Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 23°C
Açık
İstanbul
23°C
Açık
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 23°C
Cts 23°C

74 – Müddessir Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de İndiği icmâ ile kabul edilmiştir. Ellialtı âyettir.

74 – Müddessir Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Müddessir Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

  1. Ey örtünüp, bürünen,
  2. Kalk ve uyar!

3- Ve yalnız Rabbini yücelt.

  1. Elbiseni temizle!

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [2]

1- Bu Buyrukların Nüzul Dönemi:

“Ey örtünüp, bürünen” yani elbiselerine örtünüp, bürünmüş olan! On­ları üstüne örtmüş ve uyumuş olan, demektir. “el-Müddessîr”in asli; olup, mütecanis oluşlarından dolayı “te” “dal” harfine idgam edilmiştir. Ubey bunu aslına uygun olarak idgamsız bir şekilde okumuştur.

Mukzül dedi kî: Bu sûrenin büyük bir bölümü d-VeJJd b, elMucire hak­kındadır.

Sahih-i Müslim’de Cabir b. Abdullah’tan -ki Rasûlullah (sav)’in ashabın­dan olup, hadis naklettiği bir sırada- dedi ki: Rasûlullah (sav), vahyin fetret döneminden sözcelerken konuşması esnasında şunları söyledi; ı;Ben yürümek­te iken semadan bir ses duydum. Başımı kaldırdım. Hira’da bana gelmiş olan meleğin sema ile yer arasında bir kürsi üzerinde oturmakta olduğunu gör­düm.” Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Onun bu halinden korku ve dehşete ka­pıldım. Geri döndüm, beni örtüp sarınız, beni örtüp sarınız, dedim. Beni ört­tüler. Bunun üzerine yüce Allah: “Ey örtünüp, bürünen, kalk ve uyar ve yal­nız RabbinJ yücelt. Elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur” buyruklarını indirdi, bir rivayette de; “namaz faiz olmadan önce” denilmektedir. Bunlar .(pislikler) putlardır. (Peygamber devamla) buyurdu ki: “Sonra vahiy ardı ar­kasına gelmeye devam etti.”[3]

Bu hadisi Timıizi de rivayet etmiş olup, hasen, sahih bir hadistir demiştir.[4]

Müslim dedi ki: Ayrıca bize Züheyr b. Marb anlattı, dedi ki: Bize d-Velid b. Müslim anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî anlattı dedi ki: Ben Yahya’yı şöyle derken dinledim: Ebu Seleme’ye: Kur’ân’ın hangi bölümü daha önce inmiş­tir, diye sordum, o: “Ey örtünüp bürünen” dedi. Ben: Ya da “oku” (el-Alak. 96/1) dedim, o söyle dedi: Cabir b. Abdullah’a; Kur’ân’ın hangi buyrukları daha önce indi diye sordum, o; “Ey örtünüp, bürünen” diye cevab verdi. Ben ya da “oku” dedim, Cabir dedi ki: Ben size Rasûiullalı (sav)’ın anlattığını an­latıyorum. O şöyle buyurdu: “Hira’da bir ay kadar kaldım. Oradaki ibadeti­mi bitirince indim ve vadinin iç tarafından yürümeye koyuldum. Bana ses­lenildi, önüme, arkama, sağıma, soluma baktım, hiç kimseyi görmedim. Sonra yine bana seslenildi, tekrar baktım, fakat kimseyi göremedim. Sonra tekrar buna seslenilince başımı kaldırdım, baktım ki o -Cibril aleyhisselamı kastediyor- havada Arş’ın üzerinde durııveriyor. Şiddetli bir titreme tuttu be­ni. Hadİee’ye gittim ve ona: Beni örtüp bürüyün, dedim. Onlarda üstümü ört­tüler, üzerime su döktüler. Yüce Al lalı da: “Ey örtünüp, bürünen kalk ve uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle” buyruğunu indirdi.[5]

Bu hadisi Bııhârî de rivayet etmiş olup, bu rivayetinde şöyle demekledir: Hadice’nin yanına vardım. Lien ona; beni örtüp sarınız, üzerime de soğuk su dökünüz, dedim. Beni örtüp sardılar, üzerime soğuk su döktüler. Bunun üze­rine: “Ey örtünüp, bürünen, kalk ve uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbise­ni temizle, pisliklerden uzak dur. (Yaptığını) çok görerek minnet etme” buyruklarını indirdi.[6]

İbnu’l-Arabi dedi ki: Kimi müfessirlcrin dediklerine göre, Peygamber (sav) ile Ukbe b. Rabia arasında bir şeyler geçmişti. Peygamber kederli bir şekilde evine dönmüştü. Huzursuz bir şekilde yatağına yattı. “Ey örtünüp, bürünen” buyruğu indi. Ancak bu bâtıl bir nakildir.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr dedi ki: Denildiğine göre Mekke kâfirlerinin: Sen si­hirbazsın, şeklindeki sözleri ona ulaşmıştı. Bundan dolayı oldukla kederlen­di ve ateşi yükseldi, Elbiselerine sıkı sıkı büründü. Yüce Allah, kendisine: “Kalk ve uyar” diye emir verdi. Yani onların sözleri üzerinde düşünme, on­lara risaleti tebliğ et.

Şöyle de denilmiştir Ebu Leheb, Ebu Süfyan, el-Velid b. el-Muğire, en-Nadr b. el-Haris, Umeyye b. Halef, el-Âs b. Vail ve MuL’im b. Adiy bir araya gele­rek şöyle dediler: Arapların çeşitli kafileleri hac günlerinde bir araya gelmiş bulunuyor. Onlar ise Muhammed hakkında soru sormaktadırlar. Siz ise ona dair farklı haberler vermektesiniz. Kiminiz mecnun, diğeri kâhin, bir başka­sı şairdir, diyor. Araplar ise bunların hepsinin tek bir kişide bir arada olma­yacağını bilirler. O bakımdan siz Muhammed’e üzerinde ittifak edeceğiniz bir ismi veriniz. Araplar da onu o isimle adlandırsın. Aralarından bir kişi kalkıp; O bir şairdir dedi. el-Velid dedi ki: Ben İbnu’l-Abras’ın, Umeyye b. Ebi’s-Salt’ın sözlerini (şiirlerini) dinledim, fakat Muhammed’in sözleri bunlardan birisinin sözüne benzemiyor. Bu sefer: O bir kâhindir, dediler. Yine şöyle dedi: Kâ­hin hazan doğru söyler, bazan yalan söyler. Halbuki Muhammed asla yalan söylemiş değildir. Bir başkası kalkarak: O bir delidir, dedi. el-Velid de şöy­le dedi: Deli insanları boğar fakat Muhammed kimseyi boğmadı. Dalın son­ra el-Velid evine gitti. Orada bulunanlar: cl-Velid b. el-Muğire dininden döndü, dediler. Ebu Cehil onun yanına giderek: Sana ne oluyor, ey Abdi Şems’in babası. İşte KureyşlÜer sana vermek üzere bir şeyler topluyor. Se­nin muhtaç olduğunu ve bunun için dininden döndüğünü kabul ediyor, el-Velîd dedi ki: Benim böyle bir şeye ihtiyacım yok, fakat ben Muhammed hak­kında düşündüm ve sihirbaz ne yapar, diye sordum. Baba ile oğlunu, kar­deş kardeşini, kadın ile kocasının arasını ayırır denildi. O bakımdan ben de: O bir sihirbazdır dedim. Bu söz insanlar arasında yayıldı ve: Muhammed bir sihirbazdır, diye bağırmaya başladılar. Rasûlullah (sav) evine üzüntü ile ge­ri döndü ve bir kadife ile örtündü. “Ey örtünüp bürünen” buyruğu indi.

İkrime dedi ki: *Ey örtünüp, bürünen” ey peygamberlik ve bu yükün ağır­lıklarına bürünmüş olan demektir. İbnu’l-Arabi dedi ki: Bu uzak bir mecazi anlamdır. Çünkü henüz ona nübüvvet verilmemişti. Bu (sûre) ikinci olarak nazil olmuş olmakla beraber, Kuranın ilk nazil olan sûresi olduğunu kabul edersek, zaten henüz nübüvvet verilmiş olamaz. [7]

2- Peygambere “el-Müddessir (Örtünüp, Bürünen)” Diye Hitab Edilmesi:

“Ey örtünüp, bürünen” buyruğu ile kerîm olanın, haline uygun bir şe­kilde habibine nida etmesi ve vasfına göre ona hitab edip, kendisine “ey Mu-hammed” ve “ey filan” dememesi, hitapta bir lütuf ve bir inceliktir. Böyle­likle daha önce el-Müzzemmil Sûresi’nde geçtiği gibi Rabbinden kendisine ince ve yumuşak bir şekilde hitab edildiği şuuruna varması istenmiştir. Pey­gamber (sav)’ın mescidde uyuduğu vakit Ali (r.a)’a: “Kalk Ebu Tıırab” deme-* si de bunun gibidir. O sırada Ali (r.a) Fatıma (r.anha)’a kızarak çıkmış (mes­cidde yatmış), ridası üzerinden düşmüş, vücuduna toprak isabet etmişti, Bu­nu Müslim rivayet etmiştir.[8]

Peygamber (sav)’ın Hendek gecesi Huzeyfe’ye: “Kalk ey uykucu!” diye hi­tab etmesi de buna benzer.[9] Daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [10]

3- Uyarıp Korkutmak:

“Kalk ve uyar”, eğer müslüman olmazlarsa, Mekke ahalisini korkutup, sa­kındır. Buradaki “inzar”ın onlara peygamberliğini bildirmek olduğu da söy­lenmiştir. Çünkü bu, risaletin mukaddimesidir. Onları tevhide davet etmek olduğu da söylenmiştir. Çünkü uyarmaktan maksat, odur. el-Ferrâ dedi ki: Kalk namaz ki! ve namazı emret, (demektir). [11]

4- Rabbi Yüceltmek:

“Ve yalnız Rabbini yücelt!” Efendini, mâlikini, işlerini düzene koyanı ta­zim et! O’nu eşi ya da evlâdı olmaktan yüce ve büyük olmakla nitelendir. Ha­diste belirtildiğine göre; ashab: Namaza ne ile başlanılır? diye sorunca, yü­ce Allah’ın: “Veyalni2 Rabbini yücelt” yani Onu en büyük olmakla nitelen­dir, buyruğu nazil oldu.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu görüş her ne kadar genel olarak namazda tekbir getirmeyi gerektirse de bundan maksat, Allah’ı tekbir etmek, takdîs ve ten­zihtir. O’nun dışındaki putları, eş ve ortakları reddetmektir. O’ndan başka­sını veli edinme, O’ndan başkasına ibadet etme! O’nun dışında hiçbir varlı­ğın fail olduğunu görme, sahib olduğun herbir nimeti O’ndan bil, demektir.

Rivayet olunduğuna göre Uhud günü Ebu Süfyan: Yücel ey Hubel, demiş, bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah daha yüce ve da­ha üstündür, deyini z.”[12]

İşte bu lafız, şeriatte ister ezan, ister namaz, ister zikir olsun bütün iba­detlerde “Allahu ekber” diye tekbir getirmek suretiyle şer’î bir örf haline gel­miştir. Peygamber (sav)’dan değişik sebeplerle mutlak olarak vârid olmuş bu lafız da buna hamledilmiş (anlaşılmış ve yorumlanmış)dır, Onun: “O nama­zın tahrîmi (ona başlamak) tekbirdir, tahlili (bitirilmesi) de selâm vermektir'[13] sözleri de bu türdendir. Şeriat, umumu ile neyi gerektiriyorsa, örfü ile de onu gerektirir. Tekbirin sözkonusu olduğu yerlerden birisi de şirkten arındırmak, kesilen kurban veya hayvan üzerinde adını anmak suretiyle ilan etmek ve kan dökmesini emrettiği için, O’nun teşrî buyurduğu hususta, sadece Onu tev-hid etmek amacıyla hayvan kesimi esnasında Allah’ın adının yüksek sesle anıl­ması dır.

Derim ki: Daha önce el-Bakara Sûresi’nin baş taraflarında (2/3- âyet, 20. başlıkta) sözkonusu bu lafzın: “Allahu ekber” olduğu, namazda bu lafızla ta-abbııd olunduğu, Peygamber (sav)’dan naklolunanın da bu olduğu geçmiş bulunmaktadır.

Tefsir’de belirtildiğine göre yüce Allah’ın: “Ve yalnız Rabbini yücelt” buy­ruğu nâzi! olunca, Rasûlullalı (sav) ayağa kalkıp: “Allahu ekber” dedi. Bunun üzerine de Hadice de tekbir getirdi ve bunun Allah’tan gelmiş bir vahiy ol­duğunu anlattı. Bu rivayeti el-Kuşeyrî zikretmektedir. [14]

5- Yücelt” Lafzının Başındaki “Fe”:

Yüce Allah’ın; “Ve yalnız Rabbinlyücelt” buyruğunda “fe” harfinin gel­mesi ceza (şart)ın cevabı anlamında kabul edildiğinden dolayıdır. Tıpkı; Ve uyar” lafzının başına geldiği gibi. Kalk ve uyar ve kalk ve Rabbini yücelt” demektir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmış­tır. İbn Cinnî dedi ki: Bu: Zeyd’i vur” demeye benzer ki, bu da “fe’siz olarak; demek ile aynı anlamdadır. Bu durumda “fe” har­fi zaiddir. [15]

6- “Elbiseni Temizle!”

Yüce Allah’ın: “Elbiseni temizle!” buyruğu îie ilgili sekiz türlü açıklama yapılmıştır.

1- Elbiseden maksat, ameldir.

2- Kalptir,

3- Nefistir,

4- Cisim (beden)dir,

5- Aile halkıdır,

6- İnsanlardır,

7- Dindir,

8- İnsanın üzerine giydiği elbiselerdir.

Birinci görüşü benimseyenler şöyle demektedir: Âyet, amelini ıslah et, teVi-lindedir. Bu açıklamayı Mücahid ve İbn Zeyd yapmıştır. İbn Mansur da Ebu Rezîn’den şöyle dediğini rivayet eder: Yüce Allah; ameline gelince, onu da ıslah et, demektedir. (Ebu Rezin devamla) dedi ki: Kişinin ameli eğer kötü ise: Filan elbisesi kötü bir kimsedir, derler. Eğer ameli güzel ise “filan kişi­nin elbisesi temizdir” derler. Buna yakın bir açıklama es-Süddî’den de riva­yet edilmiştir. Şairin şu beyiti de bu türdendir:

“Allah’ım, şüphesiz ki Cehm oğlu Âmir Günahlarla kirlenmiş elbiseler içerisinde haccetmeye kalkıştı.”

Peygamber (sav)’dan gelen şu rivayet de bu kabildendir: O şöyle demiş­tir: “Kişi üzerlerinde iken öldüğü iki elbisesi ile halledilecektir.”[16] Bunun­la salih olan ve olmayan amelini kastetmektedir. Bu rivayeti el-Mâverdî zik­retmiştir.

İkinci görüşü kabut edenler şöyle demişlerdir: Âyetin yorumu; kalbini te­miz tut, şeklindedir. Bu açıklamayı İbn Abbas, Said b. Cubeyr yapmıştır. Bu­na delil de İmruu’l-Kays’ın şu sözleridir:

“Haydi elbiseni elbisemden sıyır da, o da sıyrılacak.”

Kalbini kalbimden çıkart, demektir. el-Maverdî dedi ki: Bu kanaatte olan­lar âyeli iki türlü tevil ederler. Birincisine göre anlamı şudur: Kalbini günahlardan ve masiyederden temiz tut. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Katade yap­mıştır. İkincisi de şudur: Kalbini gadretmekten (sözünde durmamaktan) arındır. Yani sen kimseye gadretme, edersen elbisen kirlenir. Bu da tbn Ab-bas’tan rivayet edilmiştir. Bu hususta Gaylân b. Seleme es-Sakafî’nin şu be-yitini delil göstermektedir;

Ben -Allah’a hamdolsun ki- ne günahkâr bir kimsenin elbisesini giyindim, Ne de bir gadretmekten dolayı yüzümü peçeliyorum.”

Üçüncü görüşü benimseyenler şöyle derler: Âyet; kendi nefsini temizle, yani günahlardan arındır tevilindedir. Araplar nefisten kinaye yoluyla “elbi­se” diye sözederler. İbn Abbas şöyle demiştir: Amere’nin şu beyiü de bu ka­bildendir:

“Uzunca mızrağı elbiselerine sapladım, Esasen soylu olan mi2raklara haram değildir, (Soyluluğu onu mızraklarla öldürülmekten kurtaramaz.)”

İmruu’1-Kays da şöyle demiştir:

“Haydi elbisemi elbisenden sıyır da o da sıyrılsın.” Yine (İmruu’1-Kays) şöyle demektedir:

“Avfoğullarının elbiseleri temiz ve paktır, Yüzleri ise bembeyaz ve parlaktır.”

Maksat Avfoğullarınm kendileridir.

Dördüncü görüşü kabul edenler de şöyle demektedir: Âyet; bedenini te­iniz tut, te’vilindedir. Yani görünen masiyetlerden arındır. Cisimden (beden­den) kinaye yoluyla “elbise” diye sözkonusu etmeye dair Araplardan gelen örneklerden birisi de birtakım develerden söz ederken Leylâ’nın söylediği şu beyittir:

“Onu hafif elbiselerle (bedenlerle, cisimlerle) attılar; göremezsin şimdi, Ürkütülmüş deve kuşlarından başka ona benzeyenleri.”

Burada o, develere bindiler ve kendileri onları (binicileri olarak) attılar, demektir.

Beşinci görüşü kabul edenler şöyle der: Ayetin anlamı şudur; Sen aile hal­kına öğüt ver ve onları tedib etmek suretiyle günahlardan temizle! Araplar aiie halkına elbise ve izar adını verirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: “Onlar sizin elbiseniz, siz de onlar için bir elbisesiniz.” (el-Bakara, 2/187)

el-Maverdî dedi ki: Bit görüşü benimseyenler âyet-i kerimeyi iki şekilde tevil ederler. Birincisine göre; iffetli mü’min hanımları seçmek suretiyle eş­lerini temizle, anlamındadır. İkincisi ise arkadan değil de önden; ay hali sı­rasında değil de temizlik halinde onlardan faydalanmak suretiyle (onları te­mizle)! demektir. Bu açıklamayı İbn Bahr nakletmiştir.

Altıncı görüşü benimseyenler şöyle derler: Âyet; sen ahlâkını temizle! di­ye yorumlanır. Bu açıklamayı el-Hasen ve el-Kurazî yapmıştır. Çünkü insa­nın ahlâkı elbisesinin kendisini örtmesi gibi, bütün hallerini örtüp kapsar. Şa­ir de şöyle demiştir:

Bir zaman kötü ahlâk dolayısıyla kınanmaz Esasen Yahya elbisesi temiz, hür bir kimsedir.”

Maksat ahlakı güzel kimse olduğudur.

Yedinci görüsü benimseyenler şöyle derler: Âyet dinini temizle! anlamın­dadır. Buhârî ve Müslim’de Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Ve birtakım insanlar üzerinde elbiseler gördüm. Kimisinin elbi­seleri memelerine kadar, kimisinin elbiseleri daha aşağıda idi. Ömer b. el-Hattab’ı ise üzerinde yerde sürüklediği bir elbisesi olduğu halde gördüm.” Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü, bunu ne ile yorumladın? diye sordular. O: “Din” diye buyurdu.[17]

İbn Vehb de Malik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir; Namaz ve mes­cidin dışında bir yerde Kur’ân’ı okumak hoşuma gitmiyor, yolda da okumak hoşuma gitmez. Çünkü yüce Allah, şöyle buyurmuştur: “Elbiseni temizle!”

Malik bununla şunu kastetmektedir Yüce Allah elbise ile dine bağlılığı kas­tetmiştir.

Abdullah b. NâfT, Ebu Bekr b. Abdu’l-Aziz b. Abdullah b. Ömer b. el-Hat-tab’dan, o Malik b. Enes’ten yüce Allah’ın; “Elbiseni temizle!” buyruğu hakkında: Sen bu elbiseni bir ahde hainlik ile birlikte giyme anlamındadır, dediğini rivayet etmektedir. Ebu Kebşe’nin şu beyi ti de bu anlamdadır:[18]

“Avfojjfullarının elbiseleri temiz ve paktır Yüzleri ise bembeyaz ve parlaktır.”

Şair elbiselerinin temizliği ile onların bayağı hallerden uzak olduklarını anlatmak İstemektedir. Yüzlerinin bembeyaz olması ile onların haramlardan uzak olduklarını ya da yaratılış itibariyle güzelliklerini yahutta her ikisini kas­tediyor. Bu açıklamayı da İbnu’l-Arabî yapmıştır.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Yalan, zulüm, ahdinde durmamak ve günah iş­lemek gibi bir hal üzere elbiseni giyinme, demektir. Bu açıklamayı İkrime (de) yapmıştır. Şairin şu mısraı da bu anlamdadır:

“O günahlarla kirlenmiş elbiseler içinde haccetmeye kalkıştı.”

Masiyetlerle kirlettiği bir elbise ile demektir. en-Nâbiğa da şüyk demek­tedir:

“Onlar ince ayakkabı giyen (hükümdar!ar)dır ve iffetli kimselerdir Sebâsib günü (paskalyadan önceki pazar günü} reyhanlarla selâmlanırlar.”

Sekizinci görüşü kabul edenlere göre de âyet-i kerime ile kasıt, giyilen el­biselerdir. Bunu da dört şekilde açıklamışlardır. Birinci açıklamaya göre; el­biseni kirlerden arındır, demektir. İmruu’l-Kays’ın:

“Avfoğu 11 arının elbiseleri temizdir, paktır.”

sözü de bu kabildendir.

İkincisi; elbiseni kısa uıt ve yukarı doğru biraz çek! Çünkü elbiseyi kısa tutmakla onlar necasetten daha iyi korunmuş olurlar. Yer üzerinde sürükle­necek olduğu takdirde onları necasetlendirecek bir şeylerin isabet etmeye­ceğinden emin olunamaz. Bu açıklamayı ez-Zeccac ve Tâvûs yapmıştır.

Üçüncü açıklamaya göre “elbiseni” su ile necasetten “temizle” demek­tir. Bu açıklamayı Muhammed b, Şîrîn, İbn Zeyd ve fıtkihler yapmışlardır.

Dördüncü açıklamaya göre; sen haramdan temizlenmiş olmaları için an­cak helâl kazancınla aldığın elbiselerini giy! tbn Ahbas’tan da şüyle dediği nakledilmiştir: Giydiğin elbise temiz olmayan bir kazançtan olmasın.

İbnu’l-Arabî -aktardığıımz açıklamaların bir bölümünü zikrettikten sonra-şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin maksadı umumi olduğundan ötürü hem hakikat, hem mecazi anlamlarına göre yorumlanması olmayacak bir şey değildir. Eğer biz bunu temiz ve bilinen elbiseler hakkında yorumlayacak olur­sak bu takdirde iki anlamı kapsar: Birincisi elbisenin eteklerinin (ve paça­larının) kısa tutulması elemektir. Çünkü bunlar salıverilecek olursa kirlenir­ler. Bundan dolayı Ömer b. el-Hattab (r.a) elbiselerinin etekleri aşağıya sarkmış olarak gördüğü ensardan bir delikanlıya şöyle demiştir: Elbiseni yu­karı doğru kaldır. Böylesi daha korumalı, daha temiz ve daha kalıcıdır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; “Müminin elbisesi bataklarının or­tasına kadardır. Burası ile topukları arasında onun için bir vebal yoktur. Fa­kat bundan daha aşağt olursa o vakit bu ateştedir.”[19]

Görüldüğü gibi Peygamber (sav) giyilecek elbisenin uzanabileceği son nok­ta olarak topukları göstermekte, ondan daha aşağısına sarkacak olursa ce­hennem ateşi ile tehdit etmekledir. Eteklerini aşağı doğru salan, elbiseleri­ni uzatan, sonra da bunları elleriyle yukarı doğru çekmek külfetine katlanan birtakım insanlara ne oluyor! Üstelik bu bir büyüklerime halidir ve kişiyi ken­disini beğenmeye götürür. İşin kötü tarafı ise onlar böyle yapmakla asi olu­yorlar. Elbiselerini kirletiyorlar ve kendilerini Allah’ın kendisine kimseyi ortak kılmadığı ve başkaları kendisine katmadığı kimseye kendilerini katıyor­lar. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Allah kibirlenerek elbisesini yu&arı doğru çeken kimseye (rahmet nazarıyla) bakmaz.[20]

Sahih(-i BuhârD’deki lafzıyla da şöyledir: “Büyüklenerek elbisesini çeken bir kimseye kıyamet gününde Allah (rahmet nazarıyla) bakmayacaktır.” Ebu Bekr dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, benim elbisemin bir tarafı, özellikle dikkat göstermeyecek olursam bazan sarkabiliyor? Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Sen bu işi kibir dolayısıyla yapanlardan değilsin.”[21]

Böylelikle Rasûlullah (sav) bu hususu genel olarak yasakladıktan sonra Ebu Bekir es-Sıdclîkî istisna etmektedir.

Bu şekilde hareket eden aşağı durumdaki kimseler daha yüce mertebe-lerdeki kimseye kendilerini katmaya kalkışmaktadırlar. Halbuki onlar böy­le bir şeyi beceremezler.

İkinci anlamı da: Elbiseyi necasetten yıkamaktır. Bu da buyruktan açık­ça anlaşılan bir anlamdır. Böyle bir anlamın çıkartılması da sahihtir.

el-Mehdevî dedi ki: 13azt ilim adamları bu buyruğu elbisenin necasetten ya­na temiz olmasının vâcib olduğuna delil göstermişlerdir. İbn Sîrin ve İbn Zeyd şöyle demektedirler: Sen ancak tahir olan bir elbise ile namaz kıl. Şafii de bu âyeti elbisenin necasetten yana temiz (tâhir) olmasının vacib okluğuna delil göstermiştir. Malik ve Medinelilere göre bu bir farz değildir. Bedenin tahir ol­ması da bu şekildedir. Buna ise t taharet alırken) yıkamaksızın sadece taş kul­lanarak temizlenmekle namaz kılmanın caiz oluşuna dair icmam varlığı de­lil teşkil etmektedir Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önceden et-Tev-be Sûresi’nde (9/108. âyet, 10. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [22]

5- Pisliklerden uzak dur!

“Pisliklerden uzak dur” buyruğu hakkında Mücahid ve İkrime: Bundan kasıt putlardır, demişlerdir. Bu görüşün delili yüce Allah’ın: “Şu halde pis­liğin ta kendisi olan putlardan uzak durun” (el-Hac, 22/30) buyruğudur. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve İbn Zeyd yapmıştır.

Yine İbn Abbas’tan günahtan uzak dur, yani onu terket, diye açıkladığı da rivayet edilmiştir. Aynı şekilde Muğîre, İbrahim en-Nehaî’den şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Buradaki “er-rucz (pisi i k}” günah demektir.

Katade ise maksat İsaf ve Naile putlarıdır. Bunlar Beytin yanında iki put , idi, demişlerdir, “PislikMen kastın azab olduğu da söylenmiştir. Bu da mu-zafın hazfedildiğinin takdirine binaendir. Sen azabO gerektiren) ameli terket, demektir. Yahutta azaba götüren ameli bırak, demektir. Çünkü “rücz”ün asıl anlamı azaptır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şayet bu azabı (ric-zi) bizden kaldırırsan, andolsun Sana iman edeceğiz.” (el-Araf, 7/154) Yi­ne yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz de zulümlerinden dolayı üzerleri­ne gökten bir azab (ricz) indirdik.” (el-Araf, 7/162) Putlara “ricz (azab)” de­nilmesinin sebebi ise azaba götürmelerinden dolayıdır.

Bu kelime genel olarak “re” harfi kesreli olarak: diye okunmuştur. el-Hasen, İkrime, Mücahid, İbn Muhaysın ve Âsi m’dan rivayetle Hafs ise “re’: harfi ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bunlar “zikr ve zukr” kelime­si gibi İki ayrı söyleyiştir.

Ebu’l-Âliye, er-Rabi ve el-Kisaî şöyle demektedir: Ötreli olarak “rucz” put demektir. Kesreli olarak ise pislik ve masiyet demektir. Yine el-Kisaî şöyle demiştir: Ötreli olursa put ve heykel, kesreli olursa azab anlamındadır, es-Süddî de: “Re” harfi üstün olarak “recz” ise, tehdit anlamındadır, demiştir. [23]

  1. Çok görerek minnet etme!

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; [24]

1- Âyetin Anlamı ile İlgili Açıklamalar:

“Çok görerek minnet etme” buyruğunun anlamı ile ilgili onbir açıklama vardır:

1- Başkasından ötürü taşıdığı yükümlülükleri çok gören kimse gibi sen de yüklenmiş olduğun peygamberliğin ağırlıkları dolayısıyla Rabbine karşı min­net etme!

2- Daha iyisini elde etmek ümidiyle sakın herhangi bjr bağışta bulunma! Bu açıklamayı îbn Abbas, İkrime ve Katade yapmıştır. ed-Dahhak dedi ki: Al­lah bunu Rasûlüne haram kıldı. Çünkü o edeplerin en değerlisi, ahlâkın en üstünü ile emr olunmuştu. Ancak bunu ümmetine mubah kılmıştır. Mücahid de böyle demiştir.

3- Yine Mücahid’den şöyle dediği nakledilmiştin Sakın hayırdan daha çok şeyler istemek noktasında zaafa düşme! Bu da “zayıf olan bir ip ve halat’ hak­kında kullanılan; ( ^ Jj- ) tabirinden alınmıştır. Bu anlamın delili de İbn Me-sud’un: Hayırdan daha fazlasını istemek hususunda za­afa düşme!” şeklindeki kıraatidir.

4- Yine Mücahid ve er-Rabî’den şöyle dedikleri nakledilmiştir: Daha çok hayır işlemek hususunda zaafa düşecek şekilde yaptığın iş gözünde büyü­mesin. Çünkü esasen bu da Allah’m sana ihsan etmiş olduğu nimetlerden­dir. İbn Keysân dedi ki: Sen amelini çok görerek, onu kendinden görecek ha­le gelme! Çünkü senin amelin Allah’ın sana bir minneti (lütfü)dur. Çünkü ken­disine ibadet edesin diye bunu senin önünde yol olarak açan O’dur.

5- el-Hasen dedi ki: Sen amelinle Allah’a karşı minnet ederek onu çok gör­me!

6- Peygamberliğinle ve Kur’ân İle insanlara minnet ederek, onlardan bir ecir alıp böylelikle çok mal sahibi olma yoluna gitmeye kalkışma!

7- el-Kurazî dedi ki: Sen başkasına şirin gözükmek maksadıyla malını ver­me!

8- Zeyd b. Eşlem dedi ki: Bir kimseye bir bağışta bulunacak olursan, Rab-bin için onu ver.

9- Dua ettim de duam kabul olmadı, deme!

10- Bir itaatte bulunarak, onun sevabını isteme! Bunun yerine bunun mü­kâfatını bizzat Allah verinceye kadar sabret.

11- İnsanlara karşı riyakârlık olsun diye hayır işleme! [25]

2- Bu Görüşlerin Değerlendirilmesi:

Bütün bu görüşler her ne kadar bu buyrukla kastedilenler ise de; bunla­rın en kuvvetlisi İbn Abbas’ın: Daha fazlasını almak maksadı ile bir mal ver­meye kalkışma, şeklindeki açıklamasıdır. Nitekim: Filana şu­nu verdim” denilir. Yapılan bir bağışa, verilen bir şeye de; denilir. Bu buyrukla sanki ona yaptığı bağışların, insanların ona karşılık ve mükafat ver­mesini gözetlemek için değil de, sadece Allah için olmasını gözetmesini em­retmiş gibidir. Çünkü Peygamber (sav) dünyalık toplayan birisi değildi, O bakımdan o şöyle demişti: “Allah’ın size fey’ olarak verdiği mallardan benim an­cak beşte birlik payım vardır. O beşle bir de size geri döner,”[26]

Onun aile halkının nafakasından artan bir şey olursa, müslümanların menfaatlerine harcanırdı. Ondan dolayı o miras bırakmaz ve ondan miras alın­maz. Çünkü kendisi adına mal saklamak ve biriktirmek imkânına sahib de­ğildi. Yüce Allah da kendisini dünyada herhangi bir şeye arzu duymaktan ko­rumuştu. O bakımdan ona sadaka vermek haram, hediye alması mubah idi. Kendisi bundan dolayı hediye kabul eder ve hediyeye karşılık verirdi. O şöy-• le buyurmuştur: “Ben bir ayak için (ziyafete) dahi çağrılacak olursam, elbet­te bu çağrıyı kabul ederim ve eğer bana bir kol hediye edilecek olsa onu da kabul ederim.”[27]

İbnu’l-Arabî dedi ki: O bunu sünnet olarak kabul ediyordu; fakat şer’î bir hüküm olarak daha fazlasını almak için hediye vermiyordu. O daha fazlası­nı almak maksadı ile bir bağışta bulunmadığına göre; zenginlerin bu işten sa­kınmaları öncelikle süzkonusudur. Çünkü böyle bir iş zillet türlerinden bir türdür. Aynı şekilde buyruk: Sen karşılığını bekleyerek bir bağışta bulunma, demektir diyenlerin görüşleri de bu türdendir. Çünkü beklemek tama’ ile ala­kalı bir şeydir, liu işten sakınmak gereği bakımından bu da onun kapsamı­na girer. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “Onlardan bir kısmına bunlar­la kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip, fay­dalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve da­ha kalıcıdır.” (Ta-Ha, 20/131) Ancak bu, sair insanlar için caizdir. Çünkü bu, dünya hayatının metaındandır, bu yolla kazanmak ve malı daha fazla arttır­maktır.

Yüce Allah, bu buyrukla amelde bulunmayı kastetmiştir. Sen amelinle Al­lah’a minnet ederek onu çok görmeye kalkışma, diyenlerin açıklamaları da doğrudur. Çünkü Âdemoğlu kesintisiz olarak ömrü boyunca Allah’a itaat ede­cek olsa dahi, Allah’ın nimetlerine karşı kısmen bile şükretmiş olmaz. [28]

3- Âyetin Kıraat Farklılıkları:

Minnet etme” buyruğunda genel olarak iki “nun” açıkça okun­muştur. Ancak Ebu’s-Semmal el-Adevî, Eşheb el-Ukavli ve el-Hasen “nun” harflerini idgam ile ve üstün olarak; diye okumuşlardır.

Çok görerek” lafzı genel olarak nıerfû’ okunmuştur. Hal mana­sınadır. Nitekim: Zeyd koşarak geldi” denilirken, bu (fiil) hal anlamında; denilmiş gibidir. Buyruğun anlamı da şu olur: Sen ondan daha fazlasını onun yerine alacağını hesab ederek hiçbir şey verme!

el-Hasen ise nehyin cevabı olarak cezm ile okumuşsa da bu kölü bir oku­yuştur. Çünkü bu buyruk burada (emrin) cevabı değildir. Bununla birlikte “minnet etme”den bedel olması da mümkündür. Çok görme!” buyurulmuş gibidir.

Ebu Halim, bu okuyuşu kabul etmeyerek şöyle der: Çünkü “minnet etmek” herhangi bir şekilde “çok görmek” ile eş anlamlı değil ki, ondan bedel ya-pılabilsin. Kelimeyi hafifletmek maksadıyla; Pazu” (kelimesinin “dat” harfinin ötreli okunması gerektiği halde, sakin okunması) gibi sakin oku­muş olma ihtimali yahutta vakıf halini göz önünde bulundurmuş olması da mümkündür.

el-A’meg ve Yahya da nasb ile; diye okumuşlardır. Onlar bu şe­kilde “key lamı” var gibi kabul etmiş oluyorlar. Sanki: Daha çok istemek için minnet etme!” diye buyurmuş gibi olur. Bu şekildeki oku­yuşlarının mahzuf; takdiri ile olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısra­ında olduğu gibi:

“Ey savaşa katılmaktan beni alıkoyan kişi…”

Bunu İbn Mesud’un: Daha çok istemek için minnet et­me” şeklindeki okuyuşu desteklemektedir. el-Kisat şöyle demiştir: Eğer: hazfedilirse (fiil) merfû’ okunur ve anlam bir olur.

“Minnet etmek” bazan kendisine nimet verilen kimseye verilen nimetle­ri saymak anlamında da kullanılır. Bu da bu husustaki ikinci görüşün kap­samı içerisindedir. Bunu da yüce Allah’ın: “Sadakalarınızı başa kakmakla ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın” (el-Bakara, 2/264) buyruğu desteklemek­tedir, Bu âyet-i kerimede kastedilenin bu olma ihtimali de vardır. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır, [29]

  1. Rabbin İçin sabret!

“Rabbin İçin sabret!” Yani Rabbin, efendin, mutlak mâlikin için farzları edâ ve O’na ibadet etmek üzere sabret, diren! Mücahid: Sana yapılan eziyet­lere katlan, diye açıklamıştır. îbn Zeyd; (çünkü) sana büyük bir iş yükletilmistir. Bu da Araplarla ve acemlerle (Arap olmayanlarla) savaşmaktır. O hal­de Alîah için buna sabret! Şöyle de açıklanmıştır: Sen yüce Allah için kaza ve kaderin emri altında sabret, katlan!

Belâlara sabret, diye de açıklanmıştır. Çünkü o dostlarını ve seçtiklerini .sınar. Emir ve yasaklarına sabret, diye açıklandığı gibi, ailenden ve vatanın­dan ayrılmaya sabret, diye de açıklanmıştır. [30]

  1. Çünkü o boruya (sûra) üfürüldüğü zaman
  2. İşte o gün, oldukça zor bir gündür,
  3. Kâfirlere; hiç de kolay değildir.

“Çünkü o boruya (sûra) ünirüldüğü zaman” Sûr’a üfürüİdüğü zaman de­mektir.

Boru”; den “fâûl” vezninde bir kelimedir. Ses çıkarsın di­ye kendisine üflenmek özelliği olduğundan dolayı bu isim verilmiş gibidir. Arapçada bu lafız ses demektir, İmrııu’l-Kays’ın şu beyitinde de bu anlam­da kullanılmıştır:

“Üstüne çıktığım zaman sesini alçalttırıyorum O ise; göz kapakları diri ve gizli olmayan bir şekilde gözünü yukarı kaldırıyor.”

Araplar bir kimseyi özel olarak kendi adıyla çağırmayı anlatmak üzere; Adamı özellikle adını anarak çağırdı” derler.

Mücahid ve başkaları şöyle demiştir: Bu boru bir çeşit borozan şeklinde­dir. Bununla da ikinci üfürüşü kastetmektedir. Birinci üfürüşün kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü genel ve dehşetli ilk çetin üfürüş odur. 13u hususa da­ir yeterli açıklamalar daha önceden en-Neml Sûresi (27/87-90. âyetlerin tef­siri) ile el-En’am Sûresi (6/73. âyetin tefsirOnde ve “et-Tezkire” adlı eserimiz­de geçmiş bulunmaktadır. Allah’a hamdolsıın.

Ebu Habban’dan şöyle dediği nakledilmiştir: Zürare b. Evfâ bize imam ol­du. “Çünkü o boruya üfurüldüğü zaman” buyruğuna gelince, vefat edip ye­re yığıldı.

“İşte o gün oldukça zor bir gündür, kâfirlere” Allah’ı ve peygamberle­rini-Allah’ın salat ve selamlan üzerlerine olsun- inkâr edenlere”hîç de ko­lay değildir.” Kolay olmayacaktır. Çünkü oniann düğümlerinden biri çözül­dü mü mutlaka daha zor birisi iie karşılaşırlar. Günahkâr, muvahhid mü’min-ler ise böyle olmayacaktır. Onların düğümleri daha kolay olana doğru çözü­lecek ve nihayet yüce Allah’ın rahmetiyle cennete gireceklerdir.

“O gün” buyaığu; “İşte o gün zor bir gündür” tak­diri ile nasbedilmişcir, Harf-i cerrin takdiri ile mecrur olduğu da söylenmiştir ki; bu takdirde: Bu durum … bir günde olacaktır” takdirinde­dir. Merfu olması da mümkündür denilmiştir. Şu kadar var ki, izafeti mütemek-kin olmayan bir lafza izafeti dolayısıyla fetha üzere bina edilmişür.[31]

  1. Başbaşa bırak Beni; tek başına yarattığım;
  2. Kendisine uzun boylu mal verdiğim,
  3. Ve hazır bulunacak oğullar;
  4. Ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile.
  5. Sonra, daha da arttırmamı umar.
  6. Asla! Çünkü o âyetlerimize karşı çok İnatçıdır.
  7. Ben de onu sarp yokuşa sardıracağım.

“Başbaşa bırak Beni; tek başına yarattığım” buyruğıındaki; Be­ni bırak!” demek olup, tehdit sözüdür.

“Tek başına yarattığım ile” yani Beni ve tek başına yarattığımı baş başa bırak! Bu durumda; Tek başına” hazfedilmiş mefulün zamirinden hal­dir. Benim kendisini tek başına malsız ve evlatsız olarak yarattığım, daha son­ra ise kendisine bunca şeyleri verdiğim kimse ile (Beni başbaşa bırak)! de­rnektir,

Müfessirler, sözü edilen bu kimsenin -her ne kadar bütün insanlar onun gibi yaratılmış ise de- Mahzumoğullanndan el-Veiîd b. el-Muğîre olduğu gö­rüşündedirler. Özellikle onun sözkonusu edilmeyi ise nimete karşı nankör­lük, Rasûlullah (sav)’a eziyet etmek gibi bir özelliğe sahih olması idi. Ayrı­ca o, kavmi arasında.-“el-Vahîd: biricik” diye de adlandırılırdı.

İbn Abbas dedi ki: d-Vdîd şöyle derdi: Ben el-Vahîd oğlu el-Vahldim (eş­siz ve benzersizim). Araplar arasında benim bir benzerim yoktur. Babam el-Mıığire’nin de bir benzeri yoktu. Ona da “el-Vahîd” deniliyordu. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: “Başbaşa bırak Beni* kendi kanaatine gö­re “tek başına yarattığım kimse ile.” Yoksa yüce Allah, onun biricik ve eş­siz olduğu hususunda onun bu iddiasını tasdik etmek anlamında bunu söy­lemiş değildir.

Bir kesim şöyle demektedir: Yüce Allah’ın: “Tek başına” buyruğu, iki an­lam ihtiva edecek şekilde yüce Rab ile alâkalıdır. Birincisine göre, sen onu yalnız Bana bırak. Benim ondan alacağım intikam, kim olursa olsun başka-, sının intikamına ihtiyaç bırakmayacak şekilde olacak’tır. İkinci anlamı da şöy­le olur: Onu tek başına yaratan Benim. Bu hususta kimse Bana ortak olma­mıştır. Bundan dolayı onu helak edecek olan da Benim, onu helak etmek için başka birisinin yardımına ihtiyacım yoktur. Buna göre “tek başına” anlamın­daki lafız, failin zamirinden haldir. Buradaki fail ise; Yarattığım” laf-zındaki (yüce Allah’a râci ve “Ben” anlamını veren “te” harfidir.

Birincisi, Mücahid’in görüşü olup, anlamı şudur: Ben onu annesinin kar­nında yapayalnız, tek başına, maKsız ve evlatsız olarak yarattım. Sonra ona nimetler ihsan ettim, o nankörlük edip kâfir oldu. Bu açıklamaya göre “tek başına” lafzı Vclid’e râcidir yani onun hiçbir şeyi yokken Ben una mal ve mülk verdim,

Şöyle de açıklanmıştır: Bununla şanı yüce Allah, tek başına yarattığı gi­bi, yine tek başına dirilteceğini kendisine deli! olarak göstermeyi murad et­miştir.

Bir diğer açıklama da şöyledir; “Vahîd: Biricik, tek başına” babası bilin­meyen kimsedir, el-Velid, kavminin nesebinden olmamakla bilinen birisi idi. Daha önce yüce Allah’ın: “Cahil ve kaba, üstelik kulağı kesik olan” (el-Kalem. 68 13) buyruğunda açıkladığımız gibi. O da el-Velid’in niteliği hakkın­dadır.

“Kendisine uzun boylu mal verdiğim” yani ona alabildiğine çok mal ba­ğışladığım. Burada sözü edilen mal, Velid’t: ait olan Mekke ile Taif arasında­ki develer, kısraklar, davarlar, bahçeler, köleler ve cariyelerdir. İbn Abbas böy­le açıklıyordu. Mücahid de: Bin dinarlık gelirdir, demiştir. Said b. Cübeyr ve yine İbn Abbas da böyle demiştir. Katade altıbin dinar derken, Süfyan es-Sev-rî ve yine Katade, dörtbin dinar demişlerdir. Yine es-Sevrî bir milyon dinar demiştir.

Mükatil şöyle demiştir: Onun bir bahçesi vardı ki, yaz kış geliri kesilmez­di. Ömer (r.a) dedi ki: “Kendisine uzun boylu mal verdiğim” ay be ay ge­tir verdiğim, demektir. en-Numan b, Salim ekip biçtiği arazi diye açıklamış­tır. el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: Daha kuvvetli görülen, bunun rızkı kesilme­yene hatta ekin davar ve ticaret gibi rızkı ardı arkasına gelen şeylere işaret olduğudur.

“Ve hazır bulunacak oğullar” hiçbir tasarruflarında onun gözünden uzak kalmayan ve yanında hazır bulunan çocuklar… Mücahid ve Katade dedi ki: Bunlar on kişi îdi. Onikİ kişi olduktan da söylenmiştir ki, bunu es-Süddî ve ed-Dahhâk demiştir. Yine ed-Dahhâk dedi ki: Bunların yedi tanesi Mekke’de, beş tanesi de Taif’te dünyaya gelmişti.

Said b. Cubeyr dedi ki: Bunlar onüç çocuk idi. Mukatil dedi ki: Bunlar hep­si de erkek olmak üzere yedi kişi idi. Onlardan üçü müslüman oldu: Halid, Hişam ve el-Velid b. el-Velid. Dedi ki: Bu âyet nazil olduktan sonra el-Ve-lid’in malı ve çocukian kendisi ölünceye kadar eksilip durdu.

“Hazır bulunacak” lafzının, kendisi anıldığı vakit onunla birlikte anılan anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Bu­nun, onun hazır bulunduğu yerlerde kendileri de onun gibi hazır bulunacak hale gelip, kendisinin yaptığı işleri de yapabilecek hale gelmeleri demek ol­duğu da söylenmiştir. Birinci görüş es-Süddî’nin görüsü olup, bunlar Mek­ke’de hazır idiler. Herhangi bir ticaret için onun yanından ayrılıp başka bir yere gitmiyorlardı, demektir.

“Ve kendisine alabildiğine nimet verdiğim kimse ile” yani şehrinde hu­zur ve refah içerisinde, görüşüne başvurulan bir kimse olarak ikamet ede­cek şekilde ona alabildiğine geniş bir geçimlik verdiğim kimse… demektir.

Araplara göre: Nimetler vermek” hazırlamak ve hazır hale getir­mek demektir. Küçük çocuğun beşiği” de buradan gelmektedir.

İbn Abbas dedi ki: “Ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kim­se” Yemen ile Şam arasında kendisine bolluk verdiğim kimse, demektir. Mü­cahid de böyle demiştir. Yine Mücahid’den nakledildiğine göre; “ve kendi­sine alabildiğine nimetler verdiğim kimse” buyruğu ile kastedilen, yatağın hazırlanması gibi, üstüste yığılmış mal demektir.

“Sonra, daha da arttırmamı umar.” Yani sonra el-Velid, bütün bunlar­dan ayrı olarak ona daha da mal ve evlat vermemi umuyor, tamah ediyor.

“AslaP Nimetlere karşı nankörlük etmekle birlikte böyle bir şey asla ol­mayacaktır. el-Hasen ve başkaları şöyle demiştir: Yani üstelik o kendisini cen­nete sokmamı ümit ediyor. Çünkü el-Velid şöyle diyordu: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise cennet ancak benim için yaratılmıştır. Yüce Allah ise onun bu görüşünü reddetmek ve onu yalanlamak üzere “asla” diye buyurmakta dır. Yani Ben ona fazlasını vermeyeceğim. Ondan doiayı ölüp gidinceye ka­dar mal ve evladının sürekli olarak eksilmekte olduğunu gördü.

Yüce Allah’ın; “Sonra… umar” buyruğundaki: Sonra” atıf anlamın­daki “sonra” değildir. Bu taaccüb ifade etmek içindir. (Bu yönüyle) yüce Al­lah’ın: “Karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’ındır, Sonra da var olanlar -buna rağmen- Rabblerine ortaklar koşarlar” (el-En’am, 6/1) buyruğuna benzemektedir. Bu da senin birisine -yaptıklarına hayret edip şaşırırcasına-: Ben sana verdim, sonra da sen benden uzak duruyorsun, demeye benzer.

Ben, bütün bunları kendisinden sonra gelenler arasında bırakacağımı umar, diye de açıklanmıştır. Çünkü o şöyle diyordu: Muhammed’in arkası gel­meyecek yani o ebterdir ve ölümü ile birlikte kimse ondan sö2etmeyecek. Kendisi, kendisine ihsan edilen bunca rızkın ölümü ile kesilmeyeceğini zannediyordu. Bir diğer görüşe göre anlam: Sonra küfrüne rağmen o kendi­sine yardım edeceğimi umar, demektir.

“Asla” lafzı ise arttırılmasına dair ümidini kesmek içindir. Dolayısıyla bundan önceki buyruklar ile alakalıdır.

Asla!” lafzının; Gerçekten, şüphesiz ki, muhakkak ki” an­lamında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu ibtidâ (yeni bir cümle başı) olur.

“Çünkü o” yani el-Velid “âyetlerimize” Peygamber (sav)’a ve onun ge-lirdikierine “karşı çok inatçıdır.”

“Ol*) İnad etti”; ism-i fail olarak: İnatçı” denilir. Tıpkı: Oturdu” fiilinden ism-i failin: Oturan” diye gelmesi gibidir. Bu açık­lamayı Mücahid yapmıştır.

“Nun” harfi kesreli olarak-: Hakkı bildiği halde hakka muhale­fet edip, onu reddetti” demektir. Böyle bir kimseye denilir, aynı zamanda “yoldan uzaklaşan, maksattan başka tarafa sapan de­ve” demektir. Çoğulu da; şeklinde gelir. Tıpkı: Rüku eden” laf­zının çoğulunun diye gelmesi gibi. Ebu Ubeyde, el-Hârisî’nin şu be-yitini zikretmektedir:

“Bindiğim vakit orta yere koyun beni Çünkü ben yaşlıca birisiyim, inatçı bineklerle baş edemem.”

Ebu Salih ‘dedi ki: Bu “uzaklaşan, uzaklara giden” demektir. Şair de şöy­le demiştir:

“Bizi uzakça bir ayrılığın birbirimizden ayırdığını görüyorum, Ayrılık gerçekten çok uzaklaştırıcıdır.”

Katade, biterek inkâr eden, Mukatil yüz çeviren, İbn Abbas, bilerek çok­ça inkâr eden diye açıklamışlardır. Düşmanlığını açığa vuran diye de açık­lanmıştır.

Yine Mücahid’den şöyle dediği nakledilmiştir: Bu kimse, haktan uzak du­ran, ona karşı inat eden, ondan yüz çeviren demektir.

Hepsinin de anlamı birbirine yakındır. Araplar bir kimse serkeşlik edip, haddini aştığı vakit: Adam inat etti” derler. Başka develerle ka-rışmayıp, bir kenarda uzak duran deveye de: denilir. Bir kimse tek ba­şına bir yere konaklıyor ve diğer insanlarla karışmıyor ise ona; de­nilir. Büyüklenmekten ve zorbalıktan dolayı dik kafalılık eden” de­mektir. Kanı dinmeyen damar” demektir. Bütün bunlar aynı (an­lama yapılmış) bir kıyastır. Daha önce de İbrahim Sûresi’nde (14/14. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Çok inatçı”nın çoğulu; di­ye gelir.Ekmek” lafzının çoğulunun diye gelmesi gibi.

“Ben, onu sarp yokuşa sardıracağım.” Bununla yükümlü tutacağım. İbn Abbas, onu buna mecbur edeceğim, diye açıklıyordu. Arap dilinde: İnsanın bir şeyi yapmaya mecbur edilmesi” demektir.

Ateşten bir dağ” olup ona yetmiş yıl boyunca tırmanacak, son­ra aynı şekilde oradan aşağıya yuvarlanacak ve bu ebediyyen böyle devam edecektir.[32] Bunu Ebu Said el-Hudrî, Peygamber (sav)’dan rivayet etmiştir. Hadisi Tirmizi zikretmiş oiup, hakkında; Garib bir hadistir, demiştir.

Atiyye, Ebu Said’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: (Saûd) cehennem­de bir kayadır. Üzerine ellerini koydukları takdirde erir, kaldırdıkları vakit elleri eski haline gelir. (Devamla) dedi ki: Ön tarafından zincirlerle çekile­rek, arkasından da balyozlarla vurularak kırk yılda en üst noktasına ulaşır. Nihayet en üst yerine ulaşınca, en aşağısına atılır ve o ebediyyen bu halde devam eder. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Cin Sûresi’nde (70/17. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmakladır.

Tefsir’de belirtildiğine göre “saûd” dümdüz bir kaya olup, ona tırmanma­sı emrolunur. En üst yerine vardı mı cehenneme doğru yuvarlanır. Bin yıl yu­varlanmaya devam ettiği halde cehennemin dibine varmaz. Her gün yetmiş defa yanar ve sonra tekrar yeniden hilkati iade olunur.

İbn Abbas dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: Ben ona rahatın asla sözko-nusu olmadığı, zor bir azabı yükleyeceğim. Buna yakın bir açıklama el-Ha-sen ve Katade’den nakledilmiştir. Şöyle de açıklanmıştır: Arkasından ölüm gel­memekle birlikte canı çıkacakmış gibi sürekli yukarı doğru yükselir. Böyle­likle bedeninin dışından azab edildiği gibi, bedeninin içinden de azaplandi-rılmış olacaktır. [33]

  1. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.
  2. Kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti!
  3. Tekrar tekrar kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti!
  4. Sonra baktı,
  5. Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti.
  6. Sonra yüz çevirip, büyüklük tasladı.
  7. Ve hemen dedi ki: “Bu nakkdilegclen bir sihirden ibarettir.
  8. “Bu insan sözünden başka bir şey değildir.”

“Çünkü düşündü, ölçtü, biçti.” Yani cl-Velîd, Peygamber (sav) hakkın­da düşündü ve içinde söyleyeceği sözleri hazırladı. Nitekim Araplar bir şe­yi hazırlamayı anlatmak için: “O^/Jt ^Jji): O şeyi takdir eltim (hazırladım, ölç­tüm, biçtim)’ derler.

Bu da şöyle olmuştu: Yüce Allah’ın: “Hâ, Mim. Kitabın indirilmesi, hükmünde galib, en iyi bilen Allah’tandır… Dönüş yalnız O’nadır” (d-Mü’min, 40/1-3) buyrukları nazil olunca, el-Velîd, Peygamber efendimizin bu buyrukları okuduğunu duydu ve şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, ondan öy­le bir söz dinledim ki, bu ne insanların ne cinlerin sözüdür. Şüphesiz o sö­zün bir tatlılığı, bir güzelliği vardır. Şüphesiz onun üst tarafı meyve verir, alt tarafı çok verimlidir. O yükseldikçe yükselir, fakat hiçbir şey onun üstüne çı­kamaz. Bu sözü hiçbir insan söyleyemez.

Bunun üzerine Küreydiler: el-Velîd artık dininden döndüğüne göre Ku-reyş’in lümü dininden elbetteki dönecektir. el-Velki’e Kureyş’in reyhanı de­nilirdi.

Ebu Cehil: Sizin adınıza onun hakkından ben geleceğim, dedi. Üzüntülü bir şekilde yanına gitti, ona: Niye seni üzgün görüyorum? dedi. Ebu Cehil ona: Ne diye üzülmeyeyim ki? İşte Kureyşliler senin yaşlılığına karşı sana destek olmak üzere senin için harcayacağın bir mal topluyorlar. Senin Muhammed’in sözünü süslü gösterdiğini iddia ediyorlar. Sen İbn Ebi Kebşe (Peygamber efen­dimizi kastediyor) ve İbn Ebi Kııhâfe (Ebu Bekir’i kaslediyor)’nin yanına on­ların artan yemeklerinden bir şeyler elde etmek için gidiyormuşsun.

ei-Velîd bu işe kızdı ve büyüklenip dedi ki: Ben Muhammed’in ve arka­daşının kırıntılarına mı muhtaç misim? Sizler benim ne kadar mal sahibi ol­duğumu biliyorsunuz? Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim ki, benim bunlara ihti­yacım yoktur. Ancak sizler Muhammed’in deli olduğunu iddia ediyorsu­nuz. Siz hiçbir zaman boğulacak gibi olduğunu gördünüz mü? Allah’a andol-sun ki hayır, dediler.

Yine el-Velîd dedi ki: Siz onun şair olduğunu iddia ediyorsunuz. Hiç şi­ir söylerken onu gördünüz mü? Allah’a andolsun ki hayır, dediler. Yine el-Velid: Onun yalancı olduğunu ileri sürüyorsunuz, asla yalan söylediğini tesbiL eniniz mi? Allah’a andolsun ki hayır, dediler. Siz onun bir kâhin oldu­ğunu söylüyorsunuz. Hiç onun kâhinlik yaptığını gördünüz mü? Andolsun ki biz kâhinlerin sed’li (kafiyeli) sözler söylediklerini, sağa sola yaptıklarını gör­düm. Siz onu hiç böyle gördünüz mü? dedi. Onlar yine: Allah’a andolsun ki hayır, dediler. Peygamber (sav) ise ileri derecedeki doğruluğundan dolayı “es-sâdiku’1-emin” diye adlandırılmıştı.

Bunun üzerine Kureyşliler el-Velid’e: Peki o nedir? diye sordu. Kendi ken­disine düşündü, sonra baktı, sonra da kaşlarını çattı ve: O ancak bir sihirbaz­dır, dedi. Siz onun kişiyi hanımından, çocuğundan, kölelerinden ayırdığını gör­müyor musunuz? İşte yüce Allah’ın: “Çünkü o düşündü” buyruğu bunu anlat­maktadır. Yani o, Muhanımed ve Kur’ân hakkında düşündü “ölçtü, biçti” ken­di kendisine onlar hakkında neler söyleyebileceğini tesbit etmeye çalıştı.

“Kahrolası” lanet olundu ona. Bazı te’vil bilginleri şöyle derdi: Bu, kah­roldu ve yenik düştü, demektir. Zaten zelil düşürülen herkes aynı zamanda kahredilir (öldürülür). Şair de şöyle demiştir:

“Gözlerinin yaşarmasının tek sebebi senin, iki okunu fırlatmaktır Zelil kılınmış, parçalanmış bir kalbe doğru.”

ez-Zührî azaba uğratıldı, diye açıklamıştır. Bu (bed) dua kabilinden bir la­fızdır.

“Ne biçim ölçtü, biçti!” buyruğundaki: Ne biçim” lafzı hakkında bazıları, bu bir hayret ifadesidir, demiştir. Yaptığı işten hayrete düştüğün bir adama: Bunu nasıl yaptın:'” demene benzer. Yüce Allah’ın: “Sa­na nastl misaller verdiklerine bir 6afe/”(el-İsra, 17/48) buyruğu da (bu yö­nüyle) buna benzemektedir.

“Tekrar tekrar kahrolası!” Yani tekrar tekrar lanet olundu, ona. Bir çe­şit cezalandırılmak ile öldürüldü, sonra da bir başka cezalandırılma türüyle öldürüldü, diye de açıklanmıştır.

“Ne biçim ölçtü, biçti.” Yani o hangi duruma göre ölçtü, biçti.

“Sonra baktı.” Hakkı ne ile reddedip, çürüteceği üzerinde düşündü.

“Sonra kaşlarını çattı.” Mü’minlere karşı kaşlarını çattı, Şöyle ki o, Ku-reyşlilere Muhammed (sav) hakkında onun bir büyücü olduğunu söyleme­lerini sağlayınca, musl umanlardan bir topluluğun yanından geçti. Onu İslâm’a davet ettiler, o da onlara kaşlarını çattı.

Kendisini İslâm’a davet ettiği vakit, Peygamber (sav)’a karşı yüzünü ek­şitip, kaşlarını çattı, diye de açıklanmıştır. Şeddesiz olarak: lafzı; Kaşlarını çattı, çatar, çatmak”ın mastarıdır. ise “develerin kuyruklarına takılan küçük ve büyük pislikleri “ne denilir. Şair Ebu’n-Necm şöyle demektedir:

“Yukarıya kaldırdıkları kuyruklarında bulunan Yazdan kalma pislikleri, geyiklerin boynuzları gibidir.”

“Yüzünü ekşitti.” Yüzünü buruşturdu, rengi değişti demektir. Bu açıkla­mayı Katade ve es-Süddi yapmıştır. Şair Bişr b. Ebi Hâzim’in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır;

“el-Cifâr (denilen yerin) sabahında Temimlilere baskın yaptık Silahlan pek fazla bir araya toplanmış ve yüzünü buruşturmuş bîr askeri birlikle.”

Bir başka şair de şöyle demektedir;

‘Tüzünü çevirip, gitmesini görmem, şüpheye düşürdü beni Ve ihtiyacımı görmekten yüz çevirip, yüzünü ekşitmesi.”

Yine denildiğine göre, kaşların çatılması tartışmadan sonra, yüzün ekşi­mesi ise tartışmadan önce sözkonusudur. Birtakım kimseler ise bu fiil, ileri de gitmeksizin, geri de kalmaksızın durmak anlamındadır.

Derler ki: Yemen ahalisi de gemi durduğu vakit gidip gelmeyecek olursa; tabirini kullanırlar. Bu da “durdu” anlamındadır. Biz durduk” demektir. Araplar yüzün rengi değişip, kararacak olur­sa: Ekşi ve ekşimenin açıkça görüldüğü bir yüz” derler.

“Sonra yüz çevirip” ahalisinin yanına geri dönüp giderek; “büyüklük tas­ladı.” İman etmeyi büyüklüğüne yedirmedi. İman etmeye davet olunduğu va­kit, imandan yüz çevirip, büyüklük tasladı, diye de açıklanmıştır.

“Ve hemen dedi ki: Bu” Muhammed (sav)’in getirdiği onun başkasından ahp”nakledîlegelen bir sihirden ibarettir.” Başka bir şey değildir. Sihir, al­datmak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/102. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Bir kesim de şöyle demiştir: Sihir, bâtılın hak surecinde gösterilmesidir.

Nakletmek”; başkasından rivayet edip zikretmek halinde, kullan­dığımız; Hadisi naklettim, ediyorum” fiilinin mastarıdır. Ay­nı kökten olmak üzere; Me’sûr hadis” denilir ki sonradan gelen­lerin önceden gelenlerden naklettikleri hadis (söz) demektir. İmruu’1-Kays da şöyle demiştir:

“Eğer o nakledilen başkasından bana gelmiş olsaydı (keşke) Esasen dil yarası, el yarası gibidir Öyle bir söz söylerdim ki; Bu ebediyyen benden nakledilir, dururdu.”

el-A’şâ da şöyle demiştir:

“Sizin hakkında tartıştığınız o husus Dinleyene de, nakledilene de açık açık îiah edilmiştir.”

Bu beyiün ikinci mısraının başındaki ilk kelime: İzah etmiştir” di­ye de rivayet edilmektedir.

“Bu insan sözünden başka bir şey değildir.” Yani bu, ancak yaratılmış­ların sözüdür. Büyü ile aldatıldıkları gibi kalpler onunla aldatılır.

es-Süddî şöyle demiştir: Onlar bu sözleriyle, bu d-Hadramî oğullarının bir kölesi olan Seyyar’m sözlerinden olduğunu kastetmektedirler. Bu kişi Pey­gamber (sav) ile oturur, kalkardı. Bu bakımdan peygamberin bu Kur’ân’ı on­dan öğrendiğini söyleyerek ona nisbet etmişlerdir. Bununla onun Kur’ân-ı Ke-rim’i Babil halkından öğrendiğini söylediklerini kastettiği de söylenmiştir.

Bîr diğer açıklamaya göre o, bunu Müseyleme’den öğrenmiştir.

Bu, kâhin Adi el-Hadramîden öğrenmiştir, diye de açıklandığı gibi, o bu­nu kendisinden önce peygamberlik iddiasında bulunanlardan öğrenmiştir, o da onların gittikleri yoldan gitmiştir diye de açıklanmıştır. Ebu Saıd ed-Da-ri dedi ki: Bu ancak miras olarak devr alınan bir sihir işidir. [34]

  1. Ben, onu Sckar’a sokacağım.
  2. Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?
  3. O, hem bırakmaz, hem de terketmez.
  4. O, insan derisini kavurandır.

“Ben, onu Sekar’a sokacağım.” Yani oranın sıcağı ile kavrulsun diye onvı Sekar’a girdireceğim. (Cehennem’in) Sekar adı: Güneş onu ka­vurdu, eritti, yüzünün derisini yaktı” ifadesinden alınmıştır. “Sekar” kelime­si marife ve müenneslik dolayısıyla munsarıf değildir.

İbn Abbas dedi ki: Sekar cehennemin altıncı katıdır Ebu Hureyre’nin-ri­vayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: !’Musa Rabbine sordu Ey Rabbim dedi. En fakir kulun hangisidir? O: Sekar’a giren kimsedir, diye buyurdu.”[35] Bunu es-Sa’lebî zikretmiştir.

“Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi?” Bu, onun niteliklerini müba­lağa yoluyla anlatmaktır. Yani, onun nasıl bir şey olduğunu sana ne bildir­di? Bu, hakkında soru sorulanı, büyüklüğüne dikkat çekmek içindir. Daha sonra, Sekar’ın durumunu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

“O, hem bırakmaz, hem de terketmez.” O, yakmadık hiçbir kemik, et ve kan bırakmaz. (Aynı anlamdaki) lafız te’kid olmak üzere tekrarlanmıştır. Şöy­le de açıklanmıştır: Onlardan hiçbir şey bırakmaz. Sonra yeniden tekrar ya­ratılırlar, bu sefer yine yeniden onları yakarak geriye hiçbir şey bırakmaz ve bu ebediyyen böylece devam eder, gider,

Mücahid dedi ki: O, içinde bulunanı hayatta bırakmadığı gibi. ölüme de terketmez. Yaratılışları yenilendiği her seferinde, onları yakar. es-Süddi de­di ki: Onlann ne etlerini bırakır, ne de kemiklerini teikeder.

“O, insan derisini kavurandır.” Değiştirendir. Bu Safız: Onu de­ğiştirdi” fiilinden alınmıştır. Kavurandır” lafzı genel olarak “Sekar’ın ne olduğunu sana ne bildirdi” buyruğundaki “Sekar”m sıfatı olarak ref ile okunmuştur. Atiyye el-Avfî, Nasr b. Âsim ve İsa b. Ömer ise dehşetli halini daha bir anlatmak için ve ihtisas olmak üzere; diye okumuşlardır. Ebu Rezin dedi ki: Onlann yüzlerini bir defa kavurur ve geceden daha siyah bir hale getirir. Mücahid de böyle demiştir. Araplar: Soğuk, sıcak, hastalık, keder onu değiştirdi” derler. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır:

“Bana: Ey Müsafir seni ne değiştirdi, diye söylüyor Amcamın kızı, beni gündüzün aşırı öğle sıcağı değiştirdi.”

Bir başka şair şöyle demektedir:

“Hind -aşırı sıcak rüzgarın değiştirdiği bir şeyi kastederek-Beni zayıflamış ve değişmiş gördü, diye hayrete düşüyor.”

Ru’be b. el-Accâc da şöyle demiştir:

“Daha önceleri şişman ve aşırı tokken değiştirdi onu, Yarış için senin bir atı zayıflatman gibi.”

“aşırı derecede susuzluk” demek olduğu da söylenmiştir. Susuzluk onu değiştirdi” anlamındadır. Bu durumda buy­ruk şu anlamda olur: O insanları yani içinde bulunanları susatıcıdır. Bu açıklamayı el-Ahfeş. yapmış olup, şu beyiti zikretmiştir:

“Susuzken bana bir yudum au içirdi Allah da aabah vakti gelip yağmur yağdıran bulutun yağmuru ile sulasm onu.”[36]

İbn Abbas dedi ki: “Kavurandır” lafzı beşyüz yıllık bir mesafeden insan­lara görülendir, demektir. el-Hasen ve İbn Keysan dedi ki: Cehennem açık­ça kendisini görünceye kadar onlara görünür, demektir. Bu anlamıyla bir ben­zeri de yüce Allah’ın: “Azgınlara da cehennem açılıp gösterilir” (eş-Şuarâ, 26/91) buyruğu bunu andırmaktadır.

“Beşer Cins an derisi)” lafzı iki şekilde açıklanmıştır: Birincisine göre bu cehennemlik olan insan demektir. Bu açıklamayı el-Ahfeş ve çoğu kimse yap­mıştır.

İkinci açıklamaya göre, bu, insan vücudunun derisinin görünen kısmı demek olan: Ten” lafzının çoğuludur. Bu açıklamayı da Mücahid ve Ka-tade yapmıştır. ‘ın çoğulu; şekiinde gelir. Bu birinci açıklamaya göre böyledir.

İbn Abbas’ın açıklamasına göre ise bunun -deri ve ten değil- ancak “in­sanlar” anlamında olması halinde mana düzgün olur. Çünkü o takdirde (âyetin diğer lafzı): O şey parıldadı, parıldar” anlamında kullanılmış olmaktadır. [37]

  1. Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır.
  2. Biz, cehennem bekçilerini, yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler İçin ancak bir fitne kıldık. Kendileri­ne kitab verilenler sağlam inansınlar, iman edenlerin de ima­nı artsın, kitab verilenlerle mü’minler şüpheye düşmesin; kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de; “Allah bununla misal olarak neyi murad etmiş?” desinler diye. İşte Allah, kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez ve o (Sekar) in­sanlar İçin ancak bir öğüttür.

“Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır.” Yani Sekar’ın üzerinde cehen­nemlikleri içine atmakla görevli ondokuz melek vardır. Bir başka görüşe gö­re genel olarak cehennemin üzerinde ve cehennemin bekçileri olan ondo­kuz melek vardır ki, bunlar Mâlik ve diğer onsekiz melektir. Ondokuzun na-kibler olması da mümkün olduğu gibi, muayyen olarak ondokuz melek ol­ma ihtimali de vardır. Müfessirlerin çoğu bu görüştedir.

es-Sa’lebî dedi ki: Bunun kabul edilemeyecek bir tarafı yoktur. Bir tek me­lek bütün yaratılmışların canlarını aldığına göre yaratılmışların, bir bölümü­nün azabı ile görevlilerin ondokuz melek olması daha da anlaşılır bir durum­dur.

İbn Cüreyc dedi ki: Peygamber (sav) cehennem bekçilerini nitelendire­rek şöyle buyurmuştur: “Gözleri sanki şimşek gibidir. Ağızlan sanki kamçı gibidir. Saçlarını sürüyerek giderler. Onlardan birisinin sahib olduğu güç, cin­lerle insanların gücü gibidir. Onlardan birisi boynunun üzerinde bir dağ bu­lunduğu halde koca bir ümmeti öne katıp sürükler, onları cehenneme atar, dağı da üzerlerine bırakır.”[38]

Derim ki: İbnu’l-Mübarek şu rivayeti zikretmektedir: Bize Hammad b. Se­leme, el-Ezrak b, Kays’dan anlattı. O Temimoğullarından bir adamdan şöy­le dediğini nakletti; Ebu’l-Avvâm’ın yanında bulunuyordum: “Sekar’ın ne ol­duğunu sana ne bildirdi? O hem bırakmaz, hem de terketmcz. O insan de­risini kavurandır. Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır” âyetini okudu ve: Ondokuz nedir? dedi. Ondokuzbin melek mi yoksa ondokuz melek mi? (Temimoğullarından olan adam) dedi ki: Ben: Hayır ondokuz melektirler, de­dim. O: Bunu nereden biliyorsun? diye sordu. Ben çünkü yüce Allah; “On­ların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık” diye buyurmak­tadır. Bu sefer (Ebu’l-Avvam): Doğru söyledin, dedi.

Onlar ondokuz melektir. Şu kadar var ki; onların herbirisinin elinde bu­lunan demir çubuğun iki çatalı vardır. Onların birisi ile bir darbe indirince, cehennemin içerisine yetmiş bin (yıllık) bir süre aşağıya doğru yuvarlanır.

Amr b, Dinar’dan dedi ki: Onların her birisi cehenneme bir defada Rabia ve Mudarhlardan daha fazla kişiyi iter.

Tirmizî, Cabir b. Abdullah’tan şöyle dediğini rivayet eder: Yahudilerden birtakım kimseler Peygamber (sav)’ın ashabından bazı kimselere şöyle sor­du: Sizin Peygamberiniz cehennem bekçilerinin sayısını biliyor mu? Onlar: Peygamberimize sormadan bir şey diyemeyiz, dediler. Bir adam Peygamber (sav)’a gelerek şöyle dedi: Ey Muhammedi Bugün senin ashabın yenilgiye uğ­radı. Peygamber: “Yenilgiye uğradılar da ne dernek?” diye sordu. Adam: Ya­hudiler onlara sizin Peygamberiniz cehennem bekçilerinin sayısını biliyor mu? diye sordu. Peygamber: “Ne diye cevab verdiler?” dedi. Kişi: Peygamberimi­ze sormadan bir şey diyemeyiz dediler, dedi. Peygamber şöyle buyurdu; “Bil­medikleri bir şey hakkında kendilerine soru sorulduğu için biz Peygambe­rimize sormadan bir şey diyemeyiz diyen kimseler hakkında mı yenilgiye uğradı, diyorsun? Halbuki onlar (yahudiler) peygamberlerine soru sordular ve bize Allah’ı açıkça göster, dediler. O, Allah’ın düşmanlarını yanıma çağırın. Ben de onlara cennetin toprağına dair soru soracağım ki o da dermektir,” Ya­hudiler gelince; Ey Ebu’l-Kasım, cehennem bekçilerinin sayısı kaçtır? dedi­ler. Peygamber: “Böyle ve böyle” dedi. Yani bir seferinde on sayısını, bir se­ferinde de dokuz sayısını gösterdi. Onlar: Evet dediler. Peygamber (sav) on­lara: “Peki cennetin toprağı nedir?” diye sordu. Bir süre sustuktan sonra şöy­le dediler: Ekmek pişirmek için kullanılan un dediler. Rasûlullah (sav): “Za-terı ekmek de dermektendir Cundan yapılır)” dedi. Ebıı İsa (et-Tirmizi) de­di ki: Bu garıb bir hadistir. Biz bunu ancak bu yolla Mücalid’in eş-Şa’bî’den, onun Cabir’den rivayeti yoluyla biliyoruz.[39]

tbn Vehb de şöyle demiştir: Bize Abdurrahman b. Zeyd anlattı, dedi ki: Rasûlullah (sav) cehenrem bekçileri hakkında şöyle buyurdu: “Onlardan bi­risinin iki omuzu arasındaki mesafe doğu ile batı arası kadardır.”

İbn Abbas dedi ki: Onlardan birisinin iki omuzu arasındaki mesafe bir yıl­lık mesafedir. Onlardan herhangi birisi bir balyoz vurduğu takdirde, o dar-‘ besi ile yetmişbin kişiyi cehennemin dibine itecek kadar güçlüdür.

Perim ki: -İnşaallah- doğru olan, bu ondokuz’un başkan ve nakîbler ol­duklarıdır. Hepsinin sayılarını anlatmak için ise sözler yeterli gelmez. Nite­kim yüce Allah: “Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez” diye bu­yurmaktadır. Sahih’te de Abdullah b. Mesud’dan sabit olduğuna göre o şöyle demiştir: Rasûluliah (sav) buyurdu ki: “O gün cehennem yetmişbin diz­gini olduğu halde getirilir. Her bir dizgin ile birlikte yetmişbin melek vardır ve onu çekerler.”[40]

İbn Abbas, Katade ve ed-Dahhâk şöyle demişlerdir: Yüce Allah’ım “Onun üzerinde ondokuz vardır” buyruğu inince, Ebu Cehil Kureyşlilere; Ananız sizi kaybedesice! Ben İbn Ebi Kebşe’nin sizlere cehennemin bekçilerinin on­dokuz kişi olduğunu haber verdiğini duyuyorum. Sizler ise sayıca çok ve kah­raman kimselersiniz. Sizin her on kişiniz onlardan birisinin hakkından gele­mez mi? dedi.

es-Süddî dedi ki: Ebu’l-Esved b. Kelede el-Cumahî şöyle dedi: O ondo­kuz melek sizi dehşete düşürmesin. Ben, sağ omuzumla on tanesini itivere-ceğim, sol omuzumla da dokuzunu iteceğim, sonra sizler cennete gidecek­siniz. O, bunu alay olsun diye söylüyordu. Bir başka rivayette de söyle de­nilmektedir: el-Hâris b. Kelede dedi ki: Ben sizin adınıza onyedisinin hak­kından geleceğim, sizler de ikisinin hakkından geliniz.

Bir başka rivayette şöyle denilmektedir: Ebu Cehil şöyle dedi: Sizden herbir yüz kişi onların birisinin hakkından gelemeyecek ve sonra da cehen­nem ateşinden çıkamayacak mısınız? Bunun üzerine yüce Allah’ın: “Biz cehen­nem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık” buyruğu indi. Yani onlar, ken-diieri ile, kim kimi yener diye yarışmaya kalkışacağınız adamlar olarak yarat­madık.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah’ın onları meleklerden yaratması azaba uğra­tılan cinlerden ve insanlardan farklı btr cinsten olmalarından dolayıdır. Böy­lelikle hemcins olanların karşılıklı olarak duyacakları şefkat ve rikkat, onla­rı etkisi altına almasın ve onların azaplarını dindirmesin. Diğer taraftan me­lekler, Allah’ın yarattıkları arasında Allah’ın hakkını en çok layıkıyla yerine getirenler, O’nun için, O’nun rızası uğruna gereği gibi gazab edenlerdir. Böy­lelikle onların azabı hafifletmeyeceklerinden emin olunur. Diğer bir sebep de Allah’ın yarattıkları arasında en güçlü ve yakalayışlan en şiddetii olanla­rın onlar olmasıdır.

“Onların sayısını da… ancak bir fitne kıldık.” Yani bir sınama sebebi kıl dik. İbn Abbas’tan bir kaç yoldan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kâfir olan­lar için bir sapıtma sebebi kıldık. Bununla Ebu Cehil ve benzerlerini kastet­mektedir.

Ancak azab kıldık, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah, şöyle buyur­maktadır: “O günde onlar azab için ateşe sunulurlar. Azabınızı (fitnenizi) ta­dın” (ez-Zâriyât, 51/13-14) Yani Biz, bunu hem küfürlerinin, hem de azaba uğratılmalannın sebebi kıldık.

“Ondokuz” lafzı yedi türlü okunmuştur,

1- Umumun kıraati: şeklindedir.

2- Ebu Cafer b. el-Ka’ka’ ve Talha b. Süleyman ikinci kelimenin “ayn”ını sakin olarak; diye okumuşlardır.

3- İbn Abbas’tan “he (yuvarlak te)” harfini ötreli olarak; diye okuduğu rivayet edilmiştir.

4- Enes b. Malik’ten; diye okuduğu rivayet edilmiştir.

5- Yine ondan; diye okuduğu da rivayet edilmiştir.

6- Yine ondan gelen bir başka rivayete göre; diye[41] okumuş­tur.

Bu kıraatleri el-Mehdevî zikretmiş olup, şöyle demektedir: şeklinde okuyup, “ayn” harfini sakin telaffuz edenler, harekelerin arka arkaya gelmesinden dolayı böyle okumuşlardır, diye okuyanlar da, sayı­nın terkib haline getirilmesinden önceki asli şekline göre okumuş ve “on” laf­zını “dokuz” lafzına atf edip, kullanım çokluğu dolayısıyla tenvini hazfede­rek sekte yapmak niyeti ile de; On” lafzının “re” harfini sakin okumuş­lardır.

diye okuyanlar da sanki tedahül gibi kabul etmiştir. Yani bu kim­se atıf yapmak isterken terkibi terk etmiş, bundan dolayı da te’nis “he’!sini (tefini) ref ettikten sonra tekrar mebni gibi okumuş ve (“re” harfini) sakin okumuştur.

şeklindeki okuyuş ise bilinen bir okuyuş değildir. Hatta Ebu Ha­tim bu okuyuşu kabul etmemiştir. şeklindeki okuyuş da böyledir. Çünkü bu da -bilinmeyen kıraat olan hami edilir ve buradaki “vav” hemzeden bedel olarak getirilmiş olur. Bunun ise nahivcilere göre izah edilir bir tarafı yoktur.

ez-Zemahşeri dedi ki: Bu; şeklinde, yin çoğulu olarak okunmuştur. Tıpkı: Sağın” çoğulunun; diye gelmesi gibi.

“Kendilerine kitab verilenler sağlam İnansınlar.” Yani kendilerine Tevrat ve İncil verilenler, cehennem bekçilerinin sayısının ellerindeki bilgi­lere uygun olduğuna kesin inansınlar, demektir.

Bu açıklamayı İbn Abbas, Katade, ed-Dahhak, Mücahid ve başkaları yap­mıştır. Bununla birlikte aralarından Abdullah b. Selâm gibi iman eden kim­seleri kastetmiş olma ihtimali de vardır. Hepsini kastetmiş olma ihtimali de vardır.

“İman edenlerinde İmanı71 bu yolla “artsın.” Çünkü onlar, Allah’ın Ki­tabında bulunanları her tasdik ettiklerinde iman etmiş oluyorlar. Sonra, cehen­nem bekçilerinin sayısını tasdik etmeleri dolayısıyla imanları da artmış oldu.

“Kitab verilenlerle mü’minler” yani cehennem bekçilerinin sayısının on-dokuz olduğunu tasdik eden Muhammed (sav)’ın ashabı “şüpheye düşme­sin.” Şüphe ve tereddüt etmesin.

“Kalplerinde hastalık bulunanlar.” Yani münafıklık Mekke’de olmayıp, sadece Medine’de ortaya çıktığından ötürü gelecekte hicretten sonra ortaya çıkacak olan Medineli münafıklar arasından kalplerinde şüphe ve münafık­lık bulunan kimseler…

Bir diğer açıklamaya göre hicretten sonra gelecek zamanda ortaya çıka­cak olan münafıklar “ve kâfirler” yahudiler ve hristiyanlar “de Allah bunun­la” yani cehennem bekçilerinin sayısıyla “misal olarak neyi murad etmi^, desinler dîye.”

el-Huseyn b. el-Fadi dedi ki; Sûre Mekke’de inmiştir. Halbuki Mekke’de münafıklık diye bîr şey yoktu. O halde bu âyet-i kerimedeki “hastalik”dan kasıt, görüş ayrılıklarıdır, “Kâfirler”den kasıt da Arap müşrikleridir.

Ancak müfessirlerin çoğu birinci görüşü kabul etmiştir. Bununla birlikle “hastalık” ile şüphe ve tereddüdün kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Çünkü Mekkelüerin çoğu şüphe ve tereddüt içinde idiler. Bazıları kesin ola­rak yalan olduğunu söylüyorlardı.

Yüce Allah’ın onlar hakkında “Allah, bununla misal olarak neyi murad ^ettî?” dediklerini haber vermesi şu demektir: Allah bununla yani sözünü et­tiği bu sayı ile bir söz söylemeyi kastetmiş değildir. Yani bu söylenebilecek söz türünden değildir. el-Leys dedi ki: “Mesel: misal” hadis demektir. Nite­kim; Takva sahihlerine vaad olunan cennetin du­rumu şudur” (Muhammed, 47/15) buyruğu da bu türdendir ki; bu da ona da­ir söylenecek söz ve onun hakkında verilecek haber şudur, demektir.

“İşte” Allah’ın Ebu Cehil’i ve cehennem bekçilerini inkâr eden arkadaş­larını saptırdığı gibi “Allah, kimi dilerse böylece saptırır.” Rezil ve kör eder. “Kimi de dilerse” Muhammed (sav)’ın ashabı gibi “hidâyete kavuştu­rur.” Doğru yola iletir.

Şöyle de açıklanmıştır: “İşte Allah kimi dilerse” cennetten uzaklaştırarak “böylece saptırır. Kimide dilerse” oraya “iletir,”

“Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez.” Rabbinin cehen­nemlikleri azablandırmak için yaratmış olduğu meleklerin sayısını, şanı yü­ce Allah’tan başka hiçbir kimse bilemez. İşte bu: Mııhammed’in ondokuzun dışında hiç askeri yok mu? diyen Ebu Cehil’e bir cevaptır.

İbn Abbas’tan da rivayet edildiğine göre Peygamber Oav) Huneyn gani­metlerini paylaştırmakta iken Cebrail yanına gelip, huzurunda oturdu. Bir me­lek gelip şöyle dedi: Rabbin sana şunu şunu emrediyor. Peygamber (sav) bu­nun bir şeytan olmasından çekindi ve; “Ey Cebrail! Bunu tanıyor musun?” di­ye sordu. Cebrail: O bir melektir; fakat Rabbinin bütün meleklerini ben ta­nımam ki, dedi.[42]

el-Evzaî dedi ki: Musa: Rabbim, semada kim vardır? diye sordu. Yüce Al­lah, meleklerim, diye buyurdu. Musa: Sayıları ne kadardır, Rabbim? diye sor­du. Yüce Aliah: On iki koldur, diye buyurdu. Musa: “Her bir kolun sayısı ne kadardır?” diye sordu. Yüce Allah: Toprağın tanelerinin sayısı kadardır, di­ye buyurdu, Bu iki rivayeti de es-Sa’lebî zikretmiştir.

Tirmizi’de de Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Se­ma (üzerindeki ağır yükten dolayı) gıcırdıyor. Gıcırdamakta haklıdır. Çün­kü orada bir meleğin secde ederek alnını koymadığı dört parmaklık bir yer dahi yoktur.”[43]

“Ve o” deliller, belgeler ve Kur’ân-ı Kerim “insanlar için ancak bir öğüt­tür.”

“Ve o” Sekar’ın kendisi olan bu cehennem ateşi “insanlar” yani yaratıl­mışlar “için ancak bir öğüttür” diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklama, dün­yadaki ateş, âhiretteki ateş için ancak bir hatsrlatmadır, şeklindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.

Bir açıklama da şöyledir: Bu tehdit “insanlar için ancak bîr öğüttür.” Yü­ce Allah’ın kudretinin kemalini, O’nun yardımcılara, desteklere ihtiyacının ol­madığını bilsinler ve öğüt alsınlar, demektir. Buna göre yüce Allah’ın: “Ve o” buyruğundaki zamir ordulara gitmektedir. Çünkü ona en yakın olarak anıl­mış olan isim “ordular”dır. [44]

  1. Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun ay’a,
  2. Geri geldiğinde geceye,
  3. Aydınlandığı zaman sabaha,
  4. Muhakkak ki o, büyük (musibet)lerden bîridir.
  5. İnsanlar İçin bir uyarıcıdır.
  6. Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene.
  7. Herbir nefis, kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. 39- Ashabu’l-Yemîn müstesna,
  8. Cennetlerdedirler. Birbirlerine soru sorarlar;
  9. Suçlular hakkında:
  10. “Sizi Sekar’a ne sürükledi?”
  11. Derler ki: “Biz namaz kılanlardan değildik.
  12. “Yoksullara yemek yedirmezdik.
  13. “Biz de dalanlarla birlikte dalardık.
  14. “Din gününü de yalanlardık.
  15. “Nihayet Ölüm bize gelip çattı.
  16. “Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.”

“Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun ay’a” buyruğu hakkında el-Ferrâ de­di ki: Ama öyle yapmıyorlar” lafzı kasem (yemin) için bir sıladır (faz­ladan gelmiştir) ki, ifade: Ve andolsun ay’a” taktirindedir.

Gerçek şu ki, andolsun ay’a anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu iki açık­lamaya göre; Ama öyle yapmıyorlar” lafzı üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla birlikte et-Taberî bunun üzerinde vakıf yapmayı caiz kabul etmiş ve cehennem bekçilerine karşı direneceklerini iddia eden kimselerin görüşle­rini reddetmek anlamında kabul etmiştir. Yani durum cehennem bekçileri­ne karşı direneceğini iddia eden kimselerin söyledikleri gibi değildir.

Daha sonra yüce Allah, buna ay’a ve daha sonra gelen şeylere yemin ede­rek şöyle buyurmaktadır: “Geri geldiğinde” yani geri gittiğinde “geceye”

Geri gitti” şekli ile: şekli aynı anlamdadır. Nâfî, Hamza ve Hafs: “…iyinde” diye (elif’siz) okumuşlar, diğerleri İse “elifti olarak; diye okumuşlardır. Buna karşılık ikinci kelimeyi şeklinde “elif’siz olarak okumuşlardır ki; her ikisi de aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir.

Aynı anlamda olmak üzere; ile denilir. Tıpkı: Ge­ce geidi” derken, da denilebildiği gibi. Nitekim Araplar: ” Giden dün” demişle’rdir ki giden anlamında da derler. Sahr b. Amr b. eş-Şirrîd es-Süiemî dedi ki:

“Andolsun sizleri birer ikişer öldürdük Murre’yi de geçen dün gibi terkettim.”

Beyitin son kelimesi: diye de rivayet edilmektedir. Bu el-Ferrâ ve d-Ahfeş’in görüşüdür. Bazı dilciler ise şöyle demektedir: tabiri ge­ce geçmesi halinde kullanılır. ise geçmeye koyulduğu vakit kullanılır.

Mücahid dedi ki: İbn Abbas’a yüce Allah’ın: “Geri geldiğinde geceye” buy­ruğu hakkında soru sordum da o gece geri gidinceye kadar sustu. Ey Müca­hid dedi, işte gecenin geri gittiği zaman budur, dedi.

Muhammed b. es-Semeyka; Geri geldiğinde geceye” şek­linde “iki elif ile okumuştur. Abdullah b. Ubey’in mushafında da bu şekil­de fki elif iledir.

Kutrub dedi ki; diye okumak: Geri döndü, geri geldi” demek­tir. Bu da Arapların arkadan gelen bir kimseyi anlatmak üzere: Fi­lan geri geldi” ifadelerinden alınmıştır.

Ebu Amr dedi ki: Kureyşin şivesi de bu şekildedir. İbn Abbas’tan gelen bir rivayette de şöyle dediği zikredilmektedir: Doğrusu: şeklindedir. Çünkü (“elif’siz hali) ancak devenin sırtı hakkında kullanılır.

Ebu Ubeyd de şeklini kullanmış ve şöyle demiştir: Çünkü böyle­si ondan sonra gelen harflere daha uygun düşmektedir. Nitekim yüce Allah, daha sonra: Aydınlandığı zaman sabaha* diye buyurmuştur. Buna göre nasıl onların biri; iken diğerleri şeklinde gelir. Kur’ân-ı Kerim’de kasemden sonra; diye gelen bir yer yoktur. Ondan sonra ge­len hep edatıdır.

Aydınlandı” demektir. Genel olarak da “elif ile okunmuştur. İbn es-Semeyka’ ise diye okumuştur ki, bunlar da iki ayrı söyleyiştir. “Fi­lanın yüzü aydınlandı” anlamında denildiği gibi; fiil şek­linde de kullanılabilir. Hadiste şöyle denilmiştir: Sabah namazını aydınlık vakitte kılınız. Çünkü böylesi ecrin daha da büyü­mesine sebeptir.”[45] Sabah namazını aydınlık vaktinde kılınız, demektir. Or­talık aydınlanıncaya kadar namazı uzatınız diye de açıklanmıştır.

Aydınlık olmak, aydınlatmak” demektir. Yüzü güzellikle parıldadı” anlamındadır. Kadın yüzünü açtı, göster­di” demektir. Bu şekilde hareket eden kadına da; Yüzü açık kadın” denilir. Bununla birlikte “karanlığı silip süpürdü” anlamında: ‘den gelmesi de mümkündür. Ev süpürüldü” anlamına gelmesi gibi. Düşen ağaç yapraklarına; denilmesi de buradan gelmektedir. Bunla­ra bu ismin veriliş sebebinin rüzgarların onları önüne .katıp sürüklemesi (sü­pürmesi) olduğu da söylenmiştir. Süpürge” demektir.

“Muhakkak ki o, büyüklerden biridir.” lafzı kasemin (yeminin) cevabı­dır Yani şüphesiz ki bu ateş “büyüklerden” büyük musibetlerden “biridir.” Mukatil’in açıklaması da şöyledir: Büyükler (el-kuber)” ateşin isim­lerinden birisidir. İhn Abbas’tan rivayet edildiğine göre “muhakkak ki o” ya­ni onların Muhammed (sav)’i yalanlamaları “büyüklerden biridir,” büyük gü­nahlardan bir günahtır, demektir.

Bir başka açıklamaya göre; şüphesiz ki kıyametin kopması büyük isler­den birisidir, dernektir.

Bu lafız pek büyük cezalar anlamındadır. Recez vezninde şair şöyle de­miştir:

“Ey İbne’l-Muallâ, o büyük cezalardan birisi indi Zamanın musibetidir ve değişip duran hallerin en sağır olanıdır o.”

Büyükler”in tekili; şeklinde gelir. Küçük”ün ço­ğulunun; diye gelmesi; Büyük”ün çoğulunun diye gelmesi gibi.

Biridir” lafzı genel olarak bu şekilde okunmuştur. Bu, müen-nes olarak, bina edilmiş bir İsimdir, müzekker olarak bina edilmiş değildir. Ukbâ ve uhra” kelimeleri gibi. Bundaki “elif’ kat’ elifidir, vasıl halinde kaybolmaz.

Cerir b. Hâzim, îbn Kesîr’den hemzenin hazfi ile Muhak­kak ki o büyüklerden biridir” diye okuduğunu rivayet etmiştir,

“İnsanlar için bir uyarıcıdır” buyruğundan kasıt, cehennem ateşidir. Ya­ni nitelikleri belirtilen bu cehennem ateşi “insanlar için bir uyarıcıdır.”

Bu buyrukta; Bir uyarıcıdır” buyruğu; Muhakkak ki o” Laf-zındaki zamirden hal olarak nasb ile gelmiştir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yap­mıştır. “Uyarı” anlamındaki lafzın, müzekker olarak gelmesi, azab anlamın­da oluşundan dolayıdır. Yahutta nisbet anlamı ile; Uyarıcı Özel­liğine sahih” demek olabilir. Bu da Arapların Boşanmış ka­dın, temiz kadın” demelerine benzer.

ei-Halil dedi ki: Nezir: Uyarıcı, korkulueu lafzı “nekr” gibi mastardır. Müennese (bu şekliyle) sıfat yapılmasının sebebi de budur.

el-Hasen dedi ki: Allah’a yemin ederini ki. O, insanları cehennem ateşin­den daha dehşetli bir şeyle uyarmış, korkutmuş değildir.

“Nezîr: Uyarıcrden kastın, Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir. Yani sen insanlara uyarıcı olarak kalk; yani sen onlar için bir korkutucu ola­rak dikil. Buna güre “uyarıcı” lafzı sûrenin baş taraflarında geçen “kalk ve uyar” lafzındaki “kalk!” emrinden haldir.

Ebu Ali el-Fârisî ve İbn Zeyd, bu İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir, cie-mişlerse deel-Ferrâ bunu kabul etmemektedir.

innu lntjarf dedi ki: Bazı müfessirler anlamının şöyle olduğunu söyle­mişlerdir: “Ey örtünüp bürünen! İnsanlar için bir uyarıcı olarak kalk!” Ancak böyie bir açıklama güzel değildir. Çünkü her ikisi arasındaki ifadeler alabil­diğine uzamış bulunmaktadır.

Bir başka açıklamaya göre, bu yüce Allah’ın sıfatlarındandır. Ebu Muavi-ye ed-Darîr şunu rivayet etmektedir: Bize İsmail b. Semî, Ebu Rezîn’den an­lattı. “İnsanlar için bir uyarıcıdır” buyruğu hakkında dedi ki: Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: Ben sizi ondan uyarıyorum. O halele ondan sakının ve kor­kun.

Bu açıklamaya göre; Uyarıcı” lafzı hal olarak nasbedilmiştir. Ya­ni: “Biz, cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık.” Bununla insan lara uyarıcı olayım diye (yaptım), demek olur.

Lafzın, yüce Allah’ın: “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez”

buyruğundaki “O” lafzından hal olduğu da söylenmiştir.[46]

Şöyle de açıklanmıştır: Bu mastar konumundadır. Sanki: İn­sanları kesinlikle uyarmak için” diye buyurmuş gibidir.

el-Ferra dedi ki: Buradaki “uyarıcı”nın “uyarmak” anlamında olması da mümkündür. Bir uyarıda bulun!” demektir. Bu da yüce Allah’ın: Benim korkutmam…. nasılmış?” (el-Mülk, 67/17) buyruğuna benzer ki: Benim korkutmam, benim uyarmam” demektir. Buna gö­re sûrenin başı ile alakalı olmaktadır. Yani: “Kalk ve uyar.” Bu da; an­lamındadır (ki uyardıkça uyar, iyiden iyiye uyar, gibi bir anlam ifade eder).

Takdir edilen bir fiil ile nasbedildiği de söylenmiştir.

İbn Ebi Able: Bir uyarıcıdır” şeklinde ref ile: O” takdiri ile okumuştur. Yani şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim -ihtiva ettiği vaad ve tehditler dolayısıyla- bütün insanlık için bir uyarıcıdır, diye açıklanmıştır.

“Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak İsteyene” buyruğunda yer alan:… yene” lafzındaki “lam’: harfi “bir uyarıcıdır” lafzına taalluk etmek­tedir. Yani o aranızdan hayır ve itaate doğru ileri geçmek yanıma şer ve masiyete doğru geri kalmak isteyen kimseler için bir uyarıcıdır. Yüce Allah’ın; “Andolsun ki sizden” hayırda “öne geçenleri de Biz bilmişizdir” o hususla “siz­den sonraya katanları da bilmişizdir.” (el-Hicr, 15/24) buyruğu buna ben­zemektedir.

el-Hasen dedi ki: Bu buyruk, her ne kadar haber vermek suretinde ise de, aslında bir tehdittir. Yüce Allah’ın: “Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir oZsım.”(el-Kehf, 18/29) buyruğu gibidir.

Kimi tevil bilginleri de şöyle demiştir; Buyruk, Allah’ın ileri gitmesini ve-‘ya geri kalmasını istediği kimselere … anlamındadır. Yani buradaki “istemek,” yüce Allah ile alakalıdır. Öne geçirmek iman, geriye kalmak küfürdür. İbn Abbas şöyle derdi: Bu, Muhammed (sav)’a iman ve itaat ile öne geçen kim­selerin ardı arkası kesilmeyen bir mükâfat İle mükâfatlandırılacağına, buna karşılık itaatten geri kalarak Muhammed (sav)’ı yalanlayan kimsenin ise ar­dı arkası kesilmeyen bir ceza ile cezalandırılacağına dair bir haber ve bir teh­dittir.

es-Süddî: “Aranızdan” daha önce sözü geçen cehennem ateşine “ileri git­mek veya” cennete gitmek üzere ondan “geri kalmak isteyene” diye açık­lamıştır.

“Herbir nefis kazandıkları karşılığında rehin almıştır.” Kazandıkları ile rehin alınmış, işledikleri ile sorumlu tutulacaktır. Bu yaptıkları onu ya kur­taracaktır yahutta helake götürecektir.

Kehin alınmıştır” buyruğu, yüce Allah’ın: Her nefis kendi kazandıkları karşılığında bir rehinedir” (et-Tur, 52/21) buyruğundaki “nefis” lafzının müennesliği dolayısıyla nıüennes gelmiş değildir. Çünkü eğer, sıfat olarak gelmesi kastedilmiş olsaydı -tenis te’si gelmeksizin-“rehîn” denilirdi. Çünkü “mef ul” anlamında kullanılan “fail” veznindeki ke­limelerde müzekker ile müennes arasında bir fark yoktur. Ancak buradaki ke­lime “rehin bırakmak ve alınmak” anlamında bir isimdir, ‘in “sövmek” anlamında: diye kullanılması gibi. Sanki: Her ne­fis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır” denilmiş gibidir. el-Hamase’de-ki şu beyit de bu kabildendir:

“Toprağı bol, o vadide gömüldüğü mezarın toprağına rehin olan Küveykib tepesindeki o tepe(de yatan) o kimseden sonra mı (katillerini affedeceğiz)?”

Şair burada: Toprağın rehin aldığı…” demiş gibidir. Buyruk: Herbir nefis Allah’ın nezdinde kazancı karşılığında kurtulması sözkonusu ol­maksızın rehin alınmıştır, demektir.

“Ashabu’l-Yemin müstesna.” Onlar günahları karşılığında rehin alın­mazlar. Kimliklerinin tayini hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas, bun­lar meleklerdir, demişlerdir. Ali b. Ebi Talib: Günah kazanmamış, bundan do­layı kazandıkları karşılığında rehin alınmamış olan müslümanların küçük ço­cuklarıdır, demiştir.

ed-Dahhak: Allah’tan kendileri için iyilik (cennet) ezelden beri takdir edil­miş olduğu kimselerdir, demiştir. Buna yakın bir açıklama İbn Cüreyc’den gel­miştir. O, şöyle demektedir: Herbir nefis ameli karşılığında hesaba çekilecek­tir. “Ashabu’l-yemin müstesna” onlar ise cennetliklerdir, hesaba çekilmezler.

Yine Mukatİl de böyle demiştir: Bunlar misak gününde Allah’ın kendile­rine: Bunlar da cennetliktir ve bundan dolayı da aldırış etmiyorum, dediği Âdem’in sağında bulunan cennetliklerdir. el-Hasen b. Keysan da şöyle de­miştir: Bunlar ihlâs sahibi müslümanlardır. Bunlar rehin alınmayacaklardır. Çünkü bunlar (vaktiyle) üzerlerindekini eksiksiz yerine getirmişlerdir.

Ebu Zabyan’dan, o İbn Abbas’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunlar m üsl umanlardır.

Bir açıklama da şöyledir: Hak ashabı ile iman ehli olanlar müstesnadır. Bunlar kitabları sağ taraflarından verilecek olanlardır, diye de açıklanmıştır.

Ebu Cafer el-Bakır dedi ki: Bizler ve bizim taraftarlarımız Ashabu’1-Yemi-niz. Buna karşılık bizleri yani ehl-i beyti buğzeden herkes ise rehin alınacak­tır.

el-Hakem dedi ki: Bunlar Allah’ın kendi (dini)ne hizmet için seçtiği kim­selerdir. Bunlar rehin alınanlar arasına girmezler. Çünkü bunlar Allah’ın (dininin) hizmetkârları ve seçkinleridir. Kazandıklarının onlara bir zararları olmaz.

el-Kasım dedi ki: Her nefis hayır olsun, şer olsun kazancı karşılığında re­hin alınacaktır. Kazandıklarına ve dinine hizmetlerine değil de, Allah’ın lü­tuf ve rahmetine güvenenler müstesna. Çünkü kazandıklarına güvenen her­kes rehin alınacaktır. Allah’ın lütfuna güvenen herkes ise rehin alınmayacak­tır.

“Cennetlerde” cennetlerin bahçelerinde “dirler. Biribirlerine soru so­rarlar. Suçlular” müşrikler “hakkında.”

“Sizi Sekar’a ne sürükledi?” Buraya girmenize ne sebeb oldu? (Mealde: sürüklemek anlamı verilen Fiil ile aynı kökten gelmek üzere); Şöyle demeye benzer: İpi şuna sürükledim (soktum).”

el-Kelbî dedi ki; Cennet ehlinden olan bir kimse cehennem ehlinden olan bir kimseye adını söyleyerek: Ey filan… diye sorar.

Abdullah b. ez-Zübeyr’in kıraatinde; Ey filan seni Sekar’a ne sürükledi?” şeklindedir. Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: Ömer b. el-Hattab bu şekilde okumuştur. Ancak bu Kur’ân’a dil uzatan­ların ileri sürdükleri gibi Kur’ân böyledir, diye değil, tefsir olmak üzere gelmiş bir kıraattir. Bu açıklamayı Ebu Bekr b. el-Enbârî yapmıştır.

Mü’minler, meleklere akrabalarına dair soru sorarlar, melekler de müşrik­lere soru sorarak onlara: “Sîzi Sekar’a ne sürükledi” diye sorarlar; şeklinde de açıklanmıştır.

el-Ferrâ dedi ki: Bu açıklamada ashabu’l-yemin’in (mü’minlerin küçük yaş­ta ölmüş) çocukları olduğu görüşünü destekleyen bir taraf vardır. Çünkü on­lar günahın ne olduğunu bilmezler.

Cehennemlikler “derler kfc Biz namaz kılanlardan” namaz kılan mü’min-lerden “değildik. Yoksullara yedirmezdik.” Yani sadaka vermezdik. “Biz de dalanlarla birlikte dalardık.” Batıl ehli ile birlikte batıllarında karışıp gider­dik.

İbn Zeyd dedi ki: Muhammed (sav)’ın durumu hakkında dalanlarla birlik te biz de dalardık. Bu da onların -Allah’ın laneti üzerlerine olsun- o bir kâ­hindir, bir delidir, bir şairdir, bir sihirbazdır şeklindeki sözleridir.

es-Süddî dedi ki: Yani bizler de yalanlaytularla birlikte yalanlardık. Ka-tade dedi ki: Birisi azdı mı biz de onunla birlikte azardık.

Anlamının, bizler başkalarına uyan kimselerdik, kendisine uyulan kimse­ler değildik, şeklinde olduğu da söylenmiştir.

“Din gününü de yalanlardık.” Yani amellerinin karşılığının verileceği, kul­ların arasında hüküm verileceği, kıyamet gününü tasdik etmezdik, doğrula­ma zdık.

“Nihayet ölüm (yakın) bize gelip çattı.” Yani ölüm, gelip bizi buldu. Yü­ce Allah’ın: “Ve sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et” (el-Hi-cr, 15/99) buyruğunda da bu anlamdadır.

“Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.” Bu buyruk, günah­kârlara şefaatin doğru olduğuna delildir. Çünkü tevhid ehlinden birtakım kim­seler, günahları sebebiyle azab gördükten sonra onlara şefaat edilecektir, yü­ce Allah da tevhidleri ve şefaat edilmesi sebebiyle onlara merhamet buyu­rup, cehennemden çıkartacaktır. Kâfirler hakkında ise şefaat edecek bir şe­faatçi olmayacaktır.

Abdullah b. Mesud (r.a) dedi ki; Peygamberiniz (Allah’ın salât ve selâmı ona) dört şefaatçiden birisi olacaktır. Cebrail, vsonra İbrahim, sonra Musa ve­ya İsa, sonra da sizin Peygamberimiz -Allah’ın salat ve selamı üzerine olsun-sonra melekler, sonra peygamberler, sonra sıddîklar, sonra şehidler (şefaat edecektir). Geriye birtakım kimseler cehennemde kalmaya devam edecek­tir. Onlara: “Sizi Sekar’a ne sürükledi” denilecek, onlar “derler kî: Biz na­maz kılanlardan değildik, yoksullara yedirmezdik… Artık şefaat edenle­rin şefaati onlara fayda vermez.” Abdullah b. Mesud dedi ki: İşte cehennem­de tebediyyen) kalacaklar, bunlar olacaktır[47] Biz bunun senedini “et-Tez-kire” adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. [48]

  1. Ne oluyor onlara ki, öğütten yüı çeviricidirler?

50, 51. Onlar sanki aslandan ürküp, kaçan yaban eşekleridir.

  1. Hatta onlardan herbirİ kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.
  2. Asla! Doğrusu onlar âhiretten korkmazlar.

“Ne oluyor onlara kî öğütten yüz çeviricidirler?” Mekke ehline ne olu­yor ki, onlar sizin getirdiklerinizden yüz çevirip, geri dönüyorlar? Mukatil’in Tefsir’inda şu ifadeler yer almaktadır: Kur’ân’dan yüz çevirmek iki türlüdür: Birisi bile bile red ve inkâr etmektir. Diğeri ise gereğince amel etmeyi terketmektir.

Yüz çeviricidirler” buyruğu; Onlara” lafzındaki “he” ve “mim” zamirinden hal olarak nasbedilmiştir. “LanTda fiil manası vardır. Do­layısıyla halin nasbedilmesi fiil manasına binâendir.

“Onlar sanki” yani bu kâfirler, sanki Muhammed (sav)’dan kaçışlarında “arslandan ürküp kaçan yaban eşekleridir.”

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah burada yaban eşeklerini kastetmektedir. Ürküp, kaçan” lafzını Nafî ve İbn Âmir “fe” harfini üstün olarak oku­muştur ki; bu da ürkütülmüş ve korkutulmuş anlamındadır. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise kesreli okumuşlardır ki, ürküp kaçmış anlamındadır. Arapçada; Ürküp, kaçtı” ile aynı an­lamda kullanılır. Tıpkı: Hayret ettim” anlamında; diye kul­lanılması; “Alay ettim” anlamında; kullanılması gibidir. el-Fer-ra da şu beyiti zikretmektedir:

“Eşeğini iyice tut, çünkü o ürküp kaçmaktadır

(Şam topraklarında bir dağ olan) Ğurrab’a doğru giden eşeklerin arkasında.”

(Arslan” lafzı “ona ok atan atıcılardan…” demektir. Bazı dilciler: ): ok atan” demektir, demişlerdir. Çoğulu da aynı şekilde; dîye gelir.[49]

Said b. Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, ed-Dahhak ve İbn Keysan da böyte demiştir: “el-Kasvere” ok atanlar ve avcılar demektir. Bu açıklamayı Ata, İbn Abbas’tan, Ebu Zabyan da Ebu Musa el-Eş’arî’den de rivayet etmiştir.

“Arslan” anlamında olduğu da söylenmiştir. Bunu da Ebu Hureyre ve yi­ne İbn Abbas söylemiştir.

İbn Arefe dedi ki: Bu kahretmek, zorlayıp, mecbur etmek anlamında: “(j!_î)i)’dan gelmektedir. Yani o arslanları, yırtıcı hayvanları dahi kahreder. Yabani eşekler ise yırtıcı hayvanlardan kaçarlar.

Ebu Hamza, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir; Ben Arap­çada “el-kasvere”nin arslan anlamırıda kullanıldığını bilmiyorum. Fakat bu güçlü, kuvvetli adamlar anlamındadır. Buna göre “el-kasvere”; adamlar top­luluğu demektir demiş ve şu beyiti zikretmiştir:

“Ey kız, sen çok hayırlı bir kadının çok hayırlı bir kızı ol Dayıları cinler ile yiğit adamlar topluluğudur.”

Yine ondan şöyle dediği nakledilmiştir: İnsanların sesleri” de­mektir. Yine ondan nakledildiğine göre; Avcıların iplerinden, ağlarından kaçan” demektir. Yine ondan nakledildiğine göre “el-kasvere”nin Arapçası arşlarıdır. Habeşçe’de avcılar demektir. Farsça’da bunun karşılığı “şîr”dir. Nabatilerin dilinde ise “arya”dır.

İbnu’l-A’rabî dedi ki: Kasvere gecenin ilk vakitleridir. Yani gece karanlı­ğından ürküp kaçan… demektir. İkrime de böyle açıklamıştır.

Gecenin ilk karardığı vakit olduğu da söylenmiştir. Gecenin son vakitler-deki kararmasına ise “kasvere” denilmez.

Zeyd b. Eşlem dedi ki: Güçlü, kuvvetli adamlardan (ürküp, kaçan yaba­ni eşekler) demektir. Araplara göre güçlü, kuvvetli olan herbir kimse “kas­vere” ile “kasver” diye adlandırılır. Lebid b, Rabia dedi ki;

“Biz meclisimizde bir defa seslendik mi O güçlü, kuvvetli (tekrar tekrar hücuma) dönen o yiğitler (kaavere’ler) bize gelir.”

“Hatta onlardan hcrbiri kendisine açılmış sahifeler” açılmış kitaplar “ve­rilmesini ister.”

Şöyte ki: Ebu Cehil ve Kureyş’ten bir topluluk dedi ki: Ey Muhammedi Sen bize alemlerin Rabbinden üzerlerinde: Ben size Muhammed (sav)’ı pey­gamber olarak gönderdim diye yazılı mektuplar getir. Yüce Allah’ın: “Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitab indirmediğin sürece de çıktığına asla iman etmeyiz” (el-İsra, 17/93) buyruğu (bu yönüyle) buna benzemek­tedir.

İbn Abbas dedi ki: Kureyşliler şöyle diyordu; Eğer Muhammed doğru söz­lü ise sabah olunca herbirimizin yanında kendisine dair bir azaptan azad ve cehennem ateşinden yana emin olduğuna dair yazılı bir sahife bulunsun.

Matar el-Verrak dedi ki: Onlar hiçbir amelde bulunmaksızın (bu husus­ların) kendilerine verilmesini İstediler.

el-Kelbî dedi ki: Müşrikler dedi ki: Bize ulaştığına göre İsrailoğulların-dan bir kimse, sabah uyandığında başının ucunda işlediği günahın ve bu günahın keffaretinin yazılı olduğunu görüyordu. Sen de bize bunun gibi­sini getir.

Mücahid dedi ki: Onlar herbirilerine Allah’tan filan oğlu filana diye yazılı bir kitab (mektub) indirilmesini istediler.

Bunun güzel bir şekilde anılarak, böyle bir mektubun gönderilmesi, an­lamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda “sahifeler” kişinin anılması ma­nasına, mecaz anlamıyla kullanılmış olmakladır.

Yine onlar şöyle demişlerdi: Kişinin işleyeceği günahlar, önceden kendi­si için yazılmış olduğuna göre biz ne diye bunu görmüyoruz!1

“Asla!” Böyle bir şey olmayacaktır. Gerçekten, anlamında olduğu da söylenmiştir, ancak birincisi daha güzeldir. Çünkü onların söylediklerim * reddetmektedir.

“Doğrusu, onlar âhiretten korkmazlar.” Yani onlar dünyaya aldanarak âhiretten korkmadıklan için o, temenni ettiklerini kendilerine vermeyeceğim.

Said b. Cübeyr; “açılmış sahifeler” anlamındaki buyruğu; şek­linde “hâ” ve “nun” harflerini sakin olarak okumuştur. “Ha” harfinin sakin okunması bir tahfiftir. “Nun” harfinin sakin okunması ise şazdır. Çünkü: Kumaşı ve benzerlerini açtım, yaydım” denilir. Buna kar­şılık; denilmez. (Yani Said b. Cubeyr’in ikinci kelimeyi okuyuşu an­cak bu denilmeyen fiilden getirilmesi halinde mümkün olabilir.) Bununla bir­likte sahifeyi ölüye benzetmiş de olabilir. Sahife katlanıp dürülmekle ölmüş gibi kabul edilir. Açıldı mı hayat bulur. Bu durumda: Allah Ölü­yü diriltti” kullanımından gelmiş gibi kabul etmiş olur. Tıpkı ölünün canlan­dırılmasının, elbisenin açılmasına benzetildiği gibi. O bakımdan ölü hakkın­da: Allah ölüyü diriltti” denilebilir. Bu, bu hususta bir şivedir. [50]

  1. Hayır, gerçekten o bir öğüttür.
  2. Kim dilerse ondan öğüt alır.
  3. Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte O, kendisinden kor­kulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O’na yaraşır.

“Hayır” şüphesiz”gerçekten O” Kur’ân-ı Kerim “bir öğüttür. Kim diler­se ondan öğüt ahr.” Onunla öğüt alır.

“Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar.” Yani onların, Allah’ın onlar için bunu dilemesi sözkonusu olmadıkça öğüt almaya güçleri yoktur.

“Öğüt alamazlar” anlamındaki: genel olarak “ye” ile okunmuş­tur. Ebu Ubeyd de bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü daha önce yüce Allah: “Asla, doğrusu onlar âhiretten korkmazlar” diye buyurmuştur. Ancak Nâ-fî ve Yakub “le” ile okumuştur. (Siz alamazsınız demek ulur). Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir, çünkü daha geneldir. Bunun (“zel” harfinin) şed-desiz okunacağı hususunda ise ittifak etmişlerdir.

“İşte O, kendisinden korkulmaya layık olandır. Bağışlamak da O’na ya­raşır.” Tirmizî ve İbn Mace’nin Sünen’inde Enes b. Malik’ten, onun da Ra-sûlullalı (sav)’dan rivayetine göre Peygamber şu: “İşte O, kendisinden kor­kulmaya layık olandır, bağışlamak da O’na yakışır” buyruğu hakkında şöy­le buyurmuştur: “Şanı yüce ve mübarek Allah buyurdu ki: Ben kendisinden korkulmaya layık olanım. Bu sebebten kim benden korkar da Benimle bir­likte başka bir ilah koşmazsa, Ben de ona (günahlarım) bağışlamaya layık ola­nım.” Tirmizi’nin lafzı bu şekildedir. Hadis hakkında da şunları söylemiştir: Bu hasen, garib bir hadistir.[51]

Kimi tefsirlerde şöyle denilmiştir: O, büyük günahlardan vazgeçip, ken­disine levbe eden kimselere, günahlarını bağışlamaya ehil olandır. Aynı şe­kilde küçük günahları da, büyük günahlardan kaçınmak suretiyle bağışlama­ya layık olandır,

Muhammed b. Nasr dedi ki: Kulumun Benden korkmasına layıksm. Eğer böyle yapmayacak olursa, bu sefer ona mağfiret etmeye, ona merhamet: et­meye lâyık olanım. Ben Gafur ve Rahîmim.

el-Müddessir Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah’a hamd ol­sun.

Kuran

Müddessir Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.