87 – Ala Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Mekke’de nazil olmuştur.

Ala Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
1 — Rabbınm o çok yüce adını tesbîh et.
2 — Ki O, yaratıp şekil vermiştir.
3 — Ki O, takdir’edip doğru yolu göstermiştir.
4 — Ki O, yeşilliği çıkarmıştır.
5 — Sonra da onu kupkuru, siyah bir çöpe çevirmiştir.
6 — Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın.
7 — Yalnız Allah’ın dilediği başka. Çünkü O, açığı da, gizli olanı da bilir.
8 — Ve seni kolay olana muvaffak edeceğiz.
9 — O halde öğüt fayda verecekse, öğüt ver.
10 — Korkacak olan öğüt alacaktır.
11 — Bedbaht olan ise ondan kaçınır.
12 — Ki o, en büyük ateşe girecek olandır.
13 — O, orada ne ölecek, ne de dirilecektir.
Yücelerin Yücesi
İmâm Ahmed îbn Hanbel der ki: Bize Ebu Abdurrahmân… Ukbe İbn Âmir’den nakletti ki: «Rabbının o çok yüce adını teşbih et.» âyeti nâzü olunca, Rasûlullah (s.a.) bize dedi ki: Rükûunuzda bu âyeti okuyun. Daha sonra: «Rabbının o çok yüce adını tesbîh et.» âyeti nazil olunca da bunu secdenizde söyleyin, dedi. Bu rivayeti Ebu Dâvûd ve İbn Mâce; Abdullah îbn Mübarek hadîsinde Mûsâ İbn Eyyûb kanalıyla Ukbe tbn Âmir’den naklederler.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Vekî’… Abdullah İbn Abbâs’-tan nakletti ki;, Rasûlullah (s.a.): «Rabbının o çok yüce adını tesbîh et.» âyetini okuyunca, en yüce Rabbımı tesbîh ederim, demiştir. Bu rivayeti Ebu Dâvûd da Züheyr İbn Harb kanalıyla Vekî’den nakleder ve bu konuda Vekî’e muhalefet edilmiştir, der. Ebu Vekî’ ve Şu’be de bu hadîsi Ebu îshâk kanalıyla Abdullah İbn Abbâs’tan mevkuf olarak naklederler.
Sevrî Süddî’den, o da Abdhayr’dan nakletti ki; o, Hz. Ali’nin «Rabbının o çok yüce adını tesbîh et.» âyetini okuyup; o çok yüce olan Rabbımı tesbîh ederim, dediğini işitmiş.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd… İbn Abbâs’tan nakletti ki; o, bu âye.ti okuyunca; çok yüce Rabbımı tesbîh ederim, dermiş. «Kıyamet gününe yemîn ederim.» (Kıyamet, 1) âyetini okuyup sonuna gelince de: Bu, ölüleri diriltmeye kadir değil midir? Tesbîh ederim Seni elbette, dermiş.
Katâde der ki: Bize anlatıldığına göre Allah nebisi: «Rabbının o çok yüce adını tesbîh et.» âyetini okuyunca; en yüce Rabbımı tesbîh ederim, dermiş.
«Ki O, yaratıp şekil vermiştir.» Mahlûka ti yaratmış ve her yarattığını en güzel biçimde düzene koyup şekil vermiştir.
«Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir.» Mücâhid der ki: İnsanoğluna mutluluk ve mutsuzluk yolunu, hayvanlara da yayılım yerlerini göstermiştir. Bu âyet-i kerime Allah Teâlâ’nın kitabında Musa’nın Firavun’a söylediği şu kavline benzemektedir: «Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra dosdoğru yola eriştirendir.» (Tâhâ, 50) Bir kader takdir etmiş ve mahlûkâtı da buna doğru götürmüştür. Nitekim Müslim’in Sahîh’inde Abdullah İbn Amr’dan nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Muhakkak Allah yaratıkların kaderini gökleri ve yeri yaratmazdan elli bin sene önce takdir etmiştir. Bu sırada Arş’ı suyun üzerinde bulunuyordu.
«Ki O, yeşilliği çıkarmıştır.» Her türlü bitki ve ekini çıkarmıştır.
«Sonra da onu kupkuru, siyah bir çöpe çevirmiştir.» İbn Abbâs; değişik kuru bir ota, diye mânâ verir. Mücâhid, Katâde ve İbn Zeyd de benzer şekilde söylerler. İbn Cerîr Taberi der ki: Arap sözlerini bilen kişilerden bazıları dediler ki: Bu ifâde, mânâsı önce olup kendisi sonra gelen ifâdelerdendir. Sözün anlamı şöyle olmaktadır: O ki otları yeşilden siyaha çevirmiş ve bundan sonra da onu kupkuru yapmıştır. Sonra İbn Cerîr Taberî der ki: Bu ihtimâl herne kadar vârid ise de doğru değildir. Çünkü te’vîl ehlinin sözüne aykırı düşmektedir.
«Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın.» Ey Muhammed, seni okutacağız da hiç unutmayacaksın. Bu da Azîz ve Celîl olan Allah’ın bir durumu haber vermesi ve Rasûlüne unutmayacağı bir okuyuşla okuyacağım vaadetmesidir.
«Yalnız Allah’ın dilediği başka.» Bu ifâde İbn Cerîr Taberî’nin onu unutmayacağı bir okutuşla okutacağı vaadinden Allah’ın dilediğini istisna ettiği şeklindeki görüşüdür. Katâde ise der ki: Rasûlullah (s.a.) Allah’ın dilediğinden başka hiç bir şeyi unutmazdı. Bazıları da dediler ki «Unutmayacaksın.» kavli bir talebtir. Ve böylece istisna mânâsını nesh üzerine dayandırmaktadırlar. Yani Allah’ın neshini dilediğinden başka sana okuttuklarımızı unutmayacaksın. Binâenaleyh sen onu terk-edeeek de değilsin.
«Çünkü O; açığı da gizli olanı da bilir.» Kullarının açıkça yaptıklarını da, gizlice söylediklerini de bilir. Hiç bir şey O’na gizli ve saklı değildir.
«Ve seni kolaya olana muvaffak edeceğiz.» Sana hayır fiiller işlemeyi ve iyi sözler söylemeyi kolaylaştıracağız. Sana kolay bir şeriat gönderecek, âdil, istikâmetli, müsamahalı bir din teşrî’ edeceğiz. Onda eğrilik-büğrülük bulunmayacağı gibi sıkıntı ve zorluk da bulunmaya? çaktır. –
«O halde öğüt fayda verecekse, öğüt ver.» Öğütün fayda vereceği konuda sen öğüt ver. İlim neşrindeki edeb işte bu âyetten alınmıştır. Binâenaleyh hiç bir kimse, bilgiyi ehli olmayanın önüne sermemelidir. Nitekim mü’minlerin emîri Ali İbn Ebu Talîb (r.a.) der ki: Sen bir topluluğun aklının erişmeyeceği bir sözü söyleme. Çünkü bu söz onlar için yalnızca fitne olur. Ve yine demiştir ki: insanlara bildikleri sözle konuşun. Allah ve Rasûlünün yalanlanmasından hoşlanır mısınız?
«Korkacak olan öğüt alacaktır.» Ey Muhammed, AUahtan korkup O’na ulaşacağını kabul eden kişi kalbine ulaşan öğütten ibret alır.
«Bedbaht olan ise ondan kaçınır. Ki o, en büyük ateşe girecek olandır. O, orada ne ölecek, ne de dirilecektir.» Orada ölmez ki istirahat etsin, dirilmez ki faydalı bir hayat yaşasın. Aksine bu hayat onun için zararlıdır. Çünkü bu nedenle karşılaşacağı eîîm azabı ve muhtelif baskıları îarkedecektir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İbn Ebu Adiyy… Ebu Saîd’-den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cehennem ehli olan cehennemlikler orada ne ölürler, ne de diriltilirler. Allah, merhamet etmek istediği bazı insanları cehennemde öldürür ve onların yanma şe-fâatçılar girerler. Kişi kendi arkadaşlarını alıp onları haya ırmağında —Veya hayat ırmağında veya canlılık ırmağında demiştir—bitirir. Ya da’ cennet ırmağında biterler, demiştir. Tıpkı selin taşıdığı suda-bir tanenin bitmesi gibi. Ebu Saîd der ki: Rasûlullah (s.a.) sonra şöyle dedi: Görmez misiniz ağaç önce yeşerii* sonra sararır —veya sonra sarı olur demiştir— Sonra tekrar yeşerir. Bazıları dedile ki; sanki Ra’sûlulİah/(s.a.) çölde olanı söylemişti. •
Yine Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize İsmâîl… Ebu Saîd el-Hudrî’-den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Cehennem ehli olan cehennemlikler elbette ki orada ne ölürler, ne de diriltilirler. Fakat bazı insanlar vardır ki —ya da bencer bir ifâde kullanmıştır— onlar günâhları nedeniyle cehenneme gireceklerdir. —Veya hatâları nedeniyle demiştir— işte onları öldürür, nihayet onlar kömürleşince şefaat izni verilir ve yanlarına cemâat cemâat şefâatçılar gelir ve onları cehennem ırmaklarında bitirirler. Sonra; ey cennet ehli onların üzerine salıverin, denilir de onlar bir sel suyunun getirdiği tanenin bitmesi gibi biterler. Ebu Saîd der ki: O zaman toplulukta bulunan bir adam dedi ki: Sanki Rasûlullah ,<s.a.) çölde idi. Bu hadîsi Müslim de Bişr kanalıyla… Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet eder. Ayna hadîsi İmâm Ahmed İbn Hanbel, Yezîd kanalıyla… Ebu Saîd’den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Allah’ın cehennemden çıkarmak istemediği cehennemlikler orada ne ölürler ne de dirilirler. Allah’ın cehennemden çıkarmak istediği cehennemlikleri ise Allah orada öldürür. Nihayet kömür olurlar da sonra topluca çıkarılıp; cennet ırmaklarına götürülürler. Veya onlsfrın üzerine cennet ırmaklarından su serpilir de tıpkı bir selin taşıdığı tanenin bitmesi gibi bitip yeşerirler. Allah Teâlâ başka âyetlerde cehennem ehlinden haber vererek şöyle buyurur: «Ey nöbetçi, Rabbuı hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin, diye çağırışırlar. O da: Siz, böyle kalacaksınız, der.» (Zuhruf, 77) Fâtır sûresinde ise şöyle buyurur: «Küfretmiş olanlara gelince; cehennem ateşi onlar içindir. Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler. Onlardan cehennemin azabı da hafifletilmez. İşte Biz, her küfredeni böyle cezalandırırız.» (Fâtır, 36) Ve daha bu anlamda pek çok âyet bulunmaktadır.[1]
İzahı
14 — Doğrusu arman, felah bulmuştur.
15 — Rabbının adını anıp, namaz kılan.
16 – Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
17 — Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.
18 — Şüphesiz ki bu, ilk sahîfelerdedir.
19 — İbrahim’in ve Musa’nın sahîfelerinde.
Arınan Felah Bulmuştur
Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Doğrusu arınan, felah bulmuştur.» Nefsini kötü huylardan arıtan, Allah’ın Rasûlüne indirdiği hükme tâbi olan kimse.
«Rabbının adını anıp, namaz kılan.» Allah’ın rızâsını dileyerek, emrine uyarak ve şeriatına bağlanarak namazı vakitlerinde ikâme edenler. Nitekim Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Abbâd İbn Ahmed… Câbir İbn Abdullah’tan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.): «Doğrusu arınan felah bulmuştur.» âyeti konusunda şöyle dedi: Kim Allah’tan başka ilâh bulunmadığına şehâdet eder, putlan atar ve benim Allah’ın ra-sûlü olduğuma şehâdet ederse.
«Rabbının adını anıp, namaz kılan.» Bu, beş vakit namazdır. Namaza özen gösterip onu korumaktır. Sonra Ebu Bekr el-Bezzâr; bu hadîs Câbir’den yalnız bu şekilde bilinmektedir, der. İbn Abbâs da buradaki namazdan maksadın beş vakit namaz olduğunu aynı şekilde söylemiştir. İbn Cerîr Taberî de bu görüşü tercih eder.
İbn Cerîr Taberî der ki: Bana Amr İbn Abdülhamîd… Ebu Halde’-den nakletti ki; o, ben Ebu’l-Âliye’nin yanına vardığımda bana şöyle dedi, demiştir: Yarın sabah bayrama giderken bana uğra. Ebu Halde der ki: Ben ona uğradım, o; bir şey tattın mı? dedi. Ben; Evet, dedim. O kendi nefsine su lütfettin mi? dedi. Ben; evet, dedim. O: Arınmanla ilgili ne yaptın, bana haber ver, dedi. Ben: Sanki onu yerine verdim demiştim. O; bende bunun için seni istemiştim, dedi. Sonra «Doğrusu arınan, felah bulmuştur. Rabbının adını anıp, namaz kılan.)) âyetini okudu. Ve dedi ki: Medîne halkı bundan ve su dağıtmaktan daha değerli bir sadaka bilmezlerdi.
Ben derim ki: Aynı şekilde bize mü’minlerin emîri Ömer İbn Ab-dülâziz’in de insanlara fıtır sadakasını vermelerini emrettiği rivayeti ulaştırılmıştır. O, ««Doğrusu arınan, felah bulmuştur. Rabbının adını anıp, namaz kılan.» âyetini okurmuş.
Ebu’l-Ahvaz der ki: Sizden birine namaz kılmak isterken bir dilenci gelirse, namazından önce zekâtını versin. Çünkü Allah Teâlâ: «Doğrusu arınan, felah bulmuştur. Rabbının adını anıp, namaz kılan.» buyurmaktadır.
Katâde bu âyetin tefsirinde der ki: «Doğrusu arman felah bulmuştur. Rabbının adını anıp namaz kılan.» Malının zekâtını verip Yaratanını hoşnûd eden.
«Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz.» Onu âhiretten öne alıyorsunuz. Kendi faydalarına, dünya ve âhiretleri için iyiliklerine olan şeyi öne alıyorsunuz.
«Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.» Allah’ın âhiretteki sevabı dünyadan daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Dünya aşağılık ve fâ-nîdir,- âhiret ise değerli ve bakîdir. Öyleyse akıllı bir kişi, geçici olan bir şeyi kalıcı olan-bir şeye nasıl tercih edebilir de kısa zamanda yıkılıp gidecek olana değer verir ve kalıcı, ebedî olana önem vermez?
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Hüseyn İbn Mes’ûd… Hz. Âişe’den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: Dünya; evi olmayanın evi, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan dünya için toplar.
îbn Cerîr Taberî der ki: Bize Abd İbn Humeyd… Sakîf kabilesinden Arfece’den nakletti ki; o, şöyle demiş: Ben Abdullah İbn Mes’ûd’dan A’lâ sûresini okumak istedim. O, «Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz.» âyetine gelince, okumayı bıraktı ve arkadaşlarına dönerek dedi ki: Biz de dünya hayatını âhirete tercih ettik. Halk sustu. Sonra o devam etti ve dedi ki: Biz dünya hayatını tercih ettik. Çünkü onun zî-netini, kadınlarım, yiyecek ve içeceklerini gördük ve bu bizi âhiretten engelledi, böylece geçiciyi tercih ettik, kalıcıyı terkettik. İbn Mes’ûd’un bu ifâdesi onun bakımından tevazu’ ve konuyu iyice benimsemiş olmasını gösterir. Ya da bir şeyin olduğu şekilde bildirilmesinden ibarettir. Allah, en iyisini bilendir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki: Bize Süleyman İbn Dâvûd… Ebu Mûsâ el-Eş’arî’den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş; Kim dünyasını severse âhiretine zarar verir. Kim de âhiretini severse dünyasına zarar verir. Öyleyse kalıcı olanı, geçici olana tercih edin. Bu rivayette Ahmed İbn Hanbel nıünferid kalmıştır. Aynı hadîsi Ahmed İbn Hanbel Ebu Seleme kanalıyla… Ebu Mûsâ el-Eş’arî’den aynı şekilde nakleder.
«Şüphesiz ki bu, ilk sahîfelerdedir. İbrahim’in ve Musa’nın sahî-felerinde.»
Hafız Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Bize Nasr İbn Ali… İbn Abbâs’tan nakletti ki, bu âyet nazil olduğunda Rasûlullah {s.a.) şöyle demiş: Bütün bunlar —ya da bu idi, demiş— Mûsâ ve İbrahim’in sahîfelerinde var idi. Sonra da Ebu Bekr el-Bezzâr der ki: Sika râvüerin Ata İbn Sâib kanalıyla İkrime’den, onun da İbn Abbâs’tan naklettiği bundan başka bir sened bilmiyoruz. Bundan önce naklettiği bir hadîsi de söyler.
Neseî der ki: Bize Zekeriyyâ İbn Yahya… Abdullah İbn Abbâs’tan nakletti ki; o, A’lâ sûresi nazil olduğunda şöyle demiş: Bütün bunlar İb-râhîm ve Musa’nın sahîfelerinde vardır. «Ve sözünü yerine getiren İbrâ-hîm’inkinde de.» (Necm, 37) âyeti nazil olunca da bir yük yüklenenin başkasının yükünü yüklenmemesi şeklinde sözünü yerine getirmiştir, demiştir. O bununla Allah Teâlâ’nın Necm süresindeki şu kavlini kasde-diyordu: «Yoksa kendisine bildirilmedi mi Musa’nın sahîfelerinde olanlar? Ve sözünü yerine getiren İbrâhîm’inkinde de. Doğrusu hiç bir günahkâr başkasının günâh yükünü yüklenmez. Gerçekten insan için, çalıştığından başkası yoktur. Ve onun çalışması ileride görülecektir. Sonra ona karşılığı tastamam^ verilecektir.» {Necm, 36-41) İkrime de İbn Ce-rîr’in Abd İbn Humeyd’in… kendisinden naklettiğine göre aynı şekilde söylemiştir. Ebu’l-Âliye de; bu sûrenin kıssası ilk sâhifelerdedir, der.
İbn Cerîr Taberî der ki: «Şüphesiz ki bu» kavli ile işaret edilen zamir; «Doğrusu arınan, felah bulmuştur. Rabbınm adım anıp, namaz kılan. Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.» kavlini göstermektedir. «Şüphesiz ki bu» kavli yani bu sözün muhtevası «İlk sahîf elerdedir; İbrahim’in ve Musa’nın sahîfelerinde.» İbn Cerîr Taberî’nin tercih ettiği bu görüş, güzel ve sağlam bir görüştür. Katâde ve İbn Zeyd’den de benzer bir rivayet nakledilmiştir. Allah en iyisini bilendir.[2]
İzâhı
eş-Şeyh er-Reîs (İbn Sînâ) —ruhu takdis edilsin— der ki: İyi bil ki; bu sûre üç ana isteği ihtiva etmektedir:
Birinci istek; tanrının isbâtı konusundadır. «Rabbmın o çok yüce adını tesbîh et. Ki O, yaratıp şekil vermiştir. Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir. Ki O, yeşilliği çıkarmıştır. Sonra da onu, kupkuru, siyah bir çöpe çevirmiştir.» İyi bil ki; bu âyetten maksad, hikmet sahibi, bilen bir tanrının varlığına (delâlet eden) delillerden ikisi ile delil getirmektir. Birinci delil getirme türü; canlıların yaratılışıyla ilgilidir. İşte Allah Teâlâ’nın «Ki O, yaratıp şekil vermiştir.» sözüyle kasdedilen budur. Zîrâ her canlının bedeni belirli bir ölçüye (kader) göre takdir edilmiştir. İşte bu takdir, yaratmadır. Ayrıca beden, sıcak ve soğuk (kuru ve nemli) parçalardan (cüz’ler) birleşir. Bu parçalardan herbirinin de muayyen bir mikdâr ile takdir edilmiş olması gerekir ki, karışım meydana gelsin. Şayet bu parçalar (cüz’ler) fazla veya eksik olursa, meydana gelen karışım o karışım değil, başka karışım olur. İşte «Şekil vermiştir» kavlinin anlamı budur.
Canlının kendisiyle delil getirmesine gelince; bu da «Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir.» sözüdür. Bunun anlamı şöyledir: Allah Teâlâ o özelleştirilmiş olan organlardan her biri için özel bir güç takdir etmiştir. Sonra da bu organların fayda ve menfaatinin o güç ile elde edilmesini sağlamıştır. Sözgelimi göz için görme gücünü, kulak için işitme gücünü, mide için hazım gücünü takdir etmiştir.
Sâni’in (yapıcı = yaratıcı) varlığına ikinci tür delil; bitkilerin halleri iledir. Allah Teâlâ’nın «Ki O, yeşilliği çıkarmıştır. Sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirmiştir.» kavli bu (neviden bir delil) dir. Ve bu ma’lûm olan bir şeydir. Canlılar ile delil getirme, bitkiler ile delil getirmeden önce zikredilmiştir, çünkü canlı daha değerlidir. Ayrıca can-lılardaki fevkalâdelikler daha çoktur. Bu sebeple öne alınması uygun olmuştur. Bir deyen, derse ki: Canlıların ve bitkilerin doğumu, irâde sahibi etkin bir varlık sebebiyle değil de tabiat nedeniyle olması, niçin caiz olmasın? Biz deriz ki: Bunun delili şudur: Nutfenin (sperma) yapısı, benzer tabiattadır. Tabiatların, feleklerin ve yıldızların onun üzerindeki etkisi de birbirine benzer. Birbirine benzeyen bir cismi birbirine benzeyen etkiler etkileyecek olursa; bu etkiden farklı hallerin doğması imkansızlaşır. Görmez misin; bir mum, beş zirâ’dan aydınlatılan bir yere konnıuşsa; diğer taraflardan da bu mikdârda aydınlatması gerekir. Ama bir yandan beş zirâ’lık bir mesafeyi aydınlatıyor da, diğer yandan yalnızca —bir engel veya mania olmaksızın— yarım zirâ’lık bir yeri aydınlatıyorsa; bu ma’kûl bir durum değildir. Böylece sabit oluyor ki; tabiatı etkileyen şeylerin etkilerinin de benzer etkiler olması gerekir. Biz nutfenin (sperma) bazı parçalarından kemiklerin, diğer parçalarından sihirlerin, damarların ve kasların doğduğunu gördüğümüzden, bunun, tabiat ve icâb yönünden müessir olan bir etkiden değil, kudret ve irâde sahibi bir etkenin etkisinden dolayı olduğunu anlarız.
İkinci istek; Bu sûredeki isteklerden ikincisi de peygamberliklerin kararlaştırılması konusundadır. İyi bil ki; bu istek, ancak üç şeyle tamamlanır (gerçekleşir) :
Birincisi; peygamberin zâtı ve cevheri bakımından sıfatları Üe;
İkincisi; eksik olanların (hakka) davet edilmesi ile ilgili (yapılacak) çalışmanın şekli ile;
Üçüncüsü de, yaratıkların, ondan gelen kemâli kabul etmeleri hususundaki hallerinin farklı oluşu ile ilgilidir.
Birinci istek, peygamberin sıfatının ve onun ilim ve ahlâkmdaki ruhunun (asıl) cevherinin nasıl olduğunun açıklanmasından ibarettir. İyi bil ki; temel bilimlerde, beşer nefsinin iki gücünün bulunduğu sabittir: Bu güçlerden birincisi nazarî güç, ikincisi de amelî güçtür. Nefsin bedene tasarrufu bu güç sayesinde mümkün olur. Ve onun vasıtasıyla da en uygun ve en elverişli biçimde bu evrenin bedenine tasarruf etmesi gerçekleşir. Burhanlar ile (diyalektik olarak) nazari gücün amelî güçten daha değerli olduğu sabit bulunduğundan, şüphesiz önce bu gücün zikredilmesi gerekti. İşte Allah Teâlâ’nın: «Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın.» kavli buna işarettir. Bunun mânâsı şudur: Allah Teâlâ, onun (Peygamberin) ruhunun cevherini güçlendirerek hakîkî bilimler, ve ilâhî bilgilerle şereflenmiş kudsî ruh olacak şekilde kemâle erdirir. Ve o, bir şeyi tanıyınca bir daha hiç unutmaz olur. İşte bizim Allah Teâlâ’nın «Seni okutacağız da hiç unutmayacaksın» kavlinden anladığımız budur. «Yalnız Allah’ın dilediği başka.» kavline gelince; bundaki fayda şöyledir: İnsan nefsinin cevherinin gücü, mutlak bir kudretle tabiatına gâüb gelemeze Bu sebeple de bazı vakitlerde unutma ve yanılmadan uzak kalamaz.
Allah Teâlâ’nın «Çünkü O, açığı da, gizli olanı da bilir.» kavline gelince; burada kasdedilen şudur: Allah Teâlâ peygamberine kendisinin ruhunun cevherini, bilinenlere tâm olarak uyan ve onları kuşatan bir bilgi ile bilen kılıp eserden daha güçlü bir kemâl ile her hal ve durumda müessir olacak (şekilde) yapacağını vaadetmektedir. Eğer Allah Teâlâ bütün bilinenleri bilir olmasaydı; peygamberinin ruhunu da unutma ve yanılmadan uzaklaştırılmış olarak, bilir kılmaya güç yetiremezdi.
Allah Teâlâ’nın «Ve seni kolay olana muvaffak edeceğiz» sözünden peygamberin nefsinin amelî kuvvet bakımından olgunlaştırılacağına işaret edilmektedir. Şöyle ki; bütün insanlar iyilik ve kötülük etme, iffetli ve iffetsiz olma gücü bakımından esâsta müşterektirler. Ancak bazı kimseler bu nitelikte daha kolay (serî’) ve tabiat bakımından buna daha çok .mütemayil olurlar. Bu kolaylık, ahlâk (huy) adı verilen nitelikten ibarettir. Bahtiyar, temiz, müttakî ve arınmış olan kimsenin nefsi, iffet ve temizlik huyu ile bezendirilmiş olur. Şaki (bedbaht) olan kimse de —Allah saklasın— bunun zıddına olur. İşte Allah Teâlâ’mn «Ve seni kolay olana muvaffak edeceğiz» kavli bu duruma işarettir. Müteakiben peygamberin öncelikle nazarî güçteki kemâlini anlattıktan sonra, ikinci olarak amelî gücünün durumunu anlatmaktadır.
Peygamberlik konusundaki ikinci istek, yaratıkları hak yoluna davetle meşgul olma hususudur. Çünkü nazarî ve amelî güç bakımından mükemmel olan kişi; başkasını kemâle erdirmeye güç yetiremiyorsa, bu velîdir. Eğer başkasını olgunlaştırmaya güç yetiriyorsa, bu nebidir. Şüphesiz ki bu makam daha mükemmel bir makamdır. Çünkü mutlak kemâl, tâm ve tamın üzerinde olan şeydir. Onun (peygamberin) olgunluğu nazari ve amelî gücünün olgunluğu sebebiyle gerçekleştiğinden, tamâmın üzerinde olanın eksik olanlara olgunlukları yayması gerekir. İşte bu, halkı hakka yönelmeye davettir. Bu sebeple Allah Teâlâ, önceki âyetleri müteakiben: «O halde öğüt fayda verecekse, öğüt ver.» buyurmuştur. «Öğüt ver.» kavli peygambere halkı hakka davet konusunda bir emirdir. Sonra da bu davetin herkes için yararlı olmayacağını açıklamaktadır. Zîrâ nâtık nefislerden bir kısmı uslandırılmayı ve eğitilmeyi kabul eder, bir kısmı da kabul etmez. Kabul eden de kuvvet ve zayıflık, hızlılık ve yavaşlık, çokluk ve azlık bakımından birbirlerinden farklıdır. Bunun için Allah Teâlâ «Öğüt fayda verecekse» buyurmuştur.
Allah Teâlâ bu anlamı özet olarak zikrettikten sonra bunu tafsilâtlı olarak açıklamak istemiştir. Maksad, halkın durumunun ve bu çağrıyı kabul şeklinin açıklanmasıdır. Peygamberlikten istenen şey de budur. Şöyle ki; insanlar bu çağrıyı duydukları zaman, iki kısma ayrılırlar: Bir kısmı bundan yararlanır ki, Allah Teâlâ’mn «Korkacak olan öğüt alacaktır.» kavli ile kasdedilen bunlardır. Onlar peygamberlerin davetinden yararlanırlar, onu kabul ederler ve ruhlarını olgunlaştırmak isterler. (Bu daveti) kabulün başlangıcı, ancak korku ve haşyet ile olur. Şöyle ki; peygamberlerin davetini işitip te zihninden bu dünyanın her halükârda fânî ve geçici olduğunu düşünen kişi; âhiretinin i’mârıyla -meşgul olmadığı takdirde ebediyyen helak olacağını düşünür ve (buna bağlı olarak) içinde bir haşyet belirir. Bu (düşünce) onu peygamberlerin davetini düşünmeye ve öğrenmeye sevkeder. Dünyadan yüz çevirip âhirete yönelmeye çağırır. «Bedbaht olan ise, ondan kaçınır. Ki o, en büyük ateşe girecek olandır.» kavliyle peygamberlerin davetini kabul etmeyen ve ondan yararlanmayanlara işaret edilmektedir. Şöyle ki; âhi-ret peşinde koşmaktan kaçınanlar, dünya sevgisine dalanlar, dünyanın güzelliklerini, zevklerini ve lezzetlerini elde etmeye yönelenler, öldüklerinde çok sevdikleri şeylerden ayrılırlar. Bilmedikleri ve aslında alışkın olmadıkları bir yere giderler. Sevgiliden ayrılmak, insanda hüzün ve istek ateşini alevlendirir. Halkıyla uyuşulmayan bir yere gidiş, yalnızlık ve nefreti gerektirir. İşte peygamberlerin davetini kabulden yüz çeviren bu kişi, şüphesiz ki «En büyük ateşe girecek olandır. O, orada ne ölecek, ne de dirilecektir.» Duyularla kavranan ateşe, bu ruhanî ateş de eklenecek ve azâb gittikçe büyüyecektir.
İyi bil ki; Allah Teâlâ bu taksimin baş tarafında «Korkacak olan öğüt alacaktır.» dedikten sonra, taksimi açıklamaya dönüyor ve diyor ki: «Doğrusu arınan, felah bulmuştur. Rabbının adını anıp, namaz kılan.» Burada (peygamberlerin davetinden) yararlananların halinin olgunluğuna (işaret olmak üzere) üç mertebeyi zikretmektedir:
Birinci mertebe; nefsi bâtıl inançlardan ve kötü ahlâktan arıtmadır. Bu, gereksiz şeyin yok edilmesini gösterir. Şüphesiz ki iyilik levhasından bâtıl nakışların izâlesi temiz ve mükemmel nakışların meydana gelmesinden (yazılmasından) önce olmalıdır. Sonra nefis gerefcsiz olan her şeyden arınınca, kudsal bilgiler ve ilâhî bilimlerle nazarî gücünün olgunlaştırılması gerekir. İşte «Rabbının adım anıp» kavliyle işaret edilen ikinci mertebe budur. Zîrâ Allah’ın bilinmesi ve anılması, bilgilerin ve tanımaların başında gelir. Sonra amelî gücün olgunlaştırılmasında isabetli fiiller ve güzel eserlerden yardım dilenmesi îcâbeder ki bu, üçüncü mertebedir. «Namaz kılan» kavli buna işarettir. Çünkü iyi davranışların başı Allah’a itaat ve hizmettir.
Burada peygamberlikle ilgili mertebeler hakkındaki söz tamamlanıyor. Çünkü Peygamber Aleyhisselâm’ın kemâlinin, nazarî ve amelî gücünün olgunlaşmasıyla tamamlandığı açıklanmış ve bunu müteakiben Allah’a çağırma emri gelmiş, sonra da bu emirle birlikte işitenlerden bir kısmının korku ve haşyet ile onu kabule yanaşacakları, bir kısmının da böyle davranmayıp şiddetli azaba düşecekleri açıklanmıştı. Bu azâb, ölüm veya hayat bulunmayan bir durumdaki cehennem azabıdır. Sonra peygamberlere tâbi olanlardan mutluların durumları ve mertebeleri anlatıldı. Bunlar, açıkladığımız ve zikrettiğimiz (şeylerin) ötesinde bir açıklama gerektirmeyen hallerdir. Zîrâ istenen; ya gereksiz olan şeylerin ortadan kaldırılmasıdır ki «Doğrusu arınan, felah bulmuştur.» kavli bunu gösterir veya nazarî kuvvetinin ilâhî bilgilerle kemâle erdirilmesidir ki «Rabbının adını anıp, namaz kılan.» kavli bunun ifadesidir. Veya amelî gücün iyi davranışlarla kemâle erdirilmesidir ki «Namaz kılan.» sözü bunu anlatmaktadır. Burada peygamberlik konusunun açıklanmasıyla ilgili söz son buluyor. Allah, doğrunun yardımcı-sıdır.
Bu sûredeki isteklerden üçüncü istek; âhiret durumunun belirtilmesiyle ilgilidir. «Fakat siz, dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.)) kavli buna işarettir. İyi bil ki; bu açıklama âhiret konusunun isbâtı ile ilgili olarak tanı, mükemmel ve yeterli bir açıklamadır. Bunun belirlenmesi şöyledir: Bu zevkler kendiliğinden istenen şeylerdir. Halk bu dünya hayatında bedenî zevklerin her türünü idrâk etmiş, ama uhrevî mutluluktan hiç bir şey kavrayamamıştır. Öyle ise uhrevî zevklerden kaçınarak dünyevî zevklerin peşinde koşmaları (ve bu hususta) devamlı olmaları gerekir (normaldir). İşte Allah Teâlâ’nın, «Fakat siz, dünya hayatını tercîh ediyorsunuz. Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.» kavli buna işarettir. Bu açıklama, bu konuda anlatılabilecek olanın en son noktasıdır. Bunun belirlenmesi ise iki şekildedir:
Birincisi; uhrevî zevkler dünyevî zevklerden daha hayırlıdır. Bunun doğruluğuna birkaç yönden delil getirilebilir: önce bedenî zevkler; insanlar, hayvanlar, kurtlar, böcekler arasında ortak olan zevklerdir. Ruhanî zevkler ise; insanlar, peygamberler ve rasûller arasında ortak olan zevklerdir. Binâenaleyh ruhî zevkler daha değerli olur. İkinci olarak; bedenî zevkler iyi ve mutluluk (sağlayıcı) olsaydı, bunlar çoğaldıkça mutluluğun ve kemâlin daha çok olması gerekirdi. Bilinmektedir ki; mes’ele böyle değildir. Zîrâ biz yemek, içmek ve cinsel birleşmeden başka bir düşüncesi olmayan akıllı bir insan varsayalım. Onun ömür süresi bu isteklerin çok iyi olarak (yapılmasına) hasredilmiş olsa da o kişi (yine) aşağılık ve düşüklüklere nisbet edilirdi ve onun hayvanlar gibi olduğu söylenirdi. Bu gibi zevklerden daha çok kaçınan ve daha çok uzaklaşan kimse rûhânîliğe ve kemâle daha çok.yaklaşır. Öyleyse rû-hânî lezzetlerin cismânî lezzetlerden daha hayırlı olduğunu bilmiş oluyoruz. Bu sebepledir ki, insan halkın bulunduğu bir yerde cinsel temas (yapmaya) yönelmez. Şayet o zevk, kemâl cinsinden bir zevk olsaydı, elbette ki onun açığa vurulması gizlenmesinden daha evlâ olurdu. Akıllı kişi çok yeme ile övünmeş. Bütün bunlar da bizim zikrettiğimiz görüşün doğruluğunu gösterir. Üçüncü olarak; ruhun cevheri bedenin cevherinden daha değerlidir. Allah’ın bilgisi ve sevgisi ile sevinmek, yenilen, içilen ve cinsel temasla elde edilen sevinçten daha değerlidir. Bütün bunlardan dolayı da âhiret dünyadan daha hayırlıdır.
İkinci makam âhiretin daha hayırlı ve daha sürekli olmasıyla ilgilidir ki, bu iki bakımdan açıktır: İlkin ölüm mutlaka gelecektir. O zaman bedenî zevklerin hepsi son bulacaktır. İkinci olarak yeme, içme ve cinsel temasla elde edilen zevkler ancak yeme, içme ve cinsel temasla meşgul olunduğu anda gerçekleşir. O andan sonra bu zevkin etkisi kalmaz Hattâ bazan bu zevkler acılara dönüşür. İlâhî bilgiler, kudsal bilimler ve değerli ahlâkla ortaya çıkan sevince gelince; bu, sürekli ve kalıcıdır. Yok olmaktan ve değişmekten uzaktır. «Halbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bakîdir.» şeklindeki gözalıcı beyân ile bu husus sabit olmuştur. Bu öncüllere başka öncüller de eklenmiştir. Şöyle ki: Daha hayırlı’ve daha sürekli olan her şeyi akıl sahiplerinin istemeleri gerekir. Bu ikinci öncülün atılması caiz olmuştur, çünkü selîm akıl sahipleri katında bu öncül açıkça yer etmekte (bedîhî)dir.
İyi bil ki; Allah Teâlâ bu .üç isteği belirttikten sonra «Şüphesiz ki bu, ilk sahıfelerdedir. İbrahim’in ve Musa’nın sahîfelerinde.» buyruğu ile sûreyi sona erdiriyor. Mânâ şöyledir: Allah tarafından peygamberlerine indirilmiş olan kitabların hepsinin asıl amacı, bu üç istekten başkası değildir. Bu istekler; önce ilâhiyyâtm bilgisi, sonra peygamberliklerin bilgisi, sonra da —üçüncü olarak— âhiretin bilgisidir.
İyi bil ki; bu sûrenin sırlarım düşünmek, bu üç istekten başkasıyla meşgul olmanın lüzumsuzluğuna dikkatleri çekmektedir. Ve yine insanların mutluluğunun ancak bu üç isteğin bilinmesi ile (mümkün) olduğunu açıklamaktadır. Başarı Allah’tandır. Yardım O’ndan dilenir.
Ala Suresi