Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

69 – Hakka Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Bütün müfessirİerin görüşüne göre Mekke’de inmiştir. Ellibir (elliiki) âyettir.

69 – Hakka Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Hakka Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

Ebu’z-Zâhiriyye, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki: “Her kim el-Hâkka Sûresi’nden onbir âyet-i keri­me okuyacak olursa, Deccal’in fitnesinden korunur. Her kim sûreyi tamamen okuyacak olursa, kıyamet gününde onun için tepesinden tırnağına kadar bir nur olur.”[1]

  1. Gerçekleşmesi muhakkak olan;
  2. Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?
  3. Ve o gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne bildir­di?

“Gerçekleşmesi muhakkak olan; nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?” buyruğu ile Kıyamet gününü kastetmektedir. Ona bu ismin (el-Hâk-ka adının) veriliş sebebi, bütün işlerin o günde tükettiklerini alacaklarından dolayıdır. Bu açıklamayı Taberî yapmıştır. Sanki o (bu açıklamayı yaparken bu ismin verilişini): “Uyku ile geçirilen gece” tabiri kabilinden de-ğerlendirrpiş gibidir.

Bir başka görüşe göre bu güne “hakka” adının veriliş sebebi, şüphesiz ola­rak gerçekleşeceğinden dolayıdır. Ona, birtakım kimselere cenneti, birtakım kimselere de cehennemi hak olarak verip gösterdiğinden dolayı bu ismin ve­rildiği de söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre bu ismin veriliş sebebi, heı-bir insanın amelinin karşılığını hakkıyla ve layıkıyla görecek durumda ola­cağından dolayıdır.

el-Ezherî dedi ki: “Ben onunla yanşa girdim, onu yarış­ta geçtim, geçiyorum” denilir. Buna göre kıyamete “hakka” deniliş sebebi, yü­ce Allah’ın dininde bâtıl ile mücadele eden herkese galip gelişinden dolayı­dır.

es-Sıkak’da şöyle denilmektedir: “Onunla davalaştı ve onlardan her-birisi hakkın kendi tarafında olduğunu ileri sürdü” demektir. Bu şekilde da-valaşan diğerini yenik düşürdüğü vakit: denilir. Küçük ve önemsiz şey­ler hakkında davalasan bir kimseye: “O, önemsiz işler hakkın­da dahi davalaşan birisidir” denilir. Yine:Onun bü husus­ta herhangi bir hakkı veya ileri süreceği bir davası da yoktur” denilir. “Davalaşmak” demektir. “Karşılıklı olarak dava gütmek” an­lamındadır. “Hakka, hakka ve hak” aynı anlamda üç ayrı söyleyiştir.

el-Kİsaî ve el-Müerrie “Hâkka”yı hak günüdür diye açıklamıştır. Araplar: “Haklı olduğumu öğrenince kaçtı” derler.

(Âyet-i kerimedeki) ilk “el-hâkka” mübteda olarak ref olunmuştur. Haber ise ikinci mübteda ve onun haberini teşkil eden: “Nedir o gerçek­leşmesi muhakkak olan?” buyruğudur. Çünkü bu; o nedir anlamındadır. La­fız istifham (soru) olmakla birlikte onun halini tazim ve tefhim anlamında­dır. Tıpkı Zeyd’in durumunu tazim etmek kasdıyla: “Zeyd, Zeyd dediğin nedir?” demeye benzer.

“Ve o gerçekleşmesi muhakkak olanın ne olduğunu sana ne bildirdi?”

buyruğu da bir istifhamdır. Yani o kıyamet gününün ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? Peygamber (sav) kıyameti(n hak olduğunu) biliyordu, fa­kat onu nitelikleriyle bilmiyordu, İşte onun durumunun önemini anlatmak üzere: Onun ne olduğunu sana ne bildirdi? diye buyuru 1 maktadır. Sanki; sen onu henüz daha görmediğin için onu bitmiyorsun, denilmiş gibidir.

Yahya b, Sellâm dedi ki: Bana ulaştığına göre Kur’ân-ı Kerim’de bulunan: “Sana ne bildirdi?” şeklinde geçen bütün hususları yüce Allah ona bildirmiş ve Öğretmiştir. Buna karşılık: “Sana ne bildiriyor?” diye yer alan bütün hususlar onun bilmediği şeyler arasındadır.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Yüce Allah’ın: “Sana ne bildirdi” dediği her-bir hususa»dair ona haber verilmiştir. Hakkında “sana ne bildiriyor” denilen herhangi bir husus hakkında ona haber verilmemiştir.[2]

  1. Semüd ve Âd, kalpleri dehşetle ürperteni (Karia’yı) yalanladılar.

Bu buyrukla kıyamet gününü yalanlayanları sözkonusu etmektedir. “Kalp­leri dehşetle ürperten (el-Kâria)”; kıyamet günü demektir. Ona bu İsinin ve­riliş sebebi dehşetli halleriyle insanları musibetle ürperttiğinden dolayıdır.

“Onlara zamanın kariaları (yani dehşetli ve zorlu halle­ri) isabet etti” denilir. Yine “Filanın kan­alarından (onun sebep olacağı musibetlerden) dilinin ısırıcı ve eziyet verici sözlerinden Allah’a sığınırız” denilir.

“Kur’ân’m kanaları” ise insanın cinlerden ya da insanlardan korkması ha­linde okuduğu âyet-i kerimelere denilir. Âyete’l-Kiirsi gibi. Sanki bu âyet şey­tanı korku ve dehşete düşürdüğünden dolayı bu isim verilmiş gibidir.

“Karia”nın bir kavmi yükseltip diğerlerini alçaltmak hakkında kullanılan “el-kur’a”dan alınmış olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı el-Müberred yap­mıştır. “Karia” iie dünya hayatında iken onların başına inen azabın kastedil­diği de söylenmiştir. Çünkü peygamberleri bunlarla onlan korkutuyor, on­lar da onu yalanlıyorlardı.

Semûd, Salih (a.s)ın kavmidir. Onların diyarları Şam ile Hicaz arasında el-Hicr denilen yerde idi. Muhammed b. İshak dedi ki: Burası Vadi’1-Kura di­ye bilinen yerdir. Bunlar Arap idiler. Âd ise Hud (a.s)’in kavmidir. Bunların yurdu da el-Ahkaf denilen yerde idi. el-Ahkaf ise Uman ile Hadramevt ara­sındaki kumluk yer ile Yemen’in tamamıdır. Bunlar da güçlü, kuvvetli bir ya­ratılışa sahip Arap bir kavim idiler. Bunları Muhammed b. İshak sözkonusu etmiştir. Daha önceden de (et-Araf, 7/65- âyet ve devamının tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [3]

  1. Semûd’a gelince, onlar aşırı şiddetli olan (bir ses) ile helak edil diler.

Bu buyrukta hazfedilmiş bir ifade vardır ki; “aşırı şiddetli ulan bir iş ile…” demektir. Katade; aşın şiddetli olan sayha (yani çığlık) ile helak edil­diler. “Aşırı şiddetli: Tâğİye”: Haddi aşan demek olup, dehşetinden dolayı çığlıkların sınırım aşan bir çığlık demektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­maktadır: “Hakikaten Biz üzerlerine bir tek çığlık gönderdik ve hayvan ağılına konulan Çerçöp gibi oldular.” (el-Kamer, 54/31) diye buyurmakta­dır. Tuğyan ise haddi aşmak demektir. Yüce Allah’ın: “Şüp­hesiz ki… su haddini aştığı sırada… Biz…” (el-Hâkka, 69/11) buyruğunda da bu kökten gelen fiil kullanılmıştır ki; bu da “haddi aştığı sırada” anlamın­dadır.

el-Kelbî dedi kî: “Tâğiye: aşırı şiddetliden kasıt, saika (yıldınırOdır, Mü-cahid günahlar, el-Hasen tuğyan (haddi aşmak) diye açıklamışlardır. Buna göre bu: “Yalan, akıbet, afiyet” gibi mastardır. Yani onlar tuğyanları (haddi aşıp, azgınlık etmeleri) ve kâfirlikleri sebebiyle helak edil­diler.

“Tâğiye”nin dişi deveyi boğazlayan kişi olduğu da söylenmiştir ki; bu açık­lamayı îbn Zeyd yapmıştır. Yani onların azgın olanları dişi deveyi boğazla­maya kalkışınca heiâk edildiler. Bu işi yapmaya kalkışan bir kişi idi. Fakat hepsinin helak olmaları onun yaptığı işe razı olmaları ve bu hususta ona des­tek vermeleri idi.

Böyle birisine “tâğiye” adının verilmesi ise “Filan kişi çokça şiir rivayet eden, çok büyük bir dahi, büyük bir alim, büyük bir neseb bilginidir” demeye benzer. [4]

  1. Âd’a gelince, onlar da ıslıklı ve azgın bir fırtına ile helak edildi­ler.
  2. O, rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat kıldı. O kavmi, o süre İçinde İçleri boşalmış hurma kütükleri imişler gi­bi yere yıkılmış görürdün.

“Âd’a gelince, onlar da ıslıklı… bir fırtına ile helak edildiler” kuyruğun­daki “sarsar; ıslıklı” (rüzgar)” ateşin yakması gibi, soğuğu yakıcı ve kavuru­cu olan soğuk rüzgar demektir. Bu da soğuk demek olan “es-sır”dan alınmış bîr tabirdir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. Sesi oldukça şiddetli demek­tir, diye de açıklanmıştır.

Mücahit! ise semûmu (deri gözeneklerinin İçerisine sıcağı İşleyen) şiddet­li rüzgar demektir, diye açıklamıştır.

“Azgın” yani bekçilerine karşı azgınlık edip, onlara itaat etmeyen, şiddet­lice esişinden dolayı bekçilerinin kendisine güç yetirenıediği fırtına demek olup, Allah’ın gazabı dolayısıyla o da gazablanmıştı. Âd kavmine karşı aza­rak onları kahretti(ği İçin böyle nitelendirilmiştir) diye de açıklanmıştır.

Süfyan es-Sevrî’nin rivayetine göre Musa b. el-Museyyeb, Şehr b. Ilav-şeb’den o İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; “Allah ne kadar bir rüzgar esintisi göndermişse mutlaka bir öl­çü ile göndermiştir. Ne kadar bir su damlası gönderdi ise mutlaka onu da bir ölçü ile göndermiştir. Bundan Âd’in helak günü İle Nuh kavminin helak gü­nü müstesnadır. Nuh kavminin helak edildiği gün su, bekçilere baş kaldır­dı, onların da ona karsı yapacak hiçbir şeyleri olmadı.” dedikten sonra yü­ce Allah’ın: “Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sizleri gemide Biz taşıdık” (el-Hakka, 69/11) buyruğunu okudu. (Devamla buyurdu ki): “Âd kavminin helak edildiği gün de rüzgar bekçilerine karşı itaatsizlik etti, onlar da ona kar­şı bir şey yapamadılar.” Daha sonra da: “Onlar da ıslıklı ve azgın bir fırtı­na ile helak edildiler” buyruğunu okudu.[5]

“O, rüzgarı onlara… musallat kıldı.” Onların üzerine saldı ve musallat kıl­dı, demektir. -Ayet-i kerime’de geçen-: “Teshir: Musallat kümak” bir şeyi ona güç ve kudret yetirecek şekilde kullanmak demektir.

“Yedi gece ve sekiz gün peşpeşe” ardı arkasına, dinmeden ve kesintisiz olarak; şeklindeki açıklama İbn Abbas, İbn Mesud ve başkalarından rivayet edilmiştir.

ei-Ferrâ dedi ki: “el-Husûm: Peşpeşe” ardı arkasına gelmek demektir. Bu da kişi dağlandığı vakit kullanılan: “İlacın sonunun getirilmesi, ke­silmesi” tabirinden alınmıştır, Çünkü bu durumda kişi dağlama âleti ile dağ­lanır, sonra peşi peşine bu iş ona uygulanır. Abdu’l-Aziz b. Zürare el-Kilâbî şöyle demiştir:

“Onların birlikteliklerini bir zaman ayırdı,

Bu süre içerisinde biri diğerinin peşinden gelen ardı arkasına yıllar vardı.”

el-Müberred dedi ki: Bu tabir bir şeyi kesip, başkasından ayırmayı anlat­mak üzere kullanılan: “O şeyi kesip ayırdım” tabirinden alınmış­tır. lafzının: “Kökten koparmak” anlamında geldiği de söylenmiştir. -Bu kökten olmak üzere- kılıca “hüsam” adının veriliş sebebi, düşmanın düş­manlığını ulaştırmak istediği noktaya götürmesini engelleyerek onu kes­mesi, durdurması dolayısıyladır. Şair de şöyle demiştir:

“Bir kılıç ki; onu destek yaparak ayağa kalkacak olursam, Ağaçları budamak için başlamam yeterlidir; fakat o, ağaç budama aracı (ya da budayıcı) değildir.”

Buyruk; bu rüzgarın onların kökünü kestiğini anlatmaktadır. Onları ke­sip biçti ve yok etti, demektir. O halde bu, yüce Allah’ın kökten imha eden azabı ile kesip bitiren bir rüzgar idi.

İbn Zeyd dedi ki: Bu rüzgar onların kökünü kesti, onlardan hiçbir kimseyi geri bırakmadı. Yine ondan gelen rivayete göre bu rüzgar bütün bu süre bo­yunca gece ve gündüzleri kesintisiz esti. Çünkü bu rüzgar birinci günün gü­neşin doğuşu ile başladı, son günün güneşinin batışı ile sona erdi, kesildi.

el-Leys: (Mealde; Peşpeşe, kesintisiz) “uğursuzluk” demektir demiştir. “Bunlar huşum geceleridir” yani hayrı o gecede bu­lunanlardan alıp kesen, uzaklaştıran geceler demektir. es-Sıhah’ûa da böy­le demiştir. İkrime ile er-Rabi’ b. Enes de: Uğursuz (gün ve gece)ler demek­tir, demişlerdir. Buna delil de yüce Allah’ın: “…uğursuzgünlerde…” (Fussi-let, 41/16) buyruğudur.

Atiyye el-Avfî dedi ki: “Feşpeşe” buyruğu oranın ahalisinden hayrı kesen, bitiren demektir.

Bugünlerin başlangıcı hakkında farklı görüşler vardır. Pazar sabah başla­dığı söylenmiştir. Bu es-Süddî’nin görüşüdür. Cuma sabahı başladığı da söylenmiştir. Bu da er-Rabî’ b. Enes’in görüşüdür. Çarşamba sabahı başladı­ğı da söylçnmiş olup bu da Yahya b. Sellam ile Vehb b. Münebbih’in görü­şüdür. Vehb dedi ki: Bugünler Arapların acûz (koca karı soğukları) günleri adını verdiği günlerdir. Bugünlerde çok şiddetli soğuk ve rüzgar olur, Bun­ların İlki çarşamba, sonuncusu da yine çarşamba günü idi.

Acuze (koca karı)ya nisbet edilmelerinin sebebi, Âd kavminden bir ko­ca karının bir seraba girmesi üzerine rüzgarın da onun peşinden giderek se­kizinci günde onu öldürmüş olmasıdır. Bir başka görüşe göre bu günlere “acûz günleri” denilişinin sebebi kışın aczinde (sonunda) meydana gelme­leridir. Bu ise hristiyanların aylarından (miladi aylardan) mart ayındadır. Bun­ların ünlü isimleri vardır. Şair İbn Ahmer bugünler hakkında şöyle demektedir:

“Kış mevsimi, acuzemizin bir aydaki yedi gün ile alabildiğine acı kılındı,

Bugünleri olan: Sin, Sanabbar ve Vabr

Âmir ile onun kardeşi Mu’temir, bir de Muallil ile Mutfiul-Cemr

Günleri geçip gitti mi?

İşte o vakit kış da alelacele geçip gider ve

Sana sıcağın ateşini veren bir ateş yakıcı gelir.”

Peşpeşe” lafzı hal olarak nasbedilmiştir. Mastar (meful-i mutlak) olarak nasbedildiği de söylenmiştir.

ez-Zeccâc dedi ki: “Peşpeşe onların kökünü keserek” di­ye açıklamıştır ki; onları yok ederek demek olur. Buna göre bu, tekid edici mastardır.

Mefulun leh olması da mümkündür. Yani onları kökten imha etmek, on­ların kökünü koparmak ve kökten yok etmek için bir süre boyunca bu rüz­garı onlara musahhar kıldı.

Bu kelimenin: “Kökten yok eden” kelimesinin çoğulu olması da mümkündür.

es-Süddî bu lafzı ha harfini üstün olarak; diye “rüzgar”dan hal ola­rak okumuştur. Yüce Allah bu rüzgarı unlara kökten imha edici olarak mu-sahhar kıldı, demektir.

“O kavini o süre içerisinde” yani bu geceler ve gündüzler içerisinde “iç­leri boşalmış” Ebu’t-Tufeyl’in dediğine göre çürüyüp gitmiş “hurma kütük­leri İmişler gibi yere yıkılmış” ölmüş “görürdün.”

“Yere yıkılmış(lar)” lafzı; in çoğuludur.

” O süre içinde” buyruğunun, o rüzgar sebebiyle; anlamında oldu­ğu da söylenmiştir.

“İçleri boşalmış” buyruğunun, içinde hiçbir şey olmayan, içi bomboş (me­alde olduğu gibi) anlamında olduğu da söylenmiştir.

Hurma ağacı”[6] lafzı hem müzekker, hem müennes olarak kul­lanılabilir.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde:Sanki onlar kö­künden kopmuş hurma kütükleri idiler” (el-Kamer, 54/20) diye buyurmak­tadır.

Burada helak edilen kavmin, kökünden yere yıkılmış hurma ağaçlarına benzetilmiş olma ihtimali de vardır. O vakit bu, onların beden ve cüsseleri-nin iri yarı olduğunu haber veren bir tabir olur.

Bununla kütüklerin değil de gövdelerin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Yani rüzgar onları öyle bir biçti ki; onlar adeta gövdeleri bomboş hur­ma ağaçları gibi oldular. Yani rüzgar onların karın boşluklarına giriyor, on­ları tıpkı gövdesi boşalmış hurma ağacı gibi yere yıkıyordu.

İbn Şecere dedi ki: Rüzgar ağızlarından giriyor, içlerinde bulunan ne var­sa dübürlerinden dışarı çıkartıyordu. O bakımdan onlar içleri boşalmış hur­ma ağaçları gibi olu verdiler.

Yahya b. Sellâm dedi ki: Yüce Allah’ın: “İçleri boşalmış” diye buyurma­sının sebebi, bedenlerinin tıpkı içi boşalmış hurma ağacı gibi ruhlarından bo­şalmış (ruhlarının bedenlerinden çıkmış) olmasıdır.

Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Onlar sanki kökünden yerden kesilmiş ve içleri boşalmış hurma ağacı kütükleri gibi idiler. Nitekim yüce Al­lah: “İşte… onların bomboş ve harap olmuş evleri” (en-Neml, 27/52) yani için­de kalan hiçbir kimsenin bulunmadığı harabeye dönmüş evleri demektir,

“İçleri boşalmış” buyruğunun daha önceden belirttiğimiz gibi; çürümüş anlamında olma ihtimali de vardır. Çünkü çürüdüğü takdirde zaten içleri de boşalmış ojur. Böylelikle onların helak edildikten sonraki halleri, içleri bo­şalmış hurma ağacına benzetilmiş olmaktadır. [7]

  1. Şimdi onlardan geriye kalanı görüyor musun?

Onlardan geriye kalan bir fırka ya da bir kişi görüyor musun? Herhangi bir kalıntı diye açıklandığı gibi; herhangi bir kalıcılık diye de açıklanmıştır. Bu durumda: “Geriye kalan” buyruğu mastar anlamında “fail” veznin­de bir lafız olup -bu yönüyle- “akıbet ve âfiyef’e benzemektedir. îstm olma­sı da mümkündür. Yani sen onlardan kalan bir kimse görüyor musun?

İbn Cüreyc dedi ki: Onlar yedi gece ve sekiz gündüz boyunca Allah’ın gön­derdiği rüzgar azabı içerisinde hayatta idiler. Sekizinci gün akşamla birlik­te hepsi öldüler, rüzgar onları kaldırıp denize attı, İşte yüce Allah’ın: “Şim­di onlardan geriye kalanı görüyor musun?” buyruğu ile; “onların mesken­lerinden başka bir şey görülmez oluverdi” (el-Ahkaf, 46/25) buyruğu bunu anlatmaktadır. [8]

  1. Firavun da, ondan sonrakiler de, altı üstüne gelen kasabalar hal­kı da hep hata İşlediler.

“Firavun da, ondan öncekiler de… işlediler7” buyruğundaki “ondan öncekiler de” anlamındaki buyruğu Ebu Amr ve el-Kisâî “kaf’ harfini kes-reli, “be” harfini üstün olarak; diye okumuşlardır ki; onunla birlik­te olanlar ve askerlerinden ona uyanlar, anlamındadır. Ebu Ubeyd ve Ebu Ha­tim, Abdullah b. Ubeyy’in: “(»Uiijij): Ve onunla beraber olanlar” kıraatini gözönünde bulundurarak bu okuyuşu tercih etmişlerdir.

Ebu Musa el-Eş’ari ise; “Ve onun karşısında (hizasında) bulunanlar” diye okumuştur.

Diğerleri ise “kaP harfini üstün, “be” harfini sakin olarak: “Ondan öncekiler” diye okumuşlardır. Yani ondan Önce geçmiş nesiller ve ümmet­ler de ,., demektir.

“Altı üstüne gelen kasabalar” Lût kavminin kasabaları demek­tir. Genel alarak (“kaf” harfinden sonra) “eliP ile okunmuştur. el-Hasen ve el-Cahderî ise tekti olarak: “Altı üstüne gelen kasaba” diye okumuş­lardır. Katade dedi ki: Lut kavminin kasabalarına “mu’tefikât” adının veriliş sebebi, içindekilerle birlikte altüst olmalarından dolayıdır. Taberi, Muham-med b. Ka’b el-Kurazî’den şöyle dediğini zikretmektedir: Bunlar beş kasaba idi. Sa’be, Sa’re, Amra, Duma ve Sedûm idiler. Bunlar en büyük kasabalar­dı.

“Hep hata işlediler.” Hep hatalı işler yaptılar. Bu “hata” masiyet ve kü­fürdür, Mücahid dedi ki: Onların işledikleri günahları kastetmektedir. el-Ciir-cânî dedi ki: Pek büyük günahı işlediler, demektir. Buna göre; “C aUiJi): Ha­ta” lafzı mastardır. [9]

  1. Böylelikle Rabblerinin rasûl(ler)ine isyan ettiler. Bundan ötürü O da kendilerini oldukça şiddetli bir yakalayışla yakalayıverdi.

“Böylelikle Rabblerinin tasûl(ler)üıe isyan ettiler” buyruğu hakkında el-Kelbî dedi ki: Rasûlden kasıt Musa’dır. Maksadın Lût (a.s) olduğu da söy­lenmiştir. Çünkü o Czikrediliş itibariyle) daha yakındır. Musa ve Lût -ikisine de selâm olsun-‘ın kastedildiği de söylenmiştir.

Yüce Allah’ın: “İkiniz… gerçekten Biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz, deyiniz” (eş-Şuarâ, 26/6) diye buyurduğu gibi.

Buradaki “rasûl’ün risalet anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü ha­zan “risalef’den rasûl diye de sözedilebilir. Şair şöyle demiştir:

“Yalan söylemiştir benden laf getirdiğini söyleyenler, onların yanında açmadım ben Hiçbir sırrımı ve onları bir rasûl ile (onlarla bir mesaj) göndermedim.”

“Bundan ötürü o da kendilerini oldukça şiddetli” daha önceki yakala-yışlara ve ümmetlerin azab ile almışlarına göre daha yüksek ve daha fazla “bir yakalayışla yakalay iverdi.”

“Oldukça şiddetli” ile aynı kökten gelen; ise “akın ve gümüş karşılığında verdiğinden daha fa2İa bir şeyler almak” hakkında kullanılır. Me­sela: “O §eY arttı ve ^at kat çoğaldı, artar, çoğalır’7 denilir. Mü-cahid: Çok şiddetli diye açıklamıştır. Sanki şiddeti oldukça fazla (bir azab)ı kastetmiş gibidir. [10]

  1. Şüphesiz ki su haddini aştığı sırada sîzleri gemide Biz taşıdık.
  2. Onu sizin için bir ibret kılalım ve onu belleyen bir kulak da bel­lesin diye.

“Şüphesiz ki su haddini aştığı” yani yükselip yukarı çıktığı “sırada…”

Ali (r.a) dedi ki: Su Rabbi için gazaplananık bekçisi olan meleklere kar­şı haddini aşıp onların da onu alıkoymaya güç yetiremedikleri zaman.

Katade dedi ki: Herşeyin üstüne on beş zira yükselmişti. İbn Abbas de­di ki: Su Nuh (a.s) zamanında bekçilerine karşı haddi tıstı ve onlara karşı mik­tarı çokça arttı. O bakımdan ne kadar çıktığını bilemediler. O gün dışında, ondan önce ve ondan sonra (onlar tarafından) bilinen bir ölçü ile inmedik bir damla su dahi yoktur.. Bu açıklama sûrenin baş tarafında Hz. Peygambe­re merfu bir rivayet olarak geçmiş bulunmaktadır.

bu ümmetlerin kıssalarının anlatılıp onların başlarına gelen azabın söz-konusu edilmesinden maksat, bu ümmetin de rasÇillerine isyan etmek bakı­mından onlara uymaktan alıkonulmasıdır. Daha sonra yüce Allah: “Sizleri… Biz taşıdık” buyruğu ile suda boğulmaktan kurtulanların soyundan gelenler kılmak suretiyle onlara lütfumı hatırlatmaktadır. Yani atalarınızı siz onların sulblerinde İken “gemide” akıp giden gemilerde: “Biz taşıdık” diye buyur­maktadır. Gemide taşınanlar aslında Nuh (a,s) ve onun çocuklarıdır. Yeryü­zünde bulunan herkes onların soyundan gelmektedir.

“Onu” yani Nuh (a.s)’ın gemisini “sîzin İçin bir ibret kılalım../ Yüce’Al­lah, o gemiyi bu ümmete bir ibret ve bir öğüt sebebi kılmıştır. Katade’nin görüşüne göre bu ümmetin ilkleri o gemiye (kalıntılarına) yetişmiştir. İbn Cü-reyc dedi ki: Bu geminin tahtaları Cudi üzerinde idi. Mana da şöyie oluyor: Ben Nuh kavminin başına gelenlerden ve Allah’ın atalarınızı boğulmaktan kur­tarmasından öğüt ve ibret alasınız diye o tahta parçalarını sizin için bıraktım. Halbuki nice gemi vardır ki yok olup gitmiş, toprağa dönüşmüş, ondan hiç­bir şey geri kalmamış bulunuyor.

Şöyle de açıklanmıştır: Nuh’un kavmini suda boğmak ve onunla birlikte iman edenleri kurtarmak şeklindeki o fiilinizi size bir Öğüt kılalım diye (böyle yaptık.) Bundan dolayı yüce Allah: “Ve onu belleyen bîr kulak da bel­lesin diye” dîye buyurmaktadır. Yani Allah’tan gelmiş olanı İyice belleyen bir kulak onu iyice dinleyip bellesin diye. Çünkü gemi bununla (yani bellenmekie) nitelendirilemez.

ez-Zeccâc dedi ki: “Ben bunu belledim” denilir yani onu iyice içimde korumaya aldım. “Onu bellerim” demek olup, mastarı da: şeklinde gelir. “İlmi belledim”; “Söyledikleri­ni belledim” denilir ve hepsi de aynı anlamı ifade eder. “Eşyayı kaba koydum” demektir.

ez-Zeccac dedi ki: Fakat nefsinden (içinden) başka bir yerde koruduğun herbir şey hakkında ise “elif” ile: “Onu muhafaza akına aldım, dol­durdum” denilir. İçinde (kalbinde) bellediğin şeye de “elif’siz olarak: “Onu belledim” denilir.

“Onu… bellesin” anlamındaki lafzı Talha, Humeyd ve el-A’rec “ayn” harfini sakin olarak: diye yüce Allah’ın: “… Bize … göster* buyruğu­na, (“re” harfini esreli değil de): diye okunuşuna benzeterek okumuş­lardır. Bu lafzın okunuşu hususunda Âsim ve İbn Kesîr’den farklı rivayetler gelmiştir, diğerleri ise “ayn” harfini kesreli olarak okumuşlardır.

Yüce Allah’ın: “Ve onu belleyen bir kulak da bellesin diye” buyruğunun bir benzeri; “Muhakkak ki bunda kalbi olan veya kendisi şahid olarak dikkatle kulak veren kimse için elbette bir öğüt vardır” (Kaf, 50/37) buyru­ğudur.

Katade dedi ki: Belleyen kulak, yüce Allah’tan gelen buyrukları akleden ve yüce Allah’ın Kitabından duydukları İle yararlanan kulaktır. Mekhûl’un ri­vayetine göre Peygamber (sav), bu âyetin nüzulü sırasında şöyle demiştir: “Ben Rabbimden Ali’nin kulağını böyle kılmasını diledim.” Mekhûl dedi ki: O bakımdan Ali (r.a) şöyle derdi: Rasûlullah (-sav)’dan işitip de bellemedi­ğim hiçbir şey yoktur. Bunu el-Mâverdî zikretmektedir.[11]

el-Hasen’den buna yakın bir rivayeti es-Sa’lebî zikretmiş bulunmaktadır. O şöyle demiştir: “Ve onu belleyen bîr kulak da bellesin diye” buyruğu na­zil olunca Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Rabbimden bunu senin kuiağın kılmasını istedim ey Ali!” dedi. Ali dedi ki: Allah’a yemin ederim ondan son­ra hiçbir şey unutmadım. Zaten unutmamam da gerekirdi[12]

Ebu Berze el-Eslemi dedi ki: Peygamber (sav) Ali’ye şöyle dedi: “Ey Ali! Allah bana seni yakınlaştırmamı ve seni uzaklaştırmamayı, sana öğretmemi ve senin bellemeni emretti. Seni belleyen bir kimse kılması da Allah üzerin­de bir haktır.”[13]

  1. Artık Sûr’a tek bir üfiirüş üfiirüldüğünde;

İbn Abbas dedi ki: Bu, kıyametin kopması için yapılacak ilk üfürüştür. Öl­medik hiçbir kiınse kalmayacaktır. Burada “üfüriildüğünde” anlamındaki fi­ilin müzekker gelmesi, “neflıa: üfürüğün müennesliyinin hakiki olmayışın­dan dolayıdır.

Burada sözü edilenin son üfürüs olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah: “Tek bir üfiirüş” diye buyurmuştur ki; bunun tekrarlanmayacağı anlamına gelir. el-Ahfeş dedi ki: Fiil “üfürüş” üzerinde gerçekleşmektedir.

Çünkü bundan önce merfu bir isim bulunmamaktadır. O bakımdan -öt-reli olarak-“Bir üfürüş” denilmiştir[14] Bununla birlikte mastar ola­rak nasb ile: diye gelmesi de mümkündür. Ebu’.s-Semmâl da böyle­ce okumuştur.

Ya da: Fiile dair haber vermekle yetiniîmiştir. Nitekim: “Bir çe­şit vuruş vuruldu” demek de böyledir.

ez-Zeceac dedi ki: “Sûr’a’: anlamındaki lafız (bu durumda) nâib-i failin (söz­de öznenin) yerini tutmaktadır. [15]

  1. Yer ve dağlar kaldırılıp birbirlerine bir defa çarpılarak toz ol­duklarında;

“Yer ve dağlar kaldırılıp” buyruğunda geçen: “Kaldırılıp” laf­zı genel olarak “mim” harfi şeddesiz olarak okunmuştur. Yerlerinden kaldı-rıldsğında… demektir. “Bir defa çarpılarak toz olduklarında” parçalanıp pa­ramparça, un ufak edildiklerinde, demektir.

Buradaki: “Bîr defa çarpılarak” lafzında ancak nasb sözkonusu ola­bilir. Çünkü; “Toz olduklarında” lafzındaki zamir merfudvır. el-Ferrâ dedi ki: (“Toz olduklarında” anlamındaki fiili): diye buyurmamış ol­ması dağların tümünü tek bir yekûn, yeri de tek bir yekun gibi değerlendir­miş olmasından dolayıdır.

Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Göklerle yer birleşik ve yapışık idi” (el-Enbiyâ, 21/30) buyruğudur. Görüldüğü gibi, diye buyurmamıştır. Buradaki çarpıp toz etmek; zelzeleyi, sarsıntıyı an­dırır. Yüce Allah: “Yer kendine kas bir sarsıntı ile sarsıldığı zaman” (ez-Zil-zal, 99/1) buyruğunda olduğu gibi.

“Birbirlerine çarpıldıklarında” tek bir seriliş ile yayıldıklarında, anlamın­da olduğu da söylenmektedir. Nitekim devenin hörgücünün sırtı üzerinde ya­yıldığım anlatmak üzere: “Devenin hörgücü (sırtı üzerinde) ya­yıldı” denilmesi de buradan gelmektedir. el-Araf Sûresi’nde (7/143. âyetin tef­sirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Abdu’l-Hamİd, İbn Amir’den “kaldırılıp” anlamındaki lafzı; şeklinde şeddeli olarak, fiilin ikinci mefule isnad edilme­si suretiyle okumuştur.

Sanki aslı itibariyle: Ben kudretimi­ze yahutta meleklerimizden birine yeri ve dağları yükledim” denilmiş, arka­sından fiil ikinci mefule İsnad edildiğinden, ona göre binası yapılmış gibidir. Eğer birinci mefui getirilmiş olsaydı, o vakit fiilin ona isnad edilmesi gere­kirdi. O bakımdan sanki: Kudretimize arz yükletildi, kudretimizce kaldırıldı” diye buyurmuş gibidir. Bununla birlikte dönüşüm yo­lu ile fiilin ikinci (meful) için bina edilmesi de caiz olabilir, O durumda: “Arz meleğe yükletildi” denilir. Bu da bîr kimsenin: “Zeyd’e cübbe giydirildi” ile: “Cübbe Zeyd’e giy­dirildi” demesine benzer. [16]

  1. İşte o günde olan olmuştur;
  2. Gök yarılmış ve o günde o, gevşemiş olacaktır.
  3. Mclck(ler) de onun çevresinde olacak(]ar.) O günde üstlerinde bulunan sekiz (meiek), Rabbinin Arş’ını yüklenir.

“İşte o günde olan olmuştur.” Kıyamet kopmuş; gök yarılmış, ayrılmış ve parçaları birbirinden uzaklaşmış olacaktır.

Şöyle de denilmiştir: İçinde bulunan meleklerin inmesi İçin gök ayrılacak­tır. Buna delil yüce Allah’ın: “Ve o günde gökyüzü bulutla yarılacak, melek­ler ardı arkasına indirileceklerdir” (el-Furkan, 25/25) buyruğudur. Dalın ön­ceden geçmiş bulunmaktadır.

“Ve o günde o gevşemiş” zayıflamış “olacaktır.” (Bu kökten olmak üze­re) bina oldukça zayıfladığı takdirde: “Bina oldukça zayıfla­dı, zayıflar” denilir. İsm-i faili; diye gelir. “Zayıf, güçlü olma­yan söz” denilir.

O bakımdan şöyle denilmiştir: Gök daha önce sapasağlam iken gevşek­liği itibariyle yün gibi olacaktır. Bu ise -belirttiğimiz gibi- meleklerin inme­si için böyle olacaktır. Kıyamet gününün dehşeti dolayısıyla böyle olacağı da söylenmiştir.

“Gevşemiş olacaktır” buyruğunun, delik deşik olacaktır anlamında oldu­ğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da İbn Şecere yapmıştır, Bu ise Arapların

parçalanan kırba hakkında kullandıkları: “Su kırbası delik deşik oldu,” tabirlerinden alınmıştır, Arapların mesellerinden birisinde de şöyle de­nilmektedir:

“Kırbası delik deşik olan kimse ile Düzlükte suyu dökülmüş olanı bırak gitsin.”

Bu da aklı kıt ve kendisini koruyamayan kimse hakkında kullanılır.

“Melek” buyruğundan kasıt mdeklerdir, cins ismidir, “…de onun çevre­sinde olacak” yani sema yarılıp çatlayacağı vakit semanın etrafında olacak­lar. Çünkü sema onların mekânıdır. Bu açıklama tbn Abbas’tan nakledilmiş­tir.

el-Maverdî de şöyle demektedir: Belki de bu Mücahid ve Katade’nin gö­rüşüdür» es-üa’lebî ise bunu ed-Dahhak’tan naklederek şöyle demektedir: (Me­lekler) semanın çatlamayan kısımlarının kenarlarında bulunacaklardır. O, bu İfadeleriyle semanın meleklerin mekânı olduğunu, sema yarılıp patlayacağı vakit onun etrafında, kıyılarında bulunacaklarını kastetmektedir.

Said b. Cübeyr dedi ki: Mana melek(ler) dünyanın kıyılarında bulunacak­lardır. Yani onlar yere inecekler ve dünyanın kıyılarını, etrafını koruyacak­lardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Sema parçalar haline döneceğinde melekler biza­tihi çatlamamış bulunan o parçalar üzerinde duracaklardır.

Bir diğer açıklamaya göre insanlar cehennemi göreceklerinde dehşete ka­pılacaklar. Bu vakit develerin kaçtıkları gibi kaçacaklar, fakat yerin hangi böl­gesine giderlerse gitsinler mutlaka orada birtakım melekler görecekler, bu se-fer geldikleri yere geri döneceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: “Onun çevresinde* cehennem ehlini oraya sürük­lemek, cennet ehline de selâm vermek ve onlara ikramda bulunmak gibi ken­dilerine verilecek olan emirleri bekleyeceklerdir. Bütün bunlar da îbn Cü-beyr’in açıklamasının ihtiva ettiği mananın çerçevesi içerisindedir. Buna da yüce Allah’ın: “… Melekler ardı arkasına indirileceklerdir” Cel-Furkan, 25/25) buyruğu ile; “Ey cin ve insan toplulukları! Eğer gökler ve yerin ke­narlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın” (er-Rahman, 55/33) buyru­ğu -orada açıklamış olduğumuz üzere- delâlet etmektedir.

“Çevre(ler)”; Huzeyl lehçesinde taraflar, köşe bucaklar anlamın­dadır. Tekili maksıır olarak: diye, tesniyesi; diye gelir. “Asâ” laf­zının tesniyesinin; diye gelmesi gibi. Şair de söyle demiştir:

“Ben o iki (helak) yerine atılacak bir kimse değilim çünkü, Kavim arasında yeri doldurulma ihtimali en az kişi benim.”

Kuyunun kenarı ile kabre de bu isim verilir,

“O günde üstlerinde bulunan sekiz (melek) Rabblnkı Arş’ını yükle­nir” buyruğu hakkında İbn Abbas şöyle demiştir: Bunlar sayılarını Allah’tan başka, hiçbir kimsenin bilmediği sekiz saf melektir. İbn Zeyd dedi ki: bun­lar sekiz melektirler. el-Hasen de: Onların kaç tane olduklarını en iyi bilen Allah’tır. Sekiz mi yoksa sekizbm mi?

Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Bugün Arş’ı ta­şıyanlar dörttür. Kıyamet günü olacağında yüce Allah onları dört melekle da­ha destekleyecektir. Böylelikle sekiz melek olacaklardır.” Bunu es-Sa’lebî zik­retmiştir. e]-Maverdî de bunu Ebu Hureyre’den rivayet etmektedir. Ebu Hu-reyre dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Bugün onu (Arşı) dörl melek ta­şımaktadır. Kıyamet gününde de bunlar sekiz olacaktır.”[17]

el-Abbas b, Abdi’l-Melik dedi ki: Bunlar dağ keçisi suretinde sekiz melek­tirler. Bunu Peygamber (sav)’dan rivayet etmektedir. Hadiste de şöyle denil­mektedir: “Bu meleklerden herbirinin dört tane yüzü vardır. Biri adanı yü­zü, biri arslan yüzü, biri öküz yüzü, biri de kartal yüzüdür. Bu yüzlerin her-biri o tür için Allah’tan rızık diler. “[18]

Peygamber (sav)’ın huzurunda ti meyve b. Ebi’s-Salt’ın:

“Onun (Arşın) sağ ayağının altında adam ve öküz (suretinde melek) vardır,

Diğerinin altında ise kartal ve aslan bekletilmektedir.

Güneş her gecenin sonunda görünmektedir,

Kırmızı olarak; onun rengi gül rengini andırır.

Onlar için rahat bir şekilde (isteyerek) doğmuyor,

Ancak azab edilerek ve eelde vurularak,”

Beyitleri okununca Peygamber (sav); “Doğru söyledi” demiş[19] Haberde zikreditdiğine göre; “yedinci semanın üstünde sekiz tane dağ ke­çisi vardır. Bunların tırnakları ile diz kapaklan arasındaki mesafe iki sema ara­sındaki mesafe gibidir. Onların sırtlan üzerinde de Arş vardır.” Bunu el-Ku-şeyrî zikretmiş bulunmaktadır.

Tirmizî de bunu el-Abbas b. Abdu’l-Mutıalib’in rivayet ettiği bir hadis olarak zikretmiştir. Bu hadis tamamıyla daha önceden el-Bakara Sûresinde (2/29. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. es-Sa’lebî de mana ve lafzı itibariy­le buna yakın bir rivayeti zikretmiştir. Merfu bir hadiste de şöyle denilmek­tedir: “Arş’ın taşıyıcı melekleri dağ keçisi surecinde sekiz melektir. Bunların tırnakları ile diz kapaklan arasındaki mesafe hızlıca uçan bir kuşun katede-ceği şekilde yetmiş yıllık bir mesafedir. “[20]

el-Kelbî’nin Te/sir’inde şöyle denilmektedir: Bundan maksat tamamı do­kuz bölük olan meleklerden sekiz bölüktür. Yine ondan nakledildiğine gö­re tamamı on bölük olan meleklerden sekiz bölüktür. Sonra da nakledilme­si uzunca sürecek bir şekilde meleklerin sayılarını sözkonusu etmektedir. Bi­rincisini ondan es-Sa’lebî, ikincisini de el-Kuşeyrî nakletmiştir.

el-Maverdî de İbn Abbas’tan şöyle dediğini zikretmektedir: (Bunlar) do­kuz kısımdan sekiz kısımdır. el-Kerûbİyyûn diye bilinenler bunlardır.

Buyruk yüce Allah Arş ile iner, demektir. Arş’ın Allah’a izafe edilmesi ise Beytin ona izafe edilmesi gibidir. Nasıl ki Beyt (ev) orada bulunmak için de­ğilse, Arş da böyledir.

“Üstlerinde” buyruğunun anlamı başlarının üstünde demektir. es-Süddî dedi ki: Arş’ı taşıyıcı melekler üstlerinde taşırlar. Arş’ı taşıyanları ise Allah’tan başkası taşımaz.

“Üstlerinde* buyruğunun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Arşı taşı­yanlar semanın etrafında bulunan meleklerin üstünde olacaktır.

“Üstlerinde” buyruğu, kıyamet ehlinin üstünde, diye de açıklanmıştır. [21]

  1. 0 günde -hiçbir şeyiniz gizü kalmaksızın- arzohmursunuz.

“O günde” Allah’a “.,.arzohınursunuz.” Buna delil de yüce Allah’ın: “Saf halinde Rabbine arzedilecekler” (el-Kehf, 18/48) buyruğudur.

Bu arz, daha önce Allah’ın bilmediği bir şeyi bu yolla öğreneceği bir arz değildir. Bunun anlamı hesaba çekmek ve amellerinin karşılığının verilme­si maksadı ile, onların cezalarını çekecekleri amelleri takrir etmek (söylemek ve itiraf ettirmek)dir. el-Hasen’in, Ebu Hureyre’den rivayetine göre o şöyle demiştir: Rasûlııllah (sav) buyurdu ki: “İnsanlar kıyamet gününde üç defa arzolunacaklardır. Bunların ikisinde tartışma ve mazeretler ileri sürülecek. İkincisinde ise; işte o vakit sahifeler uçuşarak, dlere ulaşacak, kimisi amel defterini sağ eliyle alacak, kimisi sol eliyle alacaktır.” Bu hadisi Tirmizî riva­yet etmiş ve şöyîe demiştir: Hadis el-Hasen’in Ebu Hureyre’den hadis dinle­memiş olması açısından sahih değildir[22]

“Hiçbir şeyiniz gizli kalmaksızın” yani O bütün amellerinizi, amelleri­nizle ijgili herşeyi bilendir. Buna göre; “Gizli (olan) bir şey”: “Gizli şey” anlamındadır. Onların amellerinden gizleyip sakladıkları şey de­mektir. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır.

Hiçbir insan ona gizli kalmaz yani hesaba çekilmeyecek bir insan kalma­yacaktır, diye de açıklanmıştır.

Abdullah b. Amr b. e!-Âs dedi ki: Kâfir mü’minden, iyi günahkârdan gizli (ayırdedilmeksizin) kalmaz. Sizin hiçbir avretiniz dahi Örtülmez, gizlen­mez, diye de açıklanmıştır. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İn­sanlar çıplak ve elbisesiz olarak hazfedileceklerdir…”[23]

Âsim dışında Kûfeliler: “Gizli kalmaksızın” anlamı verilen iafzı “ye” ile: diye okumuşlardır. Çünkü: “Gizli bir şey” lafzının müennesliği hakiki değildir. Yüce Allah’ın: “O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı” (Hud, 11/67) buyruğu da buna benzemektedir. Bu okuyuşu Ebu Ubeyd tercih etmiştir. Çünkü fiil ile müennes olan isim arası­na câr ve mecrur girmiştir.

Diğerleri ise “te” ile okumuştur. Ebu Hatim bu okuyuşu -“gizli bir şey” an­lamındaki lafzın müennesliğİ dolayısıyla- tercih etmiştir. [24]

  1. Kitabı sağdan verilmiş olana gelince; der ki: “İşte alın, okuyun kitabımı;
  2. “Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum.”
  3. Artık o hoşnud kalınan bir yaşayış içindedir:
  4. Yüksek bîr cennette,

23- Devşirilecek meyveleri yakındır.

  1. Geçmiş günlerde peşinen işledikleriniz sebebi ile afiyetle yeyin, için.
  2. Kitabı sol tarafından verilen kimseye gelince; o da der ki; “Keş­ke kitabım verilmeseydi.
  3. “Ve keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim.
  4. “Keşke bu (iş) bitmiş olsa idi.
  5. “(Çünkü) malımın bana faydası olmadı.
  6. “Saltanatım da beni bırakıp gitti.”
  7. “Yakalayın onu ellerini de boynuna bağlayın onun.
  8. “Sonra cehenneme ulaştırın onu.
  9. “Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun.
  10. “Çünkü o azametli Allah’a iman etmezdi.
  11. “Yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi.”

“Kitabı sağdan verilmiş olana gelince” buyruğunda sözü edilen kitabın sağdan verilmesi, kurtuluşa bir delildir. İbn Abbas dedi ki: Bu ümmet arasın­dan kitabı sağından verilecek ilk kişi -güneş ışığı gibi bir ışığı olduğu halde-Ömer b. el-Hattab olacaktır. Ona: Peki Ebu Bekir nerede kaldı? diye sorulun­ca, Heyhat heyhat dedi. Melekler onu cennete götürmüş olacaklardır. Bunu Zeyd b. Sabit yoluyla gelen Peygamber (sav)’a ulaşan (merfu) bir hadis olarak lafzıyla ve manasıyla “et-Tezkire” adlı eserimizde zikretmiş bulunuyo­ruz. Allah’a hamdolsun.

“Der ki: İşte alın okuyun kitabımı!” Bunu İslâm’a güvenerek ve kurtulu­şuna sevinerek söyleyecektir. Araplara göre “yemin: sağ” sevincin delilleri ara­sındadır. Şimât (sol) ise kederin delillerindendir. Şair şöyle demektedir:

“Açıkça söyle bana. Sen beni sağ elinde mi tutuyorsun, De ki; sevineyim; yoksa beni soluna mı aldın?”

“İşte alın” gelin, demektir. Mukatil de gelin, toplanın diye açıkla­mıştır. Alın anlamında olduğu da-söylenmiştir. Faize dair haberde (hadiste) geçen: “Ancak al ve a] demesi müstesnadır.”[25] İfadesi, birinin di­ğerine, al demesi müstesnadır, anlamındadır.

İbnu’s-Sikkît ile el-Kisâî şöyle demektedir: Araplar bir kişiye: “Ey adam gel, oku!” İki kişiye: “Ey iki kişi gelin!” Üç kişiye: “Ey adamlar gelin!” Kadına hemzeyi kesreti olarak derler. Tesniye olursa çoğul olursa derler. (Çoğul erkek­ler için) bunun aslı ise şeklinde olup, “kef” yerine “hemze” getirilmiş­tir. Bu açıklamayı el-Kuteybî yapmıştır.

Bir diğer görüşe göre; “İşte alın!” lafzı sevinç ve huzurlu zamanlar­da çağıran kimseye cevap vermek için öngörülmüştür. Rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (sav)’a bedevi bir Arap yüksek bir sesle seslenmiş, Peygam­ber Csav) da sesini uzatarak “İşte buradayım” diye cevap vermiştir .[26]

“Kitabımı” lafzı Kûfelilere göre “işte alın!” anlamındaki lafız ile nasbedilmiştir. Basralılara göre ise; ‘okuyun!” buyruğu ile nasbedilmiştii. Çün­kü iki âmilden daha yakın olanı budur. Aslı ise; “Kitabımı” şeklinde olup, “he” harfi “ye”nin üzerindeki fetiıanın açıkça telaffuzu için getirilmiş­tir. “He” aslında vakıf içindir. Aynı şekilde bunun benzeri olan; “Hesabıma, malımın, saltanatım” lafızları da bu şekildedir. Yine el-Karia Sûresi’nde nedir?” (el-Karia, 101/10) buyruğunda da böyledir.

Bu genel olarak hepsinde hem vakıf, hem vasıl hallerinde “he” ile okun­muştur. Çünkü bu kelimeler mushafta “he” ile yazılmıştır, o bakımdan oku­nuşları terkedilmez.

Ebu Ubeyd ise bir taraftan sekt (susma) halinde kelimenin sonunda “he”yi getirmek bakımından lügate, diğer taraftan da hat’a (mushafın yazılışına) uy­gun olsun diye özellikle vakıf yapmaya dikkat etmeyi tercih etmiştir.

İbn Muhaysın, Mücahid, Humeyd ve Yakub ise hepsinde vasıl halinde “he” harfini hazfederek, vakıf halinde ise isbat ederek okumuşlardır. Hamza on­lara; “Malımın, saltanatım” lafızlarında ve el-Karia’daki: “O nedir” kelimesinde oniara muvafakat etmiştir. Bu şekildeki keli­melerin tamamı yedi tanedir.[27]

Ebu Hatim ise -İugate uymak suretiyle- Yakub ve onunla birlikte olanla­rın kıraatipi tercih etmiştir. Vasıl halinde “he” ile okuyanlar da vakıf niyeti ile böyle okurlar.

“Ben zaten… gerçekten… biliyordum.” İbn Abbas ve başkalarından nakledildiğine göre (lafzan: “zannediyordum” anlamındaki kelime) kesinlik -ie inanıyordum ve biliyordum, demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Ben, Aliah’ın günahlarım sebebiyle beni sorumlu tutacağını sanıyordum. İşte affederek bana lütufta bulundu ve beni günah­larım dolayısıyla sorumlu tutmadı.

ed-Dahhâk dedi ki; Kıır’ân-ı Keriin’de mü’minJer tarafından yapıldığı ya da yapılacağı belirtilen herbir “zan”; yakın (kesinlikle bilmek) anlamındadır. Kâfirler tarafından (yapıldığı ya da yapılacağı) belirtilen herbir zan ise “şek ve şüphe” anlamındadır.

Mücahid dedi ki: Âhirete dair zan yakın, dünyaya dair zan ise şüphe an­lamındadır.

el-Hasen bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Mü’mİn Rabbi hakkın­da hüsn-ü zan beslediğinden güzel ameİde bulunmuştur. Münafık ise Rab­bi hakkında kötü zan beslediğinden kötü amelde bulunmuştur.

Âhirette “hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum.” Bundan do­layı öldükten sonra dirilişi inkâr etmedim. Yani o ancak hesab gününden korktuğundan dolayı kurtulmuştur. Çünkü yüce Allah’ın mutlaka kendisini hesaba çekeceğine inandığından âhiret için çalıştı.

“Artık o, hoşnut bir yaşayış içindedir.” Hoşnut olacağı ve hoşa gitme­yecek bir şeyin bulunmadığı bir yaşayış içerisindedir.

Ebu Ubeyd ve el-Ferrâ dedi ki: “Hoşnut olan (mealde hoşnut ola­cağı)” aslında “hoşnut olunan’7 anlamındadır. Tıpkı: “Fışkıran su” ta­birinin; “Fışkırtılan su” anlamında oluşu gibi.

Bunun, sahibi tarafından hoşnut kalınan bir yaşayış demek olduğu da söy­lenmiştir. Tıpkı süt sahibi olan kimseye; ile, hurma sahibi olan kimse­ye; denilmesi gibidir.

Sahih’le Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir;

“Onlar orada ebediyyen ölmemek üzere yaşarlar. Ebediyyen hastalanmamak üzere sağlıklarına kavuşurlar. Ebediyyen hiçbir kötü hal görmemek Ü2ere ni­met içerisinde bulunurlar. Ebediyyen yaşlanmamak üzere genç kalırlar.”[28]

“Yüksek bir cennette…” yani insanların kalplerinde değeri pek büyük olup “devşirüecek meyveleri yakındır.” El uzatıp yakalanması arasındaki mesa­fe uzak değildir. Ayakta olan da, oturan da, yatan da o meyveleri devşirebi-lir. İleride el-însan Sûresi’nde (76/14. âyetin tefsirinde) geleceği üzere.

“Devşirilenler” lafzı’in çoğulu olup “devşirilen mahsuller, meyveler” demektir. Mastarı: şeklindedir. “Devşirme zama­nı” demektir.

“Geçmiş günlerde” yani dünyada “peşinen işledikleriniz sebebiyle” ön­ceden yapmış okluğunuz salih ameller dolayısıyla “afiyetle* kursağınızda kal­masına, zevkinizin gölgelenmesine sebep teşkil edecek hiçbir şey ulmaksı-zın “yeyin, İçin!” Yani onlara bu sözler söylenecektir.

Yüce Allah’ın: “Artık o hoşnut bir yaşayış içindedir” diye buyurduktan sonra “yeyin…” diye buyurması “kitabı sağdan verilmiş olana” diye buyur­ması dolayısıyladir. Çünkü oradaki; “..-an, kimse’ çoğul anlamını da ih­tiva etmektedir.

ed-Dahhak’m belirttiğine göre bu âyet-i kerime; Mahzumlu Ebu Seleme Abdullah b. Abdi’1-Esed hakkında inmiştir. Mukatil de böyie demiştir. Bun­dan sonraki âyet-i kerime ise kardeşi el-Esved b. Abdi’1-Esed hakkında in­miştir. İbn Abbas’ın ve yine ed-Dahhak’tn görüşüne göre böyledir. Bu riva­yeti es-Sa’lebî nakletmiştir. Buna göre bu adam ve onun kardeşi bu âyetle­rin nüzulüne sebep teşkil etmiş olmaktadır, bununla birlikte anlam bütün bed­baht kimseler ile bütün bahtiyar kimseieri genci olarak kapsamaktadır. Bu­na da yüce Allah’ın: “Yeyin, için” buyruğu delil teşkil etmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Bundan maksat hayır ve serde kendisine tabi olunan herkestir. Şayet kişi hayırda bir baş olup ona davet ediyor, onu emrediyor ve ona uyanlar da çok kimseler ise; hem kendi adı, hem de babasının adıy­la davet edilir, o da öne geçer. Nihayet yaklaştığında ona beyaz yazı ile be­yaz bir kitap çıkartılır. Kitabın iç tarafında kötülükler, dış taraftnda iyilikler yazılı olacaktır. Önce kötülüklerden başlar, onları okur. Korkuya kapılır, yü­zü sararır, rengi değişir. Kitabının sonlarına vardığında bu sefer onda şun­ları n yazılı olduğunu görür: “İşte bunlar senin kötülüklerindir. Ben sana ba­ğışlamış bulunuyorum.” İşte bu vakit ileri derecede sevinir. Sonra kitabını çe­virir, bu sefer iyiliklerini okur. Sevinçten başka bir şeyi anmaz. Nihayet kitabının sonuna varınca, onda şu yazıları bulur: “İşte bunlar da senin iyilik­lerindir, bunlar sana kat kat verilecektir.” Bu sefer yüzü ağarır, ona bir taç getirilir, başının üstüne konulur. Ona iki elbise giydirilir, iıerbir eklemine süs eşyaları takıiır, altmış zira boy verilir. Bu da Adem (a.s)’ın boyudur. Ona şöy­le denilir: Haydi arkadaşlarına git! Onlardan herbirisine bunun gibi mükafat­ların verileceğini haber ver ve onları müjdele! Geri dönüp gidince bu sefer. “İşte alın, okuyun kitabımı! Ben zaten hesabıma gerçekten kavuşacağımı biliyordum” der. Yüce Allah da şöyle buyuracaktır: “Artık o hoşnut” oldu­ğu hoşnut kalınan “bir yaşayış içindedir.” Semada “yüksek bîr cennette dev-şirilecek meyveleri* mahsûlleri, salkımları “yakındtr” onlara yakmlaştınl-ııuşiır. Arkadaşlarına: Beni tanıyor musunuz? diyecek, onlar: Seni bir lütuf ve ihsan kuşatmış bulunuyor, sen kimsin? diyecekler. Onlar: Ben filan oğlu fi­lanım. Sizden herbir kişiye böylesini müjdeliyorum. “Geçmiş günlerde” dünya hayatının günlerinde “peşinen işledikleriniz* önden gönderdikleri­niz “sebebi ile afiyetle yeyin için!”

Şayet adam kötülükte bir önder; kötülüğe çağıran, kötülüğü emreden bir kimse olup bu hususta ona uyanların sayısı çok ise; ona da kendisi ve ba­basının adı İle seslenilir. Hesabı için öne çıkar. Ona siyah yazılarla yazılmış, siyah bir kitap çıkartılır. İç tarafında iyilikler, dış tarafında kötülükler yazılı olacaktır. Önce iyilikleri okumaya başlar, onları okur kurtulacağını sanır. Ki­tabın sonuna ulaşacağı vakit onda: “İşte bunlar senin iyiliklerindir, senin yü­züne geri çevriliyorlar” yazılı olduğunu görür. Yüzü simsiyah kesilir, onu ke­der kaplar, hayırdan yana ümidini keser. Sonra kitabını tersine çevirir, bu se-Fer kötülüklerini okur. Okudukça sadece kederi artar, yüzünün siyahlığı ço­ğalır durur. Kitabının sonuna ulaşınca orada “bunlar senin kötülüklerindir ve senin aleyhine olmak üzere kat kat kazandırılmıştır” yani azap ona kat kat verilecektir; ibaresinin yazılı olduğunu görür. Yoksa bunun anlamı işleme­diği şeyler ona fazladan ilave edilecektir, şeklinde değildir. Cehenneme atılmak üzere irileşir, gözleri morarır, yüzü simsiyah kesilir. Katrandan elbi­seler giydirilir ve ona şöyle denilir: Haydi arkadaşlarının yanına git ve on­lara aralarından herbir kişiye böylesinin yapılacağını haber ver, denilir, O da: “Keşke kitabım verilmeseydi ve keşke hesabımın ne olduğunu bilme-seydim. Keşke bu İş bitmiş olsa İdi” diyerek gidecek ve ölümü temenni ede­cektir. «Saltanatım da beni bırakıp gitti” (diyecek.)

İbn Abbas’ın tefsiri ise: Benim ileri sürebileceğim bir delilim kalmamış­tır şeklindedir. Mücahid, İkrime, es-Süddî ve ed-Dahhak’ın da açıklaması bu­dur. İbn Zeyd dedi ki: Bununla mülkün kendisi olan dünyadaki saltanatını kastetmektedir. İşte bu kişi, dünyada iken arkadaşları tarafından kendisine itaat olunan bir kimse idi. Yüce Allah da şöyle buyuracaktır:

“Yakalayın onu; ellerini de boynuna bağlayın onun!” Denildiğine gö­re onu yüzbin melek alır, sonra eli boynuna bağlanır. İşte yüce Allah’ın: “El­lerini de boynuna bağlayın onun” buyruğu bunu anlatmaktadır ki, onu böy­lece zincirlere bağlayın demektir.

“Sonra cehenneme ulaştırın onu!” Yani onun cehenneme .varmasını, ce­hennemi boylamasını sağlayın.

“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun.” Bunun han­gi Arşın ile olduğunu en iyi bilen Allah’tır. Bu açıklamayı el-Hasen yapmış­tır. İbn Abbas dedi ki: Meleğin arşını İle yetmiş arşın, Nevf ise: Herbir argın yetmiş kulaç ve herbir kulaç ise seninle Mekke arasındaki mesafeden daha uzak olacaktır, demiştir, O sırada Kûfe’nin meydanında bulunuyordu.

Mukatil dedi kî: Eğer bu zincirden bir tek halka bir dağın tepesine bıra­kılacak olursa, kurgunun eridiği gibi eriyecektir. Ka’h dedi ki: Yüce Al­lah’ın: “Yetmiş arşın uzunluğunda” diye buyurduğu zincirin bir halkası, dün­yada bulunan bütün demirler kadardır.

“Onu… vurun” buyruğu hakkında Süfyan dedi ki: Bize ulaştığına göre bu zincir onun dübüründen girecek ve ağzından çıkacaktır. Mukatil de böyle de­miştir. Anlamı da: Sonra onun içine böyle bir zincir geçirin… demek ulur. Bir diğer açıklamaya göre bu zincir boynuna geçirilecek, sonra bununla sürük-lenec ektir. Haberde belirtildiğine göre bu zincir onun dübüründen girecek ve burun deliklerinden çıkacaktır. Bir başka haberde: Ağzından girecek, dü­büründen çıkacak ve arkadaşlarına: Beni tanıyor musunuz? diye seslenecek, onlar: Hayır diyecekler. Fakat biz senin ne kadar horlanmış ve rüsvay edil­diğini görüyoruz. Sen kimsin? Bu sefer arkadaşlarına: Ben filan oğlu filanım, sizden herbir kişi için bunun gibisi vardır, diyecektir.

Derim ki: Bu tefsir bu âyet-i kerime hakkında yapılmış açıklamaların en sahih olanıdır. Buna yüce Allah’ın: “O gün her sınıf insanı imamları ile ça­ğırırız” (el-İsra, 17/71) buyruğu delil teşkil etmektedir. Bu hususta Ebu Hu-reyre’den gelmiş bu anlamda ve Tirmizî tarafından rivayet edilmiş bir hadis vardır. Biz bu hadisi el-İsra Sûresi’nde (17/71. âyeıin tefsirinde) zikretmiş bu­lunuyoruz, O hadisi oradan tetkik ed(ebihıs)iniz,

“Çünkü o azametli Allah’a iman etmezdi, yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi.” (Buyruktaki “yemek” anlamındaki lafız) yemek yedirmek anlamın­dadır. Tıpkı: Verilen (maaş)ın: Vermek” anlamında kulla­nılması gibi. Şair de şöyle demiştir.

“Sen benden ölümü geri çevirdikten sonra, Ve bana merada yayılan yüz (deveyi) vermenden sonra,

nankörlük eder miyim hiç?”

Görüldüğü gibi burada “verişinden sonra” demek istemiştir.

Bu buyrukfa yüce Aliah, yemek yedirmeyi lerkettiğinden ve cimriliği

emredicinden dolayı küfür sebebiyle azaplandırıldığı gibi azaplandırılacağı-

nı açıklamaktadır.

“Teşvik etmek” demektir. Yedirme’nin aslında mukadder mastar ile nasbedilmesi gerekir. Bu ise muayyen bir şeyi ifade eder. Bunun yoksula izafe edilmesi, yoksul ile yemeyip birbirleriyle ilçeliklerinden ötü­rüdür. Buna göre: Yemek” şeklinin tıpkı; Yemek yedir­mek” gibi amei edeceğini kabul edenlere güre “yoksul” anlamındaki lafız nasb konumundadır. Buna göre ifadenin takdiri de: Yemek yedirenin yoksulu yedirmesine…” şeklindedir, burada (ism- fâil hazfedil­miş ve mastar mePule izafe edilmiştir. [29]

  1. Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur.
  2. Gıslînden başka hiçbir yiyeceği de yok.
  3. Onu da ancak hata işleyenler yer.

“Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur” buyruğunda yer alan: yoktur” lafzının haberi: Onun” buyruğudur. Haber: Burada” buyruğu olamaz. Çünkü o takdirde mana: O gün orada Gıs­lînden başka yiyecek bir şey yoktur, şeklinde olur ki; bu doğru bir mana ola­maz. Çünkü orada ondan başka yiyecek şeyler de olacaktır, “Burada” anla­mındaki lafız; “Onun” lafzındaki fiil manasına taalluk etmektedir.

“Yakm dost (el-hamîm)” burada yakın kimse demektir. Yani onun orada kendisine karşı kalbi yumuşayacak ve onun üzerindeki azabı savacak hiçbir yakını yoktur. Bu da sıcak su demek olan “el-hamim”den alınmadır. Sanki, kendisine karşı kalbi yumuyaşıp, onun için kalbi yanan arkadaş, gibi bir an­lam taşımaktadır.

“Gıslîn” yıkamak anlamındaki “el-gasl”den “fi’lîn” vezninde bir kelimedir. Sanki bu bedenlerinden yıkanan bir şey gibidir. Gıslîn cehennem ehünin ya­ralarından ve fertlerinden akan irindir. Bu açıklama İbn Abbas’tan nakledil­miştir.

ed-Dahhak İJe er-Rabî’ b. Enes de şöyle demişlerdir: Bu, cehennemlikle­rin yiyeceği bir ağaçttr. “el-Gisl” ise kendisi ile başın yıkandığı hıtmi ve baş­ka (hoş kokulu bitkiler) gibi şeylerdir. el-Ahfeş dedi ki: “el-Gıslîn’: de bura­dan gelmekte olup, bu cehennemliklerin etlerinden ve kanlarından yıkanan (süzülüp, akan) şeydir. Buna (lam’dan sonra) “ye” ile “nun”ıın fazladan ge­tirilmesi tıpkı: “Bir işe büyük bir deha ile nüfuz eden mükemmel ve güçlü adam” kelimesine ilave edildiği gibi eklenmiştir,

Katade: O en kötü ve en korkunç olan bir yiyecektir. İbn Zeyd dedi ki: Bunun da zakkumun tanesi olduğu bilinmez. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar için Darî’den başka bir yiyecek yoktur.” (el-Gâ-şiye, 88/6) Darî’in gıslînden olması mümkündür.

İfadede takdim ve tehir olduğu ve anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Artık bugün burada onun için gıslînden olanın dışında herhangi bir haınîm (kaynar su) yoktur. Bu durumda sıcak su demek olur.

“…Başka hiçbir yiyeceği de yok.” Yani onların kendisinden yararlanacak­ları bir yemekleri olmayacaktır.

“Onu da ancak hata İşleyenler” günahkârlar “yer.” İbn Abbas müşrikler kastedilmiştir, demiştir.

“Hata işleyenler” anlamındaki lafız “hemze” yerine “ye” getirilerek: diye okunduğu gibi “ye”siz olarak diye de okunmuştur.

İbn Abbas’tan -bu son okuyuşa işaret olmak üzere-; “Adım atanlar” da ne oluyor? Hepimiz adım atıyoruz dediği rivayet edildiği gibi; Ebu’l-Esved ed-Duelî İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Adım atanlar” ne oluyor-* Bunun doğrusu ancak “hata işleyenlerdir, “es-sâbûn” da ne oluyor? Doğrusu ancak es-sabiıındur.

Bununla birlikte (“adım atanlar” anlamındaki “ye”siz okuyuş ile) hakkı ge­çerek, batıla girenler ve yüce Allah’ın hadlerini aşıp gidenlerin kastedilmiş olma ihtimali de olabilir. [30]

  1. Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz şeylere,
  2. Görmediğiniz şeylere de;
  3. Muhakkak ki o, şerefli bir elçinin okuduğu sözüdür.

“Hayır, yemin ederim ki gördüğünüz şeylere, görmediğiniz şeylere de”

buyruğunun anlamı şudur: Ben, ister görünüz, ister görmeyiniz herşeye ye­min ediyorum. Buna güre buradaki; “Hayır” sıla (zâid)dir.

Bunun daha önce gedmiş bir sözü red anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Yani durum müşriklerin dediği gibi değildir. Mukatil dedi ki: Buna sebeb de şudur: el-Velid b. el-Muğire: Şüphesiz ki Mulıammed bir büyücüdür, de­mişti. Ebu Cehil: Şair, Ukbe ise: Kâhindir demişti. Yüce Allah da; “Hayır, ye­min ederim ki” diye buyurmaktadır. Yani yemin ediyorum ki.

Buradaki “hayır” anlamındaki lafzın kasemi nefyetmek olduğu da söylen­miştir. Yani bu hususta hak apaçık ortada olduğundan dolayı yemin etme­ye gerek yoktur. Buna göre bu edatın da cevabı, kasemin cevabı gibi olur:

“Muhakkak ki o” yanı Kur’ân-ı Kerim “şerefli bir elçinin” el-Hasen, el-Kelbî ve Mukatil’in görücüne göre Cebrail’in “sözüdür.” Bunun delili de: “Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin sözüdür. Büyük güç sahibi, Arş’ın sa­hibinin nezdinde yüksek bir mevki sahibi olan elçinin (sözüdür)” (el-Tek-vîr, 81/19-20) buyruğudur.

Yine el-Kelbî ve el-Kutebî şöyle demektedir: Burada rasöl (eki)den ka­sıt Muhammed (sav)’dır. Çünkü (bir sonraki âyet-i kerimede): “O bir şair sö­zü de değildir” diye buyurulmaktadır. Kur’ân-ı Kerim Rasûlullah (sav)’ın sözü değildir. O Allah’ın sözüdür. Sözün Allah’ın Rasûlüne nisbet edilmesi, onu okuyanın, tebliğ edenin ve gereğince amel edenin o oluşundan dolayı­dır! Bu da bizim: Bu, İmam Malik’in sözüdür, dememize benzer. [31]

  1. O, bir şair sözü de değildir. Ne kadar az inanırsınız!
  2. Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüp İbret alırsınız!

“O bir şair sözü de değildir.” Çünkü bütün sür türlerinden farklıdır. “Bir kâhin sözü de değildir.” Çünkü bu sözde şeytanlar yerilmekte, onlara hakaret edilmektedir. Kendilerini yeren, kendilerine hakaret eden biri­sine hiçbir şey indirmezler.

“Ne kadar az inanırsınız” buyruğu ile! “Ne ka­dar az düşünüp ibret alırsınız!” buyruklarında: fazladan gelmiştir. Pek az İman edersiniz, pek az ibret ve öğüt alırsınız demektir. Onların bu az imanları isç kendilerine, kendilerini kimin yarattığı sorulduğu takdirde, Al­lah’tır demeleridir.

Bununla birlikte bu edalın fiil ile birlikte mastar olması ve: “Az” laf­zının bu edattan sonraki fiil ile nasbedilmesi de caiz değildir. Çünkü o va­kit sıia mevsule takdim edilmiş olur. Zira mastarın kendisinde amel ettiği şey, mastarın sılasındandır.

İbn Muhaysın, İbn Kesir, İbn Âmir ve Yakub…iman ediyorlar” ile;…düşünüp, ibret alıyorlar” diye “ye” ile okumuşlardır. Diğer­leri ise “te” ile okumuşlardır. Çünkü bundan öncesi de, sonrası da hitap ki­pi iledir. Çünkü ondan önce: “Gördüğünüz” ondun sonra ise: “Sizden hiç-bîr kimse…” (47, âyet) şeklindedir. [32]

  1. O âlemlerin Rabbi tarafından İndirilmedir.

“O âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir” buyruğu daha önce gecen: “Muhakkak ki o şerefli bir elçinin okuduğu sözüdür” (20. âyet) buyruğuna atfedilmiştir. Şüphesiz ki o, şerefli bir elçinin de sözüdür ve o âlemlerin Rab­bi tarafından indirilmiştir, demektir. [33]

  1. Eğer bazı sözleri oydurup Bize isnâd etseydi
  2. Biz onu elbette kudretimizle alıverirdik.
  3. Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık.

“Eğer bazı sözleri uydurup bize isnad etseydi” buyruğunda geçen: Uydurup isnad etseydi” buyruğu, kendisini olmadık bir külfetin al­tına sokarak kendiliğinden uydurduğu bir söz ortaya koymuş olsaydı, demek­tir. Bu fiil meçhul kip İle; Eğer uydurulup isnad edilseydi…” diye de okunmuştur.

“Biz onu elbette kudretimizle ahverifdik.” Güçle, kuvvetle alırdık. “Onü” iafzındaki: zâid bir sıladır,

Bu buyrukta kuvvet ve kudret “yemin: Sağ” ile ifade edilmiştir. Çünkü her-şeyin gücü sağlanndadır. Bu açıklamayı el-Kutebî yapmıştır. İbn Abbas ve el-Mücahid’in açıklamalarının anlamı da budur. eş-Şemmâh’ın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

“Şan ve şeref için bir sancak yükseltildi mi Hemen Arâbe onu sağı ile yakaiayıverir.”

Yani kuvvetle alır. Arâbe, ensardan E vs kabilesine mensub bir adamın adı­dır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Güneşin ışığının, doğarken parıldadığım görünce,

Ben de ondan ihtiyacım olanı sağımla (kuvvetle) aldım.”

es-Süddî ve el-Hakem; “sağ ile” buyruğunu “hak île” diye açıklamışlardır. Şairin:

“Arâbe onu yemini ile alır.”

Yani sözü hakkıyla alır, demektir.

el-Hasen: Elbette onun sağ elini koparırdık, diye açıklamıştır. Elbette onun sağ elini iş yapamaz bir hale getirirdik, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Neftaveyh yapmıştır.

Ebu Cafer et-Taberî dedi ki: Bu ifade, insanların adetleri üzere, cezalan­dırılan kimsenin elinin yakalanması şeklinde zelil kılınması anlamında kul-

“Bana bildirip de yükümün arasına katarsan Arâbe’yi, ve tın (denilen kalbin en kalın damarının) kanı senin boğazında tıkansın.”

Mücahid dedi ki: Bu kalbin sırttaki bağlantısıdır ki; buna da omurilik de­nilir. Bu koptu mu bütün güçler çalışmaz olur ve kişi ölür. da veti-ni (açıklamalara göre aort damarı ya da omuriliği) kopan kimseye denilir.

Muhammed b. Ka’b dedi ki: Bundan kasıt kalp, kalbin zarları ve ona bi­tişik olan şeylerdir.

el-Kelbî dedi ki: Bu boyun damarları ile boğaz arasındaki bir damardır. Boynun iki daman arasında bu damar bulunur.

İkrime dedi ki: “el-Vetîn (denilen bu damar)” koptuğu takdirde kişi ne acı­kırsa acıktığını, ne doyarsa doyduğunu bilir. [34]

47.0 zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel ola­mazdı.

  1. Doğrusu o takva sahibleri İçin bir öğüttür.

“O zaman da sizden hiçbir kimse bunu ona yapmamıza engel olamaz­dı” buyruğundaki: …maz” edatı nefy (olumsuzluk) içindir. “Hiçbir kim­se” ise çoğul anlamındadır. Bundan dolayı onun sıfat! da çoğul olarak gelmiştir. Yani aranızdan hiçbir topluluk ona bunu yapmamıza engel olamaz­dı. Yüce Allah’ın: “Peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız” (el-Bakara, 2/285) buyruğunda olduğu gibi. Çünkü “arasında” lafzı ancak iki ve lanıknıştır. Nitekim Sultan zelil kılıp alçaltnıak istediği kimse hakkında: El­lerini yakalayın, der. Yani el betteki Biz elinin yakalanmasını emreder ve onu cezalandırmakta ileri giderdik.

“Sonra da kalbinin damarını elbette koparırdık.” Bununla kalbin en bü­yük damarını (aort) kastetmektedir. Onu helak ederdik, demektir. Bu da kal­bin kendisine asılı bulunduğu bir damar olup, koptuğu takdirde kişi ölür. Bu açıklamayı İbn Abbas ve çoğu kimse yapmıştır. Şair şöyle demektedir: daha fazla kişi hakkında kullanılır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: Ganimetler sizden önce başlan siyah hiçbir kimseye helal olmamıştır.” Görüldüğü gibi burada “kimse” lafzı tekit olmak­la birlikte çoğul anlamındadır. Buyruktaki: (ey. ) ise fazladan gelmiştir.

“Engel olmak” demektir. “Engel kimseler” lafzının, “kim­se” anlamındaki kelimenin -belirttiğimiz üzere manası gözönünde bulundu­rularak- sıfatı olması mümkündür. Bu durumda cer ınahallindedir. Haberi ise, “Sîzden .,. kimse” lafzıdır. Haber olarak nasb konumunda olması da mümkündür. O takdirde “sizden” anlamındaki lafız lağv olur ve: “Engel” lafzına taalluk eder. Bu durumda lağv olan bu lafzın arada bulunma­sı, haberin nasb olmasına engel olmaz. Tıpkı: “Zeyd’in sana rağbeti vardı” ta­birinde araya gelen faslın (Zeyd lafzını nasbetmesine) engel olmadığı gibi.

“Doğrusu o” Kur’ân-ı Kerim “takva sahipleri için” Allah’tım korkan kimseler için “bir öğüttür.” Bu buyruğun bir benzeri daha önce d-Bakara Sûresi’nin baş taraflarında (2/1-2. âyetler, 4. başlıkta) açıkladığımız gibi: “Tak­va sahipleri için bir hidâyettir” (d-Bakara, 2/2) buyruğudur.

Maksadın Muhammed (sav) okluğu da söylenmiştir. Yani o bir ibret ve öğüt, bir rahmet ve bir kurtuluştur. [35]

  1. Aranızda yalanlayanlar olduğunu da elbette biliriz Bil.
  2. Ve şüphesiz ki o, kâfirler için bir hasrettir.
  3. Ve muhakkak ki o, kesin bilginin gerçeğidir.
  4. O halde büyük Rabbİni adı ile teşbih et.

“Aranızda yalanlayanlar” er-Rabî’; Kuranı yalanlayanlar “olduğunu da elbette biliriz Biz.”

“Ve şüphesiz ki o” yani yalanlamak “kâfirler için bir hasrettir.” Hasret; pişmanlık demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Muhakkak Kur’fın-ı Ke­rim kıyamet gününde ona iman edenlerin mükâfatını görecekleri vakit kâ­firler aleyhine bir hasret sebebi olacaktır. Bir başka açıklamaya güre: Mak­sat onların benzeri bir süre meydana getirmeleri için onlara meydan okun­duğunda ona karşı duracak bir sözü ortaya koyamadıkları vakit dünyadaki hasretleridir.

“Ve muhakkak ki o, kesin bilginin gerçeğidir.” Yani o büyük Kur ân aziz ve celil olan Allah tarafından indirilmiştir. Ondan dolayı o yakîn gerçe­ğin ta kendisidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bunun kıyamet gününde onlar için mutlaka bir has­ret olacağı kesin ve şüphesiz bir gerçektir, demektir. Buna göre: “Ve şüphe­siz ki o … bir hasrettir” buyruğu kendisi sebebiyle hasret çekilecektir, an­lamına gelir. O halde “hasret çekmek” anlamında bir mastardır. Bundan do­layı müzekker kabul edilmesi caizdir.

İbn Abbas da şöyle demiştir: Bu bir kimsenin: Bu yakînin (kesin bilginin) ta kendisidir ve bu katıksız yakîn (kesin bilgi)dir; demesine benzer. Eğer “ke­sin bilgi” sıfat olsaydı, ona izafede bulunulması caiz olmazdı. Nitekim -bu zarif adamdır anlamında demlemeyeceği gibi.

Şöyle de denilmiştir: Lafızların farklı ulusu dolayısıyla hakkı bizzat ken­disine izafe etmiştir.

“O halde büyük Rabbinİ adı İle teşbih et.” İbn Abbas’a göre Rabbin için namaz kıl, demektir.

Allah’ı eksiklik ve kötülüklerden tenzih el, anlamında olduğu da söylen­miştir.

Kuran

Hakka Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.