Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 23°C
Açık
İstanbul
23°C
Açık
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 23°C
Cts 23°C

85 – Buruc Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Yirmi iki âyet-i kerimedir.

85 – Buruc Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Buruc Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

  1. Andolsun burçlara sahib göğe;

Bu, Allah’ın ettiği bir yemindir.

“Burçlar”ın mahiyeti hakkında dört görüş vardır:

1- Yıldızlar sahibi demektir. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade, Mücahid ve ed-Dahhak yapmıştır.

2-Yüksek köşkler demektir. Bu açıklamayı îbn Abbas, İkrime ve yine Mü­cahid yapmıştır. İkrime dedi ki: Burçlar, semadaki yüksek köşklerdir. Müca­hid dedi ki; burçlarda bekçiler, koruyucular bulunur.

3- Güzel yaratılış sahibi demektir. Bu açıklamayı el-Minhâl b. Amr yap­mıştır.

4- Konaklar sahibi demektir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde ve Yahya b. Sellâm yapmıştır.

Burçlar oniki tane olup gezegenlerin, güneş ve ayın konaklarıdır. Ay bun­ların herbirisinde iki tam gün ve üçte bir günlük bir süre ile yol alır. Böyle­ce toplam yirmi sekiz gün eder. Daha .sonra da iki gece görünmez. Güneş ise burçların herbirinde bir ay süre ile yol alır.

Bu burçlar koç, öküz, ikizler, yengeç, arslan, başak, terazi, akreb, yay, oğ­lak, kova. ve balık adını alırlar.

Arapçada “burûc; burçlar” yüksek köşkler demektir. Yüce Allah: “…yük­sek burçlar (kaleler) içinde olsanız bile” (en-Nisâ, 4/78) diye buyurmaktadır. Daha önceden (4/78. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [2]

  1. Vaad olunmuş o güne;
  2. Şahidlik edene ve edilene.

“Vaad olunmuş o güne” kendisi ile tehditte bulunulmuş o güne, demek­tir. Bu da bir başka yemindir. Bugünün kıyamet günü olduğu hususunda, te­vil bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur.

İbn Abbas dedi ki: Semadakilerle yerdekilerin bugünde toplanıp, bir araya getirileceği vaad olunmuştur. [3]

“Şahidlik edene ve edilene” hakkında farklı görüşler vardır, Ali, İbn Abbas, İbn Ömer ve Ebu Hureyre (r.anhum) şöyle demişlerdir: Şahitlik eden cuma günü, şahit olunan Arife günüdür. el-Hasen’in görüşü de budur. Ayrıca bunu Ebu Hureyre (Peygambere) merfû’ bir hadis olarak rivayet et­miş olup. şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:

“Vaadolunan gün kı­yamet günüdür, şahid olunan gün de Arafe günüdür. Şahidlik eden de cu­ma günüdür…”

Bu hadisi Ebu İsa et-Tirmizi Camii’nde (Sünen’inde) rivayet etmiş olup şöyle demiştir: Bu hasen, garib bir hadistir. Biz bunu ancak Musa b. Ubeyde yoluyla gelen bir hadis olarak biliyoruz. Musa b. Ubeyde ise hadiste zayıf kabul edilir. Yahya b. Said ve başkaları onu zayıf kabul etmiş­lerdir. Bununla birlikte Şu’be, Süfyan es-Sevri ve imamlardan birden çok kim­se ondan hadis rivayet etmiştir[4]

el-Kuşeyri dedi ki; Cuma günü amelde bulunan herkese, kendisinde ne ameller işlediğine dair şahitlik eder.

Derim ki: Diğer günler ve geceler de böyledir. O halde her gün bir şahit­tir, her gece de böyledir. Bunun delili, Hafız Ebu Nuaym’ın, Muaviye b. Kurre’den, onun Ma’kil b. Yesar’dan, onun Peygamber (sav)’dan, diye rivayet et­tiği şu hadis-i şeriftir:

“Kulun üzerinden geçip de kendisinde: Ey Adem oğ­lu, ben yeni bir yaratıkım ve ben yapacağın ameller hususunda sana tanık­lık edeceğim. O bakımdan bende hayırlı ameller işle ki, yarın bu hususta se­nin lehine şahitlik edeyim. Çünkü ben geçip gidecek olursam ebediyyen be­ni göremeyeceksin, diye seslenilmeyen bir gün yoktur. Gece de bunun benzerini söyler.[5] Bu, Muaviye yoluyla gelen garib bir hadistir. Zeyd el-Ammî bu hadisi ondan münferid olarak rivayet etmiştir. Bu hadisin bu isnad dı­şında Peygamber (sav)’a kadar merfu olarak ulaştığa bir başka senedini bil­miyorum.

el-Kuşeyrî’nin, İbn Ömer ve İbn ez-Zübeyr’den naklettiğine göre, şahit­lik eden, kurban bayramının birinci günüdür, Said b. el-Müseyyeb dedi ki: Şahitlik eden terviye (zülhiccenin sekizinci günü, Arafeden bir önceki gün)dür. Şahit olunan ise Arafe günüdür.

İsrail, Ebu İshak’dan o el-Haris’den, o Ali (r.a)’dan şöyle dediğini rivayet eder: Şahitlik eden, Arafe günü, şahit olunan, kurban bayramı birinci günü­dür. en-Nehai de böyle demiştir.

Yine Ali (r.a)’dan, şahit olunan Arafe günüdür, dediği nakledilmiştir. İbn Abbas ve el-Hüseyn b. Ali (r.anhuma) dedi ki: Şahit olunan kıyamet günü­dür. Çünkü yüce Allah: “O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür. O şahit olunacak bir gündür.” (Hûd, 11/103) diye buyurmaktadır.

Derim ki: İşte buna binaen ilim adamlarının “şahitlik eden” hakkındaki görüşleri farklı farklıdır.

Şahitlik edenin yüce Allah olduğu söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas, el-Hasen ve Said b. Cübeyr’den nakledilmiştir. Bunun delili: “Şahit olarak Al­lah yeter.” (en-Nisa, 4/79) buyruğu ile; “De ki: Kimin şahitliği en büyüktür? De ki: Benim ve sizin aranızda Allah şahittir.” (el-En’am, 6/19) buyrukla­rıdır.

Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir. Bu görüş, yine İbn Abbas’tan ve el-Hüseyn b. Ali’den rivayet edilmiştir. İbn Abbas yüce Allah’ın: “Her ümmetten birer şahit getirip, bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur?” (en-Nisa, 4/41) buyruğunu, el-Hüseyn de: “Ey Peygam­ber, şüphe yok ki, Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı olarak gönderdik.” (el-Ahzab, 33/45) buyruğunu okumuştur.

Derim ki: Ben de yüce Allah’ın: “Bu peygamber de size karşı şahit olsun diye.” (eJ-Bakara, 2/143) buyruğunu okuyorum.

Peygamberlerin ümmetlerine karşı şahitlik edecekleri de söylenmiştir. Çün­kü yüce Allah: “Her ümmetten birer şahit getirip… zaman halleri nice olur?” (en-Nisâ, 4/41) diye buyurmaktadır.

Şahidin Adem olduğu söylendiği gibi. Meryem oğlu İsa olduğu da söylen­miştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben, aralarında bulundu­ğum müddetçe üzerlerinde bir şahit idim.” (el-Maide, 5/117) Hakkında şa­hit olunan ise onun ümmeti olacaktır

Yine İbn Abbas ve Muhammed b Ka’b’dan rivayet edildiğine göre şahit; insandır. Delili de yüce Allah’ın: “Bugün kendine karşı iyi hesablayıcı ola­rak kendin yetersin” (el-îsra. 17/14) buyruğudur.

Mukatil, (şahit) insanın azalardır, demiştir. Bunu açıklayan buyruk da: “O gün onların dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları her şeyi söyleyerek aleyh­lerine şehadet edeceklerdir.” (en-Nûr. 24/24) buyruğudur.

el-Hüseyn b. el-Fadl dedi ki: Şahitlik eden bu ümmettir. Şahit olunan di­ğer ümmetlerdir. Bunu açıklayan da “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız” (el-Bakara, 2/143) buyruğudur.

Şahitlik edenin Hafaza melekleri, hakkında şahitlik edilecek olanın Adem oğulları olduğu söylendiği gibi. geceler ve gündüzler olduğu da söylenmiş­tir ki. bunu da az önce açıklamış bulunuyoruz.

Derim ki: Mal da sahibinin aleyhine, yer de üzerinde işlenen amellere da­ir şahitlik edecektir. Müslim’in Sahih’inde Peygamber (sav)’ın şöyle buyur­duğu kaydedilmektedir: “Şüphesiz bu mal yeşil ve tatlıdır. O maldan yoksu­la, yetime ve yolcuya veren kimse için o (mal), müslümanın ne güzel arka­daşıdır. -Ya da Rasûlullah (sav)’m buyurduğu gibi-. “Şüphesiz ki o malı hak olmayan bir şekilde alan bir kimsenin durumu, yeyip de bir türlü doymayan bir kimsenin haline benzer. Kıyamet gününde de onun aleyhine şahit olur. “[6]

Tirmizî’de Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav): “O gün yer bütün haberlerini anlatacaktır” (ez-Zilzal, 99/4) âyetini oku­du ve:

“Haberlerinin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab:

“Al­lah ve Rasûlü daha iyi bilir” dediler. Peygamber şöyle buyurdu:

“Onun haber­leri, erkek ya da kadın herbir kul hakkında, üzerinde neler işlediğine dair ha­ber vermesidir. Filan gün şunu, şunu ve şunu işledi, diyecektir.” (Peygamber devamla) buyurdu ki:

“İşte onun haberleri budur.”

(Tirmizi) dedi ki: Bu hasen, garib,”sahih bir hadistir,[7]

Bir diğer görüşe göre, şahit yaratıklardır. Onlar Allah’ın vahdaniyetine şahitlik etmişlerdir. Hakkında şahitlik olunan ise yüce Allah’ın tevhidi, vahda­niyetidir.

Şahit olunanın cuma günü olduğu da söylenmiştir. Nitekim Ebu’d-Derdâ yaptığı bir rivayette Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir:

“Cuma gününde bana çokça salât (ve selam) getiriniz. Çünkü o gün melek­lerin tanık olacağı, tanık olunan bir gündür” deyip, hadisin geri kalan bölü­münü zikretmektedir. Bu hadisi îbn Mace ve başkaları rivayet etmiştir.[8]

Buna göre Arafe günü meleklerin onda şahitlik etmeleri ve bugünde rahmetle inmeleri sebebiyle tanık olunan bir gündür, -İnşaallah- Kurban bay­ramının birinci günü de böyledir.

Ebu Bekr el-Attar dedi ki: Şahitlik eden, Hacer-i Esved’dir. O samimiyet, ihlas ve yakın ile kendisine elini değdirenin lehine şahitlik edecektir. Şahit olunanlar ise hacılardır.

Şahitlik edenin peygamberler, hakkında şahitlik edilenin Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir. Buna yüce Allah’ın: “Hani Allah, peygamber­lerden; size verdiğim kitab ve hikmetten sonra size beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince … Öyleyse şahit olun ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim, diye buyurmuştur” (Al-i İmran, 3/81) buyruğu açık­lık getirmektedir. [9]

4, 5. Lanet olsun tutuşturulmuş ateş hendeklerinin sahiplerine!

  1. O zaman onlar, o ateşin etrafında oturuyorlar;
  2. Ve onlar mü’minlere yaptıkları şeyleri görüyorlardı.

“Lanet olsun… ateş hendeklerinin sahihlerine!” İbn Abbas dedi ki: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan her “Kutile” “Lanet olsun”; Lanet edildi demektir.

e!-Ferra’nın görüşüne göre bu, yeminin cevabıdır. (Başına gelmesi gere­ken) “lam” ise mukadderdir. Yüce Allah’ın: “Andolsun. güne­şe ve aydınlığına” (eş-Şems, 9/1) diye buyurduktan sonra; “Onu temizleyen muhakkak felah bulmuştur.” (eş-Şems, 91/9) diye buyurma­sına benzer. Bu da; “Andolsun… felah bulmuştur” demektir.

İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Yani hendek sahihleri öl­dürüldü, burçlara sahib gök hakkı için. Bu açıklamayı Ebu Hatim es-Sicistani yapmıştır. İbnu’l-Enbari dedi ki: Bu yanlıştır. Çünkü herhangi bir kimsenin Zeyd kalktı Allah hakkı için, anlamında; “Allah’a yemin ederim ki Zeyd kalktı” demesi doğru değildir.

Bazıları yeminin cevabının: “Şüphe yok ki Rabbinin azabla yakalayıverişi pek çetindir” (12. âyet) olduğunu söylemişlerse de, bu güzel bir açıkla­ma değildir. Çünkü her ikisi arasında ifadeler alabildiğine uzayıp gitmiş olmaktadır.

Cevabın: “Şüphe yok ki mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip…” (10. âyet) buyruğu olduğu da söylenmiştir.

Yeminin cevabı hazfedilmiştir. Yani andolsun burçlara sahib göğe. Elbet­te sizler ölümden sonra diriltileceksiniz, anlamındadır, diye de açıklanmış­tır. İbnu’l-Enbari’nin tercih ettiği de budur. [10]

“El-Uhdud” “Hendekler”; Yerde uzunlamasına açılmış büyük yarık demek­tir. Çoğulu “Ehâdid” diye gelir. Gözyaşlarının aktığı yer için kullanılan “El-hadd” “Yanak” da buradan gelmektedir. “El-mehaddetu” “Yastık” da bu köktendir. Çünkü yanak, (aynı kökten gelen) onun üzerine konulur. Birtakım yaralar­dan dolayı kişinin yüzünde eğer uzunlamasına izler oluşursa: “Tehaddede vechu’r-raculu” “Adamın yüzünde (uzunlamasına) derin izler oluştu” denilir. Şair Tarafe şöy­le demiştir:

“Ve bir yüz ki; sanki güneş onun üzerine örtüsünü, açmıştır

Rengi parlaktır, onda (parlaklığı veren) çizgileri yoktur.” [11]

“Tutuşturulmuş ateş” buyruğundaki “ateş” lafzı, “hendekler”den bedel-i istimaldir.

“El-vekud” “Tutuşturulmuş” lafzı genel olarak “vav” harfi üstün olarak okunmuştur. Bu da odun demektir.

Katade, Ebû Recâ ve Nasr b. Asım ise mastar olarak “vav”ı ötreli okumuş­lardır. Alevli ve alev alarak yanan ateş demek olur. İnsanların bedenlerinde yanan, diye de açıklanmıştır.

Eşheb el-Ukaylî, Ebu’s-Semmâl el-Adevî ve Ibn es-Semeyka; “En-nâru zâtu” di­ye her iki kelimeyi de ötreli okumuşlardır ki; alevi bulunan o ateş, onları yak­tı, demek olur. [12]

“O zaman onlar, o ateşin etrafında oturuyorlar(di).” Yani o hendekle­ri açıp ateşin üzerinde oturanlar, mü’minleri o ateşe atıyorlardı. Bunlar İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret döneminde Necran denilen yerde idiler. Onlara dair hadisi rivayet edenler, bazı farklılıklarla bir­likte rivayetlerinin anlamı birbirine yakındır. [13]

Müslim’in Sahih’inde Suhayb’dan rivayete göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur:

“Sizden öncekiler arasında bir kral vardı, Onun bir de sihir­bazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca krala dedi ki:

“Ben artık yaşlandım. Sen ba­na genç birisini gönder de ona büyüyü öğreteyim.” Kral ona büyüyü öğret­mek üzere bir genci gönderdi. Bu gencin gidip geldiği yolda bir rahib var­dı. Onun yanına oturup sözlerini dinledi, hoşuna gitti. Bundan dolayı, bü­yücüye gidip geldiğinde rahibe de uğrar, onun yanında otururdu Büyücü­ye varınca, büyücü onu döverdi. Bu halini rahibe anlatıp şikâyette bulun­du. Rahib ona:

“Büyücüden korkacak olursan “ailem beni geç gönderdi”, der­sin. Ailenden korkacak olursan, “büyücü benî alıkoydu”, dersin.” O bu halde iken, insanları bir yerde alıkoymuş pek büyük bir hayvan ile karşılaştı.

“Bu­gün büyücünün mü üstün, rahibin mi üstün olduğunu öğreneceğim gündür,” dedi. Bir taş aldı ve:

“Allah’ım, eğer rahibin durumu Senin tarafından büyü­cünün durumundan daha çok sevilen bir hal ise, bu hayvanı öldür ki, in­sanlar yollarına devam edebilsinler” dedi ve taşı attı, O hayvanı öldürdü. İn­sanlar da yollarına devam ettiler.

Rahibe giderek durumu bildirdi. Rahib ona:

“Evladım” dedi. “Bugün sen ben­den daha üstünsün. Sen gördüğüm şu hale ulaşmış bulunuyorsun. Şüphesiz pek yakında sen birtakım belalarla sınanacaksın. Eğer sınanacak olursan, sa­kın beni kimseye söyleme.”

Delikanlı anadan doğma körü, abraşı iyileştiriyor, insanların diğer hasta­lıklarını tedavi ediyordu. Kral ile birlikte oturup kalkan kör birisi bu duru­mu işitti. Ona pek çok hediyeler götürerek dedi ki:

“Eğer bana şifa verecek olursan, buradakilerin hepsi senin olacaktır.” Delikanlı:

“Ben kimseye şifa ve­remem” dedi. “Şifayı ancak Allah verir. Eğer sen Allah’a iman edecek olursan, ben de Allah’a dua eder, sana şifa verir.” Bu şahıs Allah’a imarı etti, Allah da ona şifa verdi.

Krala giderek önceden yanında oturduğu gibi oturdu. Kral ona:

“Senin ye­niden görmeni sağlayan kimdir?” diye sordu, O:

“Rabbimdir”, dedi. Kral:

“Senin benden başka bir rabbin de mi varmış?” deyince, arkadaşı:

“Benim de Rabbim, senin de Rabbin Allah’tır,” dedi. Kral onu yakalattı ve delikanlıyı gösterinceye kadar ona işkence edip durdu. Delikanlı getirilince kral ona:

“Evladım” de­di senin büyücülüğün anadan doğma körü ve abraşı iyileştirecek noktaya, şu­nu şunu yapacak hale kadar da mı ulaştı?” dedi. Delikanlı:

“Ben hiç kimseye şi­fa veremem, şifayı ancak Allah verir”, dedi.

Kral onu alıp yakalattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence edip durdu. Rahib getirildi, ona:

“Dininden dön” denildi. Ancak rahib bunu ka­bul etmedi. Kral testerenin getirilmesini istedi. Testere başının tepesine, saçlarını ayırdığı yere yerleştirildi ve iki parçası yere düşünceye kadar başı­nı ortadan biçti.

Daha sonra kralın sohbet arkadaşı getirildi ona:

“Dininden dön”, denildi, O da kabul etmeyince testere başının ortasına, saçlarını ayırdığı yere yerleşti­rildi ve iki tarafı da düşünceye kadar testere ile başını biçti. Daha sonra genç delikanlı getirildi, ona da:

“Dininden dön”, denildi. Genç de bu teklifi kabul etmeyince kral onu arkadaşlarından birkaç kişiye teslim etti ve:

“Bunu alın, filan filan dağa götürün. Onu dağın tepesine çıkartın, zirvesine ulaştığınız va­kit dininden dönerse mesele yok, aksi takdirde onu aşağıya atın,” dedi. De­likanlıyı alıp gittiler ve onunla birlikte dağın tepesine çıktılar. Delikanlı:

“Al­lah’ım, ne ile dilersen onların kötülüklerine karşı beni koru!” dedi. Dağın üze­rinde iken dağ sarsılmaya başladı, aşağı düştüler. Delikanlı kralın yanına yü­rüyerek geldi, kral ona:

“Seninle beraber gönderdiklerim ne yaptı?” diye sor­du. Delikanlı:

“Allah, onlara karşı beni korudu”, dedi.

Kral delikanlıyı arkadaşlarından bir diğer gruba teslim etti ve:

“Bunu alıp götürün, büyükçe bir gemiye bindirin, Denizin ortasına ulaştırın. Eğer dinin­den dönerse (mesele yok) aksi takdirde onu denize atın”, dedi.

Delikanlıyı alıp gittiler. O da:

“Allah’ım, dilediğin şekilde onlara karşı beni koru!” diye dua etti. Onlar içinde oldukları halde gemi ters dönüp battı vc suda boğuldular. Delikanlı ise krala yürüyerek geri geldi. Kral ona:

“Berabe­rindekiler ne yaptı?” diye sordu. O da:

“Onlara karşı, Allah beni korudu”, de­di. Delikanlı krala dedi ki:

“Benim söyleyeceklerimi yapmadığın sürece be­ni öldüremeyeceksin. ” Kral;

“Peki o nedir?” diye sordu. Delikanlı dedi ki:

“Her­kesi bir yerde toplayacaksın. Beni de bir ağacın üzerinde asacaksın. Sonra benim ok torbamdan bir ok al. Bu oku yaya yerleştir, .sonra da: “Bu delikan­lının Rabbi olan Allah adına”, de ve bana oku at. Eğer sen böyle yapacak olur­san, beni öldürebileceksin.”

Kral halkı bir meydanda topladı. Delikanlıyı bir ağaca astı, sonra onun ok torbasından bir ok alıp oku yaya yerleştirdikten sonra: “Bu delikanlının Rab­bi Allah adına!” deyip ona oku attı. Ok alnına isabet etti. Delikanlı elini okun düştüğü yerde alnına koydu ve vefat etti.

Ahali; “Delikanlının Rabbine iman ettik, delikanlının Rabbine iman ettik, delikanlının Rabbine iman ettik,” dedi. Bu sefer krala gidilip, ona:

“Şimdi kork­tuğun şey başına geldi ini? Allah’a yemin olsun ki korktuğun şey başına gel­di. İnsanlar iman etti”, denildi. Bunun üzerine yolların başlarında hendekler kazılmasını emretti. Hendekler kazıldı, ateşler yakıldı ve şu emri verdi: “Kim dininden dönmeyecek olursa, o kimseyi o hendeklere atınız.” Ya da ona: “Hay­di buraya atla”, denilsin (diye rivayet edilmiştir.) Denileni yaptılar. Nihayet be­raberinde bir yavrusu bulunan bir kadın geldi. Hendeğe atlamakta tereddüt etti. Yavrusu ona: “Anacığım sabret. Çünkü sen hak üzeresin, dedi.”[14]

Bu ha­disi (Müslim’den başka) Tirmizi de bu manada rivayet etmiştir.[15]

Tirmizi’de su ifadeler de yer almaktadır: “Delikanlının yolu üzerinde ma­nastırında ibadet eden bir rahib vardı.” Ma’mer dedi ki: “Zannederim o gün­lerde manastırlarda bulunan kimseler müslüman idiler.” Yine orada şöyle denilmektedir: İnsanları alıkoyan o hayvan bir arslan idi. Sözü edilen delikan­lı defnedildi. -(Devamla) dedi ki-: “Nakledildiğine göre, Ömer b. el-Hattab döneminde kabrinden çıkarıldığında, öldürüldüğü vakit koyduğu şekliyle parmağı alnı üzerinde duruyordu.” Tirmizi dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir.[16]

Bunu ed-Dahhak da, İbn Abbas’tan rivayet etmiştir. İbn Abbas dedi ki: Necran’da bir kral vardı. Onun ahalisi arasında kölesi bulunan bir adam var­dı. O bu kölesine büyüyü öğretmek üzere bir büyücüye gönderdi. Kölenin yolu İncil okuyan bir rahibin yanından geçiyordu. Rahibten duydukları ho­şuna gidiyordu. Rahibin dinine girdi. Döndüğü bir günde çok büyük bir yı­lanın insanların yolunu kestiğini gördü. Bir taş alıp; “Göklerin, yerin ve iki­si arasında bulunanların Rabbi olan Allah adına!” dedi (ve taşı attı) yılanı öl­dürdü,.. Sonra da az önce anlatılanlara yakın şeyleri zikretti… Kral ona ok atıp o köleyi öldürünce, kralın ülkesinin ahalisi:

“Abdullah b. Sâmir’in ilâhından başka hiçbir ilah yoktur”, dediler. Abdullah b. Sâmir o kölenin adı idi. Kral bu işe çok kızdı ve emir verdi, hendekler kazıldı. Oraya odunlar toplandı, ateş yakıldı. Ülkesindeki ahaliyi ateşe sundu. Tevhidden vazgeçip dönenle­re ilişmedi, dini üzerinde sebat edenleri ise ateşe attı. Süt emziren bir kadın getirildi, ona;

“Dininden dön, aksi takdirde seni çocuğunla birlikte (ateşe) ata­rız”, denildi. Kadın çekindi ve içten içe dininden dönmek istedi. Süt emen be­bek ona;

“Anacığım üzerinde bulunduğun inanç üzere sebat göster. Şüphe­siz ki bu, bir göz açıp kapatacak kadar bir süredir”, dedi. Kadını, çocuğu ile birlikte attılar.

Ebu Salih’in, İbn Abbas’tan rivayet etliğine göre ateş, hendeklerden yu­karılara çıktı. Kralın ve arkadaşlarinm üzerinden kırk zira kadar yükseldi ve onları yaktı.

ed-Dahhâk dedi ki; Bunlar bir hristiyan topluluğu idiler. Yemen’de Rasûlullah (sav)’ın peygamber olarak gönderilmesinden kırk yıl önce yaşamışlar­dı. Onları yakalayan Yusuf b. Şerâhil b. Tubba el-Himyerî idî. Bunlar otuz kü­sur adam idiler. Onlara hendek kazmış ve onları bu hendekte yakmıştı. Bu­nu el-Mâverdî nakletmiştir.

es-Sa’lebî’nın ondan (ed-Dahhak’tan) naklettiğine göre Ashab-ı Uhdud İsrailoğullanndan idiler. Bunlar pek çok erkek ve kadın yakalamışlar ve on­lara hendekler kazmışlardı. Sonra bu hendeklerde ateşler yaktılar, arkasın­dan mü’minler bu hendeklerin başına getirildiler. Onlara: “Ya küfre dönecek­siniz yahut ateşe atılacaksınız”, dediler. İddia ettiklerine göre bu kimse Danyal ve arkadaşları idi. Bu açıklamayı Atiyye el-Avfi yapmıştır. Buna yakın bir rivayet İbn Abbas’tan da nakledilmiştir.

Ali (r.a) dedi ki: Bir kral sarhoş olup, kızkardeşi ile birlikte oldu. Bunu yö­netimi altındakiler için bir kanun haline getirmek istedi. Fakat bunu kabul etmediler. Bu kadın ona; yüce Allah, kızkardeşleri nikahlamayı helal kıldı, diye bir hutbe irad ettirmesi görüşünü işaret etti. Fakat onun bu dedik­leri kabul edilmedi. Bu sefer ona onlar için hendekler kazmasını ve kendisine karşı gelen herkesi oraya atmasını telkin etti, o da bunu yaptı. İşte onlardan geri kalanlar kizkardeşleriyle evlenirler. Bunlar da mecusilerdir. Bun­lar önceleri kitab ehli idiler.

Yine Ali (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Uhdud sahihlerinin (başına ge­len olayların) sebebi şu idi. Yüce Allah, bir peygamberi Habeşlilere gönder­mişti, Ona birtakım insanlar tabi oldu. Ancak kavimleri bu iman edenlere hendekler kazdı. Peygambere uyan kimse bu hendeklere atılırdı. Süt emen bir bebeği bulunan bir kadın getirildi. Kadın bu işten korktu. Bebeği ona: “Anacığım devam et ve korkma”, dedi.

Eyyûb’un rivayetine göre İkrime dedi ki: “Lanet olsun hendeklerin sahiblerine” buyruğu hakkında dedi ki: Bunlar senin kavminden Sicistan’dan idiler.

el-Kelbî dedi ki: Bunlar Necran hristiyanları idi. Bu hendeklerin başına iman etmiş kimseleri yakalayıp getirdiler. Onlara yedi hendek kazdılar. Herbir hendeğin uzunluğu kırk zira, eni ise oniki zira idi. Daha sonra bu hen­değe naft (petrol) ve odun atıldı. Onlar da bu ateşe sunuldular. (Teklifleri­ni) kabul etmeyen kimseyi bu ateşe attılar.

Bu kimselerin Kostantin zamanında Konstantiniye’de bulunan hristiyan bir topluluk olduğu da söylenmiştir.

Mukatil dedi ki: Uhdud sahihleri üç grubtur. Birisi Necran’da, diğeri Şam’da, diğeri ise Fars topraklarındadır. Şam’dakinin adı Romalı Antıniyanus’dur. Fars diyarındakinin adı Buht Nassar’dır. Arab topraklanndakinin adı Yusuf b, Zû Nuvâs’dır. Allah Fars diyarı ile Şam diyarındaki hakkında Kur’an’dan herhangi bir buyruk indirmedi, fakat Necran’da bulunan kimse hakkında Kur’ân’dan buyruklar indirdi. Şöyle ki; müslüman iki kişi vardı. Bun­lardan birisi Tihame’de, diğeri Necran’da idi. Biri ücretle işçi oldu. Bir taraf­tan çalışıyor, diğer taraftan İncil okuyordu. Onu işçi tutanın kızı İncil’in okunuşundaki nuru gördü, babasına haber verdi, o da müslüman oldu. İsa’nın yükseltilmesinden sonra erkek, kadın seksenyedi kişiye ulaştılar. Yusuf b. Zû Nuvâs b. Tubba el-Himyeri onlar için bir hendek kazdı ve o hendekte bir ateş yaktı. Onlara küfre dönmelerini teklif etti. Küfre dönmeyi kabul etmeyenle­ri ateşe attı ve: “İsa’nın dininden dönen kimse ateşe atılmayacak”, dedi. Bir ka­dının beraberinde henüz konuşmaya başlamamış küçük çocuğu vardı. Dinin­den geri dönecek oldu. Oğlu kendisine; “Anacağım” dedi. “Ben senin önünde asla sönmeyen bir ateş görüyorum.” Her ikisi de kendilerini ateşe attı. Allah o kadını da, oğlunu da cennete koydu. Bîr gün içinde o ateşe yetmişyedi ki­şi atıldı.

İbn İshak, Vehb b. Münebbih’den naklen dedi ki: Meryem oğlu İsa (a.s)’ın dinine mensub kimselerden geriye Kîmyûn adında bir kişi kalmıştı Bu kişi salih, çokça ibadet eden, dünyaya karşı zahid, duası kabul olunan bir zattı. Kasabalarda, kentlerde dolaşırdı. Bir yerde tanındı mı mutlaka oradan çekip giderdi. Yapı ustası idi, çamur yapardı.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî dedi ki: Necranlılar müşrik kimseler olup, putlara taparlardı. Necran’a yakın bir kasabada büyücü bir kişi vardı. Bu da Necranlılann çocuklarına büyü öğretirdi. Kîmyûn buraya gelip yerleşince, Necran ile büyücünün bulunduğu o kasaba arasında bir çadır kurdu. Necranlılar çocuklarını o büyücüye gönderiyor, o da onlara büyü öğretiyordu. Sâmir ona Abdullah b. es-Sâmir’i gönderdi. Bu da Necranlılann çocukları ile birlik­le idi. Abdullah bu çadırda duran kimsenin (Kîmyûn) yanından geçti mi onun namaz kılması ve ibadeti hoşuna giderdi. Onun yanında oturmaya ve onun sözlerini dinlemeye başladı. Nihayet İslam’a girdi. Allah’ı tevhid etti ve ona ibadet etti. Allah’ın ism-i a’zam’ı hakkında sormaya koyuldu. Rahib ona bil­diklerini öğretiyor fakat bu ismi ondan gizleyip, “kardeşimin oğlu” dedi. “Sen onu taşıyamazsın, onu taşıyamayıp zaafa düşeceğinden korkarım” dedi. Ebû Sâmir ise oğlunun diğer çocuklar gibi büyücüye gidip geldiğini zannediyor, hatırına başka bir şey gelmiyordu. Abdullah, rahibin kendisine Allah’ın ism-i azamini öğretmek istemediğini görünce, ok yapımında kullanılan tahta par­çalarını toplayıp, bir araya getirdi. Allah’ın bildiği ne kadar ismi varsa onu bir parça üzerine yazıyordu. Herbir isine bir ok ayırmış oldu. Nihayet bütün isimleri yazınca bir ateş yaktı. Okları tek tek bu ateşe atmaya koyuldu. Ni­hayet ism-i azama gelince, onu da ateşe attı. Bu ok harekete gelip, ateşten çıktı ve ateşin ona hiçbir zaran olmadı. Bu oku alıp adamının yanına gitti ve kendisine öğretmeyip, gizlediği Allah’ın ism-i a’zaınını öğrenmiş olduğunu ona haber verdi. Abid ona:

“O nedir? ” diye sorunca, genç

“şu ve şudur” dedi. Abid:

“Peki nasıl öğrendin?” diye sorunca, ona yaptıklarını bildirdi. Abid ona:

“Kardeşimin oğlu onu isabet ettirdin, fakat kendini iyi kolla! Ancak kendini koruyacağını da zannetmiyorum.” Abdullah b. Sâmir Necran’a girdi mi artık her kimde bir rahatsızlık görüyor ise mutlaka: “Ey Allah’ın kulu sen Allah’ı tev­hid et, dinime gir, ben de senin için Allah’a dua edeyim, O da senin başına gelen bu beladan seni esenliğe kavuşturup afiyet verecek” diye teklif ediyor, o şahıs da: “Olur” deyip, Allah’ı tevhid edip müslüman oluyordu. Genç de onun için Allah’a dua ediyor, şifa buluyordu. Öyle ki Necran’da bir musibeti bu­lunan herkes onun yanına geldi ve onun dinine uydu, o da o kimseye dua etti ve iyileşti.

Nihayet onun bu durumu krallarına bildirildi. Kral onu çağırarak şöyle dedi;

“Sen benim ülke ahalimi, benim aleyhime ifsad etmiş oldun. Benim ve atalarımın dinine muhalefet ettin. Andolsun seni ibretli bir şekilde cezalandıra­cağım”, dedi. Genç:

“Buna gücün yetmez”, dedi. Kral onu birileriyle yüksekçe dağa gönderiyor, tepesi üzerine atılıyor, fakat hiçbir şey olmaksızın ayağa kal­kıyordu. Onu Necran sularına atılmak üzeru gönderiyordu. Bu sulara düşen herşey mutlaka yok olur. giderdi. Bu sulara atılıyor, fakat ona hiçbir şey ol­maksızın dışarı çıkıyordu. Nihayet onu aciz bırakınca Abdullah b. Sâmir ona dedi ki;

“Allah’ı tevhid etmedikçe benim iman ettiğime sen de inanmadıkça beni öldüremeyeceksin. Eğer sen bunu yaparsan o vakit bana musallat kılı­nır ve beni öldürebilirsin.”

Bu kral Allah’ı tevhid etti ve onun getirdiği şekilde şehadet getirdi. Son­ra ona bir sopa ile darbe indirdi. Başında pek büyük olmayan küçük bir ya­ra açtı ve onu öldürdü. Kral da olduğu yerde öldü.

Necranlılar Abdullah b. Sâmir’in dinini hep birlikte kabul ettiler. O da Mer­yem oğlu İsa’nın getirdiği İncil’e ve onun hükmüne bağlı idi. Daha sonra on­ların din mensuplarına isabet eden olaylar ve onların başlarına gelen musi­betler, bunların da başına geldi. İşte Necran’da hristiyanlığın esası buraya da­yanır.

Yahudi Zu Nuvaş, Himyer’den askerleriyle üzerlerine yürüdü. Onları yahudiliği kabul etmeye davet etli ve yahudi olmak ya da öldürülmekten bi­risini tercih etmelerini istedi. Onlar öldürülmeyi tercih ettiler. Onlar için hen­dekler açtı. Kimilerini ateşle yaktı, kimilerini kılıçla öldürdü. Kimilerinin de azalarını kesti. Nihayet onlardan yirmibin kişi öldürdü. Vehb b. Münebbih, oniki bin kişi dedi.

el-Kelbî dedi ki: Ashab-ı Uhdud yetmişbin kişi idiler.

Vehb dedi ki: Daha sonra Aryât, Yemen’i ele geçirince, Zû Nuvâs kaça­rak çıkıp gitti. Atıyla denize yürüdü ve suda boğuldu.

İbn îshak dedi ki: Burada sözü edilen Zû Nuvâs’ın asıl adı Zür’a b. Tubbân Es’ad el-Himyeri’dir. Aynı şekilde ona Yusuf da deniliyor idi. Bunun sal­lanan saç örükleri vardı. Bundan dolayı ona Zû Nuvâs (örüklü) adı verildi. O bu işi Necranlılara yaptı, onlardan adı Devs Zû Salebân olan birisi kurtul­du. Onlardan intikam almak üzere Habeşlileri, Necranlıların üzerine gitme­ye teşvik etti. Onlar da Yemen’i ele geçirdiler ve Zû Nuvâs denizde kendi­sini denize atarak öldü. Amr b. Madîkerib onun hakkında şunları söylemek­tedir:

“Sanki sen en nimetli yaşayış süren Zû Ruayn

Yahut Zû Nuvâs’mışsın gibi, beni tehdit mi ediyorsun?

Fakat senden önce nice nimet görmüş kimse vardı,

İnsanlar arasında sapasağlam ve sabit mülk sahibi,

Eski dönemden taat döneminden beri süre gelen,

Büyük kahredici zorba ve katı kimseler.

Zaman onların mülklerini ortadan kaldırdı, sonunda

Bu kimilerinden, kimilerine aktarılır oldu.”

(Burada sözü geçen) Zû Ruayn. Himyer krallarından bir kraldır. Ruayn onun bir kalesi idi. Bu kişi de el-Haris b. Amr b. Himyer b. Sebe’ soyundandır. [17]

İnanç Dolayısıyla Karşı Karşıya Kalınan Mihnetler ve Bunlara Karşı İnananların Takınmaları Gereken Tutum:

İlim adamlarımız dedi ki: Yüce Allah, bu âyet-i kerimede, bu ümmetin iman edenlerine kendilerinden önce Allah’ı tevhid edenlerin karşı karşıya kal­dıkları zorluklan bildirmekte ve bu yolla onları teselli etmektedir. Peygam­ber (sav) da onlara karşılaştıkları işkence ve acılara, fiilen yaşadıkları meşak­katlere sabır göstersinler diye onlara bu delikanlının kıssasını anlattı ki; onlar da bu delikanlının sabır, haktaki sebat ve ona sımsıkı sarılması, davasının güçlenerek ortaya çıkması için kendisini feda etmesi, yaşının küçüklü­ğüne rağmen insanların dinîne girmesi ve sabrının büyüklüğü hususunda, bu delikanlının gösterdiği örneklere uysunlar. Rahib de aynı şekilde sımsıkı hakka sarılarak sabretmiş ve sonunda testere ile ikiye bölünmüştür. Aynı şekil­de birçok insan da yüce Allah’a iman edip, iman onların kalplerine yerleşin­ce, kök salınca, ateşe atılmaya dahi sabrettiler ve dinlerinden geri dönme­diler.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Daha önce en-Nahl Sûresi’nde (6/106. âyet, 2. baş­lık ve devamında) geçtiği üzere- bu, bize göre mensuhtur.

Derim ki: Bize göre mensuh değildir. Nefsi güçlü olan ve dininde sebat gösteren kimseler için, bu gibi hususlar üzerinde sabretmek daha uygundur. Yüce Allah Lukman’dan haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Oğulcuğum na­mazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, münkerden alıkoy. Sana isabet edene de sab­ret. Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir.” (Lukman, 31/17)

Ebu Said el-Hudrî’nin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur:

“Şüphesiz ki zalim bir hükümdar huzurunda söylenecek adaletli (hak) bir söz, en büyük cihad türündendir,” Bu hadisi Tirrnizi rivayet etmiş olup, “hasen, garib bir hadistir” demiştir.[18]

İbn Sencer (Muhammed b. Sencer) Peygamber (sav)’ın azadlılarından Umeyme’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav)’ın abdest almasına yardım ediyordum. Ona bir adam geldi ve: Bana tavsiyede bulun, dedi. Peygamber: “Parça parça edilsen yahut ateşte yakılsan dahi Allah’a hiç­bir şeyi ortak koşma…” diye buyurdu.'[19]

İlim adamlarımız dedi ki: Peygamber (sav) in ashabından pek çok kimse öldürülmek, asılmak ve ağır işkencelere tabi tutulmakla mihnete uğratıldı. On-larsa sabrettiler ve hiç bu kabilden şeylere (ruhsallara) iltifat etmediler. Bu hususta Âsim, Hubeyb ve arkadaşlarının kıssası ile onların karşı karşıya kaldıkları savaşlar, mihnetler, ölüm, esirlik, yakılmak ve daha benzer husus­lar örnek olarak yeter. Nahl Sûresi’nde (az önce belirtilen yerde) bu husus­ta gücü yeten ve tahammül gösteren kimseler hakkında bu tutumun icma’ ile kabul edilmiş olduğuna dair açıklama geçmiş bulunmaktadır. Bu açıklama­yı oradan takib edebilirsiniz. [20]

“Lanet olsun… hendeklerin sahihlerine.” Bu, o kâfirlere yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaştırılmaları için yapılan bir bedduadır.

O mü’minlerin öldürüldüğüne dair haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani onlar ateşte yakılarak öldürüldüler, fakat sabrettiler.

Bir başka açıklamaya göre bu, sözü edilen o zalimler hakkında haber ve­ren bir buyruktur. Çünkü rivayet edildiğine göre yüce Allah, hendeklere atı­lan kimselerin ruhlarını ateşe ulaşmadan önce kabzetmiştir. Hendeklerden bir ateş çıkıp, ateşin başında oturan o kimseleri yakmıştır.

Bir diğer görüşe göre; mü’minler kurtuldu ve ateş orada oturan kimsele­ri yaktı. Bunu en-Nehhas zikretmiştir. [21]

“Aleyhâ” “Etrafında” lafzı; “Indehâ” “Yanında” demektir. Burada: “Alâ” “Üzerinde” lafzı; “Inde” “Yanında” demektir.

“Etrafında” buyruğunun hendeklerin kıyılarında, ona yakın olan yerler­de, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“Ve bol bağışlarda, basit şeylerde ateşin üzerinde (yakınında) kaldı.”

“İz” “O zaman” lafzındaki âmil, “Kutile” “lanet olsun” anlamındaki buyruk­tur ki; o vakitte onlara lanet olundu, demektir. [22]

“Ve onlar, mü’minlere yaptıkları şeyleri görüyorlardı.” Yani kâfirler, orada hazır bulunuyorlardı. Onlar mü’minlere küfrü teklif ediyorlar. Teklifleri­ni kabul etmeyeni ateşe atıyorlardı. Bu ifadeler onları önce katı yüreklilik­le, diğer taraftan da bu hususta gayretli olmakla nitelendirilmektedirler.

“Alâ” burada; “Mea” “Beraber” anlamındadır. Yani onlar mü’minle­re yaptıklarına aynı zamanda tanık idiler.[23]

  1. Onların bunlardan İntikam almalarının tek sebebi, Aziz ve Hamid olan Allah’a iman etmiş olmaları idi.
  2. O, göklerin ve yerin mülkü yalnız kendisinin olandır. Allah her-şeyi çok iyi görür.

“Onların bunlardan intikam almalarının tek sebebi” buyruğundaki: “Nekamu” “intikam almaları” lafzını Ebu Hayve kesreli olarak; “Nekimu” diye okumuştur. Ancak fasih olan “kaf” harfinin üstün okunmasıdır. Buna dair açık­lamalar daha önce et-Tevbe Sûresi’nde (9/74, âyet,. 4. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

Yani o kral ve arkadaşlarının ateşte yaktıkları kimselerden intikam alma­larının tek sebebi, “Aziz”, kendisine zarar verilemeleyen mutlak galib “ve Hamid”, her durumda kendisine hamdedilen “Allah’a îman etmiş” tasdik et­miş “olmaları idi.” [24]

“O, göklerin ve yerin mülkü yalnız kendisinin olandır.” Onun bunlar­da hiçbir ortağı, eşi ve benzeri voktur.

“Allah herşeyi çok iyi görür.” Yani yarattıklarının amellerini çok iyi bi­lir ve hiçbir şey O”na gizii kalmaz[25]

  1. Şüphe yok ki mümin erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip, sonra da tevbe etmeyenler için, (evet) onlar için cehennem azabı ve onlar için bir de yanma azabı vardır.
  2. Muhakkak iman edip, salih amel işleyenler için altlarından ır­maklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.

“Şüphe yok ki mü’min erkeklerle, mü’min kadınlara işkence edip” ya­ni onları ateşte yakıp…

Araplar bir kimse dirhemin ya da dinarın kalitesini anlamak maksadıyla ateş ocağına sokacak olursa (burada işkence anlamı verilen “fitne” kökün­den gelen fiili kullanarak; “Fetene fulânun eddirheme ve&d-dinâra” “Filan kişi dirhemi ve dina­rı ateşe arzetti” derler. “Dinârun meftunun” “Fitneye maruz kalmış dinar” “ateşe arzedilmiş dinar” demektir. O bakımdan kuyumcuya “el-Fettân” adı verilir. Şey­tana da bu isim verilir. “Verikun fetinun” “Ateşte yanmış gümüş” demektir. Çürümüş siyah taşlan bulunan (el-Harre diye bilinen) yere de “Fetin” denilir. Taşları ateşte yakılmış gibi yer, demek olur. Böyle denilmesi ise siyahlığından ötü­rüdür.

“Sonra da tevbe etmeyenler” yani o delikanlı vasıtası île Allah’ın bu zor­ba ve zalim hükümdar ile onun kavmine göstermiş olduğu bunca âyet ve belgelere rağmen, yaptıkları çirkin işten tevbe etmeyenler “için”, (evet) “onlar İçin” küfürleri sebebiyle, “cehennem azabı ve onlar için” müminleri ateş­te yaktıkları için dünyada da “bîr de yanma azabı vardır.” Bu (dünyada ya­nışları) daha önce İbn Abbas’tan rivayet edilmiş idi.

Bir diğer açıklamaya göre; “ve onlar için bir de yanma azabı vardır” ya­ni âhirette, onlar için mü’minleri yaktıklarından ötürü, kâfirliklerinin azabın­dan ayrı olarak bir azab daha olacaktır.

Bir diğer açıklamaya göre, onlar için bir azab vardır ve ayrıca yanma aza­bı olan cehennem azabı vardır.

“Yanma” “el-harik” cehennemin “es-Sâir” adı gibi isimlerinden bir isimdir. Cehennem ateşinin bir çok derekesi, türleri vardır ve çeşitli isimleri bulun­maktadır. Sanki onlar cehennemde zemherîr ile azab edilecekler, sonra da yanma azabı ile azab edileceklerdir. Birincisi cehennemin soğuğu ile azabtır, ikincisi ise sıcağı ile bir azabtır. [26]

“Muhakkak” Allah’a “iman edip” yani O’nu ve rasûllerini tasdik edip “salih amel işleyen” bu kimse “ler için altlarından (zemininden)” kokmayan sudan, tadı değişmeyen sütten, içenlere bir lezzet veren şaraptan “ırmaklar akan” ve süzülmüş baldan ırmaklar akan “cennetler” bahçeler “vardır. İş­te büyük” yani hiçbir kurtuluşun kendisine benzemediği “kurtuluş budur.” [27]

  1. Şüphe yok ki; Rabbinin azabla yakalayıverişi pek çetindir.
  2. Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O’dur.
  3. O, çok mağfiret eden, pek sevendir.
  4. Arş’ın sahibidir, Mecîd’dir.
  5. Ne dilerse yapandır.

“Şüphe yok ki; Rabbinin” zorbaları ve zalimleri “azabla yakalayıverişi pek çetindir.” Bu buyruk, yüce Allah’ın: “Rabbin zulüm yapan ülkeleri yakala­dığında işte böyle yakalar. Şüphesiz O’nun yakalayışı pek acıklı, pek şiddet­lidir.” (Hud, 11/102) buyruğu gibidir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

el-Müberred dedi ki: “Şüphe yok kî; Rabbinin azabla yakalayıverişi” buy­ruğu yeminin cevabıdır. Yani andolsun burçlara sahih göğe ki, şüphesiz Rab­binin azapla yakalayıverişi… demektir Aradaki ifadeler ise mutariz (ara cümlesi) olup, yemini tekid etmektedir. et-Tirmizî el-Hakîm de Nevâdiru’l Usul adlı eserinde böyle demiştir Yemin “pek çetin” olmakla nitelendiril­miş olan şey hakkındadır. [28]

“Çünkü ilkin var eden de, diriltecek olan da yalnız O’dur.” İlim adam­larının çoğunluğundan gelen rivavetlere göre kasıt, yaratılmışlardır. İlk ola­rak onları, O, var ettiği gibi, ölümden sonra diriliş halinde de tekrar onları yaratacak olan O’dur. İkrime rivayetle dedi ki Kâfirler şanı yüce Allah’ın, Ölü­leri dirilteceğine hayret etmişlerdir. İbn Abbas dedi ki: Dünya hayatında iken yanma azabını onlar için ilk olarak var edeceği gibi. âhırette de bu azabı on­lar için tekrar yaratacaktır. Taberî’nin tercih ettiği açıklama da budur. [29]

“O, çok mağfiret eden” mü’min kullarının günahlarını çokça örtüp, gü­nahları sebebiyle onları rezil ve rüsvay etmeyen, gerçek dostlarını “pek se­vendir.”

ed-Dahhâk, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: (Vedûd) tıpkı siz­den bir kimsenin kardeşine müjde ve sevgi vermeyi istemesi gibi (sever)

Yine ondan rivayete göre “el-Vedüd: pek seven” gerçek dostlarının günah­larını bağışlayarak onlara sevgi gösterendir. Mücahid: Gerçek dostlarına çokça sevgi gösteren demek olup, burada “feûl” veznindeki lafız “fail” an­lamındadır.

İbn Zeyd: Rahim (pek merhametli) dernektir diye açıklamıştır. el-Müberred, İsmail b. İshak’dan naklettiğine göre Vedûd, çocuğu olmayan demek­tir, demiş ve şairin şu beyitini zikretmiştir:

“Ve ben, korku ve dehşet zamanlarımda (savaşta) çıplak (eğersiz)

Binilmesi kolay, dizgine vurulmamış ve vedûd (bir ata) binerim.”

Kendisine şefkat duyacak tayı olmayan at demektir.

Buna göre, âyetin anlamı şöyle olur: O kullarına mağfiret buyurur, oysa O’nun kendisi sebebiyle onlara mağfirette bulunacağı bir evladı da yoktur. Böylelikle onlara karşılıksız mağfiret etmekle lütufta bulunmuş olur.

“Vedûd”un mevdûd (pek sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. “Rekub”un binilen “helûb”un da süt veren anlamında olduğu gibi. Salih kulları onu pek sever, demek olur. [30]

“Arş’ın sahibidir, Mecîddir.” Asım dışında kalan Kufeliler: “Mecîd” “Arş’ın sahibi” şeklinde kesreli ve “Arş”ın sıfatı diye okumuşlardır. “Rabbinin” lafzının sıfatı diye de açıklanmıştır. Yani senin Mecid olan Rabbinin azab ile yakalayışı pek çetindir. Burada arada başka ifadelerin girme­si (ona sıfat olmasına) engel değildir. Çünkü bunlar da şiddeti açıklamak ba­kımından sıfat hükmündedirler.

Diğerleri ise; “Zu” “Sahib” lafzının sıfatı olarak ref ile okumuşlardır ki bu da yüce Allah’dır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Çünkü Mecd, kerem ve lütuftaki en ileri dereceyi ifade eder. Şanı yüce Allah da bununla muttasıftır. Bununla birlikte el-Mü’minün Sûresinin sonların­da (23/116. âyet-i kerimede) yüce Allah’ın arşı “el-Kerim” olmakla nitelen­dirilmiş bulunmaktadır.

Araplar der ki: “Fi kulli şecerin nârun, ve estemcede’l-merhu ve’l-afâru” “Her ağaçta ateş vardır fa­kat bu bilhassa merh ve afar denilen ağaçlarda çok daha fazladır.” Yani bun­lardaki ateş en ileri derecededir ki. bunlardan kolaylıkla (birbirlerine sürt­mek suretiyle) ateş alınır.

“Arş’ın sahibi” mutlak mülk ve saltanatın sahibi elemektir. Nitekim “filan kişi mülkünün tahtı üzerindedir” denilir, isterse o fiilen tahtın üzerinde ol­masın. “tulle arşuhu” “Saltanat ve egemenliği gitti” de denilir. Bu hususa dair açık­lamalar daha önce el-A’raf Sûresinde. (7/54. âyetin tefsirinde) ve özellikle de “Kitabu’l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi’l-Hüsnâ” adlı eserimizde geçmiş bu­lunmaktadır. [31]

“Ne dilerse yapandır.” Dilediği hiçbir şeyi engelleyecek kimse yoktur.

ez-Zemahşerî dedi ki: “…yapandır” buyruğu hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir Burada; “Fa’âlun” “Yapandır” şeklinde gelmesi, O’nıın dileyip, yap­tığı şeylerin son derece çok oluşundan dolayıdır.

el-Ferra dedi ki; Bu buyruk tekrar ve isti’nâf olmak üzere merfu gelmiş­tir. Çunku katıksız hır nekredir.

Taberî de şöyle demiştir “Yapandır” anlamındaki lafzın katıksız bir nek­re olmakla birlikte ref ile gelmesi. “O, çok mağfiret eden, pek sevendir” an­lamındaki buyruğun irabına tabi kılmak suretiyledir.

Ebu’s-Sefer’den şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sav)’ın ashabından bir grub, Ebu Bekir (r.a)’ın hastalığında onu ziyaret etmek üzere gir­diler ve:

“Sana bir doktor getirelim mi?” dediler, O:

“Doktor beni gördü” de­di.

“Sana ne dedi?” diye sordular:

“Ben dilediğimi yapanım, dedi” diye cevab verdi. [32]

  1. Geldi ya sana! O orduların haberi,
  2. Firavun ile Semûd’un.
  3. Hayır! Bu kâfir olanlar yalanlamaktadırlar.

“Geldi ya sana! O orduların haberi!” Yani ey Muhammed, o kâfir ve pey­gamberlerini yalanlayan toplulukların haberi sana gelmiş bulunmaktadır.

Bu buyruk ile ona (Peygambere) ünsiyet vermekte ve onu teselli etmek­tedir. Sonra bunların kim olduklarını açıklayarak: “Firavun ile Semûd’un” diye buyurmaktadır. Burada bu iki lafız da “ordular” anlamındaki lafızdan bedel olarak cer konumundadırlar. Yani, şüphesiz ki sen, bunların peygam­ber ve rasulllerini yalanlamaları üzerine Allah’ın onlara neler yaptığını bilmiş bulunuyorsun. [33]

“Hayır!” Şu sana iman etmeyen, “bu kâfir olanlar” kendilerinden önce­kilerin yaptıkları şekilde seni “yalanlamaktadırlar.” [34]

Özellikle Firavun ve Semûd’u sözkonusu etmesi, Semûd’un Arap toprak­larında yaşamış olmaları, onların kıssalarının Araplarca -eski dönemlerde ya­şamış olanlardan olmakla birlikte- meşhur olmasıdır. Firavun’un durumu da kitab ehli ve diğerleri nezdinde meşhur idi, O da son dönemlerde helak edi­lenlerdendi, Böylelikle bu ikisinin sözkonusu edilmesi, helak hususunda ken­dileri gibi olanların da helak edileceğine delil olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [35]

  1. Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır.
  2. Daha doğrusu o, çok şerefli bîr Kur’ândır.
  3. Levh-i Mahfuz’dadır.

“Halbuki Allah, onları arkalarından kuşatandır.” Yani Firavun’un başına indirdiği belaların benzerini bunların başına indirmeye kadirdir. Etrafı kuşatılan kimse tıpkı muhasara altına alınmış bir kimse gibidir. Allah, onla­rı çok iyi bilendir. O bakımdan Allah, onları cezalandıracaktır, demek oldu­ğu da söylenmiştir. [36]

“Daha doğrusu o, çok şerefli bir Kur’ândır.” Şerefi, cömertliği, bereke­ti sonsuzdur. O insanların ihtiyaç duydukları din ve dünya ahkamına dair bir açıklamadır. Müşriklerin iddia ettikleri gibi değildir.

“Mecid: Çok şerefli” yaratılmamış anlamındadır, diye de açıklanmıştır. [37]

“Levh-i Mahfuzdadır.” Yani, yüce Allah tarafından şeytanların kendisine ulaşmasından yana koruma altında bulunan bir Levh’de yazılıdır. Bunun Ümmü’1-Kitab olduğu da söylenmiştir. Kur’ân-ı Kerim ve sair kitablar ondan intinsah edilmiştir.

ed-Dahhak, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Levh, kırmı­zı bir yakuttandır. Üst tarafı Arş’a bağlanmıştır, alt tarafı ise Mâtiryûn diye anı­lan bir meleğin kucağındadır. Onun yazısı da nurdur, kalemi de nurdur. Yü­ce Allah, her gün ona üçyüzaltmış defa bakar. Mutlaka bunların herbirisinde dilediğini yapar. Düşük durumda olanı yükseltir, yüksek durumda olanı alçaltır. Fakir bir kimseyi zengin kılar, zengini fakir kılar. Öldürür, diriltir, di­lediği herşeyi yapar. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.

Enes b. Malik ve Mücahid dedi ki: Yüce Allah’ın sözkonusu ettiği Levh-i Mahfuz İsrafil’in alnındadır.

Mukatil dedi ki: Levh-i Mahfuz Arşın sağ tarafındadır.

Yaratıkların, yaratılmışların çeşitlerinin durumlarının açıklamasının bu­lunduğu, ecellerinin, azıklarının ve amellerinin sözkonusu edildiği, hakla­rında uygulanacak olan hüküm ve kazalar, işlerinin akibetlerinin belirtildi­ği Levh-i mahfuz ile Ummu’l-Kitab aynı şeylerdir,

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah’ın Levh-i Mahfuz’a yazdığı ilk şey şudur: “Şüphesiz kî Ben Allah’ım, Benden başka hiçbir ilah yoktur. Muhammed Be­nim Rasûlümdür. Her kim Benim kazama teslimiyet gösterir, belalarıma sabreder, nimetlerime şükredecek olursa, Ben onu sıddîk olarak yazarım, sıddiklarla birlikte onu diriltirim. Kim kazama teslimiyet göstermez, belâma kar­şı sabretmez, nimetlerime şükretmezse Benden başka bir ilâh edinsin.”

el-Haccac, Muhammed b. el-Hanefiyye (r.a)’a bir mektub yazarak onu teh­dit etmişti. Muhammed İbnu’l-Hanefiyye ona şunları yazdı: “Bana ulaştığına göre yüce Allah her gün Levh-i mahfuza iiçyüzaltmış defa nazar eder. Ki­misini aziz, kimisini zelil eder. Kimisini belaya maruz bırakır, kimisini sevin­dirir, dilediği herşeyi yapar. Belki bu nazarlarından birisi seni bizzat kendin­le meşgul eder, sen onunla uğraşır ve (bana zarar verecek) vakit bulamaz­sın.”

Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: Levh, meleklere parıldayan ve on­ların da kendisini okudukları bir şeydir.

İbnu’s-Semeyka’ ve Ebu Hayve: “Kur’an’un mecidun” “Mecid (çok şerefli) olanın Kur’ân’ı” diye izafet olarak okumuşlardır ki, Mecid (çok şerefli) bir Rabbin Kurân’ı demek olur.

“Levh-i mahfuzdadır” anlamındaki buyruğu da Nafi: “Fi levhin mahfuzun” “Bir levhtedir, korunmuştur” şeklinde, Kur’ân’ın sıfatı olmak üzere merfu okumuş­tur. Yani daha doğrusu o çok şerefli ve bir levhte korunmuş Kur’ân’dır, an­lamındadır. Diğerleri ise (mahfuz lafzını) cer ile “levh’in sıfatı diye okumuş­lardır.

“Levh” lafzının “lam” harfinin fetlıalı okunacağında kıraat alimlerinin it­tifakı vardır. Bundan tek istisna Yahya b. Ya’mer’den gelen rivayettir. O “lam” harfini ötreli olarak “luvhin” diye okumuştur ki. “o parıldar” demek olur. O, nur­lu, yüce ve şereflidir.

ez-Zemahşerî dedi ki: “El-luh” “Hava” demektir. Yani “lûh” içinde Levh’in bulunduğu yedinci semanın üstündedir. es-Sıhah ta da şöyle denilmekledir: “Lâhe’ş-şey’u, yeluhu, levhan” “O şey göründü, görünür” demektir. “Lâhehu’s-sefer” “Yolcu­luk onu değiştirdi”; “Lâhe, levhan ve levâhen” “Sıısadı, susamak” demektir, “El-lâhu” da ay­nı onun gibidir. “El-levh” “Kürek kemiği ve enîi olan herbir kemik” demektir. “El-levh” “Üzerinde yazı yazılan (tahta)”dır. Ötreli olarak; “El-luh” “Sema île arz arasındaki hava (boşluğu)” demektir.

Yüce Allah’a hamdolsun.

Kuran

Buruc Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.