Abdurrahman b. Avf malının yarısını sadaka olarak vermişti. Onun malının toplamı sekizbin idi, o bunun dört binini sadaka olarak vermişti. Kimileri: Ne kadar bü­yük bir riyakâr? demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: “Mü’minlerden na­file bağışlarda bulunanları kaş-göz işaretleriyle ayıplayanlar…” buyruğu­nu indirdi.

Ensardan bir kişi de hurma yığınının yarısını getirip verdi, bu sefer: Al­lah’ın buna hiç mi hiç ihtiyacı yok, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: “Güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan kimselerle…” âyetini indirdi.

Müslim’in de rivayetine göre Ebu Mes’ud şöyle demiştir: Biz sadaka ver­mekle emrolunduk. Sırtımızda yük taşır (ve böylelikle sadaka verirdik). Ebu Akil yarım sa1 sadaka verdi. Bir başka kişi ise ondan biraz daha fazla­sını getirdi. Bunun üzerine münafıklar: Şüphesiz ki Allah’ın bunun sadaka­sına bir ihtiyacı yoktur, öbürü ise bu işi ancak riyakârlık olsun diye yapmış­tır, dedi. Bunun üzerine yüce Allah: “Mü’minlerden nafile bağışlarda bulunanları, kaş-göz işaretleriyle aytplayanlarla, güçlerinin yetebildiğinden başkasını bulamayan kimselerle eğlenenleri…” âyetini indirdi.[42]

Burada (gücünün yetebildiğinden başkasını bulamayandan) kasıt Ebu A-kil’dir ki, adı el-Habhâb idi.

“el-Cühd” (Mealde: Gücün yetebildiği), kıt kanaat geçinenin yetindiği az şey demektir. Cühd ile celıd aynı anlamdadır ki, buna dair açıklamalar da­ha önceden (el-En’âm, 6/109. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Kaş-göz İşaretleriyle ayıplayanlar,” ayıplayan, kusur bulan kim-… seler demektir ki, yine buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulun­maktadır.

“( ösöklû ): Nafile bağışlarda bulunanlar” kelimesinin asli; şek­linde olup, “te” harfi “ti” harfine idğam edilmiştir.

Bunlar haklarında vacib olmaksızın herhangi bir işi teberru (bağış) yoluy­la yapan kimselerdi.

(Âyet-i kerimenin ortasındaki): “ler, lar, kimseler” ise, Mü’minler” kelimesine atf ile cer mahallindedir. Bunun, (sılası ile) tamamlan­madan önce İsm-i mevsul vaatfedilmesi caiz değildir.

“Eğlenenler” kelimesi ise, daha önceden geçen “ayıplayanlar”

anlamındaki kelimeye atfedilmiştir.

“Allah -onları- maskaraya çevirir” buyruğu ise rnübleda-nın haberidir ve bu onlar için bir bedduadır.

İbn Abbas der ki: Bu, haberdir. Yani, onlar cehenneme gidecekleri için on­larla alay eder. Allah’ın maskaraya çevirip alay etmesi ise, eğlenmelerine kar­şılık onlan cezalandırması anlamındadır. Bu hususa dair açıklamalar daha ön­ce el-Bakara Sûresi’nde (2/212. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[43]

  1. Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret düesen de yine Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Bunun sebebi, Allah’ı ve Peygamberini İnkâr etmeleridir. Allah fösıklar topluluğuna hidâyet vermez.

Yüce Allah’ın: “Onlar için ister mağfiret dile…” buyruğuna dair açıkia-malar, yüce Rabbimizin: “Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma…” (et-Tevbe, 9/84) buyruğunu tefsir ederken gelecektir.[44]

  1. Allah’ın RasÛlüne muhalefet için geri kalanlar, oturmalarına se­vindiler. Allah yolanda mallarıyla, canlarıyla cihad etmekten hoşlanmadılar ve: “Bu sıcakta savaşa çıkmayın” dediler. De kî: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke bilselerdi.

Yüce Allah’ın: “Muhalefet için geri kalanlar, oturmalarına” oturmaların­dan ötürü “şevindiler”

Oturdu, oturmak, demektir. ( •juii ) ise, başkası onu oturt­tu, anlamına gelir. Bu açıklamaları el-Cevherî’den naklettik.

“Geri bırakılan, terk edilen” manasınadır. Yani Allah onları ge­ri bıraktı ve onların çıkmalarına engel oldu, çıkmalarım önledi demektir. Ya­hut da Rasûlullah ve mü’minler, onların cihada gitmek hususunda ağırdan aldıklarını bilmeleri üzerine onları geri bıraktılar, şeklinde iki türlü açıklanmış­tır. Bu husus Tebûk gazvesinde olmuştur.

“Allah’ın Rasâlüne muhalefet İçin” buyruğundaki; “Muhalefet için” kelimesi, mef ulun leh’dir. Mastar da kabuJ edilebilir. Bu anlamdaki buy­ruğu, “Allah Rasûlünün arkasında (kalanlar)” şeklindeki okuyuştan maksat, cihaddan geri kalmaktır. “Bu sıcakta savaşa çıkmayın de­diler.” Yani, biri ötekine bunları söyledi. Ey Muhammedi Onlara “De ki: Ce­hennem ateşi daha sıcaktır. Keşke bilselerdi.”

Bu buyruk, mübtedâ ile haberdir. “Daha sıcaktır” buyruğundaki”Sıcak,” temyiz olarak nasb edilmiştir. Buyruk Allah’ın emrini terk eden böy­le bir ateşe maruz kalır, anlamındadır.[45]

  1. Artık onlar kazandıklarının bir cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[46]

  1. Ağlanası Hallerine Gülenler:

“Artık onlar… az gülsünler” buyruğu bir emirdir. Tehdit anlamını ihtiva etmektedir. Yoksa, gülmeleri doğrultusunda bir emir değüdir.Âslolan; “Gülsünler” buyruğundaki “lam” harfinin esreli olmasıdır. Ancak, ağırlığı dolayısıyla hazfedilmiştir.

el-Hasen der ki: “Artık onlar” dünya hayatında “az gülsünler”, cehennem­de de “çok ağlasınlar.”

Buradaki emrin haber anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar, pek az güleceklerdir ve çokça ağlayacaklardır.”Cezası olarak” buy­ruğu mefulün lehdir. Yani, yaptıklarına ceza olsun diye öyle yapsınlar.[47]

  1. Ağlamak ve Gülmek:

İnsanlar arasında esasen salth bir kul olmakta birlikte aşırı korkusundan ötürü kendi kanaatince haîinîn kötülüğü sebebiyle ve nefsine olan ihtima­mı (kötü halinden kederlenmesi)’den dolayı gülmeyenler vardı. Hz. Peygam­ber de şöyle buyurmaktadır: “Allah’a yemin ederim, eğer bildiklerimi bilsey­diniz şüphesiz pek az gülerdiniz ve çokça ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah’a yüksek sesle feryad ile dua ederdiniz. Keşke koparılan bir ağaç ol­saydım, diye temenni ederim.” Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir.[48]

Hasan-ı Basrî -Allah ondan razı olsun- kederin kendisine galip geldiği kim­selerdendi. O bakımdan gülmezdi. İbn Şîrîn ise güler ve el-Hasen’e karşı: Gül­düren ve ağlatan Allah’tır, diye delil getirirmiş. Ashab-ı kiram da gülerdi. Şu kadar var ki, çokça gülmek ve kişiyi etkisi altına alacak kadar sık sık gülme­ye devam etmek yerilmiş ve nehyedilmiştir. Böylesi, beyinsizlerin ve işi gü­cü olmayanların davranış türleri arasındadır. Varid olan haberde ise; “çokça gülmenin kalbi öldürdüğü” belirtilmiştir.[49]

Allah korkusundan, azabının dehşetinden ve çetin cezasından dolayı ağ­lamak ise övülmüş bir şeydir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Ağ­layın, anlayamayacak olsanız dahi ağlasın (veya ağlar gibi yapın). Çünkü ce­hennem ehli, yüzleri adeta dere yatakları imişçesine gözyaşları akmcaya ka­dar ağlayıp dururlar. Nihayet gözyaşları kesilince, bu sefer kanlar akmaya başlar ve gözler İrinle dolar. Eğer onların akıntısına gemiler yüzdürülecek olur­sa, hiç şüphesiz o yaşlarda gemiler dahi yüzer.” Bu hadisi İbnü’i-Mübarek, Enes yoluyla rivayet etmiştir. İbn Mace de rivayet [50]etmiştir.[51]

  1. Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de çık­mak İçin senden izin isterlerse de ki: “Sil, ebediyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız. Ve benimle beraber hiçbir düş­manla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilkinden oturmaya ra­zı oldunuz. Artık siz geri kalanlarla beraber oturun.”

Yüce Allah’ın: “Eğer Allah seni onlardan” yani münafıklardan “bir top­luluğun yanına döndürür de…” buyıuğunda; “bir topluluğun (taife)” diye buyurması, Medine’de kalıp çıkmayanların tamamının münafık olmayışların­dan dolayıdır. Aksine, aralarında mazereti uygun görülenler de vardı, hiçbir mazereti bulunmadığı halde daha sonra affa mazhar olan ve tevbeleri kabul olunan kimseler de vardı. Geride kalan üç kişi gibi. İleride buna dair açık­lamalar gelecektir. “Çıkmak için senden izin İsterlerse de ki: Siz ebedîyyen benimle beraber asla çıkmayacaksınız.” Yani, senin ebediyyen onlarla birlikte olmaman suretiyle Allah onları cezalandırdı. Bu da Fetih Sûresi’nde yüce Allah’ın: “De ki: Siz asla peşimizden gelemezsiniz” (el-Feth, 48/15) buy­ruğuna benzemektedir.

“Geri kalanlar” kelimesi in çoğuludur. Adeta çıkanların yerine geride kalıp onlara halef olanlarmış gibi değerlendirilmiş görülüyor­lar.

İbn Abbas der ki: “Geri kalanlar” münafıklardan geri kalan kimseler de­mektir. el-Hasen der ki: Kadın ve güçsüz erkeklerle beraber kalınız, demek­tir. Tağlib yoluyla müzekker çoğul yapılmıştır. Fesad çıkartanlarla birlikte otu­run, anlamında olduğu da söylenmiştir ki, bu da Arapların, ailesi hakkında kötü uygulamaları bulunan kimse hakkında: “Filan kişi aile halkına kötülük yapan bir kimsedir” şeklindeki ifadelerinden alınmıştır. Bu­rada da bu kelime; “Oruçlunun ağız kokusunun değişmesi” tabirinden ve kabında uzun süre kaldığından dolayı bozulan süt için kullanılan; “Süt bozuldu, kesildi” iradesinden alınmadır.

Buna göre bu buyruk, siz fesat çıkartanlarla beraber oturun, anlamına ge­lir. Bu da gazalara savaşçıların maneviyatını bozan kimselerin götürülmesi­nin caiz olmadığına delildir.[52]

  1. Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma. Kabri­nin başında da durma. Çünkü onlar, Allah’ı ve Rasûlünü İnkar ettiler ve asıklar olarak öldüler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[53]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyet-i kerimenin Abdullah b. Ubeyy b. Selûl ve Hz. Peygamberin onun cenaze namazını kıldırması üzerine nazil olduğu rivayet edilmiştir. Bu husus Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde ve başka kaynaklarda da sabittir. Peygam­ber (sav)’ın onun cenaze namazını kıldırdığı ve bu âyet-i kerimenin de bundan sonra indiğine dair rivayetler birbirini pekiştirmektedir.

Enes b. Malik’ten rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) onun cenaze namazını kıldırmak üzere öne geçince, Hz. Cebrail’in ona gelerek elbisesi­ni çekip ona: “Onlardan Ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma” âye­tini okuması üzerine Rasûlullah (sav)’ın bundan vazgeçip namazını kıldırma­dığı da ifade edilmiştir.

Ancak, bu hususta sabit rivayetler bunun aksini ortaya koymaktadır. Bu-hârî’de, İbn Abbas’tan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) onun namazını kıldırdı, sonra bitirip ayrıldı. Aradan ancak az bir süre geçmişti ki, Berae (Tevbe) Sûresi ndeki: “Onlardan Ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma” (diye başlayan) iki âyet-i kertme nazil oldu.[54]

Buna yakın bir rivayeti de Müslim, İbn Ömer yoluyla kaydetmektedir: İbn Ömer der ki: Abdullah b. Ubeyy b. Selul ölünce, oğlu Abdullah Rasûlullah (sav)’a gelip babasını kefenlemek üzere Hz, Peygamber’den gömleğini ver­mesini istedi, Hz. Peygamber ona gömleğini verdikten sonra namazını kıl­dırmasını istedi. Bunun Üzerine Rasûlullah (sav) namazını kıldırmak üzere kalktı, Hz. Ömer’in kalkıp Rasûlullah (sav)’ı elbisesinden yakalayarak, ey Al­lah’ın Rasûlü, Allah sana ona namaz kılmayı yasaklamışken namazını mı kı­lacaksın? demesi üzerine, Rasûlullah (sav): “Gerçek şu ki, Allah beni muhay­yer bırakmış ve: “Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. On­lar için yetmiş defa mağfiret dilesen de…”(et-Tevbe, 9/80) diye buyurmuş­tur. Yetmiş kereden daha fazla da mağfiret dileyeceğim.” Hz. Ömer: Ama o münafıktı, dedi, Rasûlullah (sav) onun namazını kıldırdı. Yüce Allah bunun üzerine: “Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma, kabrinin başında da durma” buyruğunu indirdi. Hz. Peygamber de onların (münafık­ların) cenaze namazını kılmayı terk etti.[55]

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Hz. Peygamberin, Abdullah b. Ubeyy’in cenaze namazım kıldırması, onun müslüman olduğunu zahiren, lafzıyla ifa­de etmesine bağlı idi. Peygamber (sav)’e bu yasak kılınınca, bir daha böy­le bir şey yapmadı.[56]

  1. Bu Âyet İnmeden Hz. Ömer Münafıkların Cenaze Namazının Yasaklandığı Hükmünü Nereden Çıkarmıştı:

Henüz cenaze namazlarının kildırılmasına dair yasak İnmemişken Hz. Ömer: Allah sana onun namazını kıldırmayı yasakladığı halde mi namazını kılacaksın, sorusunu neye dayanarak sormuştur? diye sorana şöyle cevap ve­rilir: Bunun, Hz. Ömer’in kalbine doğduğu ihtimali vardır. Yine bunun, Peygamber (sav)1 in bu hususta Hz. Ömer’in lehine şahitlik ettiği ilham ve sez­gi kabilinden olması da muhtemeldir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’in zaman zaman Hz, Ömer’in maksadına uygun hükümlerle indiği de olmuştur. Nitekim Hz. Ömer: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim -bir rivayette de dört hususta de­nilmiştir- dediği kaydedilmektedir ki, bu husus daha önce el-Bakara Sûresinde[57] geçmiş bulunmaktadır. İşte bu da o kabilden olabilir. Yine Hz. Ömer’in bunu, yüce Allah’ın: “Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme” âyetinden anlamış olma ihtimali de vardır. Çünkü, Buhârî ve Müslim’in hadisinin de gösterdiği gibi bu hususta daha önceden bir nehiy varid olmuş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Derim ki: Hz. Ömer’in bunu yüce Allah’ın: “Müşriklere, Peygamber’in âk,, mü’mirilerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir” (et-Tevbe, 9/H3) buyruğundan anlamış olması ihtimali de vardır. Çünkü, bu âyet-i kerime Mek­ke’de inmişti. Buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.[58]

  1. Mağfiret Dileğinin Kâfir ve Münafıklara Faydası Yoktur:

Yüce Allah’ın: “Onlar için ister mağfiret dile…” (et-Tevbe, 9/80) ayetin­de Yüce Allah, Hz. Peygamber kendileri için mağfiret dileyecek olsa ve bu mağfiretini çokça yapacak olsa bile, bunun kendilerine hiçbir fayda sağ­lamayacağını beyan etmektedir. Ancak el-Kuşeyrî: Hz. Peygamber’in: “Yet­miş kereden de daha fazla mağfiret dileyeceğim” dediği rivayet olunan İfade sabit değildir, demektedir.

Derim ki: İbn Ömer’in hadisi ile İbn Abbas’ın hadisinde sabit olan ifadel­er bunun aksini ortaya koymaktadır. İbn Ömer yoluyla gelen hadiste: “Yet­miş defadan fazla mağfiret dileyeceğim” buyruğu, İbn Abbas yoluyla ri­vayet edilen hadiste de: “Eğer ben yetmişden fazla mağfiret dilediğim tak­dirde onlara mağfiret edeceğini bilseydim, o sayıdan daha fazla mağfiret diler­dim” dediği kaydedilmektedir.[59]

(İbn Ömer) dedi ki: Sonra Rasûlullah (sav) namazını kıldırdı. Bunu Buhârî rivayet [60]etmiştir.[61]

  1. Hz. Peygamber Mağfiret Dilemekte Muhayyer miydi?:

İlim adamları, yüce Allah’ın: “Onlar İçin ister mağfiret dile…” buy­ruğunun, bağışlanmalarının ürııid edilemeyeceği anlamına mı, yoksa muhay­yerlik anlamına mı geldiği hususunda farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir kesim der ki: Bundan maksat, mağfiret olunacaklarından ümit kesmek­tir. Buna delil de Yüce Allah’ın: “Allah onları kesinlikle bağışlamayacak-tır” buyruğudur. “Yetmiş”in söz konusu edilmesi ise, fiilen meydana gelmiş olana bir uygunluktur. Yahut da nihaî maksadı ve çokluğu anlatmak üzere kullanmayı (Arapların) adet edindikleri bir rakam olduğu için kullanılmıştır. O bakımdan, Araplardan herhangi bîr kimse: Ben, onunla yetmiş yıl konuş­mayacağım diyecek olsa bu, onlara göre, onunla ebediyyen konuşmayacağım anlamınadır. Yüce Allah’ın şu buyruğu da nihaî durumu anlatmak için kullanılmıştır: “Sonra onu yetmiş arştn uzunluğunda bir zincire vurun.” (el-Hak­ka, 69/32) Hz. Peygamberin şu buyruğu da böyledir: “Kim Allah yolunda bir gün oruç tutacak olursa, Allah o kimsenin yüzünü cehennemden yetmiş yıl uzak tutar.”[62]

Bir diğer kesim de şöyle demektedir: Bu buyruk, muhayyerlik ifade ed­er ve istersen onlara mağfiret dileyebilirsin, istersen mağfiret dilemezsin, an­lamındadır. el-Hasen, Katade ve Urve bunlardandır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber İbn Ubey’in namazını kıldırmak isteyince Hz. Ömer ona: Filan günü şunu şunu söyleyen Allah düşmanının namazını mı kıldıracaksın, de­miş, Hz. Peygamber de: “Muhayyer bırakıldım, ben de bir tercihte bulundum” diye buyurmuştur.[63]

Bunlar derler ki: Daha sonra yüce Allah’ın: “Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de haklarında birdir” (elMünafikûn, 63/6) buyruğu inerek bu muhayyerliği nesh etmiştir.

“Çünkü onlar, Allah’ı ve RasOtünü inkâr ettiler.” Yani Allah, kâfir olmaları sebebiyle onlara mağfiret etmeyecektir.[64]

  1. Peygamber de Müminler de Müşriklere Mağfiret Dileyemezler:

Yüce Allah’ın: “Müşriklere, Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir…” (et-Tevbe, 9/113) buyruğuna gelince, bu âyet-i kerime ileride de açıklanacağı üzere, Ebu Talib’in ölümü üzerine Mekke’de İnmiştir. İşte bu buyruktan kâfir olarak ölen kimselere mağfiret dilemenin yasak olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hz. Peygamber1 in: “Allah beni muhayyer bıraktı” ifadesi ile belirttiği şekilde muhayyerlik anlamını çıkardığı âyet-i kertmeden öncedir.

Ancak bunun böyle olmasının açıklanması da zordur. O bakımdan şöy­le denmiştir: Hz. Peygamberin amcasına mağfiret dilemesinden kastı, kabul olunma ümidi olan ve mağfirete nail oluncaya kadar bir mağfiret dileğinde bulunmaktan ibaretti. İşte bu maksatla da Hz. Peygamber, Rabbinden an­nesine bu şekilde mağfiret dilemeye İzin vermesini istemiş, ancak yüce Al­lah ona böyle bir İzin vermemiştir.

Hz. Peygamber’in muhayyer bırakıldığı münafıklara mağfiret dilemeye gelince bu, faydası olmayacak ve dil ile yapılacak bir istiğfardan ibaretti. Bunun, ifade etliği azami mana kendileri için mağfiret istenenin yakınlarından lıayatta olan bazı kimselerin gönüllerini hoş etmekten ibarettir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır.[65]

  1. Peygamber (sav) ‘ın Gömleğini Abdullah İçin Vermesi:

Peygamber (sav)’ın gömleğini Abdullah için vermesinin sebebi hususun­da farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre Hz. Peygamberin gömleğini veriş sebebi şudur: Abdullah, Peygamber (sav)’ın amcası Hz. Abbas’a Bedir günü kendi gömleğini vermişti. Şöyle ki, Hz. Abbas, önceden de geçtiği üzere Be­dir günü esir alınınca, elbisesi alınmış, Peygamber (sav) de onu bu haliyle gördüğünden ona acımıştı. Ona verilmek üzere bir gömlek istediyse de ona uygun gelecek büyüklükte Abdullah’ın gömleğinden başka bir gömlek bu­lunamadı. Çünkü, boylan birbirlerine yakındı. İşte Peygamber (sav)’e ken­di gömleğini vermek suretiyle dünya hayatında kendisindeki bir hakkı kal­dırmak istemişti. Tâ ki, âhirette onunla mükâfat olarak karşılığını vermesi gereken bir iyiliği bulunduğu halde karşılaşmasın.

Şöyle de açıklanmıştır: Hz. Peygamber onun oğluna ikramda bulunmak, ihtiyacını iyilikle karşılamak ve gönlünü hoş etmek için gömleğini vermiş­tir. Ancak, birinci görüş daha sahih olup, Buhârî bunu Câbirb. Abdullah’tan rivayet etmiştir. Cabir tr.a) dedi ki: Bedir gününde esirler getirildi. Abbas da üzerinde elbise (gömlek) olmadığı halde esirler arasında getirilince, Peygam­ber (sav) onun için bir gömlek istedi. Abdullah b. Ubey’in gömleğinin ona uygun geldiğini gördüler. Bunun üzerine Peygamber (sav) o gömleği ona (Hz. Abbas’a) verdi. İşte Peygamber (sav) kendi gömleğini ona (Abdullah b. Ubey’e) bunun için çıkarıp verdi.[66]

Hadis-i şeritte Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; “Benim bu gömleğimin Allah’a karşı ona hiçbir faydası olmaz. Bununla bir­likte benim bu işim dolayısıyla kavmimden bin kişinin İslâm’a gireceğini ümid ederim.” Evet, bazı rivayetlerde “kavmimden” denilmekte, bununla da Arap­lar arasındaki münafıkları kastetmektedir. Sahih olan ise, Hz. Peygamber’in: “Onun kavminden bir takım kimseler” dediğidir.[67] İbn İshak’ın “Meğazi”si ile kimi tefsir kitaplarında da şöyle denmektedir: Rasûlullah (sav)’ın bu davranışı dolayısıyla Hazreclilerden bin kişi müslüman olup tevbe etti.[68]

  1. Kafir ve Münafık’ın Namazı Asla Kılınmaz:

Yüce Allah: “Onlardan öten hiçbir kimsenin namazını asla kılma”

diye buyurduğundan dolayı, ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Kâfirlerin namazını kılmamak hususunda bu açık. bir nasstır. Ancak, mü’minlerin namazının kılınması gerektiğine dair bunda bir delil yoktur.

Mü’minlerin cenaze namazını kılmanın vücubunun bu nassın mefhu­mundan çıkartılıp çıkartılmayacağı hususunda iki farklı görüş vardır. Bir gö­rüşe göre bu hüküm çıkartılabtlir. Çünkü, yüce Allah kâfirlerin namazlarının kılınmayış illetini küfürleri olarak göstermiştir. Zira yüce AHah: “Çünkü on­lar Allah’ı ve Kasûlünü İnkâr ettiler” diye buyurmaktadır. Küfür sözkonu-su olmadığı takdirde ise namazlarının kılınması icabeder. Bu da yüce Allah’ın: “Hayır, muhakkak ki onlar, o günde Rabblerinden elbette perdelenmiş ofo-caAterdtr” (el Mutaffifin, 83/15) buyruğu gibidir ki, burada kâfirler kastedil­mektedir. Bu da kâfirlerin dışında olanların, yüce Allah’ı göreceklerine de­lildir ki, bunlar mü’minlerdir. İşte bu buyruk buna benzemektedir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır.

Yahut da mü’minlerin cenaze namazının kılınmasına dair delil, bu âyetin dışındaki bir buyruktan çıkartılabilir ki, buniar da bu konuda vârid olmuş ha­disler ile ümmetin icmaldir.

Bu konudaki görüş ayrılığının menşei ise, hitap delilini kabul edip etme­mektir.

Müslim, Cabir b. Abdullah’tan şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Bir kardeşiniz ölmüş bulunuyor. Haydi kalkın onun (ce­naze) namazını kılın.” Bunun üzerine biz de kalktık ve iki saf halinde dizildik.[69] Burada kastedilen kişi Necaşi’dir.

Ebu Hureyre’den rivayete göre, Rasûlullah (sav), insanlara Necaşî’nin vefat ettiği günü vefat haberini verdi, Onlarla birlikte namazgaha çıktı ve dört tekbir alarak (cenaze namazını) kıldı.[70]

Müslümanlar, müsîümanlann cenaze namazlarını kılmayı terk etmenin ca­iz olmadığı hususunda icma etmişlerdir, tster büyük günah İşleyenlerden ol­sunlar, ister salih kimseler olsunlar. Bunu da Yüce Peygamber’lerinin söz ve davranışlarından miras olarak devralmışlardır. Yüce Allah’a hamd olsun. İlim adamları önceden geçtiği gibi- şehidin cenaze namazı ile bid’at ehli ve bâğîlerin cenaze namazının kılınması hususundaki görüş ayrılığı müstesna, bu konuda ittifak etmişlerdir.[71]

  1. Cenaze Namazında Getirilecek Tekbir Sayısı:

İlim adamlarının çoğunluğu (cumhur), tekbirlerin dört olduğu görüşün­dedir. İbn Şîrîn der ki: Tekbir üç tane idi. Daha sonra ona bir tane eklediler. Bir başka kesim de (imam) beş defa tekbir getirir derler. Bu görüş, İbn Mes’ud ve Zeyd b. Erkam’dan rivayet edilmiştir. Hz. Ali’den ise, altı tane olduğu ri­vayeti vardır. İbn Abbas, Enes b. Malik ve Cabir b. Zeyd’den, tekbirlerin üç olduğu rivayet edilmiştir. Ancak, dayanak kabul edilen görüşe göre tekbir­ler dört tanedir.

Dârakutnî’nin Ubey b. Kâ’b’dan rivayetine göre Rasûüulîah (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Melekler Âdem’in (cenaze) namazım kıldılar ve üzerine dört tek­bir getirip: İşte ey Âdemoğulları sizin sünnetiniz budur, “[72]dediler.[73]

  1. Cenaze Namazında Kıraat:

Malik’in mezhebinde meşhur olan görüşe göre bu namazda kıraat yoktur. Ebu Hanife ve es-Sevrî de bu görüştedirler. Çünkü Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: “Ölüye namaz kıldığınızda ona ihlas ve samimiyetle dua ediniz.” Bu hadisi, Ebû Dâvûd, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir.[74]

Şafiî, Ahmed, İshak, Muhammed b. Mesleme (mezhebimize mensub) ii-im adamlarımızdan Eşheb ile Dâvud (ez-Zahirî), Fatihanın okunacağı görü­şündedirler. Çünkü Hz. Peygamber: “Fatihatü’J-Kitab okunmaksızın namaz ol­maz” diye buyurmuştur. Bu görüş sahipleri, bu hadisi umumu üzere kabul etmişlerdir.

Ayrıca, Buhar? nin İbn Abbas’tan rivayetini delil gösterirler. Bu rivayete gö­re İbn Abbas bir cenaze namazını kılmış ve Fatihatü’l-Kitab’ı okuyup şöyle demiş: Bunun sünnet olduğunu bilesiniz diye okudum.[75]

Nesâî de Ebu Umame yoluyla gelen hadiste şöyle dediğini nakleder: Ce­nazelere kılanan namazda sünnet olan birinci tekbirden sonra gizlice Ummu’l-Kur’ân’ı (Fatıha’yı) okuması, sonra da üç tekbir getirmesi, son tekbirden son­ra da selam vermesidir.”

Muhammed b. Nasr el-Mervezî de yine Ebu Umame’den şöyle dediğini zik­reder: Cenazeler üzerine namazda sünnet olan önce tekbîr getirmen, sonra da Ummu’l-Kur’ân’ı okumandır. Daha sonra Peygamber (sav)’e salât ve se­lâm getirirsin. Sonra da ölüye ihlasla dua edersin.

Ancak birinci tekbiri getirdikten sonra Kur’an okunur, ondan sonra ise se­lam verilir. Hocamız Ebu’l-Abbas der ki: Bu iki hadis de sahihtir ve bu iki ha­dis de usul (hadis usulü) alimlerince müsned hadis gibi değerlendirilmiştir. Bununla birlikte Ebu Unıame hadisi gereğince uygulama (amel) daha uygun­dur. Zira o hadiste hem Hz. Peygamberin: “Fatihatu’l-Kitab’sız namaz olmaz” hadisi ile hem de ölüye ihlasla dua bir arada yapılmış olur. Cenaze namazın­da Fatiha Sûresi’nin okunması ise duaya bir başlangıçtan ibarettir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır.[76]

  1. Cenaze Namazı Kıldıran İmamın Duracağı Yer:

Cenaze namazını kıldıran imamın, erkeğin başı hizasında, kadının da gö­beği hizasında durması sünnettir. Çünkü, Ebû Davud’un Hz. Enes’den yap­tığı rivayet bunu gerektirmektedir. Enes (r.a) bir cenaze namazını kıldırdık­tan sonra, kendisine el-Âla b. Zİyad şöyle sormuş: Ey Ebu Hamza, Rasûlullah senin bu kıldığın namaz gibi mi cenaze namazlarını kıldırıyordu? Dört tek­bir alıyor ve erkeğin başı hizasında, kadının da göbeği hizasında mı duru­yordu? Enes, evet diye cevap vermişti.[77] Bu hadisi, Müslim de Semura b. Cündub’dan rivayet etmiştir, Semura dedi ki: Peygamber (sav) lohusa olarak ve­fat eden Um Kâ’b’ın cenaze namazını kıldırdığı sırada ben de Peygamberin arkasında namaz kıldım. Rasûlullah (sav) onun cenaze namazını kıldırmak üzere ortasına doğru [78]durmuştu.[79]

  1. Ölenin Kabri Başında Durmak:

Yüce Allah’ın: “Kabrinin başında da durma” buyruğu ile ilgili olarak şun­ları belirtelim: Rasûlullah (sav), -“et Tezkire” adlı eserimizde de belirttiğimiz gibi (yüce Allah’a hamd olsun)- ölü defnedildikten sonra kabri başında du­rur ve sebat bulması için ona dua ederdi.[80]

  1. Mallan da evlâtları da İmrendirmesin seni. Allah onları dünya­da bunlar sebebiyle ancak bir azaba çarptırmayı ve canlarının kâfir oldukları halde güçlükle çıkmasını ister.

Yüce Allah bu buyruğu te’kid olmak üzere bir dalıa tekrarlamıştır. Buna dair açıklamalar daha önceden (et Tevbe, 9/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.[81]

  1. “Allah’a İman edin, Husulü ile birlikte cihâd edin” diye bir sû­re İndirildiği zaman, içlerinden güç yetirenler senden izin İs­terler ve: “BM bırak da oturanlarla birlikte kalalım” derler,

Mü’minler, savaş çağrısına çabucak cevap verip uydular, münafıklar ise ge­rekçeler uydurdular. Buna göre bu emir mü’minlere imanlarının devam et­mesi, münafıklara da imana girmeleri İçin verilmiştir. “Diye” nasb ma­hallinde olup, “İman edin… diye” anlamındadır.

“Güçyetiren” zengin demektir ki, buna dair açıklamatar daha ön­ceden (en-Nisâ, 4/25. âyci, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Özel olarak bunları zikretmesi ise, güç yetircmeyen varlıktı kimselerin ayrıca izin isteme­ye ihtiyaçtan olmadığından dolayıdır. Çünkü, bu gibi kimseler zaten mazur­dur

“Bizi bırak da oturanlarla” yani, savaşa çıkmaktan yana âciz olanlarla “bir­likte kalalım, derler.”[82]

  1. Geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular. Kalplerine de mü­hür vuruldu. Artık onlar anlamazlar.
  2. Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla ve canlarıyla cihâd ettiler. İşte onlar için hayırlar vardır ve onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.
  3. Allah onlara altından nehirler akan cennetler hazırlamıştır. Ora­da ebedlyyen kalıcıdırlar. İşte en büyük kurtuluş budur.

Yüce Allah’ın: “Geri kalanlarla birlikte olmaya razı oldular” buyru-ğundaki “geri kalanlar” anlamındaki; kelimesi,nin çoğu­ludur. Yani onlar, kadınlarla, çocuklarla ve özür sahibi erkeklerle birlikte kal­maya razı oldular. Önceden de geçtiği gibi, eğer erkekte asalet yoksa, ona; da, da denilir. Mesela, eğer bir kimse aile halkından daha aşa­ğı bir mertebede ise,” Filan kişi aile halkından geride kalan bir kimsedir,” denilir.

en-Nehhâs der ki: Bu kelimenin aslı, uzun süre kaldığından dolayı ekşi-yen süt için kulianılan: den alınmadır. ise, oruçlunun ağzının kokusu değişti, dernektir. “Filan kişi kötü bir haleftir”, ifadesi de buradan gelmektedir. Şu kadar var ki, “fevâü” şeklin­deki çoğul, “faile” veznindeki kelimeler içindir. Hiçbir zaman “fail” veznin-deki bir kelime sıfat olarak “fevâil” şeklinde -şiir müstesna- getirilmez. An­cak, “Haris ve halik: süvari ve helak olan” kelimeleri böyle değildir. (Yani bun­ların çoğulu fevâü vezninde gelir).

Yüce Allah’ın, mücalıidlerin (mükâfatının) niteliği ile ügili olarak: “İşte on­lar için hayırlar vardır” buyruğundaki “hayırlar”in güzel kadınlar olduğu söylenmiştir. Bu görüş el-Hasen’den rivayet edilmiştir. Buna dair delili ise yü­ce Allah’ın: “İçlerindegüzel yüzlü, güzel huylu (kadınlar vardır” (er-Rah-man, 55/70) buyruğudur.

Nitekim; “O kadınların en hayidısıdır,” denilir. (Hayırlı an­lamındaki kelimenin) aslı ise; şeklinde olup şeddesi hafiflctilmiştir. “Kolay” kelimesi gibi. Bunun ‘ın çoğulu olduğu da söylen-mişrk. Buna göre buyruğun anlamı şöyledir: Mücahidler için dünyanın da âhiretin de pek çok faydalan vardır. “Kurtuluş (felâhTın anlamına dair açıkla­malar daha önceden (el-Bakara, 2/5’te) geçmiş bulunmaktadır.

“Cennetler” bahçeler demektir, yine buna dair açıklamalar daha önceden (ei-Bakara, 2/25’te) geçmiş bulunmaktadır.[83]

  1. Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allah’a ve Rasülüne yalan söyleyenler de oturup kaldı­lar. İçlerinden kâfir olanlara da pek acıklı bir azap çarpacaktır.

Yüce Allah’ın: “Bedevilerden özür beyan edenler… geldiler” buyru-

ğundaki “özür beyan edenler” anlamına gelen kelimeyi, el-A’rec ile ed-Dah-hâk; şeklinde (“zel” harfi) şeddeslz olarak okumuşlardır. Ebu Ku-reyb bunu Ebu Bekir’den, o, Âsım’dan diye bu şe’kilde okuduğunu rivayet ettiği gibi, kıraat sahipleri de bunu İbn Abbas’tan böyle okuduğunu rivayet ederler. el-Cevlıerî der ki: İbn Abbas “Özür beyan edenîer” şek­linde şeddesiz olarak ve; den gelen bir kelime gibi okumuş ve Allah’a andolsun ki, bu şekilde indirilmiştir, dermiş.

en-Nehhâs der ki: Şu kadar var ki, bu rivayet el-Kelbî etrafında dönüp do­laşır. Ve bu, den gelmektedir ki, sözü de buradan gelmek­tedir. Yani, sana öncelikle gelip de seni uyaran kişi artık mazeret hususun­da alabildiğine iteri gitmiş anlamındadır.

Şeddeli olarak; şeklindeki okuyuş ile İlgili de iki görüş vardır. Birincisine göre özür beyan eden kimse haklı olur, bu durumda özür sahi­bi olduğundan, özür beyan eden kişi demektir. Bu açıklamaya göre de ke­limenin aslı; şeklindedir. Ancak, “te” harfi “zel” harfine dönüştü­rülüp ona îdğam olunmuş, “te” harfinin harekesi de “ayn” harfine verilmiş­tir. Nitekim “Çekişirler” (Yâsîn, 36/49) kelimesinin “hı” harfi üs­tün olarak okunduğu gibi.

Bununla birlikte iki sakin bir arada bulunduğu için “ayn” harfinin esreli okunması da “mim” harfine tabi kılınarak ötreli okunması da mümkündür. Bunu,«el-Cevheri ve en-Nehhâs zikretmişlerdir. Şu kadar var ki en Nehhâs bu­nu el-Ahfeş, el-Ferrâ, Ebu Hatim ve Ebu Ubeyd’den nakletmektedir. Bunun aslının; şeklinde olmakla birlikte “te” harfinin “zel” harfine idğam edilmiş olması ve özür sahibi olan kimseler anlamına gelmesi de mümkün­dür. Nitekim Lebid şöyle demiştir:

“Bir yılın sonuna kadar (ağlayın) sonra üzerinize olsun selâm adı.

Kim tam bir yıl ağlayacak olursa, artık o, özrünü de ortaya koymuş olur.”

Diğer görüşe göre bu şekilde Özür beyan eden kişi haksız kimse olur, o da özrü, mazereti bulunmadığı halde (yalan yere) özür beyan eden kişi de­mektir. el-Cevherî der ki: Böyle bir kimsenin; “Özür beyan edici ol­ması,” yalan yere bir işi yapan kimseleri anlatmak için kullanılan; vez­nine göre kullanılmış olur. Çünkü böyle bir kimse hasta olmadığı halde has­ta olduğunu ve kusurlu hareket ederek özürsüz mazeret beyan eden kimse demektir.

el-Cevlıerî’den başkaları da şöyle demektedir: ifa­desi filan kişi o işte kusurlu davrandı ve bu hususta üzerine düşeni sonuna kadar yerine getirmedi, demektir.

Buna göre anlam, onlar yalan yere özür beyan ettiler, şeklinde olur. el-Cevherî der ki: İbn Abbas: Allah, yalan yere özür beyan eden muazzirleri (la­netlesin). Adeta ona göre şeddeli olarak “munzzir” gerçekte hiçbir özrü bulunmaksızın yalan yere mazereti olduğunu izhar eden kimse imiş gibi anlı­yor gibidir.

en-Nehhâs der ki: Ebu’l-Abbas Muhammed b. Yezid der ki: Buradaki “el-Muazzirûn* kelimesinin, aslında “el Mu’tezirûn” şeklinde olması mümkün de­ğildir ve bu kelimede idğam da caiz olmaz, çünkü o takdirde anlam karışık­lığı olur. İsmail b. İslıak da el-Hatil ve Sibeveyh’in görüşlerine göre burada idğamın uzak bir ihtimal olduğunu nakletmektedir. Diğer taraftan, ifadele­rin akışı onların mazeretleri bulunmayan ve yerilen kimseler olduğunu gös­termektedir. (İsmail b. İshak) der ki: Çünkü onlar, kendilerine izin verilsin diye gelmişlerdi. Eğer bunlar gerçekten zayıf, hasta ve harcayacak birşey bu­lamayan kimselerden olsalardı, İzin istemeye gerek duymazlardı.

en-Nehhâs der ki: “Mazeret, mazeret beyan etmek ve mazeretini açıklayıp mazur görülmek istemek” aynı kökten, aynı şeyden gelirler, bu da zor ve yerine getirilmesi müteazzir (adeta imkânsız) olan şey­ler demektir. Araplar ise, “Filana yapacaklarımdan ötürü be­ni kim mazur görür?” derler ki, bunun anlamı şudur: O, öyle büyük bir tş yap­tı ki, bundan dolayı benim kendisini cezalandırmamı Sıaketmiştİr. İnsanlar ise onun bu yaptığını bilmiyor. Ben onu cezalandıracak olursam, kim beni ma­zur görür, mazeretimi kabul eder?

(“Ze!” harfinin) şeddesi/ okunuşu ile ilgili olarak İbn Abbas der ki: Bun­lar bir özür sebebiyle savaştan geri kalıp Peygamber (sav)’in de kendilerine verdiği kimselerdir.

Bir diğer görüşe göre bunlar, Âmir b. et-Tufeyl’in adamlarıdırlar, şöyle de­mişlerdi: Ey Allah’ın Rasûlü, biz sizinle birlikte gaza yapacak olursak, Tay ka­bilesinin bedevileri hanımlarımıza, çocuklarımıza ve davarlarımıza baskın dü­zenleyecekler. Bunun üzerine Hz. Peygamber onların bu özürlerini kabul et­mişti.

Şeddeli kıraate dair ikinci görüşe göre ise, burada sözü edilenler Gıfarh bir topluluk idiler. Bunlar, gelip özür beyan etmişlerdi, Peygamber (sav) ise, onların haksız olduklarını bildiği İçin onların bu mazeretlerini kabul etme­mişti. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bir topluluk ise, Rasûlullah (sav)’a karşı cüretkârca davranarak açıkladık-lan bir mazeret bulunmaksızın oturup cihâda çıkmamışlardı. Bunlar, yüce Al­lah’ın kendilerinden: “Allah’a ve Rasûlüne yalan söyleyenler de oturup kal­dılar” buyruğu ile haber verdiği kimselerdir. Bunların yatan söylemelerinden kasıt ise, “biz mü’minleriz” sözleridir.

“İzin verilsin diye” buyruğu ise, “lâm-ı key” ile nasb edilmiştir.[84]

  1. Allah’a ve Rasûlüne karşı samimi olmak şartı İle zayıflara, has­talara ve harcayacak birşey bulamayanlara bir günah yoktur. İyi­lik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. Allah, bağışlayandır, Ra-hîmdir.
  2. Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip de: “Size bir binek bulamıyorum” dediğin zaman, harcayacak birşey bu­lamadıklarından üzülerek gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de (bir vebal yoktur).

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[85]

  1. Acizlik Halinde Mükellefiyetin Düşmesi:

Yüce Allah’ın: “… zayıflara… bir günah yoktur” âyet-i kerimesi, teklifin âciz olandan sakıt olacağı hususunda aslî bir dayanaktır. Herhangi bir şeyi yerine getirmekten acze düşen her kişiden o şey düşer. Bu, kimi zaman fiil olarak onun bedelinin yerine getirilmesi şeklinde olur, kimi zaman da öde­me şeklinde bedele dönüşür. Güç bakımından âciz olmak ile mal yönünden âciz olmak arasında da fark yoktur.

Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Allah, hiçbir kim­seye gücünün yeteceğinden başkasınıyüklemez.” (.ei-Bıkara, 2/1861 Diğer ben­zeri de şu buyruktur: “Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yok­tur, hastaya günah yoktur…” (el-Feth, 48/17)

Ebû Davud’un Enes’den gelen bir rivayetine göre, Rasûlullah (sav) şöy­le buyurmuştur: “Medine’de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi katettiyseniz, mutla­ka onlar onda sizinle birliktedirler,” Ey Allah’ın Rasûlü, dediler, Medine’de bulunduktan halde nasıl bizimle beraber olabilirler? Hz. Peygamber: “Maze­retleri onlan alıkoydu”[86] diye buyurdu.

Böylelikle bu âyet-i kerime, zikrettiğiniz benzeri diğer âyetlerle birlikte özür sahibi olanlar aleyhine yol ve vebal olmadığım beyan etmektedir. Bun­lar ise, kötürümlük, kocamışlık, körlük, topallık gibi özür sahibi oldukları bi­linen ile harcayacakları birşey bulamayan kimselerdir. İşte yüce Allah böy-leleri için günah olmadığını ifade buyurmaktadır. “Allah’a ve Rasûlüne kar­şı samimi olmak şartı ile.” Yani, hakkı bildikleri, hakkın dostlarını sevdik­leri, düşmanlarına da buğzettikleri takdirde.

İlim adamları derler ki: Cenab-ı Hak, mazereti bulunanları mazur görmek­le birlikte onların kalpleri buna tahammül edemedi. İbn Um Mektum, Uhud’a çıktı ve kendisine sancağın verilmesini istedi. Ancak sancağı Mus’ab b. Umeyr aimıştı. Kâfirlerden birisi geldi, Mus’ab’ın sancağı tutan eline vurdu ve kesti. Diğer eliyle onu yakaladı. Öbür eline de vurdu, bu sefer göğ­sü arasına sıkıştırıp yakaladı ve: “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir” (Âl-i İmran, 3/144) buyru­ğunu okudu.

tşte onların kararlılıkları ve gayretleri böyle idi. Cenab-ı Hak İse: “Gözü görmeyene günah yoktur” diye buyurmaktadır. İşte bu, birincisi (İbn Um Mektum) hakkındadır. Yine yüce Allah: “Topala da günah yoktur* diye buyurmuştur Ensar’ın nakiblcrinden Amr b. el-Cemûh topaldı, o, ordunun ilk saflarında idi. Rasûlullah (sav) kendisine: “Allah senin özür sahibi oldu­ğunu belirtmiş (mazeretini kabul buyurmuştur)” deyince, şu cevabı vermiş­ti: Allah’a yemin ederim, bu topallığımla yürüyüp cennette iz yapacağım.[87] Sûrenin baş taraflarında bunların benzerlerine dair yaptığımız diğer açık­lamalar da buna eklenebilir. Abdullah b. Mes’ud da der ki: Andolsun kişi, kol­tuğuna giren iki kişi tarafından sürüklenerek getirilir ve nihayet safta [88]durduruldu.[89]

  1. Samimi Olmak (Nasihat):

Yüce Allah’ın: “Samimi olmak şartı ile” anlamındaki buyruğun­da geçen “nush,” yapılan işin hertürlü aldatmadan uzak ve arınmış olması de­mektir. Nasûh tevbe tabiri de buradan gelmektedir. Neftaveyh der ki: Bir şe­yin nush bulması, onun halis, arı, duru olması demektir. Bir kimsenin biri­sine nush ile söz söylemesi, ona samimi ve ilılâsh olarak söz söylemesi de­mektir. Müslim’in Sahih’inde Temim ed-Dârî’den nakledildiğine göre. Pey­gamber (sav): -Üç defa- “Din nasihattir” diye buyurmuştur. Biz: Kime diye sor­duk, O: “Allah’a, Kitabına, Rasûlüne, müslümanlann yöneticilerine ve hep­sine” diye buyurdu.[90]

İlim adamları der ki: Allah’a nasihat, vahdaniyetine itikadda ihlaslı olmak, O’nu uluhiyet sıfatlan île nitelemek, her türlü eksikliklerden O’nu tenzih et­mek, O’nun sevdiği şeyleri yapma arzusunu taşımak ve O’nu gazaplandıran şeylerden uzak kalmak demektir.

Rasûlüne nasihat ise, Peygamberliğini tasdik etmek, emir ve yasakların­da ona itaate bağlı kalmak, onu dost edinenleri dost bilip ona düşmanlık edenlere düşmanlık etmek, ona gereken saygı ve ta’zimi göstermek, onu ve âl-i beytini sevmek, onu ve onun sünnetini ta’zim etmek, vefatından sonra özel olarak araştırarak sünnetini ihya etmek, sünnetinin inceliklerini bilmek (tefakkuh), onu savunmak, onu yaymak, ümmetine davet etmek, onun üs­tün ve yüce ahlakıyla ahlâklanmaktır.

Allah’ın Kitabına nasihat ise; onu okumak, o Kitabın bilgisini edinmek (te­fakkuh), savunmak, onu öğretmek, ona gereken ikram ve saygıyı göstermek, öngördüğü ahlâk ile ahlaklanmaktır.

Müslüman yöneticilere nasihat ise; onlara karşı hurucu terketrnek, onla­ra hakkı göstermek, müslümanların gözlerinden kaçan işlerine, ihmal ettik­leri işlerine dikkatlerini çekmek, onlara itaate devam edip yerine getirilme­si gereken haklarını ifa etmek demektir.

Genel olarak bütün müslümanlara nasihat ise, onlara düşmanlık besleme­yi terk edip onları doğruya iletmek, salih olanlarım sevmek, hepsine dua et­mek ve hepsi için hayır dileklerde bulunmaktır.

Sahih hadiste de şöyle buyrulmaktadır: “Birbirlerini sevmelerinde karşı­lıklı merhametlerinde ve birbirlerine atıfetlerinde mü’minlerin misali bir vü­cuda benzer. Onun bir organı rahatsızlandı mt, vücudun diğer kesimleri de uykusuzlukla ve ateşinin yükselmesiyle ona “[91]katılır.[92]

  1. İyi Davrananların Aleyhine Yol Yoktur: –

Yüce Allah’ım “İyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur” anlamındaki buy­ruğunda yer alan; “Bir yol” ifadesi ın ismi olarak ref mahal-lindedir. Onları cezalandırmaya bir yol yoktur, demektir.

Bu âyet-i kerime iyi davranan her kimsenin cezasının kaldırılması husu­sunda aslî bir dayanaktır. Bundan dolayı (Mezhebimize mensup) ilim adam­larımıza göre, elini kesen bir kimseye kısas uygulayıp da kısas uygulananın ölümü ile sonuçlanırsa, kısas uygulayanın diyet ödemesi gerekmez. Çünkü o, kendisine haksız tecavüzde bulunana kısas uygulamakla iyi davranmıştır. (Kötü bir iş yapmış değildir) Ebu Hanife ise diyet ödemesi gerekir, der.

Aynı şekilde bîr kimseye ait bir erkek deve, birisi üzerine saldırıp hücum ettiğinde nefsini müdafaa ederken deveyi öldürürse, tazminat ödemesi ge­rekmez. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Hanife İse, deve sahibine o devenin kıy­metini Ödemesi gerekir, demektedir.

Ibnü’l-Arabî der ki: İşte bütün şer’î meselelerde de görüş bu şekildedir.[93]

  1. Kendilerine Binek Bulunamadığı ve Cihâdın Masraflarını Karşılayamadığı İçin Cihâda Çıkamayanlar:

Yüce Allah’ın: “Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip de…” buyruğu, rivayet edildiğine göre İrbâd b. Sâriye hakkında İnmiştir. Âiz b. Amr hakkında indiği söylendiği gibi, Mukarrin’in oğullan hakkında indi­ği de söylenmiştir. Müfessirlerin çoğunluğu da bu görüştedir. Mukarrin’in ye­di oğlu vardı. Hepsi de Peygamber (sav)’ın ashabından idiler. Aslıab arasın­da onların dışında yedi kardeş kimse yoktur. Bunlar ise en-Nu’man, Ma’kil, Akil, Suveyd ve Sinan ve isimleri belirtilmeyen bir yedinci kişi daha. Bunlar, Mukarrin’in oğullan olup Müzeyneii yedi kardeştirler. Hepsi de hicret etmiş, Rasûlullah (sav)’ın sohbetinde bulunmuşlardır. İbn Abdil Berr ve bir toplu­luğun naklettiğine göre, bu şerefli özelliği onlarla birlikte paylaşan başka bir kimse yoktur. Hepsinin Hendek gazvesinde bulundukları da söylenmiştir.

Bir diğer görüşe göre, bu ayet-i kerime çeşitli kabile kollarına mensup ye­di kişi hakkında inmiştir. Bunlar,”el Bekkâun (ağlayanlar, ağlayıcılar)” diye bilinen kişilerdir. Tebûk gazvesinde Rasûlullah (sav)’a kendilerine binek te­min etsin diye gelmişlerdi de, Hz. Peygamber onlan taşıyacak binek temin edememişti. Bunun üzerine onlar da “harcayacak birşey bulamadıkların­dan üzülerek, gözleri yaş döke döke” geri dönmüşlerdi. O bakımdan onla­ra “ağlayıcılar” adı verilmişti. Bunlar ise Amr b. Avfoğullartndan Salim b. Umeyr, Hariseoğullarından Ulbe b, Zeyd, Mazin b. en-Neccaroğullarından Ebu Leyla Abdurrahman b. Kâ’b, Selemeoğullanndan Arar b. el-Humam, Müzey-nelilerden Abdullah b. el-Muğaffel -bunun Abdullah b, Amr el-Müzenî oldu­ğu da söylenmiştir- Vakifoğullanndan Herami b. Abdullah, Fezarelilerden İr-bâd b. Sâriye’dirler.

Ebu Ömer (b. Abdî’1-Berr) “ed-Dürer” adlı eserinde isimlerini böyle ver­mektedir. Bununla birlikte isimleri hususunda farklı görüşler vardır, el-Ku-şeyrî der ki; Bunlar, Makil b. Yesar, Sahr b. Hansa, Ensardan Abdullah b. Kâ’b, Salim b. Umeyr, Sa’lebe b. Ganeme ve Abdullah b. Muğaffel ile bir diğer ki­şiden ibarettir. Bunlar gelip: Ey Allah’ın Peygamberi demişlerdi. Bizi, senin­le birlikte gazaya çıkmak üzere çağırdın. O bakımdan sen bizi develerin üze­rinde ve atların sırtında taşı, biz de seninle birlikte gaza edelim. Bunun üze­rine Hz. Peygamber: “Size bir binek bulamıyorum” deyince, ağlayarak geri dönmüşlerdi.

İbn Abbas ise der ki: Hz. Peygamberden.kendilerine binek temin etme­sini istediler. Yolun uzaklığı dolayısıyla her bir kişinin, birisine binmek, di­ğeri üzerinde de su ve azığım taşımak maksadıyla iki deveye İhtiyacı vardı.

el-Hasen der ki: Âyet-i kerime, Ebu Musa ve arkadaşları hakkında inmiş­tir. Bunlar kendilerine binek temin etmek üzere Peygamber (sav)’e geldiler. Bu gelişleri Hz. Peygamberin kızgın olduğu bir zamana rastlamıştı. O: “Al­lah’a andolsun ki, ne sizi taşıyacak binek veririm, ne de sizi taşıyacak binek bulabilirim” bunun üzerine ağlayarak geri döndüler. Rasûlullah (sav) onla­rı geri çağırdı ve kendilerine üç ile on yaş arasında bir deve verdi. Ebu Mu­sa: Ey Allah’ın Rasûlü, sen yemin etmedin mi deyince, Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: “Şüphe yok ki ben Allah’ın izniyle herhangi bir hususa yemin eder de, ondan başkasının o yemin ettiğim şeyden hayırlı olduğunu görürsem mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine getiririm.”[94] Derim ki: Bu, sahih bir hadis olup, Buhârî de, Müslim de bu hadisi hem lafzıyla, hem manasıyla rivayet etmişlerdir. Müslim’de şöyle de denilmekte­dir: Peygamber bizi çağırttı ve bize hörgüçleri beyaz beş tane üç ile on yaş arasında deve verilmesini emr etti. Hadisin sonunda da: “Haydi gidiniz, Al­lah size binek buldu” diye buyurduğu belirtilmektedir.[95]

Yine el-Hasen ile Bekr b. Abdullah şöyle derler: âyet-i kerime Müzeyne-li Abdullah b. Muğaffel hakkında inmiştir. Abdullah, Peygamber (sav)’e ge­lip, kendisinden binek istedi.

el-Cürcanî der ki: Bir de sana kendilerine binek temin etmen için gelip; sîze bir binek bulamıyorum, dediğin kimseler aleyhine bir yol yoktur, tak­dirindedir. Buna göre bu, mübtedâ olup, “vav”sız olarak makabline atfedil­miş, cevabı ise: “Gözleri yaş döke döke geri döndüler” takdirindedir.

“Gözleri yaş döke döke” cümlesi ise, hal olarak nasb mahallindedir. “Üzülerek” anlamındaki ise, mastardır. “Bulamadıkları” laf­zı, tüt,) ile nasb edilmiştir. en-Nehhâs der ki: el-Ferra dedi ki: Bunun; “Bulamamaları” şeklinde olması da mümkündür. Bu durumda o, edatını anlamında (olumsuz, nefiy edatı) olarak kabul etmek­tedir. Basralılara göre ise;” Onlar bulamıyorlar diye” anlamın­dadır.[96]

  1. Cihâd Masrafı Bulamayan Kimsenin Durumu:

İlim adamlarının çoğunluğu, çıkacağı gazada harcamalarını karşılayacak mal bulamayan kimsenin gazaya çıkmasının vacib olmadığı görüşündedir.

(Mezhebimize mensup) İlim adamlarımız da derler ki: Eğer böyle bir kim­senin dilenmek adeti varsa, onun hacca gitmesi mükellefiyeti vardır. Ve adeti üzere yola çıkar. Çünkü onun halinde, eğer bir değişiklik olmayacak­sa, bu farz hüküm masrafını karşılayabilecek durumda olana nasıl yönelik­se, ona da öylece yöneliktir.[97]

  1. Hal Karinesi:

Yüce Allah’ın: “Üzülerek gözleri yaş döke döke…” buyruğunda halin ka­rinesine delil olabilecek bir taraf vardır. Diğer taraftan kimi hal karinesi ke­sin bir bilgi ifade eder, kimisi ise muhtemel ve tereddüt doğurur. Birincisine örnek: Bir kimse yüksek sesle feryad getirilen, yüzlerin tırmalanıp yırtıl­dığı, saçların tıraş edildiği, aşırı derecede seslerin yükseltildiği, yakaların yır­tıldığı bir evin yanından geçip de ev sahibinin öldüğüne dair ifadeler kulla­nıldığını da işitirse, bu durumda o evin sahibinin öldüğü bilinir.

İkincisine örnek ise, yöneticilerin kapılarında yetimlerin göz yaşı dökme­leridir. Şanı yüce Allah, Yusuf (a.s)ın kardeşlerinin durumunu haber verir­ken: “Akçam ağlaya ağlaya babalarına geldiler” (Yusuf, 12/16.) diye buyur­makta ve durumlarım haber vermektedir. Halbuki onlar yalancı idiler. Yine yüce Allah onların durumlarını: “Üstüne yalancıktan kanlı gömleğini getir­diler” (Yusuf, 12/18) diye haber vermektedir. Bununla birlikte bütün bunlar çoğunlukla delil olarak kullanılabilen karinelerdir. Hallerin zahirlerine ve ço­ğunlukla delâletlerine binaen şahidlikler de bu karinelere binaen kabul ve­ya red edilir. Şair de der ki:

“Gözyaşları yanakların üzerinde birbirine karıştı mı, Gerçekten ağlayan ile ağlar gibi yapan açıkça belli olur.”

Bu hususa dair açıklamalar, yüce Allah’ın izniyle Yusuf Sûresi’nde yete­rince gelecektir.[98]

  1. Yol, ancak zengin oldukları halde senden İzin İsteyenlerin aleyhinedir. Onlar geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Bunun İçin onlar bilmezler.

“Yol” yani cezalandırma ve günah kazanmak “ancak zengin oldukları hal­de «enden İzin isteyenlerin aleyhinedir.” Burada maksat münafıklardır. Bir daha onlann sözkonusu edilmeleri kötü fiillerinden sakındırmanın te’kid edil­mesi içindir.[99]

  1. Kendilerine döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir. De ki: “Özür dilemeyin, size kesinlikle inanmayız. Allah bize, size dair haberler vermiştir. Allah ve Rasûlü sizin davranışınızı gö­recek, sonra görüneni de görünmeyeni de bilene döndürülecek­siniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir.”

“Kendilerine döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir.” Burada sözü edilenler münafıklardır. “Size kesinlikle inanmayız” söylediklerinizin doğru olduğunu kabul etmeyiz. “Allah bize, size dair haber vermiştir.” Ya­ni, sizin iç durumlarınızı bize bildirmiştir. “Allah ve Rasûlü” bundan böyle yeniden yapacağınız işlerinizi “görecek, sonra görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz, O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” Yani, amellerinizin karşılığını size verecektir. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[100]

  1. Yanlatma döndüğünüzde onlardan yüzçevirmeniz için önü­nüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası ola­rak varacakları yer de cehennemdir.

Tebûk’ten “yanlarına döndüğünüzde onlardan vazgeçmeniz için” yani, onlan kınamayıp affetmeniz için, “önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir.”

Burada neye dair yemin edecekleri hazleditmiştir. Yani onlar, sizinle birlik­te savaşa çıkacak gücü bulamadıklarına dair yemin edeceklerdir.

İbn Abbas der ki: “O halde siz de onlardan yüz çevirin* buyruğu onlar­la konuşmayın demektir. Nitekim haberde Hi. Peygamberin Tebûk’ten dön­dükten sonra: “Onlarla oturup kalkmayın ve onlarla konuşmayın” dediği nakledilmektedir.

“Çünkü onlar murdardırlar.” Yani, onların yaptıktan işler pisliktir, mur­darlıktır. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlar pislik yapan kimselerdir. Yani, yaptıkları işler oldukça çirkindir.

“Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.” Ya­ni, onların varıp konaklayacakları yer orasıdır.

el-Cevherî der ki: Varılacak yer (me’vâ.) gece veya gündüz kendisine va-nlan, sığınılan her yere denilir. “Filan kişi evi­ne sığındı, sığınır” denilir.

Yüce Allah’ın: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınırım.” (Hud, 11/43) “Ben onu barındırdım,” demek­tir. Bir kimseyi yanında barındırmak halinde de; “Onu barındırdım,” denilir. Buna göre; vezinleri, aynı anlamı verir ki, bu açıklama­lar da Ebu Zeyd’den nakledilmiştir. şeklinde “vav” harfinin esre-li okunuşu, özel olarak develerin barınağı hakkında kullandır. Ve bu kulla­nış istisnai (şaz)dır.[101]

  1. Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz on­lardan hoşnut olsanız da, şüphesiz Allah, o fâsıklar topluluğun dan hoşnut olmaz.

Abdullah b. Ubey, artık bundan sonra Rasûlullah (sav)’den geri kalmaya­cağına dair yemin etti ve kendisinden hoşnut olmasını, razı olmasını istedi.[102]

  1. Bedeviler küfor ve nifak bakımından daha beterdir. Allah’ın Ra-sûlüne İndirdiklerinin şuurlarını bilmemeye de daha lâyıktır­lar. Allah herşeyi bilendir, Hakimdir.

Yüce Allah’ım: “Bedeviler küfür ve nifek bakımından daha beterdir” an­lamındaki buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[103]

  1. Bedeviler ve Bilgisizlik:

Aziz ve celil olan Allah, Medine’deki münafıkların hallerini sözkonusu et­tikten sonra, Medine’nin dışında ve uzaklarında bulunan bedevileri zikret­mektedir. Onların küfürlerinin daha ağır olduğunu ifade etmektedir. Katade der ki: Çünkü bedevilerin sünnete dair bilgisizlikleri daha ileri derece­dedir.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Çünkü onların kalpleri daha katı, sözleri daha sert, tabiatları daha kaba, Kur’ân-ı Kerim’i dinlemekten daha bir uzak­tırlar. Bundan dolayı yüce Allah onların hakkında: “…bilmemeye de daha layıktırlar.” Bu onların haline daha uygundur, diye buyurmaktadır.

“memeye” deki idğam olunmuş edatı, “be” harfi hazfedil­mek suretiyle nasb malıallindedir. Mesela; “Sen …yapma­ya layıksın,” denilirken, “be” harfi hazfedilerek; “Yapmaya” da de­nilebilir.

Bu şekilde “be” harfi hazfedilecek olursa, ancak; ile kullanılabilir. Şa­yet “be” harfi getirilirse bu edattan başkası da kullanılabilir. Mesela; “Sen kalkmaya layıksın,” denildiği gibi şeklinde (aynı anlamda olmak üzere) de denilir. Eğer, denilecek olur­sa, bu yanlış olur. Bunun ile kullanılmasının uygun düşmesi bu edatın istikbale delâlet etmesi dolayısıyla adeta mahzuf olanın yerini tutuyor gibi ol­masından ötürüdür.

“Allah’ın Rasûlüne İndirdiklerinin sınırlarını”, şeriatın farz hükümleri­ni “bilmemeye de daha layıktırlar.” Şöyle de açıklanmıştır: Az düşünüp az tefekkür ettikleri için Allah’ın Rububiyetine ve peygamberleri göndermesine dair delil ve belgelerini bilmemeye daha layıktırlar, diye de açıklanmıştır.[104]

  1. Bedevilerin Özel Halleri Dolayısıyla Haklarındaki Özel Hükümler:

Durumun böyle olması ve bu onların diğerlerine göre, kâmil mertebeden daha eksik ve daha aşağıda bulunmalarına delâlet etmesi dolayısıyla bu ko­nuda üç hüküm söz konusu olmaktadır:

1- Fey’ ve ganimette onların bir hakkı yoktur. Nitekim Peygamber (sav)’in Sahiiı-i Müslim’de yer alan Büreyde yoluyla gelen hadisinde şöyle dediği kay­dedilmektedir: “Sonra onları kendi yurtlarından muhacirlerin kaldıkları yur­da geçmeye davet et ve kendilerine eğer bunu yapacak olurlarsa, muhacir­ler lehine olan şeylerin onlann da lehine olacağını, muhacirler aleyhine olan şeylerin onlann da aleyhine olacağını haber ver. Eğer yurtlarından ayrılma­yı kabul etmeyecek olurlarsa, o takdirde onların müslümanlann bedevileri hükmünde olacaklarını bildir. Onlar hakkında da mü’minlere uygulanan Allah’ın hükmü uygulanacaktır. Ama, ganimet ve feyde müslümanlarla bir­likte cihâd etmeleri müstesna- hiçbir paylan olmayacaktır.[105]

2- Çölde yaşayanların şehirlerde ikâmet edenler hakkındaki şahidlikleri-nin kabul edilmemesi. Çünkü bu şahidlikte itham altında bulunmaları söz-komısudur.

Ebu Hantfe ise onların şahidliklerini caiz kabuLeder ve şöyle der: Çün­kü, hertürlü itham ihtimaline riâyet olunamaz. Ayrıca ona göre müslüman­lann bütünü adalet sıfatına sahiptirler.

Şafiî ise, bedevi adalet sahibi ve durumundan razı olunan bir kimse ise caiz kabul etmiştir. Daha önce el-Bakara Sûresi’nde açıkladığımız gerekçe­ler dolayısıyla (.bk. 2/282. âyet, 30. başlık ve devamı) sahih olan da budur.

Burada yüce Allah bedevileri üç vasıf ile nitelendirmiştir: Birisi küfür ve münafıklık, ikincisi onlann yaptıkları harcamaları ağır bir borç yükü olarak kabul etmeleri ve başınıza musibetlerin gelmesini gözetleyip durmaları, üçüncüsü ise Allah’a ve âhiret gününe iman etmekle birlikte yaptıktan infak ve harcamaları Allah nezdinde yakınlaştıncı bir ibadet, Peygamberin duala­rına mazhar olmak için bir sebep kabul etmek. (bk. 99- âyet)

İşte bu nitelikte olan bir kimsenin şahidliğinin kabul edilmemesi ve ikin­ci ile birinci niteliklere sahip olanlar gibi değerlendirilmesi ihtimali çok uzaktır. Hatta böyle bir şey batıldır. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisa Sûresi’nde (en-Nisa, 4/135- âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

3- Sünnete dair bilgisizlikleri, cuma’yı kılmayışlan dolayısıyla şehirlerde ikâmet edenlere namaz kıldırmalan, imamlık yapmaları yasak kabul edilmiş­tir. Ebu Miclez, bedevi’nin imamlık yapmasını mekruh kabul eder. Malik der ki: Cemaatin arasında en iyi Kur’an okuyan o olsa dahi imam olamaz.

Süfyan es-Sevrî, Şafiî, İshak ve rey sahipleri ise şöyle derlen Bedevinin ar­kasında kılınan namaz caizdir. İbnü’l Münzir ise namazın sınırlannı dosdoğ­ru yerine getirmesi halinde bu görüşün tercih edileceğini belirtmiştir.

Yüce Allah’ın: “Daha beterdir” kelimesinin aslı; şeklinde­dir ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiştir.

“Küfür… bakımından” ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. “Nifak ba­kımından” anlamındaki kelime de ona atfedilmiştir.

“Daha layıktırlar” kelimesi ise, “daha beterdir” anlamındaki keli­meye atfedilmiştir. “Filan buna layıktır;” ” Sen de bu İşi yapmaya layıksın,” denilir. Çoğulu ise, şeklinde, gelir. Bunun asil ise, duvarın inşaatı yapılmak suretiyle yükseltilmesi anlamı­nı veren; den gelmektedir. Buna göre; “O buna daha layıktır” demek, buna daha yakındır, böyle bir şey daha çok onun hakkıdır, de­mek olur. “… bedeviler… bilmemeye de daha layıktırlar.”

Araplar, insanların bir koludur. Arap’a nisbet “arabî” şeklinde gelir ki, şe­hirlerde yaşıyanlara Arap denilir. “el-A’râb: bedeviler” ise, özel olarak Arap­ların çöllerde sakin olanlarına, orada yaşayanlarına denilir. Fasih şiirlerde “eâ-rib” kelimesi kullanılmıştır. “el-A’râb”ın nisbeti “a’râbî” şeklinde gelir. Çünkü, bu kelimenin tekili yoktur. “el-Enbât” kelimesinin “nebat”ın çoğulu olduğu gi­bi; “A’râb” kelimesi “arab”ın çoğulu değildir. “Arab” bir cins isimdir. ” Arab-ı Âribe” ise, katıksız Araplar demektir. Bu kelime (Âribe) arap lafzından alın­mış ve onunla te’kid edilmiştir. Nitekim; “Kapkaranlık bir gece” de­mek de böyledir. (Arab-ı Âribe yerine) Arab-ı Arbâ dedikleri de olabilir. “Te-arrub” ise Araba benzemek demektir. “Hicretten sonra tearrub” ise bedevili­ğe geri dönmek anlamındadır. Arab’ı Müsta’ribe ise halis Arap olmayanlara de­nilir. Mütearribe de böyledir. Arabiyye ise Arap dilinin adıdır. “Ya’rub b. Kahtan” ise Arapça konuşan ilk kişidir, Bu da bütün Yemenlilerin ilk atasıdır. Urb ile arab aynı şeydir. Tıpkı ucm ile acem’in aynı şey olması gibi. “Urayb” ise “ararb” isminin küçültülmüşüdür. Şair şöyle demektedir:

“Çekirge ve kertenkelelerin yumurtalan Urayb(Arab)’m yiyeceğidir Fakat acemlilerdn canları onu çekemez.”

Burada şairin, araplann küçültme ismini kullanması onları ta’zim içindir. Nitekim (el-Hubab b. el-Münzir)’ın söylediği şu sözlerdeki küçültmeler de bu kabildendir: “Ben, uyuz develerin kendisine sürtünerek kaşıntı ihtiyaçlarını giderdikleri direkçiği, hurma ağaçlarını dik tut­mak için inşa edilen destekçiğiyim” (derken de kendisinin bu işlere ehil kim­se olduğunu ta’zim yoluyla ifade etmek istemiştir). Bütün bu açıklamalar el Cevherî’den nakledilmektedir.

el-Kuşeyrî’nin naklettiğine göre de, “arabî’nin çoğulu “arab” şeklinde, “a’râbî”nin çoğulu ise “a’râb” ve “eârib” şeklinde gelir. Bedevi Arab’a “ey a’râbî” denildiğinde sevinir. Ancak, bedevi olmayan araba ey “a’râbî” denilirse kı­zar, öfkelenir.

Muhacirler ile Ensar ise Araptır, a’râb değildir. Araplara bu ismin veriliş sebebi Hz. İsmailin soyundan gelenlerin “Arabe” denilen yerden neş’et et­meleridir. Burası Tihame’nin bir bölgesidir, oraya nisbet edilmişlerdir. Kureyşliler de ” Arabe” de İkâmet etmişlerdir, bu da Mekke’dir. Daha sonra diğer Arap­lar, Arap Yarımadasında (Ceziretü’l-Arap’da) yayıldılar.[106]

  1. Bedevilerden öyle kimseler de vardır ki, infak ettiğini zorla ödenmiş bir borç sayar ve başınıza musibetler gelmesini bek­ler dururlar. En kötü belâ kendi başlarına olsun. Allah herşeyi İşitendir, bilendir.

“Bedevilerden öyle kimseler de vardır ki… sayar” anlamındaki buyruk­ta; “Kimse” kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. “İnfak ettiğini zorla ödenmiş bir borç” buyruğu da iki mef uldür. İfade; “İntak ettiği o şeyi” takdirindedir. İsmin uzaması dolayısıyla sonunda­ki “ne” harfi hazf edilmiştir. “Zorla ödenmiş bîr borç” İse, borç ve zi­yan anlamındadır. Asıl anlamı ise bir şeyin gerekli olması (yükümlülük), de­mektir. “Çünkü gerçekten O’nun azabı kesin bir helak oluş­tur.” (el-Furkân, 25/65) Yani, gerekli ve yakayı bırakmayan bir helak olur.

Buradaki buyruk da şu anlamdadır: Onlar cihâd uğrunda yaptıkları har­camaları ve verdikleri sadakalan sevap ummadıkları bir zarar, bir yükümlü­lük olarak verirler.

“Ve basınıza musibetler gelmesini bekler dururlar.” Bekleyip durmak anlamındaki “et-Tarabbus”a dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/227. âyet, 16. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Musibetler” anlamındaki “ed-devâir” ise, “dâire”nin çoğuludur. Bu ise, nimetten belaya dönen hal demektir. Yani, bunlar yaptıkları intak ile ilgili cahilce anlayışa, kötü niyet ve kötü bir kalbe sahiptirler.

“En kötü belâ kendi başlarına olsun” anlamındaki; buyruğunu îbn Kesir ve Ebu Amr, burada da el-Feth Sûresi’ndeki benzeri buy­rukta da “sin” harfini ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise üstün ile oku­muşlardır. Bütün kıraat alimleri icma ile ” Senin baban kö­tü bir adam değildi” (Meryem, 19/28) buyruğunda “sin” harfini üstün olarak okumuşlardır.

Üstün ile ötreli okuyuş arasındaki farka gelince; ötreli okuyuşa göre an­lamı, hoş olmayan, hoşlanılmayan şey demektir. el-Ahfeş der ki: Yani, hezi­met ve kötülük musibeti üzerlerine olsun demek olur. el-Ferrâ ise, azap ve belâ musibetleri üzerlerine olsun, diye açıklamıştır. Ahfeş ve el-Ferrâ derler ki: Ötreli olarak; Kötü adam kastıyla denilmesi caiz değildir. Tıp­kı “o azab ve kötülük adamıdır” anlamında demlemeye­ceği gibi.

Muhammed b. Yezid’den de şöyle dediği nakledilmektedir: “Sin” harfinin üstün ile okunması, bayağılık, adilik, aşağılık demektir. Sibeveyh der ki: “Doğru bir adama uğradım* ifadesi, salih bir kimseye uğra­dım anlamındadır. Yoksa buradaki doğruluk, doğru sözlü demek değildir. Eğer buradaki doğruluk doğru sözlülükten gelmiş olsaydı o takdirde; Doğru dürüst bir elbise gördüm, demek mümkün olmazdı. kötü bir adama uğradım ifadesi, “Ona kötülük yap­tım” ifadesindeki “kötülük”ten gelmemektedir. Bunun anlamı ben fesat bir adama uğradım, şeklindedir.

el-Ferrâ der ki: “Sin” harfi üstün ile bu kelime den mastardır. Başkaları ise, bunun fiilinin; şeklinde geldiğini söyler­ler. “Sin” harfinin ötreli söylenişi ise mastar değil, isimdir. Bu (âyetin bu bö­lümü), “belâ ve hoşlanılmayan şeylerin musibeti üzerlerine olsun” demeye benzer.[107]

  1. Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah’a ve âhiret gününe iman eder. İnfak ettiğini Allah’a yakınlıklara ve Peygamberin duala-nna vesüe edinir. İyi bilin ki bu, onlar İçin gerçekten bir yakın-lıktır. Allah onları rahmetine alacaktır. Şüphesiz ki Allah mağ­firet edendir, rahmet edendir.

“Bedevilerden öyleleri de vardır ki, Allah’a ve ahiret gününe iman eder” tasdik eder. Burada kastedilenler, Müzeynelilerden olan Mukarrinoğul-landır. Bunu el-Mehdevî nakletmektedir.

“Yakınlıklar” kelimesi “yakınlık” anlamındaki “kurbetln çoğu­ludur. Kurbet ise kendisi vasıtasıyla yüce Allah’a yakınlaşılan şeydir. Çoğu­lu; şekillerinde gelir ki, bunu da en-Nehhâs nakletmek­tedir. Ötreli olarak; kelimesi, kendisi İle Allah’a yakınlaşılan şeydir. “Yüce Allah’a bir kurban sundum,” ifadesi buradan gelmekte­dir. “KaP harfi esreli olarak; “Kırba” ise, içine su konulan kab demek­tir. Çoğulun asgari sayısı için çoğul şekilleri; şeklinde, da­ha fazlası İçin de; şeklinde gelir. “Fi’le” veznindeki bütün isimler de böyledir. Mesela, fibre ve fikra gibi. Bu durumda (ismin ikinci harfi demek olan) “ayn” üstün de esreli de sakin de okunabilir. Bunu da el-Cevherî nak­letmektedir,

Nitekim Verş’in rivayetine göre, Nafi’, bu kelimeyi “ra” harfi ötreli olarak; diye okumuştur ki, aslolan da odur. Diğerleri ise bunu “ra” harfini tah­fif ile sakin okumuşlardır. “Kitaplar, rasûller” gibi. Bununla bir­likte çoğulu olan-, da bir görüş ayrılığı yoktur. İbn Sa’dan’ın naklet­tiğine göre, Yezid b. el-Ka’kâ1 da; İyi bilin ki bu onlar için gerçekten bir yakınlıktır” diye okumuştur.

“Peygamberin dualarına vesile…” onun mağfiret dilemesine ve dua et­mesine bir vesile demektir.

“Salât” kelimesi, çeşitli anlamlarda kullanılır. Yüce Allah’ın salâtı, O’nun rahmet ihsanı, hayır ve bereket ihsanı demektir. Nitekim yüce Allah: “0, si­ze salât getirendir, melekleri de” (el-Ahzâb, 33/43) diye buyurmaktadır. Me­leklerin salâtı ise dua etmeleridir. Peygamber (sav)’İn salâtı da bu şekildedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara dua da et. Senin duan şüp­hesizonlara huzur ve güvendir.” (et-Tevbe, 9/103) Burada dua anlamında “sa­lât” kelimesi kullanılmıştır. Yani, senin onlara yapacağın dua, onlar için se­bat bulma ve itminana ermeye sebeptir.

“İyi bilin ki, bu onlar için gerçekten bir yakınlıktır.” Yani, onların yaptıkları harcamalar kendilerini Allah’ın rahmetine yakınlaşır.[108]

  1. İleriye geçen Muhacir ve Ensar İle onlara güzellikle uyanlar­dan Allah razı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. Bunlar İçin orada ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kurtuluştur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[109]

  1. Ashab-ı Kiram ve Ensar:

Yüce Allah, bedevî arapların çeşitlerini sözkonusu ettikten sonra Muha­cirlerle Ensarı sözkonusu etmekte ve onlar arasından kimisinin erken hicret ettiğini, kimilerinin de onlara tabi olduğunu açıklayıp onlardan övgüyle söz etmektedir. Ashab-ı Kİram’ın tabaka ve sınıflarının sayısı hususunda farklı görüşler vardır. Bizler, bu konuda yüce Allah’ın izniyle bir dereceye ka­dar açıklamalarda bulunacak ve buradaki maksadı bir dereceye kadar açıklamaya çalışacağız:

Ömer b. el-Hattab’ın, “Ensar” anlamındaki kelimeyi; İleriye ge­çenler” kelimesine atf ile ötreli okuduğu rivayet edilmiştir.[110] b-Ahfeş ise der ki: Uygun okuma şekli, bu kelimenin esreli okunmasıdır. Çünkü, “ileriye ge­çenler” hem Ensardan, hem de Muhacirlerdendir.

“Ensar”, İslâmî bir adlandırmadır. Enes b. Malik’e şöyle sorulmuş: İnsan­ların sîzlere “Ensar” demesine ne dersin? Bu, Allah’ın size vermiş olduğu bir isim midir, yoksa calıitiye döneminde de bu isimle anılıyor muydunuz? Şu ce­vabı vermiş: Hayır o, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de bize verdiği bir isimdir. Bu rivayeti Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) “el-îstizkâr” adlı eserinde nakletmektedir.[111]

  1. Ensar ve Muhacirler Arasından İleriye Geçenlerin Üstünlüğü:

Kur’an-ı Kerim, Muhacirlerle Ensardan İleriye geçen (Önce müslüman olan)lann üstünlüğünü açık nass ile tesbit etmiştir. Bunlar ise, Saİd b. el-Mü-seyyeb ile bir kesimin görüşüne göre her iki kıbleye doğru namaz kılabilen kimselerdir. Şafiî mezhebine mensub ilim adamlarının görüşüne göre ise bun­lar, Rıdvan Bey’ati olarak bilinen Hudeybiye’deki bey’atta hazır bulunanlar­dır. eş-Şa’bî de bu görüştedir.

Muhammed b. Kâ’b ile Ata b. Yesar’dan nakledilen görüşe göre ise bun­lar Bedir’e katılanlardır. Bununla birlikte kıblenin değiştirilmesinden önce hic­ret edenlerin ilk muhacirler arasında sayılacağını ittifakla kabul etmişler ve bu konuda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Ashabın en faziletlilerine gelin­ce, bu da bir sonraki başlığın konusudur.[112]

  1. Ashabın Fazilet Dereceleri:

Ebu Mansur el-Bağdadî et-Temimî der ki: Bizim mezhebimize mensub ilim adamları, ashabın en faziletlilerinin dört raşid halife, daha sonra da sa­yıları ona tamamlayan diğer altı kişi, sonra Bedir’e katılanlar, sonra Uhud’a katılanlar, sonra da Hudeybiye’de Rıdvan Bey’atine katılanlar olduğunu ic-ma île kabul etmişlerdir.[113]

  1. İslâm’a İlk Girenler:

Ashab-ı kiram arasında kimin İslâm’a ilk girdiği hususuna gelince; Müca-lid, eş-Şa’bi’den şöyle dediğini rivayet eder: Ben, İbn Abbas’a İnsanlar ara­sında ilk müslüman kişi kimdir diye sordum. O, Ebu Bekir’dir dedi, Sen, Has­san’in şu beyitlerini hiç İşitmedin mi:

“Güvenilir bir kardeşten hüznünü harekete geçiren bir şey hatırladığında Kardeşin Ebu Bekir’in neler yaptığını an. O ki, Peygamberden sonra insanların en hayırlıları, en takvahsı, en adil olanı idi Ve yüklendiğini en mükemmel şekilde ifa edenleridir.

İkincisi hemen ondan sonra gelen ve hazır bulunduğu ve yaptığı işler övülen, tasanlar arasında da peygamberleri ilk tasdik edendir.”

Ebu’l-Ferec el-Cevzî de, Yusuf b. Yakub b. el-Macişun’dan şöyle dediği­ni nakleder: Ben, babama, hocamız Muhammed b. el-Munkedir’e, Rabia b. Abdurrahrnan’a, Salih b. Keysan’a, Sa’d b. İbrahim’e, Osman b. Muhammed elMımesî’ye yetiştim. Bunların hepsi de ilk İslâm’a giren kişinin Ebu Bekir olduğunda şüphe ve tereddüt etmiyorlardı. Bu aynı zamanda İbn Abbas, Has­san, Hz. Ebu Bekir’in kızı Esma’nın da görüşüdür. İbrahim en-Nehaî de bu görüştedir.

Bir diğer görüşe göre İslâm’a giren ilk kişi Hz. Ali’dir. Bu görüş, Zeyd b. Erkam’dan, Ebu Zer’den, el-Mikdad ve diğerlerinden de rivayet edilmiştir, el-Hakim Ebu Abdullah der ki: Ben, tarih ile ilgilenen ilim adamları arasında İs­lâm’a giren ilk kişinin Ali olduğu hususunda bir görüş ayrılığı olduğunu bil­miyorum.

Yine denildiğine göre İslâm’a giren ilk kişi Zeyd b. Hârise’dir. Ma’mer de buna benzer bir görüşü ez-Zührf den nakletmektedir. Bu aynı zamanda Sü­leyman b. Yesar, Urve b. ez-Zübeyr ve tmran b. Ebi Enes’in de görüşüdür.

Bir başka görüşe göre İslama ilk giren kişi mü’minlerin annesi Hadice (r.an-ha)’dır. Bu görüş ez-Zülırîden de çeşitli yollardan rivayet edilmiştir. Aynı za­manda bu, Katade’nin, Muhammed b. ishak b. Yesar’in ve bir topluluğun da görüşüdür. Yine bu görüş İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. Müfessir es-Sa’le-bî de İslâm’a ilk giren kişinin Hz. Hadice olduğu hususunda ilim adamları­nın ittifak ettiklerini ve Hz. Hadice’den sonra kimin İslâm’a girdiği hususun­da görüş ayrılıklarının bulunduğunu iddia etmektedir. İshâk b. İbrahim b. Rahaveyh el Hanzalî ise, bütün bu konudaki haberleri telif eder ve şöyle der­di: Yetişkin erkeklerden İslâm’a giren ilk kişi Ebu Bekir, kadınlardan Hadi­ce, genç çocuklardan Ali, azad edilmiş kölelerden Zeyd b. Harise ve köle­lerden Bilal’dır. Doğrusunu en İyi bilen de Allah’tır.

Mulıammad b. Sa’d der ki: Bana Mus’ab b. Sabit haber verdi, dedi ki: Ba­na, Ebu’l-Esved, Muhammed b. Abdurrahman b. Nevfel anlatarak dedi ki: ez-Zübeyrin İslâm’a girmesi Ebu Bekir’den sonra olmuştur. ez-Zübeyr, dördün­cü veya beşinci kişi idi. el-Leys b. Sa’d da der ki; Bana Ebu’l-Esved anlata­rak dedi ki: ez-Zübeyr sekiz yaşındayken İslâm’a girdi. Hz. Ali’nin de yedi yaşındayken İslâm’a girdiği rivayet olunur, on yaşında iken müslüman oldu­ğu da söylenir.[114]

  1. Sahabe Kime Denir:

Hadis ehlinin metodundan anlaşıldığına göre, Rasûlullah (sav)’ı gören her bir müslüman onun ashabı ndandır. Bulıârî Salıihi’nde der ki: Peygamber (sav,)’in sohbetinde bulunan, yahut da onu gören müslüman, Hz. Peygamber’in ashabmdandır.[115]

Said b. el-Müseyyeb’den rivayet edildiğine göre o, Rasûlullah (sav) ile bir­likte bir veya iki yıl ikâmet etmeyen, onunla beraber bir ya da iki gazaya ka­tılmayan kimseleri sahabi saymıyordu. Eğer bu sözü söylediği Said b. El Mü­seyyeb’den sahih olarak sabit ise; mesela, Cerir b. Abdullah el-Becelî’yi, yahut da bizim aslıab-ı kiramdan sayıldığı hususunda herhangi bir görüş ayrı­lığı bulunduğunu bilmediğimiz kimselerde öngördüğü şartı zahiren taşıma­mak noktasında Cerir i!e ortak tarafı bulunan kimseleri ashab arasında say­maması gerekir.[116]

  1. Muhacirlerden İlk Müslüman Olanlar ve Hz. Ebu Bekir:

Muhacirlerden öne geçen müslümanların ilkinin Ebu Bekir es-Sıddîk ol­duğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

İbn Arabi der ki: Öne geçmek üç şeyde olur. Birisi nitelikle, bu imandır diğeri zaman, üçüncüsü mekan İle. Bu şekillerin en üstünü ise nitelikler ile önde olmaktır. Buna delil de Hz. Peygamber’in Sahih’teki şu hadistir: “Biz son­ra gelenler, ilk (ve önde) olanlarız. Ancak onlara bizden önce kitap verilmiş, bize de onlardan sonra kitap verilmiştir. İşte onların hakkında ihtilafa düş­tükleri gün bu gündür. Allah hidâyeti ile bize bu günü gösterdi. Yahudilerdn haftalık bayram günü) yarındır. Hristiyanlarınki ise yarından sonradır.”[117] Böy­lelikle Peygamber (sav) zaman itibari ile bizden önce geçen ümmetlerden iman ve yüce Allah’ın emrine uymak, O’na itaat etmek, O’nun emrine tesli­miyet gösterip yükümlülüklerine razı olmak, görevlerini taşımak sureti ile on­ları geçtiğimizi haber vermektedir. Biz bunların hiçbirisine itiraz etmiyor ve onun emri varken başka bir tercihe yonelmiyoruz. Kendi görüşümüze daya­narak -Kitap ehlinin yaptığı gibi- onun şeriatını değiştirmiyoruz. Bu ise yü­ce Allah’ın verdiği hükmü isabet ettirmeye muvaffak kılması, razı olduğu şey­leri yapabilmeyi kolaylaştırması ile olmuştur. Esasen Allah bizi hidâyete iletmese idi bizim kendiliğimizden hidâyet bulmamız mümkün olmazdı.[118]

  1. Âyetin Belirlediği Üstünlüğün Kapsamı:

İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyet-i kerime erken İslâm’a girip ileri ge­çenlerin bu üstün meziyetlerinin şeriatta üstün bir meziyet olarak kabul edi­len, ilim, din, kahramanlık gibi meziyetlerden; ya da bunların dışında kalan mali bağış ve ikramlardaki ileri mertebede oluş ile elde edilen her bir üstün­lükten daha ileri olduğu gerçeğini ihtiva etmektedir. Mali atiyye ve ikram me­selesinde Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer arasında görüş ayrılığı vardı. İlim adamları da İslâm’a önce giren ve ileri geçenlerin atiyye hususunda diğerle­rine üstün kılınması noktasında farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Bekir es-Sıd­dîk (ra)’dan rivayet edildiğine göre o İslâm’ı öncelikle girmeyi göz önünde bulundurmak sureti ile verilecek atiyyelerde insanlar arasında farklılık gözetileceği görüşünde değildi. Hz. Ömer ise ona şöyle derdi: Sen önce İslâm’a girip ileri geçme sıfatına sahip olan kimseleri böyle olmayan kimseler gibi mi değerlendireceksin? H2. Ebu Bekir ise ona şu cevabı vermişti: Onlar Allah için amellerini işlediler. Ecirlerini vermek de Allah’a aittir. Hz. Ömer de halifeli­ği döneminde önceleri aralarında fark gözetirken daha sonra vefatı esnasın­da şöyle demiştir: Yarına kadar yaşayacak olursak hiç şüphesiz insanların en alt tabakasında bulunanlarını yukarıda olanları ile aynı seviyeye getireceğim. Ancak gece vefat etti. Bu konuda görüş aynlığı günümüze kadar devam edegelmiştir.

Bu buyrukların”Bir de onlara güzellikle uyanlardan Allah razı olmuş­tur* bölümü ile ilgili açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:[119]

  1. İleriye Geçenler ve Onlara Güzel Bir Şekilde Uyanlar:

Hz. Ömer -önceden de geçtiği gibi- VeEnsar” kelimesini ref ile okumuş, “onlar” kelimesini de “Ensar’a sıfat olmak üzere “vav”sız okumuştur.[120] Ancak Zeyd b. Sabit ona doğru şeklini söyleyince Hz. Ömer, Ubey bin Ka’b’a başvurmuş, Ubey de Zeyd’in doğru söylediğini belirtince Hz. Ömer ona durup şöyle demiş: Biz yükseltildiğimiz bu yüce mevkiye herhan­gi bir kimsenin bize ortak olacağı görüşünde değildim. Bunun üzerine Ubey ona şöyle demişti: Ben bunun doğrulayıcı ifadelerini Allah’ın Kitabında gö­rüp tesbit edebiliyorum. Cuma Sûresi’nin baş taraflarında: “Ve onlardan he­nüz kendilerine kavuşmamış olanlara da” (el-Cumua, 62/3) el-Haşr Sûre-si’nde: ‘Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle” (el-Haşr, 59/10) buyruğunda e!-Enfal Sû-resi’nde de yüce Allah’ın: “Sonraları iman ve hicret edip de sizinle beraber cihâd edenlere gelince onlar da sizdendir” (el-Enfal, 8/75) buyruğunda bu­luyorum,

Kıraat bu suretle (Hz. Ömer için de) “vav” ile sabit olmuş oldu.

Yüce Allah’ın: “Güzellikle” buyruğu onların söz ve fiillerinden neye ta­bi olacaklarım beyan etmektedir. Bu uymamn, onlardan sadır olan yanılma ve kaymalarda sözkonusu olmayacağını göstermektedir. Çünkü onlar -Allah onlardan razı olsun- masum değillerdi.[121]

  1. Tabiin ve Mertebeleri:

îlim adamları tabiîn ve mertebeleri konusunda farklı görüşlere sahiptir. Ha­fız el-Hatib (el-Bağdadî) der ki: Tabii sahabe ile sohbet ve arkadaşlığı bulu­nandır. Tabiînden tek bir kişiye tâbi’ ve tabiî denir. el-Hakim Abu Addullah ve başkalarının ifadeleri ise tabiînden sayılmak için sahabeden (hadis) din­lemiş olmasının yahut da -örfen sohbet ve arkadaşlık olmasa bile- onunla kar­şılaşmış olmasının yeterli olacağı intibaını vermektedir.

Şöyle de denilmiştir: Tabiîn adı Hudeybiye’den sonra İslâm’a giren kim­seler hakkında kullanılır. Halid b. Velid, Âmr b. el-Âs ile onlara yakın (bir sü­re sonra) İslâm’a giren Mekke Fethi günü müslüman olan kimseler gibi. Çün­kü Abdurrahman b. Avfın Peygamber (sav)e Halid b. Velid’i şikâyet etmesi üzerine Hz. Peygamber’in Halid’e şöyle dediği sabittir: “Ashabımı bana bı­rakınız, nefsim elinde olana yemin ederim ki sizden herhangi bir kimse her gün Uhud Dağı kadar altın infak edecek olursa onlardan birisinin intak et­tiği bir müd kadarına hatta onun yansına bile ulaşamaz.”[122]

Hayret edilecek bir husus da şudur ki; el-Hâkim Ebu Abdullah, tabiînden kardeş olanları sözkonusu ettiğinde Muzeyneli Mukarrin’in oğullarından olan Numan ve Suveyd’i de tabiîn arasında zikretmektedir.[123] Halbuki bunların iki­si de bilinen iki sahabedir ve ashab arasında anılmaktadırlar. Önceden de geç­tiği üzere her ikisi de Hendek gazasında bulunmuşlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Tabiînin en büyükleri, Medinelilerden olup “fukahai seb’a (yedi fakih)” diye bilinen kimselerdir. Bunlar ise Said bin el-Müseyyeb, el Kasım bin Mu-hammed, Urve bin ez-Zübeyr, Hârice bin Zeyd, Ebu Seleme bin Abdurrah­man, Abdullah bin Utbe bin Mes’ud ve Süleyman bin Yesar’dır. Yüce zatlar­dan birisi de bunların yedisini tek bir beyitte nazım halinde bir araya geti­rip şöyle demiştir:

“İşte onların isimlerini (benden) öğren. (Bunlar) Ubeydullah (bin Abdullah bin Utbe}, Urve, Kasım, Said, Ebu Bekr (bin Abdurrahman), Süleyman ve Harice’dirler.”

Ahmed bin Hanbel dedi ki: Tabiînin en faziletlisi Said bin el Müseyyeb-dir. Ona-, ya Alkame ile el-Esved? denilince, o da; Said bin el Müseyyeb, Alkarne ve e!-Esved’dİr, diye cevap verdi. Yine ondan şöyle bir bilgi nakledil­mektedir: Tabiînin en faziletlisi Kays, Ebu Osman, Alkame ve Mesruk’tur. Bun­lar faziletliler ve tabiînin ileri gelenlerinden İdiler. Yine şöyle demiştir: Ata Mekke’nin müftüsü, el-Hasen Basra’nın müftüsü idiler. İnsanlar bu ikisinden çokça naklettiler, demiş ancak neleri naklettiklerini müphem bırakmıştır.

Ebu Bekr bin Ebi Davud’dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Tabi­înin hanımlardan efendileri Sîrîn’in kızı Hafsa ile Abdurrahman’ın kızı Am-re’dir Üçüncüleri ise -ancak onlar gibi değil- Umed-Derda (es-Suğrâ ed Dımeşkîye’dir).

Yine el-Hakim Ebu Abdullah’tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir ta­baka da vardır ki tabiînden sayılmakla birlikte bunlardan herhangi birisinin ashabdan hadis dinledikleri sahih olarak sabit olmamıştır. İbrahim bin Suveyd en-Nehai -ki fakih İbrahim bin Yezid en-Nehai değildir. – Bukeyr bin Ebi Su-meyt, Bukeyr bin Abdullah el-Eşec bunlar arasındadır. Bunlardan başka kimseleri de zikrettikten sonra şöyle der: Yine insanlar arasında ashab ile karşılaşmış olmakla birlikte- tabünlerin tabiileri arasında sayılan bir tabaka daha vardır ki Abdullah bin Ömer ile Enes ile karşılaşmış, Ebu’z-Zinâd Ab­dullah bin Zekrân İle Abdullah bin Ömer ile Cabir bin Abdullah’ın yanına gö­türülmüş, Hişam bin Urve ile Enes bin Malik’e yetişmiş bulunan Musa bin Uk-be ve Halid bin Said’in kızı Um Halid gibileri bunlardandır.

Yine tabiîn arasında “el Muhadramûn” diye adlandırılan bir tabaka daha vardır ki bunlar hem cahiliye dönemine yetişmiş, hem Rasûlullah (sav) ha­yatta iken yaşamış ve İslâm’a girmiş bulunmakla birlikte, Hz, Peygamber ile sohbetleri bulunmayanlardır. Bu kelimenin tekili “muhadram” şeklinde ge­lir. Muhadram ise Hz. Peygamber’tn sohbetini ve başka hususları idrak etmiş benzerlerinden ayrı bir kenarda kalmış kimse anlamına gelir. Müslim bunla­rı sözkonusu ederek sayılarını yirmiye ulaştırmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî, Kin-deli Suveyd bin Gafele, Amr bin Me’mun el-Evdî, Ebu Osman en Nehdi, Ab-dulhayr bin Yezid el Hayranı -Hayran Hemdanhlann bir koludur Abdurrahman bin Mul1, Ebu’l-Halal el-Atekî, Rabia bin Zürâre… bunlar arasındadır.[124]

Müslim’in anmadığı kimseler arasında Ebu Müslim el-Havlânî, Abdullah bin Süved ile el-Ahnef bin Kays da vardır.

İşte bu açıklamalarımız, Kur’an-ı Kerimin faziletlerini açıkça ifade ettiği aslıab-ı kiram ile tabiîni tanımaya dair bir nebze bilgidir. Önceden de geç­tiği üzere bize yüce Allah’ın: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. ” (Ali İmran, 3/110) buyruğu ile: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.”(el-Bakara, 2/143) âyeti yeterlidir.

Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: “Keşke kardeşlerinizi görmüş ol­saydık diye candan arzu ederdim…”[125] Hz. Peygamber bu hadisinde bizleri de kardeşleri kılmaktadır. Eğer biz Allah’tan korkar, O’nun izini takib edersek Allah bizi onunla birlikte olacakların zümresi arasında hasreder. Muhammed (sav’)ın ve âlinin hakkı için, bizi onun yolundan, onun dininden ayır­masın![126]

  1. Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır; Medine aha­lisinden de. Onlar nifakı âdet edinmiş kimselerdir. Sen onla­rı bilmezsin. Onları Biz biliriz. Biz onları iki kere azaba uğra­tacağız. Sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir.

Yüce Allah’ın: “Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır” an­lamındaki buyruk, mubtedâ ve haberdir. Münafık bir topluluk vardır, demek­tir. Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gitar ve Eşcâ’ kabilelerini kastetmektedir.

“Medine ahalisinden de. Onlar nifakı âdet edinmiş kimselerdir.” Yani münafıklığı âdet edinmiş bir topluluk bulunmaktadır. Burada sözü geçen “âdet edinmiş kimseler vardır” anlamındaki ifadenin “münafık olanlar’ın sıfa­tı olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadede takdim ve tehir var demek olur ki anlam da şöyle olur: Çevrenizdeki bedevilerden münafıklığı adet edinmişler vardır, Medine ahalisinden de böyleleri vardır.

“Âdet edinmiş kimseler” İbn Zeyd’den nakledildiğine göre münafıklık üzere kalmış ve tevbe etmemiş kimseler demektir. Başkası ise münafıklıkta ısrar etmiş ve başka bir şeyi kabul etmemiş kimseler anlamındadır, derler. Her iki mana da birbirine yakındır.

Kelime asıl itibari ile yumuşaklık, dokunmak ve başka şeylerden soyutlan­mak anlamındadır. Sanki onlar her şeyden soyutlanarak münafıklığa girmiş gibidirler. Üzerinde bitki yeşermemiş bulunan: “Yumuşak kum” ifa­desi ile üzerinde yaprak bulunmayan dal demek olan; ifadesi de buradan gelmektedir. “Bileğinin arka tarafında sarkan tüyleri bu­lunmayan at;” ise: Tüysüz oğlan demektir. Ancak tüy­süz cariye denilmez. Yapının (.sıva bölümünün) düzeltilmesi de­mektir. Nitekim yüce Allah’ın;” “İyicedüzeltilmiş”(en-Neml, 27/44) buyruğu da buradan gelmektedir. ise, daldaki yaprakların solma­sı demektir. Mazi, muzari ve mastarları da; şeklinde gelir.

“Sen onları bilmezsin, onları Biz biliriz.” Bu da önceden de geçtiği gi­bi yüce Allah’ın: “Sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiği…” (el-Enfal, 8/60) buy­ruğuna benzemektedir. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ey Muham-med, sen onların işlerinin akıbetini bilemezsin. Bu akıbetlerini bilmek yal­nızca Bize hastır.

Bu ise herhangi bir kimse hakkında (muayyen-olarak) cennetlik veya ce­hennemlik olduğuna hüküm vermeye engeldir.

“Biz onları İki kere azaba uğratacağız. Sonra da büyük bir azaba dön­dürüleceklerdir” buyruğu İle ilgili olarak İbn Abbas şöyle demektedir: Dünya hayatında hastalıklarla, âhirette de azaba uğratmakla (onları iki ke­re azablandıracağız). Çünkü mü’minin hastalanması günahları için bir keffa-rettir. Kafirin hastalanması ise bir cezadır.

Birinci cezanın Peygamber (sav) in -ileride münafıklara dair açıklamalar­da geleceği üzere- iç yüzlerine muttali olmak sureti ile rezil olmaları, ikin­cisinin ise kabir azabı olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen ve Katade derler ki: İki azaptan kasıt dünya azabı ile kabir aza­bıdır. İbn Zeyd der ki: Birincisi mal ve evlâtlarında karşılaştıkları musibetler, ikincisi de kabir azabıdır. Mücahid der ki: Biri açlık, diğeri öldürülmektir, el-Ferra ise; öldürülmek ve kabir azabıdır, der. Bir başka görüşe göre esir edilmeleri ve öldürülmeleridir.

Bir diğer görüşe göre birinci azap mallarından zekat alınıp onlara had­lerin uygulanması, ikincisi kabir azabıdır.

Yine denildiğine göre iki azabtan birisi, yüce Allah’ın: “Artık onların ma­ları da evlâtları da seni imrendirmesin. Doğrusu Allah bunlar yüzünden dünya hayatında onlun azaba uğratmayı ister… “(et-Tevbe, 9/55 ve 85) buyruğundaki azaptır.

Âyet-i kerimeden maksat, azabın peşi peşine geleceğini yahut da onlara verilecek azabın kat kat olacağını anlatmaktır.[127]

  1. Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf etliler. Onlar salih ame­li başka bir kötü amele karıştırmışlardır. Olur ki Allah, onla­rın tevbelerini kabul eder. Muhakkak Allah mağfiret ve rahmet edendir.

Gerek Medine ahalisinden gerekse çevrenizde bulunanlardan günahları­nı itiraf eden bir topluluk olduğu gibi Allah’ın haklannda vereceği hükmü bek-leyen ve haklannda dilediği şekilde hüküm vereceği bir başka topluluk da­ha vardır.

Birinci kesimin münafık olmakla birlikte münafıklığı adet edinmemiş kimselerden olması da mümkündür. Mü’min olmaları da mümkündür.

İbn Abbas der ki: Bu âyet-i kerime Tebûk gazvesinden geri kalan on ki­şi hakkında inmiştir. Bunların yedisi kendilerini Mescidin direklerine bağla­mışlardı. Katade de buna yakın bir görüş ifade etmiş ve şöyle demiştir: Yü­ce Allah’ın: “Mallarından bir sadaka al…” (et-Tevbe, 9/103) âyeti de bun­lar hakkında inmiştir. Bunu da el Mehdevî nakletmektedir. Zeyd bin Eşlem, bunlar sekiz kişi idi, der. Altı kişi oldukları, beş kişi oldukları da söylenmiş­tir. Mücahid ise der ki: Âyet-i kerime yalnızca Ensardan Ebû Lübâbe hakkın­da, onun Kurayzaoğulları ile başından geçen olay ile ilgili olarak inmiştir. Şöy­le ki: Kurayzaoğullan Ebû Lübâbe ile Allah ve Rasûlünün hükmünü kabul ede­rek kalelerinden inmeleri hususunda konuşmuşlar, o da inip bu hükmü ka­bul ettikleri taktirde, Peygamber (sav)in kendilerini keseceğini anlatmak kas­tı ile boğazına işaret etmişti. Bu durumu açığa çıkınca tevbe edip pişman ol­muş, kendisini Mescidin direklerinden birisine bağlamış ve Allah kendisini affedinceye yahut bu halde ölünceye kadar yemek yememek, bir şey içme­mek üzere yemin etmişti. Yüce Allah onu affedinceye kadar bu şekilde de­vam etti ve bu âyet-i kerime indi. Rasûlullah (sav) de çözülmesi için emir ver­di.[128] Bunu Taberi Mücahid’den naklettiği gibi İbn İshak da “Sîretî’ndc da­ha kapsamlı olarak nakletmiştir.

Eşheb Malik’den naklen der ki: Yüce Allah’ın: “Dijfcer bir kısmı da…” buy­ruğu Ebû Lübâbe ve arkadaşları hakkında inmiştir. O bu günahı işledikten sonrası Ey Allah’ın Rasûlü, malımdan sıyrılıp senin yakınında kalayım mı? de­yince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hayır, malının üçte birini tasadduk et­men senin için yeterlidir. Çünkü yüce Allah: “Mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın.” (et-Tevbe, 9/103) buyur­muştur. Bunu İbn Kasım ve İbn Vehb, Malik’den rivayet etmişlerdir.

Cumhurun görüşüne göre ise âyet-i kerime Tebuk gazvesinden geri ka­lan kimseler hakkında inmiştir. Bunlar da Ebu Lübabe’nin yaptığı gibi ken­dilerini direklere bağlamış, Rasûlullalı (sav) kendilerini çözmedikçe ve kendilerinden razı olmadıkça hiçbir şekilde kendilerini serbest bırakmaya­caklarına dair Allah’a alıd etmişlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sav) de şöy­le buyurmuştu: “Ben de onları serbest bırakmakla emrolunmadığım sürece onları serbest bırakmayacağıma, onların özürlerini kabul etmeyeceğime Al­lah adına yemin ederim. Onlar benden yüz çevirdiler, müslümanlarla birlik­te gazaya çıkmayıp geri kıldılar.” Bunun üzerine-yüce Allah bu âyeti keri­meyi indirdi. Ayet inince Peygamber (sav) onlara haber gönderip onları ser­best bıraktı ve onların mazeretlerini de kabul etti. Serbest bırakıldıklarında: Ey Allah’ın Rasûlü dediler işte senden geri kalmamıza sebeb teşkil eden bi­zim mallarımız. Bizim adımıza sen bu mallan tasadduk et, bizi temizle, bi­zim için de mağfiret dile. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Ben mallarınızdan herhangi bir şey almakla emrolunmadım.” deyince yüce Allah da: “Malların­dan bir sadaka al …” buyruğunu indirdi.[129]

İbn Abbas der ki: Bunlar on kişi idiler. Ebû Lübâbe de onlardan birisi idi. Hz. Peygamber mallannın üçte birini almıştı. Bu da işledikleri günahlara bir keffâret oldu. Onların işledikleri kötü iş, bu görüşü benimseyenlerin ittifa­kı ile gazadan geri kalmaktan ibaretti. Ancak amellerine kattıkları salih ame­lîn ne olduğu hususunda ise görüş ayrılıkları vardır. Taberî ve başkaları der ki: Bu salih amel günahlarını itiraf etmeleri, tevbe edip pişmanlık duymala­rıdır.

Bir diğer görüşe göre İşledikleri salih amel, onların Rasûlullah (sav)a ar­kasından yetişmeleri ve kendilerini Mescidin direklerine bağlayarak: Allah bi­zim mazeretimizi kabul ettiğine dair hüküm indirmedikçe hanımlarımıza ve çocuklarımıza asla yaklaşmayacağız, demeleridir.

Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Onların işledikleri salih amel, da­ha önce Peygamber (sav) ile birlikte gazaya katılmış olmalarıdır.

Bu âyet-i kerime her ne kadar bedeviler hakkında inmiş ise de salih olan ve olmayan amelleri bulunan ve kıyamet gününe kadar gelecek olan herkes hakkında umumidir. Bu âyet-i kerime ümit vericidir.

Taberî, Haccac bin Ebİ Zeyneb’den şöyle dediğini nakleder: Ben Ebu Os­man’ı şöyle derken dinledim: Kur’an-ı Kerim’de bana göre bu ümmet için yü­ce Allah’ın: “Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, onlar salih ame­li başka bir kötü amel ile karıştırmışlardır…” buyruğundan daha ümit ve­rici bir âyet-İ kerime yoktur.

Buhârî’de yer alan rivayete göre Semura bin Cundub şöyle demiştir: Ra-sûlullah (sav) bize dedi ki: “Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp götürdü­ler. Hep birlikte bir kerpici altın, bir diğeri gümüşten yapılmış bir şehire var­dık. Karşımıza hilkatlerinin yansı senin görmüş olduğun en güzel şekilde di­ğer yanlan ise görmüş olduğun en çirkin şekilde insanlar çıktı. Beni alıp gö­türen bu iki kişi onlara şöyle dediler: Haydi gidiniz, kendinizi o nehre bıra­kınız. Onlar da gidip kendilerini o nehre attıktan sonra yanımıza geri dön­düler, o kötü görüntüleri gitmişti. En güzel bir surete sahip olmuşlardı. Be­ni alıp götüren iki kişi bana şöyle dediler: İşte bu Adn cenneti, şu gördüğün de senin gelip konaklayacağın yerindir. (Sonra) dediler ki: Yanlan oldukça güzel öbür yanlan ise çirkin olan kimselere gelince; (onlar dünyada iken) sa­lih amele başka kötü amel karıştırmış olup da Allah’ın kendilerini af edece­ği kimselerdir.[130]

Beyhakî er-Rabî bin Enes yolu ile gelen hadiste Ebu Hureyre’den o Pey­gamber (sav)den rivayet ettiği İsra hadisinde Hz. Peygamberin: “Sonra be­ni semaya çıkardılar…” dedikten sonra hadisin geri kalan bölümlerini kaydetti ve nihayet Hz. Peygamber’in yedinci semaya yükselişini sözkonusu edip (oradakiler): “Allah böyle bir kardeşe ve böyle bir halefe hayırlı uzun ömür­ler versin. O ne güzel bir kardeş, ne güzel bir halef ve ne güzel bir gelişle gelmiştir” dediler.

O sırada cennetin kapısının yanında bir kürsüye oturmuş saçına beyaz­lık karışmış birisi ile karşılaştı. Yanında yüzleri beyaz bir topluluk ile tenle­rinde bir parça kanşıklık bulunan siyah yüzlü bir diğer topluluk vardı. Bir ne-hire gidip orada yıkandılar. Renkleri bir parça açılmış olarak o nehirden çık­tılar. Sonra bir diğer nehre gittiler, orada yıkandılar. Yine renkleri bir parça açılmış olarak oradan çıktılar. Sonra üçüncü bir nelıire girdiler, renkleri di­ğerlerinin renkleri gibi arınmış halde oradan da çıktılar ve diğer arkadaşla­rının yanına oturdular. (Hz. Peygamber) Ey Cebrail! Bu beyaz yüzlü olan­lar ile renkleri nisbeten değişik olup nehre girdikten sonra renkleri tamamen arınmış olarak çıkanlar kimlerdir, diye sordu. (Cebrail) şöyle dedi: Bu senin atan İbrahim’dir. O yeryüzünde saçtan ağaran ilk kimsedir. Şu yüzleri beyaz olan kimseler ise imanlanna zulüm karıştırmamış olan kimselerdir. Şu renk­leri nisbeten kanşık olanlar ise salih amellerine başka kötü amel kanştırıp sonra tevbe edenler ve Allah’ın da tevbelerini kabul ettiği kimselerdir. Birinci ne­hir, Allah’ın rahmeti, ikinci nehir, Allah’ın nimeti, üçüncü nehir ise Rablerinin kendilerine içirdiği tertemiz içkidir…” diyerek hadisin geri kalan bölümü­nü zikretti.

“Başka bir kötü…” buyruğundaki “vav” harfinin “be: İle” an­lamına geldiği söylendiği gibi; İle, beraber” anlamına geldiği de söy­lenmiştir. Mesela; “Su, tahta ile birbirine eşitlendi, aynı se­viyeye geldi,” demeye benzer. Ancak Küreliler bunu kabul etmeyip şöyle der­ler: Çünkü burada “tahta”nın”su”dan Önce zikredilmesi caiz değildir. Âyet-i kerimede; “Başka” kelimesinin ise diğerinden önce zikredilmesi mümkündür. O halde bu ifade; “Suyu süte (süt İle) karıştır­dım,” demeye benzer.[131]

103- Mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın. Onlara dua da et. Senin duan şüphesiz on­lara huzur ve güvendir. Allah hakkıyla işitendir, bilendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[132]

1.’Hz. Peygamberin Almakla Emrolunduğu Sadaka ve Kur’ân’da Hitap Üslûpları:

Yüce Allah’ın: “Mallartadan bir sadaka al” buyruğunda almakla emrolun­duğu bu sadakanın mahiyeti hususunda farklı görüşler vardır. Bunun farz olan sadaka (zekât) olduğu söylenmiştir. Cuveybir bunu İbn Abbas’dan nakletmek­tedir. Aynı zamanda bu el-Kuşeyrî’nin naklettiğine göre İkrime’nin de görü­şüdür.

Bu emrin, âyetin hakkında nazil olduğu kimselere has olduğu da söylen­miştir. Peygamber (sav) bunların mallarının üçte birini almıştı. Bunun ise farz olan zekat ile hiçbir ilgisi yoktur. Bundan dolayı İmam Maik şöyle demek­tedir: Bir kimse malının tümünü tasadduk edeceğini söylerse onun üçte bi­rini vermesi yeterli olur. O bunu söylerken Ebû Lübâbe hadisini delil alır.

Birinci görüşe göre bu Peygamber (sav)e hitab olup buyruğun zahiri gereğince yalnız ona yöneliktir ve ondan başka herhangi bir kimse de sadaka almaz. Buna göre Hz. Peygamber’in vefatı ile bu emrin sakıt olması ve ze­val bulması gerekir. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e zekât vermeyenler de buna de­lil olarak sanlmış ve: O verdiğimiz zekâta karşılık olarak bizim temizlenip arın­mamızı diliyor, bize dua ediyordu. Başkasından ise böyle bir şey alamıyoruz, demişlerdi. Bu görüşte olanlardan bir şair de şöyle demiştir:

“O aramızda bulunduğu sürece Allah Resulüne itaat ettik Hayret edilecek bir şeydir, Ebu Bekir’in mülkü (krallığı) ne oluyor ki Onların sizden isteyip de sizin vermediğiniz şey Şüphesiz ki hurmaya benzer, hatta ellerindeki hurmadan da tatlıdır. Bir gücümüz bulunduğu sürece vermeyeceğiz onlara Bizler zorlukta da kolaylıkta da sıkıntılara karşı (yardımlaşan) şereflileriz.”

İşte bunlar Hz. Ebu Bekir’e karşı çıkanlar arasında yollan en doğru (!) olan kesimdir. İşte bunlar hakkında Hz. Ebu Bekir şöyie demişti: Allah’a yemin ede­rim ki namaz ile zekat arasında ayırım gözetenler ile savaşacağım.[133]

İbnu’l-Arabî der ki: Onların, bu Peygamber (sav)e yönelik bir hitaptır. Dolayısı ile ondan başkası onun gibi olamaz, sözlerine gelince, bu Kur’ân-ı Ke-rim’i bilmeyen, şeriatın hangi kaynaktan, nasıl alınacağından gafil olan ve din ile oynayan kimselerin sözüdür. Çünkü Kur’an-ı Kerim’deki hitap tek bir şe­kilde varid olmuş değildir. Çeşitli şekillerde varid olmuştur. Onun varid oluşunun da çeşitli anlamlan vardır. Kimi hitap bütün ümmete yöneliktir. Yü­ce Allah’ın: “Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman…” (el-Maide, 5/6) buyruğu ile: “Ey iman edenler! Oruç… sizin üzerinize de yazıldı.” (el-Baka-ra, 2/183) buyruğu gibi.

Kimisi de Peygamber (sav)e has bir hitap olup ne lafzan ne de manen bu hitaba ondan başka herhangi bir kimse ortak edilmemektedir. Yüce Al­lah’ın; “Gecenin bir kısmında da sana has nafile olmak üzere onunla (Ku­ran ile) gece namazı kıl” (el-İsra, 17/79) buyruğu ile “yalnız sana has olmak üzere” (el-Ahzab, 33/501 buyruğunda olduğu gibi.

Kinii hitap da lafzan Peygambere has olmakla birlikte, manen ve fiilen bü­tün ümmet ona ortak edilmiştir. Yüce Allah’ın: “Güneşin batmasından, ge­cenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl.” (el-İsra, 17/78) buyruğu ile: “Kur’ân’ı okuyacağın zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl, 16/98) ile: “Sen de aralarında bulunup da onlara namaz kıldırdığında…”(en-Nisa, 4/102) buyrukları gibi.

Buna göre üzerinden güneşin kaydığı her bir kimse namaz kılmak emri­ne muhataptır. Aynı şekilde Kur’an okuyacak herkes de istiâze getirmek em­rine muhataptır. Yine korku içerisinde bulunan herkes, belirtilen şekilde na­maz kılar. Yüce Allah’ın: “Mallarından bir sadaka al İd bununla kendileri­ni temizleyip arındırmış olasın” buyruğu da işte bu kabildendir. Yine yü­ce Allah’ın: “Ey Peygamber! Allah’tan kork” ( el-Ahzab, 33/1.) buyruğu İle: “Ey Peygamber! Kadınları boşattığınız zaman…”(et-Talâk, 65/1) buyrukları da bu türdendir.[134]

  1. “Mal’ın Kapsamına Giren Şeyler:

Yüce Allah’ın: “Mallarından” buyruğunda geçen “mal” kelimesi ile ilgi­li olarak kimi Araplar – ki bunlar Derslilerdir – malın sadece elbise, eşya ve ticaret malları olduğu görüşündedirler. Bunlara göre altına mal adı verilemez. Bu anlamdaki bir açıklama sabit sünnette İmam Malikin Sevr bin Zeyd ed-Deyli’den, onun İbn Mutf’in azadlısı Ebu’1-Gays Salim’den, onun da Ebu Hu-reyre’den şöyle dediğine dair rivayetinde geçmektedir: “Hayber yılı Rasûlul-lalı (sav) ile birlikte çıktık. Biz ganimet olarak ne altın, ne gümüş ele geçir­dik. Ancak mal olarak elbise ve eşya ganimet aldık” diye hadisi nakletmek­tedir.[135]

Başkaları ise mal diye sadece altın ve gümüşe denildiği görüşündedir.

Özel olarak deve türüne mal denildiği de söylenmiştir. Arapların: “Mal de­vedir,” iradeleri de buradan gelmektedir. Bütün davarların mal kapsamına gir­diği de söylenmiştir.

tbnu’l-Enbârî, Ahmed bin Yahya Saleb en-Nahvi’den şöyle dediğini nak­leder: Altın ve gümüş türünden zekatın verilmesini gerektirecek miktara ulaş­mayan hiçbir şey mal değildir. Daha sonra şu beyiti nakleder:

“Allah’a yemin ederim ki hiçbir davarım hiçbir zaman Zekât sınırına ulaşmadı; ne devem, ne de başka bir malım.”

Ebu Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: Arap dilinden anlaşılan ve bilinen o ki; mal olarak ödenilen ve mülkiyete geçirilen her bir şeye “mal” denilir. Çün­kü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlu, malım malım malım, der.

Halbuki malından ona ait olan şey, yeyip tükettiği yahut giyinip eksilttiği ya­hut sadaka vererek (ecrinin âhirete) ulaştığı şeyden başkası yoktur.”[136]

Ebu Katade de dedi ki: Bana zırhı verdi, ben de onunla Selemeoğullan ara­sında bulunan bir kaç hurma ağacı satın aldım. İşte benim müslüman olarak edindiğim ilk mal budur.[137]

Kim malının tümünün sadakasına dair yemin edecek olursa o, her tür ma­lı hakkında kapsayıcı bir yemin olur. Bunda zekâtın vacib olduğu türden ol­ması ile olmaması arasında fark yoktur. Ancak, muayyen bir şeye niyet ede­cek olursa, o takdirde yemini niyetine göredir.

Böyle bir yemin yalnızca zekâta tabi olan mallar hakkında sözkonusudur, da denilmiştir. Mülk edinilen herşeye “mal” adı verileceğine dair husus her­kes tarafından bilinmekte, dil de buna tanıklık etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[138]

  1. Malda Zekâtın Düşmesi İçin Aranan Şartlar:

Yüce Allah’ın: “Mallarından bir sadaka al” buyruğundaki emir mutlak­tır. Ne alınanda, ne de kendisinden alınacak olanda belli bir şart ile kayıtlı değildir. Ayrıca, alınacak miktar İle kendisinden alınacak olanın kimliği de açıklanmamıştır. Bütün bunlara dair açıklamalar -belirteceğimiz üzere- sün­net ve icmâ’da vârid olmuştur.

Zekât bütün mallardan alınır. Peygamber (sav) davarlarda, tahıllarda, al­tın ve gümüşte zekâtın farz olduğunu belirtmiştir ki, bu hususta hiçbir gö­rüş ayrılığı yoktur. Ancak, fukahâ bunların dışında kalan at vs. ticaret mal­ları konusunda farklı görüşlere sahiptir. İleride -yüce Allah’ın izniyle- en-Nahl Sûresi’nin tefsirinde ata (16/7. âyet, 7. başlıkta) ve bala (16/70. âyet, 8. baş­lıkta) dair açıklamalar gelecektir. Hadis imamları, Ebu Said’den, o da Peygam­ber (sav)’den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: “Hurma olarak beş vesk’den daha aşağısında, gümüş olarak beş ukiye’den aşağısında, deve ola­rak da beş deveden aşağısında zekât yoktur.”[139]

el-En’âm Sûresi’nde tahılların ve yerden biten ürünlerin zekâtına dair ye­terli açıklamalar (6/141. âyet, 5. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Madenlerdeki zekâta dair açıklamalar ise, el-Bakara Sûresİ’nde (2/267. âyet, 4-6. başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır. Süs eşyalarının zekâtına dair açıklamalar da bu sûrede geçmiştir.

İlim adamları, bir ukiyye’nin kırk dirhem olduğunu icma ile kabul etmiş­lerdir. Buna göre hür müslüman bir kimse, sikke halinde ikiyüz dirhem gü­müşe malik olursa -ki, lıadis-i şerifte nass ile tesbit edilmiş beş ukiyye ile ay­nıdır- ve bunun üzerinden tam bir yıl süre geçecek olursa, müslüman kim­senin bunun sadakasını (zekâtını.) vermesi icabeder. Bu ise, onda birin çey­reği (.kırkta bir) olmak üzere beş dirhemdir. Üzerinden bir sene geçme şar­tı İse Hz. Peygamberin: “Üzerinden bir sene geçmedikçe malda zekat yok­tur” hadisi dolayısıyladır ki, bunu da Tirmizî rivayet etmiştir.[140]

İkiyüz dirhemden fazla miktardaki gümüşte ise, her bir miktarında bu he­saba göre verilir. Az yada çok olsun onda birinin çeyreği (kırkta bir) verilir. Malik, ebiLeys, Şafiî, Ebu Hanife’nin arkadaşlarının çoğunluğu, İbn Ebi Ley­la, es-Sevrî, el-Evzaî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr, İslıak ve Ebu Ubeyd’in gö­rüşü budur. Aynı zamanda bu Hz. Ali ve İbn Ömer’den de rivayet edilen gö­rüştür.

Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: İkiyüz dirhemden fazlasına kırk dir­heme ulaşmadıkça zekât düşmez. Kırka ulaştı mı, o takdirde onun öşrünün çeyreği (kırkta biri) olan bir dirhem daha zekât verilir. Said b, el Müseyyeb’in, el-Hasen, Ata, Tavus, Şafiî, ez-Zührî, Mekhul, Amr b, Dinar ve Ebu Hanife’nin görüşü de budur.[141]

  1. Altının Zekâtı:

Altının zekâtına gelince; ilim adamlarının cumhuruna göre altın ikiyüz dir­hem değerinde olan yirmi dinara ulaşıp ve onu aştı mı Hz. Ali yoluyla ge­len hadise göre zekâtının ödenmesi vacib olur. Bu hadisi Tirmizî, Damra ve el’Haris’ten, onlar da Hz. Ali’den, diye rivayet etmişlerdir. Tirmizî dedi ki: Ben, Muhammed b. İsmail’e bu hadis hakkında sordum, şöyle dedi: Her ikisi de bana göre Ebu İslıak yoluyla sahihtir. Bu hadisin her ikisinden de gelmiş ol­ması ihtimali vardır.[142] el-Bacî “el-Münteka” adlı eserinde şöyle demektedir: Bu’hadisin isnadı pek o kadar güçlü değildir. Şu kadar var ki, İlim adamla­rının ittifakla kabul etmesi, ifade ettiği hükmün sıhhatine delildir. Doğrusu­nu en İyi bilen Allah’tır.

el-Hasen ve es-Sevrîden -ki, Davud b. Ali mezhebine mensub bazılan da bu görüşü benimsemişlerdir- rivayet edildiğine göre, kırk dinara ulaşmadık­ça altında zekat yoktur. Ancak, Hz. Ali yoluyla gelen hadis ile İbn Ömer ve Hz. Âişe’nin rivayet ettikleri hadis bu görüşü reddetmektedir. Buna göre Pey­gamber (sav) her yirmi dinar (altın) dan, yanm dinar ve her kırk dinardan da birer dinar zekat alırdı.[143] İşte -sözü edilenler müstesna- ilim ehlinin ce­maat halinde kabul ettiği görüş budur.[144]

  1. Davarların Zekâtı:

Ümmet, beş deveden aşağısı için zekât sözkonusu olmadığını ittifakla ka­bul etmiştir. Beş deveye ulaştı mı, bir koyun zekat düşer. Koyun tabiri ise, keçi türünü de kapsar. İlim adamları, aynı şekilde beş devede yalnızca bir koyun zekat düştüğünü ittifakla kabul etmiş ve develerin verilmesi farz olan zekat miktarının o kadar olduğunu belirtmişlerdir.

Davarların zekatı, Ebu Bekir es-Sıddîk’ın, Enes b. Malik’i Bahreyn’e gön­derdiği zaman yazdığı mektubunda açıklanmıştır. Bunu Buhârî, Ebû Dâvûd, Dârakutnî, Nesaî, İbn Mace ve başkaları da rivayet etmiştir ki, bu mektup­taki bütün açıklamalarda İttifak vardır.[145]

Bu mektuptaki görüş ayrılığı iki yerdedir. Birisi, develerin zekatı ile ilgi­lidir, develerin sayısı yüzyirmi biri buldu mu, Malik der ki: Zekât toplayan mu­hayyerdir. İsterse üç tane iki yaşını bitirmiş, üç yaşına basmış dişi deve, ister­se de üç yaşını bitirmiş, dört yaşına basmış iki dişi deve alır. İbnü’l-Kasım der ki: İbn Şihab dedi ki: Develerin sayısı yüzyirmi biri buldu mu, iki yaşını bi­tirip üç yaşına basmış üç dişi deve zekat düşer. Yüzotuza kadar zekat budur. Yüzotuzu buldu mu, o takdirde bir tane üç yaşını bitirip dördüne basmış di­şi deve, iki tane de iki yaşını bitirip üç yaşına basmış dişi deve zekat verilir. İbnü’l-Kasım der ki: Benim de görüşüm İbn Şihab’ın görüşüne uygundur.

İbn Habib ise, Abdulaziz b, Seleme ile, Abdulazİz b. Ebi Hazım’ın ve İbn Dinar’ın, Malik’in görüşünde olduklarını zikretmektedir.

Görüş ayrılığı bulunan ikinci yer ise, koyunların zekalı ile ilgilidir. Şöyle ki: Koyunların sayısı üçyüz biri aştı mı, el-Hasen b. Salih b. Hay’e göre dört koyun zekat düşer. Dörtyüz bir koyunu buldu mu, beş koyun zekat düşer ve bu şekilde her yüz koyun arttıkça bir koyun daha zekat verilir. İbrahim en-Nehaî’den de buna benzer bir görüş nakledilmiştir.

Cumhur ise şöyle demektedir: İkiyüzbir koyunda üç koyun zekat düşer.

Bundan sonra dörtyüzü buluncaya kadar başka bir şey düşmez. Dörtyüz ol­du mu, dört koyun zekat verilir. Bundan sonra da herbir yüz koyun için bir zekat verilir. Bu konuda icma ve ittifak vardır.

İbn Abdi’1-Berr der ki: Bu, Îbnü’l-Münzir’in yanıldığı ve bu hususta ilim adamlarının görüşlerini yanlış olarak naklettiği ve pek çok karıştırıp çokça hata ettiği bir meseledir.[146]

  1. Sığır Türünün Zekatı:

Bubârî ve Müslim Sahihlerinde, ineklerin zekatına dair etraflı açıklama­lardan söz etmezler. Ancak, buna dair hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, Da-rakutnî ve Muvatta’ında Malik rivayet etmiştir ki, bu hadislerin kimisi mür-sel, maktu’ ve mevkuftur.[147]

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Bu hadisi bazıları Tavus ve Muaz’dan rivayet etmişlerdir. Şu kadar var ki, hadisi mürsel olarak rivayet edenler, onu müsned olarak rivayet edenlerden daha sağlam ravilerdir. Hadisi müsned ola­rak rivayet edenler arasında Bakiyye, el-Mes’udi’den, o, el-Hakem’den, o da Tavus yoluyla rivayet edenler vardır. Ancak, hadis alimleri Bakiyye’nin sika ravilerden tek başına yaptığı rivayetlerin durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Yine bu lıadisi, el-Hasen b. Umare, el-Hakem’den, tıpkı Bakiye’nin, el-Mes’udi’den, onun el-Hakem’den rivayet ettiği gibi rivayet etmiştir. Ancak, el-Hasen b. Umare’nin zayıf olduğu hadis alimlerince ittifakla kabul edilmiş­tir. Yine bu haber muttasıl, sahili ve sabit bir isnad ile Tavus yolundan baş­ka bir yolla da rivayet edilmiştir. Bunu da Abdurrezzak zikrederek şöyle der: Bize, Ma’mer ve es-Sevrî, el-A’meş’den haber verdi. el-A’meş, Ebu Vâil’den, o, Mesruk’tan, o, Muaz b. Cebel’den dedi ki: Rasûlullah (sav) beni Yemen’e gönderdi… Hz. Peygamber ona: Her otuz sığır için bir yaşında (erkek ya da dişi) bir sığır almasını ve kırk sığır için ise, iki yaşını bitirmiş, üçe basmış bir inek almasını emretti, (cizye olarak da) ergenlik yaşına gelmiş herbir erkek için bir dinar yahut da ona eş değerde meâfır diye bilinen Yemen kumaşı al­masını emretmiştir. Bu hadisi Dârakutnî ve Ebu İsa et-Tirmizî zikretmiş olup, Tirmizî sahih olduğunu belirtmiştir.[148]

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: İneklerin zekatı hususunda Peygamber (sav) ile ashabından nakledilenin Muaz b. Cebel’in dediği şekilde olduğu nok­tasında ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur: Otuz inek için bir yaşın­da bir inek, kırk inek için ise iki yaşını bitirip üç yaşına basmış bir inek ze­kat olarak alınır. Ancak, Said b. el-Müseyyeb ile Ebu Kilâbe, ez-Zührî ve Katade’den gelen bir rivayet böyle değildir. Onların görüşüne göre, otuzu bu­luncaya kadar her bir beş inek için bir koyun zekatın verilmesi icabeder.

İşte ana meseleleriyle zekat ile İlgili açıklamaların özeti bundan ibarettir. Etraflı açıklamalar ise fıkıh kitaplarındadır. İleride yüce Allah’ın izniyle Sâd Sûresi’nde (38/24. âyet, 13. başlıkta) karışık türden davarlara dair açıklama­lar gelecektir.[149]

  1. İmanın Alâmeti Olan Sadaka:

“Sadaka” kelimesi (doğruluk, samimiyet anlamına gelen) “SıdkMan alın­madır. Çünkü sadaka, kişinin imanının sıhhatine ve batınının da zahirini doğ­ruladığına, sadaka veren kimsenin ise mü’minlerden nafile tasadduklarda bu­lunan kimseleri kaş-göz ile işaret edip alay eden münafıklardan olmadığına delildir.

“Bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın” buyruğu muhatabın durumunu belirten iki haldir. İfadenin takdiri şöyle olur. O sadakayı onlardan, onunla kendileri İçin temizleyici ve arındıncı ol­man üzere al. Bununla birlikte bunun “sadaka”ya ait iki sıfat kabul edilme­si de mümkündür. Yani, onları temizleyen ve arındıran bir sadaka al. Bu du­rumda “onları arındırmış olasuı’ın faili muhatap olur. “Onunla’da-ki zamir de nekire olarak mevsuf gelmiş bulunan (sadaka kelimesin)e ait otur. en-Nehhas ve Mekkî ise “Kendilerini temizleyip” ifadesinin “sa­daka “nın sıfatı olduğunu, buna karşılık ” Bununla kendileri­ni… arındırmış olasın” ifadesinin de Peygamber (sav)’a ait olan “al” emrin­deki zamirden hal olduğunu nakletmektedirler.[150] Bununla birlikte bunun, “sa­dakamdan hal olma ihtimali de vardır. Ancak, bu zayıftır; çünkü nekire (olan) bir kelimeden (.sadaka) hal alır.[151]

ez-Zeccâc da der ki: En güzeli, hitabın Peygamber (sav)’e olmasıdır. Ya­ni, sen bununla kendilerini arındırıp temizleyeceğin bir sadaka al; demek olur. Yani, (sadaka kelimesi üzerinde durularak) vakıf yapılır ve ondan sonraki ke­lime ile istinaf yapılır (başlanır).

Bununla birlikte “kendilerini temizleyip…” anlamındaki buyruğun, em­rin cevabı olarak cezm okunması da caizdir. Yani: Eğer onların mallarından bir sadaka alırsan, bununla kendilerini arındırmış ve temizlemiş olursun. İmruu’l-Kays’ın şu mısraı da bu türdendir:

“Durun ki, sevgiliyi ve onun yurdunu anıp ağlayalım.”

el-Hasen ise, “Kendilerini temizleyip” buyruğunu, “ti” harfini sakin olarak okumuştur. Bu ise, “Temiz oldu ve onu ben temiz­ledim,” şeklinde hemzeli kullanıştan menkul olur. “Göründü, or­taya çıktı, ben onu ortaya çıkardım,” fiilleri gibi.[152]

  1. Sadaka Verenlere Dua Gereği:

Yüce Allah’ın: “Onlara dua da et” buyruğu, sadakaları alan her bir ima­mın, (İslâm Devlet Başkanının) sadaka verene malının bereketlenmesi için dua etmesi gereğini belirten aslî bir dayanaktır.

Müslim’in rivayetine göre, Abdullah b. Ebİ Evfa şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) bir kavim sadakalarını getirdiler mi: “Allah’ım onlara salât eyle (.rah­met buyur)” derdi. İbn Ebİ Evla da zekatını ona getirince, Hz. Peygamber; “Allah’ım, Ebu Evfa’nın âline salât getir (rahmet buyur)” dedi.[153]

Bir kesim bu görüşte olduğu gibi, bir başka kesim ise, bunun yüce Allah’ın: “Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılntiı (onlara salât getirme, dua etme)” (et-Tevbe, 9/84) buyruğu ile nesh edildiği görüşündedir. Bunlar derler ki: Özel olarak yalnızca Peygamber (sav)’e salât getirilir, ondan baş­kasına salât getirmek cai2 değildir. Çünkü bu özellik yalnız ona verilmiştir. Bunlar, ayrıca yüce Allah’ın şu buyruğunu da delil gösterirler: “Peygamberin duasını aranızda birbirinize yaptığınız dua gibi bellemeyin” (en-Nur, 24/63)

Aynca Abdullah b. Abbas’ın söylediği şu sözlerini de delil gösterirler: Pey­gamber (sav)den başka lıiçbir kimseye salavat getirilmez. Ancak, birinci görüş daha bir sahihtir. Çünkü hitap -önceden de geçtiği gibi- yalnızca Hz. Peygam­bere münhasır değildir. Bundan sonraki âyette de bu husus gelecektir. O hal­de Rasûlullah (sav)’e uymak, onu örnek almak gerekir. Çünkü bir kimse bu şekilde dua edince, yüce Allah’ın: “Onlara dua da et. Senin duan şüphesiz onlara huzur ve güvendir” buyruğuna uymaktadır. Yani, onlar sadakalarını getirip sana verdiklerinde onlara dua edecek olursan, bu onların kalplerine huzur ve sükûn verir ve bundan dolayı da sevinirler.

Cabir b. Abdullah’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav) bana geldi, ben de hanımıma şöyle dedim: Rasûlullah (sav) den bir şey istemeyesin. Hanımım: Rasûlullah (sav) yanımızdan çıkıp gidecek ve biz ondan birşey istemeyeceğiz ha! dedi ve: Ey Allah’ın Rasûlü, kocama dua et, de­di. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurdu: “Allah sana da kocana da salât etsin (rahmet buyursun).”[154]

Buradaki “salât”, rahmet etmek ve rahmet dilemek demektir.

en-Nehhâs der ki: Bildiğimiz kadarıyla bütün dil bilginleri “şatafın Arap­ça’da dua anlamına geldiğini nakletmişlerdir. Cenazelere salât da buradan gel­mektedir.

Hafs, Hamza ve el-Kisaî, tekil olarak; “Şüphesiz senin duan” diye okumuşlardır, diğerleri ise çoğul okumuşlardır. Şanı yüce Allah’ın: “Namazın mı sana emrediyor?” (Hud, 11/87) buyruğunda da aynı kıraat farklılığı vardır. “Huzur ve güven” anlamındaki kelime “kef” harfi sakin olarak da okunmuştur. Katade der ki: Bu “onlar için bir vakardır” anlamına gelir. “KeP harfinin üstün okunuşu ise, ruhların kendisiyle sükûn bulduğu kalplerin de huzur ve güvene erdiği şey demektir.[155]

  1. Onlar, Allah’ın kullarından tevbeyl kabul etmekte, sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu ve muhakkak tevbeleri kabul edenin, rahim olanın yalnız O olduğunu bitmediler mi?

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[156]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi ve “Silmeyenler’in Kimlikleri:

Denildiğine göre, savaştan geri kalanlar arasından tevbe etmeyenler şöyle demişti: Bunlar dün bizimle birlikte idi. Onlarla konuşulmuyor, onlarla oturulup’kalkılmıyordu. Şimdi onlara ne oldu ki, bizden farklı olarak sahip oldukları bu özellik nedendir? Bunun üzerine: “… bitmediler mi?” buyruğu nazil oldu. Buna göre “bihnediler” Şilindeki zamir, savaşa çıkmayıp geri kalan ve tevbe etmeyen kimselere aittir. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

Bu zamirin tevbe edip kendilerini direklere bağlayan kimselere ait olma ihtimali de vardır. Buna karşılık yüce Allah’ın: “O” zamiri bu işleri yal­nızca şanı yüce Allah’ın yapması dolayısıyla te’kid içindir. Bunu şöylece açıklayabiliriz: “Şayet, Allah’ın tevbeleri kabul eden olduğunu…” denilmiş olsay­dı, Rasûlünün kabulünün de Allah’ın kabulü anlamına gelme ihtimali olur­du. Âyet-i kerime böylelikle hiçbir peygamberin ve hiç bir meleğin bu ko­numa asla ulaşamayacağını da beyan etmektedir.[157]

  1. Sadakaları da Tövbeleri de Kabul Eden Allah’tır:

“Sadakaları alanın ancak kendisi olduğunu…” buyruğu sadakaları alıp kabul edenin onların mükâfatını verenin ve hakkın yüce Allah’ın hakkı ol­duğunu, Peygamber (sav)’ın bu hususta bir aracı olup, vefat etmesi halinde onun yerine geçen görevlinin ondan sonraki aracı olduğunun, yüce Al­lah’ın ölmeyen, diri olduğunun açık delilidir. Bu aynı zamanda yüce Allah’ın: “Mallarından bir sadaka al” buyruğunun Peygamber (sav)’e münhasır olma­dığını da açıkça ortaya koymaktadır.

Tirmizî’nin Ebu Hureyre’den rivayetine göre o şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz Allah sadakayı kabul eder, onu sağına alır ve o sadakayı sizden herhangi biriniz için, sizden herhangi bir kimsenin kendi ta­yını besleyip büyütmesi gibi besleyip büyütür. Öyleki, sonunda bir lokma bi­le Uhud dağı gibi olur. Bunu doğrulayan ise, Allah’ın Kitabındaki: “O, kul­larından tevbeyi kabul eden, sadakaları alanın kendisidir. “Allah faizin be­reketini giderir, sadakaları ise kat kat artırır” (Tirmizi.) dedi ki: Bu, hasen, sa­hih bir hadistir.[158]

Müslim’in Sahihinde de şöyle denilmektedir: “Herhangi bir kimse helal bir kazançtan bir hurma dahi sadaka verecek olursa, mutlaka Allah onu sağına alır. -Bir rivayette:- Ve bu sadaka Rahman’in avucunda dağdan daha büyük oluncaya kadar gelişip büyür.”[159]

Yine Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şüphesiz kî sadaka dilencinin avucuna düşmeden önce Rahman’ın avucuna düşer.[160] O da sizden herhangi bir kimse kendi tayını, yahut da deve yavrusunu besle­yip büyüttüğü gibi artırıp durur. Allah dilediğine kat kat artırır.”

İlim adamlarımız -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- bu hadislerin te’vili olarak şöyle demişlerdir: Bu ifade sadakanın kabulü ve ona mükâfat verilmeşinden kinayedir. Nitekim şanı yüce Allah, zat-ı mukaddesi’nden kuluna atıfet yoluyle “Ey Adem oğlu, ben hastalandım sen beni ziyaret etmedin”[161] hadisinde “hasta” diye söz etmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/143. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Özellikle sağ’ın ve avuç’un söz konusu edilmesine gelince, bir şeyi kabul eden her bir kimse o şeyi avucuyla ve sağıyla alır, ya da ona verilirken, bun­lara bırakılır. Burada da İnsanların alışageldikleri bir ifade kullanılmıştır. Aziz ve celil olan Allah ise azalardan münezzehtir. Zaten, Arapçada da “yemin; sağ” azadan başka bir anlamda da kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“Bir şan ve şeref için bir sancak yükseldi mî, Arâbe bunu sağı ile abverir.”

O, şan ve şerefe ehil kimsedir, demektir. Burada şair, organ olarak sağ eli kastetmemektedir. Çünkü, şan ve şeref bir manadır. Dolayısıyla şan ve şeref sancağını alacak olan yemin (sağ) de manevi bir şey olmalıdır. İşte yüce Al­lah’ın zatı hakkında da “sağ” böyledir.

“Rahman’m avucunda gelişip büyür” İfadesinin şu anlama geldiği de söylenmiştir: Bundan kasıt, amellerin tartılacağı Mizan’in kefesidir. O takdir­de bu, muzafın hazf edilmesi kabilinden bir ifade olur ve şöyle buyurulmuş gibidir: Rahman’ın mizanının kefesinde artar ve büyür.

Malik, es-Sevrî ve İbnü’l-Mübarek’ten bu ve benzeri hadislerin te’vilinde şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Bunları keyfiyetsiz olarak kabul ediniz. Bu ifadeleri Tirmizî ve başkaları nakletmiştir. Ehl-i Sünnet ve’1 Cemaat’ten il­im ehlinin bu konudaki görüşleri işte [162]böyledir.[163]

  1. De ki: ‘Haydi amel edin. Allah, Rasûlü ve mü’minler de İşledi­ğinizi görecektir. Siz, görüneni de görünmeyeni de bilene dön­dürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir.”

Yüce Allah’ın: “De ki; Haydi amel edin” buyruğu herkese yönelik bir hi­taptır. “Allah, Rasul ve mü’mlnler de İşlediğinizi görecektir.” Yani Al­lah’ın onlan amellerinize muttali kılması suretiyle yaptıklarınızı görecektir.

Nakledilen haberde şöyle denilmektedir: ‘Eğer ki bir kimse, hiçbir kapı­sı ve menfezi bulunmayan bir kaya içerisinde bir amelde bulunacak olur ise, ne olursa olsun mutlaka onun ameli insanların karşısına “[164]çıkacaktır.[165]

  1. Diğer bir kısım da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. Allah on­ları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerioi kabul edecektir. Al­lah her şeyi bilendir, Hakimdir.

Bu âyet-i kerime, tevbeleri kabul olunan üç kişi hakkında inmiştir. Bun­lar, Vakıfoğullanndan Hilâl b. Umeyye, Kâ’b b. Malik ve Amroğullanndan Mu-râre b. er-Rabi’dir. Murâre b. Rub’î de denilmiştir. Bunu el-Mehdevî naklet-miştir. Bu üç kişi -ileride de onlardan söz edileceği gibi- imkânları bulundu­ğu halde Tebûk’ten geri kalmışlardı.

Buyruğun takdiri şöyledir: Onlardan işi Allah’ın emrine bırakılmış ertelen­miş kimseler de vardır.

“Onu erteledim, sonraya bıraktım,” demektir. Bu kökten “Murcie” diye bir fırka adı da gelmektedir, Çünkü onlar ameli tehir etmişlerdir.

Hamza ve el-Kisaî, hemzesiz olarak; diye okumuşlardır. Bunun: Onu erteledim, anlamındaki den geldiği söylenmiştir. el-Müberred şöy­le demektedir: Onu erteledim anlamında; denilmez. Ancak, bu ifade ummak anlamına gelen: O’den gelmiş olmalıdır.

“Allah onları ya azaba uğratacak, yahut tevbeletini kabul edecektir” buy-ruğundaki “Ya, ya da, yahut” Arapçada iki işten birisi için kullanılır. Şa­nı yüce Allah da işlerin âkibetinin ne olacağını elbetteki bilendir. Fakat bu­rada kullara onların bildikleri üslûp ile hitap edilmiştir. Yani, size göre on­ların durumu (iyi şeyler) ümit etmek şeklinde olsun. Çünkü kullar için bun­dan fazla yapabilecekleri bir şey yoktur.[166]

  1. (Münafıklar arasında) zarar vermek, inkâr etmek, mü’minkr ara­sına ayrılık sokmak için ve -daha evvel Allah’a ve Rasfltüne sa­vaş açan kimselere- beklemek ve gözetlemek yeri olmak üze­re bir mescid edinenler ve: “İyilikten başka birşey kastetme­dik” diye yemin edenler (vardır). Halbuki Allah, onların muhak­kak yalancı olduklarına şahidlik eder.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız[167]

  1. Dırar Mescidi ve Âyetin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah’ın: “Bir mescid edinenler” buyruğu, önceki buyruğa atfedilmiştir. Yani, onlardan bir mescid edinenler vardır, tak­dirindedir. Böylelikle cümle, cümleye atfedilmiş olmaktadır. Mübteda olarak merfu’ kabul edilmesi de mümkündür. Haberi de hazfedilmiştir. Haber, “şüphesiz ki onlar azab edileceklerdir” ve benzeri bir ifade ile takdir oluna­bilir.

“Vav’sız olarak; “ler” şeklinde okuyanlara gelince; -ki, Medinelilerin okuyuşudur- bunlara göre buyruk mübtedâ olarak merfu’dur. Habe­ri ise (bir sonraki âyette gelen): “Durma” anlamındaki buyruktur. İfadenin takdiri şöyle olur: Bir mescid edinenlerin o mescidinde ebediyyen (namaza) durma. Yani, onlann mescidlerinde namaz kılma. Bu açıklamayı el-Kisaî yap­mıştır. en-Nehhâs ise şöyle demiştir: O takdirde mübtedanın haberi: “… kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam ede­cektir” (et-Tevbe, 9/110) buyruğudur. Haberin -az önce geçtiği gibi- “azab olunurlar” ve benzeri bîr ifade olabileceği de söylenmiştir.

Âyet-i kerime, rivayet edildiğine göre, Ebu Âmir er-Râhib hakkında inmiş­tir. Çünkü sözü geçen bu kişi, Bizans Kayser’inin yanına gitmiş, orada hris-tiyanhğı kabul etmiş, Kayser de, kendilerine pek yakında yanlarına gelece­ğine dair söz vermişti. Bunun üzerine onlar da orada Kayser’in gelişini gö­zetleyip beklemek üzere Mescid-i Dırar’ı inşa ettiler. Bu açıklamaları İbn Abbas, Mücalıid, Katade ve başkaları yapmıştır. Daha önce el-A’raf Sûresi’nde (7/175. âyetin tefsirinde) onun kıssası geçmiş bulunmaktadır.

Tefsir alimleri derler ki: Amr b. Avfoğullan Kubâ Mescidini inşa ettiler ve Hz. Peygamberden yanlarına gelmesi ricasında bulundular. O da onlara ge­lip Küba’da namaz kıldı. Kardeşleri öunm b. Avfoğullan onları kıskanarak: Biz de bir mescid yapacağız ve Peygamber (sav)’e haber gönderip, kardeş­lerimizin mescidinde namaz kıldığı gibi bizim de mescidimizde namaz kıl­mak üzere gelmesini rica edeceğiz. Daha sonra da Ebu Âmir, Şam’dan geldiği takdirde bu mescidde namaz kıldırır diyerek Peygamber CsavVe gittiler. O sırada Hz. Peygamber Tebûk’e çıkmak üzere hazırlık yapıyordu. Hz. Pey-gamber’e, Ey Allah’ın Rasûlü! dediler. Biz, ihtiyacı olan hastalar ve yağmur­lu geceler için bir mescid inşa ettik. Bizim için gelip orada namaz kılmanı ve mübarek olması için dua etmeni arzuluyoruz. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Şimdi ben yola çıkmak üzereyim ve meşgul bir haldeyim. Dönecek olursak, size gelir ve sizin için orada namaz kılarız.”

Peygamber (sav) Tebuk’ten döndüğünde yanına geldiler. Kendileri de mes­cidi bitirmiş bulunuyorlardı. Orada Cuma, Cumartesi ve Pazar günü de na­maz kılmışlardı. Hz. Peygamber yanlarına gitmek maksadıyla giymek üzere gömleğinin getirilmesini istedi. Bu sefer Mescid-i Dırar’ın durumunu bildi­ren Kur’anî buyruklar nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Malik b. ed-Dulışum, Man b. Adiy, Âmir b. es-Seken ile Hz. Hamza’yı Öldürmüş olan Vahşi’yi çağırarak şöyle dedi: “Halkı zalim olan şu mescide gidin; onu yıkın ve yakın.” Onlar da lıemen yola koyuldular. Malik b. ed-Duhşum evinden bir miktar alevli ateş aldı. Hep birlikte gidip mescidi yaktılar, yıktılar. Bu mes­cidi inşa edenler oniki kişi idiler: Amr b. Avfoğullanndan birisi olan Ubeyd b. Zeydoğullarından Hizam b. Hâlid -ki, Dırar Mescidi onun evine ait arsa­da yapılmıştı-, Muattib b. Kuşeyr, Ebu Hubeybe b. el-Ezar, Amr b. Avfoğul­lanndan Sehl b. Huneyfin kardeşi Abbâd b. Huneyf, Câriye b. Âmir, onun iki oğlu Mucemmi’ ve Zeyd, Nebtel b. el-Hâris, Bahzec, Becâd b. Osman ve Vedia b. Sabit. Salebe b. Hatıb da aralarında zikrolunmaktadır.

Ancak, Ebu Ömer b. Abdi’1-Berr der ki: Bu tartışılır. Çünkü bu kişi Bedirde hazır bulunmuş bir kimsedir. İkrime der ki: Ömer b. el-Hattab, bunlardan bi­risine: Sen bu mescidin yapımında nasıl bir yardımda bulundun diye sormuş, o da: O mescidin yapımında benim de bir direkle yardımım oldu, diye ce­vap vermişti. Bunun üzerine Hz. Ömer kendisine: Sana ben de onu müjde­liyorum ki o, boynunda cehennem ateşinden bir direk olacaktır.[168]

  1. Zarar Kastı:

Yüce Allah’ın: “Zarar vermek… için” buyruğu mastar olup mefûlün leh’tir. “İnkâr etmek, mü’minter arasına ayrılık sokmak İçin ve beklemek ve gözetlemek yeri olmak üzere” anlamındaki buyruklar da hep ona atfedilmiştir.

Te’vil alimleri derler ki: Maksat, mescidle zarar vermektir. Yoksa mesci­din kendisinin zararı olmaz. Zarar, o mescidin sahipleri tarafından sözkonu-su olur.

Dârakutnî, Ebu Said el-Hudrî”den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlutlalı (sav) buyurdu ki: “Zarar da yoktur, zarara zararla karşılık vermek de yoktur. Kim zarar vermek isterse, Allah onunla (o kimseye) zarar verir Her kim de zorluk çıkartırsa, Allah da ona zorluk çıkartır.”[169]

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Zarar: Senin için faydalı olup, komşuna Zararlı olan şeydir. Zarara karşılık vermek (zirar) ise, senin için faydalı olma­makla birlikte komşuna zararlı olan şeydir. Her ikisinin aynı anlamda oldu­ğu da söylenmiştir. Hz. Peygamber, te’kid olmak üzere her iki kelimeyi kullanmıştır, da denilmiştir.[170]

  1. Zararları Dokunan Mescidlerin Hükmü:

(Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Bir mescidin yakının­da bir başka mescidin yapılması caiz değildir. İlk mescidin cemaatinin o mes­cidi terkedip ilk yapılanın boş kalmaması için ikinci yapılan mescidin yıkıl­ması ve yapılmasının engellenmesi gerekir. Ancak, mahalle büyük olup mahalle halkına tek bir mescid yeterli gelmiyor ise, o takdirde bir mescid da­ha yapılabilir. Aynı şekilde şöyle de derler: Tek bir şehirde iki, üç… caminin de yapılmaması gerekir. İkincisinin engellenmesi icabeder. Bu ikinci cami­de cuma namazı kılanın cuması olmaz. Zaten Peygamber (sav) Dırar Mesci­dini yakmış ve yıkmıştır.

Taberî, senedini kaydederek, Şakîk’den şunu nakleder: O, Ğadiraoğulları mescidinde namaz kılmak üzere gelmiş, namazın kılınmış olduğunu gö­rünce ona, filan oğullarına ait mescidde henüz namaz kılınmadı denilince, hayır ben o mescidde namaz kılmak istemiyorum. Çünkü o mescid zarar ver­mek esâsı üzere bina edilmiştir diye cevap vermiştir.

İlim adamlarımız der ki: Zarar vermek, yahut riyakârlık ve desinler diye ya­pılan herbir mescid Dırar Mescidi hükmünde olup onda namaz kılmak caiz değildir. en-Nekkâş der ki: Buna göre, kilise ve benzeri bir yerde namaz kıl­mamak gerekir. Çünkü, kilise baştan beri kötü bir maksatla bina edilmiştir.

Derim ki: Böyle bir hükme varmak gerekmez. Çünkü, kilisenin yapılma­sından kasıt başkasına zarar vermek değildir. Her ne kadar asıl itibariyle kö­tü bir maksat ile yapılmış ise de, hristiyaniann kilise yapmaları, yahudilerin havra yapmaları, kendi kanaatlerince -bizim mescidimiz gibi- ibadet edecek­leri bir yerleri olsun diyedir. O bakımdan, bu iki maksat arasında fark var­dır. İlim adamları da bîr kilise ya da bir havrada temiz bir yer üzerinde na­maz kılan bir kimsenin kıldığı bu namazının geçerli ve caiz olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Buhârî’nin bildirdiğine göre, İbn Abbas içinde heykel bulunmaması şartıyla havrada namaz kılardı.[171] Ebû Dâvûd da, Osman b. Ebi’l-Âs’dan, Peygamber (sav)’ın kendisine, Taif Mescidini putlarının bulunduğu yere bina etmesini emrettiğini [172]nakletmektedir.[173]

  1. Zalime İmamlık Yapanın Arkasında Namaz Kılmak;

İlim adamları derler ki: Zalimin imamlığını yapan kimsenin arkasında na­maz kılınmaz. Ancak, mazeretinin açıkça ortaya çıkması yahut tevbe etme ha­li müstesnadır. Çünkü, Kubâ mescidini İnşa edenler olan Amr b. Avfoğulla-rı, Ömer b. el-Hattab’dan halifeliği döneminde Mücemmi’ b. Cariye’nin, kendi mescidlerinde kendilerine namaz kıldırmak üzere İzin vermesini iste­diler. Hz. Ömer: Hayır, böyle bir şeyin en ufak bir faydası da olmaz. O, Mescid-i Dırar’ın imamı değil miydi? Mücemmi’, şöyle dedi: Ey müzminlerin emiri hakkımda hüküm vermekte acele etme. Allah’a yemin ederim ben on­ların içinde neler gizlediklerini bilmeksizin o mescidde namaz kıldım. Eğer ne gizlediklerini bilseydim, o mescidde onlara namaz kıldırmazdım. Ben, Kur’ân okuyabilen genç bir delikanlı idim. Onlar ise, calıiliyeleri üzere ya­şamış yaşlı başlı insanlardı. Kur’ân-ı Kerimden hiçbir şey okuyamıyorlardı. O sebepten ben namaz kıldırdım, ancak yaptığımın günah olduğunu da zan­netmiyorum. Zaten onların içlerinde ne olduğunu da bilmiyordum. Ömer (r.a), onun mazeretini kabul edip söylediğinin doğruluğuna kanaat getirdi ve Ku­bâ mescidinde namaz kıldırmasını emretti.[174]

  1. Başkalarına Zararlı Olan Tasarrufların Hükmü:

İlim adamlarımız -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: İbadet için yapılan ve şeriatın yapımına teşvik ederek hakkında: “Bir kekliğin ka­labileceği bir yer kadar dahi olsa, her kim Allah için bir mescid bina edecek olursa, Allah da o kimseye cennette bir ev yapar”[175] dediği mescid bile başkasına zarar verecek durumda ise, yıkılıp ortadan kaldırıldığına göre, ya onun dışındaki şeyler hakkındaki kanaat ne olabilir!

Böylelerinin İse, öncekine zarar verilmemesi için ortadan kaldırılması, yı­kılması, öncelikle daha bir uygundur. Mesela, bir kimse başkasına zarar ve­recek türden bir fırın, yahut bir değirmen inşa edecek, yahut bir kuyu veya başka bir şey kazacak olursa, bu durumdadır. Bu konudaki çeşitli meselele­rin ölçüsü, temel kaidesi şudur: Kardeşine zarar gelmesine sebep teşkil eden kişi, (o tasarrufundan) engellenilir. Eğer, malında hak sahibi olduğu bir tasarrufu sebebiyle kardeşine zarar verip böylelikle komşusuna, yahut kom­şusundan başkasına zarar verirse, yaptığı o işe bakılır. Eğer o işin terkedil-mesinin zararı işi yapana verdiği zarardan daha büyük ise, bu sefer iki za­rardan daha büyük olan ve aslî kaynaklarda hara mi iği daha büyük olan za­rar ortadan kaldırılır.

Mesela, bir kimse evinde kardeşinin evini görmesini sağlayacak bir pen­cere açacak olursa, o kardeşinin evinde de aile ve hanımlar da bulunuyor­sa, -kadınlar da evlerinde kimi elbiselerini üzerlerinden atıp ihtiyaçlarını görmek için bazı yerlerini açtıklarına göre ve bilindiği gibi avretlere muttali ol­mak haram olup bu konuda nehiy varid olduğundan ötürü- avretlere mut­tali olmanın haramlığı sebebiyle, ilim adamları bu şekilde kendi evinden aç­mış olduğu ve kendisi için fayda ve rahatlık bulunan, kapatılması aleyhine zarar ihtiva eden o kapı ve pencereyi, kapatması gerektiği görüşündedirler. Çünkü onlar, bununla iki zarardan daha büyük olanı ortadan kaldırmak mak-sadındadırlar. Zira, bu iki zarardan birisini ortadan kaldırmak mutlaka gerek­lidir.

İşte bu gibi konularda hüküm -ŞafiTye ve onun görüşünü kabul edenle­rin aksine- bu şekildedir. Şafiî mezhebine mensup ilim adamları derler ki; Bir kimse kendi mülkünde bir kuyu açsa, bir diğeri de kendi mülkünde, birin­ci kuyunun suyunu kendisine doğru çekecek bir başka kuyu kazacak olur­sa, ikinci kuyu da caizdir. Çünkü bunların her birisi kendi mülkünde kuyu kazmıştır ve bundan dolayı engellenilmez. Yine, onlara göre şu durum da bu­nun bir benzeridir: Bir kimse, komşusunun kuyusunun yakınında kuyusunun suyunu bozacak şekilde tuvalet açacak olursa, kuyu sahibi ona engel olamaz. Çünkü, tuvalet açan da kendi mülkünde tasarrufta bulunmuştur. Oysa, Kur’ân ve Sünnet bu görüşü reddetmektedir. Başarı Allah’tandır.

Yine bu kabilden ilim adamlarının yasakladığı bir başka zarar türü daha vardır. Fırın ve hamam dumanları, savrulan harman tozu, düzlüklerde yayıl­mış çöplerden oluşan kurtlar ve buna benzer şeylerin açıkça zararı görülen ve devam etmesinden korkulanların zararları kesilir.

Elbiselerin tozunun silkelenmesi, hasırların kapıların önünde silkelenmesi gibi kısa bir süre devam edecek şeylere gelince; bu gibi şeylerden insan­ların müstağni kalmalarına imkân yoktur. Ve ayrıca bundan dolayı herhan­gi bir şeye de hak kazanılmış olmaz. Bu gibi hususlarda zararı önlemeye kal­kışmak, kısa bir süre buna sabretmekten, daha büyük ve daha fazla bir za­rar gerektirir. Diğer taraftan, sünnetteki edebe göre kişi, komşusuna eziyet etmemekle, ona iyilikte bulunmakla yükümlü olduğu gibi, gücü yettiğince eziyetine de katlanıp sabretmesi gerekir.[176]

  1. Bu Kabilden Bir Mesele:

Bu türden meselelerin kapsamına girenlerden birisi de İsmail b. Ebî Uveys’in, Malik’ten naklen zikrettiği şu husustur: Malik’e, cin çarpmasına uğ­ramış bir kadın hakkında soru sorulmuş. Bu kadına kocası yaklaşıp cünup oldu mu, yahut da kocası ona yaklaşacak olursa, bu cin çarpmasının etkisi daha çok artarmış. Malik şöyle demiş: Kocasının, bu kadına yaklaşabilece­ği görüşünde değilim. Ayrıca, hakimin kadın ile kocası arasına girmesini (kocasının ona yaklaşmamasını sağlaması) gerektiği görüşündeyim.[177]

  1. Dırâr Mescidi Sahiplerinin. İnkârı:

Dırâr mescidini yapanların, ne Kubâ mescidinin, ne de Peygamber (sav)’ın mescidinin hürmetine (saygınlığına) itikadlan bulunmadığından ve bu say­gınlığa olan inancı inkâr etmiş olduklarından dolayı yüce Allah: “İnkar etmek…” diye buyurmuştur. Bu açıklamayı İbnü’l-Arabî yapmıştır. Bir diğer gö­rüş de şöyledir: “İnkâr etmek” den kasıt, Peygamber (sav)’i ve onun getir­diklerini inkâr etmektir. Bu açıklamayı da el-Kuşeyrî ve başkaları yapmıştır.[178]

  1. Mü’minler Arasına Ayrılık Sokmak:

Yüce Allah’ın: “Mü’minler arasına ayrılık sokmak için…” Yani onlar, bu yolla mü’minlerin birliğini dağıtmak, parçalamak istiyorlardı. Böylelikle, ba­zı kimselerin Peygamber (sav) ile birlikte cihada çıkmamalarını sağlamak is­temişlerdi, İşte bu durum, cemaatin öngörülmesinin en büyük maksadı ve en belirgin gayesinin kalpleri birbirine kaynaştırıp ısındırmak ve itaat üzere söz-birliğini sağlayıp, dinin gerektirdiği uygulamaları yerine getirmek suretiyle, insanlar arasındaki hakların ve saygınlıkların korunmasını gerçekleştirmek olduğunu göstermektedir. Tâ ki, insanlar birbirleriyle içli dışlı olmak sure­tiyle birbiriyle kaynaşsınlar ve kalpler kinlerin pisliklerinden arınmış ol­sunlar.[179]

  1. Aynı Mescidde iki Ayrı İmamla Cemaat Yapmak:

Malik, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu âyet-i kerimeden çok ince an­layış ile bir meselenin farkına vararak, -diğer ilim adamlarından farklı bir şe­kilde- şöyle demiştir: Bir mescidde iki ayrı imamla iki ayn cemaat, namaz kı­lamazlar. Şafiî’den de bunun olamayacağına dair bir görüş rivayet edilmiş­tir. Çünkü böyle bir uygulama, sözbirîiğini dağıtır ve birlik hikmetini ortadan kaldırıp şöyle söylemeye kadar bizi götürür: Herhangi bir kimse cemaatten ayrılıp tek başına kalmak istiyor ise, bu mazurdur. O da tek başına cemaati­ni teşkil eder ve kendisini imam olarak öne geçirir. Bunun sonucunda ise ay­rılıklar ortaya çıkar ve düzenlilik hali ortadan kalkar. İşte bu görüşü benim­semeyenler, bu inceliği farkedememişlerdir. İbnü’l-Arabî der ki: İşte Malik’in diğer ilim adamlarına karşı durumu hep bu idi. Hikmeti bilmekte, onun aya­ğı daha bir sağlam basardı. Şeriatin kafi noktalarını tesbit etmekte daha ile­ri derecede bilgi sahibi idi.[180]

  1. Allah’a ve Rasûlüne Karşı Savaş Açanlara Yardımcı Olanlar:

Yüce Allah’ın: “Daha evvel Allah’a ve Rasûlüne savaş açan kimselere, beklemek ve gözetlemek yeri olmak üzere…” buyruğunda kastedilen kişi Rahip Ebû Amir’dir. Ona Rahip adının veriliş sebebi, kendisini ibadete vermiş olması ve ilim araştıran bir kimse olmasından dolayıydı. Peygamber (sav)’in bu konudaki duası sebebiyle, Kennesrîn denilen yerde kâfir olarak ölmüştü. Çünkü o, Peygmaber (sav)’e şöyle demişti: Seninle çarpışan ne ka­dar kavim görürsem, mutlaka ben de onlarla birlikte sana karşı savaşacağım. Hz. Peygamberle bu şekilde savaşmasını Huneyn gününe kadar sürdürme­ye devam etti. Hevazinliler Huneyn günü bozguna uğrayınca yardım istemek üzere Bizanslılara gitti. Münafıklara da gönderdiği haberde şunları söyledi: Gücünüz yettiği kadar güç ve silah hazırlığı yapın ve bir mescid inşa edin. Ben şimdi Kayser’in yanına gidiyorum, Bizanstan Muhammed (sav)i Medi­ne’den çıkarmak üzere bir ordu ile geleceğim. Bunun üzerine onlar da Dırar Mescidini inşa etmişlerdi.

Sözü geçen Ebu Âmir, melekler tarafından (Uhud günü) yıkanılan Hana-zala’nırv babasıdır.

“Beklemek ve gözetlemek (irsâd)”: Beklemek demektir. “Şu­nu rasat ettim, tabiri, o şey ile onu bekleyip gözetlemek üzere hazırladım,” anlamına gelir. Ebu Zeyd der ki: “Onu bekleyip gözetledim” ifadesi, hayırlı işler hakkında kullanılır. Ancak, “Onu gözetledim, ifadesi ise kötü şeyler için kullanılır. İbnü’l-Arâbı der ki: Hayır, sadece denilir ve bunun anlamı da gözetledim, bekledim şeklindedir.

Yüce Allah’ın: “Daha evvet..” ifadesi ile Dırâr Mescidinin inşa edilmesin­den evvelki vakti kastedilmektedir.

“Ve: İyilikten başka blrşey kastetmedik diye yemin edenler (vardır).” Ya­ni biz, bu mescidi inşa etmekle ancak güzel bir iş yapmak istedik. Yani bu­nun sebebi, kendilerinin söyledikleri gibi hasta ve gidemeyecek kadar baş­ka işler görme ihtiyacı bulunan müslüman kimselere şefkatleri îdi. Bu ise, fi­illerin maksat ve İradelere göre farklılık göstereceğini göstermektedir. Bun­dan dolayı yüce Allah: “Ve: İyilikten başka bir şey kastetmedik, diye yemin edenler (vardır)” diye buyurmaktadır.

“Halbuki Allah, onların muhakkak yalancı olduklarına şahidlik eder.” Yani O, hakkında yemin ettikleri şey hususunda kalplerinin ne kötü şeyler gizlediklerini ve yalan söylemekte olduklarını çok iyi bilir.[181]

  1. Onun içerisinde hiçbir vakit durma. İlk gününden temeli tak­va üzerine kurulan mescid, içinde durmana elbette daha lâyık­tır. Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:[182]

  1. Dırar Mescidinde Namaz Kılmak Yasaktır:

Yüce Allah: “Onun içerisinde hiçbir vakit durma” buyruğu ile Dırar Mes­cidini kast etmektedir. Yani, orada namaz kılmak kastıyla durma. Çünkü na­maz, bazan “kıyam: ayakta durmak” ile de ifade olunur. Mesela, filan kişi ge­ce boyunca kalkar denilirken, namaz kılar denmek istenir. Nitekim; “Kim (ec­rine) İnanarak ve “mükâfatını” alacağını ümid ederek Ramazanı kıyam ile ge­çirirse (teravih namazını kılarsa), geçmiş küçük günâhları ona bağışlanır” şek­lindeki sahih hadiste de bu şekilde kullanılmıştır. Bunu da Buhârî, Ebu Hu-reyre’den, o, Peygamber (sav)’den buyurdu ki… diye nakletmiştir.”[183]

Rasûlullah (sav)’ın, bu âyet-i kerime nazil olduktan sonra bu mescidin bu­lunduğu yoldan dahi geçmediği ve o mescidin yerinin leşlerin, pisliklerin ve çöplerin atıldığı bir çöplük olarak kullanılmasını emrettiği rivayet edilmek­tedir.[184]

  1. Usul-ü Ftkık Açısından Zaman Zarfı ve “Ebediyyen” Kelimesi:

Yüce Allah’ın: “( ut): Hiç bir vakit” ifadesi, bir zaman zarfıdır. Zaman zar­fı da iki kısımdır. Biri “gün” gibi miktarı belli zarf, diğeri ise “hîn, vakt” gi­bi zamanı müphem olan zarf. “Ebediyyen” de bu kısımdandır, “Dehr (zaman)” da böyledir.

Burada fıkıh usulünün konusuna giren bir mesele sözkonusu olmaktadır. O da şudur: “Ebediyyen” kelimesi her ne kadar müphem (belirsiz) bir zarf ise de bunda umum ifade eden bir anlam yoktur. Ancak bu kelime nefiy için kullanılan “la” (olumsuzluk edatı) ile birlikte kullanılırsa, umum ifade eder. Mesela, “Durma!” denilecek olsa, mutlak olarak durmamak yeterli olurdu. Ama, “ebed: hiç bir vakit, ebediyyen” lafzı kullanıldığından dolayı, hiçbir vakit ve hiçbir zaman durma denilmiş gibidir. Olumlu cümledeki be­lirtisiz ifade ise, eğer meydana gelmiş bir olayın haberi olarak kullanılırsa, bunun da umumi bir manası olmaz. îşte, dil bilginleri bunun farkına varmış, islâm fukahası da bu doğrultuda hükümlerini vererek şöyle demişlerdir: Bir kimse hanımına sen ebediyyen boşsun, diyecek olursa, bir talâk ile boş olur.[185]

  1. Mescid Kurmaktan Maksat:

“İlk gününden takva temeli üzerine kurulan” yani, takva üzere duvar­ları inşa edilmiş, temelleri yükseltilmiş “mescid” demektir.

“Temel,” binanın esast demektir. “Esas” da böyledir. ise, aynı kelimenin ortada harfi medsiz şeklidir.’in çoğulu, şeklin­de gelir. “Bekçi ve bekçiler” gibi. Buna karşılık; şek­linin çoğulu ise, şeklinde gelir. “Ense kökü, ense kökleri” gibi. Buna karşılık in çoğulu şeklinde gelir, Sebep ve sebepler” gibi. “Binanın temelini kurdum,” ifadesi­nin mastarı da şeklinde gelir, Arapların “Bu çok eskiden beri böyle idi” cümlesindeki (eskilik manasını ifade eden ve temel manasına da gelen kelime) hemzesi hem Ötrelİ, hem üstün, hem de esreli ola­rak üç ayn şekilde söylenebilir ki, bu, işin başından beri çok eskiden beri böy­leydi, anlamına gelir.

“Mescid”in başındaki “lam”, kasem “lam”ıdır. İbtidâ “lam”ı olduğu da söylenmiştir. Mesela, Elbetteki Zeyd insanlar arasında davranışı en güzel olanıdır” demeye benzer ki bu, anlamın te’kid edilmesini gerektirir.

“Temeli takva üzerine kurulan” ifadesi ise, “mescid”in sıfatıdır. “Daha la­yıktır” anlamındaki ifade mübteda olan “mescid”in haberidir.

Burada “takvâ”nın anlamı, kendileri vasıtası ile cezalandırılmaktan koru-nulan hasletler, özelliklerdir. Takva kelimesi, vezninde olup, buna da­ir açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/2. âyet, “takva sahipleri için bir hidâyettir” bölümü ile İlgili açıklamaların 4. başlığında) geçmiş bulunmak­tadır.[186]

  1. Takva Mescidinden Maksat Nedir ve O Mescid Sahiplerinin Özellikleri:

îlim adanılan, temeli takva üzerine kurulan mescidin hangisi olduğu hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, Kubâ Mescididir demiştir ki, bu görüş İbn Abbas, ed-Dahlıâk ve el-Hasen’den rivayet edilmiştir. Bu görüşün sahipleri: “Ük gününden” ifadesini delil alırlar. Kubâ Mescidinin ise Medi­ne’deki ilk günde temeli atılmıştı. Kubâ mescidi, Peygamber (sav) mescidin­den önce bina edilmişti. Bunu İbn Ömer, İbnül-Müseyyeb ve İbn Vehb, Eş-heb ve İbnü’l-Kasım’ın kendisinden rivayetlerine göre Malik demiştir.

Tirmizî de Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İlk gü­nünden beri temeli takva üzerine kurulan mescid hususunda iki kişi tartış­tılar. Birisi o, Kubâ mescididir derken, diğeri ise o, Peygamber (sav) mesci­didir deyince, Rasûluüah (sav) da: “O, benim bu mescidimdir” diye buyur­du. (Tirmızi) dedi ki: Bu sahih bir hadistir.[187]

Ancak, birinci görüş konuya daha uygun düşmektedir. Çünkü, yüce Al­lah’ın: “Orada” buyruğu bunu gerektirmektedir. Zarf ifade eden zamir ise, tertemiz olmayı arzu eden erkeklerin varlığı ile ilgilidir. Bu ise, Kubâ mes­cididir. Buna delil de Ebu Hureyre’nin şöyle dediğine dair hadistir: Şu: “Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenen­leri sever âyeti, Küba Mescidi ehli hakkında inmiştir. Çünkü onlar su ile is-tinca ederlerdi. İşte bu âyet-i kerime onlar hakkında inmiştir.[188]

eş-Şa’bî der ki: Burada kastedilenler Kubâ Mescidi ehlidir. Allah onlar hak­kında buyruğunu indirmiştir. Katade dedi ki: Bu âyet-i kerime inince Rasû-tullah (sav) Kübalılara şöyle demişti: “Şanı yüce Allah temizlenmek hususunda sizden güzel bir şekilde ve övgüyle söz etti. Siz ne yapıyorsunuz?” On­lar, biz önden ve arkadan çıkan pisliğin izlerini su ile yıkıyoruz. Bunu da Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.[189]

Dârakutnî de Talha bin Nâfİ’ den şöyle dediğini rivayet eder: Bana Ensar-dan olan Ebu Eyyub, Cabir bin Abdullah ve Enes bin Malik, Rasûlullah (sav)dan şu: “Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever” âyeti hakkında şöyle buyurduğunu naklettiler: “Ey En-sar topluluğu! Allah temizlenmek hususunda sizden övgü ve hayırla söz et­ti. Sizin bu temizlenmeniz nasıldır?” Onlar, Ey Allah’ın Rasûlü, biz namaz için abdest alır, cünüblükten dolayı da guslederiz. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): “Bununla birlikte başka bir şey de yapıyor musunuz?” Onlar: Hayır, şu ka­dar var ki bizden herhangi bir kimse tuvaletten çıktıktan sonra yine de su ile istinca yapmayı hoş ve güzel görür. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “İşte bu övgüye sebeb odur. Siz buna devam ediniz” diye bııyurdu.[190]

İşte bu hadis âyet-i kerimede sözü geçen mescidin Kubâ Mescidi olma­sını gerektirmektedir. Şu kadar var ki Ebu Said el-Hudrî’nin hadisinde Pey­gamber (sav) bu mescidin kendi mescidi olduğunu açıkça ifade etmiştir. O halde buna rağmen herhangi bir akıl yürütmeye gerek, yoktur. Yine Ebu.Kaf1 rivayetle dedi ki: Bize Ebu Usame anlattı dedi ki, bize Salih bin Hayyana dedv Vâ., bize “Allah’ın yü­celmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde…” (en-Nur, 24/36) buyruğu hakkında dedi ki: Bunlar dört mesciddir ki dördünü de Peygamberden başka kimse bina etmiş değildir: Kabe, onu İbrahim ve İsmail -ikisine de selam olsun- diğeri Eriha’daki ev yani Beytul Makdis, bunu da Da-vud ve Süleyman -ikisine de selam olsun- bina ettiler. Diğerleri ise Medine Mescidi ile Kubâ Mescİdir ki, bunların ikisini de Rasûlullah (,sav) bina etmiş olup takva üzere tesis olunmuşlardır.[191]

  1. ” …den, dan” ile İlgili bir Açıklama:

Yüce Allah’ın: “İlk gününden” buyruğundaki: “den,” nahivcilere gö­re; “… den beri”nin karşılığıdır. İkincisi zaman için tıpkı birincisinin me­kan için,kullanılışı gibi kullanılır. Bu buyrukta bunun; “… den beri” anlamın­da kullanıldığı da söylenmiştir ki takdiri şöyle olur: Bina edilmesine başlan­dığı ilk gününden beri… Anlamın; “Tesis edildiği ilk günün­den beri” şeklinde olduğu ve; “Tesis etti” şeklindeki fiilinin başına geldiği de söylenmiştir.

Şairin şu beyîtinde olduğu gibi:

“(Semud kavminin evleri) Hicran üst taraflarındaki nice yurtlar vardır ki, Bunlar uzun yıllardan ve uzun zamandan beri bomboş, ıpıssız kalmışlardır.”

Yani, “Uzun zaman geçtiğinden, uzun yıllar geçtiğin­den beri” takdirindedir. Böyle bir takdire gitmeyi gerektiren nahivcilerin ka­bul enikleri şu esas kaidedir: …den, dan edatı, zaman isimlerinin ba­şına gelmez. Zaman isimlerinin başına; getirilir. O bakımdan; “Ben onu bir aydan yahut bir yıldan veya bir günden beri görmedim;” denilir, fakat bunun yerine; ” …den” denilmez. Eğer bu harf-i cer zaman bildiren ismin başına kullanılacak olursa o vakit ona uy­gun düşecek bir takdire gidilir. Bu beytin takdirinde zikrettiğimiz gibi. Bu açık­lamaları İbn Atiyye yapmaktadır. Ancak bana göre bu âyet-i kerimede tak­dire gitmeye ihtiyaç duymamak da uygundur. Burada; “…den” kelime­sinin; “İlk” kelimesini cer etmesi uygundur. Çünkü bu da bir başlan­gıç anlamını ihtiva etmektedir. Çünkü burada; “İlk gününün başlangıcından beri…” denilmiş gibidir.[192]

  1. İçinde Namaza Durulmaya Layık Olan Mescid;

“İçinde durmana elbette daha layıktı*” buyruğu nasb mahallindedir. “Daha layıktır” buyruğu “Layık” kelimesinden “ePatu” veznin­de ism-i tafdilidir. Bu kip, ancak aralarında ortak bir özellik bulunmakla bir­likte, birinin diğerinden ortak oldukları o noktada manen dalıa üstün bir me­ziyeti bulunan iki şey için kullanılır.

Dırâr Mescidi her ne kadar hakkı ve liyakati bulunmayan batıl bir mescid ise de onu bina edenlerin inançları açısından liyakat noktasında diğer mes-cidlerle ortaklığı vardır. Yahut da o mescidde mescid olmasından ötürü na­maz kılmanın caiz olduğuna inanan kimseler açısından böyle bir liyakati söz korlusu idi. Fakat bu iki inanıştan birisi Allah nezdinde batınen batıl idi. Di­ğeri ise batınen de zahiren de hak idi.

Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: “O günde cennetliklerin ka­lacakları yer daha hayırlı ve dinlenecekleri yer daha güzeldir,” (el-Furkan, 25/24) Bilindiği gibi hayırlı oluş cehennemden uzaktır. Ancak her bir kesim inanışına göre hayır üzere olduğunu kabul eder ve her bir kesim sonunda varacağı yerin de hayırlı olduğuna inanır. Çünkü her bir kesim elinde bulunandan dolayı sevinç içerisindedir. Bu tür ifadeler hiçbir zaman “bal sirke­den tatlıdır” türünden olamaz. Çünkü bal her ne kadar tatlı ise de insan ya­pısına uygun düşen her şey de bir bakıma tatlıdır. Nitekim insanlardan kimi­sinin ayrı ayrı olmaları halinde de sirkeyi baldan önde tuttuğu, bunların baş­kaları İle karışık bulunmaları halinde de (sirkenin karıştığı şeyi) öncelediği görülebilmektedir.[193]

  1. Liyakatli Mescid:

Burada mescid’den kasıt Peygamber (sav)in mescididir, diyenlere göre “içinde durmana elbette daha layıktır” buyruğunda yer alan: “İçin­de” zamir Mescid-i Nebeviye ait olur. ‘Orada… erkekler vardır” ifadesindeki zamir de aynı şekilde ona ait olur. Buradaki mesddden kasıt Kubâ Mes­cididir, diyenlerin görüşüne göre ise -az önce geçen, görüş ayrılıklarına uy­gun olarak- her ikisinde de zamir Kubâ Mescidine ait olur.[194]

  1. Taharet ve Temizliğin Önemi:

Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede tahareti seven ve temizliği üstün tu­tan kimselerden Övgü ile söz etmektedir. Temizlik insanî bir özellik, taharet şer’î bir görevdir. Tirmizî’de Âİşe – yüce Allah ondan razı olsun – den şöyle dediği nakledilmektedir. Kocalarınıza su ile temizlenmelerini emrediniz. Ben onlardan utanıyorum. (Tİrmizi) dedi ki: Bu sahih bir hadistir.[195]

Peygamber (sav)ın istinca maksadı ile beraberine su alıp götürdüğü sa­bittir. O istinca için taşlan necaseti azaltmak maksadı ile, suyu da iyice te­mizlenmek maksadı İle kullanırdı.

İbn Arabî der ki: Kayrevân alimleri abdest aldıkları yerlerde toprak içe­risinde taşlar bulundurur ve önce bu taşlar ile temizlenir, daha sonra da su ile istinca ederlerdi.[196]

  1. Necasetten Temizlenmek:

Necasetin çıkış yerinden necasetin temizlenmesi için öngörülen, onu hafifletmektir. Vücudun sair yerlerindeki necaset ile elbisedeki necasetin ise temizlenmesi gerekir. Bu, yüce Allah’ın suyun bulunup bulunmaması halin­de kullarına bağışladığı bir ruhsattır. Ancak istisna olarak İbn Habib şöyle de­mektedir: Def-i hacette ancak su bulunmaması halinde taşla temizlenir. Şu kadar var ki suyun bulunması ile birlikte taşlarla temizlenmeye dair sabit ha­berler, onun bu görüşünü red etmektedir.[197]

  1. Beden ve Elbiseden Necasetin Temizlenmesi:

Bu hususlarda ilim adamları -aşırı olmadığı sürece pirelerin bıraktıkları kan izlerinin affedilip nazar-ı itibara alınmayacağı hususu üzerinde tema etmiş ol­malarına rağmen- beden ve elbiselerden necasetin izalesi hususunda üç farklı görüş ileri sürmüşlerdir:

Birinci görüşe göre, necasetin İzale edilmesi, yerine getirilmesi farz gibi bir vâcibtir. İster bilsin, ister bilmesin necis bir elbise ile namaz kılanın na­mazı caiz olmaz. Bu görüş, İbn Abbas, el-Hasen ve İbn Sîrîn’den rivayet edilmiştir, Şafiî, Alımed ve Ebu Sevr’in görüşü de budur. İbn Vehb de bu görü­şü Malik’den rivayet etmiştir. Maliki mezhebine mensup Ebu’l-Ferec’in ve Ta-berî’nin de görüşü budur. Şu kadar var ki Taberî şöyle der: Eğer necaset bir dirhem kadarını bulursa namazı tekrar iade eder. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un da dirhem miktarını göz önünde bulundurmak bakımından -ki, bu da dübür halkasına kıyasen ifade edilmiştir- bu görüştedirler.

Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Necasetin elbise ve bedenden iza­le edilmesi sünnet ile vaciptir. Buradaki vücup, sünnetin bir vücubudur, farz manasına bir vücup değildir. Bunlar derler ki: Bir kimse (bilmeden) necis bir elbise ile namaz kılacak olursa, vakit içerisinde namazını iade eder. Eğer va­kit çıkacak olursa ona birşey düşmez. Bu, Malik’in ve mezhebinin ileri ge­len ilim adamlarının görüşüdür. Ancak, Ebu’l-Ferec ile îbn Vehb’in Malik’ten yaptığı rivayet bundan müstesnadır.

Az miktardaki kan ile ilgili olarak da Malik şöyle demektedir: Az miktar­daki kan dolayısıyla namaz ne vakit içinde, ne de vakit çıktıktan sonra iade olunmaz. Ancak, az miktardaki sidik ve kaba pislikten dolayı iade olunur. Bü­tün bu hususlarda Leys’in görüşü de Malik’in görüşü gibidir.

İbnü’l-Kasım ise Malîk’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Unutma halinde değil de, hatırlama halinde necasetin izale edilmesi icabeder. Bu ise İbnü’l-Kasım’in fert (Malik’ten tek başına) olarak yaptığı rivayetlerindendir.

Birinci görüş ise -inşaallah- daha bir sahihtir. Çünkü Peygamber (sav) iki kabrin yanından geçmiş ve şöyle buyurmuştur: “Bunların ikisi de azap gör­mektedirler. Fakat bunlar büyük bir günahdan dolayı azap görmüyorlar. On­lardan birisi laf götürüp getirirdi, diğeri ise sidiğinden korunmuyordu.” Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmîştir.[198] Delil olarak da bu kadarı yeter. Bu hadis ileride el-İsra Sûresi’nde (17/44. âyetin tefsirinde)de gelecektir.

îlim adamları derler ki: Bir insan ancak vacibi terkettiğinden dolayı azab görür: Bu da açıkça bilinen bir husustur.

Ebu Bekr b. Ebi Şeybe, Ebu Hureyre’den rivayetine göre Peygamber (sav)’den şöyle buyurmuştur: “Kabir azabının büyük çoğunluğu sidikten dolayıdır.”[199] Diğer görüşün sahipleri ise, Peygamber (sav)’ın, Cebrail (a.s) ken­disine, ayakkabılarında bir pislik olduğunu haber verince, ayakkabılarını çı­kartmasını delil göstermişlerdir ki, bu hadisi Ebu Dâvud ve başkaları[200] Ebu Said el-Hudrî’den rivayet etmişlerdir. Yüce Allah’ın İzniyle bu da ileride Tâhâ Sûresi’nde (20/12. âyet, 2. başlıkta) gelecektir.

Derler ki: Hz. Peygamber’in daha önce kıldığı rekâtleri iade etmeyişi, ne­casetin izale edilmesinin sünnet olduğuna ve bu haldeki namazının da sa­hih olduğuna delildir. Daha kâmil bir namaz maksadı ile de vakit içerisinde bulunduğu sürece iade eder (uygundur). Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[201]

  1. Necasetin İzale Edilmesinde Azhk-Çokluk Ölçüsü:

Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî der ki: Çok ile az arasındaki farkın bir dirhem miktarı ile tesbit edilmesine -ki, bununla dinar gibi yuvarlak ve onun mik­tarındaki büyük dirhemleri kastetmektedir- ve bunu kaba necasetin çıkış ye­rine kıyasen tesbit etmeye gelince, bu iki açıdan tutarsızdır. Evvelâ bu gibi miktarlar kıyas ile tesbit edilemez. O bakımdan böyle bir takdir kabul olun­maz. İkinci olarak, kaba pisliğin çıkış yerinde öngörülen bu hafifletme ve mü­samaha zaruret dolayısıyla bir ruhsattır. İhtiyaçlar ve ruhsatlar ise kıyas İçin ölçü alınamaz. Çünkü bunlar, esasen kıyas dışıdırlar. Dolayısıyla bunlar kı­yasa konu edilemezler.[202]

109- Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi ha­yırlıdır, yoksa binasını yıkılmaya yüz tutmuş bir yarın kena­rına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yu­varlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu hidâyete er­dirmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız;[203]

  1. “Tesis Etmek: Kurmak” île İlgili Açıklamalar:

Yüce Allah’ın: Binasını… kuran kimse mi” buyruğu temel-lendiren kimse mi demektir. Bu ise takrir anlamında bir istifhamdır. Burada­ki; Kimse,” anlamındadır ve mübtedâ olarak ref mahallinde-dir. Haberi ise, “Hayırlıdır” kelimesidir.

Nafi’, İbn Âmir ve bir topluluk, her iki yerde de; “Binası… ku­rulan” şeklinde; “Kurulan” fiilini meçhul ve; “Binası” lafzını bunun nâib-i faili olarak merfu’ okumuşlardır. İbn Kesir, Ebu Amr, Hamza, el-Kisaî ve bir topluluk ise, “Binasını kuran” şeklinde malum bir fiil ve “binasını” anlamındaki kelimeyi de nasb ile mef ulü olarak -her iki yer­de de böylece- okumuşlardır ki, bu şekilde okuyanların çokluğu ve failin de zikredilmiş olması sebebiyle Ebu Ubeyd’İn tercih ettiği kıraat şekli de budur.

Nasr b. Âsim b. Ali ise, şeklinde reP ile ise esreli ola­rak okumuştur. (Binasının temelleri… kimse mi?… anlamında). Yine ondan gelen bir rivayete göre; şeklinde (binasının temeli… anlamında), ondan gelen bir başka rivayete göre ise; şeklinde cer ile (binası­nın temeli… anlamında) diye okumuştur. Maksat ise önceden de geçtiği gi­bi binanın esasları demektir.

Ebu Hatim, altıncı bir kıraat şekli nakletmektedir ki, o da; şeklindedir. (Binasının temelleri… kimse mi?). en Nehhâs der ki: Burada ke­lime; Temel’in çoğuludur. Nitekim; “Ayakkabı, ayakkabı­lar” denilir. Çoğulun da çoğulu İse, şeklinde gelir, (ayakkabı anlamı­na gelen kelimenin, çoğulun çoğulunun): şeklinde gelmesi gibi. Şair de şöyle demektedir:

“Artık hükümdarlık Abbaa oğullarından

Behliil(gil)ler arasında temelleri sağlamlaşmış hale geldi.”[204]

  1. ‘Yıkılmaya Yüz Tutmuş Bir Yar” Buyruğunun Kelime Anlamları:

“Allah korkusu üzerine” buyruğunu İsa b. Ömer -Sibe-veyh’in naklettiğine göre- tenvin ile okumuştur. (Takva kelimesinin sonun­daki) elif, ilhak elifi diye bilinir.”Ardı arkasına” kelimesini tenvinli okurum kıraatindeki “eliP’e benzer. Şair de der ki:

“O, (öküz) alka ve mukûr (aüpürge otunu andıran bir çeşit bitki ile diğeri ise yaz-kış yaprağını dökmeyen bir çeşit çöl ağacıVdan otlamaktadır.”

Ancak Sibeveyh, tenvinli okuyuşun açıklanamayacağını belirtir ve: Bunun açıklamasının ne türlü olacağını bilemiyorum, der.

“Kenarına” kelimesindeki; kelimesi, kenar ve sınır an­lamındadır ki, buna dair yeterli açıklamalar Âli İmran Sûresi’nde (3/103. âye­tin tefsirinin sonlarına doğru) geçmiş bulunmaktadır.

“Yar” kelimesi, “ra” harlı ötreli olarak okunmuştur. Ebu Bekir ve Hamza İse “ra” harfini sakin olarak okumuşlardır. Bundan kasıt esası, teme­li olmayan şey demektir. “Cüruf” aslında sellerin vadilerden taşıyıp getirdi­ği şeylerdir. Bunlar ise suyun kazıdığı yan bölümleridir. Bunun aslı ise, bir şeyi kökünden söküp alıp götürmek demek olan; gel­mektedir.

“Yıkılmaya yüz tutmuş” yıkılmak üzere demektir. -Aynı kökten ol­mak üzere-: “Bina yıkıldı,” denilir. -Âyet-i kerimedeki bu keli­menin- aslı: Yıkılmaya yüz tutan şeklindedir. Bu kelime (Ortadaki) “ye” harfi kalbedilerek sona bırakılan “maklub” kelimelerdendir. O bakımdan; şekillerinde kullanılabilir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Bir şeyi etrafında döndürmek anlamını veren; “Bir şeyi etrafında döndürdü”dekı fiilin ism-i faili de; şeklinde gelir ki, bu da; de­mektir. Nitekim Arapların “silah kuşanmış olan” anlamını ifade etmek üze­re ile demeleri de bu şekildedir. el-Accâc der ki:

“Onunla hurma ağaçlarının etrafını ve nehir kıyılarındaki ubrî (arabistan kirazı) ağaçlarını dolanır.”

Ebu Hâtim’in iddiasına göre ise, bu kelimenin asli şeklindedir. Da­ha sonra da; diye söylenir. Tıpkı; “Oruçlu” kelimesindeki gi­bi. Bundan sonra bu da kalbedilerek; denilir. el-Kisaî’nin iddiasına gö­re ise bu kelime, hem “vavî”, hem de “yaî” olup; şekli de; şek­li de kullanılır. Derim ki: İşte bundan dolayı bu kelime hem imale ile hem de üstün olarak okunur.[205]

  1. İki Ayrı Maksatla Bina Yapanların Misali:

Yüce Allah’ın: “Onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarla­nan kimse” anlamındaki buyrukta, “yuvarlanan” kelimesinin faili “yar”

anlamındaki.) “cüruf kelimesidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: O yıkılmaya yüz tutmuş yar, o bina ile birlikte cehennem ateşine yuvarlanan (bina) gibi mi­dir? Çünkü “yar” anlamındaki kelime müzekkerdir. Bununla birlikte, burada­ki zamirin binayı yapan kişiye ait olan; “Kimse’ye ait olması da müm­kündür. Buna göre İfadenin takdiri şöyle olur; Binasını takva esası üzere kur­mayan kimse (cehennem ateşine) yıkılır, gider.

Bu âyet-i kerime onlara dair verilmiş bir misaldir. Yanı, binasını İslâm esa­sı üzere kuran mı hayırlıdır, yoksa binasını şirk ve münafıklık esası üzere ku­ran kimse mî? Ayrıca bununla, kâfirin kurduğu binanın, beraberindekilerle birlikte cehenneme yuvarlanan, cehennem kıyısındaki bir yarın üzerine ya­pılan binaya benzediğini de açıklamaktadır.

“kenar, kıyı” demektir, ” Filan şeye yaklaştı, kenarı­na geldi,” anlamındadır.[206]

  1. Takva Niyeti île Yapılan. Hayırlı İşler:

Bu âyet-i kerimede yüce Allah’ın takvası niyeti ile, O’nun, yüce zatının rı­zası kastı ile, başlanılan her bir işin kahcı olduğuna ve bu işin sahibinin mut­lu olup amelinin yüce Allah’a yükselip O’nun katına çıkartılacağına delil var­dır, îşte yüce Allah, bu şekillerden birisine dair: “Celal ve ikram sahibi Rab-binin zatı ise kalıcıdır” (el Rahmân, 55/27) buyruğu ile haber verdiği gibi yi­ne, yüce Allah’ın izniyle ileride de açıklaması geleceği gibi; “Baki kalacak olan salih amellerdir”(el-Kehf, 18/46) buyruğu bunu haber vermektedir.[207]

  1. Bu Âyeti Kerimedeki Temsil Hakikat mıdır, Mecazi midir?:

İlim adamları, yüce Allah’ın: “Onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse” buyruğundaki temsilin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğu hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir?

Birinci görüşe göre bu bir hakikattir ve Peygamber (sav) de o mescidi yık­mak üzere görevlendirdikleri tarafından mescid yıkıldığında, oradan bir du­man yükseldiği görülmüştür. Bu açıklama Said b. Cübeyr’den rivayetle gelmiştir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Bir kişi onun içerisine hurma dalların­dan bir dal sokup çıkarttı mı, o hurma dalı simsiyah ve yanmış olarak çıkar­dı. Tefsir alimlerinin naklettiğine göre, yıkıldığı yerde lıartîyat yapılıyor ve harfiyat yapılan yerden duman çıkıyordu. Âsim b. Ebi’n-Necud, Zir b. Hubey’ten, o, İbn Mes’ud’dan rivayetine göre İbn Mes’ud şöyle demiştin O mes-cid yeryüzünde bir cehennem idi. Daha sonra da: “Onunla birlikte kendi­si de cehennem ateşine yuvarlanan kimse nü…” buyruğunu okudu. Cabir b. Abdullah da dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)in döneminde onun yerinden du­man çıktığım görmüşümdür.

İkinci görüşe göre ise bu bir mecazdır. Yani o bina cehennem ateşinde ye­rini almıştır. Sanki o bina cehenneme yıkılıp gitmiş ve ona yuvarlanmış gi­bidir. Bu da yüce Allah’ın: “Artık varacağı yer Hâviyedir” (el-Kâria, 102/9) buyruğu gibidir. Ancak zahir olan birincisidir, zira bunda açıklanamayacak

imkansız bir taraf yoktur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[208]

  1. Kalpleri parça parça olmadıkça kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah, hak­kı İle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

“… Kurdukları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir.” Yani kurdukları Dırar Mescidinin binası her zaman için kalple­rinde şüphe ve münafıklığın kaynağını teşkil edecektir. Bu açıklamayı İbn Ab-bas, Katade ve ed-Dahhak yapmışlardır. Şair Nâbiğa der ki:

“Yemin ettim, artık senin nefsin için kuşkuyu gerektirecek bir şey bırakmadım Ve kişinin Allah’dan kurtulup gidebileceği bir yeri de yoktur.”

el-Kelbî “kuşku” kelimesini hasret ve pişmanlık olarak açıklamıştır. Çün­kü onlar Dırar Mescidini yaptıklarından ötürü pişmanlık duymuşlardı. es-Süd-di, Habib ve el-Müberred bunu kalpteki rahatsız edici bir ağrı, kin ve öfke

diye açıklamıştır.

Bu durumları “kalpleri parça parça olmadıkça…” devam edecektir. Îbn Abbas der ki: Yani kalpleri parçalanıp ölünceye kadar sürüp gidecektir. Yüce Allah’ın: “Kalbinin damarını elbette koparırdık” (el-Hâkka, 69/46) buyruğunu andırmaktadır. Çünkü bu kalp damannın kopması iie hayat da sona erer. Katade, ed-Dahhak ve Mücahid de böyle açıklamışlardır.

Süfyan, tevbe edecekleri vakte kadar… diye açıklamıştır. İkrime: Kabirle­rinde kalpleri paramparça oluncaya kadar devam edecektir, diye açıkla­maktadır. Abdullah bin Mes’ud’un arkadaşları (kendilerine Kur’ân öğrettiği öğrencileri) bu buyruğu; “Kalpleri paramparça ol­sa dahi… kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı…” diye okurlardı. el-Hasen, Yakub ve Ebu Hatim ise nihaî noktayı ifade edecek şekilde;”Par­ça parça oluncaya kadar” diye okurlarmış. Yani onlar ölüp de bu konuda ke­sin inanca sahip oluncaya ve her şeyi ayan beyan görünceye kadar şüphe için­de kalmaya devam edeceklerdir.

Kıraat alimleri, “Parça parça oluncaya” buyruğunu farklı okumuş­lardır. Cumhur, “te” harfini ötreli, “kal”” üstün, “tı”yı da şeddeli olarak meç­hul ful şeklinde; “Parça parça edilmedikçe” diye okumuşlardır. İbn. Âmir, Hamza, Hafs ve Yakûb da “te” harfini üstün okumaları müstesna böy­le okumuşlardır. Yakûb ve Ebu Abdurrahman’dan ise, “kaf” harfini şeddesîz meçhul bir fiil olarak; “Koparılmadıkça” diye okumuş oldukları riva­yet edilmiştir. Şibi ve îbn Kesir’den ise, “Sen koparmadıkça” şeklin­de “kaf harfini şeddesiz, “Kalplerini” şeklinde de üstün olarak okumuşlardır. Yani, bizzat sen kalplerini koparmadıkça anlamındadır. Abdul­lah b. Mes’ud’un, arkadaşlarının ne şekilde okuduklarını da az önce zikret­miş bulunuyoruz.

“Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir” buyru­ğuna dair açıklamalar ise daha önceden (el Bakara, 2/32. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.[209]

  1. Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığında- satın almıştır. Onlar Allah yolun­da savaşır, öldürür ve öldürülürler. Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da yerine getirmeyi taahhüt ettiği hak bir vaaddır. Al­lah’tan daha çok ahdini kim yerine getirebilir kil O halde yapmış olduğunuz bu alış verişe sevinin. En büyük kurtuluş iş­te budur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:[210]

  1. Mü’minlerin Satışları:

Yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah müzminlerden canlarını ve mallarını… satın almıştır” buyruğunun temsilî bir ifade olduğu söylenmiştir. Yüce Al­lah’ın: “İşte onlar hidâyet karşılığında sapıklığı satın almış olanlardır ” (el Bakara, 2/16) buyruğu gibi.

Âyet-i kerime büyük Akabe Bey’ati diye de bilinen İkinci Akabe Bey’ati hakkında inmiştir. Ensar’dan bu bey’ate katılan erkeklerin sayısının 70 do­laylarında olduğu bey’at budur. Aralarında yaşça en küçükleri Ukbe b. Amr idi. Bunlar, Rasûtullah (sav)’ın yanında Akabe denilen yerde bir araya gel­mişlerdi. Abdullah b. Revaha’nın, Peygamber (sav)’e: Rabbin için de kendin için de dilediğin şartı koş, demesi üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tu: “Eabbim için, O’na ibadet etmenizi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Kendim için de beni, kendinizi ve matlarınızı neye karşı ve nasıl koruyor iseniz öylece korumanızı şart koşuyorum.” Bunun üzerine bey’ate katılanlar: Bunu yerine getirecek olursak bize ne var? diye sordular, Hz. Peygamber: “Cennet” diye buyurunca, böyle bir alış veriş kârlıdır. Biz ne bu alış verişten döneriz, ne de dönme teklifini kabul ederiz, demeleri üze­rine: “Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenne­ti vermek karşılığında- satın almıştır” âyeti nazil oldu.[211] Diğer taraftan bu âyet-i kerime onlardan sonra kıyamet gününe kadar Muhammed (sav)’in üm­metinden Allah yolunda cihad eden her bir mücahid hakkında da umumîdir.[212]

  1. Efendi ile Köle Arasındaki Ticari Muameleler:

Bu âyet-i kerime efendinin kölesi ile ticari muameleye girmesinin caiz ol­duğuna delildir. Her ne kadar her şey efendinin ise de, efendi eğer kölesi­ne bazı şeyleri mülk olarak verecek olursa, ona mülk olarak verdiği o şey­lerde onunla böyle bir muameleye girmiş olur.

Diğer taraftan efendi ile köle arasında, efendi ile başkası arasında caiz ol­mayan birçok işlemler de caiz olur. Çünkü, kölenin sahip olduğu mal da efen­disine aittir ve o bu malı köleden geri çekip alabilir.[213]

  1. İnsanlar Arasındaki Ahş-Veriş İle Allah ve Kullan Arasındaki Alış-Veriş’in Farkı:

İnsanlar arasındaki alış-verişin esas şekli, kendi ellerinden çıkardıkları şe­ye karşılık ya kendileri için daha faydalı olan şeyleri yahut fayda itibariyle ellerinden çıkardıkları şeye denk olan şeyleri almaktır. Yüce Allah ise, kullarından canlarını ve mallarını kendi İtaati uğrunda feda etmelerini, rızası yo­lunda bunları tüketmelerini istemek ve karşılığında da bunu yerine getirdik­leri takdirde onlara cenneti vermek suretiyle satın almıştır. Bu ise, kullar ta­rafından verilenlerle kıyas edilemeyecek, boy ölçüşemeyecek kadar büyük bir bedeldir. Şanı yüce Allah bu buyruğu onların-alış-veriş işlemlerinde örf­lerinden bildikleri bir mecazi üslûpla dile getirmektedir. Kula düşen canını ve malını teslim etmektir. Buna karşılık Allah da onlara mükâfat verecek, ni­metlere nail kılacaktır. İşte yüce Allah buna “satın alma” adını vermiştir, el-Hasen rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz ki, her iyi­liğin üstünde bir başka iyilik vardır. Tâ ki, kul kanını feda edinceye kadar, Artık bunu da yaptı mı, bunun ötesinde bir iyilik olamaz,”

Şair de iyiliğin anlamına dair şunları söylemektedir:

“Su ihsan ederek cömertlik yapmak, elbette lütufkârca bir cömertliktir. Cömertçe canını feda etmek ise cömertliğin en ileri derecesidir.”

Şair el-Esmaî de Caferi Sadık (r.a)’a ait şu beyitleri okumuştur:

“Bütün yaratıklar arasında karşılığı bulunamayan O değerli canımı Rabbime satıyorum. İşte onunla cennetler satın alınır. Ben onu satarsam Başka bir şey karşılığında, şüphesiz ki bu bir aldanıştır.

Eğer elde ettiğim bir dünyalık karşılığında canım gidecek olursa, Hiç şüphesiz canım da boşa gitmiş, onun karşılığı da boşa gitmiş olur.”

Yine el-Hasen der ki: Peygamber (sav): “Şüphesiz Allah mü’minlerden canlarını ve mallarım… satın almıştır” âyetini okurken, bedevî bir arap ya­nından geçmiş ve: Bu kimin sözüdür diye sormuş, Hz. Peygamber, “Allah’ın sözüdür” diye buyuru nca, bedevi şöyle demiş: Allah’a yemin ederim ki bu çok kârlı bir alış veriştir. Biz ne bu alış-verişten geçeriz, ne geçme teklifini kabul ederiz. Bunun üzerine gazaya çıkmış ve şehid düşmüş.[214]

  1. Yüce Allah’ın, Çocuklardan Satın Aldığı Şeyler:

İlim adamları derler ki: Yüce Allah, baliğ ve mükellef müminlerden (can­larını ve mallarını) satın aldığı gibi, çocuklardan da acı ve hastalıklarını sa­tın almıştır. Çünkü bunlarda batiğ olan kimseler için bir maslahat ve ibret alı­nacak taraflar vardır. Büyüklerin, çocukların acı çekmeleri esnasında oldu­ğu kadar hiçbir sebepten ötürü salahları daha çok ve fesatları daha az olmaz; anne ve babının, çocuklarının çektikleri acı dolayısıyla Üzülüp kederlenmeleri, çocuklarının terbiye ve bakımı ile ilgili yaptıkları dolayısıyla elde ettik­leri sevap, hiçbir şeyde hemen hemen bu kadar büyük olamaz.

Diğer taraftan, yüce Allah, vefat ettikten sonra bu çocuklara da bunların bedellerini ihsan eder. Hayatımızda, bir kimsenin bir inşaat yapması ve top­rak taşıması için birisini ücretle tutması buna benzer bir örnektir. Halbuki bütün bunlar o kişi için bir eziyettir. Fakat böyle birisinin yaptığı işteki masla­hat ve karşılığında alacağı ücret dolayısıyla caizdir.[215]

  1. Savaşın Maksadı Nedir:

Yüce Allah’ın: “Onlar Allah yolunda savaşır” buyruğu, ne için ve ne mak­satla savaşılması gerektiğini açıklamaktadır ki, buna dair açıklama daha ön­ceden geçmiş bulunuyor.

“Ölüdürür ve öldürülürler” anlamındaki; buyruğunu, en-Nehaî, el-A’meş, Hamza, el-Kisaî ve Halef binayı meful (meçhul) şeklinde­ki fiili, binay-ı malum’a takdim İle okurlar. (Yani, öldürülür ve öldürürler şeklinde) okumuşlardır. İmamul Kays’ın şu sözleri de bu türdendir:

“Eğer diz bizi öldürürdeniz, biz de sizi öldürürüz…”

Yani, sizler bizden bazılarını öldürecek olursanız, bizim bir kısmımız da sizi öldürür. Diğerleri ise malum fiili meçhule takdim ederek okumuşlardır.[216]

  1. Allah Mücahidlere Bu Sözü Ne Zamandan Beri Bildirmiştir:

Yüce Allah’ın: “Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da yerine getirmeyi taah­hüt ettiği hak bir vaaddlr” buyruğu ite yüce Allah bize bu vaadinin bu ki­taplarda yer aldığını, cihadın ve düşmanlara karşı direnmenin aslında Musa (as) döneminden beri böylece devam ettiğini haber vermektedir.

“Vaad” ile “Hak” kelimeleri te’kid edici iki mastardır.[217]

  1. Allah’dan Daha Çok Sözüne Kim Bağlı Kalabilir?

Yüce Allah’ın: “Allah’tan daha çok va’dinî kim yerine getirebilir ki?” buy­ruğu Allah’dan daha çok ahdine bağlı kalabilecek, ahdini yerine getirebile­cek hiçbir kimse yoktur, anlamındadır. Bu buyruk aynı zamanda verilen söz­de durmayı, yapılan tehdidi yerine getirmeyi de ihtiva etmekle birlikte, yü­ce yaratıcının bütün bunları herkesi kapsayacak, şekilde yerine getireceği ma­nasını da ihtiva etmektedir. O, herkese verdiği vaadini yerine getirir, ancak vaadi (tehdidi) bir takım günahkârlara, bir takım günahlara ve bazı hallere mahsustur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/93. âyet, 7. başlıkta) yeterince geçmiş bulunmaktadır.[218]

  1. Müjdeler Bu Alışverişi Gerçekleştirenlere:

“O halde yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin!” Bundan dolayı se­vindiğinizi açıklayın, dışa vurun.

Sevinmek (beşaret); sevincin tenin üzerinde görülmesinin sağlanması demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. baş­lık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen der ki: Allah’a yemin ol­sun ki bu alışverişin kapsamına girmeyen yeryüzünde hiçbir mümin yoktur.

“En büyük kurtuluş işte budur.” Cennette kavuşmak, orada kalmaktır.[219]

  1. (Onlar) tevbe edenler, İbadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû ve sücud edenler, iyiliği emredenler, kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar­dır. Ve müminleri müjdele!

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç baştık halinde sunacağız:[220]

  1. Gerçek Müminlerin Vasıfları:

Tevbe edenler, ibadet edenler” buyruğunda sözü edilen tevbe edenler, yüce Allah’a masiyet şeklindeki yerilmiş hallerinden, övülmüş bulunan Al­lah’a itaat haline dönenler demektir. Tâib (tevbe eden), dönen demektir. İta­ate dönen ise, masiyetten dönenden daha faziletlidir Çünkü, itaate dönen ki­şi böylelikle her iki özelliği de bir arada gerçekleştirmiş olur.

“İbadet edenler” itaatleriyle yüce Allah’ın rızasını gözeten itaatkârlar; “hamd edenler” her durumda Allah’a hamd eden, O’nun nimetlerini O’na ita­at uğrunda harcayan, O’nun hüküm ve kazasına razı olan kimselerdir.

“Seyahat edenler.” İbn Mes’ud, İbn Abbas ve başkalarından nakledildi­ğine göre oruç tutanlar demektir. Yüce Allah’ın: “İbadet eden, seyahat eden (oruç tutan)… eşler” (et-Tahrim, 66/5) buyruğu da bu kabildendir. Süfyan bin Uyeyne de der ki: Oruç tutana “seyahat eden” denilmesinin sebebi onun, yi­yecek, içecek ve cinsel ilişki gibi bütün lezzet alınan şeyleri terk etmesinden dolayıdır. Ebu Talib de bir beyitte şöyle demiştir:

“Rableri için bir damla (su) dahi tatmadan seyahat edenler (oruç tutanlar) için Ve amellerde bulunan zikreden (kadınlar) için?”

Bir başka şair de şöyle demektedir: “İyilik edendir 0; gece gündüz hep namaz kılar, Seyahat ederek (oruç tutarak) Allah’ı çokça zikreder durur.”

Hz. Âİşe’den: “Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır” dediği rivayet edil­miştir ki; Taberi bunu senedi ile zikretmektedir.

Ebu Hureyre ise bunu Peygamber (sav)den merfu bir hadis olarak riva­yet etmiştir. Buna göre Hz. Peygamber: “Ümmetimin seyahati oruç tutmak­tır” diye buyurmuştur.[221]

ez-Zeccac der ki: el-Hasen’in görüşüne göre “seyahat edenler” farz oru­cunu tutanlar demektir. Oruçlarını devamlı sürdürenlendir diye de açıklan­mıştır. Ata ise der ki; seyahat edenlerden kasıt, cihad edenlerdir. Ebu Uma-me’nin rivayetine göre de bir adam Rasûlullah (sav)den seyahat etmek için izin istemiş, Hz. Peygamber de: “Ümmetimin seyahati Allah yolunda cihad etmektir” diye buyurmuştur.[222] Ebu Muhammed Abdülhak bu hadisi sahih ol­duğunu belirtmiştir.[223]

Seyahat edenlerin hicret edenler olduğu da söylenmiştir ki bu görüş Ab-durrahman bin Zeyd’in görüşüdür.

İkrime’nin görüsüne göre; bunlar hadis ve ilim talebi için yolculuk yapan­lardır. Bir diğer görüşe göre “seyahat edenler”den kasıt Rabblerinin tevhidi, melekutu, O’nun yaratmış olduğu tevhid ve tazimine delâlet eden ibret ve ala­metler üzerinde tefekkür edenlerdir. Bunu da en-Nekkaş nakletmektedir.

Nakledildiğine göre çokça ibadet edenlerden birisi gece namazı kılmak için abdest almak üzere su kabını almış, parmağını kabın kulbuna sokmuş ve tan yeri ağanneaya kadar oturup düşünüp durmuş. Bu husus kendisine sorulunca şöyle demiş r Parmağımı kabın kulbuna soktum, yüce Allah’ın: “O zaman boyunlarında tasmalar ve zincirler bulunacak…” fel-Mü’min, 40/71) buyruğunu hatırladım ve ben bu tasmaların bana nasıl vurulacağını hatırla­dım, gece boyunca hep bu halde devam ettim.

Derim ki: (“Seyahat” kelimesinin kökünü teşkif eden) “sin,” “ye” ve “ha” harfleri bu görüşlerin doğruluğuna delildir. Çünkü “seyahat” asıl anlamı iti­bari İle suyun akıp gittiği gibi, yer üzerinde gitmek demektir. Oruç tutan bir kimse, yemek ve benzeri şeyleri terk etmek sureti ile itaate devam eden bir kimsedir. O da bu yönüyle seyahat eden kişi durumundadır. Tefekkür eden kimseler de tefekkür ettikleri hususlar üzerinde kalpleri dolaşır, durur.

Hadis-i şerifde de şöyle buyurulmuştur: “Muhakkak Allah’ın ufuklarda se­yahat eden, yürüyen melekleri vardır.[224] Bunlar bana ümmetimin salât (ve se­lâmlar hnı tebliğ ederler.”[225] Buradaki “seyahat edenler” anlamındaki kelime “yüksek sesle seslenenler” anlamını verecek şekilde “sad” harfi ile; ( diye de rivayet edilmektedir.

“Rükû ve sûcud edenler* yani gerek farz namazlarda ve gerek diğerlerin­de rüku ve secdeye kapananlar “iyiliği emredenler” yani sünnet-i seniyye-nin gereğini emredenler, imanı emredenler diye de açıklanmıştır. “Kötülük­ten vazgeçirmeye çalışanlar” buradaki kötülükten kastın bid’at olduğu söylendiği gibi, küfür olduğu da söylenmiştir.

Buradaki iyilik ve kötülüğün (maruf ve münkerin) her türlü İyilik ve kö­tülük hakkında umumî ardamı ile kullanıldığı da söylenmiştir.

‘Ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır.” Yani, Allah’ın emirlerini yerine getiren ve O’nun yasaklarından uzak duran, kaçınanlardır.[226]

  1. Bu Âyet-i Kerimenin Önceki Âyetle İlişkisi:

Te’vil ehli (tefsir bilginleri) bu âyet-i kerime hakkında bundan önceki âyet­le mi ilişkilidir, yoksa başlı başına bir hüküm mü İhtiva etmektedir hususun­da farklı görüşlere sahiptirler.

Bir topluluk; birinci âyet-i kerime başlı başına ve bağımsız bir âyettir. Do­layısıyla orada sözü geçen alış-verişin kapsamına Allah’ın adı en üstün olsun diye Allah yolunda çarpışan her bir muvahhid -bu ikinci âyet-î kerimedeki niteliklere, yahut da onların çoğunluğuna sahip olmasa dahi- girer, demek­tedirler.

İkinci kesimin görüşüne göre ise, buradaki nitelikler alış-veriş kapsamın­daki şartlar belirtilmek üzere gelmiştir ve her iki âyet bir biriyle ilişkilidir. Do­layısıyla ancak bu niteliklere sahip olup, canlarını Allah yolunda feda eden mü’minler böyle bir alış veriş kapsamına girebilirler. Bu açıklamayı ed-Dah-hâk yapmıştır.

İbn Atiyye der ki: Bu görüş, bir zora koşmadır ve daraltmadır İlim adam­larının görüşlerinin ve şeriatın gereğine göre âyet-i kerimenin anlamı (.bu ikin­ci âyet-i kerimede geçeni niteliklerin, kâmil mü’minlerin nitelikleri olduğu şeklindedir. Şant yüce Allah, tevhid ehli bu nitelikleri en üstün mertebeye ula­şıncaya kadar, elde etmek için birbirleriyle yarışsınlar diye sözkonusu etmiş­tir. ez-Zeccâc der ki: Benim görüşüme göre yüce Allah’ın: “Tevbe edenler, İbadet edenler” buyruğu mübtedâ olarak ref edilmiştir ve haberi de gizli­dir. Yani, “tevbe edenler, İbadet edenler…” -âyetin sonuna kadar belirtilen niteliklere sahip olanlar- için de aynı şekilde cennet vardır, fiilen cihad et­meseler dahi. Şu kadar var ki, bunların cihad etmemek noktasında herhan­gi bir inatları ve cihadı kasti olarak terketmemeleri de şarttır. Çünkü, müs-lümanların bir bölümünün cihad etmeleri yeterli olabilir ve diğerlerinin cihadına gerek bırakmayabilir. el-Kuşeyrî de bu görüşü tercih etmiş olup bu güzel bir görüştür, demiştir. Çünkü (bu bir önceki âyette anılan) yüce Allah’ın;

“Şüphesiz Allah mü’minterden… satın almıştır” (et-Tevbe, 9/111) buyruğun­da sözü geçen mü’minlerin nitelikleri olsaydı, bu vaadin yalnızca mücahid-lere has olması gerekirdi.

Tefsirini yapmakta olduğumuz âyet-i kerime Abdullah b. Mes’ud’un Mus-hafî’nda: “Tevbe edenler, ibadet edenler…” şeklinde olup bun­dan sonraki sıfatlar da böyledir. Bu da iki türlü açıklanabilir. Birincisine gö­re bu, bir önceki âyet-i kerimede geçen mü’nıinlerin sıfatı olarak i’rabda mü’minlerin i’rabına tabi kılınmıştır. (Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: O mü’minler ki, tevbe edenler, ibadet edenler…dir). İkinci açıklamaya göre, övgü olmak üzere nasb edilmiştir. (Yani: İşte o tevbe edenler, ibadet edenler… gerçekten övülmeye değer kimselerdir).

  1. “Kötülükten Vazgeçirmeye Çalışanlar”Anlamındaki Buyruktan Önce Gelen “Vav”:

İlim adamları, yüce Allah’ın: “Kötülükten vazgeçirme­ye çalışanlar” buyruğundaki “vav”ın gelişi hususunda farklı görüşlere sahip­tirler. (Çünkü, sıfatlar arasına vav girmemelidir). Bir görüşe göre, buradaki “vav”, yüce Aliah’ın şu buyruğunda olduğu gibi, “kötülükten vazgeçirme­ye çalışanların niteliği başına getirilmiştir. (Yani, bu da bir sıfattır): “H&, Mim. Kitabın indirilmesi, hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır. O, günah­ları bağışlayan ve tevbeleri kabul eden… dır” (el-Mu’min, 40/1-3). İşte yü­ce Allah bu âyeti kerimede de mü’minlerin niteliklerinin bir bölümünü “vav” getirerek, bir bölümünü de getirmeksizin zikretmiştir. Bu ise Arap di­linde uygun ve alışılmış bir şeydir. Bu gibi hususlarda “vav” harfinin niçin gel­diğinin hikmeti ve gerekçesi araştırılmaz.

Bir diğer görüşe göre, kötülükten alıkoymaya çalışan kimsenin, iyiliği em­reden kimse ile birlikte sözkonusu edilişi dolayısıyla araya “vav” harfi gel­miştir. Hemen hemen bunlardan birisi tek başına zikredilmiyor gibidir. “Dul­lar ve bakireler” (et-Tahrim, 66/5) buyruğu da böyledir. Bundan sonra ge­len “ve Allah’ın şuurlarını koruyanlar” anlamındaki buyruğun başına da “vav” harfinin gelmesi ise, “vav” ile atfedilen kelimeye yakın olmasından do­layıdır. Bu “vav”ın zâid olduğu da söylenmiştir, ancak bu görüş zayıftır ve bir anlam ifade etmez.

Bir diğer görüşe göre buradaki “vav,” “vav-t semâniye” (zikredilen yedi şey­den sonra sekizincinin başına getirilen “vav”) olduğu da söylenmiştir. Çün­kü, Araplara göre yedi, tam ve sahih bîr sayıdır. Yüce Allah’ın: “Dullar ve ba-kireler” anlamındaki buyruk ile, “ve kapılan açılacağında” (ez-Zümer, 39/73) ile: “Yedidir ve sekizincileri köpekleridir diyecekler” (el-Kehf, 18/22) buyruğunda da böyledir. îbn Haleveyh bunu, Ebu Ali el Farisî ile münazaraünda yü­ce Allah’ın: “Ve kapıları açılacağında” buyruğundaki “vav”ın anlamına dair açıklamalarında zikretmiş, ancak Ebu Ali bunu kabul etmemiştir. İbn Atiyye der ki: Bana babam -Allah ondan razı olsun- nahiv alimi üs-tad -gözleri görmeyen- Ebu Abdullah el-Malâkî (Malakal)den -ki, Gırnata’yi yurt edinip, orada İbn Habus döneminde Kur’an okutmuş bir kimsedir-şöyle dediğini anlattı: Bu, kimi Arap kabilelerinin fasih bir şivesidir. Bunlar, saydıkları vakit bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi ve sekiz, dokuz, on… diye sa­yarlar. Evet, bunların lehçeleri böyledir. Bunların lehçelerinde sekizinci bir şey sözkonusu edildi mi, araya “vav” koyarlar.

Derim ki: Bu Kureyş’in de şivesidir. İleride buna dair açıklamalar ve bu­nun tenkidi -yüce Allah’ın izniyle- el Kehf Sûresi’nde (18/22. âyetin tefisinn-de) ve yine -yüce Allah’ın izniyle- ez-Zümer Sûresi’nde (30/75- âyetin tefsi­rinde) gelecektir.[227]

113.0 çılgın ateşlikler oklukları açıkça ortaya çıktıktan sonra ak­rabaları dahi olsalar, müşriklere Peygamberin de mü’minlerln de mağfiret dilemeleri olur şey değildir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[228]

  1. Nüzul Sebebi:

Müslim, Said b. el-Müseyyeb’den rivayetine göre o, babasından şöyle de­diğini nakletmektedir: Ebu Talibin vefatı yaklaşınca, Rasûlullalı (sav) yanı­na geldi. Yanında, Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Umeyye b. El Muğire’nın de bulunduğunu gördü. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Amcacığım, lâilâhe illal­lah de. Bu kelime sayesinde ben Allah nezdinde senin lehine şahidlikte bu­lunabilirim.” Bunun üzerine Ebu Cehil ile Abdullah b. Ebi Umeyye şöyle de­diler: Ey Ebu Talib, sen Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin. Ra­sûlullah (sav) ise bu sözleri söylemesi için ona tevhid kelimesini teklife de­vam ediyor ve bu sözlerini tekrar edip duruyordu. Bu, Ebu Talib’in onlara kendisinin Abdulmuttalib’in dini üzere olduğunu söylediği son sözlerine kadar devam etti ve lâ ilahe illallah demeyi kabul etmedi. Bunun üzerine Rasûlul-lah (sav) şöyle buyurdu: “Bense Allah adına yemin ederim ki, sana mağfiret dilemek bana yasaklanmadıkça, senin için mağfiret dilemeye devam edeceğim.” Bunun üzerine yüce Allah da: “O çılgın ateşlikler oklukları açık­ça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere Peygam­berin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir” buyruğunu indirdi. Ayrıca yüce Allah, Ebu Talib hakkında bir buyruk indirerek Rasûlul-lah (sav)’a hitaben şöyle buyurdu: “Muhakkak ki sen, sevdiğini hidâyete er­diremezsin. Fakat Allah dilediğine hidâyet verir ve O, hidâyet bulanları da­ha iyi bilir.” (eI Kasas: 28/56).[229]

Buna göre bu âyet-i kerime, Peygamber (sav)’in amcası için mağfiret dilemesini nesh etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber, Sahih’in dışındaki kitap­larda rivayet edildiğine göre, ölümünden sonra amcası için mağfiret dilemiştir. el-Huseyn b. el-Fadl der ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü sûre, Kur’ân-ı Kerimden son nazil olan bölümlerdendir. Ebu Talib ise Peygamber (sav) Mekke’de iken İslâmın ilk dönemlerinde vefat etmiştir.[230]

  1. Kâfirlerle İlişki ve Onlara Mağfiret Dilemek:

Bu âyet-i kerime, hayatta olanlarıyla, ölmüşleriyle kâfirler ile dostluk ifişkilerinin kesilmesi gereğini ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah, mü’min-lere, müşrikler için mağfiret dileme hakkını vermemektedir. Buna göre müş­rik bir kimseye mağfiret talebinde bulunmak caiz olmayan şeylerdendir. Denil­se ki: Peygamber (savVin Uhud günü küçük azı dişini kırıp yüzünü yaraladık­ları esnada “Allah’ım, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar” de­miştir. Peki, Hz, Peygamberin bu yaptıkları ile yüce Allah’ın Rasûlüne ve mü’minlere, müşriklere mağfiret istemelerini yasaklamasını bir arada nasıl bağ­daştıracağız?

Böyle diyene şöyle cevap verilir: Peygamber (sav)’in söylediği nakledilen bu söz, kendisinden önce geçen peygamberlerden bir nakil şeklindedir. Buna delil de Müslim’in, Abdullah (b. Mes’ud) dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ben, Peygamber (sav)’e kavmi tarafından kendisine vurulup da yüzünden kanları silerken ve bu arada: “Rabbim, kavmime mağfiret buyur. Çünkü onlar bilmiyorlar” diyen bir peygamberin durumunu naklederken onu görür gibiyim.[231]

Buharide de şöyle denilmektedir: Peygamber (sav) kendisinden önce kav­mi tarafından başı yaralanmış bir peygamberden sözetti. Peygamber (sav) onun haberini anlatmaya koyuldu ve onun: “Allah’ım, kavmime mağfiret buyur, çünkü onlar bilmiyorlar” dediğini nakletti.[232]

Derim ki: İşte bu, Hz. Peygamber’in kendisinden önceki peygamberler­den birisini anlattığı hususunda açık bir ifadedir. Yoksa, bazılarının zannet­tiği gibi bunu Hz. Peygamber kendi durumunu anlatmak için zikretmiş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

İleride, yüce Allah’ın izniyle Hûd Sûresi’nde (11/44. âyetin tefsirinde) açık­laması da geleceği üzere, Hz. Peygamberin hakkında bu olayı zikrettiği kişi, Nûh (a.s)’dır.

Âyet-i kerimede geçen mağfiret dilemek ile cenaze namazının kastedildiği de söylenmiştir. Bir ilim adamı şöyle demiştir: Zinadan hamile kalmış Habeş-li bir kadın dahi olsa, kıble ehlinden herhangi bir kimsenin cenaze namazını terk etmem. Çünkü ben, yüce Allah’ın: “Müşriklere, Peygamberinde mü’miıüerln de mağfiret dilemeleri olur şey değildir” buyruğu ile müşrik­ler dışında herhangi bir kimseye duayı (ve cenaze namazını kılmayı) yasakladığını duymuş değilim. Ata b. Ebi Rebah der ki: Müşriklere dua etmeyi yasaklayan âyet-i kerime ve burada mağfiret dilemeyi yasaklayan âyet-i kerime ile kastedilen şey (cenaze) namazıdır.

Üçüncü bir cevap da şöyledir: Hayatta bulunanlara mağfiret dilemek caizdir. Çünkü, onların iman etmeleri umulur. Güzel sözlerle onların kalp­lerini ısındırmak ve dine girmeye onları şevklendirmek mümkündür.

Pek çok ilim adamı da şöyle demektedir: Kişinin, hayatta bulundukları sürece, kâfir anne ve babasına dua etmesinde, onlar için mağfiret dilemesin­de bir mahzur yoktur. Ancak, ölenden ümit tamamıyla kesilmiş olduğundan ona dua edilmez.

İbn Abbas der kî: Müslümanlar, ölmüşlerine mağfiret diliyorlardı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, bu sefer onlara mağfiret dilemekten uzak durdular. Ancak, ölecekleri vakte kadar hayatta olanlar için mağfiret dilemelerini de yasaklamadı.[233]

  1. “Olacak Şey Değildir”, “Olmaz” Anlamındaki Buyruğun Kufan-ı Kerim’de Kullanılışı:

Meâni’l-Kur’ân’a dair eser yazanlar derler ki; “Olacak şey değildir, olmaz” terkibi, Kur’an-ı Kerim’de iki anlamda kullanılır. Birincisi; yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi nefiy anlamı: “Onların ağaçlarını bitirmek sizin için mümkün olmaz” (en-Nenü, 27/60); “Allah’ın izni olmadıkça hiç bir kim­se ölmez.” (Âli İmran, 3/145) Diğeri İse, yüce Allah’ın şu buyruklarında ol­duğu gibi nehiy anlamıdır: “Sizin, Allah’ın Rasûlüne eziyet vermeniz de… olacak bir şey değildir” (el-Ahzab, 33/53.) ile: “Müşriklere, Peygamber’ta de mü’mlnlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir.”[234]

  1. İbrahim’in babasına mağfiret dilemesi, ancak ona verdiği bir sözden dolayı îdi. Ama, onun Allah’ın düşmanı olduğu açıkça kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim çokça yalvarıp yakaran ve gerçekten yumuşak huylu İdi.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[235]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi ve Hz. ibrahim’in Babasına Mağfiret Dileme Sözü:

Nesaî’nin rivayetine göre Ali b. Ebi Talib (r.a) şöyle demiştir: Ben, birisinin -müşrik oldukları halde- anne babasına mağfiret dilemekte olduğunu duyun­ca ona, her ikisi de müşrik oldukları halde onlara mağfiret mi diliyorsun diye sordum. O bana: İbrahim (as) babasına mağfiret dilememiş miydi? dedi. Bunun üzerine ben, Peygamber (sav)’ın yanına gittim ve ona bunu sordum. “İbrahim’in babasına mağfiret dilemesi ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi” buyruğu indi.[236]

Buyruğun anlamı şudur: Ey müzminler, İbrahim el-Halil (sav)’in babası için mağfiret dilemesinde lehinize delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü onun bu isteği ancak vermiş olduğu bir sözden ötürü idi.

İbn Abbas der ki: Hz. İbrahim’in babası, kendisine Allah’a iman edeceğine ve putları terk edeceğine dair söz vermişti. Ancak, babası küfür üzere ölün­ce, artık onun Allah’ın bir düşmanı olduğunu kesinlikle bildi ve ona dua et­meyi terk etti. Buna göre yüce Allah’ın: “Ona” buyruğundaki zamir, Hz. İbrahim’e; söz veren kişi ise onun babasıdır. Söz verenin Hz. İbrahim olduğu da söylenmiştir. Yani, Hz. İbrahim babasına, kendisine mağfiret dileyeceğine dair söz vermişti. Ancakf müşrik olarak ölünce ondan uzaklaştı. Bu söz verişine ise, yüce Allah’ın: “Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim” (et-Tevbe, 9/471 buyruğu da delil teşkil etmektedir.

Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî der ki: Peygamber (sav), Ebu Talib’e mağfiret dilemek hususunda yüce Allah’ın: “Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim” buyruğuna dayanmıştı. Yüce Allah ise ona, Hz. İbrahimin babasına mağfiret dilemesinin, onun kâfir olduğu açıkça ortaya çıkmadan ön­ce babasına verdiği bir söz dolayısıyla olduğunu haber verdi. Hz. İbrahim, babasının açıkça küfrünü anlayınca, ondan uzaklaştı. O halde sen Ey Muhammed! Amcanın kâfir olarak öldüğünü gördükten sonra nasıl olur da ona mağ­firet dileyebilirsin![237]

  1. Ölüm Esnasındaki Durumunun Zahirine Göre Kişi Hakkında Hüküm Verilebilir

Ölüm esnasında kişinin durumunun zahirine göre hüküm verilir. Eğer iman üzere ölürse, onun lehine böylece hüküm verilir. Şayet küfür üzere ölürse, yine onun hakkında böylece hüküm verilir. Rabbin ise onun içyüzünü en iyi bilendir. Şu kadar var ki, Peygamber (sav)’e amcası Hz. Abbaş: Ey Allah’ın Rasûlü! amcana herhangi bir faydan oldu mu diye sorunca, Hz. Peygamber, “evet” demişti..[238] Burada sözü geçen şefaat (faydalı oluş.) ise, “et-Tezkire” adlı eserimizde de açıkladığımız gibi, cehennemden çıkışa dair değil, azabın hafifletilmesine dairdir.[239]

  1. “Evvâk: Yalvarıp Yakaran” île İlgili İlim Adamlarının Açıklamaları:

İlim adamları, “evvâh” kelimesinin anlamı İle ilgili farklı onbeş görüş ileri sürmüşlerdir;

1- Çokça dua eden kimse. Bu görüşü İbn Mes’ud ve Ubeyd b. Umeyr ifade etmişlerdir.

2- Allah’ın kullarına karşı çokça merhametli olan kimse. Bunu da el-Hasen ve Katade ifade etmiştir. İbn Mes’ud’dan da rivayet edilmekle birlikte, birin­ci görüşün İbn Mes’ud’a ait olduğu senet bakımından daha sahihtir. Bu açıklamayı da en-Nelıhâs yapmıştır.

3- Kesin inanç ve yakîn sahibi. Bunu da, Ata ve İkrime ifade etmiş olup ayrıca Ebu Zabyân bunu İbn Abbas’dan da rivayet etmiştir.

4- Habeşçe’de mü’min demektir. Bunu da îbn Abbas söylemiştir.

5- Kimsesiz, ıssız, kurak yerlerde Allah’ı anıp teşbih eden kimse demek­tir. Bunu el-Kelbî ve Said b. El Müseyyeb söylemişlerdir.

6- Yüce Allah’ı çokça zikreden kimse. Bunu Ukbe b. Âmir söylemiştir. Pey­gamber (sav)’in huzurunda, yüce Allah’ı çokça zikredip, çokça teşbih eden bir kimseden söz edilince, Hz. Peygamber: “Şüphesiz ki o, çok evvâh bir kim­sedir” diye buyurmuştur.[240]

7- Evvâh, çokça Kur’ân-ı Kerim okuyan kimse demektir. Bu da İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.

Derim ki; Bütün bu görüşler, birbiriyle iç içedir. Kur’ân tilaveti ise bütün bunları kapsar.

8- Evvâh, çokça âlı eden kimsedir. Bu açıklamayı Ebu Zer yapmıştır. İb­rahim (a.s) da: “Âh demenin fayda vermeyeceği bir vakit gelmeden önce cehennem ateşinden âh” derdi. Ebu Zer der ki: Bir adam Beytullahı çokça tavaf eder ve dua ettiği sırada âh, âh dermiş. Ebu Zer bu adamı Peygamber (sav)’e şikâyet edince, Hz. Peygamber: “Bırak onu çünkü o, çok evvâh bir kimsedir” dîye buyurmuştur. Bir gece dışarı çıktığımda, Peygamber (sav)’in o adamı geceleyin -beraberinde bir kandil bulunduğu halde- defnettiğini gör­düm.[241]

9- Evvâh, fakih (dinde inceliğine bilgi sahibi, ince kavrayışlı) kimse demektir. Bu açıklamayı da Mücahid ve en-Nehaî yapmıştır.

10- Huşu duyan, yalvarıp yakaran kimse demektir. Bunu da Abdullah b. Şeddâd b. el-Had , Peygamber (sav)’den rivayet etmiştir. Enes de der ki: Bir kadın Peygamber (sav)’in huzurunda hoşuna gitmeyecek bir söz söyledi. Hz. Ömer bu şekilde konuşmaktan onu alıkoyunca, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bırakın o kadını. Çünkü o evvâh bir kadındır.” Ey Allah’ın Rasûlü evvâh ne demektir diye sorunca, Hz. Peygamber: “O, hâşia (huşu duyan) bir kadındır” diye cevap verdi.[242]

11- Evvâh, hatırladığında, günahlarından dolayı mağfiret dileyen kimse demektir. Bunu da Ebu Eyyûb söylemiştir.

12- Günahlarından dolayı çokça âh eden kimse demektir. Bu açıklamayı da el-Perrâ yapmıştır.

13- Hayır yaptığı bilinen kimse demektir. Bunu da Said b. Cübeyr söylemiş­tir.

14- Çok şefkatli kimse demektir, Bu açıklamayı da Abdulaziz b. Yahya yap­mıştır. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a) da şefkat ve ince kalpliliği dolayısıyla “ev-vâh” diye adlandırılırdı.

15- Evvâh, yüce Allah’ın hoşlanmadığı herşeyden dönen, vazgeçen kim­se demektir. Bu açıklamayı da Ata yapmıştır.

Bu kelimenin aslı, “teevvüh; âh edip inlemek” den gelmektedir ki, bu da ızdıraplıca uzun nefes alındığı vakit göğüsten geldiği işitilen ses demektir. Kâ’b dedi ki: İbrahim (a.s) ateşi hatırladı mı, âh ederdi. el-Cevherî der ki: Arap­ların bir şeyden şikâyet ettikleri vakit, bu işten “âh” demeleri bir ızdırap çek­me ifadesidir. Şair der ki:

“Onu hatırladığım her seferinde âh (ederim), onu hatırlamamdan ötürü Ve (yine âh) aramızdaki yer ve gök kadar uzaklıktan dolayı.”

Kimi zaman aradaki “vav”ı da “elife kalbederek; (evvih değil de): Bu iş­ten âh derler. Bazen de “vav” harfini şeddeli ve esreli, “he* harfini de sakin olarak: Bu işten evvih derler. Kimi zaman da “vav” harfini şeddeli söylemekle birlikte “he” harfini hazfederek: Bu işten evve derler. Bazıları da hem hemzeyi med ile “vav” harfini şeddeli üstün ile, “he” harfini de sakin olarak; şikâyet ederken, sesi uzatmak kastıyla şeklinde söylerler. Kimi zaman araya bir “te” harfini de sokarak; (iyi) da dedikleri olur. Bu durumda hem­zeyi medli okudukları da olur, medsiz okudukları da. Bir kimsenin âh demesini anlatmak üzere; fiili ve mastarları kullanılır. İsmi ise, şeklinde hemzenin meddi ile söylenir. Şair el-Musakkib el-Abdî der ki:

“Ben geceleyin ona (deveme) yük vurmak üzere kalktım mı, Çok üzüntülü, kederli adamın âh demesi gibi âh edip inler.”

Halîm (yumuşak huylu) ise, hilmi çok kimse demektir. Bu ise, günahları bağışlayıp eziyetlere kadanan kimse demektir. Bir diğer açıklamaya göre, Al­lah için olması hali müstesna hiçbir kimseyi cezalandırmayan ve yine Allah için olması hali müstesna hiçbir kimseden intikam almayan kimse demektir. İbrahim (a.s) da işte böyle idi. O, namaza kalktı mı, iki millik bir mesafeden kalbinin çarpıntı sesleri işitilirdi.[243]

  1. Allah bir kavme hidayet verdikten sonra, sakınacakları şeyle­ri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırmaz. Şüphe­siz Allah, her şeyi çok İyi bilendir.
  2. Şüphesiz, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Diriltir ve öldü­rür. Sizin Allah’tan başka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır.

“Allah Ur kavme hidayet verdikten sonra… onları saptırmaz.” Yani, Al­lah bir kavme sakınacaktan şeyleri gereği gibi açıklamadıkça ve onlara hi­dayeti beyan ettikten sonra, onlar takvayı terketmedikleri sürece kalplerine sapıklığı bırakacak değildir. Böyle yaptıkları vakit saptırılmayı hakederler.

Derim ki: İşte bu buyrukta masiyetlerin İşlenip masiyet perdeleri yırtılıp çiğnenmesinin sapıklığa, helake sebep teşkil ettiğine, doğruluk ve hidaye­tin terkedilmesine bir basamak olduğuna en açık bir delil vardır. Şanı yüce Allah’tan doğruluk üzere sebatı, hakka muvaffakiyeti ve dosdoğru yürüme­yi lütfuyla bağışlamasını dileriz.

Ebu Amr b. el-Alâ -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah’ı: “Sakına­cakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe” buyruğu hakkında şöy­le demektedir: Yani, emri onlara karşı delil ortaya koymadıkça… demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir ülkeyi helak etmek istediği­miz saman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de ora­da fasıkhk ederler”(el-İsra, 17/16)

Mücahid der kî: “Sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedik­çe” yani, İbrahim’in durumunu, özellikle müşriklere mağfiret dilememeleri gerektiğini bildirip, onlara genel olarak da itaat ve masiyeti beyan etmedik­çe demektir. Rivayet olunduğuna göre, İçkiyi haram kılan buyruk nazil olup da bu konuda İş sıkı tutulunca, Peygamber (sav)’e, içki içtiği halde ölüp gidenlerin durumunu sordular. Bunun üzerine yüce Allah: “Allah bir kavme hidayet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildir­medikçe onları saptırmaz” buyruğunu indirdi. İşte bu âyet-i kerîme ile -ön­ceden de geçüği gibi (el-Fatiha Sûresi, 30. başlık ile, el-Bakara, 2/7. âyet, 3. bastıkta)- hidayet ve imanlarını kendilerinin yarattıklarını ileri süren Mu’tezile ve aynı görüşü ileri süren diğer fırkaların kanaatleri açık bir şekilde red­dedilmektedir.

Yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir. Şüphesiz gök­lerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan baş­ka ne bir veliniz, ne de bir yardımcınız vardır” buyruğunun anlamına da­ir açıklamalar ise birden çok yerde önceden geçmiş bulunmaktadır. (Mese­la, bk. el-Bakara, 2/28, 29. âyet 10. başlık ve 107. âyet).[244]

  1. Andolsun ki Allah, Peygamberini de, İçlerinden bir grubun gö­nülleri az kalsın eğrilmek üzere İken dar sunanda ona tabi olan Muhacirlerle Ensan da tevbeye muvaffak ettL Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlan çok esirgeyen­dir, çok bağışlayandır.

Tirmizî rivayetle der ki: Bize, Abd b. Humeyd anlattı, bize Abdurrezzak an­lattı, bize Ma’mer, ez-Zührrden haber verdi. O, Abdurrahman b. Kâ’b b. Ma-Hk’ten, o, babası (Kâ’b) dan dedi ki: Bedir dışında Tebûk gazvesi olana ka­dar ben, Peygamber (sav)’in katıldığı hiçbir gazadan geri kalmış değilim. Pey­gamber (sav) Bedir’e katılmadık hiçbir kimseye de serzenişte bulunmadı. Çün­kü o, kervanı yakalamak için (Medine’den) çıkmış Kureyşlîler de kervanları­nın yardımına koşmak üzere (Mekke’den) çıkmıştı. Ve -yüce Allah’ın da bu­yurduğu gibi- önceden bir sözleşme olmaksızın birbirleriyle karşılaşmışlardı. Yemin ederim ki, insanlar arasında (ki kanaate göre) Rasûlullah (sav)’in ka­tıldığı en şerefli vak’a Bedir’dir. Oysa ben onunla İslâm üzere ahidleştiğimiz vakit Akabe gecesindeki bey’atim yerine Bediide bulunmuş olmayı tercih et­mem. Bundan sonra Rasûlullah (sav)’dan Tebuk gazvesine kadar hiç bir gazada geri kalmadım. Tebuk ise, Hz. Peygamberin yaptığı son gazası idi. Pey­gamber (sav) ise, yola koyulacağını ilan etti… diye hadisi uzun uzadı ya nak­lettikten sonra şunları söyler: Peygamber (sav)’in yanına gittim. Etrahnda müslümanlar olduğu halde mescidde oturuyordu. Yüzü ay gibi aydınlıktı. Aydın­lık saçıyordu. Bir işe sevindi mi, yüzü aydınlanırdı. Vanp huzurunda önün­de oturdum; “Müjde sana ey Kâ’b b. Malik! Annenin seni doğurduğu günden bu yana senin için en hayırlı gün (bu gündür).” Ey Allah’ın Peygamberi dedim, bu (tevbemin kabulü) Allah nezdinden mi, yoksa senden mi? “Hayır, Al­lah nezdindendir” diye buyurdu, sonra da şu: “Andolsunkİ Allah, Peygam­berini de, içlerinden… ona tabi olan Muhacirlerle Ensan da tevbeye muvafiak etti.., Şüphesiz Allah tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet eden­dir” buyruğunu okudu. (Kâ’b b. Malik devamla) yine: “Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (et-Tevbe, 9/119) âyeti de hakkımızda indirilmiştir; diyerek hadisin geri kalan bölümünü zikretti. İleride yüce Allah’ın izniyle tev-beleri kabul olunan üç kişinin kıssasına dair Müslim’in Sahih’inden aktaraca­ğımız rivayetle bu hadis tamamiyle gelecektir.[245]

Yüce Allah’ın Peygamberden, Muhacirlerden ve Ensardan kabul ettiği bu tevbe hususunda İlim adamlarının farklı görüşleri vardır. îbn Abbas der ki: Peygamber (sav)’in tevbesinin kabulü, münafıklara, cihada çıkmayıp oturma­larına izin vermesinden dolayı olmuştu. Buna delil, yüce Allah’ın: “Allah af­fetsin seni… Niçin onlara izin verdin” (.et-Tevbe, 9/43) buyruğudur. Mü’min-leri ise, bazılarının Hz. Peygamber’den geri kalıp savaşa çıkmamaya kalple­rinin meyletmeleri dolayısıyla affetmişti.

Bir diğer görüşe göre yüce Allah’ın tevbelerini kabul etmesi, onları zor­luğun sıkıntılarından kurtarmasıdır. Bunun, onları düşmanların musibetleri­ne sevinmesinden kurtarması şeklinde ortaya çıktığı da söylenmiştir. Her ne kadar örfen tevbe bu anlama gelmiyor ise de, bundan tevbe diye söz edil­mesi, bunda bir bakıma tevbedeki niteliğin bulunmasından dolayıdır ki, bu da ilk hale dönüştür. Meâni alimleri de derler ki: Burada tevbede Peygam­ber (sav)’in sözkonusu edilmesi, tevbe etmelerine sebep o olduğundan do­layıdır. Yüce Allah’ın: “Bilin ki… beşte biri Allah’a, Rasûlüne… aittir” (el-Enfâl, 8/41) buyruğunda olduğu gibi.

Yüce Allah’ın: “Dar zamanda ona tabi olan” yani, darlık vaktinde (saatü’l-usra) ona uyan kimseler demektir. Maksat ise o gazanın sürdüğü bütün va­kitlerdir. Muayyen bir süreyi kastetmemektedir. Denildiğine göre darlık anı (saatü’1-usra), o gazada karşı karşıya kaldıkları en zorlu ve sıkıntılı vakitler­dir. O sıra zorluk, darlık; işin zorluğu demektir.

Hz. Cabir der ki: Binek zorluğu, azık zorluğu ve su zorluğu aleyhlerine bir arada toplanmıştı. el-Hasen der ki: Müslümanların zorluk ve sıkıntıları öy­le bir noktaya gelmişti ki, tek bir deveye birkaç kişi kendi aralarında nöbet­leşe biniyorlardı. Azıkları ise, kurtlu hurma, acımış arpa, kokmuş iç yağı idi. Üç ile dokuz arası bir topluluk savaşa çıktıkları halde, beraberlerinde ancak ortaklaşa paylaşabilecekleri birkaç hurmadan başka bir şey yoktu. Onlardan herhangi birisi acıktı mı, bir hurmayı alır ve tadını alıncaya kadar dişleri ara­sında çiğner, sonra da onu arkadaşına verirdi. Arkasından üzerine bir yudum su içerdi. Bu şekilde son fertlerine kadar böylece devam ederlerdi. Ve niha­yet hurmadan çekirdeği kalıncaya kadar bunu sürdürürlerdi. Samimiyet ve yakinleri üzere herhangi bir değişiklik olmaksızın Peygamber (sav) ile bir­likte yollarına devam ettiler. Allah onlardan razı olsun.

Ömer (r.a), kendisine bu darlık anı hakkında soru sorulduğunda şöyle de­miştir: Oldukça sıcak bir mevsimde yola çıktık. Son derece susamış olduğu­muz halde bir yerde konakladık. Adeta susuzluktan boynumuz kopacak zannetmiştik. Öyle ki, kişi devesini keser, işkembesindeki pisliklerini sıkarak, sık­tığı suyunu içer, geri kalanını da serinlemek üzere göğsüne bastırırdı. Hz. Ebu Bekir dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, Allah, dua ettiğin vakit sana hayır verme­yi îtiyat edinmiştir. Haydi bizim için dua ediver. Hz. Peygamber: “Böyle bir şey yapmamı ister misin”? deyince, Hz. Ebu Bekir’in: Evet demesi üzerine el­lerini kaldırdı. Ellerini geri çevirmeden gökte bulut belirdi, sonra da yağmur yağdı. Beraberlerindeki kapları doldurdular. Sonra geri dönüp baktığımızda yağan yağmurun askeri karargahın dışına taşmadığını gördük.[246]

Ebu Hureyre ve[247] Ebu Said de rivayetle dediler ki: Tebuk gazvesinde Pey­gamber (sav) ile birlikte idik. İnsanlar açlık musibetiyle karşı karşıya kaldı­lar ve: Ey Allah’ın Rasûlü, dediler. Bize izin versen de develerimizi kesip etlerini yesek ve yağlarından faydalansak. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): “Ya­pınız” diye buyurdu. Hz. Ömer gelip şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü! Böyle bir şey yapacak olurlarsa bineklerimiz azalır. Fakat, sen onlardan fazla azık­larını getirmelerini iste. O azıklar üzerinde Allah’ın bereket ihsan etmesi için dua et. Olur ki Allah böylelikle bunda bir bereket ihsan eder. Hz. Peygam­ber “Olur” diye buyurdu. Daha sonra deriden bir sofra getirilmesini istedi, (getirildi ve yayıldı). Sonra da artan azıkların getirilmesini istedi. Kimisi bir avuç mısır, kimisi bir avuç hurma, bir diğeri bir ekmek parçası getirip koy­du. Nihayet o sofra üzerinde az miktarda bir şey toplandı. Ebu Hureyre de­di ki: Ben onun ne kadar olduğunu tahmin etmek istedim; yere oturan bir keçinin oturduğu kadar bir yer doldurduğunu gördüm. Rasûlullah (sav) ona bereket İhsan edilmesi için dua etti, sonra da: “Haydi kaplarınızı doldu­run” diye buyurdu. Kaplarına doldurmaya başladılar, nihayet -kendisinden başka ilah olmayan Allah hakkı için yemin ederim ki- karargâhta doldurul-madık hiç bir kap kalmadı, bulunanlar da doyuncaya kadar yemek yediler. Geriye bir miktar birşeyler arttı, bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle bu­yurdu: “Şehadet ederim ki, Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur ve şüphesiz ki ben Allah’ın Rasûlüyüm. Eğer ki bir kul bunlar hakkında şüphe etmeksizin bu iki şehadet ile Allah’ın huzuruna çıkarsa, asla o, cennet(e girmek) den alıkonulmayacaktır.” Bu hadisi Müslim Sahihinde bu lafız ve manası ile riva­yet etmiştir.[248] Yüce Allah’a hamd olsun.

İbn Arefe dedi ki: Tebuk ordusuna “Ceyşu’I-Usra: Zorluk Ordusu* denil­mesinin sebebi, Rasûlullah (sav)ın insanları savaşa sıcakların arttığı bir dö­nemde çağırmış olmasıdır, Bu sebepten, bu çağrı onlara ağır ve zor gelmiş­ti. Hurmaların satılacağı zamandı. Zorluk ordusunun gösterilen bir örnek (darb-ı mesel) haline getirilmesi ise, Rasûlullah (sav)’ın daha önceden ben­zer sayıda bir orduyla birlikte gazaya çıkmamış olmasıdır. Çünkü Bedir gü­nü beraberindekiler 310 küsur kişi idiler. Uhud günü 700, Hayber günü 1500, Mekke’nin fetlıedildiği günü 10.000, Huneyn günü 12.000 kişi idiler. Tebuk gazvesinde ordusunun sayısı ise 30.000 hatta daha fazla idi. Ve bu Hz. Pey­gamberin katıldığı son gazve olmuştu. Rasûlullah (sav) Recep ayında gaza­ya çıkmış, Şaban ayı ile Ramazandan bir kaç gün Tebuk’ta kaldıktan sonra etrafa birçok seriyeler göndermiş ve bir çok kavimle cizye ödemeleri şartıy­la barış yapmıştı.

Bu gazada Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi yerine Medine’de vekil bırakmıştı. Bunun üzerine münafıklar da: Ona buğzettiği için onu geride bıraktı. Bunun üzerine Hz. Ali, Peygamber (sav)’in ardından çıkıp gitmiş ve ona (söyledik­lerini) haber vermişti: Bunun üzerine Hz. Peygamber de: “Harun’un, Musa’nın nezdindeki bir mevkii gibi, senin de bana göre böyle bir mevkide olmaya ra­zı olmaz mısın?”[249] Böylelikle Hz. Peygamber, kendi emri ile Hz. Ali’nin Me­dine’de kalmasının ecir bakımından kendisiyle birlikte çıkmasına eş olduğu­nu da beyan etmiş oldu. Çünkü bütün mesele, Şâri’in emrine uygun hareket etmektir.

Bu gazaya Tebuk gazvesi deniliş sebebi, Peygamber (sav)’ı ashabından bir topluluğun kuruyup sertleşmiş bir kumu ellerindeki çubuklarla kazıdıkları­nı gördü. Yani, o kazıdıkları yere kaplarını sokuyor ve ordan su çıksın diye hareket ettiriyorlardı. Hz. Peygamber onlara: “Hâlâ onu kanştırıp duruyorsunuz” demesi üzerine bu gazveye “Tebuk Gazvesi” adı ve­rilmiştir.

Yüce Allah’ım “içlerinden bir grubun gönül­leri az kalsın eğrilmek üzere iken” buyruğunda geçen “Gönüller” ke­limesi, Sibeveyh’e göre, “Eğrilmek”[250] lafzı ile ref edilmiştir. ke­limesinde de; -di, idi’ye benzetilerek söz hazfedilebilir. Çünkü, bu ke­limede de de olduğu gibi, beraberinde haber de gelir. Bununla birlik­te, bunun; ile merfu olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdi­ri şöyle olur: “İçlerinden bir kesimin gönülleri az kalsın eğrilmek üzere iken…” el-A’meş, Hamza ve Hafs ise, “Eğril­mek” kelimesini “ye” ile okumuşlardır. Ebu Hatim ise, (kalpler kelimesi çoğul olduğundan, Arapçada da çoğul manen müennes sayıldığından, ona ait fiilin de “ye” ile değil “te” ile gelmesi gerektiğinden); şeklinde “ye” ile oku­yanın “kalpler” anlamındaki kelimeyi; ile ref etmesinin caiz olmayaca­ğını iddia etmiştir. en-Nehhâs ise der ki: Ebu Hâtim’in caiz görmediği şey, ço­ğulun tnüzekker kabul edilmesi esasına göre, başkalarınca caizdir. Nitekim el-Ferrâ da; Ülkeler geniş oldu” şeklinde Hicazhlann kullanımlarını nakletmektedir.[251]

“Eğritme”nİn anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Kalplerin, aşı­rı yorgunluktan, meşakkat ve sıkıntıdan telef olmak üzere İken anlamına gel­diği söylendiği gibi, İbn Abbas yardımcı olmak ve korumak hususunda nerdeyse haktan sapmak üzere anlamına geldiğini söylemiştir.

Bir diğer görüşe göre ise, onlardan bir kesim geri kalmak ve isyan etme­yi kararlaştırmışken, daha sonra ona kavuştular, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre onlar içten içe ona kavuşmayı kararlaştırdılar, Allah da onların tevbelerini kabul etti ve kavuşmalarını emretti.

Yüce Allah’ın: “Sonra onların bu tevbelerini kabul buyurdu” buyruğun­da geçen onların tevbelerini kabul buyurması denildiğine göre, kalplerine -eğrilip sapmasın diye- rahmetiyle yetişmesidir.

İşte, yüce Allah’ın telef noktasına geldikleri vakit gerçek dostlarına uygu­laması budur. Onlar, helak olmaya nefislerini alıştırdıklarında, cömertlik bulutlarından üzerlerine yağmur yağdırır ve kalplerini canlandırır.

Bu manada birkaç beyit nakledilmektedir:

“Umudum Sendendir ve ben Senden bir başka Rab bilmiyorum. İstediklerimin az bir bölümünün dahi kendisinden, umulup bekleneceği Yeryüzünde insanların sıkıntıları artacak olup da onlar Senden yardım dileyip hep birlikte yüksek sesle dua edecek olurlarsa Ve Sen kulları korkuyla, açlıkla sınayıp da, Onlar da günah üzere ısrar edip bir türlü günahtan vazgeçmeyecek olurlarsa, Yine de benim Senden başka sığınağım olmaz ey Rabbim,Ve kesinlikle inanırım ki ben, ancak Senin lütftûıla kurtulabilirim.”

Geri kalan üç kişi hakkında da: “Sonra tevbe etsinler dîye onları tevbe-ye muvaffak buyurdu” diye buyurmaktadır. Denildiğine göre: “Sonra onla­rın tevbelerini kabul buyurdu” buyruğunun anlamı şudur: Tevbe etsinler di­ye onları tevbeye muvaffak kıldı. Anlamın, tevbelerini kabul etti şeklinde ol­duğu da söylenmiştir. Yani, tevbe etsinler diye onlara geniş bir mülılet ver­di ve cezalarım vermekte acele etmedi. Bir başka görüşe göre, tevbe üzerin­de sebat etsinler diye tevbelerini kabul etti anlamındadır. Bir diğer görüşe gö­re de anlam; kendilerinden razı olma haline geri dönsünler, diye tevbeieri-ni kabul etti şeklindedir.

Özetle, yüce Allah ezeli ilminde onlar lehine tevbe edeceklerine dair hü­küm vermemiş olsaydı, tevbe edemeyeceklerdi. Bunun delili ise, Hz. Peygam­berin: “Siz amel ediniz. Çünkü, herkese kendisi için yaratılmış olan neyse o, “[252]kolaylaştırılır.[253]

  1. Geri bırakılan üç kişinin de (tevbesini kabul buyurdu). Öyle ki, yeryüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdan­ları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan -yine O’ndan-başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Al­lah, tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet edendir.[254]

“Geri Bırakılma”nın Anlamı:

Yüce Allah’ın: “Geri bırakılan üç kişinin de” buyruğu, Mücâhid ve Ebû Malİk’ten nakledildiğine göre, “tevbeden geri bırakılan üç kişi” diye açıklan­mıştır. Katade ise, “Tebuk gazvesinden geri bırakılan üç kişi” diye açıklamıştır. Muhammed b. Zeyd’den de “geri bırakılanın, terkedilen anlamına gel­diğini söylediği nakledilmiştir. Çünkü, “filanı geri bıraktım”, onu terk ettim ve benim giriştiğim işe onu katmayarak onu oturur halde bırakıp ondan ay­rıldım, demektir.

İkrime b. Halid bu anlamdaki kelimeyi, Rasûlullah (savTın ardında geri ka­lanlar anlamında; diye okumuştur. Cafer b, Muhammed’den, onun bu kelimeyi; “Muhalefet edenler…” diye okuduğu rivayet edilmiştir.

“Geri bırakılanın, münafıklardan farklı olarak sonraya bırakılan, tehir edi­len ve haklarında herhangi bir hüküm verilmeyen kimseler anlamına geldi­ği de söylenmiştir. Çünkü, münafıkların tevbeleri kabul edilmemişti. Diğer bazı kimseler ise özür beyan etmiş ve bu özürleri de kabul edilmişti. Peygam­ber (sav) ise bu üç kişiyi haklarında Kur’ân-ı Kerîm buyruğu inene kadar er-telemişti, Müslim, Buhârî ve diğerlerinin rivayetleri gereğince doğrusu da bu­dur.

Lafız Müslim’in olmak üzere Kâ’b (b. Malik) dedi ki: Biz, yani bu üç kişi kendisine yemin ettiklerinde mazeretlerini kabul edip kendilerine bey’at edip mağfiret olunmalarını istediği o kimselerden geriye bırakılmıştık. Ve Rasû­lullah (sav) da işimizi, Allah hakkımızda hüküm verinceye kadar ertelemiş-ti. İşte bundan dolayı yüce Allah: “Geri bırakılan uç kişinin de…” diye bu­yurmuştur. Yoksa, şanı yüce Allah’ın sözünü ettiği geri bırakılışımız, gazadan geri kalıbımız değildir. Buradaki geri kalış, onun (Hz. Peygamberin) bizi ge­riye bırakması ve bizim işimizi kendisine yemin edip mazeret beyan eden ve bu mazeretlerini kabul ettiği kimselerden sonraya bırakmasından dolayıdır.[255]

Bu uzunca bir hadistir, bizim buraya aldığımız, bu hadisin son bölümü­dür.[256]

“Geri Bırakılanların Kimlikleri:

Geri bırakılan üç kişi ise, Kâ’b b. Malik, Âmiroğullanndan Murare b. Ra-bia ile Vakıfoğuflarından Hilâl b. Umeyye’dİr. Hepsi de Ensardan idiler. Bu-hârî ve Müslim onlara dair hadisi rivayet etmişlerdir.

Müslim dedi ki; … Kâ’b b. Malik’den, dedi ki: Tebuk gazvesi müstesna, Ra-sûlullah (sav)’in katıldığı hiçbir gazveden geri kalmadım. Şu kadar var ki, ben Bedir gazvesinden de geri kalmış idim. Ama, Peygamber o gazada kendisin­den geri kalan hiçbir kimseye serzenişte bulunmadı. Çünkü Rasûluflah (sav) ve müsiümanlar Kureyş’İn kervanını ele geçirmek kastıyla çıkmışlardı. Niha­yet Allah, onları ve düşmanlarını (önceden) herhangi bir sözleşme olmaksı­zın bir araya getirdi. Ben, Rasûlullah (sav) ile birlikte İslâm üzere ahidleşü-ğimiz vakit Akabe gecesinde hazır bulundum. Bunun yerine Bedir’de hazır bulunmuş olmayı tercih etmem. Her ne kadar Bedir insanlar arasında ondan daha meşhur ise de.

Tebuk gazvesinde Rasûlullah (sav)’dan geri kaldığım sırada durumuma da­ir haberin bîr bölümü şöyledir: O gazvede Peygamber’den geri kaldığım vak­te kadar hiçbir zaman daha güçlü ve daha bolluk içinde olmamıştım. Allah’a yemin ederim, ondan önce hiçbir zaman bir arada iki bineğim olmamıştı. Fa­kat aynı anda iki bineğim vardı. Rasûlullah (sav) oldukça sıcak bir dönem­de gazaya çıkmıştı. Önünde katedilecek uzun bir mesafe ve yollar vardı. Üze­rine gittiği düşman sayıca çok fazla idi. O bakımdan, gazalarına gereği gibi hazırlansınlar diye müslümanlara durumlarını açıkça ifade etti ve nereye git­mek istediğini onlara bildirdi.

Müslümanlar, Rasûlullah (sav) ile birlikte pek çoktular. Herhangi bir belleyicinin -divan defterlerinin (tutanaklarının)- deften onları bir arada yaza­bilmiş değildir.

Kâ’b dedi ki: Geri kalmak isteyip de -hakkında yüce Allah’tan bir vahiy inmediği sürece- bu işin Hz. Peygamber’e gizli kalacağım sanmayan kişi çok azdı.

Rasûiullah (sav) meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin hoş olduğu bir zaman­da bu gazaya çıktı. Bense, bu gibi şeylere bir parça düşkün bir kimse idim. Rasûlullah (sav) ve onunla beraber müsiümanlar bu gaza için hazırlıklarını yaptılar. Ben de onlarla birlikte hazırlık yapmak üzere gitmek istedimse de hiçbir İş göremedim. Kendi kendime: İstersem ben bunu yapabilirim, diyor­dum. Ancak, benim işi bu şekilde ağırdan alışım devam edip gitti. Nihayet insanlar ciddiyetle işe koyuldular. Rasûlullah (sav) ve beraberinde müsiüman­lar gazaya çıktılar, ben ise kendim için hiçbir hazırlık yapmadan duruyordum. Sonra bir sabah erkenden gittim, yine hiçbir şey yapmaksızın geri döndüm.

Benim bu işi ağırdan alışım devam edip durdu, nihayet onlar sür’atle yola ko­yuldular ve gaziler yol ahp ilerlediler. Bineğime binip onlara yetişmek iste­dim, keşke yapabilseydim. Sonra bu da benim için mukadder olmadı. Rasû-lullah (sav)’ın çıkışından sonra, insanlar arasına çıktığım da ben, ya müna­fık olduğu hususunda hakkında ciddi şüpheler bulunan, yahut Allah’ın ma­zur gördüğü zaytf kabul ettiği kimselerden başka benim gibi geri kalmış hiç­bir kimse görmeyişim beni üzüyordu,

Rasûlullah (sav) Tebuk’e ulaşıncaya kadar beni anmadı. Tebuk’de asha­bı arasında otururken: “Kâ’b b. Malik ne yaptı acaba?” diye sordu, Seleme-oğullarından bir kişi: Ey Allah’ın Rasûlü dedi, onu iki elbisesi ve bu elbise­lerin kenarlarına bakması kendisini alıkoydu. (Kendisini beğendiğini, güzei elbiselere kendisini kaptırdığını kastediyor). Ancak, Muaz b. Cebel ona: Ne kadar kötü dedin diye karşılık verdi. Allah’a yemin ederim, ey Allah’ın Ra­sûlü, biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz. Rasûlullah (sav) sustu. Bu halde iken serapta hareket eden beyaz elbiselere bürünmüş bir adam gördü. Rasûlullah (sav): “Ebu Hayseme olasın” diye buyurdu. Gerçek­ten de Ensardan Ebu Hayseme olduğunu gördüler. İşte, bir avuç hurma ta-sadduk ettiği için münafıkların kendisini ayıpladıkları kişi odur.

Kâ’b b. Malik (devamla) dedi ki: Nihayet Rasûlullah (sav)’ın Tebuk’ten geri döndüğü haberini alınca, aşın üzüntüm beni istila etti. Söyleyeceğim ya­lanları hatırımdan geçirmeye ve: Yarın ben onun gazabından nasıl kurtula­bilirim demeye koyuldum, bu hususta akrabalarımdan görüşü sağlam herkes­ten yardım istiyordum. Bana: Artık Rasûlullah (sav) geliyor ve oldukça yak­laştı denilince, batıl kanaatler benden uzaklaştı ve ondan hiçbir şekilde (yalan söylemekle) kurtulamayacağımı kesinlikle anladım. O bakımdan, ona doğru söylemeyi kararlaştırdım.

Nihayet, Rasûlullah (sav) sabah vakti (Medine’ye) girdi. Yolculuktan gel­di mi, önce mescide uğrar, orada iki rekât namaz kılar, sonra insanlar (din­lemek) için otururdu. Bu şekilde oturunca, geri kalanlar da yanına gelmeye başladılar, ona Ö2ür beyan etmeye ve yemin etmeye koyuldular. Seksen kü­sur kişi idiler. Rasûlullah (sav) onların açıkladıklarını kabul etti, onlara bey’at etti, onlar için mağfiret diledi ve içyüzlerini de Allah’a havale etti. Ni­hayet ben de yanına vardım. Ona selam verdiğimde öfkeli birisinin edasıy­la tebessüm etti, sonra: “Gel” diye buyurdu. Önünde oturuncaya kadar yü­rüdüm, bana: “Seni geri bırakan sebep nedir? Daha önceden bineğini satın almamış miydin” diye sordu. Ben: Ey Allah’ın Rasûlü dedim. Allah’a yemin ederim ki, eğer dünya ehlinden senden başka birisinin huzurunda otursay­dım; zannederim ileri süreceğim bir mazeret ile onun gazabından kendimi kurtarabilirdim. Çünkü bana güzel söz söyleyebilme yeteneği ve tartışabilme gücü verilmiş bulunuyor. Fakat, Allah’a yemin ederim, şuna inanıyorum ki, eğer bugün sana, senin benden razı olmanı sağlayacak yalan bir söz söy­leyecek olursam, aradan fazla zaman geçmeksizin Allah senin bana gazap-lanmanı sağlayabilir. Ve an dolsun sana, bana karşı olumsuz duygular besle­mene sebep teşkil edecek doğru bir söz söyleyecek olursam, inanıyorum ki, bu hususta Ailah bana güzel bir sonuç ihsan edecektir. Allah’a yemin ede­rim, hiçbir mazeretim yoktu. Allah’a yemin ederim, senden geri kaldığım za­mandan daha güçlü, daha rahat imkânlara önceden sahip olmamıştım.

Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Buna gelince, bu doğru söyledi. Haydi, AI-iah hakkında hüküm verinceye kadar kalk, git.”

Bunun üzerine kalktım. Selemeoğuliarından bazıları da kalkıp arkamdan geldiler ve bana şöyle dediler: Allah’a yemin ederiz, biz bundan önce senin bir günah işlediğini bilmiyoruz. Bu geri kalanların Rasûlullah (sav)’a maze­ret olarak bildirdikleri şekilde Rasûlullah (sav)’a özür beyan etmekten âciz (mi oldun)? Çünkü, Rasûlullah (say)’ın senin için mağfiret dilemesi, işledi­ğin günaha karşılık sana yeterdi.

(Kâ’b devamla) dedi kî: Allah’a yemin ederim beni o kadar azarladılar ki, sonunda Rasûlullah (sav)’a geri dönüp kendimi yalanlamak istedim. Sonra onlara: Peki, benim bu durumum gibisini benden başkasında da gördünüz mü? diye sordum. Onlar, evet dediler. Seninle birlikte iki kişi daha senin de­diğin gibi dediler. Onlara da sana söylenenin benzeri sözler söylendi. Ben: Bunlar kimdir diye sorunca bana, bunlar Murare b. Rabia el-Âmiri ile Hilâl b. Umeyye el-Vakifî’dİr dediler. Böylelikle bana Bedir’e katılmış salih iki ki­şinin adını söylemiş oldular. Bunların benim gibi olmaları bana yeterdi. Bu ikisinin adını bana söyleyince, ben de çekip gittim.

Rasûlullah (sav) müslümanlara kendisinden geri kalanlar arasından bu üç kişi olan bizlerle konuşmayı yasakladı. O bakımdan insanlar bizden uzak dur­dular. Bize karşı tutumları değişti. O kadar ki, ben kendi içimde yeri tanımaz oldum. (Yer benim için değişti). Bildiğim yer değildi artık.

Bu şekilde elli gün kaldık. Benim İki arkadaşım ise, evlerine çekildiler, ev­lerine oturup ağlamaya koyuldular. Bense aralarında en genç ve en güçlü­leri idim. Dışarı çıkar, namaza iştirak eder, çarşılarda dolaşırdım, ama kim­se benimle konuşmuyordu. Namazdan sonra Rasûlullah (sav) oturduğu yer­de kalkmadan yanma gider, ona selam verirdim ve kendi kendime selamı­mı almak içim Acaba dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı diye sorar­dım. Daha sonra, yakın bir yerde namaz kılar, gizliden gizliye ona bakardım. Namazıma yöneldimi, bana bakıyor, ben ona doğru baktım mı benden yü­zünü çeviriyordu.

Nihayet müslümanların benden bu uzaklaşmaları bana uzun gelmeye başladı. Yolda yürürdüm ve nihayet Ebu Katade’nin bahçe duvarından aştım. Amcam oğlu idi. İnsanlar arasında en sevdiğim kişiydi. Ona selam verdim. Allah’a yemin ederim selamımı almadı. Ona: Ey Ebu Katade dedim, Allah adı­na sana and veriyorum. Benim, Allah’ı ve Rasûlünü sevdiğimi bilmiyor mu­sun? Ebu KaEade susuyordu. Tekrar ona aynı şekilde and verdim, yine sus­tu. Yine ona and verdim, bu sefer Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedi. Göz­lerimden yaşlar boşaldı. Geri dönüp yine duvarı aştım (ve gittim).

Medine çarşısında yürürken, Medine’de satmak üzere buğday getirenler­den Şam halkından Nabatlı birisinin: Kâ’b b. Malİk’i bana kim gösterebilir, dediğini gördüm. Bu sefer, insanlar işaretle beni onlara göstermeye başladı­lar. Nihayet yanıma geldi. Bana, Gassan hükümdarından bir mektup uzattı. Okur-yazar birisiydim. O mektubu okudum, şu ifadeleri gördüm: İmdi bize ulaştığına göre, senin arkadaşın senden danlimş. Halbuki Allah seni aşağı­lanacağın, hakkının kaybolacağı bir yerde bırakmamıştır. O bakımdan sen bi­ze dön, biz seni gereği gibi gözetiriz. Ben, bunları okuyunca kendi kendi­me şöyle dedim: Bu da aynı şekilde belanın bir parçasıdır. Hemen o mek­tubu alıp bir tandıra yöneldim ve mektubu tandırda yakıverdim.

Nihayet elli günün kırkı geçti. Vahiy gecikmişti. Rasûlullah (sav)’ın elçi­sinin yanıma geldiğini gördüm. Bana dedi ki; Rasûlullah (sav) hanımından uzak durmanı sana emrediyor. Ben, onu boşayayım mı, yoksa ne yapayım deyince, haytr dedi. Ondan uzak dur, ona yaklaşma. Diğer iki arkadaşıma da benzeri bir haber göndermişti. Ben de hanımıma: Ailenin yanına git ve Al­lah bu hususta hükmünü verinceye kadar onların yanında kal. (Ka’b b. Malik devamla) dedi ki: Hilâl b. Umeyye’nin hanımı, bunun üzerine Rasûlullah (sav)’ın huzuruna gidip ona şöyle demiş: Ey Allah’ın Rasûlü, Hilâl b. Umeyye hizmetçisi bulunmayan, bakıma muhtaç yaşlı birisidir. Benim kendisine hizmet etmemi hoş karşılar mısın? Peygamber: “Olur, fakat o sana hiçbir şe­kilde yaklaşmasın” diye buyurmuş. Hanımı da şu cevabı vermiş: Allah’a ye­min ederim onda hiçbir şeye karşı bir arzu yok. Allah’a yemin ederim, onun bu durumu ortaya çıktığından bugüne kadar ağlayıp duruyor.

(Kâ’b b. Malik devamla) dedi ki: Yakınlarımdan birisi: Sen de hanımın hu­susunda Rasûlullah (sav)’dan izin istesen. Çünkü, Hilâl b. Umeyye’nin İıanı-mına, HilâPe hizmet etmesi için izin vermiş. Ben, hanımım için bu hususta Rasûlullah (sav)’dan izin istemeyeceğim, dedim. Hem ben, Rasûlullah (sav)’dan hantmımın hizmeti için izin İsteyecek olursam -ki, ben genç bir ada­mım- ne diyeceğini de bilmiyorum. Bu şekilde on gün daha geçti.

Böylelikle bizimle konuşmanın yasaklandığından bu yana elli gün tamam­lanmış oldu. Daha sonra ellinci günün sabahı, sabah namazını odalarımızdan birisinin damında kılıyorken, yüce Allah’ın, hakkımızda söz ettiği şekil­de, nefsimin daraldığı, bütün genişliği ile yeryüzünün üzerime dar geldiği bir halde oturmakta iken, Sel’ tepesine çıkmış birisinin, sesinin çıkabildiği ka­dar şöyle bağırdığını işittim: Ey Kâ’b b. Malik, müjdeler olsun sana. Bunun üzerine secdeye kapandım ve kurtuluşumuzun geldiğini anladım. Rasûlullah (sav) insanlara sabah namazını kıldıktan sonra Allah’ın tevbemizi kabul et­tiğini ilan etmişti. Bunun üzerine insanlar bizi müjdelemeye koyuldular. Diğer iki arkadaşımın yanına da müjdeciler gitti. Bir adam da at üstünde koş­turarak bana doğru geldi. Eslemlilerden birisi de bana doğru koşup (Sel) te­pesine çıktı. O bakımdan, ses attan daha hızlı gelmişti. Sesini işittiğim kişi bana müjde vermek üzere yanıma geldiğinde, bu müjdesi dolayısıyla elbise­mi çıkartıp ona verdim. Allah’a yemin ederim, o gün için üzerimdeki elbise­lerden başka bir elbiseye sahip değildim. Ariyeten başkasından alt ve üst el­bise istedim, onları giyindim.

Rasûlullah (sav)’a doğru yola kovuldum. Kafileler halinde insanlar beni karşılıyor, tevbemin kabulü dolayısıyla beni tebrik ediyorlar ve şöyle diyor­lardı: Allah’ın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun senin için. Nihayet mescide girdim, Rasûlullah (sav)’ı etrafında ashabı ile birlikte mescidde oturur buldum. Talha b. Ubeydullah koşarak yanıma geldi, benimle tokalaşarak be­ni tebrik etti. Allah’a yemin ederim, Muhacirlerden ondan başka bir kimse ayağa kalkmadı. -Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiçbir zaman unutmadı. –

{.Devamla) Kâ’b dedi ki: Rasûlullah (sav)’in sevinçten yüzü panldıyor iken ona selam verdim. O da şöyle buyurdu: “Annenin seni doğurduğu günden bu yana geçirdiğin en hayırlı gün bugündür. Müjde sana,” Ben: Ey Allah’ın Rasûlü, bu (tevbemizîn kabulü) Allah nezdinden mi geldi, yoksa senden mi? dîye sordum. Peygamber: “Hayır, Allah nezdinden” dîye buyurdu.

Rasûlullah (sav) sevindiği vakit yüzü adeta bir ay parçasıymış gibi aydın­lanırdı. Biz bunu farkedebiliyorduk. Önüne, huzuruna oturduğumda, ey Allah’ın Rasûlü dedim. Allah’ın tevbemi kabul etmesi lütfü dolayısıyla malı­mı Allah’a ve Rasülüne sadaka olarak bağışlamak istiyorum. Ancak, Rasûlul­lah (sav) şöyle buyurdu: “Hayır, malının bir bölümünü kendin için alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır.” Bu sefer ben, Hayber’deki payımı alıko­yuyorum, dedim. Ayrıca şunları söyledim: Ey Allah’ın Rasûlü! şüphesiz Allah beni doğrulukla kurtardı. Tevbemin bir gereği olarak da hayatta kaldığım sü­rece doğru olmayan bir söz söylemeyeceğim. (Kâ’b devamla) dedi ki: Allah’a yemin ederim, ben bunu Rasûluüah (.say)’a söylediğim günden bu güne ka­dar yüce Allah’ın, müslümanlardan hiçbir kimseyi beni kendisiyle lütuflan-dirdığından daha güzeliyle doğruluk sebebiyle tütuflandırmış olduğunu bil­miyorum. Allah’a yemin ederim, bunu Rasûlullah (sav)’a söylediğim günden bu yana bir defa olsun yalan söylemek kastım olmadı. (Ömrümün geri ka­lan bölümünde de) Allah’ın benî koruyacağını ümid ederim. Aziz ve celil olan Allah da; “Andolsun ki, Allah Peygamberini de, içlerinden bir grubun gönül­leri az kalsın eğrilmek üzere iken dar samanda ona tabi olan Muhacirler­le Ensarı da tevbeye muvaffak etti Çünkü O, onları çok esirgeyendir, çok ba­ğışlayandır. Geri bırakılan üç kişinin de. Öyle ki, yeryüzü bunca genişliği­ne rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı… Al­lah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 9/117-119)

Kâ’b dedi ki: Allah’a yemin ederim, Alfah beni İslâm’a hidayet ettiğinden bu yana bana göre Rasûlullah (sav’)’a doğru söyleyip ona yalan söylememek­ten daha büyük bir nimet ihsan etmiş değildir. Ben de ona yatan söylemiş ol­saydım, yalan söyleyenlerin helak olduğu gibi helak olup gitmiştim. Çünkü Allah, vahiy nazil olduğunda yalan söyleyen kimseler için her hangi bir kim­seye söylediği sözün en kötüsünü, ağırını söylemiş ve şöyle buyurmuştu: “Yanlarına döndüğünüzde onlardan vazgeçmeniz için önünüzde Allah’a ye­min edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüzçevirin. Çünkü onlar murdar­dırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir. Ken­dilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut ol­sanız da şüphesiz Allah o fasıklar topluluğundan hoşnut olmaz.” (et-Tev­be, 9/95-96)

Kâ’b dedi ki: Biz, bu üç kişi, Rasûlullah (sav)’a yemin edip onun da ken­dilerine bey’at ettiği, kendileri için mağfiret dilediği o kimselerden geriye bı­rakılmış ve Rasûlullah (sav) bizim işimizi, Allah hakkımızda hüküm verince­ye kadar sonraya ertelemişti. işte bundan dolap aziz ve celil otan Allah: “Ge­ri bırakılan üç kişinin de…” dîye buyurdu. Yoksa, yüce Allah’ın sözünü et­tiği geri bırakılmamız bizim gazadan geri bırakıhşımız değildir. Bu, sadece durumumuzu Hz. Peygamber’e yemin edip özür beyan eden ve Peygambe­rin de onun mazeretini kabul ettiği kimselere göre işimizi sonraya erteleme­sinden ibaretti.[257]

“Öyle ki yer yüzü bunca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş” buyruğundaki: Bunca genişliğine rağmen” anlamındadır.

“Geniş ev” denilir, mastar içindir. Yani, yer­yüzü genişliği ile birlikte onlara dar gelmişti. Çünkü, müslümanlar darılmış, onlarla herhangi bîr muamelede bulunulmuyor, konuşulmuyordu. Bu buy­rukta tevbe edinceye kadar, masiyet işleyenlerden dargın kahna(bile)ceğine delil vardır. “Vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.” Yani, üzüntü ve yalnızlıktan dolayı ashab-ı kiramdan gördükleri dargınca muameleden dola­yı kalpleri alabildiğine daralmış, vicdanları sıkılmıştı.

“Nihayet Allah’tan, -yine Ondan- başka sığınacak hiçbir yer olmadığı­nı anlamışlardı.” Yani, affedilmeleri ve tevbelerinin kabulü hususunda O’ndan başka hiçbir sığınaklarının olmadığına kesinlikle inanmışlardı. Ebu Bekr el-Verrâk der ki: Nasûh tevbe, bütün genişliğine rağmen yeryüzünün tev-be edene dar gelmesi ve kişinin bizzat kendi vicdanının da kendisini alabil­diğine sıkacak hale gelmesidir. Tıpkı Kâ’b’ın ve iki arkadaşının tevbesi gibi.

“Sonra, tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphe­siz Allah, tevbeyi kabul edendir, hakkıyla merhamet edendir.” Yüce Allah, böylelikle tevbelerinin, önce kendisi tarafından kabul edildiğini belirtmiş olmaktadır. Ebu Zeyd dedi ki: Yüce Allah İçin yapılan dört işte başlangıcın ben­den olacağını zannederek halaya düştüm. Ben (önce), benim kendisini sev­diğimi zannettim, bir de baktım ki, O beni sevmiş bile. Yüce Allah: “Kendi­sinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği…”(el-Maide, 5/54) Be­nim önce O’ndan razı (lütfundan hoşnut) olacağımı zannediyordum, baktım ki O, benden razı olmuş bile. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Al­lah onlardan razı olmuştur, onlarda O’ndan hoşnut olmuşlardır.” (et-Bey-yine, 98/8) Yine ben, (öncelikle) benim O’nu anacağımı sandım, bakıyorum ki, O beni anmış bile. işte yüce Allah: “Allah’ın zikretmesi ise elbette en bü­yüktür” (el-Ankehut, 29/45). Yine ben, (öncelikle) tevbe edenin ben oldu­ğumu zannediyordum, bakıyorumki O, benim tevbemi kabul etmiş bile. Ni­tekim yüce Atlah: “Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak bu­yurdu” diye buyurmaktadır.

Buyruğun: Tevbe üzere sebat etsinler diye onlan tevbeye iletti anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler, iman edin (imanınız üzere sebat gösterin)” (en-Nisa, 4/136) diye buyurmaktadır.

Şöyle açıklanmıştır: Allah onlara genişlik ve mühlet verdi, başkalanna yap­tığı gibi onları cezalandırmakta acele etmedi. (Günah dolayısıyla cezalandır­makta acele etmesi hususunda örnek olmak üzere) yüce Allah’ın şu buyruğu gösterilebilir: “Yahudilere zulümleri sebebiyle kendilerine helâl kılınmış olan pek çok şeyi yasakladık.” (el-Nisâ, 4/160).[258]

  1. Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[259]

  1. Sâdıklarla Beraber Olmak Emri:

Yüce Allah’ın: “Ve sâdıklarla beraber olun” buyruğunda yer alan sada­kat ehli kimselerle birlikte olma emri, doğru söylemenin faydalarını gördü­ğü ve böylelikle onları münafıkların konumlarından uzaklaşmalarına sebep teşkil eden üç kişinin kıssasından sonra gerçekten güzel bir emirdir. Mutar-rif der ki: Malik b. Enes’i şöyle derken dinledim: Yalan söylemeyen, doğru sözlü olup da aklından gereği gibi yararlandırılmayan ve başkalarına isabet eden kocamışlık ve bunaklık musibetlerinden korunmayan kişiler çok azdır.

Burada sözü geçen “mu’miflJer” ile Bsâdıklar”dan kastın kimler olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Bu buyruğun bütün mü’minlere bir hitab olduğu söylenmiştir. Yani, Allah’ın emirlerine aykırı davranmaktan sakının ve “sâdıklarla beraber olun.” Yani, Peygamber (sav) ile birlikte gazaya çıkan­larla birlikte olun, münafıklarla beraber değil. Yani siz, sâdıkların izledikle­ri yolu tutun, onların gittikleri yoldan gidin.

Bir diğer görüşe göre sâdıklardan kasıt, peygamberlerdir. Yani, salih ameller işlemek suretiyle cennette onlarla birlikte olun.

Bir başka görüşe göre sâdıklardan kasıt, yüce Allah’ın: “Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz iyilik demek değildir… Sadakat gösterenler işte bun­lardır” (el-Bakara, 2/177) buyruğunda kastedilen kimselerdir, denilmiştir.

Bir diğer görüşe göre ise, sâdıklar verdikleri söz ve ahidleri yerine geti­renlerdir. Bunun böyle olması ise yüce Allah’ın: “Mü’minler arasında Allah’a verdikleri sözde doğrulukla sebat gösteren nice yiğitler vardır.” (el-Ahzab, 33/23)

Bunların Muhacirler olduğu da söylenmiştir. Çünkü, Hz. Ebu Bekir Sakî-fe günü (halife olarak seçildiği günde) şöyle demişti: Şüphesiz Allah bizi “sa­dıklar” dîye adlandırarak: “Yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan… fakir muhacirler içindir. İşte onlar sâdıkların tâ kendileri­dir. ” (el-Haşr, 59/8) Sonra da sizleri “Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip imana sahip olanlar ise…” (et-Haşr, 59/9) âyetinde ise, sizleri de felaha eren­ler, kurtulanlar diye adlandırmıştır.

Bir diğer görüşe göre, sâdıklardan kasıt, iç ve dışları birbirinin aynı olan kimselerdir.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu, gerçek açıklamadır ve varılması istenen nihai ga­yedir. Çünkü bu sıfat sayesinde akidede münafıklık, davranışta da akideye aykırı hareket etmek ortadan kalkar. Bu niteliğe sahip olan kimseye sıddîk denilir. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve onlardan sonra gelenler de kendi mev­kii ve dönemlerine göre (bu mertebede) yerlerini almışlardır. Burada sadık­lardan kasıt el-Bakara Sûresİ’nde kastedilenlerdir, diyenlerin görüşüne gelin­ce; o âyette sözü edilen işler, sıdkın büyük bir bölümünü ihtiva eder. Son­ra da daha az bir bölümünü ihtiva eden hususlar ardından gelir ki bu da, el-Ahzab Sûresi’ndeki âyetin ihtiva ettiği manadır. Hz. Ebu Bekir’in tefsirine ge­lince, o da bu konudaki bütün görüşleri kapsayan bir açıklamadır. Çünkü, sadıklığın bütün nitelikleri onlarda bulunmaktaydı.[260]

  1. Allah’ın Buyruklarını Akledip Anlayanlar Doğruluktan Ayrılmamalıdır:

Allah’ın buyruklarını anlayıp. O’nun hükümlerini akıllarıyla kavrayanla­rın, sözlerinde doğruluktan, amellerinde ihlâstan, hallerinde de temiz ve arı­lıktan ayrılmamaları gerekir. Bu şekilde hareket eden bir kimse, iyilere ka­tılır ve bağışlayıcı olan Rabbin rızasına ulaşır. Peygamber (sav) şöyle buyur­maktadır: “Doğruluğa sımsıkı sarılınız. Çünkü doğruluk iyiliğe (birr’e) iletir. İyilik ise, hiç şüphesiz cennete götürür, Kişi doğruluğa devam edip doğruluğu araştırır ve bunu sürdürür, nihayet Af lalı nezdinde sıddîk (dosdoğru) di­ye yazılır.”

Yalan ise bunun tam zıddıdır. Hz. Peygamber (hadisinin devamında) şöyle buyurmaktadır: “Yalandan da çokça sakının. Çünkü yalan günaha gö­türür ve şüphesiz ki günah da cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye, ya­lanı söylemek için araştırıp bulmaya devam eder durur da, nihayet Allah nez­dinde yalancı diye yazılır.” Bu hadisi Müslim rivayet etmektedir.[261]

Yalan utanılacak bir şeydir. Yalancıların ellerinden şahidlik hakkı alınmış­tır. Hz. Peygamber, bir kişinin şahidliğini söylediği bir yalan sebebiyle kabul etmemiştir. Ma’mer der ki: Bu kişinin Allah’a mı, yoksa Rasûlüne mi, yoksa insanlardan herhangi birisine mi yalan söylemiş olduğunu bilemiyorum.

Şureyk b. Abdullah’a da şöyle sorulmuş: Ey Abdullah’ın babası! Kastî ola­rak yalan söyleyen bir adamın yalan söylediğini işitirsem arkasında namaz kılayım mı? O: Hayır diye cevap vermiştir.

İbn Mes’ud’dan dedi ki: Ne ciddilikte, ne de şakacıkta yalan uygun bir şey değildir. Ve sizden herhangi bir kimse de bir şeye söz verdikten sonra onu yerine getirmemezlik etmesin. Arzu ederseniz, yüce Allah’ın: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun” buyruğunu okuyu­nuz. Ne dersiniz, hiç yalan söylemeye dair bir ruhsat olduğunu görüyor mu­sunuz?

Malik de der ki: Bir kimse Rasûlullah (.sav)’in hadisini naklederken doğ­ru söylese bile insanlar ile konuştuğunda yalan söyleyen kimsenin nakletti­ği haber kabul olunmaz. Ondan başkaları ise böyle birisinin hadisinin kabul edileceğini söylemiştir. Doğrusu ise, yalan söyleyen bir kimsenin -belirttiği­miz gerekçeler dolayısıyla- ne şehadeti, ne de rivayet ettiği haberi kabul olun­maz. Çünkü, verilen haberin kabul edilmesi büyük bir mertebedir ve üstün bir mevkidir. Böyle bir mertebe, ancak güzel hasletleri kemal noktasına eriş­miş bir kimse için sözkonusu olabilir. Yalancılıktan da daha kötü bir haslet olamaz. Çünkü yalancılık, kişinin velayet haklarını kaybettirip yapılan şaha­detleri boşa çıkartır.[262]

  1. Gerek Medinelİlerİn, gerek çevresinde bulunan bedevilerin Al­lah’ın Rasûlünden geri kalmaları, kendi nefislerini ona tercih etmeleri yaraşmaz. Çünkü Allah yolunda susuzluk, yorgunluk, açlık çekmeleri, kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı zafere ulaşmaları karşılığında mutlaka ken­dilerine salih bir amel yazılır. Şüphesiz Allah, iyi hareket edenleri mükâfatsız bırakmaz.
  2. Onlar, küçük büyük ne infak ederlerse, her bir vadiyi aştıkla­rında muhakkak bu onlara yazılmıştır ki, Allah yapmakta ol­duklarının en güzeliyle kendilerini mükafatlandırsın.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[263]

  1. Rasûlutlah’tan Geri Kalmak:

“Gerek Medinelüerin, gerek çevresinde bulunan bedevilerin Allah’ın Kasûlünden geri kalmaları… yaraşmaz” buyruğu zahiri itibariyle haber, an­cak emir manasındadir. Yüce Allah’ın: “Sizin Allah’ın Rasûlüne eziyet vermeniz de… olacak bir şey değildir” (el-Ahzab, 33/53) buyruğu gibi. Daha ön­ceden de geçmişti. “Geri kalmaları” buyruğu; in ismi ola­rak ref mahallindedir.

Bu buyruk, Medineliler ve onlara komşu bulunan Muzeyne, Cuheyne, Eş-ca’, Gıfar ve Eşlem gibi diğer Arap kabilelerine mensup mü’minlere Tebuk gazvesinde Rasûlullah (sav)’dan geri kalmaları dolayısıyla yöneltilmiş bir si­temdir.

Buyruğun anlamı şudur: Sözü geçen bu kimselerin geri kalmaları uygun bir şey değildir. Çünkü, özellikle bunların savaşa çıkmaları gerekirdi. Bun­lar başkalarından farklı idi. Başkalarının savaşa çıkmaları -kimisinin görüşü­ne göre- istenmemişti. Bununla birlikte savaşa çıkma isteğinin, bütün müs-lümanlara yönelik olma ihtimali ile birlikte özellikle yakın olmaları ve Me­dine’ye komşuluktan dolayısıyla, başkalarına göre bu emri öncelikle yerine getirmeleri gerektiğinden, özellikle onlara sitem edilmiştir.[264]

  1. Kimse Kendisini Allah Rasûlüne Tercih Edemez:

Yüce Allah’ın: “Kendi nefislerini ona tercih etmeleri yaraşmaz.” Yani, Rasûlullah (sav) zorluk ve meşakkat içinde iken, kişi kendisi için rahatı ve kolaylığı tercih edemez.

Âyette geçen “tercih etme” anlamını ifade eden fiilin kullanımına işaret­le-; “Şundan yüz çevirdim.” Yani, kendimi ondan daha üstün gördüm, diye kullanılır.[265]

  1. Allah Yolundaki Her Sıkıntı Salih Bir Amel Değerindedir:

Yüce Allah’ın: “Çünkü Allah yolunda” Allah’a itaat uğrunda “susuzluk” yani, susamaları, susuzluk çekmeleri.

Ubeyd b. Umeyr “susuzluk” anlamındaki kelimesini med ile; diye okumuştur. Bu ikisi; Hata, yanılma kelimesinde ol­duğu gibi iki ayrı söyleyiştir.

“Yorgunluk” da öncekine atfedil m iştir, buradaki ise te’kid için faziadan gelmiştir. Aynı şekilde “Açlık çekmeleri” kelimesinde de böyledir. Bu kelime aslında karnın zayıflaması ve içe çekilmesi an­lamındadır. Mesela, “Karnı zayıf, küçük erkek, karnı zayıf, küçük kadın” ifadelen de buradan gelmektedir ki, bu konudaki açık­lamalar daha önceden (ef-Mâide, 5/3- ayet, 26. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır.

“Kâfirleri kızdıracak bir yere” bir bölgeye, bir araziye “ayak basmala­rı” yani, oraya ayak baslıkları İçin ayak basmalarından ötürü… “Kâfirlerikız­dıracak” anlamındaki buyruk, ayak basılan yere sıfat olduğundan dolayı nasb ma hail indedir. “Bir düşmana karşı zafere ulaşmaları.” Yani, düşmanı öldü­rerek veya yenik düşürmek suretiyle bir üstünlük elde etmeleri… Aslında; “Bir şeye nail oldum, nail olurum” ifadesi, onu elde ettim, ele geçirdim manasınadır. (Mealde: Ulaşmak diye karşılanmıştır).

el-Kisaî der ki: Bu ifade Arapların “Bu, kendisinden bir şeyler elde edilen bir iştir,” ifadelerinden alınmadır. Yoksa, elden ele almak, (tenâ-vüIVden değildir. Çünkü “tenâvül” kelimesi, “Ona bağışı verdim,” tabirinden gelmektedir. Başkası şöyie demektedir: “Bağışı aldım, alınırı” fiili “vav’lıdır. İse, “ya”hdır. O bakımdan; “Onu elde ettim, ben onu elde edenim,” denilir.

“Her bir vadiyi aştıklarında.” Araplar, kıyasa uygun olmayarak “vadi” ke­limesinin tekil ve çoğulunu diye kullanırlar. en-Nehlıâs der ki: Bil­diğim kadarıyla tekili “fail” vezninde olmakla birlikte, çoğulu “ef ile” şeklin­de gelen başka bir kelime yoktur. Halbuki kıyasa göre bu kelimenin çoğu­lunun; şeklinde gelmeli idi. Onlar, tek bir vav’ı dahi telaffuzu ağır bul­duklarından, burada iki vav’ı bir arada zikretmeyi ağır bulmuşlardır. O ka­dar ki onlar, “( öxîl.): Belirli vakti geldiğinde” kelimesindeki “hemze”yi “vav” yerine kullanmışlardır. el-Halil ile Sİbeveyh ise, bir erkek adı olan “Vâsıl” is­mini küçültme isim olarak; diye kullanıldığım nakletmektedir ki, bu­nu başka bir isimde kullanmazlar. el-Ferrâ ise, “vadi” kelimesinin çoğulunun; şeklinde kullanıldığım nakletmektedir. Derim ki: Kelimenin, di­ye de çoğulu yapılmıştır. Nitekim şair Cerir şöyle demektedir:

“Vadilerin parlaklığı arasında artık kendisinden hayır gelmez (kısır) bir harebeyi tanıdım. Sen bu harabelerden ayrılalı uzun bir zaman geçti.”

“Mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır.” İbn Abbas der ki: Allah yolunda yaşadıkları her bir korku karşılığında yetmiş bin hasene mükâfatları vardır. Sahih hadiste de şöyle buyuru!maktadır: “At üç türlüdür… -hadiste şu ifadeler de yer almaktadır-: Sahibi için ecir olan ata gelince; bir kimse eğer onu Allah yolunda ve İslâm ehli için bir otlak veya bir bahçede bağlarsa, onun o otlak yahut bahçeden yedikleri karşılığında yediklerinin sayısı ka­dar ona hasenat yazılır. Onun pislikleri ve sidikleri sayısınca da ona hase­nat yazılır.”[266]

Bu mükâfat, atlar yerinde iken böyle. Ya atlar sırtında düşman arazileri­ne girilecek olursa, mücahidlerin ecri ne olur?[267]

  1. Mücahidin Ganimete Hak Kazanması:

Kimi ilim adamı, bu âyet-t kerîmeyi düşman topraklarına girmekle ve düş­man topraklan nda bulunmakla ganimete hak kazanılacağına delil göstermiş­lerdir. Artık bundan sonra vefat ederse o ganimetteki payını alır. Bu, Eşheb ve Abdulmelik’in görüşüdür. Şafiî’nin iki görüşünden birisi de budur. Malik ve İbnül-Kasım ise şöyle derler: Onun alacak bir payı olmaz. Çünkü yüce Allah, bu âyet-i kerîmede sadece ecri sözkonusu etmekte, ganimetteki payı sözkonusu etmemektedir.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü yüce Allah, kâfirlerin arazi­lerine girmeyi, onların mallarından birşeyler ele geçirmek ve onları yurtla­rından çıkarmak ayarında değerlendirmiştir. İşte, onları öfkelendiren ve on­ları zelil kılan da budur. O bakımdan, böyle birşey bizzat ganimet elde et­mek, düşmanı öldürmek ve esir etmek ayarındadır. Durum böyle olduğuna göre ganimete, fiilen ele geçirmesiyle değil de bizzat düşman topraklarına girmekle hak kazanılır. Bundan dolayı Ali (r.a) şöyle demiştir: Bir kavim ken­di yurtlarında iken yurtları çiğnenecek olursa mutlaka zelil olurlar. Doğru­sunu en iyi bilen Allah’tır.[268]

  1. Âyet Muhkem midir, Mensuh mudur?

Bu âyet-i kerîmenin, yüce Allah’ın: “Mü’minlerin topluca (savaşa) çıkma-lan gerekmez” (et-Tevbe, 9/122) buyruğu ile nesh olduğu ve bu hükmünün müslümanlar sayıca azken sözkonusu olduğu, sayıları çoğaldığında ise hük­münün nesh edilip, Allah’ın, dileyen kimseye geri kalmayı mubah kıldığı söy­lenmiştir ki, bu görüş İbn Zeyd’in görüşüdür.

Mücahid dedi ki: Peygamber (sav) bir grubu insanlara (dini) öğretmele­ri için çöllere göndermişti. Bu âyet-i kerîme nazil olunca, korkup geri döndüler, bunun Ü2erine yüce Aüah da-: “Mü’mİnlerin topluca (savaşa) çıkmala­rı gerekmez” buyruğunu indirdi.

Katade dedi ki: Bu husus, Peygamber (sav.)’e has îdi. Hz. Peygamber biz­zat gazaya çıktı mı, herhangi bir kimsenin özürsüz olarak ondan geri kalma hakkı yoktur. Onun dışındaki diğer yönetici ve devlet başkanlarına gelince; dileyen müslümanın, -eğer insanların ona ihtiyaçları yoksa, bir zaruret de bu­lunmuyorsa- ondan geri kalma hakkı vardır.

Üçüncü bir görüşe göre âyet-i kerîme muhkemdir. el-Velid b. Müslim de­di ki: Ben, el-Evzaî, İbnü’l-Mübârek, el Fezârî, es-Sebi’î, Said b. Abdulaziz’i bu âyet-İ kerîme hakkında onun bu ümmetin ilki için olduğu gibi, sonradan gelecekleri için de böyle olduğunu söylerken dinlemişi mdir.

Derim ki: Katade’nin görüşü güzeldir. Buna delil de Tebuk gazvesidir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır.[269]

  1. Cihada Çıkmanın Fazileti ve Mazereti Dolayısıyla Çıkamayanların Mükâfaatı:

Ebû Davud’un, Enes b. Malik’ten rivayetine göre, Rasûlultah (sav) şöyle buyurmuştur: “Andolsun, siz Medine’de öyle kimseleri geride bıraktınız ki, ne kadar yol aldıysanız, ne kadar harcamanız olduysa ve hangi vadiyi katettiyseniz mutlaka onlar da bunda sizinle birliktedirler.” Ey Allah’ın Rasûlü! On­lar Medine’de oldukları halde nasıl olur da bizimle birlikte olabilirler? dedi-ier. Hz. Peygamber: “Mazeretleri onları alıkoydu” dedi.[270]

Müslim de bunu Hz. Cabir yoluyla rivayet etmiştir. Câbir dedi ki: Bir ga­zada Rasûlullah (sav) ile birlikte idik. Şöyle buyurdu: “Hiç şüphesiz Medine’de bir takım kimseler vardır ki, ne kadar yol aldıysanız, hangi vadiyi katettiy-seniz, mutlaka onlar sizinle beraberdirler. Hastalıkları onları (sizinle birlik­te) çıkmaktan alıkoydu.”[271]

Böylece Peygamber (sav) mazereti bulunanlara, gücü yerinde ve fiilen amelde bulunanlara hakkında sözkonusu olan ecrin benzeri ecir verileceği­ni bildirdi.

Kimisi de şöyle demiştir: Özürü bulunan kimsenin mükâfatı katlandırıl­maz. Ancak, fiilen katılanın ecri kat kat verilir.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu, yüce Allah’a karşı delilsiz bir hüküm vermedir, onun geniş rahmetini daraltmadır. Kimi insanlar İse, bu hususta şüpheli bir ifade kullanarak şöyle demişlerdir.[272] Bunlara da kat kat ecir verileceği ke­sindir. Ancak, bizler herhangi bir yerde kat kat mükâfat verileceğini kesin söy­leyemeyiz. Çünkü bu, niyetlerin miktarına bağlı bir husustur. Bu da ğaybî bir meseledir. Kafi olarak söylenebilen şu ki, ortada kat kat ecrin verileceği doğ­rudur, yüce Rabbimiz ise kimin bunu hakettiğini en iyi bilendir.

Derim ki: Hadis ve âyetlerden zahiren anlaşılan, ecir bakımından eşitlik olduğudur. Bunlardan birisi de Hz. Peygamber’in: “Her kim bir hayır göste­rirse, ona da bizzat o hayrı işleyenin ecri gibi ecir verilir”[273] hadisi ile: “Kim abdest alır da namaz kılmak üzere çıkar da, insanların namazı kılıp bitirmiş olduklarını görürse, Allah o kimseye o namazı kılan ve cemaate katılanların ecrini verir”[274] buyruktan gibi.

Yüce Allah’ın: “Kim Allah’a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkar da sonra ölüm kendisine erişirse, onun mükâfatı Allah’a ait olur” (en-Nisa, 4/100) buyruğunun zahiri de bunu gerektirmektedir. Samimi niyetin amellerin esası oluşu da buna delildir. Eğer, itaat olan bir işi yapmak için samimi bîr niyete sahip olur da, bu niyet sahibi herhangi bir engel dolayısıyla o itaati iş­lemekten acze düşerse, aciz düşen kimsenin alacağı ecrin, bizzat o işi yap­maya gücü yeten ve yapanın ecrine eşit olması ve hatta ondan da fazla olma­sı uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Hz. Peygamber: “Mü’minin niyeti amelin­den hayırlıdır”[275] diye buyurmaktadır. Doğrusunu en İyi bilen Allah’tır.[276]

  1. Mü’minlerin (savaşa) topluca çıkmaları gerekmez. Onların her bir topluluğundan bir kesim de dinde fakîh olmak ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere (geri) kalmalı değil miydi? Olur ki sakınırlar diye.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[277]

  1. Cihadın Farz-ı Kifâye Olması:

Yüce Allah’ın: “Mü’minlerin topluca… gerekmez* buyruğu, -önceden geç­tiği üzere-, cihadın muayyen olarak herkese (.farz-ı ayn) bir yükümlülük ol­madığını, farz-ı kifaye olduğunu gösterir. Çünkü herkes cihada çıkacak olursa, geriye kalan çoluk-çocuk zayi olur. O bakımdan, onlardan bir grup cihada çıksın, diğer bir bölüm çıkmayıp dinde fıkıh (derinlemesine bilgi) sa­hibi olsun ve çoluk-çocuğu korusun. Nihayet savaşa çıkanlar geri döndük­lerinde çıkmayıp yerlerinde kalanlar öğrenmiş olduktan şer’i hükümleri on­lara öğretsinler. Peygamber (sav)’e onların yokluğunda yeni inen buyrukla­rı bildirsinler. Bu âyet-i kerîme, yüce Allah’ın: “Eğer topluca cihada çıkmaz-sanız” (et-Tevbe, 9/39) buyruğu ile ondan önceki buyruğu -Mücahid ve İbn Zeyd’in görüşlerine göre- nesh edicidir.[278]

  1. İlim Tahsilinin Gereği:

Bu âyet-i kerîme, ilim talebinin vücubu hususunda aslî bir delildir. Çün­kü buyruğun anlamı şudur: Peygamber (sav) cihada çıkmayıp ikâmet ediyor­ken, mü’minlerin topluca cihada çıkmaları ve onu yalnız başına bırakmala­rı olacak şey değildir.

“Onların, her bir topluluğundan bir kesim de… kalmalı değil miydi.”

Hepsinin savaşa çıkmasının gerekmediğini öğrenmelerinden sonra, bir ke­sim savaşa çıkıp, bir diğer kesim de Peygamber (sav) İle birlikte dini ondan öğrenip gerekli bilgileri elde etmek üzere geri kalmalı değil miydi? Savaşa çıkanlar da kendilerine geri dönecek olurlarsa, Peygamber’den işitip öğrenmiş olduklan şeyleri onlara bildirmelidir.

İşte bu buyrukta Kitap ve sünnet bilgisini elde etmenin vücubuna delil var­dır. Yine bu bilginin farz-ı ayn değil de farz-ı kifaye olduğu da anlaşılmak­tadır. Ayrıca yüce Allah’ın: “Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun” (el-Enbiya, 21/7) buyruğu da buna delildir. Bu buyruğun kapsamına Kitabı ve sün­neti bilmeyenler girmektedir.[279]

  1. “Taife (Kesim)”e Dair Açıklamalar:

Yüce Allah’ın: “Onların her bir topluluğundan bir kesim de… kalmalı değil miydi?” el-Ahfeş’e göre: Niye kalmadı anlamındadır. Sözlükte “taife (ke­sim)” ise, topluluk demektir. Bu, kimi zaman iki kişiye varıncaya kadar az sa­yıdaki topluluk hakkında da kullanılabilir, tek kişi için de kullanıldığı olur.

Yüce Allah’ın: “İçinizden bir grubu (taifeyi) affetsek bile… diğer bir gru­bu azaplandıracağız” (et-Tevbe, 9/66) buyruğunda geçen “taife” ile tek ki­şi kastedildiğini daha önceden açıklamış idik. Bu buyrukta ise, hiç şüphesiz “taife” kelimesi ile, biri aklî, diğeri lügavî gerekçe olmak üzere iki sebepten ötürü topluluk kastedilmiştir, Aklî delil şudur. İlim, çoğunlukla tek bir kişiy­le elde edilemez. Din açısından ise, yüce Allah’ın: “Dinde fakih olmaları ve kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere” buyrukların­da zamir çoğul gelmiştir.

Îbnü’l-Arabî der ki: Kadı Ebu Bekr ile ondan önce eş-Şeyh Ebu’l-Hasen’in görüşüne göre burada “taife”den kasıt tek kişidir. Onlar, bu hususta ise, ha-ber-i vahid ile amelin vücubunu delil ve dayanak olarak kabul ederler. Bu doğrudur. Ancak, “taife” kelimesinin tek kişi hakkında kullanıldığı açısından değil, tek bir kişinin verdiği haber olsun, birçok kişinin verdiği haber olsun, ona haber-i vahid denilmesi açısından doğru olabilir. Çünkü, haber-i vahi­din mukabili olan “tevatür” rivayetindeki sayı münhasır değildir.

Derim ki: Tek bir kimseye de “taife” denilebileceğine dair en açık delil­lerden birisi de yüce Allah’ın: “Eğer mü’minlerden iki taife birbirleriyle çar­pışırlarsa” (et-Hucûrât, 49/9) buyruğunda iki kişinin kastedilmesidir. Buna delil İse yine yüce Allah’ın, (daha sonra gelen): “O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin” (el-Hucurat, 49/10) buyruğudur. Görüldüğü gibi burada da tesniye lafzı gelmiştir. Buna karşılık ‘çarpışırlarsa” buyruğundaki zamir her ne kadar çoğul İse de, ilim adamlarının konu ile ilgili iki görüşlerinden birisine göre çoğulun asgari sınırı İkidir.[280]

  1. Dinde Fakih Olmak İçin Kalanlar ve Uyaranlar:

Yüce Allah’ın: “Dinde fakih olmaları” buyruğundaki zamir ile, “uyarma­ları” buyruğundaki zamir, Peygamber (sav) ile birlikte ikamet edenlere ait­tir. Bu açıklamayı Katade ve Mücahid yapmıştır. el-Hasen ise, bu zamirler cihada çıkan kesime aittir, demektedir, Taberî de bu görüşü tercih etmiştir. Bu­na göre, “dinde fakih olmak” buyruğunun anlamı ise, yüce Allah’ın kendi­lerine göstereceği mü’minlere karşı zafer ve dinin ilahi yardıma mazhar ol­ması dolayısıyla basiretlerinin açılması ve yakinlerinin yükselmesi demektir.

“Kendilerine döndükleri zaman kavimlerini uyarmak üzere” yani, ci-haddan döndüklerinde kavimlerinden kâfir olanları uyarmak üzere… demek­tir. Onlara, yüce Allah’ın Peygamberine ve mü’minlere zafer verdiğini haber versinler ve müşrik olan kavimlerinin, mü’miniere karşı savaşabilecek güç­lerinin bulunmadığını bildirsinler. Peygamber (sav)’e karşı çarpışabilecek im­kânı bul amaya caklannı bildirsinler. Aksi takdirde bunların başına da benzer­leri olan diğer kâfirlerin başına gelen musibetlerin geleceğini söylesinler.

Derim ki: Mücalıid ve Katade’nin görüşü daha bir açıktır. Yani, seriyye-lerle birlikte çıkmayıp Peygamber (sav) ile birlikte geri kalan kesim, dini iyi­ce öğrensin. Bu ise, ilim talebine vücub ve bağlayıcılık söz konusu olmaksızın bir teşvik ve bu konuda gayrete getirmeyi gerektirmektedir. Çünkü ilim talebi, söz gücüyle olmaz. İlim talebi delilleri ile birlikte gerçekleşme­lidir. Bu görüşü Ebu Bekr b. el-Arabî dile getirmiştir.[281]

  1. İlim Talebinin Kısımları:

İlim talebi iki kısma ayrılır. Namaz, zekât ve oruç gibi farz-ı ayn olanlar.

Derim ki: İşte Hz. Peygamber’den rivayet edilen: “İlim talebi farzdır” buyruğu bu hususu ifade etmektedir. Abdulkuddus b. Habib rivayet eder: Ebu Said el-Vuhâzî, Hammâd b. Ebi Süleyman’dan, o, İbrahim en-Nehaî’den de­di ki: Ben, Enes b. Malik’İ şöyle derken dinledim. RasûluUah (sav)’ı şöyle bu­yururken dinledim: “İlim talebi her müslümana farzdır.” İbralıim dedi ki: Ben, Enes b. Malik’ten bu hadisten başkasını dinlemedim.[282]

İkinci tür ilim ise, farz-ı kifaye ilimdir. Hakların elde edilmesi[283] Hadlerin uygulanması, davacılar arasında hüküm verilmesi ve benzeri hususlar.., Çünkü bütün insanların bunları öğrenmeleri uygun düşmez. O takdirde halleri, düzenleri bozulur, aynı şekilde gazaya giden seriyelerin de durumu bozulur, eksilir. Yahut da geçimleri tamamen âtıl hale gelir, Böylelikle bu iki hâli muayyen olarak yerine getirilmesi sözkonusu olmakla birlikte, her bi­risini belli kimseler tayin edilmeksizin bazı kimselerin yerine getirmesi ke­sinleşmiş olmaktadır. Bu ise, yüce Allah’ın ezelî kudret ve sözü gereğince kul­larına kolaylaştırması ve aralarında rahmet ve hikmeti paylaştırmasına göre ortaya çıkar.[284]

  1. İlim Taleb Etmenin Faziletine Dair:

İlim talebi büyük bir fazilet, şerefli bir mertebedir. Hiçbir amel ona denk düşmez. Tirmizî, Ebu’d-Derdâ yoluyla gelen hadisde şöyle dediğini rivayet eder: Ben, RasûluUah (sav)’i şöyle buyururken dinledim: “Kim bir yolu ilim aramak kastıyla izleyecek olursa, Allah da o kimseyi cennete götüren bir yol­da yürütür. Şüphesiz ki melekler, ilim talep edene razı olduklarından dola­yı kanatlarını yerlere sererler. Ve şüphesiz alim kimseye göklerde bulunan­lar, yerde bulunanlar ve hatta suyun içindeki balıklar dahi mağfiret dilerler. Ve şüphesiz âlimin âbide olan fazileti, ondördündeki ayın diğer yıldızlara olan fazileti gibidir. Gerçek şu ki, ilim adamları peygamberlerin mirasçılarıdır. Şüp­hesiz peygamberler ne bir dinar, ne de bir dirhem miras bırakmışlardır. Onlar, ancak ilmi miras bırakmışlardır. Her kim onu alırsa hiç şüphesiz çok büyük bir pay almış olur.”[285]

Darimî Ebu Muhammed de Müsned’inde şöyle demektedir: Bize, Ebu’l-Muğire anlattı, bize el-Evzaî, el-Hasen’den anlattı, (el-Hasen) dedi ki: Rasûlul-lah (sav)’a İsrailoğulları arasında bulunan ve birisi farz namazları kıldıktan sonra oturup insanlara hayrı öğreten alim kişi ile, diğeri de gündüzün oruç tutup geceleyin namaz kılan kişi hakkında bunların hangisi daha faziletlidir diye soru sordular. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Şu farz namazı kılıp sonra da insanlara hayrı öğretmek üzere oturan âlimin, gündüzün oruç tutan ve ge­celeyin namaz kılan abide fazileti, benim, sizin en aşağı mertebe bulunanı­nıza üstünlüğüm gibidir.”[286]

Ebû Ömer b. Abdi’1-Berr de bunu “Beyânü’î-İlm” adlı eserinde senediy­le Ebu Said el-Hudrî’den rivayet etmektedir. O, dedi kir Rasûlullah (sav) şöy­le buyurdu: “Âlimin âbide üstünlüğü, benim ümmetime üstünlüğüm gibidir.”

İbn Abbas da dedi ki: Cihadın en faziletlisi içinde Kur’ân-ı Kerîm’in, fık­hın ve sünnetin öğretildiği bir mescid bina edeninkidir. Bunu, Şureyk, Leys b. Ebi Süleym’den, o, Yahya b. Ebi Kesir’den, o, Ali el-Ezdî’den rivayet etmiştir. Ali dedi kî: Cihada gitmek istedim. İbn Abbas bana şöyle dedi: Senin için cihaddan daha hayırlı olan bir şeyi sana göstereyim mi? Bir mescide gi­dersin, orada Kur’ân okutursun ve fıkıh öğretirsin. er-Rabİf de dedi ki: Ben, Şafiî’yi şöyle derken dinledim: İlim talep etmek nafile namazdan daha üstün bir vecibedir.

Hz. Peygamberin: “Şüphesiz ki, melekler kanatlarını yerlere koyarlar” şek­linde hadiste yer alan buyruğunun iki anlama gelme ihtimali vardın Birinci­sine göre melekler, o kimseye şefkat ve merhamet duyarlar. Nitekim yüce Al­lah, çocuklara, anne-babaya iyilik yapmalarını emrettiği buyruğunda şöyle buyurmuştur: “Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını in­dir.” (el-İsra, 17/24) Yani, onlara karşı alçak gönüllü davran.

İkinci açıklama şekline göre ise; kanatların yere konulmasından maksat, yola açılması, yayılmasıdır. Çünkü bazı rivayetlerde: “Ve şüphesiz ki melek­ler kanatlarını yayarlar” denilmektedir. Yani melekler, ilim talibini, yüce Allah’ın rızası için uygun şekilde ilim tahsil ettiğini görüp de diğer halleri de ilim talebindeki haline benziyor ise, bu yolculuğunda kanatlarını onun için yere yayarlar ve onu kanatları üzerinde taşırlar. Bunun sonucunda da ilim taleb eden kişi esenliğe kavuşur, Eğer yürüyor ise yorgunluk, bitkinlik duymaz. Uzak yollar ona yakın gelir. Normal yolculara isabet eden hastalık, malın git­mesi, yolu kaybetmek gibi türlü zararlar onu gelip bulmaz. Bu kabilden açık­lamalar kısmen de olsa, daha önce Âli İmran Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Al­lah… açıkladı” (Âli İmran, 3/18) âyetini açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

İmran b. Husayn dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ümmetimden bir kesim, kıyamet kopuncaya kadar hak üzere üstün kalmaya devam edecekler­dir.”[287] Yezid b. Harun dedi ki: Eğer burada sözü geçenler hadis sahipleri (ha­dis ilmini tahsil edenler) değil iseler, bunların kim olduklarını bilemiyorum.

Derim ki: Âyetin yorumu ile ilgili olarak (hadis-i şerifte kendilerinden söz edilen kimselerin) hadis ile uğraşan ilim adamları olduklarına dair Abdurrez-zak’ın bu görüşünü es-Sa’lebî nakletmektedir: Ben de, İbn Ebi Hucce diye bi­linen hocamız, üstad, kıraat alimi, nahiv bilgini, muliaddis, Kurtubalı Ebu Ca­fer Ahmed b. Muhammed b. Muhammed el-Kaysî’yi, Hz. Peygamber’in: “Garb ehli kıyamet kopacağı vakte kadar hak üzere galip ve muzaffer kim­seler olmaya devam edeceklerdir” buyruğunun açıklanması ile ilgili olarak; “bunlar ilim adamlarıdır” dediğini dinledim. (Bunu açıklamak sadedinde) de­di ki: Çünkü, “garb” kelimesi müşterek bir lafızdır. Hem büyük kova anla­mında kullanılır, hem de güneşin batış yeri için kutlanılır. Ayrıca, taşan göz­yaşı anlamında da kullanılır. Buna göre: “Garb ehli… devam edecektir” ifa­desi; Allah’ı bilmekten ve O’nun hükümlerini bilmekten dolayı, O’nun kor­kusundan ötürü göz yaşlan taşıp duranlar muzaffer ve üstün gelmeye devam edeceklerdir, demektir. Yüce Allah da: “Kulları arasında Allah’tan ancak alimler korkar” (Fâtır, 35/28) diye buyurmaktadır.

Derim ki: Bu yorumu, Hz. Peygamber’in Müslim’in Sahih’inde yer alan şu buyruğu da desteklemektedir: “Allah kimin hakkında hayır dilerse onu din­de fakih (derin bilgi sahibi) yapar. Müslümanlardan bir kesim kıyamet gü­nüne kadar hak üzere çarpışmaya ve kendilerine düşmanlık edenlere karşı muzaffer kalmaya devam edeceklerdir.”[288]

Bu hadisin ifade dizisinin zahirinden anlaşıldığına göre, onun başı sonu ile irtibatlıdır.[289] Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[290]

  1. Ey İman edenleri Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın. Onlar sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar. Bilin ki Allah, muhakkak takva sahipleriyle beraberdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımız, tek başlık halinde sunacağız:[291]

Kâfirlerle Savaş:

Şanı yüce Allah, mü’minlere ne şekilde cihad edeceklerini göstermekte ve düşmanlarından yakınlık sırasına göre başlamaları gerektiğini bildirmektedir. Bundan dolayı Rasûlullah (sav) önce (cihada) Araplarla başladı. Araplarla sa­vaşı bitirdikten sonra bu seFer Şam (Suriye) topraklarında egemenliği bulu­nan Bizanslılara yöneldi.

el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerîme, Peygamber (sav) müşriklerle savaş ile emrolunmadan önce indirilmiştir. İşte bu buyruk, (müşriklerden yalnız} İs­lâm’ın kabul edileceği belirtilen hükümlerden önceki tedricî hükümlerden birisidir.

İbn Zeyd der ki: İndirildiği dönemde bu âyet-i kerîme ile kastedilenler Araplardır. Araplarla savaş sona erdikten sonra, Bizanslılarla diğerleri hak­kında: “… Allah’a ve âhiret gününe iman… etmeyenlerle savaşınız” (et-Tevbe, 9/29) buyruğu nazil oldu.

İbn Ömer’den, bununla kastedilenlerin Deylemliler olduğunu söylediği ri­vayet edilmiştir. Yine ondan gelen rivayete göre, Önce kimlerle savaşa baş­lamak gerekir. Bizanslılarla mı, yoksa Deylemlilerle mi? diye sorulmuş; İbn Ömer: Bizanslılarla diye cevap vermiş.

el-Hasen der ki: Burada kastedilen Deylemlilerle, Türklerle ve Bizanslı­larla savaşmaktır.

Katade der ki: Bu buyruk, yakınlık sırasına göre kâfirlerle savaşmak hu­susunda umumî bir buyruktur.

Derim ki: Katade’nin görüşü âyetin zahirine uygun olan görüştür.

İbnü’l-Arabî de, tbn Ömer’in dediği şekilde Deyleml il erden önce Bizans­lılarla savaşılması görüşünü şu üç sebep dolayısıyla tercih etmiştir. Birincisine göre; Bizanslılar Kitap ehlidir. O bakımdan, bunlara karşı delil (diğerlerine oranla) daha çoktur ve daha kesindir. İkinci olarak, onlar bize -yani Medinelilere- daha yakındırlar. Üçüncüsü ise, peygamberlerin yurtları onla­rın topraklan içerisinde dalıa çoktur. Bu yurtların ellerinden kurtarılması da­ha bir vaciptir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Onlar sizde büyük bir azim ve şiddet bulsunlar.” Yani, çetinlik, güç ve hamiyet bulsunlar. el-Fadl, el-A’meş ve Âsım’dan, “Azim ve şiddet” kelimesini “gayrı” harfi üstün ve “lâm” harfini de sakin olarak okuduklarını rivayet etmektedir. el-Ferrâ der ki: Hicazlıların ve Esedoğullannın şivesi, “ğayn” harfi üstün şeklindedir. Temimoğultarı ise ğayn harfini ötreli olarak kullanırlar.[292]

  1. Bir sûre indirildiği zaman İçlerinden bazıları “Bu hanginizin imanını artırdı” derler. İman etmiş olanlara gelince; daima on­ların imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.

Zaman” buyruğundaki; sıla (zâid)dir.

Âyet-i kerîmeyle kastedilenler münafıklardır. “Hanginizin imanını artır­dı?” buyruğu ile ilgili olarak: Daha önce Âli İmran Sûresi’nde (3/173- âyetin tefsirinde) imanın artışı ve eksilişi ile ilgili açıklamalar geçtiği gibi yine bu kitabımızın Mukaddimesinde “sûre”nin anlamına dair açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır. Bunları burada tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

el-Hasen, Ömer b. Abdulaziz’e yazdığı bir mektubunda şunları söylemek­tedir: “Şüphesiz ki imanın birtakım sünnetleri ve farzları vardır. Kim bunla­rı tamamlayacak olursa onunla imanı kemale ermiş olur. Kim de bunları ta­mamlayamazsa imanı tamamlamamış olur.” Ömer b. Abdulaziz der ki: “Eğer yaşayacak olursam ben bunları sizlere açıklayacağım. Şayet ölürsem, zaten benim sizin arkadaşlığınıza aşırı bir tutkum da yoktur.” Bunu Buhârî naklet­mektedir.”[293]

İbnü’l-Mübarek der ki: Ben, imanın arttığını söylemekten başka bir çıkar yol bulamadtm. Aksi takdirde Kur’ân’ı reddetmiş olurum.[294]

  1. Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdar­lıklarına murdarlık katıp arttırdı ve onlar kâfir olarak ölüp git­tiler.

“Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince” yani, şüphe, tereddüt ve mü­nafıklık bulunanlara gelince… Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Ba-kara, 2/10, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırdı.” Şüphelerine şüphe, küfürlerine küfür. Mukatil ise günahlarına günah… diye açıklamıştır ki, an­lamlar birbirlerine yakındır.[295]

  1. Görmüyorlar nu ki onlar her yıl ya bir veya İki kere deneni­yorlar? Sonra tevbe de etmiyorlar, İbret de almıyorlar.

Yüce Allah’ın; “Görmüyorlar nu ki, onlar her yıl ya bir veya iki kere de­neniyorlar” buyruğundaki: genel olarak “görmüyorlar mı” anla­mında, münafıklara dair haber olmak üzere “ye” Üe okunmuştur. Hamza ve Ya’kub ise, münafıklara dair haber ve mü’minlere de hitab olmak üzere “te” ile (“görmüyor musunuz” anlamında) okumuşlardır. el-A’meş ise,”Görmediler mi” diye Talha b. Musarrif ise; “Görmüyor musun” di­ye okumuşlardır ki, bu sonuncusu İbn Mes’udun kıraati olup, hitap Rasûlul-lah (sav)’a yönelik olmak üzere böyle okumuşlardır.

“Deneniyorlar” buyruğunu Taberî: Sınanıyorlar diye açıklamıştır. Mücahid de kıtlık ve sıkıntı ile, darlık ite diye açıklamıştır. Atiyye: Hastalıklar ve çeşitli ağrılarla diye açıklamıştır ki, buradaki hastalık ve ağalardan kasıt, ölümün habercileridir. Katade, el-Hasen ve Mücahid de der ki: Peygamber (sav) ile birlikte gazaya ve cihada çıkmakla ve Allah’ın vadetmiş olduğu za­ferleri de görmekle; diye açıklamışlardır.

“Sonra” bunun için tevbe de etmiyorlar, ibret de almıyorlar.[296]

  1. Bir sûre indirilince de birbirlerine bakarlar ve: “Sizi kimse gö­rüyor mu?* (derler) ve sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplu­lukturlar.

“Bir sûre indirilince de birbirlerine bakarlar” anlamındaki buyrukta yer alan; sıladır (yani, zaiddir). Burada kastedilenler münafıklardır. Yani, onlar Peygamber (sav) Kur’ân okumakta iken huzuruna gelip de ona indir­diği buyruklar arasında içyüzlerini açıklayan, yahut da birilerinin içyüzleri­ni açıklayan bir buyruk indirilecek olursa, bunun doğruluğunu ifade eder an­lamda korku ile biri diğerine bakar ve: “Siz, bunu konuştuğunuz vakit sizi görüp de bunu Muhammed’e aktaran bir kimse oldu mu” derler. Ancak, on­ların bu tutumları Hz. Peygamberin peygamberliği konusundaki cehaletle­rinden ve yüce Allah’ın, onu gaybından dilediği şeylere muttali kıldığından habersizliklerinden dolayıdır.

Bir görüşe göre buradaki “bakarlar” ifadesi bu âyet-i kerîmede; haber ve­rirler anlamındadır. Taberî, birisinden, buradaki “bakar” fiilinin bu âyet-i ke­rîmede “dedi” yerinde kullanıldığını söylediğini nakletmektedir.

“Sonra sıvışıp giderler.” Yani, hidayet yolundan uzaklaşır, ayrılır giderler. Çünkü onlara, gizledikleri sırları açıklanıp, başkalarının bilmediği işleri ken­dilerine bildirilecek olursa, kaçınılmaz olarak hayrete düşer, ne yapacakları­nı bilmezler; durup düşünürler. Şayet doğruyu anlayacak olurlarsa işte o va­kit iman ettikleri zannolunabilir. Çünkü, onların küfür üzere karar verdikleri ve ondan kendilerini kurtaramadıkları vakit, adeta sağlıklı düşünme ve hida­yet bulma ihtimallerinin bulunduğu o halden yüzçevirmiş gibi olurlar ve Peygamber (sav)’in kıraatini, okuduğu şeyler üzerinde dikkatle düşünen, Allah’ın âyetleri hakkında ibretle tefekkür eden kimselerin işiteceği şekilde işitmemiş olurlar: “Şüphesiz, Allah katında yeryüzünde canlıların en kötüsü akıl etme­yen sağır ve dilsizlerdir” (el-Enfâl, 8/22); “Onlar Kukanı iyiden iyiye düşün­mezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)

Yüce Allah’ın: “Allah onların kalplerini ters çevirmiştir” buyruğuna da­ir açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:[297]

  1. Allah Kalplerini Ters Çevirmiştir:

Yüce Allah’ın: ‘Allah onların kalplerini ters” çevir mistir” buyruğu, on­lara bir bedduadır. Onlara bunu söyleyiniz. Onunla birlikte yaptıklarının bir cezası olmak Ü2ere kalplerinin hayırdan çevrilmiş olduğunu haber vermek anlamında olması da mümkündür. Bu, beddua olarak kullanılan bir ifadedir. Yüce Allah’ın: “Allah kahretsin, onları” (et-Tevbe, 9/30) buyruğu gibidir,

“Çünkü onlar” buyruğundaki “be” harfi “ters çevirilmiştir” anla­mındaki fiile bir sıladır.[298]

  1. “İnsirâfın Dönmek Anlamında Kullanılması:

İbn Ab bas dedi ki: Namazdan döndük (insarafnâ) denilmesi mekruhtur. Çünkü; bir topluluk insiraf ettiler (döndüler), Allah da onların kalplerini ters çevirdi. O bakımdan siz, bunun yerine namazı kıldık, ifa ettik (kadaynâ) de­yiniz. Bunu Taberî, îbn Abbas’tan senediyle rivayet etmiştir.

İbnü’l-Arabî der ki: Ancak onun bu sözü söylediği tartışılır. Sahih oldu­ğunu da zannetmiyoruz. Çünkü, ifadenin düzeninin şöyle olması gerekirdi: Her hangi bir kimse namazdan insiraf ettik, demesin. Çünkü, bir topluluk hakkında: “Sonra sıvışıp giderler, Allah onların kalplerini ters çevirmiştir” diye buyrulmuştur. Bize, Vaiz Muhammed b. Abdulmelik el-Büstî haber ver­di, bize Ebu’1-Fadl el-Cevherî, kendisine kendisinden işitildiği belirtilerek şöy­le de demiş olduğunu bildirdi: Biz bir cenazede bulunuyorduk. Cenazenin geldiğini haber veren kişi, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun çekiliniz (insa-rifû) dedi. Bu sefer kendisi şöyle dedi: Kimse “insarifu” demesin. Çünkü, yü­ce Allah yerdiği bir kavim hakkında (aynı fiili kullanarak): “Sonra sıvışıp gi­derler (insarafû), Allah onların kalplerini ters çevirmiştir” diye buyurmak­tadır. O bakımdan bunun yerine Allah’ın rahmeti üzerinize olsun, geri çekiliniz (inkalibû) deyiniz. Çünkü yüce Allah övdüğü bir topluluk hakkında da (aynı fiili kullanarak) şöyle buyurmaktadır: “Sonra da kendilerine hiç bir za­rar dokunmaksızın Allah’tan bir nimet ve bolluk ile döndüler (inkalabû).” (Âli İmran, 3/174).[299]

  1. Kalpler Üzerinde Tasarruf Sahibi Olan Allah’tır:

Yüce Allah bu âyet-i kerîmede kalpleri evirip çevirenin, kalpleri döndü­renin kendisi olduğunu haber vermektedir. Bu ise, insanların kalpleri ve aza­lan kendi ellerindedir ve kendi hükümleri altındadır, diye inanan Kaderiye’nin görüşünü reddetmektedir. Çünkü onların kanaatine göre onlar, kalplerinde ve organlarında kendi meşietleriyle tasarrufta bulunurlar, kendi irade ve ih-tiyarlarıyla onlara hüküm geçirirler. Bundan dolayı Malik, Eşheb’in kendisin­den rivayetine göre şöyle demiştir: Bu buyruk Kaderiyenin görüşüne ne ka­dar açık bîr red teşkil etmektedir: “Kalpleri parça parça olmadıkça, kurduk­ları bina kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir.” (et-Tevbe, 9/110) Yüce Allah’ın Hz. Nuh’a şu buyruğu da böyledir: “Gerçek şu ki, kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman etmi-yecektir.” (Hûd, 11/36) İşte bu, ebediyyen olmaz, geri dönülmez ve zeval bul­maz, bir durumdur.[300]

  1. Andolsua ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sî­zin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. Size çok düşkündür. Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir.
  2. Eğer yüzçevlrirlerse de ki: “Bana Allah yeter. Ondan başka hiç­bir ilah yoktur. Ben ancak O’na güvenip dayandım. O, ulu Arş’ın Rabbıdır.”

Bu iki âyet-i kerîme, Ubey b. Kâ’b’ın dediğine göre, semâdan en son in­en buyruklardır. Said b. Cübeyr’in görüşüne göre ise, Kur’ân-ı Kerîm’den en son nazil olan buyruk, önceden de geçtiği gibi: “Bir de, Allah’a döndürüleceğiniz günden korkunuz” (el-Bakara, 2/281) âyetidir. Buna göre Ubey’in bu görüşünün, “Bir de Allah’a döndürüleceğiniz bir günden korkunuz” (el-Bakara, 2/281) buyruğundan sonra Kur’ân-ı Kerîmin en son inen buyrukları bunlardır, anlamına gelme ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Cumhurun görüşüne göre bu buyruklarda hitab Araplaradır. Bu da, bu hu­susta onların üzerindeki nimetlerin sayılıp dökülmesi şeklindedir. Zira, pey­gamberleri onların dilleriyle ve anlayacakları bir lisan ile geldiği gibi, zaman durdukça da onunla müşerref kılınmışlardır. ez-Zeccâc der ki: Bu buyruk bü­tün dünyaya yönelik bir hitaptır. Yani, andolsun sizlere insanlardan bir pey­gamber gelmiştir. Ancak birinci görüş daha doğrudur.

İbn Abbas der ki; Peygamber (sav) ile, nesebi itibariyle akrabalığı bulun­mayan hiçbir Arap kabilesi yoktur. O bakımdan şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Araplar topluluğu! Andolsun sizlere İsmailoğulİarından bir peygamber gel­miştir. Ancak, ikinci görüş delili ortaya koymak-açisından daha bir pekişti-ricidir. Yani siz, onun dediklerini anlayasınız ve onu önder kabul edip arka­sından gidesiniz diye, sizin gibi bir insandır.

“İçinizden” buyruğu, Peygamber (sav)’in nesebinin övülmesini ve onun, araplann özünden ve katıksız Araplardan olmasını gerektirmektedir. Müslim’in Sahihinde Vasile b. el-Eska’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Rasûlul-lah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Muhakkak Allah, İsmailin soyundan Kinane’yi seçti, Kinane’den de Kureyş’i seçti, Kureyş’ten de Haşimoğulları-nı seçti. Haşimoğullan arasından da beni seçti.”[301]

Yine Hz. Peygamber’den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ben, nikâh­lı, meşru evlilikten doğdum. Ben zinadan değilim.”[302] Yani, Hz. Peygambe­rin Adem (a.s)’e kadar uzanan soyunda nikah ile evliliğin bulunmadığı bir nesil yoktur. Ve onun soyunda zina mahsulü hiçbir kimse bulunmamaktadır.

Abdullah b. Kusayt el-Mekkî; İçinizden” anlamındaki kelime­yi; Enneleslerinizden değerlilerinizden anlamında “fe” harfini üstün olarak okumuştur. Aynca bu kıraat, hem Peygamber (sav)den, hem de Patıma (r.anha)’dan rivayet edilmiştir, Yani size, en şerefliniz ve en fazilet­lileriniz arasından bir peygamber gelmiştir. Bu da, bir şey oldukça rağbet du­yulan ise hakkında kullanılan: “Nefis bir şey” ifadesinden alın­madır. Bu buyruğun; aranızda en itaatkâr kimse anlamına geldiği de söylen­miştir.

Yüce Allah’ın: “Sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir” buyruğu, sizin, zorluklarla, meşakkatlerle karşılaşmanız ona ağır gelir, demektir.

“Zorluk ve meşakkat” anlamındadır. Bu da, Arapların bir tepenin, zor ve helak edici olması halinde kullandıkları: “Zorlu tepe” ifade­lerinden gelmektedir. İbnü’l-Enbarî der ki: ın astl anlamı, zorluk, sı­kıntı vermek demektir. O bakımdan Araplar, “Filan kişi filana zorluk çıkartır,” dediklerinde işi sıkı tutar ve ona yerine getirilmesi zor gelen bir takım şeyleri yerine getirmeye mecbur tutar, demek isterler. Buna dair açıklamalar da daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/220. âyet, 8. başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

“Uğramama” buyruğundaki; mastar içindir. Bu da; “Pek ağır gelir,” şeklindeki mukaddem haberin mübtedâsıdır. Bununla birlik­te; “Sıkıntıya uğramanız” in, “Pek ağır gelir” in faili ve ay­nı zamanda bunun “Resûl”un sıfatı olması da mümkündür. Bu, daha da doğ­rudur. “Size çok düşkündür” ile “Şefkatli ve merhametlidir” anlamındaki buy­ruklar da aynı şekilde sıfat olarak merfu’durjar. el-Ferrâ der ki: “Sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkün olan, mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametli olandır” di­ye hal olarak nasb ile okunması da caizdir.

Ebu Cafer en-Nehhâs der ki: Buyruğun anlamı ile İlgili olarak Arap diline uygun söylenmiş en güzel söz şudur: Bize Alımed b. Muhammed el-Evdî an­lattı, dedi ki: Bize, Abdullah b. Muhammed et-Huzaî anlattı, dedi ki: Ben, Amr b. Ali’yi şöyle derken dinledim: Ben, Abdullah b. Dâvud el-Hureybî’yi, şanı yüce Allah’ın: “Andolsun ki, içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir” buyruğu hakkında şöyle der­ken dinledim: Yani, sizin cehenneme girmeniz ona pek ağır gelir. “Size çok düşkündür”, sizin cennete girmenizi çok ister, demektir. Bir diğer görüşe gö­re de, sizin iman etmenizi çok ister anlamındadır. el-Ferrâ’ya göre: Cehenne­me girmenizi hiç istemez, demektir. Bir şeye düşkünlük göstermek (hırs) ise, onun kaybolmasını, telef olmasını hiçbir şekilde istememek demektir.

“Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir.” Şefkatli (raûf), ra’fet ve şefkatte ileri derecede giden kimse demektir. “Şefkatli ve merhametli (ra-ûfun rahîm)”a dair açıklamalar, el-Bakara Sûresi’nde daha önceden (2/143. âyetin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Yüce Allah kendi isimlerinden iki ismini -herhangi bir peygambere-Muhammed (sav)’in dışında kimseye vermiş değildir. O, Hz. Peygamber hakkında: “Mü’minlere oldukça şefkatli ve merhametlidir” diye buyurdu­ğu gibi, kendi zatı hakkında da: “Gerçekten Allah, insanlara çok şefkatli, çok merhametlidir” (el-Bakara, 2/143) diye buyurmuştur.

Abdulaziz b. Yahya der ki: Âyet-i kerîmenin söz dizisi şöyledir: Andolsun ki size, kendi içinizden aziz (oldukça değerli, şerefli), mü’minlere karşı oldukça düşkün, şefkatli ve merhametli, sizden başka hiçbir şeyin kendisini il­gilendirmediği ve size zor gelen işlerden dolayı sıkıntıya uğramanız kendi­sine pek ağır gelen bir rasûl gelmiştir. Sizin için şefaatte bulunacak olan odur, O bakımdan onun sîreti üzere devam ettiğiniz sürece hiçbir şey için üzülme­yiniz. Zira o, sizin cennete girmenizden başka hiçbir şeye razı olmaz.

Yüce Allah’ın: “Eğer yüz çevirirlerse, de ki: Bana Allah yeter.” Yani, ey Muhammedi Yüce Allah’ın, kendilerine lütfedip dile getirmiş olduğu bu ni­metlerden sonra kâfirler yüzçevirecek olurlarsa, bana Allah yeter, de. Yani, sizin bu inkârınıza karşı O, bana kâfidir.

“O’ndan başka hiçbir İlah yoktur, ben ancak O’na güvenip dayan­dım.” Bütün işlerimi O’na ısmarladım, havale ettim. “O, ulu arşın Rabbİdir.” Yüce Allah’ın özellikle arşı sözkonusu etmesi, yaratıklarının en büyüğünün arş olduğundan dolayıdır. Arş, zikredildiği takdirde, onun dışındaki bütün ya­ratıklar da onun kapsamına girer. “Ulu”anlamırîdaki; kelimesini ge­nellikle “Arş”ın sıfatı olarak esreli okumuşlardır. “Rabb”in sıfatı olarak ref ile de okunmuştur ki, bu okuyuş tbn Kesir’den rivayet edilmiştir, îbn Muhaysın’ın kıraati de böyledir. (Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: O, arşın Rabbi-dir, uludur). Ebu Davud’un Kitab’ında da Ebu’d-Derdâ’dan şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: Bir kimse sabahı ettiğinde ve akşamı ettiğinde yedişer de­fa; Bana Allah yeter, O’ndan başka hiçbir İlah yoktur, ben ancak O’na güvenip dayandım, O, ulu Arşın Rab-bidir” diyecek olursa, ister bu sözleri söylerken doğru söylemiş olsun, ister yalan söylemiş olsun, onu kederlendiren her şeye karşı Allah ona yeter.[303]

“Nevâdiru’l-Usurde de Bureyde’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki: “Her kim her namazın akabinde on kelime söy­leyecek olursa, bu sözler dolayısıyla Allah’ın kendisine yeterli geldiğini ve Allah’ın ona, bunlardan dolayı mükâfat verdiğini görecektir. Bu on kelime­nin beşi dünya için, beşi âhiıet içindir:

“Dinim için hasbiyallah (Allah bana yeter), dünyam için hasbiyallab, be­ni üzen şeye karşı hasbiyallah, bana haksızlık edene karşı hasbiyallah, ba­na kıskançlık edene karşı hasbiyallah, bana kötü tuzak kurana karşı hasbiyallah, ölüm esnasında hasbiyallah, kabirde sorgulanma esnasında hasbiyallah, Mizan esnasında hasbiyallah, Sırat esnasında hasbiyallah, O’ndan baş­ka hiçbir ilah yoktur, ben ancak O’na güvenip dayandım ve dönüşüm yalnız O’nadır.”

en-Nakkâş da Ubey b. Kâ’b’dan şöyle dediğini nakletmektedir: Şanı yü­ce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîmden en son indirdiği buyruklar şu iki âyet-i kerî­medir: ” Andolsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki…” di­ye başlayan, sûrenin sonuna kadar devam eden buyruklardır. Bunu önceden de açıklamış idik. Yusuf b, Mihran’ın İbn Abbas’tan rivayetine göre ise, Kur’ân-ı Kerîmden en son nazi! olan buyruk: ” Andolsun ki İçinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki…” buyruğu ile bu âyet-i kerîmedir. Bunu da el-Maverdî nakletmektedir.

Biz ise, İbn Abbas’dan, el-Bakara Sûresi’nde belirttiğimiz gibi buna mu­halif olan bir görüşü daha önceden nakletmiş idik ki, o daha sahihtir.

Mukatil der ki: Bu buyruklar daha önceden Mekke’de inmiş idi. Ancak, bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü sûre Medine’de inmiştir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah’tır.

Yahya b. Ca’de der ki: Ömer b. el-Hattab (r.a) iki kişi o hususta şahidlik etmedikçe, her hangi bir ayeti Mushafta tesbit etmezdi. Ensardan bir kişi Tev-be Sûresinin sonundaki: ” Andolsun ki İçinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki…” diye başlayan iki âyetin, Kur’ân’dan olduğunu bildirdi. Hz. Ömer: Allah’a yemin ederim ki, bunlara dair ben senden başka bir delil is­temeyeceğim. Çünkü Peygamber (sav) gerçekten böyle idi, deyip bunları da kaydettirdi.

İlim adamlarımız derler ki: Burada sözü geçen kişi Huzeyme b. Sabit’tir. Ömer (r.a)’ın bu iki âyeti yalnızca onun şahidliği ile tesbit etmeyi kabul et­mesi, Peygamber (say)’in niteliğine dair bu buyruklardaki ifadelerin sahih ol­duğuna dair delilin ortada oluşundan dolayıdır. Hz. Peygamberin böyle oluşu bir başka şahid getirmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar güçlü bir kari­nedir. Ve bu buyruk el-Ahzab Sûresi’nde yer alan: “Mü’minler arasında Al­lah’a verdiği sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır” (el-Ali2ab, 33/23) buyruğundan farklıdır. Çünkü o âyet-i kerîme, hem Zeyd, hem de Huzeyfe’nin şahidliği ile sabit olmuştur. Çünkü onlar, her ikisi de bu âyet-i kerîmeyi Peygamber (sav)’dan işitmişlerdi. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce bu kitabın (tefsirin) Mukaddime’sinde geçmiş bulunmaktadır. Yüce Al­lah’a hamd olsun.

Kuran

Tövbe Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.