Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 23°C
Açık
İstanbul
23°C
Açık
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 23°C
Cts 23°C

70 – Mearic Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de inmiş olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Kırkdört âyettir.

70 – Mearic Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mearic Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Ad İle

  1. İsteyen biri inecek azabı istedi.

2.O kâfirler içindir; onu önleyebilecek yoktur.

  1. O, üstün ve yüce dereceler sahibi Allah’tandır.
  2. Melekler de, Ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yük­selir.

“İsteyen biri İnecek azabı istedi” buyruğundakİ: İsteyen bi­ri İstedi” buyruğunu Nâfî’ ve İbn Âmir hemzesiz olarak: diye oku­muşlardır. Hemzeli okuyanların okuyuşuna göre; stemek, sormak”dan gelir. “Azab” kelimesinin basındaki “be” harfinin zâid olması da mümkündür,…den, dan; hakkında” anlamında olması da mümkündür. “İstemek” dua etmek anlamındadır. Buna göre, bir kimse bir azabı dua. ederek istedi demek olur. Bu açıklama îbn Abbas ve başkalarından rivayet edilmiştir.

Filana veyl ile beddua elli” ve; Filana azab gelmesi için beddua elti” denilir. Yine; Zeyd’i davet ettim’: yani onun huzura getirilmesinin yollarım aradım, denilir.

Buna göre bir kimse kâfirlerin başına getirilecek bir azabın gelmesini is­tedi. Bu azab, kıyamet gününde kaçınılmaz olarak onları bulacaktır. Bu açıklamaya göre ise “be” fazladan gelmiştir. Yüce Allah’ın: Yağ veren” (el-Mu’minün, 23/20) buyruğu ile: O kuru kurma ağacını kendine doğru salla…” (Meryem, 19/25) buyruklarında oldu­ğu gibi. Buna göre bu harf tekid için gelmiştir. İsteyen biri, meydana gele­cek bir azabı isledi, demektir.

“O kâfirler içindir.” Kâfirler üzerine (inecektir), demektir. Bu kişi en-Nadr b. cl-Hâris’dir. O şöyle demişti: “Ey Allah! Eğer bu Senin katından gelen hak­kın kendisi ise durma, bizim üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acık­lı bir azab gönder.” (ei-Enfal, 8/32) Onun bu istediği gelmişti. Bedir günü o ile Ukbe b. Ebi Muayl esir alındıktan sonra öldürülmüşlerdi, Bunu İbn Ab­bas ve Mücahid söylemiştir.

Burada azabın gelmesini isteyenin el-Hâris b. Kuman el-Fihrî olduğu da söylenmiştir. Şöyle ki; o Peygamber (sav)’ın Ali (r.a) hakkında: “Ben her ki­min mcvlâsı isem (dostu ve yakını isem) Ali de onun mevlâsı (dostu ve ya-kmı)dıı\” dediğini haber alınca, devesine binerek geldi ve el-Ebtah denilen yerde devesini çöktürdükten sonra; ey Muha-mmed dedi, sen bize Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, senin Allah’ın Rasûlü okluğuna şahitlik etme­mizi emrettin, senin bu emrini kabul ettik. Beş vakil namaz kılmamızı em­rettin, senin bu emrini de kabul ettik. Mallarımızın zekâtını vermemizi em­rettin, bu emrini de kabul etlik. Her sene ramazan ayında oruç tutmamızı em­rettin, bunu da kabul ettik. Hac etmemizi emrettin, bunu da kabul ellik. Son­ra bununla da yetinmeyerek bu sefer amcanın oğlunu bizden üstün kıldın. Bu senin bizzat kendinin yaptığı bir iş mi, yoksa Allah’tan gelen bir şey mi? Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a ye­min olsun ki; bu ancak Allah’tan gelen bir iştir.”

eJ-Hârîs: Allah’ım, eğer Muhanımed’in dediği gerçek ise Sen üzerimize ya semadan bir (aş yağdır yahut bize çok acıklı bir azabı getir, diyerek ge­ri dönüp gitti. Allah’a, yemin ederim, henüz daha devesine varmadan Allah onun üzerine bir taş attı, bu taş beyninin üzerine düştü, dubüründen çık­tı ve unu öldürdü. Bunun üzerine de: “İsteyen biri inecek azabı istedi” âyeti nazil oldu.[2]

İsteyen kişinin Ebu Cehil olduğu ve bu sözleri onun söylediği de söylen­miştir. Bu da er-Rabi’in görüşüdür.

Bu sözlerin Kureyş kâfirlerinden bir topluluk tarafından söylendiği de söy­lenmiştir.

Bir görüşe göre; kâfirlerin üzerine azabın inmesini dileyen kişi Nuh (a.s)’dır.

Bir başka görüşe göre bu kişi Rasûlullah (sav)’dır. O, ilahi azabın indiril­mesi için dua etti ve Allah’ın bunu kâfirlerin başına getirmesini istedi. Hal­buki bu azab kaçınılmaz olarak onlan gelip bulacak bir şeydi. Bu sözler yü­ce Allah’ın: “O halde sen güzel bir sabır ile sabret!” (el-Meâric, 70/5) buy­ruğunu kadar devam etmektedir. Yani sen acele etme, çünkü o pek yakın­dı:

Şayet be harfi; ..den, dan, hakkında” anlamında ise -ki bu Ka-“.jJc’nın görüşüdür- sanki bir kimse azabın kimin başına ineceğine ya da ne zaman olacağına dair soru sormuş gibi bir anlam ifade eder. Yüce Ailah; “Sere bunu bir bilene sor?”(d-Furkan, 25/59) buyruğundaki: Bunu” buyru­ğu: Onun hakkında, ona dair… sor” anlamındadır, Alkame de söyle demiştir:

“Eğer sizler bana kadınlara dair soracak olursam, şüphesiz ki ben Kadınların hastalıklarını çok iyi bilen bir doktorum.”

Görüldüğü gibi (“be” edatı ile) burada: Kadınlar hakkında, ka­dınlara dair” anlamındadır. Nitekim; “biz filana dair soru sormak için çıktık” denilirken, denilebileceği gibi; (son kelimenin yerine); da denilebilir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle oiur: Onlar azab ki­min başına gelecektir ve kime olacaktır? diye sordular. Yüce Allah da: “O, kâ­firler içindir” diye buyurdu.

Ebu Ali-ve başkaları şöyk demiştir: Eğer bu: İstemek” kökünden geliyor ise bunun asıl itibariyle iki mefııle geçiş yapması gerekir. Bununla birlikte tek bir meful ile yetinmesi de mümkün olur. Eğer tek bir mefııl ile ye­tinecek olursa, bu tek mefule de cer harfi ile geç, iş yapması caiz olur. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Bir kimse Peygamber (sav)’a yalı utta müs-lümanlara bir azabı yahut bir azaba dair soru sordu.

bunu hemzesiz okuyanların okuyuşu da iki türlü açıklanabilir: Birincisi­ne göre bu; Sormak, islemek” kelimesinin bir söyleyişidir ve bu Ku-reys. şivesîdir. Araplar da: İstedi, ister, .sordu, sorar” diye kullanır­lar. Tıpkı: Nail oldu, nail olur” ve; Korktu, korkar” gibi kullanırlar.

İkinci açıklamaya göre bu “seyelân”den gelen bir şekil olabilir. Bunu da İbn Abbas’ın: Bir sel aktı’ şeklindeki kıraati desteklemektedir,

Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: Adı “Sâil” ulan cehennem vadilerinden bir vadi (sel dolup) aktı. Bu Zeyd b. Sâbit’in de görüşüdür.

es-Salebî dedi ki: Birinci görüş, daha güzeldir. Nitekim el-A’şâ hemzeyi ha­fifleterek (yani harf-i med gibi okuyarak) şöyle demiştir:

“Benden (kendilerini) boşamamı istediler, çünkü gördüler Malımın azaldığını. Hem siz, bu işi tepkiyle karşılayarak bana geldiniz.”

es-Sıhah’ta şöyle denilmektedir: el-Ahfeş dedi ki: ‘Çıkıp filâna dair soru sorduk” anlamında, denildiği gibi; da denilebilir. Ba­zen bu fiiîsn hemzesi hafifletilerek okunur Sordu, sorar” denilir. Şa­ir de şöyle demiştir:

“Ve öldürülmek için kendisine yetişilmiş ölüm emareleri kendisini bürüyen bir kişi ki İç çamaşırının kendisine lütfedilmesin! istedi. (Çünkü) o etek traşı olmamıştı,”

el-Mehdevî dedi ki: “İstedi” anlamındaki lafzı; diye “hemze”siz oku­yanların kıraatine göre; “hemze”yi “elif’e dönüştürmek suretiyle hafifleterek okumuş olmaları mümkündür. Bu ise kıyasa uygun olmayan bir ibdâldir. Di­ğer taraftan elifin: Sordum, soranın” fiilini; Korktum, korkarım” gibi kullananların kullanımına göre “vav”dan “elife kalbolmuş ol­ması da mümkündür.

en-Nehhas dedi ki: Sibeveyh; Surdum, sorarını” fiilinin: Kürklüm, korkarım” gibi ve bunun (hemzeli şekli olan): Sordum” anlamında kullanıldığını nakletmekte ve şu beyiti zikret­mektedir:

“Huzeyl, Rasûlullah’dan çok çirkin bir istekte bulundu, Bu isteği sebebiyle Huzeyl sapıttı ve isabet etmedi.”

O ikisinin biri diğerine soruyor” denilir.

el-Mehdevl dedi ki: Bunun “ye”den bedel olması yani; Aktı, akar” fiilinden gelmiş olması da mümkündür. O takdirde: (mealde hemzeli okuyuşa göre: isteyen biri) cehennemdeki bir vadi” olur. Bu durumda birinci görüşe göre bu lafzın hemzesi uslidir, ikinci görüşe gö­re “vav’dan bedeldir, üçüncü görüşe de “ye”den bedeldir.

el-Kıışeyrî dedi ki: isteyen biri” lafzı henızelidir. Çünkü eğer bu lafız: İstedi, sordu” hemzeli fiilinden gelmekte ise hemzelidir. Eğer hemzesiz bir fiilden gelmişse yine hemzelidir. Tıpkı: Söyleyen” ve Korkan” şekillerinde olduğu gibi. Çünkü “ayn” (fiilin yalın halinin ikinci harfi) bu fiilde illetli harf olduğu gibi, ism-i failde de illetli harf olmuş­tur. Başka kelime ile karışma korkusu dolayısıyla bu illetli harfte harf hazfi yoluna gidilmemiştir. Ondan dolayı bu harf, hemzeye kalbedilmiştir. Bu du­rumda hemze’yı hemze İle “ye” arasında olacak şekilde tahfif ile (şeddesiz) okumak da mümkündür.

“İnecek” yani kâfirlerin başına inecek.

Yüce Allah, bu azabın “dereceler sahibi” Allah’tan geleceğini de beyân etmektedir. el-Hasen dedi ki: Yüce Allah: “İsteyen biri inecek azabı istedi”

buyruğunu indirince, o kimin içindir diye soruldu, yüce Allah “kâfirler İçindir” diye buyurdu. Buna göre “kâfirler” lafzının başına gelen (ve “için” anlamını veren): “lâm” harfi “inecek” anlamındaki lafza taalluk etmektedir.

el-Ferrâ dedi ki: Buyruk, kâfirler için vâki olacak bir azabı (biri İstedi) tak­dirindedir. Buna göre “inecek” lafzı “azab’m sıfatıdır. ‘Lâm” harfi de “azab” için getirilmiş olmaktadır. “İnecek” için getirilmiş değildir. Yani bu azab, âhi-rette kâfirler içindir ve kimse bu azabı onlardan uzaklaştıramayaeaktır.

Buradaki “lâm”ın: Üzerine” anlamında olduğu da söylenmiştir ki mana: Kâfirler üzerine inecek…” demek olur. Ubeyy’in kiraatinin böyle olduğu rivayet edilmiştir. …den, dan” anlamında olduğu da söylenmiştir.

Yani: Allah’tan gelecek (olan bu azabı) kâfir­lerden uzaklaştıracak yoktur” demek olur. Yani bu azab “Meâric” sahibi Al­lah tarafındandır.

“Meâric” yükseklik, faziletli dereceler ve nimetler demektir. Bu açıklama­yı İbn Abbas ve Katade yapmıştır. Buna göre “Meâric” O’nıın yarattıklarına ihsan ettiği nimetlerin mertebelerini ifade eder.

Azamet ve yükseklik sahibi anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücahid de­di ki: Bunİar semanın dereceleridir. Meleklerin çıktığı dereceler (basamak­lar) olduğu da söylenmiştir. Çünkü melekler semaya yükselirler. O bakım­dan yüce Allah, kendi zatını bununla nitelendirmiş olmaktadır.

“Meâric”‘m yüksek odalar, köşkler anlamına geldiği de söylenmiştir ki; O yüksek köşklerin sahibidir, demek olur. Bu da; o cennette dostlarına yüksek köşkler yaratmıştır, demek olur.

Abdullah (b. Mesud); “Üstün ve yüce dereceler sahibi” anlamındaki laf­zı “ye” ilave ederek: diye okumuştur. Bir derece, mi­raç” denilir. Çoğulları; diye gelir. Anahtar’ın çoğulunun; diye gelmesi gibi.

“Meâric” dereceler demektir. Yüce Allah’ın Üzerle­rine çıkacakları merdivenleri…” (ez-Zuhruf, 43/33) buyruğunda da bu kabiidendir.

“Melekler de, Ruh da… yükselir.” Yani yüce Allah’ın kendileri için tak­dir etmiş olduğu, o yüksek dereceler üzerinde yükselirler. İbn Mesud, arka­daşları, es-Sülemî ve el-Kisâl (“te” harfi yerine) “ye” ile çoğul kastederek; diye okumuşlardır. Bunun diğer sebebi ise onun: “Melekler” hıfzını mü-zekker kabul ediniz, müennes olarak değerlendirmeyiniz, demiş olmasıdır. Diğerleri ise yine çoğul kastı ile “te” ile okumuşlardır.

“Rûh” Cebrail (a.s)’dır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmış olup delili yü­ce Allah’ın: “Onu Ruhu’l-Emin indirdi” (eş-tjuara, 26/193) buyruğudur.

Bunun yaratılış itibariyle pek azametli bir başka melek olduğu da söylen­miştir. Ebu Salih de şöyle demiştir: Bu yaratılış itibariyle insanlar gibi olmak­la birlikte, insan olmayan, Allah’ın yarattıklarından bir yaratıktır. Kabisa b. Züeyb dedi ki: Bit ölenin kabzolunduğu yakitki ruhudur.

“Oraya” yani yerleri olan o mekâna ki o da semâdır.- Çünkü sema yü­ce Allah’ın lütuf ve ihsanlarının mekânıdır. Bunun İbrahim (a.s)’ın söyledi­ği: “Ben Rabbime gidiciyim” (es-Sâffât, 37/99) sözüne benzediği de söylenmistir. Bu da Allah’ın bana emrettiği yere gidiyorum, demektir. Buradaki “ora­ya” buyruğunun Arşına anlamında okluğu da söylenmiştir.

“Miktarı ellibin yıl olan bir günde” buyruğu hakkında Vehb, el-Kelbî ve Muhammet! b. Ishak şöyle demişlerdir: Yani meleklerin kendi yerleri olan o mekâna yükselmeleri başkalarına göre eğer yükselecek olsalardı, ellibin yıllık olan bir sürede gerçekleşir. Yine Vehb dedi ki: Yerin en altı ile Arş’a kadar olan mesafe, ellibin yıllık bir yoldur. Mücahid’in görüşü de böyledir.

Bu âyet-i kerime ile es-Secde Sûresi’nde yer alan: “Sonra miktarı sizin say­manıza göre bin yıl olan bir günde” (es-Secde, 32/5) buyruklarını birbiri ile telif ederek şöyle de inekledir: “Miktarı ellibin yü olan bir günde” buyru­ğu emrinin vardığı son yer olan yerlerin en altından, semavatın en yukarı­sına kadarki mesafe ellibin yıldır. Buna karşılık yüce Allah’ın es-Secde Sû­re.-: alar. ‘miktarı bin yıl olan bir günde” buyruğu ile kastettiği ilâ-r.i =-rrj\r. dünya semasından yere inmesi, yerden semaya çıkması ise, bin yıl günde gerçekleştiğidir. Çünkü sema ile yer arasındaki mesafe beşyüz

Yine Mücahîd’den ve el-Hakem ile İkrime’den şöyle dedikleri zikredilmek­tedir: bu, dünya ömrünün süresidir. Yaratıldığı ilk günden İtibaren geriye ka­lan son vakte kadarki süre eîlibin yıldır. Yüce Allah’tan başka kimse ne ka­dar geçtiğini ve ne kadar kaldığını bilemez.

Maksadın kıyamet günü olduğu da söylenmiştir. Yani o günde hüküm sü­resi, eğer yaratılmış bir varlık onu üstlenecek olursa, ellibin yıllık bir süre­dir. Bunu da İkrime söylediği gibi, el-Kelbî ve Muhammed b. Ka’b da böy­le demişlerdir. Yüce Allah: Ben bu işi bir saatte (bir anda) bitiririm, diye bu­yurmaktadır.

el-Hasen dedi ki: Bu kıyamet günüdür; fakat kıyamet gününün bitmesi söz-konusu değildir. O halde maksat, onların hesab için duracakları süredir. Bu da dünya senelerinden ellibin yıldır. Bundan sonra ise İki yurdun sakintert (cennetliklerle cehennemlikler) yurtlarında yerleşeceklerdir.

Yemân dedi ki: Bu, kıyamet günüdür. Bunda herbirisi bin yıllık bir süre olan elli ayrı konum olacaktır.

İbn Abbas dedi ki: Bu kıyamet günüdür. Allah, bunu kâfirlere göre elli­bin yıl kadar uzatmıştır. Ondan sonra da ebediyyen kaimak üzere cehenne­me gireceklerdir.

Derim ki; -înşaallah- bu, âyet-î kerime hakkında ileri sürülmüş en güzel görüştür. Buna delil de Kasım b. Esbağ’ın rivayet etçiği Ebıı Said el-Hudrî’nin şöyle dediğini belirttiği hadistir: Rasûlullah (sav): “Miktarı ellibin yıl olan bir senede” diye buyurdu. Ben: Bu ne kadar da uzun bir süredir, dedim. Bu sefer Pegyamber (sav) şöyle buyurdu: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki; o gün mü’mine öyle hafifletilecek ki onun için dünya hayalında kılmış oldu­ğu farz bir namazdan daha çabuk geçecektir.”[3]

en-Nehhas bu görüşün doğruluğuna Süheyl’in babasından, onun Ebu Hureyre’den, unun da Peygamber (sav)’dan rivayet ettiği Peygamber Efen­dimizin şu sözünü delil göstermektedir: “Malının zekâtını ödemeyen herke­se mutlaka malı kendisine ateşten büyük ve erkek bir yılan haline getirilir. Onunla alnı, sırtı ve böğürleri miktarı ellibin yıl olan bir günde -yüce Allah İnsanlar arasında hüküm verinceye kadar dağlanacaktır”4 de­di ki: îşte bu da bugünün kıyamet günü olduğuna delil teşkil etmektedir.

İbrahim el-Teymî dedi ki: Bugünün mümine göre .süresi ancak öğle ile ikindi arası kadardır. Bu anlamdaki rivayet, merfu olarak Muâz (r.a) yoluy­la gelen hadiste de belirtilmiştir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur: “Yüce Allah sizleri iki namaz arasındaki vakit kadarlık bir sürede hesa­ba çekecektir. Bundan dolayı o kendisini “hesabı pek süratli olan ve hesa­ba çekenlerin en süratlisi” diye adlandırmıştır.”[5] Bunu el-Maverdî zikretmek­tedir.

Bu işin yarım günde bitirileceği de söylenmiştir. Yüce Allah’ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: “O günde cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve din-lenecekleri yer çok güzeldir.” (e!-Furkan, 25/24) işte bu, bunun yaratılmışla­rın kavrayış miktarlarına göre (olacağına) delildir, yoksa hiçbir hal ve durum onu bir başka durumla uğraşmaktan alıkoymaz, Nasıl ki onların hepsini ay­nı anda rızıklandırıyor ise, aynı şekilde onları bir anda hesaba çekecektir. Yü­ce Allah: “Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir, (Lokman, 31/28) diye buyurmaktadır.

Yine İbn Abbas’tan gelen rivayete göre; kendisine bu âyet-i kerime ile yü­ce Allah’ın: “Miktarı bin ytl olan bir günde” buyruğu hakkında sorulunca şu cevabı vermiş: Bunlar yüce Allah’ın miktarını belirttiği günlerdir. Bunla­rın nasıl olacağını en iyi bilen O’dur. Bu günler hakkında bilmediğim bir şe­yi söylemek hoşuma gitmez,

Ellibin yılın süzkonıısu edilmesinin temsilî bir anlam ifade ettiği de söy­lenmiştir. Buna göre; bu, hesab için durulacak sürenin uzunluğunu ve insan­ların bu süre zarfında çekecekleri sıkıntıları tanıtmakdır. Araplar zorlu ve sı­kıntılı günleri uzunlukla, sevinç günlerini de kısalıkla nitelendirirler. Şair şöy­le demektedir:

“Ve bir gün ki; mızrak gölgesi kadar kısalttı uzunluğunu bizim için Kırbanın kanı (şarab) ile atların seslerinin yankılanması.”

İfadede’takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Anlamı şöyledir: İsteyen biri inecek azabı istedi. O (azab) kâfirler iğindir. Allah”tan gelecek olan bu azabı kimse önleyemez. (Bu azab) meleklerin ve ruhun kendisine yükseldi­ği miktarı ellibin yi! oîan bir günde (olacaktır).

İşte bu da bizim tercih ettiğimiz görüşün manasını ifade etmektedir. Ba­şarı Allah’tandır.[6]

  1. O halde, sen güzel bir sabır ile sabret!
  2. Çünkü onlar onu uzak görürler;
  3. Biz ise onu yakıtı görürüz.

“O halde sen” kavminin eziyetine karşı “güzel bir sabır İle sabret.”

Güzel sabır (sabr-ı cemîl), herhangi bir tahammülsüzlüğün ve Allah’tan baş­kasına şikâyetin olmadığı sabırdır.

Musibet sahibinin insanlar arasında olmakla birlikte, onun kim olduğunun bilinmemesi anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlamlar birbirlerine yakındır. İbn Zeyd: Âyet (cihadı emreden) kılıç âyeti ile ncsholmustur, demiştir.

“Çünkü onlar onu uzak görürler” buyruğu ile Mekkelilerin cehennem azabını uzak, yani olmayacak bir şey olarak gördüklerini anlatmaktadır.

“Biz ise onu yakın görürüz.” Çünkü gelecek olun yakının ta kendisidir.

el-Ameş dedi ki: Onlar öldükten sonra dirilişi uzak görüyorlar. Çünkü ona iman etmiyorlar. Sanki onlar imkânsız anlamında bu işi uzak gördüklerini kas­teder gibidir. Nitekim kendisi ile tartıştığımız birisine; Bu tızak bir şeydir, ol­maz, deriz.

Şöyle de ayıklanmıştır: Onlar bugünü uzak görüyorlar. “Biz ise onu ya­kın görüyoruz” biliyoruz, demek olur. Çünkü görmek, var olana taalluk ed­er. Bu da bir kimsenin: Şafii’nin bu mesele hakkındaki görüşü şudur, şudur, demesine benzer. [7]

  1. O gün gök, erimiş maden gibi olacak.
  2. Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak.
  3. Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak.

“O gün gök erimiş maden gibi olacak” buyruğunda yer alan: O gün” buyruğunda âmil: İnecek” anlamındaki buyruktur. İfade; “azab onların başına … o günde gelecektir” takdirindedir. Âmilin “onu gö­rürüz” yahut: “Bunlar onlara gösterilir” (11, âyet) lafızları olduğu söylendi­ği gibi, bunun “yakın”dan bedel olduğu da söylenmiştir.

Erimiş maden” zeyıinyağı tortusu ve dibe çöken kısmı demek­tir. Bu İbn Abbas ve başkalarının açıklamasıdır.

fbn Mesud ise şöyle demiştir: Bu eritilen kurşun, bakır ve gümüşe veri­len isimdir.

Mücahid dedi ki: “Erimiş maden gibi” kan ve irinden meydana gelen ce-rabat gibi demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden ed-Duhân Sûresi (44/45. âyetin tefsiri) ile el-Kehf Sûresi (18/29. âyetin tefsîrOnde geçmiş bu­lunmaktadır.

“Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak.” Çünkü yüne ancak bo­yalı olması halinde: denilir. el-Hasen dedi ki: “Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak” buyruğunda kastedilen kırmızı yündür. Bu da yünlerin en zayıf olan çeşididir. Züheyr’in şu beyiti de bu kabildendir:

“Kırmızı yün parçalarının bulunduğu herbir yerdeki bu parçalar Parçalanmamış, ezilmemiş tilki üzümü taneleri gibidir.”

Bu lafzın “renkli yünv anlamına geldiği de söylenmiştir. Yüce Allah, dağ­ları çeşitli renklen itibariyle renkli yüne benzetmektedir. Yani bu dağlar da­ha ünce şiddetli iken yumıışayacak, bir arada bulunuyor iken darmadağınık olacak.

Denildiğine göre dağların uğrayacağı ilk değişiklikte unlar yığılmış kum taneleri haline dönecek. Sonra atılmış yün gibi, sonra da darmadağınık toz zerrecikleri haline dönüşecektir.

“Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak.” Herkes kendi haliyle meşgul olacağından dolayı kimse arkadaşının durumunu sormayacak. Bu açık­lamayı Katade yapmıştır. Nitekim yüce Allah: “O günde bunlardan herbir ki­şinin kendine yeter bir işi vardır” (Abese, 80/37) diye buyurmaktadır.

Buyruğun; Gerçek hiçbir dost, dostunun haline da­ir soru sormayacak” demek olduğu da söylenmiştir. Burada cer harfi hazfe­dilmiş ve doğrudan doğruya fiil mef ule bitiştirilıniştir. (Cer harfi kullanılmadan geçişi sağlanmıştır).

“Sor(may)acak” anlamındaki fiil genellikle: diye “ya” harfi fethalı ola­rak okunmuştur. Şeybe ve Âsım’dan el-Bezzî ise: Sorulmayacak” şeklinde “ye” harfi ötreli meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. Yani hiçbir ger­çek dosıa dostuna dair soru sorulmayacak ve hiçbir akrabaya akrabaları hak­kında soru sorulmayacak, aksine her insana kendi ameline dair soru soru­lacaktır. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Herbir nefis kazandıkları kar­şılığında rehin alınmıştır” (e!-Müddessir, 74/38) buyruğudur. [8]

  1. Bunlar onlara gösterilir. Her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) fcdâ etmeyi temenni eder: Oğullarını,
  2. Zevcesini, kardeşini,
  3. Kendisini barındıran soyunu, sopunu
  4. Ve yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bütün bunlar) kendisini kurtarsınlar (diye).

“Bunlar onlara gösterilir.” Yani bunlar onları görürler. Kıyamet günün­de cin ve insanlardan arkadaşlarının gözlerinin önünde bulunmayacak hiç­bir mahluk yoktur. Kişi babasını, kardeşini, akrabalarını, aşiretini görecek fa­kat herkes kendisi ile meşgul olduğundan ötürü onlara bir soru sormayacak, onlarla konuşmayacak.

İbn Abbas dedi ki: Onlar çok kısa bir süre birbirlerini tanıyacaklar, bu sü­reden sonra bir daha birbirlerini tanımayacaklardır.

Haberlerde nakledildiğine göre; kıyamet ehli, yaptıkları haksızlıklar kor­kusu ile tanıdıklarından kaçacaklardır.

Yine İbn Abbas dedi ki: “Bunlar onlara gösterilir.” Yani biri diğerini gö­rür ve birbirlerini tanırlar. Sonra biri ötekinden kaçacaktır. Buna göre “bun­lar onlara gösterilir” lafzındaki (“bunlar” diye anlamı veriien) zamir, kâfir­lere (“onlara” anlamındaki) diğer zamir akrabalara aittir.

Mücahid dedi ki: Yani yüce Allah, mü’minlere kıyamet gününde kâfirle­ri gösterecektir. Bu durumda fiildeki zamir mü’minlere, “he” ve “mim’: şek­lindeki 2amir kâfirlere ait olur. (Buna göre meal bunlara oniar gösterilir şek­linde olabilir.)

İbn Zeyd dedi ki: Yani Allah, cehennem ateşinde bulunan kâfirlere dün­yada iken saptırdıkları kimseleri gösterecekdir. Bu durumda kendilerine gösterilenler tabiler, gösterilen kimseler de kendilerine tabi olunanlardır.

Mazluma kendisine zulmeden, maktule de kendisini öldüren kimse gös­terilir, diye de açıklanmıştır.

“Bunlar onlara gösterilir” buyruğunun meleklere ait olduğu da söylen­miştir. Yani melekler, insanların hallerini bilirler ve herbir kesimi kendileri­ne layık oldukları şekilde önlerine katıp sürerler.

“Bunlar onlara gösterilir” anlamındaki: buyruğu ile ifade tamam olmaktadır. Bundan sonra yüce Allah: “Her günahkâr” yani kâfir “o günün azabından” cehennem azabından “feda etmeyi temenni eder.” Dünyada iken akrabalarından kendisi için en değerli olan varlıkları feda etmeyi temenni ede­cek; fakat buna güç yetiremeyecektir.

Daha sonra bu akrabaları sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:

“Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran” Mücahid ve îbn Zeyd’in açıklamasına göre kendisine yardımcı olan “soyunu, sopunu” aşi­retini.

İmam Malik dedi ki; “Kendisini barındu-an”dan kasıt, onu terbiye eden annesidir, el-Maverdî naklettiğine göre, bu açıklamayı Eşheb Mâlik’ten riva­yet etmiştir.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Fasile: soy, sop” kabilenin alt birimidir. Saleh de­di ki: Bunlar kişinin yakın atalarıdır. el-Müberred dedi ki: Fasile (soy, sop) bedenin azalarından bir parça demek olup, kabilenin alt bölümüdür. Kişinin yakın akrabalarına onun bir bölümüne benzetilerek “onun fasile”si” adı ve­rilmiştir. Kabile ve diğer birimlere dair açıklamalar daha önce el-Hucurat Sû-resi’nde (49/13- âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Soy-Sopa” Yapılan Vakfın Kapsamı

Burada bir mesele sözkonusu edilmelidir, o da şudur: Bir kimse kendi fa­silesine (soyuna, sopuna) bir vakıfta bulunacak yahutta onlara bir vasiyette bulunacak olursa, bunun genel bir mana ifade ettiğini kabul edenler bunu aşiret diye yorumlarlar. Özel bir mana ifade ettiğini iddia edenler ise bunu yakınlık sırasına göre atalara yorumlarlar. Ancak konuşma dilinde birincisi daha çok görülen bir anlamdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kendisini barındıran” onu kendisine katan ve korkulacak bir hal ile karşı karşıya kalması halinde korkudan yana ona güvenlik veren kimse demektir.

“Ve yeryüzünde olanların hepsini” fidye olarak verdiği takdirde kurtu­lacağını bilse, şüphesiz onları fidye vermek istiyecektir.

“Ve sonra da kendisini kurtarsın,” Yani bu fidye kendisini kurtarsın (is­teyecektir.) O halde burada bu takdirin (yani kendisini kurtarmasını isteye­cektir anlamındaki takdirin) yapılması kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah’ın: Çünkü o elbetteki bir fısktır” (d-En’âm, 6/121) buyruğunda ol­duğu gibi ki bu da: Şüphesiz ki onu yemek bir fısktır, demektir.

buradaki “günahkâr… temenni eder” anlamındaki buyruğun, başına “fe” getirilmiş bir cevabı gerektirdiği de söylenmiştir.

Yüce Allah’ın: Onlar senin kendilerine yumuşak dav­ranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklar­dı”(el-Kalem, 68/9) buyruğunda olduğu gibi. Bu âyet-i kerimedeki cevap ise; Sonra da kendisini kurtarsın” anlamındaki buyruktur. Çünkü bu da (“sonra” anlamındaki buyruk) atıf harfi erindendir.

Yani: Günahkâr kimse fidye vermeyi ve bu fid­ye vermenin kendisini kurtarmasını temenni eder.” [9]

  1. Asla! Çünkü o alevli bir ateştir.
  2. Deriyi soyup çıkarandır.
  3. Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi;
  4. Toplayıp kaba dolduranı.

“Asla” anlamındaki: lafzına ve bunun hem; “gerçekten, muhak­kak” hem “hayır, asla” anlamına geldiğine dair açıklamalar daha önceden (Meryem, 19/79. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Burada her iki anlama gelme ihtimali vardır Eğer; “gerçekten, muhakkak” anlamında ise ifade; Kendisini kurtarsın” buyruğunda (14. âyetin sonu) tamam olmaktadır.

Eğer “hayır, asla” anlamında ise ifade burada tamam olmaktadır. Yani, fid­ye vermesi onu Allah’ın azabından kurtaramaz. Sonra da: “Çünkü o alevli bir ateştir.” Yani cehennemdir, ateşi alev alev yanandır. Yüce Allah’ın: “İşte ben sizi oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum” (el-Leyl, 92/14) buy­ruğu gibidir.

Alevli ateş” lafzı: Alevli yanmak’tan türemiştir. Ateşin alev alev yanması”; Ateşin alevlenmesi” demektir. Bunun aslının; Azabı devam ertiği için devam edip giden” lafzından geldiği de söylenmiştir. Bu durumda iki “zf’dan birisi “elif” e kalbedilmiş ve sonunda: olmuştur.

Cehennem tabakalarının ikincisinin adt olduğu da söylenmiştir. Bu hem müenne.s, hem marife bir isim olduğundan dolayı munsarıf değildir.

“Deriyi soyup çıkarandır” anlamındaki buyruğu E bu Cafer, Şeybe, Nâ-fi, Ebu Bekir’in kendisinden rivayetine göre Âsim, el-A’meş, Ebu Amr, Hara­za ve el-Kisâl “soyup çıkarandır” anlamındaki lafzı merfu olarak; (le-ljj) di­ye okumuşlardır. Fakat Ebu Amr’ın, ÂsımtUın rivayetine göre nasb ile; (iis’s) diye okumuştur.

Ref ile okuyanların bu okuyuşları beş türlü açıklanabilir:

1- “Alevli bir ateş” anlamındaki lafız Çünkü” lafzının haberi olur ve: O’: takdiri ile “deriyi soyup çıkarandır* anlamındaki bu lafız, mer­fu okunur. Bu bakımdan: Alevli bir ateş” lafzı üzerinde vakıf yapmak güzel olur.

2- “Alevli ateş” ile “soyup çıkarandır” anlamındaki lafızlar “çünkü” an­lamındaki edatın ayrı ayrı haberi olur. Tıpkı: Çünkü o hasıın-laşan bir halktır” demeye benzer.

3- “Soyup çıkaran” anlamındaki lafız “alevli bir ateş”den bedel olur. Be­del olan “alevli ateş” anlamındaki lafız da “çünkü” edatının haberi olur.

4- “Alevli ateş” anlamındaki lafız “çünkü” edatının isminden bedel; “so­yup çıkaran” anlamındaki lafız da “çünkü” anlamındaki edatın haberi olur.

5- “Çünkü o” lafzındaki zamir kıssa (şan zamiri) olur. “Alevli ateş” anla­mındaki lafız mübtedâ, “soyup çıkarandır” anlamındaki lafız mübtedânın haberi olur. Cümlenin tamamı da “çünkü” anlamındaki lafzın haberi olur. Ma­na ela şöyle olur: Olay ve haber şu ki, o alevli ateş deriyi soyup çıkarandır.

Soyup çıkaran” anlamındaki lafzı nasb ile okuyanların “alevli bîr ateş” anlamındaki lafız üzerinde vakıf yapmaları ve “soyup çıkarandır” buy­ruğunu “alevli bir ateş”den kat ile (mana ve i’rab bakımından önceki lafızla ilişkisi koparılarak) nasb etmeleri güzeldir. Çünkü bu, mahfeyi? bi­tişik nekre bir kelimedir. Tekid edici hal olmak üzere nasb edilmesi de ca­izdir. Yüce Allah’ın: Halbuki o… doğrulayan gerçeğin ta ken­disidir” (d-Bakara, 2/91) buyruğunda olduğu gibi Bununla birlikte bu laf­zın: O alev alev yanan ve soyup çıkaran halde bulunan­dır” anlamında deriyi soyup çıkarma halini anlatan bir ifade olarak nasbe-dilmesi de mümkündür. Onda âmil de “alev alev yanmak” anlamından an­laşılan manadır.

Diğer taraftan ona dair haberi yalanlayan kimselerin halini belirtmek üzere bir hal olması da mümkündür. Bunun kat” ile nasbedilmesi de caizdir. Nitekim: Ben akıllı ve fazilet sahibi (olarak bilinen) Zeyd’e uğradım” demeye benzer.'[10]

Görüldüğü gibi nasb ile okuyuşun da bej şekilde açıklanması mümkün olabilmekledir.

Deri” lafzı ‘in çoğuludur, bu da başın derisi anlamındadır. el-A’şâ şöyle demekledir:

“Kuteyle: Ona ne oluyor ki dedi, Onun başının derisi tamamiyle ağarmış saçlarla örtülmüş?”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ve olaylar (musibetler) seni yıkmış (yaşlandırmış) olarak sabahı ederdin, Bundan dolayı başın derisinin üzerindeki ağarmış saçlar da görülür.”

es-Sıhah’Vd şöyle denilmektedir: ‘in çoğulu olup bu da başın derisi demektir.

İnsanoğlunun elleri, ayaklan ve başı ile öldürücü darbe olmadı­ğı her yeri”ne denilir. Mesela; öldürücü bir yerini isabet ettirmediği takdir­de: Ona (ok) attı da öldürücü yerine isabet ettirmedi” denilir, el-Hüzelî der ki:

“Nice sözler vardır ki, bunların öldürücü olmayan yerlere etkisi yoktur, Fakat bunlar dilin gerisinden kayıp gittikleri takdirde (öldürücüdür.)”

Şair şunu demek istemektedir: Öyle bazı sözler vardır ki; bunlar öldürü­cü olmayan yerlere isabet etmezler, ama öldürürler. el-A’şâ da şöyle demek­tedir:

“Kuteyle: Ona ne oluyor ki, dedi, Başının derisi ağarmış saçlarla örtülmüş?”

Ebu Übeyd dedi ki: Ebu’l-Hattab el-Ahfeş bu beyiti Ebu Arar b. el-Alâ’ya okudu. Ona: Sen tashîf yaptın (kelimelerin harflerinde değişiklik yaptın.) Bu­nun doğru hali şeklindedir ki; bu da etrafları, kıyıları demektir. Ebu’l-Hattab sustu, sonra bize: Aksine o tasnif yaptı, çünkü bu kelimenin doğru şek­li: şeklinde (beyitte olduğu gibi)dir, dedi.

Atın ayaklan” demektir. Çünkü: Ayaklan kalın” denilir. Böyle bir niteleme ise baş için kullanılmaz. Çünkü Araplar atı yanak­larının zayıflığı ve yüzünün de inceliği ile nitelendirmişlerdir.

Malın bayağı olan kısımları” anlamına da gelir. Yine basit ve önemsiz şey anlamına da gelir.

Sabit el-Bunânî ile el-Hasen dedi ki: “Deriyi soyup çıkarandır.” Yani cm un yüz-ünün en değerli yerlerini soyup çıkarandır. Ebu’l-Âliye: Yüzünün güzel­liklerini, Kata de: Hilkatinin ve azalarının güzel ve değerli olanlarını (soyup çıkarandır), diye açıklamışlardır.

ed-Dahhak da şöyle açıklamıştır: (Bu ateş) eti ve deriyi kemikten öyle bir soyar ki, et namına hiçbir şey bırakmaz.

el-Kisâî; bundan kasıt, eklem yerleridir, demiştir. (Dilbilgini) imamlardan birisi de, bundan kasıt ayaklar ve derilerdir, demiştir. İmruu’1-Kays da şöy­le demektedir:

“Butlan sağlam, ön ve arka ayakları kalın, kalça sinirleri içerde, Kalça (kürek) kemiklerinin ucu, etlerinin üzerindedir (o atm).

Ebû Salih dedi ki: Bu el ve ayakların parmaklan anlamındadır. Şair şöy­le demektedir:

“O baktı mı onun övüncünü anlarsın, Ve gözlerinden okursun (övündüğünü), şu kadar var ki sen onun parmaklarını tanımazsın.”

Yine el-Hasen: Bu baş anlamındadır, demiştir.

“Çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen kimseyi.” Yani o alevli ateş dün ya hayatında Allah’a itaatten yüz çeviren ve imandan dönen, imana arkası­nı dönen kimseyi çağırır. Onun çağırması ise: Ey müşrik bana gel, ey kâfir bana gel, demesidir.

İbn Abbas dedi ki: O kâfirlerle münafıkları usimieriyle çok açık ve anla­şılır bir dille; bana doğru gel ey kâfir, bana doğru gel ey münafık, diye ça­ğırır. Sonra da kuşun taneyi gagasıyla almasr’gibi onları öylece yakalar.

Saleb dedi ki: Çağırır helak eder, demektir. Çünkü Araplar: Allah seni çağırsın” tabirini Allah seni helak etsin anlamında kul­lanırlar.

el-Halil dedi ki: Bu “gelin” diye çağırmaya benzemez. Onun cehennem­likleri çağırması, onları azaplandırma imkânının ona verilmesi iledir.

Çağıranın cehennem bekçileri olacağı da söylenmiştir. Onların çağırma­ları cehenneme izafe edilmiştir.

Bunun bir misal olduğu da söylenmiştir. Yani arkasını dönüp, yüz çevi­ren kimsenin dönüp varacağı yer orası olacaktır. O bakımdan kendilerini ça­ğıran kimse gibidir. Şairin şu sözleri de buna benzemekledir:

“Biz iki vadiye konakladık ki; bu vadilerinden birisindeki O sinekler, orada bulunanları çağırırlar.”

Aslında çağıran sinek değildir. Sineklerin çıkardığı sesler, kendilerine dik­kat çekerek böylelikle kendilerine çağırmış (gibi) olmaktadırlar.

Derim ki: Birinci görüş daha önce Kuran âyetleri ve sahih haberler ile açık­landığı üzere hakikatin kendisidir. el-Kuşeyrî dedi ki: Alevli ateşin çağırma­sı, çağıracağı vakit, onda hayatın yaratılması ile olacaktır. Yarın bu tür ola­ğanüstü hadiseler pek çok görülecektir.

“Toplayıp kaba dolduranı” yani malı toplayarak onu kabına doldurup on­daki Allah’ın hakkını vermeyen ve bunun sonunda çok mal toplayan, fakat ondaki hakkı çokça engelleyen bir kişi haline geleni (çağırır.)

el-Hakem dedi ki: Abdullah b. Ukeym kesesini bağlamaz ve şöyle derdi: Ben yüce Allah’ın: “Toplayıp kaba dolduranı” diye buyurduğunu görüyo­rum. [11]

  1. Gerçekten insan helû’ olarak yaratılmıştır.
  2. Yani o kendisine zarar erişirse feryadı basandır;
  3. Ona hayır dokunsa cimrilik edip infak etmeyendir.

“Gerçekten insan” ed-Dahhak’tan nakledildiğine göre kâfir “helû’ olarak yaratılmıştır.”

Sözlükte: Hırsın en şiddetli hali, tahammülsüzlüğün en kötü ve en çirkin hali”ne denir. Katade, Mücahid ve başkaları da böyte açıklamışlar­dır, Tahammülsüzlük gösterdi, gösterir, tutkun oklu, olur” de­mektir. İsm-i faili diye gelir, ise, bu isi çoklukla yapan kimseyi anlatmak için kullanılır.

Buyruğun anlamı şudur: O, hayır ve şer üzere her iki halde de yapmaması gerekeni yapmadan- duramaz, tahammül gösteremez.

İkrime: Tahammül gösteremeyen kimseye denir, diye açıklamıştır. ed-Dah-ha.k: Bir türlü doymak bilmeyen kimse demektir, diye açıklamıştır.

Cimrilik edip infak etmeyen (alıkoyan, engelleyen)” ise ma) el­de ettiği takdirde o maldaki Allah’ın hakkını vermeyen kimse, demektir.

İbn Keysan dedi ki; Yüce Allah, insanı kendisini .sevindirecek ve hoşuna gidecek şeyleri sevecek şekilde, buna karşılık hoşlanmadığı ve kendisini ga-zaplandıran şeylerden kaçacak nitelikte yaratmıştır. Sonra Allah, sevdiği şeyleri infak etmekle, hoşuna gitmeyen şeylere de sabretmekle kendisine kul­luk etmesini istemiştir.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Helû” hayır dokunduğu zaman şükretmeyen, zor­luk ve sıkıntı dokunduğu zaman sabretmeyen kimse demektir. Bu açıklama­yı Sa’ieb yapmıştır. Yine Sa’leb şöyle demiştir: Yüce Allah “helu”u açıklamış bulunmaktadır. Bu da kendisine kötülük isabet ettiği takdirde alabildiğine ta­hammülsüzlük izhar eden, hayıra nail olduğu takdirde o hususta cimrilik gös­terip insanlara onu vermeyen kimse demektir.

Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: Kula verilen en kötü şey hâli’ (başkasına vermeyi alıkoyan) bir cimrilik ile kalbi yerinden ayıran bir korkaklıktır.”[12]

Araplar, oldukça hızlı ve çabuk yürüyen dişi deveyi anlatmak üzere: derler. Şair de şöyle demektedir:

“Koşarken bacakları birbirine çarpan (devekuşuna benzeyen benim dişi devem), hızlıca koşan bir devedir. Onu arkana alman bir tehlikedir, Ona doğru gittin mi pek hızlıdır.”

“Feryadı basan” ile “infiale etmeyen1 vasıfları “helû”‘ lafzının sıfatlarıdır. Ancak bu duaırnda bu ikisinin de: Zaman” lafzından önce takdim edil­melerine niyet etmek gerekir. Bunların mukadder:…dır”in haberi ol­dukları da söylenmiştir. [13]

  1. Ancak namaz kılanlar müstesna.
  2. Onlar ki namazlarına devam ederler.
  3. Onlar ki mallarında bilinen bir hak vardır:
  4. Dilenene ve yoksula.
  5. Onlar ki hesab gününü tasdik ederler,
  6. Ve onlar ki Rabblerînin azabından korkarlar;
  7. Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz.
  8. Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar.
  9. Eşlerine yahut sağ ellerinin sahib olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar.
  10. Ama kim bundan ötesini isterse; işte bunlar sınırı aşanlardır.
  11. Onlar ki emanetlerine ve ahidlerine uyarlar.
  12. Onlar ki şehâdetlerini dosdoğru yerine getirirler.
  13. Onlar ki namazlarını gereği gibi kılarlar.
  14. İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.

“Ancak namaz kılanlar müstesna” buyruğu daha önce sözkonusu edi­len buyrukların kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. Buna göre (da­ha önce geçen) “insan” cins isimdir. Buna hemen akabinde gelen istisna de­lil teşkil etmektedir. Yüce Allah’ın: “Gerçekten insan ziyandadır. İman. eden…ler müstesna” (el-Asr, 103/2-3) buyruğunda olduğu gibi.

en-Nehaî dedi ki: “Namaz kılanlar* ile kastedilen farz olan namazı edâ edenlerdir. İbn Mesud: Namazı vaktinde kılanlardır. Namazı terkeimek ise kü­fürdür.

Sözkonusu edilenlerin ashab-ı kiram olduğu söylendiği gibi, genel olarak bütün mü’minler olduğu da söylenmiştir. Onlar Rabblerine olan güven ve yakînleri sayesinde aşırı tahammülsüzlüklerin üstesinden gelirler.

“Onlar ki namazlarına” vakitlerinde kılmak suretiyle “devam ederler.” Ukbe b. Amir dedi ki: Bunlar namaz kıldıklarında sağa sola bakmazlar. Çünkü “devam eden” sakin ve hareketsiz duran demektir. Nitekim “dâim su­da işemek yasaklanmıştır” ifadesi, sakin ve durgun suda işemek yasaklanmış­tır, demektir.

İbn Cüreyc ve el-Hasen dedi ki: Sözkonusu edilenler çokça nafile namaz kılan kimselerdir.

“Onlar ki, mallarında bilinen bir hak vardır” buyruğu ile farz olan ze­kâtı kastetmektedir. Bu açıklamayı Katade ve îbn Sîrin yapmıştır.

Mücahid ise: Zekâtın dışında, diye açıklamıştır.

Ali b. Ebi Talha’nın İbn Abbas’tan; akrabalık bağını gözetmek ile çoluk ço­cuk ve kimsesizlere bakmak, onların yükümlülüklerini taşımaktır, diye açık­ladığını rivayet etmektedir.

Birinci açıklama daha doğrudur, çünkü burada “hak” “bilinen” olmakla nitelendirilmiştir. Zekâtın dışındaki miktar ise bilinen bir miktar değildir. Bu ihtiyaca göredir, az da olabilir, çok da olabilir,

“Dilenene ve yoksula” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden ez-Zâ-riyât Sûresi’nde (51/17-19. âyetler, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Onlar ki hesab gününü” amellerin karşılığının verileceği gün olan kıya­met gününü “tasdik ederler.” Buna dair açıklamalar da Fatiha Sûresi’nin tef­sirinde geçmiş bulunmaktadır.

“Ve onlar ki, Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü Rabblerinin azabından yana güven altında olunmaz.” İbn Abbas dedi ki: Bu şirk koşan­lar yahut O’nun peygamberlerini yalanlayan kimseler içindir.

Kimse ondan yana emin olmaz, aksine herkese düşen ondan korkmak ve ondan endişe içinde olmaktır, diye de açıklanmıştır.

“Onlar ki (başkalarına karşı) ırzlarını korurlar. Eşlerine yahut sağ el­lerinin sahip olduklarına (cariyelerine) karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar” buyruğuna dair açıklamalar; “Mü’minler gerçekten felah bul­muşlardır” daha önce (el-Mu’minun, 25/5-1. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bu1unmaktadır.

“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine uyarlar” buyruğu da yine (aynı sû­rede) geçmiş bulunmaktadır.

“Onlar ki şehadetlerini dosdoğru yerine getirirler.” Şahidlikieri ister ya­kın, ister uzak kimsenin aleyhine olsun, onlar hakimin önünde u şahitliği ge­reği gibi yerine getirirler, hiçbir şekilde unu gizlemezler, onda değişiklik yap­mazlar.

Şahitliğe ve onun hükümlerine dair açıklamalar daha önceden el-Baka-ra Sûresi’nde (2/283. âyet, 19. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas dedi ki: “Şehadetleri’nden kasıt, Allah’ın orlaksız olup bir ve tek olduğuna, Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik et­meleri demektir.

“Emânetlerine” anlamındaki buyruk “emaneüer” -anlamındaki lafız tekil olarak: diye okunmuştur. Bu İbn Kesir ve İbn Muhaysın’ın kıraati­dir, O halde burada “emanet1′ cins bir isimdir. Bunun kapsamına dinin ema­netleri de girer. Çünkü teşrîî hükümler, yüce Allah’ın kullarına emanet etti­ği emanetlerdir. Yine bunun kapsamına insanların emanet ettiği şeyler de gi­rer. Bütün bunlara dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi’nde (4/59. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Abbas ed-Dûrî, Ebû Amr’dan ve Yakub “şehadetlerini” anlamındaki buyruğu, “şehadetler” -anlamındaki lafzı çoğul olarak diye okumuş­lardır. Diğerleri ise (aynı kelimeyi) tekil olarak; diye okumuşlar­dır, Çünkü bu haliyle de çoğul anlamını verebilmektedir. Mastar, çoğula izafe edildiği taktirde tekil olarak kullanılabilir Şanı yüce Allah’ın: Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir” (Luk-man, 31/19) buyruğunda olduğu gibi.

el-Ferrâ dedi ki: Bu buyruğun: Onlar şehadetlerini” şeklinde (şe-hâdet lafzının) tekil olduğuna, yüce Allah’ın; Şahitliği Allah için dosdoğru yapın” (et-Talak, 65/2) buyruğu delil teşkil etmektedir.

“Onlar ki namazlarım gereği gibi kılarlar.” Katade dedi ki: Abdestini, rükû’unu ve sücudunu gereğince yerine getirirler. İbn Cüreyc: Maksat nafi­le namazdır, diye açıklamıştır. Bu husus ta el-Mü’minûn Sûresi’nde (23/1-11-âyetler, 8-9- başlıklarda) geçmiş bulunmaktadır.

(23. âyet-i kerimede geçen): “Devam etmek” gereği gibi kılmaktan fark­lıdır. Onların namazlarına devam etmeleri demek, herhangi bir ihlâlde bu­lunmaksızın, herhangi bir işle uğraşarak onu ihmal etmeleri sözkonusu ol­maksızın, onu eda etmeye dikkat etmeleridir. “Gereği gibi kılmak (namazı muhafaza etmek)” ise namaz için alınan abdestin, abdest azalarını tamamen kapatmış olmasına, vakitlerinde namazları kılmaya, rükünlerini eksiksiz ye­rine getirip sünen ve adapları itibariyle onu eksiksiz kılmaya dikkat etmele­ri, günah olan işlere yaklaşmak suretiyle sevabının boşa çıkmamasına riayet etmeleri demektir.

O halde devamlılık, bizatihi namazların kendisine, namazları gereği gibi kilniak (muhafaza) ise, namazın hallerine ait bir nitelemedir.

“İşte bunlar cennetlerde ağırlanırlar.” Allah bu gibi kimseiere oralarda türlü türlü lütuf ve ihsanlarla onlara ikramda bulunacaktır. [14]

  1. Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar?
  2. Sağdan ve soldan bölük bölük (etrafını) sarıyorlar?
  3. Acaba onların herbiri Naîm cennetine konulmayı mı ümit eder?
  4. Hayır, gerçekten Bizler onları bildikleri o şeyden yarattık.

“Bu kâfirlere ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyorlar?”

el-Ahfeş buradaki; “. Hızlıca” lafzını süratlice” diye açıklamıştır. (Şair) dedi ki:

“Mekke’de oranın ahalisi vardır ve ben görüyorum ki onlar ona doğru Söylediklerini dinlemek üzere hızlıca gidiyorlar.”

Buyruğun anlamı şudur: Onlara ne oluyor ki sana doğru hızlıca geliyor­lar, etrafında oturuyorlar, fakat kendilerine verdiğin emirler gereğince amel etmiyorlar?

Onlara ne oluyor da, seni yalanlamakta ellerini çabucak tutuyorlar? anla­mında olduğu söylendiği gibi, bu kâfirlere ne oluyor da seni aysplamak, seninle alay etmek için senin .söylediklerini dinlemek üzere hızlıca geliyorlar? anlamında olduğu da söylenmiştir.

Atiyye dedi ki; “Hızlıca geliyorlar” (anlamı verilen lafız) yüz çeviriyor­lar, demektir. d-Kelbî: Sana hayretle bakıyorlar, demek olduğunu söylemiş­tir. Katade: Sana (dinlemek) kastıyla geliyorlar, diye açıklamıştır.

Anlamlar birbirlerine yakındır. Yani onlara ne oluyor da boyunlarını uza­tarak ve sana sürekli bakarak sana doğru hızlıca geliyorlar”

Böyle bir bakış, düşmanların bakışıdır,

Buyruk hal olarak nasbedilmiştir. Alay eden, Peygamber (sav)’ın huzuru­na gelmekle birlikte, iman etmeyen bir takını münafıklar hakkında inmiştir.

Sana doğru” sana yakın, senin bulunduğun tarafa doğru anlamın­dadır.

“Sağdan ve soldan bölük bölük sarıyorlar.” Peygamber (sav)’ın sağın­dan, solundan halka halka topluluklar hafinde (etrafını sarıyorlar) demektir,

Bölük bölük” ise dağınık topluluklar anlamındadır. Bu açıklama­yı Ebu Ubeyde yapmıştır.

Peygamber (sav)’ın, bir gün ashabının yanına gelerek onları halkalar ha­linde görüp onlara hitaben, söylediği şu sözlerde bu anlamda kullanılmıştır ben sizleri dağınık cema Ne diye ben sizleri dağınık cema­atler halinde görüyorum? Niçin meleklerin Rabbleri huzurunda saf tuttukla­rı gibi siz de saf tutmuyorsunuz?” Ashab: Melekler Rabbleri huzurunda na­sıl saf tutarlar, diye sorunca, şöyle buyurdu: “İlk safları tamamlarlar ve saf­ta sıkı sıkı dururlar.”[15] Bu hadîsi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. Şair de şöyle demekledir:

“Gece karanlık basmışken onun yanında görürsün bizi, Kapıları etrafında dağınık halkalar olmuşuz.”

er-Râî şöyle dernektedir:

“Ey Rahmân’m halifesi! Şüphesiz ki aşiretimin İleri gelenleri sana doğru dağınık halde geliyorlar.”

Bir diğeri şöyle demekledir;

“Sanki o başlar çıkardıklar: seslerden ötürü. Bölük bölük ve dağınık bir şekilde konan yabani kuşlar gibidir.”

Bir başkası şöyle demektedir:

“O kadınlar Udâh denilen tepeye vardıklarında, Oranın çakıl taşlarını dağıtarak bölük bölük etrafa ittiler, uzaklaştırdılar.”

el-Kümeyt de şöyle demektedir:

“Ve biz taşan bir nehiriz, öyle ki, Taşan bir nehirin bölüklerini parça parça etmişiz.”

Antere de şöyle demektedir:

“Ve nice dengim var ki, ben onun üzerinde Yakın kimseler için (görsünler diye yerde bıraktım)- (üzerine konan)

kuşlar bölük bölük birlikler gibi.”

Bölük bölük” lafzının tekili: şeklinde gelir. Bunun “vav” ve “nun” (cem-i müzekker-i salim) şeklinde çoğul yapılmasının sebebi, kendi­sinden hazfedilen harfin yerine geçmesi içindir. Çünkü bunun aslı: şek­lindedir. Tıpkı “sene” lafzının aslını diye kabul edenlere göre, illetli har­fi dolayısıyla uğradığı değişiklik gibi, bu kelime de değişikliğe uğramıştır.

Asimin; şeklinde olup, bunun “bir şeyi başkasına izafe etmek” an­lamında kullanılan: Onu başkasına izafe etti, eder” fiilinden gel­diği de söylenmiştir. Buna göre bölüklerin, toplulukların herbirisi diğerine izafe edilmiş olarak… demektir ve bundan hazfedilen harf de “vav’: olmak­ladır.

es-Sıhah’ta da şöyle denilmektedir: İnsanlardan oluşan bir fırka ve bir kesim” demektir. (Sondaki) “he (yuvarlak te)” “ye” harfinden bedeldir. Ço­ğulu ise “fial” vezninde; diye gelir, ile; C’ayn” harfi ötreli ola­rak: diye de gelir. Ancak Araplar bunun çoğulunu; diye Birlikler, bölükler” dedikleri gibi- demezler.

ei-Asmaî dedi ki: “Evde çeşit çeşit insanlar vardır’1 anlamında: denilir.

Sağdan ve soldan” lafzı; Hızlıca geliyorlar” lafzına taalluk etmektedir. Bununla birlikte; Bölük bölük” lafzına Ben bunu Zeyd’den aldım (öğrendim)” tabirinde olduğu gibi taalluk etmesi de mümkündür.

“Acaba onların herbiri Naîm cennetine koyulmayı mı ümit eder?” buyruğu hakkında müfessiıler şöyle demektedir: Müşrikler Peygamber (sav) etrafında toplanıyorlar, onun sözünü dinliyorlar fakat hem onu yalanlıyor­lar, hem ona yalan söylüyorlardı. Ashabı ile alay ediyorlar ve: Andolsun bun­lar cennete girecek olurlarsa, şüphesiz ki biz onlardan önce gireceğiz ve an­dolsun kî bunlara eğer cennetten bir şeyler verilecek olursa, muhakkak bizlere ondan fazlası verilecektir, diyorlardı. Bunun üzerine: “Acaba… ümit eder” âyeti nazil oldu. Alay eden bu kimselerin beş kişi oldukları da söylen­miştir.

el-Hasen, Talha b. Musarrif ve el-A’rec; “koyulmayı” anlamındaki lafzı “ye” harfini üstün, “hı” harfini ölreli olarak malum bir fiil şeklinde; Girmeyi” di ve okumuşlardır. Bu okuyuşu el-Mufaddal da Âsım’dan rivayet etmiştir. Diğerierİ ise meçhul bir fiil olarak: Koyulmayı” şeklinde okumuşlardır.

“Hayır!” Onlar oraya giremeyeceklerdir, diye buyurduktan sonra, yeni bir cümle ile: “Gerçekten Bîz onları bildikleri o şeyden yarattık” diye buyur­maktadır. Yani onlar önce bir nutfeden, sonra bir alakadan, sonra bir çiğnem­lik etten -diğer hemcinslerinin yaratıldığı gibi yaratılmış olduklarını biliyor­lar. Dolayısıyla onların kendisi sebebiyle cenneti kaçınılmaz olarak haketmelerini gerektiren bir üstünlükleri yoktur. Cennete girmeyi gerektiren iman, sa-lih amel ve yüce Allah’ın rahmetidir,

Şöyle de denilmiştir: Bu müşrikler nıüslümanlann fakirleri ile alay ediyor ve onlara büyüklük taslıyorlardı. İşle yüce Allah, bunun üzerine şöylu buyur­maktadır: “Gerçekten Biz onları bildikleri o şeyden” o pis maddeden “ya­rattık.” Dolayısıyla böyle bir büyüklenmek onlara yakışmaz.

Kata de de âyet-i kerime hakkında şöyle demektedir: Ey Âdem oğlu! Sen ancak bir pislikten yaratılmış bulunuyorsun. O halde Allah’tan kork!

Rivayet olunduğuna göre Mutarrif b. Abdullah b. es-Şıhhîr, el-Mühelleb b. Ebi Sufra’nm ipekli bir elbise içerisinde böbürlenerek gittiğini görünce ona: Ey Allah’ın kulu! Allah’ın nefret ettiği bu yürüyüş de ne oluyor? demiş. Mü-helleb ona; Beni tanıyor musun? diye sormuş, o da: Evet diye cevap vermiş. Senin ilk başlangıcın bozuk bir nutfedir, sonun ise pis bir leş olacaktır ve sen bu iki merhale arasında da pislik taşımaktasın. Mühelleb o yürüyüşünden vaz­geçerek yoluna devam etti. Bu sözleri Mahmud el-Verrak nazım halinde şöy­lece ifade etmektedir:

“Hayret ederim suretini beğenen kimseye, Halbuki o ta başında bozuk bir nutfe idi. Yarın ise şimdi bu sureti güzel iken Mezarda pis bir leş olu ver e çektir. O, bu şaşkınlık ve bu böbürlenmesine rağmen Yine de elbiseleri arasında pislik taşımaktadır.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Âdemoğlunda başının dışında bir üstünlük var mıdır? Böyleyken onda dahi beş türlü pislik vardır: Akan bir burun ve kötü kakan bir kulak Çapaklanmış bir göz ve susamış bir ağız. Ey toprağın oğlu ve yann toprağın yiyeceği varlık, Kendine gel! Çünkü sen yenilecek ve içilecek (bir varhklsın,”

Buyruğun … bildikleri şey için (onları yarattık); anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Bu İse emir, nehy, mükâfat ve cezadır. Şairin -ki o el A’şâ’dır- şu beyi tinde olduğu gibi:

“Sen Leyla’nın ailesinden ötürü erken ve çabucak mı geldin? Halbuki o, sevgi duyaa «şıkı ziyaret etmeyip ondan uzak duruyor.”

Görüldüğü gibi burada Leyla’nın ailesinden dolayı.., elemek istemiştir. [16]

  1. Hayır! Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, mutla­ka Biz güç yetirenleriz,
  2. Onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye. Ve Biz önüne geçilecekler değiliz.

“Hayır… yemin ederim ki” buyruğundaki: “: Hayır” lafzı sıladır (zâ-iddir).

“Doğuların ve batıların Rabbine…” maksat, güneşin doğduğu ve battı­ğı yerlerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden (es-Sâffât, 37/5. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır,

Ebu Hayve, İbn Muhaysın ve Humeyd tekil olarak: Doğunun ve batının Rabbine” diye okumuşlardır.

“Mutlaka Biz güç yetirenleriz; Onların yerine onlardan hayırlı olanla­rı getirmeye” buyruğu şu demektir: Biz onları helak edip yok etmeye; fazi­let, itaat ve mallan itibariyle onlardan daha hayırlılarım getirmeye güç yeti­renleriz.

“Ve Biz Önüne geçilecekler değiliz.” Hiçbir jey Bizi geride bırakamaz ve istediğimiz bir işi yapmaktan hiçbir şey Bizi âciz bırakamaz. [17]

  1. Artık kendilerine vaadolunan günleri ile karşılaşıncaya kadar bırak onları! Dalsınlar, oyalansınlar.

Yani bırak onları batıllarında dalıp dursunlar, dünyalarında oyalansınlar. -Bu, tehdit mahiyetindedir. Sen ise ne ile emrolundunsa onunla uğraş, on-îarın şirkleri gözünde büyümesin. Çünkü bunlar itjin tehdit olundukları şey­le- karşılaşacakları belli bir gün vardır.

İbn Muhaysın, Mücahid ve Humeyd; “karşılaşıncaya kadar” anlamında­ki lafzı, şeklinde (“ye” harfi ötreli değil de üstün, “lam” harfinden son­ra da “elif’siz olarak) okumuşlardır.

Bu âyet-i kerime (cihadı emreden) kılıç âyeti ile nesholmustur. [18]

  1. O gün, onlar sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar.

“O gün” buyruğu bundan önce geçen “günleri” (42. âyet) lafzından bedeldir. “Çdtarlar” anlamındaki buyruk genellikle “ye” harfi üstün, “re” har­fi ötreli olarak ve malum bir fiil diye okunmuştur. Ancak es-Sülemî, el-Mu-ğire ve Âsım’dan el-A’şâ “ye” harfini ötreli, “re” harfini üstün meçhul bir fi­il olarak; “(üjj^’): Çıkarılırlar” diye okumuşjardır.

“Kabirler” demektir. Bunun tekili ‘dir. Daha önce Yâsîn Sûresi’nde (3/51- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Hızlıca” yani onlar son Sayha’yi işitecekleri vakit, davetçiye icabet etmek üzere “hızlıca” koşarlar. Buyruk hal olarak nasbedilmiştir.

“Sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi” buyruğundaki; Dikilmiş putlar” lafzı genel olarak “nunv: harfi üstün ve “sad” har­fi cezm (sükûn) ile okunmuştur. Ancak İbn Âmir ve Hafs “nun” ve “sad” harf­lerini ötreli okumuşlardır.

Amr b. Meymun, Ebu Recâ ve başkaları ise “nun” harfini Ötreli, “sad” har­fini sakin okumuşlardır; ile şekilleri, tıpkı -zayıflık anlamın­daki lafzın şeklinde kullanıldığı gibi; diye de kullanılması­na benzemektedir.

el-Cevherî dedi ki: ” Dikilmiş put, dikilip de Allah’tan başka ken­disine ibadet olunan” demektir. “Nün” harfi ötreli olarak söylenişi de böy­ledir. Bazen (sâd harfi) ha re kele ne bilir de. el-A’şâ da şöyle demektedir:

“Ve sen bitkin düşmüş musibet sahibi kimseden de uzak dur, sakın afiyet sebebiyle ibadet etmeyesin ona, Yalnıapa Rabbin olan Allah’a ibadet etmelisin.”

Şair burada: “İbadet etmelisin” demek istemiş (şiir dolayısı ile) “elif” ile vakıf yapmıştır. Tıpkı “Zeyd’i gürdüm” derken: diyerek (tenvini okumayarak elifi med ile okumak) gibi. ‘Dikili puüar’ anlamında­ki lafzın çoğulu diye gelir.

Şairin: sözü, “sakın, bela ve musibet sahibi kimseden” an­lamındadır. Çünkü ” Kötülük ve bela’ demektir. Nitekim yüce Allah’ın: Şeytan bana yorgunluk ve azabla dokundu” (Sad, 38/41) buyruğunda da bu anlamdadır.

el-Ahfeş ve el-Fenâ şöyle demişlerdir: Dikili putlar”‘in ço­ğuludur. “Rehin” kelimesinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. Dikili putlar” ise ‘in çoğuludur. O halde bu, çoğulun çoğu­lu (cemu’l-cem)dtr.

ile ‘in aynı şey (sadece çoğul ve dikili putlar anlamında) olduğu söylendiği gibi; bunun ‘in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu ise üzerinde hayvanın boğazlandığı taş ya da put demektir. Yüce Allah’ın: Dikili taşlar üzerinde boğazlanankır…” (el-Mâide, 5/3) buy­ruğunda da bu anlamda kullanılmıştır.

ile şekillerinin aym anlamda olduğu da söylenmiştir. Tıp­kı denildiği gibi. Bunu da en-Nrehhâs zikretmektedir.

İbn Abbas dedi ki: Bir gayeye doğru” demektir. Bu da yenin gözünü kendisine doğru diktiğin şeydir. el-Kelbî: Bayrak yahutta sancak gi­bi dikilmiş bir şeye… diye açıklamıştır.

el-Hasen dedi ki: Güneş doğduğu vakit Allah’tan başka tapındıkları diki­li putlarına önlerindeki, arkalarındakine dönüp bakmaksızın alelacele gidi­yorlardı.

Hızlıca çıkarlar” hızlıca giderler, demektir. Hızlıca gitmek” anlamındadır. Şair şöyle demiştir:

“Zübyanlıların atlıları demirin (zırhın) altında Abkar*dan hızlıca gelen cinler gibidir.” Abkar: Arapların iddia ettiklerine göre tinlere ait bir yerin adıdır. Şair Le-bid de şöyle demiştir:

“Abkar cinleri gibi genç ve olgun yaşlılar.”

el-Leys dedi ki: Develer hızlıca gitti, gider” denilir. Mas­tarı şeklindedir. Develeri sahipleri hızlıca sürdü” anla­mındadır. Buna göre: Hızlıca sürmek” şekli geçişlidir” ancak âyet-i kerimedeki şekli geçişsizdir. Hızlıca koştu, gitti’1 anlamındadır. [19]

  1. Gözleri hotlulda aşağıda, kendilerini de bir zillet sarmış olacak­tır. İşte bu, onlara vaadedilen gündür.

Allah’ın azabını bekledikleri için “gözleri horiukla aşağıda” zilletle bo­yun eğmiş olarak, onları yukarıya kaldırmaksızın “kendilerini de bir zillet sarmış” hakirlik onları bürümüş “olacaktır.” Katade dedi ki: Bu, yüzlerin ka­ralığıdır.

“Örtüp bürümek” demektir. İhtüâm olmak (ergenlik) yaşına yak­laşmış olan çucuğa Murahik çocuk” denilmesi de buradan gel­mektedir, Onu örttü bürüdü, örter bürür, örtüp bürümek” de­mektir. Yüce Allah’ın: Yüzlerine ne bir toz bulaşır, ne de horluk kaplar” (Yunus, 10/26) buyruğunda da bu anlamdadır.

“İşte bu onlara” dünyada iken kendileri için azab ile karşılaşacakları teh­dit olundukları “vaadedilegelen gündür.”

Yüce Allah’ın, bu buyrukta haberi mazi kipi ile zikretmiş olması, Al­lah’ın vaadeltiği şeyin kaçınılmaz olarak mutlaka gerçekleşeceğinden dola­yıdır,

Meâric Sûresi burada sona ermektedir. (Allah’a hamd olsun)

Kuran

Mearic Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.