Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

68 – Kalem Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

el-Hasen, İkrime, Ata ve Câbir’in görüşüne göre Mekke’de inmiştir. İbn Abbas ve Katade: şöyle demişlerdir: Başından İtibaren yüce Allah’ın: “Biz bur­nu üzerinden damgalayacağız onu.” (el-Kalem, 68/16) buyruğuna kadar Mekke’de inmiştir. Bundan sonra yüce Allah’ın: “Âhiret azabı ise elbette da­ha büyüktür, eğer bilselerdi.” (el-Kalem, 68/32) buyruğuna kadar olan bö­lümler de Medine’de inmiştir. Buradan itibaren yüce Allah’ın: “…mı yazıyor­lar?” (el-Kalem, 68/47) buyruğuna kadar olan bölümler Mekke’de inmiştir. Buradan itibaren de “onu salihlerden kıldı” (el-Kalem, 68/50) buyruğuna ka­dar Medine’de inmiştir. Geri kalanı ise Mekke’de inmiştir. Bunu el-Maverdî söylemiştir.

68 – Kalem Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Kalem Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

  1. Nûn. Kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki;
  2. Sen Rabblnin nimeti sayesinde bir deli değilsin.

3- Gerçekten senin için elbette kesilmeyecek bir ecir vardır.

“Nûn. Kaleme… andolsun kî” buyruğunda telaffuz edilen ikinci ı:nün” har­fini Ebu Bekir, el-Mufaddal, Hubeyre, Verş, İbn Muhaysın, İbn Âmir, el-Ki-sâî ve Yakub “vav” harfine idgam etmişler; diğerleri izhâr ile okumuşlardır. İsa b. Ömer ise bunu üstün ile okumuştur. Bir fiil takdir etmiş gibidir. îbn Ab-bas, Nasr ve İbn Ebi İshak ise kasem harfi takdiri ile kesreli okumuşlardır. Harun ve Muhammed b. es-Semeyka ise mebnî olarak Ötreli okumuşlardır.

“Nûn”un tevili hususunda farklı görüşler vardır. Muâviye b. Kurra baba­sından, Peygamber (sav)’a merfu bir rivayet olarak: “Nûn. Nurdan bir yazı lev-hasıdır.” dediğini rivayet etmektedir[2]

Sabit el-Bünânî de “nûn”un divit (mürekkep hokkası) olduğunu rivayet etmiştir. el-Hasen ve Katade de böyle demişlerdir.

el-Velid b. Müslim rivayetle dedi ki: Bize Mâlik b. Enes, Ebu Bekrin mev-lâsı Sum ey’den anlattı: Sumey, Ebu Salih es-Seınman’dıın, o Ebu Hurcy-re’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir. Sonra Nûn’u halketti. O ise mürek­kep hokkasıdır. Yüce Allah’ın: “Nûn, kaleme… andolsun ki” buyruğu da bu­nu anlatmaktadır. Sonra ona: Yaz, diye buyurdu. Kalem: Ne yazayım!1 dedi. Olmuşu ve kıyamet gününe kadar olacak olan amel, ecel, nzık ya da iz tü­ründen herşeyi yaz, diye buyurdu. Kalem de kıyamet gününe kadar olacak herşeyi yazdı. Sonra kalemin ağzı mühürlendi, daha da konuşmadı, kıyamet gününe kadar da konuşmayacak. Sonra aklı yaram. Cebbar olan şöyle bu­yurdu: Senden daha çok beğendiğim bir yaratık yaratmadım. İzzetini ve ce­lâlime yemin ederim ki, sevdiğim kimselerde seni kemale erdireceğim, buğ-zettiğim kimselerde seni eksik kılacağım.” (Ebu Hureyre devamla) dedi ki; Sonra Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “İnsanlar arasında aklı en mükemmel olan Allah’a en itaatkâr olanları ve O’na itaat olan işleri en çok yapanlarıdır[3]

Mücahid’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Nûn” yedinci arzın al­tındaki balıktır. (Devamla) dedi ki; “Kaleme… andolsun kî” buyruğu ise Zik-r’in kendisi ile yazıldığı kalemdir. Mukatİl, Murre el-Hemdânî, Ata el-Horo-sanî, es-Süddî ve el-Kelbî de böyle demişlerdir: Nûn, yerlerin üzerinde bu­lunduğu balıktır.

Ebu Zabyan, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet eder: Allah’ın ilk yarat­tığı kalemdir. Olacak olan herşeyi yazdı. Sonra suyun buharın» yüksekti, on­dan semayı yarattt. Sonra Nûn’u yarattı ve yeri onun üzerine yayıp döşedi.

Yer çalkalandı, dağlarla tesbit edildi. Dağlar yere karşı şüphesiz ki övünür­ler. Sonra İbn Abbas; “Nün, Kaleme… andolsun ki” âyetini okudu.

e!-KeIbî ve Mukatil dedi ki: Onun (.o balığın) adı ei-Behmût’tur. Recez vez­ninde şair şöyle demiştir:

“Bana ne oluyor ki, hepinizi susuyor görüyorum, el-Behmût’u yaratmış olan Rabbim Allah’a yemin olsun.”

Ebu’l-Yakzan ve el-Vâkidî adînin Leyûsâ, Ka’b, Lûsusa olduğunu söyle­miştir. Yine (Ka’b); Belhemûsâ olduğunu da söylemiştir. Ka’b (devamla) de­di ki: İblis yerlerin üzerinde bulunduğu balığın iğine girip, onun kalbine ves­vese vererek dedi ki: Ey Lûsûsâ! Senin üzerinde hareket eden hayvanlardan, ağaçlardan, yerlerden ve başkalarından neler olduğunu biliyor musun? Sen hareket edecek olursan, hepsini sırtının üzerinden atıverirsin. Leyûsâ bunu yapmak istedi, Allah ona bir hayvan gönderdi. Burun deliğinden girip bey­nine kadar ulaştı. Balık bundan ötürü yüce Allah’a yalvarıp yakardı, Allah da o hayvana izin verdi ve çıktı. Ka’b dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, balık o hayvana bakmakta, o hayvan da ona bakmaktadır. Eğer benzeri bir şey yap­mak isteyecek olursa, tekrar önceki haline döner[4]

ed-Dahhak, İlin Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Nûn” er-Rah-man isminin harflerinin sonuncusudur ve şöyle telaffuz etti: er-Rahıııa-nun, er-Rahman lafzının harflerini ayrı ayrı telaffuz etti.

İbn Zeyd dedi ki: Bu yüce Allah’ın yemin ettiği bir kasemdir, İbn Keysan: Bu sûrenin başlangıcıdır, demiştir. Sûrenin adı olduğu da söylenmiştir.

Ata ve Ebu’l-Âliye dedi ki: Nûn yüce Allah’ın Nasîr, Nûr ve Nasır isimle­rinin baş harfleridir.

Muhammed b. Kâh dedi ki: Yüce Allah mü’minlere nasrına (onlara ver­diği yardım ve zaferine) yemin etmektedir ve bu yemin hakkın kendisidir. Bunun açıklayıcısı da yüce Allah’ın: “Mii’minlereyardım etmek ise zaten üze­rimize bir haktır” (er-Rum, 30/47) buyruğudur.

Cafer es-Sadık dedi ki: O (Nûn) cennet nehirlerinden “Nûn” diye adlan­dırılan bir ırmaktır.

Bunun sözlük harflerinden bilinen harf olduğu da söylenmiştir. Çünkü baş­ka türlü olsaydı, L’rab edilir olması gerekirdi. el-Kuşeyrî Ebu Nasr Abdurra-him’İn Tefsir’inde tercih ettiği görüş de budur. O dedi ki: Çünkü “NCın” i’ra-bı yapılmayan bir harftir. Eğer tam bir kelime olsaydı “el-Kalem” kelimesi i’rab edildiği gibi, onun da t’rab edilmesi gerekirdi. O halde bu da diğer sûrele­rin başlangıcında olduğu gibi bir hece harfidir. Buna binaen de; o sûrenin adıdır, denilmiştir. Yani bu “Nûn’T süresidir. Sonra; “Kaleme… andolsun ki” diye buyurarak; dil gibi, açıklama özelliklerini taşıdığından ötürü kaleme ye­min etmektedir. Bu da göklerde olanların da, yerde olanların da kendisi ile yazı yazdıkları her kalem için sözkonusu olan bir yemindir. Ebu’1-Feth el-Bus-tî’nîn şu beyitleri de bu kabildendir:

“Bir gün kahramanlar yemin ederse kılıçlarıyla, Ve saysalar onu şanı ve şerefi kazandıran bir unsur. Yazıcıların kalemine izzet ve yücelik yeterlidir: Allah kalemle yemin ediyor diye çağlar boyunca.”

Kalemin kılıca üstünlüğünü dile getiren, şairlerce söylenmiş pekçok be­yit vardır. Sözünü ettiğimiz bu beyitler bunların en üstünleridir.

İbn Abbas dedi ki: Bu Allah’ın yarattığı Kaleme bir yemindir. Bu Kaleme emir verdi, o da kıyamet gününe kadar olacak olan herşeyi yazdı. (İbn Ab­bas) dedi ki: Bu nurdan bir kaleni olup, uzunluğu sema ile arz arası gibidir.

Denildiğine göre: Yüce Allah Kalemi yarattı, sonra ona baktı, ikiye yarıl­dı. Ona hareket et (yaz), diye buyurdu. Rabbinı, ne yazayım? dedi. Kıyamet gününe kadar olacak olan herşeyi, diye buyurdu. O da Levh-i Mahfuz üze­rinde cereyan etti (olacakları yazdı).

el-Velid b. Ubadc b. es-Samit dedi kî: Babam vefatı sırasında bana vasi­yette bulunarak dedi ki; Yavrucuğum, Allah’tan kork ve bil ki sen bir olarak Allah’a, hayrı ile şerri ile kadere iman etmedikçe asla ilmi elde etmiş ve tak­va sahibi olmuş olmazsın. (Çünkü) ben Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah’ın ilk yarattığı şey Kalemdir. Ona; Yaz, dedi. Rabbim ne ya­zayım? diye sordu. Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o anda olanı ve ebedi­yete kadar olacak olanı yazdı.”[5]

İbn Abbas dedi ki: Allah’ın ilk yarattığı Kalemdir. Ona olacak olan her-şeyi yazmasını emretti. Yazdıkları arasında: “Ebû Leheb’in iki eli kurusun.” (Tcbbet, 111/1) davardır.

Katade dedi ki: Kalem yüce Allah’ın kullan üzerindeki bir nimetidir. Başkası da şöyle demiştir: Allah ilk Kalemi yarattı. O da olacakları Zikirde yaz­dı ve onu Ansının üstünde, nezdinde alıkoydu. Sonra yeryüzünde kendisi ile yazı yazılsın diye ikinci kalemi yarattı. İleride: “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (el-Aiak, 96/1) Sûresi’nde açıklaması gelecektir.

“Ve yazmakta oldukları şeylere” buyruğu ile Âdemoğullarının amelleri­ni yazan melekleri kastetmektedir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.

“Yazmakta oldukları” buyruğu ile insanların yazdıkları ve kendisi ile an­laştıkları şeylerin kastedildiği de söylenmiştir. Yine İbn Abbas dedi ki: “Ve yazmakta oldukları şeyler’den kasıt, bildikleri şeylerdir. Buradaki: “Şey­ler” mevsûl ya da mastar içindir, Onların yazdıkları şeylere yahut yazmala­rına andolsun, demek olur. Görüş ayrılığına binaen bununla yazan herkes ya da Hafaza melekleri kastedilir.

“Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin” buyruğu kasemin (ye­minin) cevabıdır ve nefydii. Müşrikler Peygamber (sav) için: O bir delidir, on­da bir şeytan vardır, diyorlardı. İşte onların: “Ey kendisine Zikr (Kur’ân) in­dirilen kişi! Mutlaka sen bir delisin” (el-Hier, 15/6) sözleri de bunu anlat­maktadır. Yüce Allah onların söylediklerini reddetmek ve yalanlamak üze­re: “Sen Rabbinin nimeti” rahmeti “sayesinde bir deli değilsin” buyruğu­nu indirdi.

Burada “nimet” rahmet demektir. İkinci olarak burada “nimet”in bir ye-ınin olma ihtimali de vardır. İfadenin takdiri de şöyle olur: Rabbinin nime­tine yemin olsun ki; sen bir deli değilsin. Çünkü “vav” i!e “be” harfleri ye­min harflerindendir. Bu: “Sen bir deli değilsin, bundan dolayı Allah’a hamdolsıın” demeye benzer. Anlamının: Sen bir deli değilsin, nimet Rabbindendir, şeklinde olduğu ve bunun: “Al­lah’ım, hamdinle seni teşbih ederim” demeye benzediği ele söylenmiştir ki; Allah’a hamdolsun, anlamındadır. Lebid’in şu beyiti de bu kabildendir:

“Ben kişinin ayrılmak istemediği bir diyarda idim, Erbed denilen yerde faydalı bir komşu benden ayrıldı.”

“Ve orası Erbed’dir” takdirindedir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:

“Güzel gıdadan mahrum olmadılar ve anneleri Sana çok sayıda erkek evlâd vermiştir.”

Burada da; “o.., vermiştir” takdirindedir.

“Rabbinîn nimeti sayesinde” buyruğundaki “be” olumsuz olarak gelen “deli (değilsin)” iafzına taalluk etmektedir. Cümle olumlu olarak gelirse “gafil” lafzına taalluk eder, “Sen Rabbinin nimeti hakkın­da gafilsin” denilmesi gibi. Hal olarak da nasb mahallindedir. şöyle buyur­muş gibidir: “Sana bu nimetler verilmiş olduğu hal­de sen deli değilsin (deli olamazsın)” denilmiş gibidir.

“Gerçekten senin için elbette kesilmeyecek” kesintisiz ve eksilmeyecek “bü” ecir vardır.” Peygamberliğin ağır yüklerine katlandığın için bir mükâ­fat vardır.

Halatı kesmeyi ifade etmek üzere: “Halatı kestim” deniKerek aynı kökten gelen fiil kullanılır. Sağlam olmadığı takdirde de: “Sağ­lam olmayan halat denilir. Şair de şöyle demiştir:

“Sarı renkleri siyaha çalan (ve) yiyeceklerini kendileri kazanan yırtıcı hayvanlar ki onların yiyecekleri kesintiye uğramaz.”

Yani kesilmez.

Mücahid dedi ki; “Kesilmeyecek” lafzı sayısız anlamındadır. el-Hasen de­di ki: Başa kakılmak suretiyle lezzeti, tadı bozulmayacak demektir, ed-Uah-hak ise anıdsiz verilen bir mükâfat diye açıklamıştır.

Bunun hesapsız, kitapsız anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu da yii-ct; Allah’ın lutf ile verecekleridir. Çünkü ceza (karşılık) miktarı tesbit edilmiş oUrıdır. Tefaddul hakkında ise miktar, hesap, kitap süzkonusu değildir. Bu açıklamayı el-Maverdî zikretmiş olup, Mücahid’tn açıklaması ile aynı anlamı ihtiva eder, [6]

  1. “Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki baştık halinde sunacağız: [7]

1- Hz. Peygamberin Yüce Ahlâkı:

“Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin” buyruğu ile ilgi­li olarak İbn Abbas ve Mücahit! şöyle demişlerdir: Ahlâka sahipsin, dinler ara­sında büyülî bir dine sahibsin, demektir. Allah’ın bu dinden daha çok sev­diği ve ondan daha çok hoşnud olduğu bir başka din yoktur.

Müslim’in Saftift’inde Âişe (r.anha)’dan: “Onun ahlâkı Kur’ân-ı Kerim’den ibaretti” dediği rivayet edilmektedir[8]

Ali (r.a) ve Atiyye: Bu Kur’an’ın edebidir, demişlerdir. Onun ümmetine şef­kati, onlara ikramı olduğu da söylenmiştir- Katade: Onun ahlâkı Allah’ın emir­lerine riayet etmesi, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak kaiması demektir. Sen çok üstün ve şerefli bir karaktere sahipsin diye de açıklanmıştır, el-Ma ver­di: Zahir olan budur, demektedir.

Sözlükte ahlâkın gerçek mahiyeti, insanın kendisini bağlı kıldığı, riayet et­tiği edeb demektir. İşte buna ahlâk denilir. Bu (yaratmak ile aynı kökten ge­len bir kelime olarak) onda adeta bir yaratılış haline geldiğinden dolayı böy­le denilmiştir. İnsanın tabii olarak yapısında bulunan edebe gelince, işte bu­na “el-hîm” denilir ki; karakter ve tabiat demek olup, bunun kendi lafzından bir tekili yoktur. “Hım” aynı zamanda bir dağın adıdır. Buna göre ahlâk, in­sanın kendisini uymak için zorladığı tabiat demek olur, Hîm ise yaratılışın­da var olan tabiattır. el-A’şâ bu hususu şiirinde açıklayarak şöyle demiştir:

“Değersiz şeylerin sahibi şayet mevlâsma (köle ya da azadlısına)

karşı cimrilik eder de, Ve ahlâk, hîmine geri dönerse…”

Ahlâk aslî tabiatına geri dönerse… demektir.

Derim ki: Müslim’in Sahih’inde Âişe (r.anha)’dan zikrettiğimiz rivayet bu husustaki görüşlerin en sahihidir. Aynı şekilde ona Peygamber (sav)’ın ah­lâkına dair soru sorulduğunda o da: “Mü’minler gerçekten felah bulmuşlar­dır.” (el-Mu’minûn, 23/1) buyruğundan itibaren on âyet okumuş ve şöyle de­miştir: Kimse Rasûlullah (sav)’dan daha güzel ahlâklı değildir. Ashabından yahut ehli beytinden birisi onu çağırdı mı mutlaka: Efendini buyur, derdi. Bundan dolayı yüce Allah: “Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sa­hipsin” diye buyurmuştur.

Ne kadar güzel bir huydan sözetlilirse, mutlaka Peygamber (sav) ondan en büyük paya sahipti. el-Cüneyd dedi ki: “Büyük ahlâk” denilmesinin se­bebi, onun yüce Allah’tan başkasına yönelmek gibi bir gayretinin olmayışın­dan dolayıdır. “Büyük ahlâk” denilmesinin sebebinin, ahlâkın üstün değer­lerinin onda toplanması olduğu da söylenmiştir. Buna da Peygamber (sav)’ın: “Şüphesiz Allah beni ahlâkın üstün değerlerini tamamlamak üzere gönder­miştir”[9] buyruğu delil teşkil etmektedir.

Bir diğer görüşe göre bunun sebeh’ı:”Sen af yolunu tut, maruf olanı em­ret, cahillerden de yüz çevir” (el-Araf, 7/199) buyruğunda yüce Allah’ın kendisinden takınmasını istediği edebin gereklerini yerine getirmiş olmasın­dan dolayıdır. Peygamber (sav)’dan şöyle dediği rivayet olunmuştur: “Rab-bim beni en güzel bir şekilde tedib etmiştir. Çünkü: “Afyolunu tut, maruf olanı emret ve cahillerden yüz çevir” (el-A’raf, 7/199) diye buyurmuştur. Ben onun bu emrini kabul edip yerine getirince: “Ve şüphe yok ki sen çok bü­yük bir ahlâka sahipsin” diye buyurdu.[10]

2- Güzel Ahlâkın Önemi ve Mükâfatı:

Tirmizî’nin rivayetine güre Ebu Zer. dedi ki: Rasûluüah (sav) şöyle buyur­du: “Her nerede olursan ol, Allah’tan kork! Kötülüğün arkasından iyiliği ye­tiştir ki, onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâkla geçin.” (Timıizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[11]

Ebu’d-Deıdâ’dan rivayete göre Peygamber (sav) şöyie buyurmuştur: ‘-Kı­yamet gününde mü’minin terazisinde güzel bir ahlâktan daha ağır bir şey ol­mayacaktır. Şüphesiz ki yüce Allah çirkin ve bayağı (konuşup davranan) kim­seye buğzecler.” (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[12]

Yine ondan (Ebud-Derdâ’dan) dedi ki: Peygamber (sav)’ı şöyle buyurur­ken dinledim: “Mîzâna güzel ahlâktan daha ağır konulacak hiçbir şey yok­tur. Şüphesiz ki güzel ahlâk sahibi, onun vasıtası ile çok namaz kılan, çok oruç tutan kimsenin mertebesine ulaşır.” (Tirmizî) dedi ki: Bu, bu cihetten garib bir hadistir[13]

Ebu Hureyre’den dedi ki: Rasûluilah (savVıı insanları en çok cennete ne­yin soktuğuna dair soru soruldu. O da: “Allah’tan korkmak ve güzel ahlâk” diye buyurdu. Sonra insanları en çok ateşe neyin soktuğuna dair soru sorul­du, bu sefer: “Ağız ve fert” diye buyurdu. (Timıizî) dedi ki: Bu sahih, garib bir hadistir[14]

Abdullah İbnu’l-Mübarek’ten rivayete göre o güzel ahlâkı, niteliklerini an­latarak şöyle demiştir: Güzel ahlâk güler yüzlülük, iyiliği karşılıksız olarak yapmak ve başkalarına eziyetten kaçınmaktır.

Câbir’den rivayete göre RasûluOah (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz ki kıyamet gününde aranızdan en çok sevdiğim ve bana en çok yakın olanlar arasında (başta gelenler), ahlâk itibariyle en güzel oianlarınızdır ve yine kıyamet gü­nünde kendisine en çok buğzedip meclis itibariyle benden en uzakta olacak olanlar, boşboğazlık edenler, diliyle insanlara eziyet ederek çirkin, sözler söy­leyenler ve ınütefeyhiklerdir.” Ashab: Ey Allah’ın Rasûlü, dediler. Boşboğaz­lık edenleri, konuşmalarıyla başkalarına eziyet edenleri biliyoruz. Mütefey-lııkler ne oluyor? Peygamber: “Mütekebbiilerdir” diye buyurdu. (Tirmizî) de­di ki: Bu hususta Ebu Hureyre’den gelmiş rivayet de vardır. Bu, bu cihetiy-le ha.sen, garib bir hadistir.[15]

5- Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler;

  1. Delilik hanginizde imiş.
  2. Muhakkak senin Rabbİn, kendi yolundan sapanları da en iyi bi­lendir. Hidayet bulanları da en iyi bilen O dur.

“Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler” buyruğu hakkında îbn Abbas dedi ki: Kıyamet gününde sen de bileceksin, onlar da bilecekler, de­mektir. Kıyamet gününde hak, batıldan apaçık ayırdc-dilince sen de görecek­sin, onlar da görecekler diye de açıklanmıştır,

“Delilik hanginizde İmiş” buyruğıındaki: ‘Hanginizde imiş” lafzının ba­sındaki “bu” fazladan gelmiştir. Yani .sen de, onlar du pek yakında hanginizin deli olduğunu göreceksiniz.

“el-Meftûn” delilikle fitneye düşen (deliliğe maruz kalan) demektir. Bu da “be” harfinin fazladan gelmesi bakımından) yüce Allah’ın: “…yağ veren…” (el-Mu’minun, 23/20) ile; “Allah’ın kullarının kendisinden içtikleri…”İnsan, 76/6) Katade Ebu Ubeyd ve el-Ahfeş’in gö-rügü budur. Recez vezninde de şair şöyle demiştir:

“Biz el-Felec (denilen şehir}’in sahipleri Ca’de oğullarıyız, Kılıçla vururuz, kurtuluşu ümid ederiz.”

“Be” harfinin zâid olmadığı da söylenmiştir. Buna göre; “delilik hanginiz­de imiş” buyruğu, fitneye hanginiz maruz kalmışsınız, demektir. Burada; lafzı “meful” vezninde mastar olup: “Fitneye maruz kalmak” anlamında olur. Nitekim: “Filanın herhangi bir taham­mülü ve aklı yoktur” demişlerdir. el-Hasen, ed-Dahhak ve İbn Abbas da böy­le demişlerdir. Şair er-Râî de şöyle demektedir:

“Nihayet kemikleri üzerinde bir et Kalbinde de bir akıl bırakmadıklarında…”[16]

Buna göre: Fitneye maruz kalan kimse gibi, hanginizin fitnesine düştüğü­nü (göreceksiniz) demek olur.

el-Ferrâ dedi ki: “Be” burada “…de, da” anlamındadır. Yani: “İki kesimin hangisinde; senin de aralarında bulunduğun mü’minler kesiminde mi, yoksa diğer kesimde mi deli kimse bu­lunduğunu, onlar da görecekler, sen de göreceksin.”

“el-Mcftûn: Fitneye düşmüş, fitneye maruz kalmış” şeytanın fitneye dü­şürdüğü deli kimse demektir. Arapların altını ateşte kızdırmayı anlatmak üze­re kullandıkları: “Altını ateşte kızdırdım (fetentu)” sözlerin­den, azaba uğratılan anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah’ın:

“O günde onlar azab için ateşe sunulurlar” (ez-Zâriyât, 51/13) buyruğunda da bu anlamdadır.

Sûrenin çoğunluğu el-Velîd b. el-Mugîre ile Ebtı Cehil hakkında İnmiştir.

“Meftûn”un şeytanın kendisi olduğu da söylenmiştir. Çünkü o dininde fit­neye maruz kalmıştır. Müşrikler onda bir şeytan vardır, diyorlardı. İşte “de­li; mecnûn, tinli” sözleriyle de bunu kastetmişlerdir. Yüce Allah da şöyle bu­yurmaktadır; Yarın onlardan hangilerinin mecnûn olduğunu bileceksinizdir. Çarpmasından deliliğin ve aklın karışmasının husule geldiği şeytanın hangi­sinde olduğunu bileceksiniz, demektir.

“Muhakkak senin Rabbln, kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir.”

Yani şüphesiz yüce Allah, dininden sapıp uzaklaşanları çok iyi bilir. “Hida­yet bulanları da” hidayet üzere olan kimseleri de “en iyi bilen O’dor.” O ba­kımdan yarın herkese ameline göre karşılık verecektir. [17]

  1. Artık yalanlayanlara itaat etme!

Bvı buyruğu ile müşriklere meyletmeyi ona yasaklamaktadır. Onlar Pey­gamber (sav)’ı kendilerine Üişmemeye çağırıyorlar ve böylelikle onlar da ona ilîşmeyeceklerdi, Yüce Allah ise onlara meyletmenin küfür olacağını açıkla­maktadır. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Ve eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, onlara az kalsın biraz meyledecektin.” (el-İsra, 17/74)

Bir diğer açıklamaya göre buyruğun anlamı şudur: Kötü dinlerine uyman için sana yaptıkları çağrıyı kabul ederek yalaniayıcılara itaat etme!

Âyet-i kerime Peygamber (sav)’ı atalarının dinine çağırmaları üzerine Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. [18]

9- Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler; ken­dileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı.

1- İbn Abbas, Atiyye, ed-Dahhak ve es-Süddî dedi ki: Senin de kâfir olma­nı arzu ettiler. Böylelikle onlar da küfürleri üzere devam edip gideceklerdi.

2- Yine İbn Abbas’Ean şöyle dediği rivayet edilmiştir: Kendilerine (bina kim) müsaadeler vermeni arzu ettiler, onlar d;ı sana bir takım müsadeler ve­receklerdi.

3- el-Ferrâ ve el-Kelbî dedi ki: Sen yumuşayacak olsan, onlar da sana kar­şı yumuşarlar.

“( oLmIIi ): Kendisine karşı yumuşak davranılmaması gereken kimselere yu­muşamak»” demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır.

4- Mücahid dedi ki: Keşke kendilerine meyletsen ve hakkı terketsen, di­ye arzu ettiler. Onlar da sana karşı yumuşayacaklardı,

5- er-Rabî b. Enes dedi ki: Keşke yalan söylesen diye arzu ettiler, onlar da yalan söyleyeceklerdi.

6- Katilde dedi ki: Sen bu işi bırakıp vazgeçsen diye arzu ettiler, onlar da seninle birlikte aynı yolda yürüyeceklerdi.

7- d-Hasen dedi ki: Onlara karşı kendi dininde yapmacık davranışlarda bulunsan diye arzu ettiler. Onlar da kendi dinlerinde sana karşı yapmacık dav­ranışlarda bulunacaklardı.

8- Yine ondan rivayet edildiğine göre; Sen işinin bir İKİiiimünü reddetsen diye arzu ettiler, onlar da tutumlarını kısmen reddedeceklerdi,

9- Zeyd b. Eşlem dedi ki: Keşke sen onlara karşı iki yüzlü davranıp, riya­kârlık yapsan da, onlar da «ana karşı münafıklık yapıp riyakârlıkta buluna­cak! a rd s.

10- Keşke sen zayıflık gömersen, oniar da zayıflık göstereceklerdi, anla­mında olduğu ela söylenmiştir. Bu açıklamayı du Ebu Cafer yapmıştır.

11- Sen dininde onlara karsı yumuşak davransan, onlar da inançlarında, dinlerinde sana karşj yumuşak davranacaklardı, diye de açıklanmıştır. Bu açık­lamayı el-Kutebî yapmıştır.

12- Yine ondan gden açıklamaya göre ondun bir süre kendi ilâhlarına iba­det etmesini istediler. Onlar da onun ilâhına bir süre ibadet edeceklerdi.

İşte bunlar (toplam) oniki görüş etmektedir.

İbnıı’l-Arabîdedi ki: Müfessirler bunun açıklaması hususunda yaklaşık un görüş zikretmişlerdir. Hepsi de lısgata ve manaya bağlı olarak ileri sürülen iddialardır. Bunların en kabule değer olanları, keşke sen yalan söylesen di­ye arzu ettiler, onlar da yalan söyleyeceklerdi, görüşü i!e; keşke sen küfre sapsan diye arzu ettiler;-onlar da küfre sapacaklardı, görüşüdür.

Derim ki: Yüce Allah’ın izniyle hepsi de lügat ve mana bakımından sahih açıklamalardır. Çünkü: “Yumuşaklık göstermek ve karşı tarafın ho­şuna gidecek yapmacık işlerde bulunmak’tır.

Düşmana karşı güzel davranmanın (mücâmele); ona eğilim göstermek olduğu söylendiği gibi, konuşma esnasında yakınlık göstermek ve yumuşak söz söylemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Şair dedi ki:

“Başına gelen birtakım işlerde bir dereceye kadar zulmetmek elbette ki, Düşmanlara karşı yumuşak davranmaktan daha kesin ve kararlıca bir iştir.”

el-Mufaddal dedi ki: Bu iki yüzlülük ve samimiyeti terketmek demektir. Bu yönüyle yerilen bir davranıştır. Fakat birinci {bir önceki) açıklamaya göre ise yerilen bir iş değildir. (Peygamber tarafından) bunların hiçbirisi yapılmadı.

el-Müberred dedi ki: denilir ki; bu da “dininde ha­inlik edip içinde sakladığından farklı bir şey açığa vurdu” demektir. Bazıla­rı da: tevriye yaptım (birkag anlama gelme ihtimali bulunan söz ve davranışlarda bulundum) demektir. da “aldattım” anlamındadır, de­mişlerdir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

Yüce Allah: “Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacak­lardı” diye buyurarak atıf suretinde getirmiştir. Eğer bu nehyin (itaat etme yasağının) cevabi olarak gelmiş olsaydı: “Kendileri de bunun üze­rine yumuşak davranırlar” demesi gerekirdi. Ancak maksat: Onlar keşke böy­le bir şey yapsaydın diye temenni ettiler, o zaman unlar da senin yaptığın gi­bi yapacaklardı, diye atıfta bulunmaktır. Yoksa yasağa karşı bir ceza ya da mükâfat olarak ifade getirilmek murad edilmemiştir. Bu bir temsil ve bir ben­zetmedir. (Yani senin yumuşak hareket etmen halinde onlar da senin gibi yu­muşak hareket edeceklerdi, demektir.) [19]

  1. Sakın itaat etme; çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her ki-
  2. Ayıplayıp duran, onun bunun sözünü taşıyana;
  3. Hayra durmadan engel olan, haddi aşan ve çok günahkâr ola­na;
  4. Cahil ve kaba, üstelik kulağı kesik olana.

Bu buyruklarla eş-Şa’î, es-Süddî ve İbn İshak’ın görüşüne göre; el-Ahnes b. Şerîk’i kastetmektedir. el-Esved b. Abdi Yağûs yahut Abdurrahman b. el-Esved de denilmiştir. Bu da Mücahid’in görüşüdür.

Yine denildiğine göre el-Velîd b. el-Muğîre, Peygamber (sav)’a bir mik­tar mal teklif etti ve dininden döndüğü takdirde bu malı ona vereceğine da­ir yemin etti. Bu açıklamayı da Mukatil yapmıştır.

İbn Abbas dedi ki: Kastedilen kişi Ebu Cehil b. Hişam’dır.

“Çokça yemin eden”; “zKalbi zayıf olan kimse (mealde: aşağılık ve değersiz)” demektir. Bu açıklama Miicahid’den nakledilmiştir. İbn Abbas’tan çok yalan söyleyen anlamında olduğunu söylediği nakledilmiştir. Zaten çok yalan söyleyen kişi de değersiz kimse demektir. Çokça kötülük İş­leyen anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu da el-Hasen ve Katade’nin açık­lamasıdır.

el-Kelbî: el-Mehîn; günahkâr ve âcİ2 kimse demektir, demiştir. Allah nezdinde hakir ve değersiz anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Şecere ze­lil kimse demektir, diye açıklamıştır. er-Rummânî: Mehîn; çokça çirkin İşler yaptığından ötürü aşağılık kimse demektir, diye açıklamıştır.

Bu azhk anlamına gelen “mehânef’den fail ve2ninde bir kelimedir. Bura­da ise görüş ve ayırdetme gücünde eksiklik anlamındadır. Yahutta bu “mu-fal” anlamında “fııîl” vezninde olup “rnuhân” yani hakir ve değersiz kılınmış demekttr.

” Ayıplayıp duran” ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demiştir: Hemmâz: Ayıp­layıp, duran eliyle insanları ayıplayan ve onları vuran kimse, demektir. Lemmâz ise diliyle ayıplayan kimseye denilir. el-Hasen de şöyle demiştir: Bu meclisin bir kenarında sinen kişi demektir. Yüce Allah’ın: “İnsanları arka­dan çekiştiren (humeze)” (el-Humeze, 104/1) buyruğuna benzemektedir.

Hemmâz insanları yüzlerine karşı sözkonusu eden kimse, lemmâz ise ha­zır olmadıkları vakit arkalarında onlardan sözeden kimsedir, diye de açıklan­mıştır. Bu açıklamayı Ebu’l-Âliye, Ata b, Ebi Rebah ve yine el-Hasen yapmış­lardır.

Mukatil bunun aksini söylemiştir: Humeze hazır olmayanın gıybetini ya­pan kimse, lumeze ise yüzüne karşı gıybet yapan kimse demektir. Murre: Her ikisi de eşittir, demiştir. Hazır olmayan kimseyi tenkid edip yeren kimse de­mek olan “el-kattât” İle de aynı şeydir. Buna yakın bir açıklama İbn Abbas ve Katade’den yapılmıştır. Şair de şöyle demektedir;

“Benimle karşılaştığında yalan yere bir sevgi izhar ediyorsun, Fakat hazır olmadım mı sen, arkadan beni çekiştiren, gıybetimi

yapansın (hâmiz ve lumezesin).”

“Onun bunun sözünü taşıyana-” İnsanların arasını bozmak maksadı ile laf ahp götüren demektir.

Fesad çıkarmaya çalıştı, gayret etti, fesad çıkarıyor, bunun için gayret ediyor…” demektir. (Bu işt yapmaya da:) “nemim ve ne-mîme denilir.

Müslim’in Sahih’inde Huzeyfe’den rivayete göre; ona bir adamın laf gö­türüp getirdiğine dair haber ulaşınca Huzeyfe şöyle demiş: Rasûlullah (sav)’ı: “Cennete hiçbir nemınâm (onun bunun sözünü taşıyan) girmeyecektir.” di­ye buyururken dinledim.[20]

Şair de şöyle demektedir:

“Ve bir mevlâ (azatlı) ki karınca yuvası gibidir; yanında hiçbir hayır yoktur, Mevtasına (efendisine) ancak laf ahp taşımasından başka.”

el-Ferrâ dedi ki: Bunlar (nemîm ile nemime) iki ayrı söyleyiştir. “NemîıvT’m “nemîme”nin çoğulu olduğu da söylenmiştir.

“Hayra durmadan engel olan” malın harcanması gereken yerlerde infak edilmesine engel olan demektir. İbn Abbas dedi ki: Çocuğunu, aşiretini İs­lâm’dan alıkoyan, engelleyen demektir. el-Hasen dedi ki: Onlara şöyle diyor­du: Sizden kim Muhammed’in dinine girecek olursa, ebediyyen ona hiçbir faydam olmaz.

“Haddi aşan” yani İnsanlara zulmeden, haddi aşıp geçen ve batıl üzere ohın “ve çok günahkâr olana” günah sahibi olana. Çokça günah işleyen kim­se demektir. Bu “feûl” vezni manasında “fail” vezninde gelmiş bir kelimedir.

“Cahil ve kaba; üstelik kulağı kesik olana” buyruğundaki: “Cahil ve kaba”; küfründe çok şiddetli ve katı olan demektir. el-Kelbî ve el-Ferrâ: Batıl üzere haksızlık ve düşmanlığı çok ileri götüren kimse demektir, diye açıklamışlardır. Bunun insanları sürükleyerek, onları hapse ya da azaba gö­türen kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da çekmek, .sürüklemek demek olan: ‘den alınmış olur. Yüce Allah’ım “Yakala­yın onu; sürüyerek götürün” (ed-Duhan, 44/47) buyruğunda da bu anlam­da kullanılmıştır.

es-Sıhâh’Vâ şöyle denilmektedir: “O adamı şiddetle çektim, çekerim” demektir. “Çokça çeken adam” anlamındadır. Şa­ir bir atı nitelendirirken şöyle demektedir:

“Biz o atı dizginler, yavaşlatmaya çalışırız; fakat asla onu çekip sürüklemeyiz.”

İbnu’s-Sikkît dedi ki: Bu hem “lanı,1′ hem “nun” ile: Onu sü­rükledi, çekti” şekillerinde kullanılır. “( jîüı): Kaba ve katı kimse” demek­tir. Aynı zamanda bu “kaba mızrak” anlamına da gelir. “Kaba­lığı apaçık” yani kötülükte çok çabuk olan, hızlı hareket eden demektir. denilir ki “ben yerimden ayrılmam (senin arkandan sürüklenip gitmem)” demektir.

Ubeyd b. Umeyr dedi ki: Bu çokça yiyen, çok içen, güçlü, çetin fakat te­raziye konulduğu vakit bir arpa kadar dahi ağırlık taşımayan kimsedir. Me­lek bir itiş ile bu gibi kimselerden yetmişbin kimse iter.

Ali b. Ebi Talib ve el-Hasen dediler ki: “Çirkin işler yapan, kötü huy­lu kimse” demektir. Mamer dedi ki: Bu, çirkin işler yapan, adi, bayağı kişi­ye denifir. Şair de göyle demiştir:

“Hayasız, kötü huylu ve kulağı kesik bir adam

(Hem) imdada koşup fayda sağlamaz, hem de şerefli değil.”

Müslim’in ıSaftiA’indeki rivayete göre Harise b. Vehb, Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinlemiştir: “Size cennetlikleri haber vereyim mi?” Ashab: Evet deyince, şöyle buyurdu: “Zayıf ve başkası tarafından zayıf görülen, Al­lah’a and verecek olsa, Allah’ın andının, gereğini yerine getirdiği kimsedir. (Peki) size cehennemlikleri de haber vereyim mi?” Ashab; Evet deyince şöyle buyurdu: “Cahil ve kaba, serkeş ve hayrı engelleyen ve büyüklük tas­layan herkes.”O) Yine ondan gelen bir rivayette de: “Serkeş ve engelleyen,

Kulağı kesik, anlamı verilen “zeııîm” kelimesi ile ilgili tefsir ve »aklamalar bira 7. sıın-nı geleceğinden İm tabir buralarda ayrıca açıklanimmışrır. kulağı kesik ve mütekebbir olan herkes”[21] denilmektedir.[22]

(Hadiste geçen) el-cevvâz’m “serkeş ve (hayrı) engelleyen” kimse anla­mına geldiği söylendiği gibi, yürüyüşünde böbürlenen, eti bol kişi anlamın­da olduğu da söylenmiştir.

el-Maverdî, Şehr b. Havşeb’den, onun Abdurrahman b, Gam’den zikret­tiğine ve yine tbn Mesud’dan rivayet ettiğine göre Peygamber (sav) şöyle bu­yurdu; “Cennete cevvâz da, ea’zarî de girmeyecektir, utul ve zenim olan da girmeyecektir.”‘ Bir adam şöyle dedi: Cevvâz nedir? Ca’zarî nedirt Utul ve ze-nim ne demektir? Rasûiullah (sav) şöyle buyurdu: “Cevvâz (mal) toplayıp onu engelleyen (infak etmeyen), ca’zarî kaba saba, utul ve zenîm; hilkati itiba­riyle güçlü, karnı geniş, sağlık verilmiş, çok yiyen, çok içen, bol yiyecek bu­lan ve insanlara çokça zulmeden kişidir.”[23]

es-Sa’lebî de bunu Şeddâd b. Evs’den zikretmektedir: Cennete cevvâz da, ca’zarî de, utul ve zenîm olan da girmeyecektir. 13en buniarı Peygamber (sav)’dan duydum. Dediın ki; Cevvâz nedir’ O: Çokça (mal) toplayıp, fakat onu engelleyendir, dedi. Peki ca’zarî nedir? diye sordum. O. Kaba saba kimse demektir, dedi. Peki utul ve zenim ne demektir? diye sordum. O: Kar­nı geniş, yapısı yumuşak, çok yiyen, çok içen, çok haksızlık eden, çok da za­limlik eden kimsedir dedi.

Derim ki: Peygamber (sav)’dan gelen “utul: cahil ve kaba” hakkındaki bu açıklaması, müfessiHerin görüşlerinden daha üstündür. Ebu Davud’un Kita­bında “el-cevvâz” lafzının açıklaması, kaba saba diye zikredilmiştir. Bunu Ha­rise b. Vehb el-Huzaî’nin rivayet ettiği hadiste zikretmektedir. Harise dedi ki: Rasûiullah (sav) şöyle buyurdu: “Cennete ne cevvâz, ne de ca’zerî kimse gi­recektir.” Dedi ki: Cevvâz kaba ve saba kimseye denilir.[24]

Buna göre ilk olarak zikrettiğimiz üzere; buna dair (Peygambere kadar ula­şan) merfıı iki açıklama bulunmaktadır.

Kalbi katılaşmış kimse demek olduğu da söylenmiştir. Zeyd b. Eslem’den yüce Allah’ın: “Cahil ve kaba, üstelik kulağı kesik olana” buyruğu hakkın­da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Allah’ın be­denine sağlık verdiği, karnını genişlettiği, ona dünyadan kısmen bir şeyler verdiği, bununla birlikte insanlara çok zalim olan bir adamdan ütürü sema ağlar. İşte uçul ve zenîm (cahil ve kaba ve kulağı kesik) budur. Sema zina eden yaşlıdan ötürü ağlar. Yer nerdeyse onu taşımayacak.”cu

Zenîm (kulağı kesik olan): Bir kavme sonradan alınan, onlardan sayılan, onlardan olmadığı halde onlara kanlan kimse demektir. Bu açıklama İbn Ab-bas ve başkalarından rivayet edilmiştir. Şair şöyle demektedir:

“Adamların fazladan kendilerinden çağırdıkları bir zenîm(dir o) Tıpkı köselenin enine ayakların derisinin ilâve edildiği gibi.”

Yine İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu Kureyş’ıen bir adam olup kulağı yarılmış, kesilmiş koyun gibi kulağında bir kesikliği bulu­nan bir kimsedir. İbn Cubeyr’in ondan rivayet ettiğine göre bu; koyunun ke­sik kulağı İle tanındığı gibi, kötülükle tanınan kimse demektir. İkrime dedi ki; Koyun nasıl kesik kulağı ile tanınıyorsa, bu da adilik ve bayağılığı ile ta­nınan adi ve bayağı kimse demektir.

“Kusurları ile tanınan kimse” anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açık­lama da İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Ondan gelen bir başka rivayete gö­re; çokça zalimlik eden kimse demektir. İşte bunlar toplam altı görüş etmek­tedir.

Mücahİd dedi ki; Zenîm denilenin elinde altı parmağı vardı. Herbir baş­parmağının yanında fazladan bir parmağı bulunuyordu. Yine ondan Said b. el-Müseyyeb ve İkrime’den şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Bu, kavminin nesebine sonradan katılan veled-i zina demektir. el-Velid, Kureyşliler arasın­da aslen onlardan olmayan, kendilerine katılmış birisi idi. Babası doğumun­dan onsekiz yıl sonra kendi çocuğu olduğunu iddia etmişti. Şair şöyle demek­tedir:

“O babası bilinmeyen z eni m bir kimsedir, Annesi fahişedir, onun soyu sopu çok bayağıdır.”

İki şekliyle kaynağını tespit edemedik. ‘Utul ve Zcnin’i açıklayan rivayetler ve kaynak­ları ise az cince zikredildi.

Hassan dedi ki:

“Sen Haşimoğullarma ilave edilmiş ssenîm kimsesin, Binicinin arkasına tek bir okun eklendiği gibi,”

Derim ki: Bu da birinci görüş ile aynıdır.

Ali (r.a)’dan rivayet edildiğine göre; bu, aslı olmayan (bilinmeyen) kim­se demektir, diye açıklamıştır. Anlam aynıdır.

Rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Cennete ne bir zina çocuğu, ne onun çocuğu, ne onun çocuğunun çocuğu girer.[25]

Abdullah b. Ömer de dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Zina mah­sulü çocuklar kıyamet gününde maymun ve domuzların suretinde haşredî-leeek!erdir.”[26]

Meymûne (r.anhâ) dedi ki: Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Aralarında zina mahsulü çocuklar çoğalmadığı sürece ümmetim hayır için­de kalmaya devam edecektir. Fakat zina mahsulü çocuklar aralarında çoğal­dı mı artık Allah’ın onların hepsini kuşatacak bir ce2a göndermesi pek ya­kındır. “[27]

İkrime dedi ki: Zina mahsulü çocuklar çoğaldı mı yağmur kesilir.

Derim ki: Birinci ve ikinci hadisin sahih bir senetlerinin bulunacaklarını zannetmiyorum. Meymûne’nin rivayet ettiği hadis ile İkrime’nin açıklaması­na gelince, Müslim’in Sahih’inde Peygamber (sav)’ın hanımı Cahş kızı Zey-neb’den şöyle dediği zikredilmektedir: Bir gün Peygamber (sav) korkmuş ve yüzü kızarmış olarak ve söyle diyerek dışarı çıktı: “Lâ ilahe ilallah. Yakınlaş­mış bulunan bir kötülükten dolayı ArapEarın vay haline! Bugün Ye’cûc ile Me’cûc’un şeddinden bunun gibi bir gedik açıldı” diye buyurdu ve başparmak ile ona bitişik olan diğer parmağı ile (şehadet parmağı ile) bir halka yap­tı (ve gösterdi). (Zeyneb) dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü dedim. Aramızda salih-ler bulunuyor iken helak olur muyuz? Şöyle buyurdu: “Evet, kötülük çoğal­dığı takdirde.” Bu hadisi Bulıân de rivayet etmiştir[28]

Kötülüğün, murdarlığın çokluğu ise zinanın ve zina mahsulü gocukların ortaya çıkmasıdır. İlim adamları bunu böylece tefsir etmişlerdir. İkrime’nin söylediği “yağmurun kesilmesi” ise helakin ne ile gerçekleşeceğine dair bir açıklamadır. Bunun ise bu hususta bir (peygamberden gelen) tevkife ihtiya­cı vardır. Bu sözünü neye dayanarak söylediğini o daha iyi bilir.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu buyruklar el-Velid b. el-Muğire hak­kında inmiştir. O Mina ahalisine (hac esnasında Mina’da vakfe yapanlara) üç gün süre ile hurma, ekşimik ve yağdan oluşan bir yemek (hays) yedirir ve şöyle nida ettirirdi: Kimse bir tencerenin altında ateş yakmasın. Hiçbir kim­se paça tütsülemesin. Şunu bilin ki kim hays yemek istiyorsa, el-Velid b. el-Muğire’ye gelsin. O bir tek hac esnasında yirmibin hatta daha fazlasını har­car, bununla birlikte bir yoksula tek bir dirhem dahi vermezdi. İşte bundan dolayı: “Hayra durmadan engel olan” diye buyurmuştur. İsle: “O müşrik­lerin vay haline ki onlar zekatı vermezler…” (FusMİet, 41/6-7) buyrukları da onun hakkında inmiştir.

Muhammed b. İshak dedi kî: Bu, el-Ahnes b. Şerik hakkında inmiştir. Çün­kü o Zühreoğullarına katılmış bir antlasmalıdır. Bundan dolayı ona zenîm de­nilmiştir.

İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i kerime ile onun niteliği belirtilmiş, fakat öl-dürülünceye kadar kim olduğu bilinememişti, öldürülünce canındı. Boy­nunda asılı duran ve kendisi ile tanındığı bir parça eli vardı.

Murra el-Hemdanî dedi ki: Babası ancak onsekiz sene sonra evladı oldu­ğunu iddia etmişti. [29]

  1. O, mal ve oğullar sahibi oldu diye;
  2. Karşısında âyetlerimiz okunduğunda: “Öncekilerin masalları­dır* der.

“O, mal ve oğullar sahibi oldu diye” buyruğundaki: “…oldu di­ye” ibaresini Ebu Cafer, İbn Amir, Ebu Hayve, el-Muğîra ve el-A’rec istifham (soru) olmak üzere medli tek bir hemze ile: diye okumuşlardır.

el-Mufaddal, Ebu Bekr ve Hamza ise tahkik ile iki hemzeli olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise haber olmak üzere tek bir hemze ile okumuşlardır.

Medli bir hemze ya da tahkikli iki hemze ile okuyanların kıraatine göre bu bir istifham (soru) olup, maksat azardır. Bu şekilde okuyanların: “Kulağı kesik olan” (13. âyet) üzerinde vakıf yaparak “Oldu diye” ile okumaya başlaması uygundur. Bvt da; “o mal ve evlat sahibi olsa, ona itaat edecek misin?” anlamında olur. İfade: O mal ve evlat sahibidir diye mi kar­gısında âyetlerimiz okunduğunda: (Bunlar) öncekilerin masallarıdır der; tak­dirinde olabilir. Takdirin şöyie olması da mümkündür: O mal ve evlat sahi­bidir diye mi inkâr ediyor ve büyüklük taslıyor!’1 Buna da daha önce geçen ifadeler delil teşkil etmektedir; dolayısıyla sorudan sonra da, bunlar zikre­dilmiş gibidirler.

İstifhamsız olarak “Oldu dîye” şeklinde okuyanların kıraatine gö­re bu, mefulü’n-leh olup bundaki âmil gizli bir fiildir. İfade: O mal ve evlad sahibi oldu diye nankörlük edip, kâfir oluyor, takdirinde olur. Bu fiile de yü­ce Allah’ın: “Karşısında âyetlerimiz okunduğunda: (Bunlar) öncekilerin ma­sallarıdır der” buyruğu delil teşkil etmektedir.

Buradaki; “Diye” lafzında ne “okunduğunda” ne de “der” anlamın­daki fiiller amel eder. Çünkü: “(ı;ı): …duğunda” edatından sonra gelenler on­dan önce gelenlerde amel etmez. Zira bu edat kendisinden .sonraki cümle­lere izafe edilir. Muzafu’n-ileyh (kendisine izafe olunan) ise muzaftan önce­kilerde amel edemez.

“Der” cezanın (“…duğunda” anlamı verilen şart edatının) cevabı olup, cezadan önceki ibarelerde amel etmez. Çünkü amilin, kendisinde amel et­tiği şeyden önce gelmesi gerekir. Cevabın da şarttan sonra olması gerekir. (Amel ettiği kabul edilecek olursa) aynı halde hem mukaddem, hem de mu­ahhar olmuş olur, (Bundan dolayı amel ettiği söylenemez.)

Anlamın şöyle olması da mümkündür; O bolluk içindedir ve sayıca kala­balıktır, diye ona itaat etme!

İbnu’l-Enbârî dedi ki: Bu âyeti istifhamsız olarak okuyanların; “Ku­lağı kesik olan” (13. âyet) lafzı üzerinde vakıf yapması güzel olmaz. Çünkü mana: ile “… oldu diye” şeklindedir. Buna göre:ken­disinden önceki lafızlara taalluk etmektedir.

Başkaları ise şöyle demektedir. Bunun yüce Allah’ın: “O’nun bunun sözünü taşıyana” (11. âyet) anlamındaki buyruğa taalluk etmesi mümkündür. İfadenin takdiri de şöyle olur: O kimse mal ve evlad sahibi oldu diye, onun bunun sözünü taşıyıp durur.

Ebu Ali ise bunun “cahil ve kaba” (13. âyet) anlamındaki lafza taalluk et­mesini caiz kabul etmektedir[30]

“Öacekilerin masalları” onların batılları, sapmaları ve hurafeleri de­mektir. Daha önceden (el-En’âm, 6/25. âyet-i kerimenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [31]

  1. “BİZ, burnu üzerinden damgalayacağız onu.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [32]

1-Kâfirin Alâmetlendirilmesi;

“Damgalayacağız onu” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: “Dam­galayacağız onu” buyruğu, kılıçla onun burnunu damgalayacağız, demek­tir. Yine İbn Abbas dedi ki: Âyetin hakkında indiği kişinin burnu Bedir gü­nünde kılıçla işaretlenmiştir. Ölünceye kadar bu şekilde işaretli kalmıştır.

Kata de dedi ki: Kıyamet gününde onun burnuna kendisi ile tanınacağı bir alamet koyacağız.

Herhangi bir alamet ya da dağlamak suretiyle bir iz bırakmayı anlatmak Üzere: “Onu alametlendirdim, işaretledim” denilir. Yüce Al­lah c(a şöyle buyurmaktadır: “O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler ka­raracaktır.” (Al-i İmran, 3/106) Bu açıkça görülecek bir alâmettir. Yine yü­ce Allah bir başka yerde: “Biz günahkârları o gün gözleri morarmış halde hasrederiz” (Taha, 20/102) diye buyurmaktadır, Bu da açıkça görülen bir di­ğer alamettir. Bu âyet-i kerime de üçüncü bir alametin ifadesidir ki; o da bu­run üzerinde ateşle damga vurmaktır. Bu da yüce Allah’ın: “Günahkârlaryüz­lerinden tanınacak…” (er-Rahmân, 55/41) buyruğuna benzemektedir. Bu açıklamayı el-Kelbî ve başkaları yapmıştır.

Ebu’l-Âliye ve Müçahid şöyle demektedir: “Biz, burnu üzerinden dam­galayacağız onu,” Yani burnu üzerinde damgalayacağız, âhirette yüzünü sim­siyah kılacağız ve böylelikle o, yüzünün siyahlığı ile tanınmış olacaktır.

“Hurtûm” insan hakkında kullanılırsa, burun demektir. Yırtıcı hayvanlar için dudağın bulunduğu yer anlamındadır: “Kavmin hurtumla-n” efendileri anlamındadır. el-Ferrâ dedi ki: Eğer burun özel olarak damga­lanacak bir yer ise, o vakit bu yüz anlamındadır, Çünkü bazen bir şeyin bir bölümü o şeyin yer aldığı bütünü ifade eder.

Taberî dadı ki: Biz onun işini çok açık bir şekilde ortaya koyacağız, ta ki onu tanıyabilsinler ve tıpkı burunlar üzerindeki damgalar gizli saklı kalma­dığı gibi, onlar için de gizli saklı kalmayacak şekilde onu tanıyabilsinler.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Biz onu öyle utanılacak ve yeri­lecek bir halde bırakacağız ki; adeta burnu üzerinden damgalanmış kimse gi­bi olacak.

el-Kutebî dedi ki: Araplar kalıcı ve kötü bir şekilde yerilecek hale gelen bir kimse için: “Ona kötü bir damga (alâmet) vuruldu” derler. Kendisinden asla ayrılmayacak, yakasını bırakmayacak bir utanç ona yapıştı, demektir. Tıpkı damganın izinin silinemediği gibi. Cerir dedi ki;

“Ben damga yaptığım alâmetimi Ferazdak’ın üzerine ve Baîs’infl) üzerine koyunca, et-Ahtal’ın da burnunu kesmiş oldum.”

Cerir bununla hicvetmesini kastetmektedir.

(el-Kutebî) devamla dedi ki: Bütün bunlar el-Velîd b. el-Muğîre hakkın­da inmiştir. Yüce Allah’ın herhangi bir kimseyi bunu ayıpladığı kadar ayıp­ladığını bilmiyoruz. Dünyada da, âlıirette de -tıpkı burun üzerindeki damga gibi- kendisinden asla ayrılmayacak bir utanca onu mahkûm etmiştir.

Yine denildiğine göre bundan kasıt, yüce Allah’ın dünya hayatında onu maruz bıraktığı kendi nefsinde, matında ve yakınlarında kötülük, zillet ve kü­çüklük gibi birtakım belâlardır. Bu açıklamayı da İbn Balır yapmış ve el-A’şâ’ntn şu beyitini delil göstermiştir:

“Bırak onu; (onunla uğraşmanın) sana faydası ne? Sen başkasına yönel! Şiirinle; ve kimin burnunu damgalayaeaksan onu ilkini damgalayıver.”

en-Nadr b. Şumeyi dedi ki: Biz içki içmesi dolayısıyla pek yakında ona had vurarak cezalandıracağız, demektir. Hurtum da şarap anlamındadır, çoğulu da “harâtîm” diye gelir. Şair şöyle demektedir:

“Gündüzün boyunca oyun ve eğlencede, neşedesin Geceleyin ise sen hep harâtîm (şarab)i çokça içmektesin.

Recez vezninde de şair şöyle demiştir:

“Sahba, hurtûm, ukar ve karkafa (adlarını taşıyan şarap ki)…” Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ey Hâdır’ın babası! Zina edenin bilinir zinası,

Ve her kim hurtumu (şarabı) içerse, sarhoş eder sabahı.” [33]

2- Suçun Cezası Olarak Yüze Damga Vurmak:

İbnu’l-Arabî dedi ki: Günah işleyen bir kimsenin yüzüne damga vurmak insanlar arasında eskiden beri görülegelen bir uygulamadır. Hatta -önceden de geçtiği üzere- rivayet edildiğine göre yahudiler zina eden kimseye recm cezasını uygulamayı ihmal edince, onun yerine sopa vurmayı ve yüzü siya­ha boyamayı ceza olarak tesbit ettiler. Bu ise batıl bir uygulama getirmek­tedir. Doğru olan yüze damga yapma çeşitlerinden birisi de, ilim adamları­nın uygun gördüğü yalan şahitlik yapan kimsenin yüzüne kara çalmaktır. Bu da işlenen günahın çirkinliğine alâmet olsun ve yalan şahitlik yapanın gör­düğü ceza ve teşhir edilmesi dolayısı ite benzeri bir işten kaçınması umulan, ondan başkalarına karşı cezanın ağırlığını göstermek içindir. Çünkü bu kişi daha önce yüce Allah’ın buyruğu gereğince aziz bir kimse idi, fakat işledi­ği masiyet dolayısıyla hakir bir kimse olmuştur. Hakirliğin en büyüğü ise yü­zün hakirliğidir, İşte Allah’a itaat huvsusunda onun küçümsenmemesi ve önemsenmemesi, ebediyyetin hayrına ve onun ateşe haram kılınmasına se-beb teşkil etmiştir. Çünkü yüce Allah Ademoğlunun vücudundaki secde iz­lerini yemeği ateşe haram kılmış bulunmaktadır, Sahih’te sabit olduğu üzere.[34]

  1. Gerçek şu ki Biz, o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık: Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
  2. (înşâallah deyip) istisna da yapmıyorlardı.
  3. Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanın­dan saran bîr belâ sardı.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [35]

1- Bahçe Sahiplerinin Sınanması:

“Gerçek şu ki Biz… bunları da sınadık” buyruğunda kastedilen Mekke-lilerdir. Sınama (i btilâ); denemek demektir. Yani; Biz azgınlaşsınlar diye de­ğil, şükretsinler diye onlara mal verdik, fakat onlar azgınlaşsp Muhammed (sav)’a düşmanlık edince, Biz de onlar tarafından haberi bilinen o bahçe sa­hiplerini sınadığımız gibi; Mekkelileri açlık ve kıtlık ile sınadık. Bu bahçe Ye­men topraklarında onlara yakın, San’a’ya birkaç fersah -iki fersah da denil­miştir- uzaklıkta idi. Bu bahçe yüce Allah’ın oradaki hakkını eksiksiz öde­yen bir kimseye aitti. Bu şahıs ölünce çocuklarına geçti. Bunlar bahçenin mah­sulünden insanların faydalanmasını engellediler, ondaki Allah hakkını öde­mekte cimrilik gösterdiler Allah da o bahçeyi onların bahçeye gelen musi­beti önleme imkânını bulamadıkları bir yerden yok etti, telef etti.

el-Kelbî dedi ki: Onlar (bahçe sahiplen) ile Sana’a arasında iki fersahlık mesafe vardı. Allah onları bahçelerini yakmak suretiyle sınadı. Buranın Davran denilen yerde bir bahçe olduğu da söylenmiştir. Davran, Sanaa’dan bir fersah uzaklıktadır. Bu bahçe sahipleri İsa (a.s)’ın semaya kaldırılmasın­dan kısa bir süre sonra yaşamışlardı. Cimri kimseler idiler. Yoksullar dolayısıyla (gelip istemesinler diye) geceleyin hurmaları toplarlardı. Onlar bah­çelerinin ekinini toplamak istediler ve şöyle dediler: Bugün yanınıza bir yok­sul çıkıp gelmesin, O bakımdan erkenden bahçelerine gittiler. Oranın (ağaç­larının, ekinlerinin) köklerinden sökülmüş olduğunu ve adera -gece gibi- sim­siyah kesiiivermiş olduğunu gördüler.

Gecece: denildiği gibi, gündüze de denilir. Eğer bu ifade ile (ki bu tabir yirminci âyette zikredilmiştir) geceyi kastetmiş ise yerinin simsiyah kesilmiş olmasından dolayıdır. Onlar sanki bahçelerinin yerinde siyah bir ça­mur görmüş gibi oldular.

Eğer bu tabir ile gündüzü kastetmiş ise, ağacın ve ekinin gidip yerin on­lardan yana temizlenmiş olmasından dolayı bu ifade kullanılmış olmalıdır. Geceleyin bahçenin etrafını saran ise Cebrail (a.s) idi. O oradaki ekini, her-şeyi kökünden koparmıştı. Denildiğine göre o kökünden kopardığı bu bah­çeyi alıp beytin etrafında dolaştırmış, sonra onu bugün Taif şehrinin bulun­duğu yere bırakmıştı. Bundan dolayı oraya Taif adı verilmiştir. Hicaz toprak­larında ise ağaçların, üzüm bağlarının ve suyun bulunduğu bir başka belde bulunmamaktadır.

el-Bekri, el-Mucem’ind[36] şöyle diyor: Taife bu adın veriliş sebebi ed-De-mum diye anılan es-Sadif’ten bir adamın bir duvar inşa edip: Ben sizin şeh­riniz etrafında bir Taif (bir şeyin etrafını dolaşan, çeviren) bina ettim, deme­sinden dolayıdır. O bakımdan bu şehre Taif denildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[37]

2- Arazi Mahsûllerinden Cimrilikten Uzak ve Cömertçe İnfak Etmenin Önemi:

Kimi ilim adamı şöyle demiştir; Bir ekin biçen yahut bir meyve ve mah­sûl toplayan bir kimsenin elde ettiklerinden hazır bulunanları gözetmesi ge­rekir. Yüce Allah’ın: “Biçildiği gün de hakkını verin” (el-En’âm, 6/141) buyruğunun anlamı da budur. Bu daha önceden el-En’âm Sûresi’nde (6/141. âyet, 5- başlıkta) açıklaması geçtiği üzere zekâtın dışındaki bir haktır.

Kimisi de şöyle demiştir; Hasadçılar biçmede, toplamadan bıraktıkları şey­leri terketmekle yükümlüdür. Bazı âbidler gıdalarını bu gibi şeylerden kar­şılamaya gayret ederlerdi.

Rivayet olunduğuna göre geceleyin hasad nehye-dilmiştir. Ü bakımdan şöyle denilmiştir: Bu takdirde yoksullara gösterilmesi gereken merhamet orta­dan kalkmış olacağından dolayı bu yasaklanmış bulunmaktadır. Bu görüşü kabul edenler: “Nun, kaleme… andolsun fei”Sûresi’ndeki bu âyeti (böylece) tevil etmiştir. Geceleyin mahsûl toplamanın yasaklanmasının sebebinin yı­lan ve yerdeki haşereler korkusu ile olduğu da söylenmiştir.

Derim kg Birincisi daha sahihtir, ikincisi de güzeldir. Birincisinin daha sa­hih olduğunu söylememizin sebebi (kıssada sözü edilen) cezanın yüce Al­lah’ın belirttiği üzere yoksulların gelmesini ve böylelikle haklarını almaları­nı istemeyişlerinden dolayı olmuştu. Esbat’ın rivayetine göre es-Süddi şöy­le demiştir: Yemen’de bir topluluk vardı. Bunların babalan salih bir kimse idi. Mahsûlleri olgunlaştı mı yoksullar ona gelirdi. O da onların bahçesine gir­melerini, ondan yemek yemelerini ve azıklarını almalarını engellemezdi. Ba­baları ölünce çocukları birbirlerine: Biz malımızı ne diye bu yoksullara ve­receğiz, dediler. Gelin sabah erkenden gidelim, yoksullar haber almadan ön­ce mahsûllerimizi toplayalım deyip (inşaallah diyerek) istisna yapmadılar. Bi­ri diğerine gizlice: Sakın bugün üzerimize bir yoksul girmesin, diyerek yol­larına koyuldular. İşte yüce Allah’ın: “Hani sabah vaktinde onu mutlaka dev-şireceklerine yemin etmişlerdi” buyruğunda kastedilen budur. Yani onlar yoksullar dışarı çıkmadan sabah vaktinde mutlaka ağaçlarının mahsullerini devşireceklerine dair kendi aralarında yemin etmişler ve istisna da yapma­mışlardı. Yani inşaaüah dememişlerdi.

İbn Abbas dedi ki: Bu bahçe San’a’ya varmadan iki fersah beride idi, Sa­lih bir adam bu ağaçları dikmişti. Üç oğlu vards. Bahçede, bağda dalından kopanlmayıp dalında kalanlar, yoksullara ait olurdu. Mahsûl yaygıların üze­rine bırakıldı mı yaygının dışına düşen herşey aynı şekilde yoksullara ait olur­du. Ekinlerini biçtikleri vakit yine orakın biçmedikleri de yoksullara ait olurdu. Ekinlerini dövdüklerinde etrafa dağılan herşey de onların olurdu, Ba­baları bu bahçenin mahsûllerinden yoksullara tasaddukta bulunurdu. Baba­ları hayatta iken yetimler, dul kadınlar ve yoksullar bunlarla geçinirdi. Ba­balan ölünce Allah’ın kendilerinin yaptıklarını sözettiği işleri yaptılar ve: Mal azaldı, çoluk çocuk çoğaldı dediler. Kendi anılarında: İnsanlar evlerinden dı­şarıya çıkmadan sabahleyin erkenden gidip, sonra da bahçenin mahsûlleri­ni toplayacaklarına ve böylelikle miskinlerin durumu öğrenemeyeceklerine dair yemin ettiler. İşte yüce Allah’ın: “Hani sabah vaktinde onu mutlaka dev­şireceklerine yemin etmişlerdi” buyruğu bunu anlatmaktadır. Sabah vak­ti henüz ortalık aydınlanmadan yoksullar onları farketmesin diye hurmala­rının mahsûllerini mutlaka koparıp, toplayacaklarına dair yemin etmişlerdi,

“Hurma ağacının salkımı ağaçtan koparıldı” ve:Hurma salkımının toplanma zamanı geldi” denilir. Bu da –vezin itibariyle-: “Tayın binilme zamanı, ekinin biçilme zamanı geldi” demeye benzer.

“İstisna da yapmıyorlardı.” İnşaallah elemiyorlardı.

“Sabah erkenden birbirlerine seslendiler.” Biri diğerine şöylece sesle­niyordu: “Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin.”

Mahsulleri koparıp toplamaya karar vermiş olarak gidin. Katade derdi ki: Eki­ninizi biçmek üzere gidin, demektir.

el-Kelbî dedi ki: Onların bahçelerinde ekin de, hurma da yoktu. Mücahid de şöyle dedi: Onların mahsûlleri üzümdü, fakat inşaallah dememişlerdi,

Ebu Salih dedi ki: Onların istisna yapmaları “subhanallahi Rabbinâ; Rab-bimiz Allah’ı tenzih ederiz” demeleri şeklinde idi.

“İstisna da yapmıyorlardı” buyruğunun yoksulların haklarını istisna et-iniyorlardı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İkrime yapmış­tır.

Geceleyin bahçelerine geldiklerinde oranın simsiyah kesilmiş olduğunu ve Rabbinden gelen bir belânın onkr uykuda iken etrafını çepeçevre kuşat­mış olduğunu gördüler.

Etrafını çepeçevre saranın -daha önce belirtildiği gibi- Cebraii (a.s) oldu­ğu da söylenmiştir. İbn Abbas dedi ki: (Çepeçevre saran) Rabbinden gelen bir emirdir. Katade dedi ki: Rabbinden gelen bir azaptır. İbn Cureyc: Cehen­nem vadisinden çıkan bir parça ateştir.

” Döıt bir yandan saran bir bela” ancak geceleyin olur. Bu açık­lamayı el-Ferrâ yapmıştır. [38]

3- Kişinin Karar Vermesi Sorumluluk Gerektirir mi?

Bu âyet-i kerimede kişinin karar vermesinin insanın sorumlu tutulduğu hu­suslardan birisi olduğuna delil vardır. Çünkü burada süzü edilenler bir iş ya­pacaklarına dair karar verdiler ve o işi yapmadan önce cezalandırıldılar. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah’ın; “Kim orada zulümle, ilhadı isterse Biz ona pek acıklı azabı tattırırız” (el-Hac, 22/2Ş) buyruğudur.

Sahih’tc Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu zikredilmektedir: “İki müs-iüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldikleri takdirde katil de, maktul de cehen­nemdedir.” Ey Allah’ın Rasûlü, denildi. Katili anladık, maktule ne oluyor? Şöy­le buyurdu: “O da karşısındakini öldürmeyi arzu ediyordu.”[39]

Bu husus yeterli açıklamalarıyla birlikte Âl-i İmran Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Bir de işledikleri (günah) üzerinde bilip durdukları halde ısrar etmeyen­lerdir.” (Âl-i İmran, 3/135) buyruğu açıklanırken (yedinci başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır. [40]

  1. O da kapkara kesiliverdi.
  2. Sabah erkenden birbirlerine seslendiler:
  3. “Eğer devşireceksiniz, erkence mahsulünüzün başına gidin” di­ye.

“O da kapkara kesiliverdi,” İbn Abbas, el-Feırâ ve başkalarından rivayet edildiğine göre; karanlık gece gibi oldu, demektir. Şair şöyle demiştir:

“O kapkara, simsiyah gecen uzayıp gitti, Kapkaranlık gece, sabahın üzerinden bir türlü çekilmiyor (karanlık açılıp sabah olmuyor.

Bahçe yanıp kapkara gece gibi kesiliverdi, demektir.

Yine İbn Abbas’tan; siyah kül gibi oldu, diye açıkladığı rivayet edilmiş­tir, İbn Abbas dedi ki: Huzeymelilerin şivesinde “Siyah kül” demek­tir.

es-Sevrî, biçilmiş ekin gibi diye açıklamıştır. Buna göre burada bu lafız: “İçinde ne varsa kesilmiş, biçilmiş” anlamındadır.

el-Hasen dedi ki: O bahçeden hayır kesildi, demektir. Yine burada da bu lafız bu şekliyle “mefûl” anlamındadır, “kesilmiş, biçilmiş” demek olur).

el-Müerric dedi ki: Kumlardan ayrılmış bir kum tanesi gibi anlamındadır. (Bu şekilde ayrılan ve koparılan şeylere): ile -çoğulu- deni­lir. Kum zaten yararlı hiçbir şey bitirmez.

el-Ahfeş dedi ki: “Geceden sıyrılan sabah gibi” demektir. et-Müberred; İçin­de hiçbir şey bulunmadığı halde, gündüz gibi anlamındadır. Şemir:

“Kapkara” hem gece, hem de gündüz anlamındadır. Yani bu öbü­ründen kopup ayrılır, o da diğerinden kopup ayrılır. (Bunun için her ikisi­ne de aynı isim verilmiştir.)

Geceye bu ismin veriliş sebebinin karanlığı dol ayısı ile iş yapmayı kesti­ği için bu ad verildiği söylenmiştir. Bundan dolayı burada “fail” (vezninde-ki bu kelyııe) “fail” anlamını ihtiva etmektedir.

el-Kuşeyrî dedi ki; Ancak bu açıklama su götürür. Çünkü gündüz kişinin tasarrufunu, işini, gücünü kesmediği halde yine de ona bu isim (sarîm adı) verilmektedir. [41]

  1. Birbirleri ile gizlice konuşarak gittiler:
  2. “Sakın bugün hiçbir yoksul karşınıza çıkıp oraya girmesin” diye.
  3. (Yoksulları) alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gitti­ler.

“Birbirleri ile gizilce konuşarak gittiler.” Yani kimse onların gittikleri­ni bilmesin diye sözlerini sır gibi saklayarak gittiler. Bu açıklamayı Ata ve Ka-tade yapmıştır.

“Gizlice konuşarak” buyruğu sessiz olup sükûnetle ve açıkla-maksızın konuştuğu vakit kullanılan: fiilinden gelmektedir. Ni­tekim Dureyd b. es-Sımme şöyle demiştir:

“Ve ben ciğerimdeki hastalıktan dolayı da ölmedim, sesim keailerekte ötmedim. Fakat ziyaretime gelenlerin hepsi de hakkımda bütün bunları düşündü.”

Kendilerini kimse görmesin diye insanlardan kendilerini gizleyerek; diye de açıklamıştır. Halbuki babalan fakir ve yoksullara haber veriyor, onlar da ekinlerin biçimi ve mahsullerin toplanma zamanında hazır bulunuyorlardı.

“Alıkoymaya güçleri yetîyormuş gîbi erkenden gittiler.” Yani kendi mak­satlarını gerçekleştirebilme imkânını elde ettiklerini zannederek kendilerin­ce güç yetirdiklerini kabul edip kastederek (maksatlarını gerçekleştirmek üze­re) gittiler, demektir. Bu anlamdaki açıklamayı îbn Abbas ve başkaları yap­mıştır.

“Alıkoymak, kastetmek” anlamındadır. “Kastetti, kaste­der” demektir. Mastarı: diye gelir. Mesela; ” Senin maksa­dını ben de maksat olarak gözettim” denilir. Recez vezninde şairin şu beyi-tinde de bu anlamdadır:

“Allah tarafından bir sel yönelip geldi,

O da verimli bahçenin maksadını güderek.”

en-Nehhâs da bu beyiti şöylece zikretmektedir:

“Bir sel geldi, Allah’ın emrinden bir sel geldi, Verimli bahçenin maksadını güderek.”

el-Müberred: (Şiirdeki): “Verimli” lafzını, geliri olan diye açıklamış­tır. Başkaları da şöyle demiştir: Bu, suyun ağaçlarının dibinden aktığı bah­çe demektir. İle de buradan gelmektedir. Ancak ikincisin­de “lam” yerine “ye” getirilmiştir. diyenlerin görüşüne göre de bu “ben onu bir kab kıldım” demek olur.

Katade ve Mücahid dedi ki: “Alıkoymaya” lafzı “ciddi olarak” anlamın­dadır. el-Hasen ise ihtiyaç ve fakirlik İçerisinde olarak demektir, diye açık­lamıştır. Ebıı Ubeyd ve el-Kutebî de: Önlemeye, alıkoymaya anlamındadır, demişlerdir.

Bu da Araplann sütü azalan develer için kullandıklar “De­velerin sütü azaldı” tabirinden gelmektedir. “Sütü az dişi deve” an­lamındadır, “Yağmuru ve verimi az yıl” anlamındadır.

es-Süddi ve Süfyan dedi ki: “Alıkoymaya” gazab ve kızgınlıkla anlamın­dadır. Çünkü: “Kızgınlık, öfke” demekür. el-Esmai’nin arkadaşı Ebu Nasr Ahmed b. Hatim dedi ki: Bu lafız (ortadaki harf olan “re” harfi) mııhaf-feftir (sakin değil, fetha ile harekelidir) ve şiir okuyarak dedi ki:

“Asil atlar toynaklarını yere vura vura geldiklerinde Öfke ve kızgınlıkla dolu olarak.”

İbnu’s-Sikkît dedi ki: Bu bazen harekelenebilir. Bu anlamda olmak üze-re kesre ile: denilir. İsm-i faili: ile diye gelir. Bu ka­bilden olmak üzere: “Öfkeli aslan ve öfkeli aslanlar” de­nilmiştir.

“Alıkoymaya” (diye anlamı verilen lafsın burada) “tek başlarına olmak üze­re” anlamında olduğu da söylenmiştir. denilir ki; bu “bir kim­se kavminden bir kenara çekilerek onlarla karışmaksızın tek başına bir yer­de konakladı (konaklar)” anlamındadır.

Ebu Zeyci dedi ki: “Yalnız başlarına bir topluluk ara­sından yalnız başına bir adam”Arkadaşlarını terkedip onlar­dan uzakça bir yere çekildi, çekilir” denilir. “Diğer yıldızlardan ay­rı bir yıldız” demektir. el-Esmaî dedi ki: “Tek başına ve yalnız bir adam” demektir. (Yine el-Esmaî) dedi ki: Kuzeylilerin şivesinde: Tek başına kimse” anlamındadır. Ebu Zueyb’e ait şu mısraı da zikretmektedir:

“Sanki o hava boşluğunda yapayalnız bir yıldız gibidir.”

Ebu Anır bunu bu mısraın son kelimesindeki “ha” harfini “cim” ile rivayet etmiş ve “yalnız başına” diye açıklamıştır, Bu, Süheyl yıldızıdır, demiştir.

el-Ezherî dedi ki: (Alıkoymaya diye meali verilen): “Onların kasa­balarının adıdır.” es-Süddi, bahçelerinin adıdır, demiştir. Bu kelime “ra” harfi sakin ve üstün olmak üzere; ile şekillerinde söylenir, ama genel olarak “re” harfi sakin olarak okunmuştur. Ehu’l-Âliye ve İbn es-Semey-ka’ ise (ra harfini) üstün ile okumuşlardır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir.

“Güçleri yetiyormuş gibi” buyruğu: Onlar işlerini ölçüp biçtiler ve bu­na güre karar aldılar, demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: Kendi kanaatlerine göre bahçelerine güç yetirecekkrini zan­nediyorlardı. eş-Şa’bî de şöyle demiştir: “Güçleri” yoksullara “yetiyormuş gi­bi” demektir. Anlamının; bulmaktan geldiği de söylenmiştir. Yani onlar el­lerinde bulunan şeyleri alıkoydular. [42]

  1. Fakat onu gördüklerinde dediler ki: “Muhakkak ki biz yolumu­zu şaşıranlarız;
  2. “Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız.”

“Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşı­ranlarız.” Yani onlar bahçelerinin yanmış olduğunu, içinde hiçbir şey olma­dığını, kapkara bir gece gibi kesilmiş olup onu kül gibi gördüklerinde; ta­nıyamadılar ve kendi bahçeleri olup olmadığında şüphe ettiler. Biri diğeri­ne: “Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız” dedi. Yani biz bahçemize gi­den yolu kaybettik. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Bizler yoksulları engellemek niyetiyle sa­bah erkenden gelmekle doğruyu isabet ettiremedik, şaşırdık. Bundan dola­yı cezalandırıldık.

“Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız.” Yani yaptıklarımız sebebiy­le bahçemizden mahrum bırakıldık. Esbât’ın, İbn Mesud’dan rivayetine gö­re o şöyle demiş: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Mahiyetlerden alabildiğine sa­kınınız. Çünkü kul bir günah işler, bundan dolayı daha önceden kendisine hazırlanmış bulunan bir rızıktan mahrum edilir.” Daha sonra: “Hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından saran bir belâ sardı…” (Kalem, 68/19) âyeti ile bir sonraki âyeti okudu[43]

  1. Ortancaları: “Ben size demedim mi, Allah’ı teşbih etmeli değil miydiniz?” dedi.
  2. “Rabbİmiz münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz” dediler.
  3. Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar.
  4. Dediler ki: “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar İmişiz.”
  5. “Hatibimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Mu­hakkak ki biz Babbimîzden dileyenleriz.”

“Ortancaları” onların en iyileri, en adaletli olanları ve en akıllıları “ben size detaedim mi, Allah’ı teşbih etmeli değil miydiniz?” Yani istisna yap­malı değil iniydiniz? Onların istisna yapmaları bir teşbih idi. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Bu da bu ortancalarının onlara istisnada bu­lunmalarını emretmiş olduğunu, fakat ona itaat etmediklerini göstermekle­dir.

Ebû Salih dedi ki; Onların istisna yapmaları: “subhanallah” demeleri idi. Ortancaları onlara: Allah’ı teşbih etmeli değil miydiniz, dedi. Yani siz sub-hanallah demeli ve size verdiklerine karşı şükretmeli (değil mOsiniz.

en-Nehhas dedi ki: Teşbihin asıl anlamı yüce Allah’ı tenzih etmektir. Bundan dolayı Mücahid teşbihi “inşaallah” demenin yerinde kullanmış ve böy­lece açıklamıştır. Çünkü buyruğun anlamı O’nun İradesi, dileme.si olmadan herhangi bir şeyin olabileceğinden yana yüce Allah’ı tenzih etmektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yaptığınızdan dolayı Allah’tan mağfiret dilemeli ve kötü niyetinizden dolayı O’na tevbe etmeli değil misiniz? Çünkü onlar bu işi kararlaştırdıklarında ortancaları onlara bunu söyledi ve yüce Allah’ın günah­kârlardan intikam alışını onlara hatırlattı.

“Rabbimîz münezzehtir… dediler.” Bu sözleriyle günahlarını itiraf etti­ler ve yüce Allah’ı yaptığı bu işte zalim olmaktan tenzih ettiler. İbn Abbas on­ların “Rabbimiz münezzehtir” sözlerinin günahımızdan ötürü Allah’tan mağfiret dileriz, anlamında olduğunu söylemiştir. “Gerçekten biz” yoksul­ları alıkoymak istemekle kendi kendimize haksızlık eden “zalimlernüşiz, de­diler.”

“Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar.” Yemin etmek ve yoksulları alıkoymak hususunda biri ötekini kınamaya ve: Bu şekilde hare­ket etmeyi sen bize söyledin, demeye başladılar.

“Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar İmişiz.” Fakir­lerin haklarını engellemek ve istisnada bulunmayı terketmekle isyankâr olanlarmışız, demektir. İbn Keysan dedi ki: Allah’ın nimetlerine karşı azgın­lık ettik. Daha önceden atalarımızın o nimetlere şükrettiği gibi biz şükretme­dik.

“Rabbİmizln bize ondan hayırlısını İhsan etmesi umulur.” Birbirleriy­le ahit!eştiler ve şöyle dediler: Eğer Allah bize ondan hayırlısını verecek olur­sa, andolsun ki, atalarımızın yaptıklarının benzerini uygulayacağız. Böylece

Allah’a dua ettiler, O’na niyazda bulundular, Allah da aynı gecede onlara onun yerine ondan hayırlısını verdi. Cebrail’e o yanmış oian bahçeyi söküp Şam topraklarından Buzğur denilen yere koymasını ve Şam’dan bir bahçe alıp onun yerine koymasını emretti.

İbn Mesud dedi ki: O insanlar ihlâsa yöneldiler. Allah da onların samimi olduklarını .bildiğinden onlara “et-hayavan” denilen bir bahçeyi, öbür bah­çelerinin yerine verdi. Bu bahçede bir katırın sadece tek bir saikım yüklen­diği üzüm yetişiyordu.

el-Yemânî Ebu Halid dedi ki: Ben sözü edilen o bahçeye girdim. O bah­çedeki herbir salkımın ayakta duran siyahi bir adamı andırdığını gördüm.

el-Hasen dedi ki: Bahçe sahiplerinin: “Muhakkak ki biz Rabbimizden di­leyenleriz” demelerinin, onların imanlarının bir neticesi mi olduğunu, yok­sa müşriklere sıkıntı gelip çattığı vakit söyledikleri türden bir söz mü oldu­ğunu bilemiyorum. O bu sözieriyle bunların mii’min olup olmadığı hususun­da kanaat belirtmemiş olmaktadır.

Katade’ye bahçe sahipleri hakkında: Onlar cennetlik midir, yoksa cehen­nemlik midir? diye sorulmuş, O da; Sen gerçekten beni çok yoracak bir yü­kümlülükle karşı karşıya bıraktın, diye cevap vermiştir. Çoğunluk onların tev-be edip ihlâsa yöneldiklerini söylemiştir, Bunu da el-Kuşeyrî nakletmekte­dir.

“Bize… ihsan etmesi” (anlamı verilen):lafzı genel olarak şedde-siz okunmuştur. Medineliler ve Ebu Amr i.se şeddeli okumuşlardır, İki ayrı .söy­leyiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: (Şeddeli okuyuşun mastarı olan) “tebdil” bir şeyi değiştirmek ya da o şeyin bizzat kendisi mevcut olmakla birlikte durumun­da değişiklik yapmak demektir. (Şeddesiz okuyuşun mastarı olan) “ibdâl” ise bir şeyi kaldırıp bir başkasını onun yerine koymak demektir. Buna dair açıklamalar daha önce en-Nisâ Sûresi’nde (4/56. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. [44]

33- Azab İşte böyledir. Âhiret azabı ise elbette daha büyüktür. Eğer bilselerdi.

“Azab” İbn Zeyd’den rivayete göre dünya azabı ve malların telef edilme­si “işte böyledir.” Şöyle de açıklanmıştır: Bu buyruk Mekkelilere Peygam­ber (sav)’ın bedduası dolayısıyla Allah onları kıtlıkla imtihan edince (hakka) dönüş için bir vaaz, bir öğüttür. Yani dünya hayatında sınırlarımızı aşan kim­selere onlara yaptığımız gibi yaparız.

“Âhiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi.” İbn Abbas de­di ki: Bu Bedir’e çıkıp Muhammed’i ve arkadaşlarını öldüreceklerine dair ye­min edip, Mekke’ye de mutlaka dönüp Beyti tavaf edeceklerine, şarap içe­ceklerine, şarkıcı cariyeler başlarının üzerinde deflen vuracağına dair yemin etmeleri üzerine; Mekkelilere verilmiş bir misaldir. Yüce Allah, oniarın zan­nettiklerinin aksini göscerdi, onlardan kimileri esir alındı, kimileri öidürüldü, kimileri bozguna uğratıldı. Tıpkı şu bahçe sahiplerinin mahsûllerini toplama­yı kararlaştırmış olarak çıkıp da maksatlarını gerçeklegtiremeden ziyana uğ­ramış oldukları gibi.

Şöyle de denilmiştir: Bahçe sahiplerinin yoksullara vermedikleri hakkın onların ödemeleri gereken farz bir hak olma ihtimali de vardır, nafile olma ihtimali de vardır. Birincisi daha kuvvetlidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Şöyle de denilmiştir: Sûre Mekke’de inmiştir. Dolayısıyla Mekkelilere isabet eden kıtlığa ve Bedir savaşı hakkında yorumlanması uzak bir ihsimai olıır.[45]

  1. Muhakkak ki takva sahipleri için Rabbleri yanında Naîtn cen­netleri vardır.
  2. Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?
  3. Ne oldu si2e? Nasıl hüküm veriyorsunuz?
  4. Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?
  5. Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir diye (Orada mı yazı­yor)?
  6. Yoksa sizin bizim üzerimizde: “Ne hüküm ederseniz, muhakkak sizindir” dîye kıyamet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi vardn”?

“Muhakkak ki takva sahipleri için Rabblcrİ yanında Naim cennetleri

vardır” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ya­ni şüphesiz takva sahipleri için âhirette dünya cennetlerinde (bahçelerinde) görüldüğü gibi insanın hevesini kursakça bırakmayan, şaibelerin bulunma­dığa katıksız bir şekilde nimetlere gark olmaktan başka bir şeyin bulunma­dığı cennetler vardır, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenleri dünyalıktan büyük bir pay sahibi olduklarını, buna karşılık müslümankmn dünyalıktan az bir pay­larının olduğunu görüyorlardı. Âhirete dair sözler ve Allah’ın müminlere va-adeuiği hususları işittiklerinde şöyle diyorlardı: Eğer Muhammed’in ve onun­la birlikte bulunanların ileri sürdükleri gibi; bizim öldükten sonra dirilişimiz doğru ise, hiçbir şekilde bizim ve onların durumu ancak bu dünyadaki gibi olabilir. Onların sahip olacakları hiçbir şekilde bizden fazla olmayacaktır, on­ların imkânları bizden üstün olmayacaktır. Onların ulaşabilecekleri en ileri seviye bize eşit olmaktan öteye gitmeyecektir. Bunun üzerine yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: “Biz müslümanları o günahkârlar gibi” o kâfirler gibi “kı-larmıyız hiç?” İbn Ab bas ve başkaları dedi ki: Mekke kâfirleri şöyle dedi: Âhi­rette size verileceklerden daha iyisi bize verilecektir. Bunun üzerine: “Biz müslümanlan o günahkârlar gibi kılarmıyız hiç?” âyeti nazil oldu. Sonra onları azarlayarak şöyle buyurdu:

“Ne oldu size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” Böyle doğru olmayan yar­gıda bulunuyorsunuz? Sanki amellerin karşılığını vermek size bırakılmış ta siz de istediğiniz gibi hüküm veriyorsunuz ve müslümanlara verileceklerden daha hayırlılarının size verileceğini söyleyiveriyorsunuz.

“Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?” Yani sizin ken­disinde itaatkârın isyankâr gibi olduğunu gördüğünüz bir kitabınız mı vardır?

“Beğenip, istediğiniz her şey” seçtiğiniz ve arzuladığınız her şey “sizin­dir diye (orada mı yazıyor)?” Anlam ise -fethalı olarak-: diye şeklinde­dir, fakat ondan sonra “lam” harfi geldiğinden ötürü kesreli okunmuştur. O bakımdan -lamsız olarak-: “Seni akıllı diye bildim” denilir. Bu­na karşılık -kesre ile- “Bildim ki şüphesiz sen akıllı bir kim­sesin’ denilir. Buna güre: “Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir di­ye” anlamındaki buyrukta âmil “okuyorsunuz” anlamındaki fiildir ve “lam” harfinin: ‘nin fethalı okunmasına engel olmuştur.

Bir görüşe göre de yüce Allah’ın; “Okuyorsunuz” anlamındaki lafız ile bir­likte ifade tamam olmakta, sonra yeni bir ifade olarak: “Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir” diye başlamaktadır. Yani o halde bu kitapta be­ğenip seçtiğiniz herşey size verilecektir (diye yazıyor öyle mi?) Oysa durum böyle değildir. Her iki âyetteki (37 ve 38. âyetlerdeki): “Onda” lafzın­da ki iki zamir de “Kitab”a racidir.

Daha sonra azabın şiddetini daha da arttırarak: “Yoksa sizin bizim üze­rimizde ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir diye kıyamet gününe ka­dar sürecek pekiştirilmiş, sağlamlaştırılmış “yeminleriniz” ahidleriniz, ant­laşmalarınız “mı vardır?” Buyruktaki: “Sürecek” Allah adı ile pekiş­tirilmiş yeminler demektir. Yani sizlerin yüce Allah üzerinde sizi cennete so­kacağına dair sağlamlaştırılmış ahitleriniz mi vurdu*?

“Ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir” buyruğunda: “Muhak­kak” lafzındaki :hemze’:nin kesreli gelmesi, haberin başına “lam”ın girmiş ol­masından dolayıdır. Aynı zamanda bu “yeminleriniz” anlamındaki lafzın da sılacıdır. Halbuki mahalli itibariyle (hemzenin) nasb İle gelmesi gerekir. Kesreli gelmesi (belirtildiği üzere haberin başına) “lam’ in gelmesinden ötü­rüdür. Nitekim: “Muhakkak sana bu vardır diye yemin ettim” denilir.

İfadenin yüce Allah’ın: “Kıyamet gününe kadar sürecek” buyruğunda tamam olduğu, sonradan da: “Ne hüküm eder­seniz -ü halde- muhakkak sizindir diye” diye yeniden başladığı da söylen­miştir. Bu da; hayır, durum böyle değildir, demek olur.

İbn Hürmüz ise her iki yerde de soru olmak üzere Be­ğenip, seçtiğiniz herşey mutlaka sizin mi olacaktır?” (38. âyet) ile Ne hüküm verirseniz, muhakkak sizin mi olacaktır?”‘ diye okumuştur.

Ilasan-ı Basrî “sürecek” anlamındaki lafzı hal olarak nasb ile: diye okumuştur. Bu ya “sizindir” lafzındaki zamirden haldir, çünkü bu “yeminle­rinizde dair bîr haberdir. Dolayısıyla ondan bir zamir taşımaktadır Yahulla “üze­rimizde’7 anlamındaki iafzı bizzat yeminlere taalluk eden bir lafız olarak de­ğil de “yeminler” anlamındaki lafzın bir sıfatı olarak kabuf etçiğimiz takdirde “üzerimizde” anlamındaki lafızda bulunan zamirden hat kabul edilir. Çünkü tıpkı ona dair haber olması halinde olduğu gibi; onda ona ait bir zamir bu­lunur. Bununla birlikte eğer nekre olduğu takdirde; “yeminler” lafzından hal olması da mümkündür. Nitekim: “Maruf bir şe­kilde faydalandırma vardır. Bu takva sahiplerine bir borçtur,” (el-Bakara, 2/2-^1) buyruğunda yer alan: “Bir borçtur” lafzının; Faydalandırma” lafzından hal olmak üzere nasb olabileceğini kabul ettikleri gibi.

“Sürecek” lafzı genellikle ötreli olarak, “yeminleriniz” anlamında­ki lafzın sıfatı olarak okunmuştur. [46]

  1. Sor onlara; buna hangileri kefildir?
  2. Yoksa onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler o halde ortaklarını getirsinler.

Ey Muhammed “sor onlara”; uydurma sözler söyleyenlere; “buna han­gileri kefildir?” Daha önce sözü geçen hususlara hangileri kefil olabilir? Bu da müslümanlara verilecek olan hayrın kendilerine de verileceği iddiasıdır.

“Kefil ve taahhüt edip (gerektiğinde) tazminat ödeyeceğini kabul eden kimse” demektir. Bu şekildeki açıklamayı İbn Abbas ve Katade yapmış­tır. İbn Keysan dedi ki; Burada bu lafız deli! ortaya koyan, iddiasını belge­leyen kimse, anlamındadır. el-Hasen dedi ki: Burada “kefil” rasûl demektir.

“Yoksa onların ortakları mı var?” buyruğunda ki: “Onların… mı var” buyruğunda, mı sıia (zaîd)dır. “Ortaklar” da şahitler anlamındadır.

“Eğer” iddialarında “doğru söyleyenler İseler, o halde ortaklarını” id diaiarının doğruluğuna tanıklık edecekleri “getirsinler.”

Şöyle de açıklanmıştır: Eğer imkânları varsa haydi ortaklarını getirsinler. Buna göre bu, âciz bırakmak anlamında bir emirdir. [47]

  1. Baldırın açılacağı o günde onlar, secde etmeye davet edilecek-ler de edemeyecekler.
  2. Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir zillet kaplamış ola­rak. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye çağırıhyorlardı.

“Baldırın açılacağı o günde” buyruğunda yer alan: “O günde” laf­zında âmilin (bir önceki âyette geçen); “Getirsinler” buyruğu olması müm­kündür. Onlar baldırın açılacağı o günde kendilerine şefaat etmeleri için or­taklarını getirsinler, demek olur. Takdir edilmiş bir fiil ile nasb edilmesi de mümkündür. Baldırın açılacağı o günü an, demektir. Bu durumda (bir önce­ki âyet-1 Jcerimenin son kelimesi olan) “doğru söyleyenler” anlamındaki la­fız üzerinde vakıf yapılır. Birinci takdire göre ise o lafız üzerinde vakıf ya­pılmaz.

“Açılacağı o günde” buyruğu “nûn” ile: “Açacağımız o günde” diye de okunmuştur. İbn Abbas ise; “Baldırı açacağı o günde” diye malum bir fiil olarak okumuştur ki; o çetin halin ya da kıyame­tin baldırını açacağı o günde, demek olur.

Tıpkı Arapların: “Savaş baldırının üzerini eteklerini yu­karı doğru çekerek açtı” demelerine benzer. Şair de şöyle demiştir:

“Savaştaki yiğidi ısıracak olursa savaş, o da ısırır onu

Ve eğer savaş eteklerini yukarı kaldırarak bacağım açarsa, o da açar.’

Recez vezninde de şair şöyle demiştir:

“işte (savaş) bacağının üstünü açtı, siz de metanetle yürüyün Ve savaş üzerinize sıkı geliyor, siz de sıkı durun.”

Bir diğer şair şöyle demektedir:

“Kendime ve korkmama hayret ettim,

Bir de kuşların rızıkları peşinden koşmalarına.

Bacağının üstünü açmış bir seneden,

Kıpkızıl bir sene ki, eti kemiğinden soyup çıkarır.”

Bir başkası da şöyle demektedir:

“Onlara baldırının üstünü açtı

Ve o apaçık kötülüğün bir kısmı göründü onlara.”

Yine İbn Abbas’tan, el-Hasen ve Ebu’l-Âliye’den meçhul bir fiil olarak: “Açılacağı” diye okudukları da rivayet edilmiştir. Bu kıraatin anla­mı.- “Açılacağı” (ye ile) okuyuşun manasına râcidir. Şöyle buyurul-muş gibidir: “Kıyametin bir şiddetin üzerini açacağı o günde…” ötreli bir “te” ve kesreli bir “şın” ilt:: “Açacağı (açmaya başlayacağı) o günde” diye açmaya başlamayı anlatmak üzere kullanılan den gelen bir fiil olarak da okunmuştur. Kişinin üst dudağının yuka­rı doğru çevrildiğini anlatmak üzere: “Adanı üsl dudağsnı yuka­rı doğru büktü” ifadesi de buradan gelmektedir. Bu şekilde yapan kimseye de -ism-İ fail denilir.

İbnu’l-Mübarek dedi ki: Bize Üsame b. Zeyd haber verdi. O İfirime’den, o İbn Abbas’tan. Yüce Allah’ın: “Baldırın açılacağı o günde” buyruğu hak­kında dedi ki: Bu aşın keder ve zorluğun üzeri açılacağında… (demektir.) Bi­ze İbn Cureyc haber verdi, o Mücahid’den dedi ki: İşin ileri derecede çeLin ve son derece ciddi ve sıkılığının açılacağı… (demektir.) Mücahid dedi ki: îbn Abbas dedi ki: Bu, kıyamet günündeki en çetin saat olacaktır.

Ebu Ubeyde dedi ki: Savaş ve iş çetin ve şiddetli bir hal aldığı vakit: “İş baldırını açtı” denilir. Bu tabirin asıl dayanağı ise, cid­diyete ve gayrete ihtiyaç olan bir işe düşen bir kimse baldırının üzerini açar. O bakımdan baldır ve üzerinin açılması, zorluk ve şiddetli zamanlan anlat­mak için istiare olarak kullanılmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bir şeyin baldın, bacağı onu ayakta tutan aslını, esa­sını teşkif eder. Ağacın sapı (bacağı yani gövdesi) ve insanın bacağı gibi. Ya­ni işin esasının açılıp, bütün İşlerin gerçek durumu ve esası ortaya çıkacağı o günde… demek olur.

Cehennemin baldırının üzerinin açılacağı diye açıklandığı gibi. Arşın ba­cağının üzerinin açılacağı diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre de bununla ecelin yaklaşıp, bedenin zayıf düşeceği vakti kastetmektedir. Ya­ni hasta olan kimse zayıflığını görmek üzere bacağının üzerini açacak, mü­ezzin onu namaza çağıracak fakat o yerinden kalkıp dışarı çıkacak gücü bu­lamayacak.

Yüce Allah’ın bacağının üzerini açacağına dair gelen rivayete gelince, şüp­hesiz ki yüce Allah azalardan ve üstünü açıp kapatmaktan yüce ve münez­zehtir. Bunun anlamı işinin oldukça büyük, azametli olan bazı yanlarını açı­ğa çıkarması şeklindedir. Nurunu açıp göstereceği diye de açıklanmıştır.

Ebu Musa’nın Peygamber (sav)’dan rivayetine göre yüce Allah’ın: “Baldı­rın açılacağı” buyruğu hakkında şöyle buyurmuştur: “O pek büyük bir nu­run üzerini açacak, onlar da onun için secdeye kapanacaklardı r.”[48]

Ebu’1-Leys es-Semerkandî Te/str’inde dedi ki: Bize el-Halil b. Ahmed an­lattı, dedi ki, bize İbn Menî’ anlattı dedi ki, bize Hudbe anlattı dedi ki, bize Hammad b. Seleme anlattı. O Adî b. Zeyd’den, o Umarc el-Kuraşi’den, o Ebu Burde b. Ebî Musa’dan dedi ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim; “Kıyamet gününde herbir kavme dünyada iken tapındıkları şeyin timsali gösterilir. Herbir kavim neye ibadet ediyor idiyse ona doğru gider. Sonunda tevhid ehli geriye kalır. Onlara siz neyi bekliyor­sunuz, herkes gitti, denilir. Onlar: Bizim dünyada iken kendisini görmediği­miz halde ibadet ettiğimiz bir Rabbimiz vardı derler.

Peki onu görecek olursanız tanır mısınız denilecek, onlar: Evet diyecek­ler. Bu sefer:

Onu görmediğiniz halde onu nasıl tanıyacaksınız denilir. Şöyle derler: Onun hiçbir benzeri yoktur. Bu sefer onlara hicabı açar, onlar yüce Allah’a bakarlar. Onun için secdeye kapanırlar. Geriye sırtlan tıpkı ineklerin boynuz­larını andıran birtakım kimseler kalacak, onlar yüce Allah’a bakacaklar, sec­de etmek isteyecekler fakat buna güçleri yetmeyecek. İşte yüce Allah’ın: “Bal­dırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de edeme­yecekler” buyruğu bunu anlatmaktadır. Yüce Allah şöyle diyecek: “Kullarım başlarınızı kaldırın. Ben sizden herbir kimseye bedel (fidye) olmak üzere ya-hudilerden ve hristiyanlardan birisini cehenneme koydum.” Ebu Burde de­di ki: Ben bu hadisi Ömer b. Abdu’l-Aziz’e naklettim, şöyle dedi: Kendisin­den başka hiçbir ilah olmayan Allah hakkı için söyle! Gerçekten bu hadisi baban mı sana nakletti? Ben de ona üç defa yemin ettim. Ömer dedi ki; Ben tevhid ehli hakkında bundan daha çok sevdiğim bir hadis dinlemiş değilim,[49]

Kays b. es-Seken dedi ki: Abdullah b. Mesud, Ömer b. el-Hattab’ın huzu­runda hadis naklederek dedi ki: Kıyamet gününde insanlar âlemlerin Rabbi huzurunda kırk yıl süreyle gözlerini semaya dikmiş olarak, çıplak ayaklı, el­bisesiz, terleri çenelerine kadar varmış halde duracaklar. Allah kırk yıl bo­yunca onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak. Sonra bir münadi şöyle seslenecek: Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi öldüren, sizi diril­ten, sonra da O’ndan başkasına ibadet ettiğiniz Rabbinizin, herbir kavmi ve­li edindikleri (tapındıkları) mabudları ile başbaşa bırakması adaletli bir iş ol­maz mıi> Onlar: Evet diyecekler. (Abdullah b. Mesud devamla) dedi ki: Her­bir kavme Allah’tan başka dünyada iken ibadet ettikleri kaldırılır. Bu mabud­ları kendilerini cehenneme götürünceye kadar onların arkasından giderler.

Geriye müsiümanlarla, münafıklar kalır. Onlara: Herkes gitti, siz gitmeye­cek misiniz denilir. Onlar: Rabbimiz gelinceye kadar (buradayız), diyecek­ler. Peki O’nu tanır mısınız? diye sorulacak, onlar: Bize kendisini tanıtırsa, biz de O’nu tanırız. (İbn Mesud) dedi ki; İşte o vakit baldırın üzerini açacak, on­lara tecelli edecek. O’na ihlasla ibadet etmiş olanlar secdeye kap a m verecek­ler. Münafıklar ise sırtlarında adeta demir çubukları varmışçasına secde ede­meden kalacaklar. Onlar cehenneme götürülecek, diğerleri (mü’mînler) ise cennete gireceklerdir. İşte yüce Allah’ın; “Onlar secde etmeye davet edile­cekler de edemeyecekler” buyruğu bunu anlatmaktadır.[50]

“Gözleri önlerine eğilmiş… olarak” zelil ve mütevazı bir halde demek­tir. “Önlerine eğilmiş… olarak” lafzı hal olarak nasbedilmiştir.

“Kendilerini bîr zillet kaplamış” olacaktır. Çünkü mü’minler başlarını ve yüzlerini kaldırdıklarında kardan da daha beyaz olacaktır. Münafıklarla kâ­firlerin ise yüzleri katrandan daha da kara bir renk alacak şekilde kararacak­tır.

Derim ki: Ebu Musa ite İbn Mesud’un rivayet ettikleri hadisleri mana iti­bariyle Sahih-İ Müslim’de Ebu Said el-Hudri’den ve başkaları tarafından ge­len rivayetlerle sabittir,[51]

“Halbuki onlar” dünyada “sapasağlam iken” sağlık ve afiyet içindeyken “secdeye çağrılıyorlardı.”

İbrahim et-Teymî dedi ki: Onlar ezan ve kamet iie (namaza) çağırıldıkla­rı halde bu çağrıya uymayı kabul etmiyorlardı.

Said b. Cubeyr dedi ki: Onlar: “Haydi felaha” nidasını işitiyorlar fakat bu­na icabet etmiyorlardı,

Ka’b el-Ahbâr dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, bu âyeti kerime cema­atlerden geri kalan kimseler dışında, kimse hakkında inmiş değildir.

Yani onlar şeriatte kendilerine yöneltilmiş teklifi emirlerle (secdeye da­vet ediliyorlardı) diye de açıklanmıştır. Anlam birbirine yakındır. el-Bakara Sûresi’nde (2/43. âyet, 12. başlıkta) cemaatle nama2 kılmanın vücubuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. er-Rabî’ b. Haysem felç olmuştu. Bu­nunla birlikte iki kişi arasında tutunarak mescide gidiyordu. Ey Ebu Zeyd evin­de namaz kılsan olmaz mı? Şüphesiz bu senin için bir ruhsattır, denilince şöy­le dedi: “Haydin felaha” sesini işiten herkes yüzüstü emekleyerek dahi olsa o çağrıya icabet etsin.

Said b. el-Müseyyeb’e şöyle soruldu: Tank seni öldürmek istiyor, ortadan kaybol. Şöyle dedi: Allah’ın da bana güç yetiremeyeceği bir şekilde mi? Ona: Evinde otur denilince, o: Ben “haydi felaha” nidasını duyacağım da ona ce­vap vermeyeceğim öyle mi? [52]

  1. Artık Beni bu sözü yalanlayanlarla başbaşa bırak! Biz onları bil­meyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.
  2. Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak Benim onlara karşı tedbirim sapasağlamdır.

“Artık beni bu sözü” es-Süddîye göre Kur’ân’ı, kıyamet günü de denil­miştir “yalanlayanlarla başbaşa bırak!” Beni onlarla başbaşa bırak! “Yalan­layanlarla” lafzında ki: “Iarla” mePulün meali yahutta; “beni… bırak” fiilindeki mütekellhn zamire atfedilmiştir.

Bu buyruk Peygamber (sav)’a bir tesellidir. Yani onları cezalandıracak olan Benim, onlardan Ben intikam alacağım. Daha sonra şöyle buyurmaktadır:

“Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıra­cağız.” Bu; onları kendileri bilmeksizin, gafilken azab ile yakalayacağız, de­mektir. Bu sebeple Bedir gününde azaba uğradılar.

Süfyan es-Sevrî dedi ki: Onlara dört bir yandan nimetlerimizi verecek ve şükretmeyi unutturacağız. el-Hasen dedi ki: Kendisine ihsan edilmek sure­tiyle derece derece azaba yaklaştırılan nice kimseler, kendisine övgülerle fit­neye maruz kalan nice kimseler, günahları örtülmek suretiyle aldanışa kapı­lan nice kimseler vardır.

Ebu Ravk dedi ki: Onlar herbir günah işlediklerinde biz onlara bir başka nimet veriri2 ve onlara mağfiret dilemeyi unuttururuz.

İbn Abbas dedi ki: Biz onlara kargı tuzak kuracağız. Şöyle de açıklanmış­tır; Bu onları azar azar azaba yaklaştırmakla ve onlara azabı ansızın gönder-memekle olur. Bir hadiste belirtildiğine göre İsrailoğullarındân bir kişi şöy­le demişti:* “Rabbira ben sana nicedir isyan etliğim halde, sen beni cezalan­dırmıyorsun? Bunun üzerine yüce Allah onların dönemlerindeki peygambe­re vahyederek: Ona de ki: Benim senin üzerinde nice azabım var ki sen bu­nun farkında bile değilsin. Gözlerinin donması, kalbinin katılaşması, Benim seni derece derece azaba yaklaştırmamdır, senin için bir cezadır eğer aklı­nı kullanacak olursan, anlarsın” diye buyurdu.

“İstidrâc: Derece derece azaba yaklaştırmak” acilen ceza vermemektir. Asıl anlamı tedricî bir şekilde bir halden bir hale nakletmek, aktarmak demektir. (Basamağa) “derece” denilmesi de buradan gelmektedir. Derece, bir konum­dan sonraki bir diğer konumdur. “Filan kişi filanın yanında bulunanları azar azar çıkardı” demektir. (tJL* ile aynı anlam­da olup “onu bu işe tedrici olarak yaklaştırdı, kendisi de yaklaştı” demektir.

“Ben onlara mühlet veriyorum.” Oniara süre tanıyor, sürelerini uzatıyo­rum. ” Bir zaman süresi” demektir. “Allah ona süresini uzattı” anlamındadır, ” Gece ve gündüz”e denilir.

“Ben onlara mühlet veriyorum” buyruğunun, acilen onları öldürmüyo­rum anlamında olduğu da söylenmiştir ki; anlam birdir. Buna dair açıklama­lar daha önce el-A’raf Sûresi’nde (7/182-183. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

“Muhakkak Benim onlara karşı tedbirim sağlamdır.” Yani, şüphesiz ki Benim azabım pek güçlü ve çetindir. Kimse Benden kurtulamaz. [53]

  1. Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun da onlar da bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıldılar?

Bu buyrukla, tekrar daha önce zikredilen: ‘Yoksa onların ortakları mı var?”‘ (41. âyet) buyruğuna dönmektedir. Yani sen kendisine davet ettiğin Al­lah’a iman etmek karşılığında kendilerinden bir mükafat mı arıyorsun? Bun­dan dolayı onlar kendilerini böyle bir borç sebebiyle, malı karşılıksız vermek kendilerine ağır geldiğinden Ötürü, ağır bir borç yükü ile ini karşı karşıya hissediyorlar. Yani bu hususta onların üzerinde herhangi bir yükümlülük yok­tur. Aksine onlar sana bey’at ettikleri takdirde yeryüzünün hazinelerini elle­rine geçirecekler ve Naîm cennetlerine ulaşacaklardır. [54]

  1. Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?

“Yoksa gayb” kendileri için gayb olanların bilgisi “onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?”

Şöyle de açıklanmıştır: Söyledikleri bu sözler onlara vahiy yoluyla mı in­diriliyor?

İbn Abbas’tan nakledildiğine göre burada gayb Levh-i mahfuz’dur. Onlar sana karşı söyledikleri bu sözleri oradaki (Levh-i Mahfuz’daki) bilgilerden alıp kendilerinin sizden faziletli olduğunu, herhangi bir şekilde cezalandırılma­yacaklarını mı yazıyorlar?

“Yazıyorlar?” buyruğunun kendileri için istedikleri hükmü mü veriyorlar, anlamında olduğu da söylenmişti r. [55]

  1. Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi gibi obua. Ha­ni o gamla dolu dolu dua etmişti.

“Artık Rabbinin hükmüne” O’nun kaza ve takdirine “sabret!” Burada hü­küm, kaza (ve takdir) demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Rabbinin sana yük­lediği risaletini tebliğ etme hükmünü yerine getirmek üzere sabret, sebat gös­ter.

İbn Bahr dedi ki: Rabbinin yardımı gelinceye kadar sabret.

Katade: Acele etme ve (acelecilik ederek Rabbinî) gazaplandırma! Sana yar­dımın gelmesi kaçınılmaz bir şeydir.

Buyruğun “cihadı emreden” kılıç âyeti ile nesholduğu da söylenmiştir.

“Ve o balık-sahibi” Yunus (a, s) “gibi obua.” Yani gazap etmekte taham­mül edemeyip acelecilik etmekte ona benzeme!

Katade dedi ki: Yüce Allah Peygamberini (salat ve selam ona) teselli et­mekte, ona sabır göstermesini ve balık sahibi gibi acele etmemesini emret­mektedir. Ona dair haberlerin geçtiği Yunus Sûresi’nde (10/98. âyetin tefsi­rinde), el-nbiyâ Sûresi’nde (21/87-88. âyetlerin tefsirinde) ve es-Sâffât Sû­resi’nde (37/139-144. âyetlerin tefsirinde) geçtiği gibi.

“Zû: Sahip” lafzı ve “sahip” ile izafet yapılması arasındaki fark, Yunus Sû-resi’nde geçmiş bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

“Hani o gamla dolu dolu dua etmişti.” Yani balığın karnında iken: “Şen­dere başka ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum.” (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmişti.

“Gamla dolu dolu” buyruğu keder (gam) ile dolu dolu, demektir. Üzün­tü (kerb) diye de açıklanmıştır. Birincisi İbn Abbas ve Mücahid’in, ikincisi Ata ve Ebu Malik’in görüşüdür.

el-Maverdî dedi ki: Aralarındaki farka gelince; gam kalpte, üzüntü (kerb) ise nefeste olur.

Bunun mahbus anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü: “Hapsetmek” demektir, “(â^- piki W ): Filan kişi öfkesini hapsetti (yuttu)” ta­biri de buradan gelmektedir. Bu açıklamayı da İbn Bahr yapmıştır.

Bunun; nefesinin geçtiği yeri (kazm) yakalanmış, sıkılmış anlamında ol­duğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı da el-Müberred yapmıştır. Bu ve da­ha başka açıklamalar bundan önce Yusuf Sûresi’nde (12/84. âyet, 3. başlık­ta) geçmiş, bulunmaktadır. [56]

  1. Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa İdi, bomboş bîr çöle kınanmış halde atılacaktı.
  2. Sonra Rabbi onu seçti de onu salihlerden kıldı.

“Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi” bııyruğundaki: “Ona eriş(me)miş..,” şekli genelin okuyuşudur. Ancak İbn Hürmüz ve ei-Hasen “dal” harfini şeddeli olarak: diye okumuşlardır ki; bu da ondaki “te” harfinin “dal” harfine idgam edildiği müzari bir fiildir. Buyruk ha­lin hikayesi takdirindedir. Eğer onun hakkında ona bir nimet ulaştı denilme­yecek olsaydı (denilmesi takdir edilmemiş olsaydı); denilmiş gibidir. İbn Ab­bas ve İbn Mesud; mushaftaki resimden (asıl yazılıştan) farklı olarak; diye okumuşlardır.

“Ona… erişti” mazi ve müzekker bir fiil olup, (müennes olan) ni­met onun failidir. (Müennes gelmesi gerektiği halde fiilin müzekker geliş se­bebi) “nimet” lafzının müennesliğinin hakiki olmayışından ötürüdür.kıraati (İbn Abbas ve İbn Mesud’un okuyuşu) ise, nimetin lafzına uy­gun olarak gelmiştir.

Buradaki “nimefin anlamı hususunda farklı açıklamalar vardır. Pey­gamberlik olduğu söylenmiştir. Bu ed-Dahhak’ın görüşüdür. Önceden yap­mış olduğu ibadet olduğu da söylenmiştir. Bu da İbn Cubeyr’in görüşüdür.

Onun: “Senden, başka ilah yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum” (el-Enbiyâ, 21/87) şeklindeki duası olduğu da söy­lenmiştir. Bu açıklama da İbn Zeyd’e aittir.

Yüce Allah’ın onun üzerindeki nimetinin balığın karnından onu çıkartmak oiduğu da söylenmiştir ki; bu da İbn Bahr’ın görüşüdür.

Rabbinden gelen bir rahmet demektir diye de açıklanmıştır, Yüce Allah ona merhamet buyurmuş ve tevbesini kabul etmişti.

“Bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı.” Yani kınanmış olarak atı­lacaktı; fakat kınanmaksızın hastalıklı bir şekilde atıldı. İbn Abbas’ın görü­şüne göre; “kınanmış”; “Kınayıcı” anlamındadır. Ebu Bekr b. Abdul­lah; günah işlemiş olarak diye açıklamıştır.

“Kmanmış”hertürlü hayırdan uzaklaştırılmış anlamında olduğu da söylenmiştir,

“Çöl” dağı ve örtecek ağacı bulunmayan düzlük, geniş arazi demek­tir.

Şöyle de açıklanmıştır: Şayet Allah’ın onun üzerindeki lütfü bulunmamış olsaydı, kıyamet gününe kadar balığın karnında kalacaktı, Sonra da kınan­mış olarak kıyametin düz arazisine (Mahşer yerine) atılmış olacaktı. Buna da yüce Allah’ın şu buyruğu deiil teşkil etmektedir: “Eğer o, gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı, diriltilecekleri güne kadar (balığın) karnında kalır­dı elbet.” (es-Sâffât, 37/143-144)

“Sonra Rabbi onu seçti de onu saiihlerden kıldı.” İbn Abbas dedi ki: Al­lah tekrar ona vahiy göndermeye başladı. Hem kendisi, hem kavmi hakkın­da onu şefaatçi kıldı, tevbesini kabul etti. Onu yüzbin ya da daha fazla kim­seye peygamber olarak göndermek suretiyle saiihlerden kıldı. [57]

  1. Gerçek şu ki; o kâfirler Zikri işittiklerinde neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi. Bir de: “Muhakkak ki o, bir delidir” diyor­lar.

“Gerçek şu ki, o kâfirler” buyruğundaki: “Gerçek şu ki” lafzı şed­delisinden şeddesiz gelmiştir, “…Gözleri ile seni devireceklerdi” seni ifsâd edeceklerdi.

Bu buyrukla Peygamber (sav)’a aşırı düşmanlıklarını haber vermekte, on-lann ona nazar ederek musibete uğratmalarını istediklerini bildirmektedir. Ku-reyşlilerden birtakım kimseler ona bakarak: Biz ne onun gibisini, ne de onun getirdiği delillerin bir benzerini gördük, dediler.

Esedoğullarımn nazarları oldukça değen kimseler olduğu söylenmektedir. Öyle ki semiz bir inek yahut semiz bir dişi deve unlardan birisinin yanından geçti mi ona bakar, sonra da: Ey cariye şu zembili ve dirhemi al da bu de­venin etinden bize getir, diyordu. Aradan fazla zaman geçmeden hemen öl­mek üzere yere yıkılır ve kesiliveriyordu.

el-Kelbî dedi ki; Araplardan bir kimse iki ya da üç gün hiçbir şey yemek­sizin durur, sonra da çadırın yan tarafına kaldırılır, önünden develer ya da koyunlar geçince: Ben bugün gibi bundan daha güzel deve ya da koyun gör­müş değilim, derdi. Aradan fazla geçmeden hemen onlardan bir miktar ölü olarak yere yıkılıverirdi. İşte kâfirler böyle bir kimseden Peygamber (sav)’a nazar etmesini İstediler. O da onların bu isteklerini kabul etti. Peygamber (sav) yanından geçince, şu beyiti okudu:

“Senin kavmin seni bir efendi kabul ediyor(lar)dı,

Artık, ben seni nazar değmiş bir efendi olduğunu görüyorum.”

Yüce Allah Peygamberini nazarına karşı korudu ve: “Gerçek şu ki; o kâ­firler… neredeyse gözleri İle seni devireceklerdi” buyruğu nâzü oldu Buna yakın bir rivayeti el-Maverdî zikretmiştir.

Araplardan herhangi bir kimse bir diğerine -malında ya da canında- na­zar etmek istediği vakit üç gün süre ile aç kalır, sonra onu ve malını göre­rek şöyle derdi: Allah’a yemin ederim bundan daha güçlü bir kimse, daha kah­raman, bundan daha malı çok, daha güzel hiçbir kimse görmedim. Böylece nazarı ona değer ve kendisi de, malı da yok olur giderdi. İşte yüce Allah bu­nun üzerine bu âyet-i kerimeyi indirdi.

el-Kuşeyrî dedi ki: Ancak bu tartışılır bir konudur. Çünkü nazarın değme­si ancak güzel bulmak ve beğenmekle birlikte sözkonusu olur. Tiksinmek ve nefret etmekle birlikte değil. Bundan dolayı yüce Allah: “Bir de: Muhakkak ki o bir delidir, diyorlar” diye buyurmaktadır. Yani onlar senin Kur’ân okumakta olduğunu gördüklerinde senin deli olduğunu söylüyorlar.

Derim ki: Müfessirlerle, dilcilerin açıklamaları zikrettiğimizin doğruluğu­nu ve ona bakmaktan maksatlarının onu öldürmek olduğunu göstermekte­dir. Bir şeyden hoşlanmamak, öldürecek kadar düşmanca nazarın ona isa­bet etmesine engel değildir.

İbn Abbas, İbn Mesud, el-A’meş, Ebu Vâil ve Müeahid: “Seni devirecek­lerdi” anlamındaki buyruğu: “Canının çıkmasına sebeb olacaklar­dı” yani seni helak edeceklerdi, öldüreceklerdi diye okumuşlardır. Ancak tef­sir olmak üzere böyle okunmuş olup “Canı çıktı, canını çı-kardr kullanımından gelmektedir. Medineliler ise “ye” harfini üstün olarak: diye diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Her ikisi de aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Bir kimseyi kenarda tutup, uzaklaştırmayı anlatmak üzere -mazi ve muzari olarak-: denildiği gibi, da denilir. Mas­tarı: diye gelir, “Başım traş etti” eder demektir.

da aynı anlamdadır. “ile Cimada bulunmadan önce inzal eden kimse” demektir. Bu açıklamayı el-Cevheri ve başkaları nakletmiştir.

O haide kelime, bir kenara bırakmak, izale etmek demektir. Bu ise Pey­gamber (sav) hakkında ancak onun helak oluşu ve ölümü ile sözkonusu ola­bilir.

el-Herevî dedi kî: Onlar gözleriyle sana nazar edip, duruyorlar. Böylelik­le seni sana besledikleri düşmanlıkları sebebiyle Allah’ın seni yerleştirmiş ol­duğu o üstün makamından kaydırmak, devirmek istiyorlar, demek istemek­tedir.

İbn Abbas dedi ki: Onlar gözleriyle sana nüfuz etmek (senin içine etki et­mek) istiyorlar. Nitekim ok içe işlediği vakit ile denilir. Mü-cahid’in görüsü de budur. Yani onlar sana ileri derecede nazar ettiklerinden ötürü seni delip içine kadar işliyorlar.

el-Kelbî: Seni yere yıkıyorlar, diye açıklamıştır. Yine ondan es-Süddî ve Said b. Cübeyr’den şöyle açıkladıkları nakledilmiştir: Seni asaleti tebliğ et­mek görevinden alıkoymak istiyorlar.

el-Avfî: Seni yere yıkıyorlar. el-Müerric: Seni yerinden kaydırıyorlar, en-Nadr b. Şumeyl ve el-AhFeş: Seni fitneye düşürüyorlar.

Abdu’1-Aeiz b. Yahya: Sana ileri derecede hiddetle, yan yan bakıyorlar. İbn Zeyd: Sana dokunuyorlar (delirtmek istiyorlar). Cafer es-Sadık: Seni yiyorlar. el-Hasen ve İbn Keysan: Seni öldürüyorlar diye açıklamışlardır. Bu da göz ucuyla beni devirdi, gözüyle beni öldürdü, tabirlerine benzemektedir. Şair şöyle demiştir:

“Gözlerin, göz ucuyla sana yıkıcı bir şekilde bakması seni yere düşürüyor, Fakat ok atanın attığı okun uçları sana karşı köreliyor.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Bir mecliste karşılaştılar mı, karşılıklı bakışırlar birbirlerine Ayakların bastığı yerleri kaydıran bakışlarla.”

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Onlar sana öyle bir düşmanlıkla ba­kıyorlar ki, nerdeyse seni yere yıkacaklardır.

Bütün bunlar anlam itibariyle daha önce yaptığımız açıklama çerçevesin­dedir. Toparlayıcı anlam: Sana nazar değdiriyorlar şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [58]

  1. “Halbuki o, ancak âlemler için bir öğüttür.”

Yani Kur’ân-ı Kerim ancak âlemler için bir öğüttür. Muhammed, ancak ken­disi ile öğüt alacakları âlemler için bir öğüttür diye de açıklanmıştır.

olduğu da söylenmiştir ki; mak­sat Kur’ân-ı Kerim’dir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak o sana ve senin kavmine büyük bir şeref'(zikr)dir.” (ez-Zuhruf, 43/44)

Peygamber (sav) da aynı şekilde bütün âlemler için bir şereftir. Ona uy­mak ve ona iman etmekle şerefyâb olmuşlardır.

(Kaleîn Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Başarıya ulaştıran Al­lah’tır).

Kuran

Kalem Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.