87 – Ala Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an
Cumhurun görüşüne göre Mekke’de inmiştir. ed-Dahhak Medine’de inmiştir, demiştir. Ondokuz âyet-i kerimedir.

Ala Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )
Rahman ve Rahim Allah’ın Adı île
- O en yüce Rabbinin ismini tesbih et!
Kur’ân okuyan bir kimsenin “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et” buyruğunu okuduğu takdirde hemen arkasından “Subhane rabbiye’1-a’lâ: En yüce Rabbimi tesbih ederim” demesi müstehabtır. Bunu -ilende geleceği üzere- Peygamber (sav) ile ashab ve tabiinden bir topluluk söylemiştir.
Cafer b. Muhammed, babasından, o dedesinden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce Allah’ın, Hizkıyâil diye anılan bir meleği vardır. O meleğin onsekizbin kanadı vardır. İki kanat arası mesafe beşyüz yıldır. İçinden: Arşın tamamını görebilir misin? diye bir soru geçti. Allah ona kanatları kadarını verdi. İki kanat arası mesafe beş yüz yıl olmak üzere otuzaltıbın kanadı oldu. Sonra yüce Allah ona: “Ey melek uç!” diye vahyetti. Yirmibin yıl kadar süre uçtu. Arş’ın bacaklarından birisinin üst noktasına ulaşamadı. Daha sonra yüce Allah, kanatlarını ve gücünü bir kat daha arttırdı ve ona uçmasını emretti. Otuzbin yıllık bir süre daha uçtu, yine oraya ulaşamadı. Yüce Allah, ona şunu vahyettı:
“Ey melek! Eğer sen bu kanatların ve bu gücünle Sûra üfürüleceği vakte kadar uçacak dahi olsan, Arşımın bacağına ulaşamazsın.” Bunun üzerine melek:
“Subhâne Rabbiye’1-a’lâ” dedi, yüce Allah da:
“O en yüce Rabblniıı ismini tesbih et” buyruğunu indirdi. Peygamber (sav)’a: “Bunu secde ettiğiniz vakit söyleyin” diye buyurdu.[2]
Bu hadisi es-Sa’lebî “el-Arais” diye bilinen kitabında zikretmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas ve es-Süddi dedi ki: “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et!” buyruğu, en yüce Rabbini tazim et, anlamındadır. Buradaki “isim” lafzı sıladır. Bununla müsemma (ismin ad olduğu zat)ın tazimi kastedilmiştir. Lebid’in şu mısraında dediği gibi:
“Bir sene (doluncaya kadar ağlayınız), sonra da Selâm’ın ismi üzerinize olsun.”
Kötülüklerden, ilhad edenlerin (onun hakkında eğri ve yanlış yola sapanların) .söylediklerinden Rabbini tenzih et, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Taberi’nin zikrettiğine göre anlamı, Rabbinin adını, başkasına ismini vermekten, tenzih et, şeklindedir.
Sen huşu’ ve tazim edici olmaksızın O’nun adının anılması halinde gerekli saygıyı göstermeksizin Rabbini anmaktan ve O’nun adını ağzına almaktan tenzih et, anlamında olduğu da söylenmiştir. Böyle diyenler “ism”i isim verme (adlandırma) anlamında kabul etmişlerdir. Ancak en uygunu ismin müsemmânın kendisi olmasıdır.
Nâfı’, İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Allah’ın ismi, yüce oldu deme. Çünkü Allah’ın adı en yüce olanın ta kendisidir.
Ebu Salih, İbn Abbas’tan: En yüce Rabbinin emriyle namaz kıl, (diye açıkladığını) rivayet etmektedir. O dedi ki: Bu da; Subhane Rabbike’1-a’lâ, demektir.
Ali (r.a), îbn Abbas, İbn Ömer, İbnu’z-Zübeyir, Ebu Musa ve Abdullah b. Mesud (r.anh)’dan rivayet edildiğine göre; onlar bu sûreyi okumaya başladıklannda bu sûrenin başında böyle bir emir verildiği için bu emre uymak üzere; “Subhâne Rabbiye’1-a’lâ: en yüce Rabbimi tenzih ederim” derlerdi. O bakımdan bu husustaki okuyuşlarında onlara uymak tercih edilir. Yoksa “Subhane Rabbiye’1-a’la” sözü -bazı sapıkların söyledikleri gibi- Kur’ân’dandır, diye bu söz söylenmez.
Ubeyy’in kıraatinde bu buyruğun: “Subhane Rabbiye’l-A’la” “En yüce Rabbimi tenzih ederim” şeklinde olduğu da söylenmiştir. İbn Ömer de bunu böylece okurmuş. Hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (sav) bunu okuduğu vakit: “Subhane Rabbiye’1-a’la: en yüce Rabbimi tenzih ederim” dermiş[3]
Ebu Bekr el-Enbârî dedi ki: Bana Muhammed b. Şehriyar anlattı, dedi ki: Bize Huseyn b. el-Esved anlattı, dedi ki: Bize Abdu’r-Rahman b. Ebi Hammad anlattı, dedi ki: Bize İsa b. Ömer anlattı. O babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Alî b. Ebi Talib (a.s) namazda: “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et” buyruğunu okudu sonra da: “Subhane Rabbiye’1-a’lâ: En yüce Rabbimi tenzih ederim” dedi. Namaz bittikten sonra kendisine:
“Ey mü’minlerin emiri, sen bunu Kur’ân’a ilave mi ediyorsun?” diye soruldu. O:
“Neden sözediyorsunuz?” deyince, onlar:
“Subhane Rabbiye’1-a’lâ (demeni kastediyoruz)” dediler. Ali:
“Hayır, bizler bir hususla emrolunmuştuk, ben de onu söyledim”, dedi.
Ukbe b. Amir el-Cüheni’den dedi ki: “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et” buyruğu nazil olunca, Rasûlullah (sav): “Bunu secde ettiğiniz vakit söyleyiniz” diye buyurdu[4]
Bütün bunlar (buradaki) “ism”in müsemmâ’nın kendisi olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü onlar: “Subhane ismi rabbiye’1-a’lâ: En yüce Rabbimin ismini tenzih ederim” dememişlerdir.
Denildiğine göre ilk olarak “Subhâne Rabbiye’1-a’lâ” diyen kişi Mikâil (a.s)’dır.
Peygamber (sav) Cebrail’e şöyle sormuş:
“Ey Cebrail! Bana namazda veya namazın dışında; Subhane Rabbiye’l-a’lâ diyen kimsenin sevabını bildir.” Cebrail şöyle demiş:
“Ey Muhammed! Bu sözü ister secde halinde, ister secde hali dışında söyleyen mü’min erkek veya kadına mutlaka onun Mizanından, Arş’tan, Kürsi’den ve dünyanın dağlarından daha ağır (sevab) konulur. Yüce Allah: “Kulum doğru söyledi. Ben herşeyin üstündeyim. Benim üstümde hiçbir gey yoktur. Ey meleklerim, Benim ona mağfiret ettiğime ve onu cennete koyduğuma şahitlik edin”, der. Bu kişi vefat etti mi Mikail her gün onu ziyaret eder. Kıyamet günü oldu mu o kimseyi kanadı üzerinde taşır. Yüce Allah’ın huzurunda onu durdurur. “Ey Rabbim! Beni bunun hakkında şefaatçi kıl, ” der. Yüce Allah da: Seni ona şefaatçi kıldım, haydi onu cennete götür, diye buyurur.”
el-Hasen dedi ki: “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et” buyruğu; en yüce Rabbin için namaz kıl, demektir. Bir başka açıklamaya göre; yüce Allah’ın isimleri ile dua et (namaz kıl)! Müşriklerin dua esnasında yaptıkları şekilde ıslık çalarak ve el çırparak değil, demektir.
Rabbini anarak sesini yükselt! anlamında olduğu da söylenmiştir. Cerir şöyle demiştir:
“Hacılar tesbih edip tekbir getirdikleri sürece yüce Allah da Tağliblilerin yüzlerini çirkin etsin!” [5]
- O ki; yaratıp, düzenleyendir.
- O ki; takdir edip, yol gösterendir.
- O ki; mer’alar çıkaran,
5- Sonra da onu kupkuru ve simsiyah hale getirendir.
“O ki; yaratıp, düzenleyendir” buyruğunda geçen “tesviye” “düzenleme”nin anlamı daha önceden el-İnfîtar Sûresinde (82/7. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Yani o, yarattığını düzenli kılandır. O’nun yaratmasında karışıklık ve düzensizlik yoktur.
ez-Zeccâc dedi ki: Boyunu, posunu düzeltti, demektir. İbn Abbas’ın: Yarattığı şeyleri güzel yarattı, diye açıkladığı rivayet edilmiştir. ed-Dahhak dedi ki: Adem’i yarattı ve onun yaratılışını düzenli kıldı.
Şöyle de açıklanmıştır: O, babaların sulblerinde yarattı, annelerin rahimlerinde düzenledi.
Bir diğer açıklamaya göre: Bedenleri yarattı ve kavrayışları düzenledi. İnsanı yaratıp, onu teklife hazırladı, anlamında olduğu da söylenmiştir. [6]
“O ki takdir edip, yol gösterendir” buyruğundaki: “Kaddera” “Takdir edip” buyruğunu Ali (r.a) ile es-Sülemî ve el-Kisâî “dal” harfi şeddesiz olarak; “Kadera” diye okumuşlar, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Her iki okuyuş da aym anlamdadır. Yani her şekle (varlığa), kendisine uygun şekli verip öylece takdir etti.
“Yol gösterendir”, irşâd edendir.
Mücahid dedi kî: Bedbahtlığı ve mutluluğu takdir edip, doğruluk ve sapıklığı gösterendir. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsana mutluluk ve bedbahtlığını gösterdi, davarları da mer’alara iletti.
Bir diğer açıklamaya göre, onların temel gıdalarını ve rızıklannı takdir etti. Eğer insan iseler onlara maişet yollarını gösterdi, eğer hayvan iseler onlara mer’alarmı gösterdi.
İbn Abbas, es-Süddî, Mukatil ve el-Kelbî’den yüce Allah’ın: “Yol gösterendir” buyruğu hakkında şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: O yarattıklarına erkeğin dişiye nasıl ulaşacağını öğretmiştir. Nitekim Tâ-Hâ Sûresi’nde şöyle buyurmuştur: “Rabbiniz bütün herşeye hilkatini verip, sonra da doğru yolu gösterendir,” Yani erkeği dişiye iletendir.
Ata da şöyle demiştir: Herbir canlıya kendisine uygun olanı takdir edip yarattı ve ona iletti.
Eşyada menfaatleri yarattı, insana da, o eşyadan menfaatleri çıkartma yolunu gösterdi, diye de açıklanmıştır.
Bir diğer açıklamaya göre: O, her bir canlı için kendisine uygun olanı takdir etti ve onu uygun olana götüren yolu gösterdi. Ondan nasıl yararlanacağını öğretti.
Anlatıldığına göre, yılanın üzerinden bin yıl geçti mi kör olur. Yüce Allah, ona gözünü “râziyânic” denilen taze ot yaprağına sürecek olursa, gözlerinin göreceği ilhamını vermiştir. Bazan kendisi ile bu otun bulunduğu meskun yer arasında günlerce mesafenin bulunduğu bir çölde bulunur ve kör olmasına, mesafenin de uzaklığına rağmen bu kadar mesafeyi kateder ve sonunda buradaki bahçelerden birisinde bulunan râziyân ağacına atılır ve isabet etmemesi de sözkonusu olmaz. Gözlerini ona sürer ve yüce Allah’ın izniyle tekrar görür.
İnsanın sınırsız denecek kadar çok maslahatlarına, tesbit edilemeyecek kadar fazla olan gıda, ilaç gibi ihtiyaçlarına, din ve dünyasını ilgilendiren hususlarda hidayete iletilmesi, diğer taraftan hayvanların, kuşların, yeryüzündeki haşerelerin ilhamlara mazhar olmaları da çok geniş bir konudur ve pek büyük bir meseledir. Kimse bunları gereği gibi kuşatamaz, kavrayamaz. En yüce olan Rabbim, her türlü eksiklikten münezzehtir.
es-Süddi dedi ki: Yüce Allah, ceninin rahimde kalacağı süreyi dokuz ay, bundan daha az veya daha çok bir süre olarak takdir etmiş sonra da ona rahimden çıkış yolunu göstermiştir.
el-Ferrâ dedi ki: Yani o takdir etti, doğru yolu gösterdi ve saptırdı. Bunlardan birisini zikretmekle yetinmiştir. Yüce Allah’ın: “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler… bağışladı.” (en-Nahl, 16/81) buyruğunda olduğu gibi.
Buyruğun: İmana davet etti, anlamında olma ihtimali vardır. Yüce Allah’ın: “Ve muhakkak ki sen dosdoğru yola iletirsin.” (eş-Şura, 42/52) buyruğunda olduğu gibi ki davet edersin demektedir. Peygamber, herkesi imana davet etmiştir. “Yol gösterendir”, yani o fiilleriyle onlara vahdaniyetinin delillerini, kendisinin Alîm ve Kadir (herşeyi bilen, herşeye güç yetiren) olduğunu göstermiştir.
“Takdir etti” anlamındaki lafzın “dal” harfini şeddeli okuyanların bu okuyuşlarının “takdir etmek”den geldiğinde görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah’ın: “Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir.” (el-Furkan, 25/2) buyruğunda olduğu gibi.
“Dal” harfini şeddesiz okuyanların bu okuyuşunun da “takdir”den gelme ihtimali vardır. O vakit, her iki okuyuş da aynı anlamda olur. Diğer taraftan “kudret ve mülk”den gelme ihtimali de vardır. O vakit, herşeye malik olup, dilediği kimseleri doğru yola ileten (hidayet veren)dir, demek olur.
Derim ki: Hocalarımdan birisini şöyle derken dinledim: O, yaratıp düzenleyendir, takdir edip hidâyete iletendir. İşte bu, yüce Allah’ın celâline yakışır şekilde bütün mahlukatının üstünde olduğunu açıklayıcı bir ifadedir. [7]
“O ki, mer’alar çıkaran” dır. Mer’alardan kasıt, nebat ve yeşil ottur. Şair söyle demiştir:
“Mera, bazen toprağın üzerinde kalın bir tabaka oluşturmuş kerme (hayvan pisliği) üzerinde yeşerebilir. Buna karşılık içteki kalp ağrıları olduğu gibi kahr.” [8]
“Sonra da onu, kupkuru ve simsiyah hale getirendir.” buyruğundaki: “El-ğusâu” “Selin (aktığı zaman) vadinin kenarlarına attığı ot, bitki ve çerçöp” demektir. Şeddeli olarak “El-ğussâu” da aynı şeydir. Çoğulu; “El-eğsâu” diye gelir.
Katade dedi ki: Bu kelime kuru olan şey demektir. Parçalanıp, kurumuş bulunan sebze ve ota; “Gusâu” ile “Heşim” denilir. Suyun etrafında bulunan çör-çöpe de; “Ğusâu” denilir. Nitekim şair şöyle demiştin
“el-Müceymir denilen yerin, dağı sabah vakti, (etrafını saran) selden ve çörçöpden;
Sanki yün eğiren bîr kirmenin çizdiği yörünge gibidir.”
Dilciler: “Ğasa’l-vâdi vecefen” “Vadi çörçöp getirdi ve bu gibi şeyleri bir kenara bıraktı” diye bir kullanım nakletmişlerdir. Aynı .şekilde, suyun üstüne köpük ve fayda vermeyen şeyler, çıkacak olursa bu tabir kullanılır.
“El-ehvâ” “Simsiyah” de siyah demektir. Yani bitki aşırı yeşillikten dolayı siyahı andıran bir renge çalar. “El-hevetu” “Siyahlık” demektir. el-A’şâ da şöyle demiştir:
“Lemyâ’nın dudaklarında siyaha yakın, siyahı andıran bir renk vardır
Onun dişetlerinde soğuk bir tatlılık ve dişlerinde incelik vardır.”
es-Sıhâh’ta şöyle denilmektedir: “El-hevetu” “Dudakların esmerliği” demektir. “Raculun ehvâ” “Dudakları esmer adam” ile; “İmraetu hevâu” “Dudakları esmer kadın” denilir, “Kad heviyet” “Dudakları esmerleşti” demektir. Devenin rengi siyah ve sarı karışımı olursa; “Beırun ehvâ” denilir. Küçültme ismi -siyahak anlamında- “Useyvid” diyenlerin söyleyişine göre; “Ehin” diye gelir.
Buradaki “simsiyah” anlamındaki lafzın “mera” anlamındaki lafzın hali olması da mümkündür, denilmiştir. O takdirde anlam şöyle olur: Sanki o meranın yeşilliği, siyaha çalar gibidir. İfade de: O siyaha çalan merayı çıkarandır ve sonra onu kupkuru yapandır, takdirinde olur. “Kad heviye’n-nebet” “Bitki siyaha çaldı” denilir. Bu kullanımı el-Kisâî nakletmiş ve şu beyiti zikretmiştir:
“Bir bahar yağmuru ki, yüksekçe tepelerinin bitkileri simsiyahtır, Cesur yürekli atların içine daldığı.”
“Simsiyah” lafzının ”kupkuru” lafzının sıfatı olması da mümkündür. Anlam: O önceleri yeşilken daha sonra böyle oldu, demek olur. Ebu Ubeyde dedi ki: Yanmasından ve eskiliğinden dolayı onu siyaha dönüştürmüştür. Nemli olan bir şey kurudu mu siyahlaşır, kararır. Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: O yeşil merayı çıkardı. Bu yeşil mera kuruyunca yanmasından dolayı kararır. Sonunda rüzgarların ve sellerin alıp götürdüğü çörçöp olur. Bu; yüce Allah’ın, dünyanın parlak ve göz alıcı iken sonradan geçip gittiğine dair kâfirlere vermiş olduğu bir örnektir. [9]
- Sana (Kuranı) okutacağız ve unutmayacaksın.
- Allah’ın dilediği müstesna. Şüphe yok ki O, açık olanı da bilir, gizli kalanı da.
- Biz sana, o en kolay olanı gerçekleştirme başarısını vereceğiz.
Ey Muhammed! “sana” Kur’ân’ı “okutacağız”, onu sana öğreteceğiz “ve unutmayacaksın.” Onu iyiden iyiye ezberleyecek ve belleyeceksin. Bu açıklamayı İbn Vehb, Malik’ten rivayet etmiştir.
Bu, yüce Allah’tan bir müjdedir. Ona apaçık bir âyet (bir mucize) verdiğini müjdelemektedir. Bu müjdede Cebrail’in, Peygambere okuduğu vahyi -kendisi okuması, yazması olmayan bir ümmî olmakla birlikte- ezberleyeceğine ve onu asla unutmayacağına dairdir.
İbn Ebı Necih’in rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: Unuturum korkusuyla Peygamber zaman zaman gelen vahiyleri hatırlamaya çalışırdı. Ona: “Senin böyle bir külfete katlanmana gerek yok”, denildi.
Mücahid ve el-Kelbî dedi ki: Peygamber (sav)’a vahiy nâzil oldu mu Cebrail âyeti bitirir bitirmez Peygamber, unuturum korkusuyla hemen âyetin başını tekrarlamaya koyulurdu. Bunun üzerine: “Sana okutacağız” ve bundan sonra da hiçbir şeyi “unutmayacaksın”; bu hususta senin kendini külfete sokmana gerek yok, buyrukları nazil oldu.
Bu açıklamaya göre, bu buyruktan .sonra gelen istisnanın mahiyeti el-Ferrâ’nın dediği şekilde şöyledir: Allah’ın dilediği müstesna ve esasen O, senin herhangi bir şeyi unutmanı dilememiştir. Bu yönüyle yüce Allah’ın: “Gökler ve yer ayakta durduğu müddetçe orada ebediyyen kalıcıdırlar. Rabbinin dilediği kadarı müstesna” (Hud, 11/108) buyruğunu andırmaktadır ki, O, böyle bir şeyi dilemeyecektir, demektir. Nitekim konuşma esnasında şöyle denilir: İstediğin herşeyi -benim istediğim müstesna ve sana vermeyi istemediklerim dışında- mutlaka herşeyi vereceğim, demekle birlikte; insanın içinde ona herhangi bir şeyi vermemek gibi bir niyet taşımaması haline benzer. İşte yeminler de buna göre değerlendirilir. Yeminlerde, yemin edenin niyeti, bütün hakkında olmakla birlikte istisna yapılır (inşaallah denilir).
Ebu Salih’in, İbn Abbas’tan rivayetine yöre bu âyet-i kerimenin nüzulünden sonra Peygamber vefat edinceye kadar “Allah’ın dilediği müstesna,” hiçbir şey unutmadı.
Said’in rivayetine göre, Katade şöyle demiştir: Rasûlullah “Allah’ın dilediği müstesna” hiçbir şeyi unutmazdı.
Bu görüşlere göre; şöyle denilmiştir: Allah’ın unutmasını dilediği şey müstesna. Şu kadar var ki; bu âyetin inişinden sonra, hiçbir şey de unutmamıştır.
Bir diğer açıklamaya göre, Allah’ın unutmasını dilemesi müstesna, bundan sonra unuttuğunu yine hatırlar. O halde Peygamber unutmuştur, fakat unuttuğunu hatırlamıştır. O, tam anlamıyla külli bir şekilde unutmuş değildir. Rivayet olunduğuna göre namazda Kur’ân okurken bir âyet-i kerimeyi okumamış Ubeyy bu âyetin nesh olduğunu sanmış. Ona durumu sorunca: “Onu unuttum” diye cevab vermiştir.
Burada buyruğun unutmayı sözkonusu ettiği de söylenmiştir. Yani yüce Allah’ın, sana unutturmayı diledikleri müstesnadır. İşte neshin anlamı budur. Yüce Allah’ın neshetmesini dilediği şeyler müstesna demektir, diye açıklanmıştır. İstisna da bir çeşit neshtir.
Bir diğer açıklamaya göre nisyan (unutmak), terk etmek anlamındadır. Yani yüce Allah, onun gereğince amel etmemekten seni koruyacaktır. Neshettiği için kendilerini terketmeni Allah’ın diledikleri müstesnadır. Bu açıklama amel hususunda bir neshtir. Birincisi ise kıraatte bir neshtir.
el-Ferğani dedi ki: Cüneyd’in meclisine oldukça engin bilgi sahibi kimseler gelir giderdi. Nahivci İbn Keysân da onun yanına gelirdi. Heybetli birisi idi. Bir gün: “Ey Ebu’l-Kasım yüce Allah’ın: “Sana okutacağız ve unutmayacaksın” buyruğu hakkında ne dersin?” diye sormuş. Cüneyd sanki bu hususta ona uzun zamandan beri soru sorulmuşcasına çabucak: “Gereğince amel etmeyi unutmayacaksın”, diye cevap verdi. Bunun üzerine İbn Keysan: Allah o ağza bir kötülük göstermesin. Senin gibi birisinin görüşü gerçekten kabul edilmeye değer, diye cevab verdi.
” …mayacak…” nefy içindir, nehy için değildir. Bunun nehy için olduğu ve sondaki “ye”nin (nehy için olması halinde yazılmaması gerekmekle birlikte) âyet sonlarının böyle oluşundan dolayı yazıldığı da söylenmiştir. Bu durumda anlam şöyle olur: Onu okumaktan ve tekrarlamaktan yana gaflete düşme! O takdirde onu unutursun. Maslahat dolayısıyla tilavetinin kaldırılması suretiyle, sana unutturmayı Allah’ın diledikleri müstesna.
Ancak birinci görüş, tercih edilen görüştür. Çünkü nehyden istisna yapılırsa bu ancak bilinen ve belirli bir süre için yapılır. Aynı şekilde sondaki “ye” harfi bütün mushaflarda yazıldığı gibi, kıraatte de bu şekildedir.
Allah’ın, indirmesini ertelemeyi dilediği kısmı müstesna, anlamında olduğu söylendiği gibi; anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, o merayı kupkuru ve simsiyah hale getirdi. Bundan Allah’ın Ademoğullarının ve davarların elde etmelerini dilediği kısım müstesnadır. O, böyle olmaz.
“Şüphe yok ki O, açık olanı” açığa vurulan söz ve ameli “da bilir, gizli kalanı” gizlenen şeyleri “de bilir.”
İbn Abbas’tan kalbinde ve içinde olanları da bilir, diye açıkladığı nakledilmiştir. Muhammed b. Hatim dedi ki: O, açıktan verilen sadakayı da, gizli saklı olarak verilen sadakayı da bilir.
“Açık olan”, senin Kur’ân’dan ezberlediğin bölümlerdir. “Gizli olan” ise senin kalbinde olup (ezberlediğin) bölümlerden nesholunanlardır, diye de açıklanmıştır. [10]
“Biz sana, o en kolay olanı gerçekleştirme başarısını vereceğiz.” buyruğu daha önce geçen “sana okutacağız” buyruğuna atfedilmıştir. “Şüphe yok ki O, açık olanı da bilir, gizli kalanı da” buyruğu ise ara cümlesidir “En kolay olan”, en kolay olan yol, demek olup, hayır işleri yapmak demektir.
îbn Abbas şöyle demiştir; Biz, sana hayır işlemeyi kolaylaştıracağız.
İbn Mesud da “en kolay olan”; cennet demektir. Biz sana en kolay olan şeriate uyma başarısını vereceğiz. Bu da müsamahakâr ve kolay olan Hanifliktir, diye de açıklanmıştır. Bu anlamdaki açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır.
Sen onu iyice belleyip gereğince amel edinceye kadar, vahyi sana kolaylaştıracağız, diye de açıklanmıştır. [11]
9- O halde -eğer öğüt fayda verirse- sen de öğüt ver.
“O halde” ey Muhammed “-eğer öğüt fayda verirse- sen de” Kur’ân-ı Kerim ile kavmine “öğüt ver” demektir.
Yunus’un rivayetine göre el-Hasen şöyle demiştir: Bu, mü’minler için bir öğüt, kâfirlere karşı da bir delildir.
İbn Abbas da şöyle derdi: Senin verdiğin öğüt benim dostlarıma fayda verir, düşmanlarıma ise fayda vermez.
el-Cürcânî dedi ki: Fayda vermeyecek olsa dahi hatırlatmak, öğüt vermek vaciptir. Buyruk: İster fayda versin, ister vermesin, sen öğüt ver, demektir. “İster vermesin” kısmı hazfedilmiştir. Nitekim: “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler” (en-Nahl, 16/81) buyruğunda da böyledir [12]
Buyruğun muayyen bir takım kimseler hakkında özel olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre buradaki: “İn” “se” “Mâ” “…ikçe” anlamındadır. Yani öğüt fayda verdiği sürece, sen de fayda ver. Bu durumda bu edat şart anlamını taşımış olmaz. Çünkü öğüt her durumda fayda verir. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır.
Kimi Arapça bilginlerinin belirttiklerine göre; burada: “İn” “se” edatı; “İz” anlamındadır. Öğüt faydalı olduğu zaman veya öğüt faydalı olduğu için (öğüt ver), demek olur, Yüce Allah’ın: “Ve entumu’l-e’alevne in kuntum mu’minin” “Sizler eğer mü’min iseniz en üstün olanlar sizlersiniz” (Al-i İmran, 3/139) buyruğunda olduğu gibi. Bu da; “İz kuntum” “Çünkü sizler …lersiniz” demektir. Onların üstünlüklerini ancak iman ettikten sonra kendilerine haber vermiştir. Buyruğun: “Kad” “iştir” (Öğüt fayda vermiştir) anlamında olduğu da söylenmiştir. [13]
- Korkan kimse, öğüt alacak.
Allah’tan sakınan ve korkan kimse … demektir.
Ebu Salih, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Âyet; İbn Um Mektûm hakkında inmiştir. el-Mâverdî dedi ki: Allah’a kavuşacağını uman kimseler de öğüt alabilir. Şu kadar var ki, korkan kimselere öğüt vermek, uman kimselere öğüt vermekten daha etkilidir. O bakımdan, öğüt almak, her ne kadar korkmak (haşyet) ve ümit (recâ) ile alâkalı ise de yüce Allah, burada ümidi dışarda tutarak, doğrudan doğruya ve yalnızca haşyet ile ilgili olarak öğüt sözkonusu etmiştir.
Verdiğin öğüt, her ne kadar ancak korkan kimselere faydalı oluyor ise de, sen öğüt verip, hatırlatmayı genel olarak herkese yap! Çünkü bu durumda sen, davet etmenin sevabını elde edersin. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir. [14]
- Oldukça bahtsız olan kimse ise; ondan kaçacaktır.
- O ki, en büyük ateşe girecek,
- Sonra orada hem ölmeyecek, hem de hayat bulmayacaktır.
“Oldukça bahtsız olan”, Allah’ın ilminde bahtsız olduğu bilinen “kimse ise ondan” o öğütten “kaçacaktır.” Ondan uzaklaşacaktır.
ei-Velid b. el-Muğire ile Utbe b. Rabia hakkında indiği söylenmiştir. [15]
“O ki, en büyük ateşe girecek.” Bu; el-Ferra’nın dediğine göre, ateş tabakalarının en altta olanıdır. el-Hasen’den; en büyük ateş cehennem ateşi, en küçük ateş de dünya ateşidir, dediği nakledilmiştir. Yahya b. Sellâm da böyle açıklamıştır. [16]
“Sonra orada hem ölmeyecek, hem de hayat bulmayacaktır.” Yani ölmeyecek ki çektiği azaptan rahat bulsun, kendisine fayda sağlayacak bir hayat da sürmeyecektir. Nitekim şair şöyle demiştir:
“Bu bir cana ne oluyor ki, bir türlü ölmüyor da, sıkıntıları bitiversin;
Ve güzel bir tadı olan bir hayat da yaşamıyor.”
Daha önce en-Nisâ Sûresi’nde (4/40. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde Ebu Said el-Hudrî’nin rivayet ettiği hadis [17] ve mü’minlerin cehennem ateşine girdikleri vakit -ki bu el-Ferrâ’nın görüşüne göre en küçük ateştir- orada yanacaklarına ve kendilerine şefaat edilinceye kadar (bir çeşit ölümle) öleceklerine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır ki, bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Denildiğine göre, bedbaht olan kimselerin bedbahtlıkları birbirlerinden farklıdır. Buradaki tehdit, bedbahtlığı en ileri derecede olanlar hakkındadır. Bununla birlikte bu mertebeye ulaşmayan birtakım bedbahtların varlığı da sözkonusudur. [18]
- Gerçek şu ki umduğunu elde eder, iyice temizlenen;
15′ Ve Rabbİnin adını anarak namaz kılan.
“Gerçek Şu Ki Umduğunu Elde Eder,”
Yani cennette ebediliğe kavuşur. Burada kasıt, iman etmek suretiyle şirkten arınıp, temizlenen kimselerdir. Bu açıklamayı İbn Abbas, Ata ve İkrime yapmıştır. El-Hasen ve er-Rabi’ de: Ameli tertemiz ve artıp duran kimsedir, diye açıklamışlardır.
Mamer, Katade’den, “iyice temizlenen” salih ameliyle (iyice arınan) diye açıkladığını rivayet etmiştir. Yine Katade’den, Ata ve Ebu’l-Aliye’den nakledildiğine göre buyruk, fitır sadakası hakkında inmiştir.
İbn Sîrîn’den nakledildiğine göre: “Gerçek şu ki; umduğunu elde eder, iyice temizlenen ve Rabbinin adını anarak namaz kılan” buyruğunu: Zekâtı (fıtıı sadakasını) eda ettikten sonra, çıkıp namaz kılan diye açıklamıştır. İkrime de şöyle demiştir; Onlardan olanlar, namazımdan önce zekatımı (fıtır sadakamı) vereyim derdi.
Süfyan dedi ki: Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Gerçek şu ki; umduğunu elde eder, iyice temizlenen ve Rabbinin adının anarak namaz kılan.”
Ebu Said el-Hudrî ile İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre bu buyruk, fıtır sadakası ve bayram namazı hakkındadır. Ebu’l-Aliye de böyle demiştir. O ayrıca şunları söyler: Medinelilerin görüşüne göre ondan daha faziletli bir sadaka ve (muhtaç olanlara) su içirmekten daha faziletli bir amel yoktur.
Kesir b. Abdullah babasından, o dedesinden o da Peygamber (sav)’dan rivayet ettiğine göre; yüce Allah’ın: “Gerçek şu ki umduğunu elde eder, iyice temizlenen” buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: “Fıtır sadakasını çıkartıp veren” kastedilmektedir. “Ve Rabbinin adını anarak namaz kılan” buyruğu hakkında da, “bayram namazıdır” demiştir[19]
İbn Abbas ve ed-Dahhak dedi ki; “Ve Rabbinin adını” namazgaha giderken yolda “anarak” bayram “namaz”ını “kılan” demektir.
Âyet-i kerime ile kastedilenin, mallara dair bütün zekât olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebu’l-Ahvas ve Ata yapmıştır. İbn Cüreyc rivayetle dedi ki: Ben Ata’ya: “Gerçek şu ki; umduğunu elde eder iyice temizlenen” buyruğu fıtır sadakası için midir?” diye sordum. O: “Bu buyruk bütün sadakalar hakkındadır”, diye cevap verdi.
Bundan maksadın amellerin zekâtı (temizlenmesi.) malların zekatı olmadığı da söylenmiştir- Yani kişinin amellerinde riyadan ve amellerindeki kusurdan temizlenmesi demektir. Çünkü mal ile temizlenme (zekat) hakkında çoğunlukla kullanılan “Zekkâ” “Zekat verdi” tabiridir. “Tezekkâ” “Temizlendi, arındı” tabiri değildir.
Cabir b. Abdullah rivayetle dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Gerçek şu ki; umduğunu elde eder, iyice temizlenen” kimse, Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına tanıklık ederek, Allah’a koşulan ortaklan bir kenara iten ve benim Allah’ın Rasûlü olduğuma şahitlik eden kimsedir.[20]
İbn Abbas’tan rivayete göre; “iyice temizlenen” lâ ilahe illallah, diyendir. Ata’nın ondan rivayetine göre şöyle demiştir: Âyet-i kerime, Osman b. Affan (r.a) hakkında inmiştir. Medine’de bir hurma ağacı bulunan münafık bir kişi vardı. Bu hurma ağacı ensardan birisinin evine doğru eğilmişti. Rüzgarlar esince taze hurmaları ensardan olan kişinin evine düşürürdü. O ve ailesi bu hurmaları yerdi. Münafık kişi ensardan olan bu kişiye böyle bir işten dolayı davacı oldu. Ensardan olan şahıs da Rasûlullah (sav)’a komşusunun kendisinden rahatsız olduğundan şikâyette bulundu. Peygamber münafıka haber gönderdi. Münafık olduğunu bilmiyordu, ona şöyle dedi-,
“Ensardan olan bu kardeşin senin hurma tanelerinin evine döküldüğünü, kendisinin ve ailesinin bunları yediğini söyledi. Senin o hurma ağacının yerine cennette sana bir hurma ağacı vermeye ne dersin?”
“Ben peşini veresiye mi satayım. Hayır, böyle bir şey yapmam”, demiş.
Naklettiklerine göre Osman b. Affan onun bir tek hurma ağacı yerine bir hurma bahçesi verdi. İşle “gerçek şu ki umduğunu elde eder, iyice temizlenen” buyruğu onun hakkında inmiştir. Münafık olan kimse hakkında da: “Oldukça bahtsız olan kimse ise ondan kaçacaktır”[21] buyruğu inmiştir.
ed-Dahhak’ın naklettiğine göre ise âyet-i kerime, Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) hakkında inmiştir. [22]
Fıtır Sadakası İle Bayram Namazı Medine’de Sözkonusu Olmuştur. Bu Buyruklar İse Mekkîdir:
Fıtır sadakası ile ilgili yeterli açıklamaları daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/43- âyet, 4. başlıkta) yapmış bulunuyoruz. Bu sûrenin cumhurun kanaatine göre Mekke’de indiği görüşü de daha önceden geçmiş bulunmakta-dır, Mekke’de ise ne bayram, ne de fıtır sadakası sozkonu.su îdi.
el-Kuşeyrî dedi ki; Yüce Allah’ın, gelecekte emredeceği fıtır sadakası ile bayram namazı emrini yerine getirecek olan kimselerden övgüyle (bu buyruklarda) sözetmiş olması da uzak bir ihtimal olarak görülemez. [23]
Rablerinin Adını Anarak Namaz Kılanlar:
“Ve Rabbinin adını anarak namaz kılan” yani Rabbini zikreden…
Ata, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bununla Rabbinin huzuruna dönerek yüce Allah’ın, huzurunda duruşunu hatırlayan ve böylelikle O’na ibadet edip, O’nun için namaz kılan kimseleri kastetmektedir.
Namazın başında tekbir ile Rabbinin adını zikredenlerin kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü O’nun adı anılmadan namaza başlanılmış olmaz. Bu da namaz kılanın “Allahu ekber” demesidir. îftitah tekbirinin farz oluşuna ve namazın dışında(ki farzlardan) oluşuna bu buyruk delil gösterilmektedir. Çünkü namaz O’na (Allah’ın adının anılmasına, tekbir getirilmesine) atfedilmiştir.
Ayrıca bu buyrukta: Yüce Allah’ın isimlerinden herhangi birisi ile namaza başlamak caizdir, diyenlerin görüşünün lehine delil olacak bir taraf da bulunmaktadır. Şu kadar var ki bu, fukaha arasında ihtilaflı bir meseledir. Bu hususa dair açıklamalar el-Bakara Sûresinin baş taraflarında (2/3. âyet, 20. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Kastedilenin bayram tekbirleri olduğu da söylenmiştir.
ed-Dahhak dedi ki: Namaza giderken yolda “Rabbinin adını anarak” bayram namazını kılmak suretiyle “namaz kılan”, demektir.
Bir başka açıklamaya göre “ve Rabbinin adını anarak” buyruğunda kastedilen, kişinin namazını kılarken kalbiyle Rabbini anıp, O’nun cezasından korkması, mükafatını ümit etmesidir. Böylece namazını eksiksiz kılmaya gayret etsin, korku ve ümidi oranında da namazda huşu sahibi olabilsin.
Bir başka açıklama şöyledir Bundan maksat, herbir sûrenin başında “bismillahirrahmanirrahim” demektir. “Namaz kılan”dan kasıt da namaz kılıp, Allah’ı zikreden demektir. Çünkü “bana ikram ettin de beni ziyaret ettin” demek ile “beni ziyaret ettin de bana ikram ettin”, demek arasında bir fark yoktur. İbn Abbas dedi ki: Bu farz namaz hakkında böyledir. Bunlar da beş vakit namazdır.
Dua anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani dünya ve âhiret ihtiyaçlarının karşılanması için Allah’a dua etmek demektir.
Bayram namazının kastedildiği de söylenmiştir. Bu görüş; Ebu Said el-Hudri, İbn Amr ve başkalarının görüşüdür. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
Zekatını verdikten sonra nafile namaz kılmasıdır, diye de açıklanmıştır. Bu görüş, Ebu’l-Ahvas’ın görüşü olup, Ata’nın görüşü de bunu gerektirmektedir. Abdullah’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Namaz kıldığı halde zekat vermeyen kimsenin namazı yoktur. [24]
- Oysa siz, dünya hayatını tercih edersiniz.
“Oysa siz… tercih edersiniz” buyruğu genel olarak: “Bel tu’sirune” “Oysa…tercih edersiniz” şeklinde “te” ile okunmuştur. Bunu destekleyen Ubeyy’in: “Bel entum tu’sirune” “Oysa siz… tercih edersiniz” şeklindeki okuyuşudur.
Ebu Amr ve Nasr b. Âsim ise gaib zamir olarak “ye” ile: “Bel yu’sirune” “Oysa onlar… tercih ederler” diye okumuştur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Oysa o bedbaht olanlar, dünya hayatını tercih ederler.
Birinci okuyuşa göre, buyruğun tevili şöyle olur: Halbuki, siz ey müslümanlar,- daha çok sevab elde etmek maksadıyla dünyadan daha çok şeyler elde etmeyi tercih edersiniz.
İbn Mesud’dan rivayet edildiğine göre; o bu âyet-i kerîmeyi okumuş ve şöyle demiştir: Dünya hayatını âhirete niçin tercih etliğimizi biliyor musunuz? Çünkü dünya önümüze geldi ve yiyecekleri, içecekleri, lezzetleri ve göz alıcı nesneleri ile bütün hoş ve temiz şeyleri, bize acilen verildi. Ahiret ise bizim için gayb kılındı. Biz de acil olanı aldık-ve sonradan gelecek olanı bıraktık.
Sabit, Enes’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ebu Musa ile birlikte yol alıyordu. İnsanlar da konuşuyor ve dünyayı sözkonusu ediyorlardı. Ebu Musa dedi ki:
“Ey Enes, şu kimselerden herhangi birisi neredeyse dili ile bir deriyi kesip parçalayacak gibi oluyor. Gel biz de bir an olsun Rabbimizi hatırlayalım.” Sonra: “Ey Enes” dedi, “insanları alıkoyan nedir? Onları gerileten nedir?” Ben:
“Dünya, şeytan ve arzulardır.” dedim. O:
“Hayır” dedi fakat dünya onlara acilen verildi, âhiret ise gayb kılındı. Allah’a yemin ederim ki, eğer onlar âhireti görmüş olsalardı, asla hiçbir şeyi ona denk tutmaz, onun hakkında asla tereddüt etmezlerdi. [25]
- Halbuki âhiret, hem daha hayırlı, hem de daha kalıcıdır.
Yani âhiret yurdu olan cennet “daha hayırlı” daha üstün, dünyadan daha sürekli “hem de daha kalıcıdır.”
Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Ahirette dünya ancak sizden herhangi bir kimsenin parmağını denize daldırması gibidir. (Parmağını çıkardıktan sonra) denizden ne aldığına bir baksın.”[26]
Bu hadis sahih olup daha önceden (Al-i îmran, 3/190-200. âyetlerin tefsiri, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Malik b. Dinar dedi ki: Eğer dünya sonu gelen altın, âhiret ise kalıcı olan bir testi türünden olsaydı, şüphesiz ki kalıcı bir testinin, sonu gelecek olan altına tercih edilmelidir. Üstelik âhiret kalıcı olan altından, dünya ise sonu gelen bir testi türündendir. [27]
- Şüphe yok kî bu, önceki sahifelerde,
- İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde de vardır.
“Şüphe yok ki bu, önceki sahifelerde… vardır” buyruğu hakkında Katade ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir; Bununla “halbuki âhiret, hem daha hayırlı, hem de daha kalıcıdır” (17. âyet) buyruğunu kastetmektedir. Yine şöyle demişlerdir: Duyduğunuz gibi şanı yüce Allah’ın kitapları, ardı arkasına âhiretin dünyadan daha hayırlı ve daha kalıcı olduğunu belirtip, durmuşlardır.
el-Hasen: “Şüphe yok ki bu önceki sahifelerde vardır” buyruğu hakkında söyle demiştir: Kastedilen şanı yüce Allah’ın bütün kitablarıdır, el-Kelbi de şöyle demiştir: “Şüphe yok ki bu önceki sahifelerde… vardır” buyruğu ile “Gerçek şu ki umduğunu elde eder” (14. âyei) buyruğundan itibaren sûrenin sonuna kadar olan bölümleri kastetmektedir. Çünkü ilende gelecek olan Ebu Zerr’in rivayet ettiği hadis, bunu ifade etmektedir.
İkrime’nin İbn Abbas’tan rivayet etliğine göre o; “Şüphe yok ki bu önceki sahifelerde-. vardır” buyruğu hakkında: “(Maksat) bu sûredir” demiştir.
ed-Dahhak da şöyle demiştir: Şüphe yok ki bu Kur’ân-ı Kerim, önceki sahifelerde yani kitablarda vardır. [28]
“İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde” buyruğunda kastedilen onlara indirilen kitaplardır. Burada muayyen olarak lafızların “sahifeler”de bulunduğunu kastetmiş değildir. Buyruk, anlamının yer aldığını ifade etmektedir. Yani bu sözlerin ihtiva ettiği anlam, sözü edilen o sahifelerde zikredilmiştir.
el-Âcurrî, Ebu Zerr’in rivayet etliği hadiste söyle dediğini kaydetmektedir:
“Ey Allah’ın Rasûlü” dedim, “İbrahim’in sahifelerinde ne vardır?” O şöyle buyurdu:
“Tümüyle ibretli örnekler ihtiva ediyordu: Ey saltanat sahibi, sınanan ve aldanış içerisinde bulunan kral! Ben seni dünyayı üstüste yığman için göndermedim. Fakat Ben seni mazlumun Bana dua etmesine gerek bırakmayasın diye gönderdim. Çünkü Ben bir kâfirin ağzından dahi çıksa mazlumun duasını geri çevirmem. Yine o sahifelerde ibretli örnekler vardı: Akıllı bir kimsenin zamanını üç bölüme ayırması gerekir. Bir bölümünde Rabbine .seslensin, O’nunla baş başa kalsın. Bir bölümünde kendisini hesaba çeksin. Yüce Allah’ın ona yaptıkları üzerinde ve O’nun sanatında tefekkür etsin. Bir bölümünde de yiyecek ve içecek gibi ihtiyaçlarını karşılasın. Akıllı olan bir kimsenin aneak şu üç işle uğraşması gerekir: Ya ölümden sonra diriliş için azık, ya yaşamak için bir şeyler kazanmak, yahutta haram olmayan bir lezzetle uğraşmak. Yine akılh bir kimsenin zamanını basiretle değerlendirmesi, işine yönelmesi, dilini muhafaza etmesi gerekir. Konuştuklarını ameli cümlesinden sayan bir kimse ise, kendisini ilgilendiren az miktardaki hususlar dışında konuşmaz.” Ebu Zerr dedi ki:
“Ey Allah’ın Rasûlü ya Musa’nm sahifelerinde neler vardı?” diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Hepsi ibretli şeylerdi: Kesin olarak öleceğine inanan bir kimsenin nasıl .sevindiğine hayret ederim. Kadere kesin olarak iman eden bir kimsenin nasıl bitkin düşercesine çabalayıp durduğuna hayret ederim. Dünyayı ve dünyanın hallerinin değişip durduğunu gören bir kimsenin kalb huzuru ile dünyaya nasıl meylettiğine hayret ederim. Yarın hesaba çekileceğine kesin olarak inanan kimsenin nasıl amel etmediğine hayret ederim.” Ebu Zerr dedi ki:
“Ey Allah’ın Rasûlü,” dedim. “İbrahim ve Musa’nın ellerinde bulunanlar kabilinden senin üzerine indirilenlerden bizim elimizde bir şey var mıdır?” diye sordum, şöyle buyurdu;
“Evet, ey Ebu Zerr.” “Gerçek şu ki, umduğunu elde eder, iyice temizlenen ve Rabbinin adını anarak namaz kılan. Oysa siz dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret hem daha hayırlı, hem de daha kalıcıdır. Şüphe yok ki bu önceki sahifelerde İbrahim ile Musa’nın sahifelerinde de vardır” buyruklarını okudu… Daha sonra (Ebu Zerr) hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. [29]
(A’la Sûresi burada sona ermektedir. Allah’a lıamd olsun).
Ala Suresi