Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 23°C
Açık
İstanbul
23°C
Açık
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 23°C
Cts 23°C

67 – Mülk Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Bütün müfess iri erin görüşüne göre Mekke’de inmiştir. el-Vâkiyc (koruyu­cu) ve el-Münciye (kurtarıcı) diye de adlandırılır. 32 âyettir.

67 – Mülk Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mülk Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

Tirmizî’nîn rivayetine göre İbn Abbas dedi ki: Rasûlullah (sav)’ın ashabın­dan bir adam, bir kabir üzerine -onun kabir olduğunu bilmeksizin- çadırım kurdu. Bir de ne baksın, orası bir insan kabri imiş. Kabir bitirinceye kadar da Mülk Sûresi’nı okumuş. Peygamber (sav)’a gelerek; Ey Allah’ın Rasûlü, de­di. Ben çadırımı kabir olduğunu bilmeksizin bir kabrin üzerine kurdum. Bir de baktım ki, orası bir insan kabri imiş. Mülk Sûresi’ni sonuna kadar okudu, Rasûlullah (sav) dedi ki: “O menedicidir, o koruyucudur, onu kabir azabın­dan korur.” (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib bir hadistir.[1]

Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir!” (1. âyet) diye başlayan sûrenin her mü’minin kalbinde olmasını, ezbere bilmesini çok arzu ederdim.’ Bunu es-Sa’lebî zikretmiştir[2]

Ebu Hureyre’den dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Allah’ın kitabından ancak otuz âyet olan bir sûre vardır ki, Kıyamet gününde bir adama onu cehennem ateşinden çıkartıp cennete sokuncaya kadar şefaat etti (edecek­tir). Bu Tebâreke Sûresi’dir.” Bu hadisi bu manada Tirmizî rivayet etmiş olup hakkında: Hasen bir hadistir, demiştir.[3]

îbn Mesud dedi ki; Ölü kabrine konulduğu vakit ona ayaklan tarafından gelinin. Senin buna ulaşmana imkânın yok. Çünkü o ayakta iken el-Mülk Sû-resi’ni okur, namaz kılardı. Sonra başı tarafından ona gelinir. Bu sefer dili: Sizin ona karşı bir yolunuz yoktur. Çünkü o benimle Mülk Sûresi’ni okurdu. Sonra dedi ki: Bu sûre Allah’ın azabından koruyan sûredir. Tevrat’ta el-Mülk süresidir. Kim bir gece onu okuyacak olursa, o çok büyük bir iş, çok hoş bir iş yapmış olur.

Her gece bu sûreyi okuyana, el-fettan’ın (çok fitneye düşürücü şeytanın) zarar vermeyeceği rivayet edilmiştir. [4]

  1. Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir! Ve O, hefşeye ka­dirdir.

“…Ne yücedir!” buyruğu “bereket”den “tefâale” veznindedir. Da­ha önce (el-A’raf, 7/54 buyruğu açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır.

el-Hasen her türlü kötülükten münezzeh demektir, diye açıklamıştır. Dâ­im oldu, diye de açıklanmıştır. O varlığının başlangıcı bulunmayan, devamı­nın da sonu gelmeyecek olan dâimdir.

“Bütün mülk elinde bulunan”; dünyada da, âhirette de göklerin ve ye­rin mülkü kendisinin olan… demektir.

İbn Abbas dedi ki: Mülk, O’nun elindedir. Dilediğini aziz eder, dilediği­ni zelil kılar. Diriltir, öldürür, zengin kılar, fakir eder, verir ve alıkoyar.

Muhammed b. İshak dedi ki: Nübüvvet mülkü yalnız O’nundur. Nebiye tabi olan kimseleri o yolia aziz kılmış, ona muhalefet edenleri de onun va­sıtası ile zelil kılmıştır.

“Ve O,” nimet vermek ve intikam almak gibi “herşeye kadirdir.” [5]

  1. 0 hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölü­mü ve hayatı yaratandır. O Azizdir, Gafurdur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [6]

1- Ölüm ve Hayat:

“O… ölümü ve hayatı yaratandır” buyruğu ile ilgili olarak şöyle denil-migtir: Yani O, sizi ölüm için ve hayat için yaratmıştır. Bu da dünya hayatın­da ölüm için, ahiret hayatında da hayat için yaratmıştır, demektir. Ölümü ha­yattan önce zikretmesinin sebebi ise ölümün kahredici özelliğinin bulunma­sından dolayıdır. Nitekim yüce Allah kızları, oğlan çocuklardan önce zikre­derek; “Dilediğine kızlar ihsan eder…” (eş-ŞCırâ, 42/49) diye buyurmaktadır.

Ölümü önce zikretmesinin, daha önce var olmasından dolayı olduğu da söylenmiştir. Çünkü eşya başlangıçta ölü hükmünde idi. Nutfe, toprak ve bu­na benzerlerinde olduğu gibi.

Katade dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyururdu: “Şüphesiz yüce Allah, Âdernoğullarını ölüm İle zelil kılmış, dünyayı hayat yurdu, sonra ölüm yur­du, âhireti ise mükâfat yurdu, sonra da ebedi kalınacak yurt kılmıştır.”[7]

Ebu’d-Derdâ’dan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Üç şey olmasaydı Âdemoğlu asla başını önüne eğmezdi. Fakirlik, hastalık ve ölüm. Bununla birlikte o, yine çok atılgandır.”[8]

2- Ölümün Hayattan Önce Sözkonusu Edilmesinin Sebebi:

“Ölümü ve hayatı yaratandır” buyruğunda, hayattan ünce ölümü zikret­mektedir. Çünkü insanlar arasında ameide bulunmaya en çok koşan kişi. ölü­mü sürekli gözünün önünde bulundurandır. O halde âyet-i kerimenin zik­redilmesinde gözetilen maksad açısından daha önemli olduğundan ötürü ölüm öne alınmıştır.

İlim adanılan şöyle demiştir; Ölüm ne katıksız bir yokluk, ne de sadece bir yok oluştur. O sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip, ayrılması, iki­si arasında bir engel oluşturmasıdır. Bir halden bir diğerine değişmek ve bir yurttan diğerine taşınmaktır. Hayat ise bunun aksidir.

İbn Abbas, el-Kelbî ve Mukatil’den şöyle dedikleri nakledilmektedir; Ölüm ye hayat iki cisimdir. Ölüm bir koç şeklinde yaratılmış olup her neye uğrarsa ve her ne onun kokusunu alırsa mutlaka ölür. Hayat da ablak (siyah-beyaz karışımı bîr renkte) dişi bir kısrak suretinde yaratılmıştır. -Cebrail’in ve peygamberlerin bindiği at bit idi,- Adımını gözün görebildiği kadar atar. Eşek­ten yüksekçe, katırdan alçakçadır. Her neye uğrayıp, kokusunu alırsa mut­laka hayat bulur. Her neyi çiğnerse mutlaka hayat bu! ur, İşte Sâmirî’nin, izin­den bir avuç alıp buzağı heykelinin üzerine attığı ve dirilmesine sebeb teş­kil eden at budur, (Bk. Tâ-Hâ, 20/96. âyetin tefsiri) Bunu es-Sa’lebî ve el-Ku-şeyrî İbn Abbas’tan nakletnıişlerdir. el-Maverdî de bu anlamdaki açıklama­yı Mukatil ve el-Kelbî’den zikretmektedir.

Derim ki: Kur’ân-i Kerim’de de şöyle buyurulmaktadır: “De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği sizin ruhunuzu alır.” (es-Secde, 32/11); “Meleklerin o kâfirlerin… canlarını alırken bir gör şeydin!” (el-Enfal, 8/50) Yine yüce Al­lah: “…Elçilerinizonun ruhunu alırlar” (el-Enâm, 6/61) diye buyurduğu gi­bi, bir başka yerde de: “Allah ölümleri vaktinde ruhları alır” (ez-Zümer, 39/42} diye buyurmaktadır. O halde; melekler üstün ve şerefli aracılardır. Al­lah’ın salât ve selâmı üzerlerine olsun, Gerçek manada öldüren ise yüce Rab-bimizdir. Ölüm -sahih haberde vârid olduğu gibi- âhirette bir koç suretinde gösterilecek ve Sırat üzerinde boğazlanacaktır.[9]

İbn Abbas’tan zikredilen bu rivayetin ise; bu hususta mazereti urtadan kal­dıracak (yani bu rivayeti reddetmeye ihtimal bırakmayacak) sahih bir habe­re ihtiyacı vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yine Mukatil’den şöyle dediği zikredilmiştir: Ölümü yarattı. Yani nutfe-yi, alakayı ve bir çiğnem eti yarattı. Hayatı yarattı yani o bir insan yarattı ve ona ruh üfledi, o da insan oldu.

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Buna yüce Allah’ın: “Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere…” buyruğu delil teşkil etmek­tedir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Kehf Süresi’nde (18/7. ve 30. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

es-Süddî yüce Allah’ın: “O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır” buyruğu hakkında şöyle de­miştir: Hanginizin ölümü daha çok hatırlayacağını, ona daha güzel hazırlanacağını, hanginizin ondan daha çok korkup ondan sakınacağını ortaya çı­karmak için… demektir.

İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sav) yüce AJlah’ın: “Bütün mülk elinde ola­nın şanı ne yücedir… O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını de­nemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır” buyruğuna kadar okudu ve şöyle buyurdu: “(Kimin) Allah’ın haramlarından daha çok çekineceğini, Aî-İnh’a itaatte elini daha çok çabuk tutacağını,..”[10]

“Denemek üzere…” buyruğu size deneyenin muamelesi Üe muamele etmek üzere demektir. Yani kulu, sabrını ortaya çıkarmak için ölümü ken­disine ağır gelecek olan kimsenin ölümü ile şükrünü ortaya çıkarmak için ha­yat ile denemek üzere… demektir.

Bir başka açıklamaya göre; Allah ölümü öldükten sonra diriliş ve amel­lerin karşılığını görmek için, hayatı da sınanmak için yaratmıştır. Buna gö­re: “Sizi sınamak üzere” buyruğundaki “lam” ölümün yaran I ması mı değil, hayatın yaratılmasına taalluk eder. Bunu ez-Zeccâc zikretmiştir.

el-Ferra ve yine ez-Zeccâc şöyle demişlerdir: “Sınamak” fiiii: “Han­gi” lafzında amei etmez. Çünkü “sınamak” ile “hangi” arasında bir fiil takdir edilmiştir. Bu; “Hanginizin daha çok itaaC ettiğini göreyim diye sizi sınadım” demeye benzer. Yüce Allah’ın. “Sor onlara! Buna hangileri kefildir,? (el-Kalem, 68/40) buyruğu da (bu yönüy­le) buna benzemektedir. Bu da oniara sor, sonra hangilerinin… bak, demek­tir. O halde âyet-i kerimedeki: “Hanginizin” lafzı mübtedâ olarak mer-f\ıdur, “Daha güzel” lafzı da onun haberidir. Aniam da şöyle olur: Si­zi sınayıp hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak ya da göstermek için… (ölümü ve hayatı yaratandır), demektir.

“O” kendisine karşı gelip isyan edenlerden intikam alışında güçlü olan “Azizdir.” Tevbe eden kimselere çokça bağışlayıcı olan “Gafurdur.” [11]

3- O, tabaka tabaka yedi gök yaratandır. “Rahman’ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi gözü çevir de bak! Bir çat­lak görecek misin?”

“O tabaka tabaka” yani biri diğerinin üstünde “yedi gök yaratandır.” Bu göklerin birbirine yapışık bölümleri ise onların kıyılandır, tbn Abbas’tan böy­lece rivayet edilmiştir.

“Tabaka tabaka” lafzı “yedi” lafzının sıfatıdır. Buna göre mastar ile nitelendirilmiş olmaktadır. “Birbirine mutabık” anlamında mastar olduğu da söylenmiştir. Yani o yedi gök yarattı ve bunları biri diğerinin üzerinde ta­baka halinde yahut biri diğerine mutabık yahut biri ötekine mutabık gelecek şekilde yaratandır, demektir. Sibeveyh dedi ki: Bu lafız ikinci meful olarak nasbeditmiştir.

Derim ki: Bu durumda: “Yaratan”; “Var eden” ile “Ya­pan, meydana getiren” anlamında, “(i1^): Tabaka tabaka” lafzı da; ( çoğulu olur. (Jir)’in çoğulunun; “diye gelmesi gibi. Bunun: Tabaka” lafzının çoğulu olduğu da söylenmiştir.

Eban b. Tağlib dedi ki: Bedevinin kişiyi yererken: “Onun kötülüğü üstüstedir (tabaka tabaka gelir), hayrı ise kalıcı değildir” der­ken duydum,

Kur’ân-ı Kerim’in dışında bu ibarenin: “Tabaka tabaka ye­di gök'” şeklinde “gökler” lafzının sıfatı olarak cer ile gelmesi de mümkün­dür. Bunun (bu yönüyle) bir benzeri: “Ve yedi yeşil başak” (Yusuf, 12/46) buyruğudur.

“Rahmân’ın yaratışında hiçbir düzensizlik göremezsin” buyruğunda -ki: “Düzensizlik” lafzını Hamza ve el-Kisâî elifsiz olarak, “vav’: har­fi de şeddeli şekilde: “Düzensizlik” diye okumuşlardır. İbn Mesud ve arkadaşlarının kıraati de budur. Diğerleri ise “elif İle okumuşlardır, İki ayrı söyleyiştir. Hepsi de aynı manalara gelen: Taahhüt etmek,”Tahammül göstermek,”; “Başka türlü göstermek, “Küçük görünmek” Kat kat olmak, katlanmak” ile; Uzaklaşmak” gibi.

Ebu Ubeyd; okuyuşunu tercih etmiş ve bu hususta Abckırrahman b. Ebi Bekr’in söylediği; “Kızları hususunda benim gi­bi birisi nasıl olur da dikkate alınmaz, fikri sorulmaz” ifadesini delil göster­miştir.

en-Nehhas dedi ki: Bu Ebu Ubeyd’in reddolunan bir görüşüdür. Çünkü bu şekilde bir kullanıma, kendileri ileri götürülen, diğeri ile uyumları bozu­lan manası verilir. Âyet-i kerimede ise; okuyuşu daha uygundur, Ni­tekim işler arasında farklılık ve uzaklık olduğu vakit: fiili kullanılabi­leceği gibi; fiili de kullanılabilir. Biri diğerini geçti, demek olur. Ni­tekim bundan önce yüce Allah: “O tabaka tabaka yedi gök yaratandır” diye buyurmuş bulunmaktadır. Yani sen Rahman’ın yaratmasında herhangi bir eğrilik, bir çelişki, bir farklılık (ayrılık, tutarsızlık) göremezsin. Aksine oniar suretleri ve sıfatlan itibariyle değişseler bile, yaratıcılarına deii! teşkil edecek şekilde dosdoğru ve İstikamet üzeredirler.

Bununla kastedilenin yalnızca gökler olduğu da söylenmiştir. Yani sen gök­lerin yaratılmasında bir kusur göremezsin.

Bunun aslı: “Geçmek, geride bırakmak”dan gelmektedir. Bu da bir şeyin ötekini geçerek, geride bırakarak düzgünlüklerinin azlığı dolayısıyla ara­da boşluk meydana gelmesi anlamındadır. Buna da İbn Abbas (r.a)’ın, her­hangi bir farklılık (göremezsin) şeklindeki açıklaması delil teşkil etmekledir,

Ebu Ubeyde dedi ki: -Bir şey geçti anlamında denilir.

Daha sonra insanlara ibret alsınlar, O’nun kudreti hakkında tefekkür et­sinler diye yarattığı varlıklara dikkatle bakmalarını emrederek: “Haydigö-zü(nii) çevir de bak. Bir çatlak görecek misin?” diye buyurmaktadır. Yani gözünü semaya tekrar çevir. (Aynı anlamda): “Gözünü se­mada evirip çevirdi” denildiği gibi; “Semaya yorulunca-ya kadar baktı” da denilir. Anlamlar birbirine yakındır.

Yüce Allah’ın: “(.eri1*): Haydi… çevir” buyruğunda “fe” harfini, daha öncesinde zikredilmiş bir fiil bulunmamakla birlikte getirmesi, önceden “göremezsin” diye buyurmuş olmasından dolayıdır. Yani bak, sonra gözü­nü tekrar çevir, herhangi btr çatlak görecek misin? demektir. Bu açıklamayı Katade yapmışttr.

lafzının; “çatlaklar” demek olduğu Mücahid ve ed-Dahhak’tan nak­ledilmiştir. Katâde; Btr tutarsızlık, es-Süddi: Bir delik, İbn Abbas: Bir gevşek­lik diye açıklamışlardır. Bunun kökü: ‘den gelmektedir ki; bu da çatlamak demektir. Şair şöyle demiştir:

“O size direksiz olarak bir sema bina etti, Ve süsledi onu, onun hiçbir çatlağı da yok.:

Bir başka sair de şöyle demektedir:

“Sen kalbi(mi) çatlattın, sonra içine serptin Sevgini de; kaynadı, birbirine böylelikle çatlaklar yapıştı. İçeceğin varamadığı bir yere kadar vardı ve sarhoşluğun da Fakat ona bir türlü sevinç ulaşamadı.” [12]

  1. Sonra gözü(nü) tekrar tekrar çevir ve bak! Göz hor ve hakir, yo­rulmuş olarak yine sana dönecektir.

“Sonra gözü tekrar tekrar çevir ve bak!” buyruğundaki: “Tekrar tekrar” lafzı mastar konumundadır. Çünkü; iki defa çevir demek olup, bu da biri diğerinin ardından çevirmek demektir. İki defa (tekrar tekrar) bakmayı emretmesi, şundan dolayıdır: İnsan bir şeye bir defa baktığı takdirde ona ikin­ci bir defa bakmadığı sürece o şeyin kusurunu görmez. Yüce Allah da bu­nu haber vermektedir: O kimse göğe iki defa bakacak dahi olsa, hiçbir ku­sur göremeyeceği gibi, ona baktıkça hayret edecektir. Allah’ın: “Göz hor ve hakir… olarak yine sana dönecektir” buyruğu bunu anlatmaktadır. Yanı bu kabilden herhangi bîr şey görebilmek imkânından uzak, zilletle ve küçülmüş olarak dönecektir. -Aynı kökten olmak üzere-: “Köpeği kovdum ve uzaklaştırdım” demektir. “Köpeğin kendisi uzaklaştı’: de­nilir. Buna göre bu fiil hem geçişli, hem geçişsizdir. da aynı an­lamdadır. “Gözü (görmesi; görmeyecek kadar oldukça za­yıfladı, zayıflamak” demektir. İşte yüce Allah’ın: “Göz hor ve hakir… olarak yine sana dönecektir” buyruğundaki “Hor ve hakir olarak’7 lafzı da buradan gelmektedir.

İbn Abbas dedi ki; “Hor ve hakir” istediği, arzu ettiği şeyi göre­meyen kimse demektir.

“Yorulmuş olarak” buyruğu, yorgunluğun en ileri derecesine varmış olarak, demektir. O halde (fa’îl veznindeki bu şekil) “fail” anlamında olup, yorgun, bitkin düşmek demek olan: ‘den gelmektedir. Bununla bir­likte; “O şeyin uzaklığı o kimseyi yorgun ve bitkin düşürdü” kullanımından meful anlamında olması da mümkündür. İbn Abbas’ın açık­laması da bu anlama gelir. Şairin şu beyitinde de bu kabildendir:

“Her kim ulaşabileceği noktadan daha yukarısına göz dikecek olursa, Onun o göz dikmesi, yorulmuş, bitkin düşmüş ve hor ve hakir geri döner.”

“Mesafenin uzaklığından dolayı (veya uzun za­mandan beri) gözü zayıfladı ve bitkin düştü” gibi ifadeler kullanılır. Bu du­rumda olana: ya da; denilir. Şair de şöyle demiştir:

“Ben ona Mina’dan el-Muhassİb’de baktım da Göz bana yorgun ve bitkin olarak geri döndü.”

Bir başka şair de bir deveden sözederken şüyle demektedir:

“Ona doğru gözlerin bakışı yorgun ve bitkindir.”

Şair burada: “Ona doğru” lafzını zarf olarak nasbetmiştir. Bir baş­ka şair de şöyle demektedir:

“Atların üstü başı kirlendi, hâlâ onların asil olanları Bitkin ve yorgundur. Buna karşılık geride kalanları yolda gelmeye devam etmektedir.”

Bu lafzın, “pişman olan kimse” anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında da bu anlamda kullanılmıştır;

“Ey demirci kızı! Pişman değilim bugün Geçip giden bir şey için.”

Buradaki: “iki kere (mealde; tekrar tekrar)”den kasıt, çokluktur, Buna delil de yüce Allah’ın: “Göz hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sa­na dönecektir” buyruğudur. Bu da çokça bakmaya delildir, [13]

  1. Andolsun Biz, dünya semâsını kandillerle süsledik. Onları şeytan­lara atış taneleri yaptık. Ayrıca onlara Sa”îr azabını hazırladık.
  2. Rabblerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O ne kötü dönüş yeridir!

” Andolsun Biz, dünya semâsını kandillerle süsledik” buyruğunda ge­çen: “Kandiller” lafzı; “‘m çoğuludur. Yıldızlara “kandil” de­nilmesi aydınlık verdiklerinden dolayıdır.

“Onları şeytanlara atış taneleri yaptık.” Oranın alevli atışlarını… yaptık, anlamında olup muzaf hazfedilmiştir. Buna delil yüce Allah’ın: “Meğer ki hız­lıca hırsızlayıp bir şey kapan olsun. Hemen arkasından parlak, delici bir

alev ona yetişir” (es-Saffat, 37/10) buyruğudur. Buna göre kandiller yerlerin­den kaybolmazlar ve bizzat onlar şeytanlara atış için kullanılmazlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Şeytanların taşlanmaları bizatihi yıldızlardan olmak üzere, zamirin kandillere râu olduğu da söylenmiştir. Bu durumda yıldızın kendisi düşmez, ancak ondan ışığından olsun, şeklinden olsun bir şey ek-siimeksizin kendisiyle şeytana atış yapılan bir şeyler ayrılır. Bu açıklamayı, Ebu Ali: Bunlar kalıcı olmayan atış taneleri olmakla birlikte, naşı! süs olabi­lirler? diyen kimseye cevap olmak üzere yapmıştır.

el-Mehdevî dedi ki: Bu açıklama şeytanların gökten hırsızlama işittikleri şeylerin yıldızların bir yerinden olmasına binaendir. Birinci takdir ise, şey­tanların hırsızlama aldıkları haberlerin yıldızların bulunduğu yerden daha aşa­ğıda bulunan havadan olması takdirine göredir.

el-Kıışeyri dedi ki: Ebu Ali’nin açıklamasından daha uygunu şöyle deme-mizdir: Bu yıldızlar kendileri ile şeytanlara atış yapılmadan önce bir zînet idi.

Atış taneleri” lafzı; in çoğulu olup kendisi ile atış yapılan şeye ad olarak kullanılan bir mastardır.

Katade dedi ki: Yüce Allah, yıldızları üç hikmetle yaratmıştır. Sema için zinet olmaları, şeytanlar için atış taneleri ve karada, denizde ve zamanın bu­lunması için kendileri ile yol bulunan alâmet olmaları için. Buna göre kim yıldızlar hakkında bunların dışında bir tevil ve açıklamada bulunacak olur­sa, hakkında bilgisi olmayan bir şeyi açıklamaya kendisini zorlamış, haddi aşmış ve zulmetmiş olur,

Muhammed b. Ka’b dedi ki: Allah*a yemin ederim, yer ve sema ehlinden hiçbir kimsenin bir yıldızı dahi yoktur. Fakat onlar kâhinliği bir yol ediniyor­lar ve yıldızları da buna bir sebep ve gerekçe gösteriyorlar.

“Ayrıca onlara” şeytanlara “Sa’îr” yangın ve alevin en şiddetiesi “azabı­nı hazırladık” “Ateş şiddetlice alevlendi, yandı” denilir. Bu şekil­de yanan ateşe de: ile, denilir. Tıpkı öldürülen kimseye: ile denilmesi gibi.

“Rabblerinİ İnkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O ne kötü bir dö­nüş yeridir!” [14]

  1. Oraya atıldıklarında o kaynayıp coşarken, onun korkunç sesini işitirler.

“Oraya” kâfirler “atıldıklarında o kaynayıp coşarken, onun korkunç se­sini işitirler.”

İbn Abbas dedi ki: Cehennem’in korkunç sesi “şehîk” kâfirlerin ona atı­lacağı vakittir. O katırın arpa için kişneyip ses çıkarması gibi onlar için öy­lece ses çıkartır. Sonra da korkma dik kimse bırakmayacak şekilde bir ses çı­kartır.

Korkunç sesin, cehenneme atıldıkları vakit kâfirlerden geleceği de söy­lenmiştir. Bu açıklamayı Ata yapmıştır.

Korkunç ses (şehîk) göğüste, hırıltılı soluma (zefir) ise boğazda olur. Da­ha önce Hûd Sûresi’nde (11/106. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

“O kaynayıp coşarken” kaynayıp dururken demektir. Hassan’ın şu beyi-tinde de bu anlamdadır:

“Siz tencerenizi bomboş bıraktınız,

Onların tencereleri ise sıcak ve kaynamaktadır.”

Mücahid dedi k: Azıcık taneler çok miktardaki suyun içinde kaynadığı gi­bi, cehennem de onlarla birlikte kaynayıp coşar. İbn Abbas da şöyie açıkla­mıştır: Tencere (içindekilerle) nasıl kaynayıp coşuyorsa, cehennem de on­lar, içinde oldukları halde öylece kaynayıp coşar. Bu ise aşırı kızgınlığından ölürü ateşin ileri derecedeki alevinden dolayı böyle okır. Nitekim; Filan öfke ile dolup taşmaktadır” denilmesi de buna benzer. [15]

  1. Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi otur. İçine herbir grub atıl­dığında, bekçileri onlara: “Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi?” diye sorarlar.
  2. Onlar: “Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi. Fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştlr. Siz ancak bü­yük bir sapıklık içindesiniz dedik” diye cevap verirler.
  3. Yine derler ki: “Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış ol­saydık, cehennemlikler arasında olmazdık.”
  4. Böylelikle günahlarını İtiraf edecekler. Allah’ın rahmeti ce­hennemliklerden uzak olsun.

“Öfkesinden neredeyse çatlayacak gibi olur.” Said b. Cubeyr dedi ki: Ya­ni neredeyse ayrılıp dağılacak, paramparça olacak. İbn Abbas, ed-üahhak ve İbn Zeyd dedi ki: Yüce Allah’ın düşmanlarına karşı aşın derecedeki öfkesin­den dolayı neredeyse darmadağın olur.

“Öfkesinden”; kaynayıp coşmasından demektir, diye de açıklanmıştır.

“Çatlayacak” lafzının aslı; şeklindedir.

“İçine” kâfirlerden “herbir grup atıldığında, bekçileri onlara” azarlamak ve sitemde bulunmak üzere “size uyarıcı bir peygamber” dünya hayatında sakınasınız diye bugünü haber verip korkutan bir peygamber “gelmedi mi, diye sorarlar.”

“Onlar: Evet, gerçekten bize bir uyarıp korkutucu geldi.” Bizi uyardı ve korkuttu “fakat biz yalanladık ve Allah” sizin üzerinize “hiçbir şey indirmemiştir. Siz” ey peygamberler topluluğu “ancak büyük bir sapıklık için­desiniz dedik, diye cevap verirler.” Ve böylelikle peygamberleri yalanladık­larını itiraf ederler. Daha sonra cahilliklerini de itiraf ederek, cehennemde oldukları halde şöyle diyeceklerdir:

“Eğer biz” uyarıcı peygamberlerin getirdiklerine kulak verip “dinlesey­dik ve” onların söyledikleri hakkında “aklımızı kullanmış olsaydık…” İbn Abbas dedi ki: Eğer hidayete kulak veren yahut onu akleden kimseler olsay­dık, yahut bizler belleyip düşünenlerin işittiği gibi işitmiş olsaydık; ya da dü­şünüp (iyiyi kötüden) ayırdedebilenler gibi akıl edebilseydik “cehennem­likler arasında olmazdık.” Yani biz de cehennemliklerden olmazdık.

Bu buyruk kâfire akıldın kullanmak) diye bir şey verilmediğini göstermek­tedir. Buna dair açıklama -Allah’a andolsun ki- daha önceden et-Tûr Sûre-si’nde (52/32. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

Ebu Said ei-Hudrî’den, o Rasûiullah (sav)’darı şöyle dediğini rivayet etmek­tedir; “Günahkâr kıyamet gününde pişman olacak ve: “Eğer biz dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık, cehennemlikler arasında olmazdık” diye­cek. Yüce Allah da; “Böylelikle günahlarını itiraf ettiler” diye buyuracak. “[16]

Günahlarından kasıt ise peygamberleri yalanlamış olmalarıdır. Buradaki “günah” çoğul anlamındadır. Çünkü bunda fiil manası da vardır. Mesela; “İnsanlara maaş verildi” denilirken, maaşları verildi, demek­tir.

“Allah’ın rahmeti cehennemliklerden uzak olsun!” Onlar Allah’ın rah­metinden uzak olsunlar, demektir.

Said b, Cubeyr ile Ebu Salih şöyle demişlerdir: O, Suhk; uzak olsun ce­hennemde bir vadi olup, ona “es-sahk” denilir.

el-Kisaî ve Ebu Cafer “hı” harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bu okuyuş Ali’den de rivayet edilmiştir. Diğerleri ise “ha” harfini sakin ola­rak okumuşlardır. Bu da tıpkı: “Haram, korku” kelimelerinin iki türlü söyleyişi gibi iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc dedi ki: Bu lafız mastar olarak nasbedilmiştir ki: “Allah onları alabildiğine uzaklaş­tıracaktır” demektir. İmruu’1-Kays da şöyle demektedir:

“O batıya (ve doğuya) giderek her tarafı dolaşıp duruyor, Saba rüzgarı da onu alabildiğince uzaklaştırıyor.”

Ebu Ali der ki: Kıyasa göre bu lafzın: diye gelmesi gerekir. Ancak mastarı (ha’dan sonraki elifin) hazfi ile gelmiştir. Şu mısrada olduğu gibi;

“Eğer helak olursam, işte o benim kaderimdir,”

Yani (kaderim lafzı) “takdirim” anlamındadır.

Yüce Allah’ın: “Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz” sözlerinin ce­hennem bekçilerinin cehennemliklere söyleyeceği sözler olduğu da söylen­miştir. [17]

  1. Muhakkak ki Rabblerinden gıyaben korkanlar için; işte onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

“Muhakkak ki Rabblerinden gıyaben korkanlar için” buyruğunun bir benzeri de: “Rahman’dan tenhada iken (gıyaben) korkup…” (Kaf, 50/33) buy­ruğudur. Buna dair açıklamalar (sözü geçen âyetin tefsiri yapılırken) geçmiş bulunmaktadır. Hem Allah’tan, hem de gayb olan O’nun azabından korkan­lar demek olup, bu da kıyamet günü azabıdır.

“İşte onlar için” onların günahları için “bir mağfiret ve büyük bir ecir” olan cennet “vardır.” [18]

  1. Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Çünkü O, göğüslerin özü­nü en iyi bilendir.
  2. Yaratan bilmez mi hiç? O Latîfdir, herşeyden haberdardır.

“Sözünüzü İster gizli, ister açık söyleyin.” Lafız emir olmakla birlikte mak­sat haberdir. Yani siz Muhammed (sav)’ın durumu hakkında söylediklerini­zi açık söyleseniz de, gizleseniz de (aynı şeydir) “çünkü O, göğüslerin özünü” kalplerde bulunan hayır ve şerri “en iyi bilendir.”

İbn Abbas dedi ki: Âyet-i kerime müşrikler hakkında inmiştir. Onlar Pey­gamber (sav) hakkında kötü şeyler söylüyor, Cebrail de ona bunu haber ve­riyordu. Biri diğerine: Muhammed’in Rabbi duymasın diye söyleyeceğinizi giz­li söyleyin, deyince “sözünüzü ister gizli, İster açık söyleyin” âyeti indi.

Bu da Muhammed (sav)’ın durumu hakkında sözlerinizi gizleyin. -Diğer sözler hakkında olduğu da söylenmiştir.- Yahut o sözlerinizi açıkça söyleyin, ilan edin (farketmez), demektir. “Çünkü O, göğüslerin özünü en iyi bilen­dir.” Göğüslerin özünden kasıt, onlarda bulunanlardır. Nitekim kadının kar­nındaki cenine: Karnında bulunan” denilmesi de buna benzer.

Daha sonra yüce Allah: “Yaratan bilmez nü hiç?” diye buyurmaktadır. Ya­ni gizli olanı yaratan, gizliyi bilmez mi? Şöyle buyurmaktadır: Gizli olan şe­yi kalpte yaratan Benim. Kulların kalbinde bulunanı Ben bilmez miyim?

Meânî alimleri şöyle demişlerdir: Arzu edildiği takdirde: \&); Kimse (“ya­ratan” lafzındaki an) lafzı yaratıcının adı olarak da kabul edilebilir. Bu du­rumda anlam: Yaratan, yarattığını bilmez mî, demek olur. Yaratılmışın adı ola­rak ta kabul edilir. O vakit anlam: Allah yarattığı varlıkları, kimseleri bilmez mi, demek olur. Yaratıcının yarattığını da, yaratmakta olduğunu da bilmesi kaçınılmaz bir şeydir.

İbnu’l-Müseyyeb dedi ki: Çokça ağaç arasında gece vaktinde, hızlıca rüzgann estiği bir sırada bir adamın içinden şunlar geçti: Acaba düşen bu yap­raklan Allah bilir mi? Oldukça azametli bir ses ile ormanın bîr tarafından ona şöyle seslenildi: “Yaratan bilmez rai hiç? O Latiftir, herşeyden haberdar­dır.”

Üstaz Ebu İshak el-İsferayînî dedi ki: İlim ile ilgili olan isimler de zatî sıfattann İsimleridir. “el-Alîm: Herşeyi bilen” bunlardan birisidir. Anlamı ise İl­minin bütün malumatı kuşatmışıdır. «el-Habîr: Herşeyden haberdar olan” de bunlardandır. Olacak herşeyin olmadan önce bilinmesi gibi özel bir anlamı vardır. “el-Hakîm: Hükmü sağlam, hikmeti sonsuz” de bunlardandır. Bu da niteliklerin inceliklerinin bilinmesi gibi Özel bir anlamı ihtiva eder, “eş-Şehîd” de bunlardandır. Gayb olanın da, hazır olanın da bilinmesi hakkında kulla­nılır, Hiçbir şey O’nun için gayb değildir, demektir. “el-Hafîz” de bunlardan olup, O’nun hiçbir şeyi unutmaması anlamına gelir. “el-Muhsî” de bunlar­dandır, çokluğun onu bilmekten alıkoymayacağı anlamınadır. Işığın çoklu­ğu, rüzgarın şiddeti, yaprakların ardı arkasına düşmesi gibi. O bu hallerde bile herbir yaprağın hareket parçacıklarını dahi bilir. Yaratan O olduğu hal­de nasıl olur da bilmez? Zaten: “Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, herşey­den haberdardır” diye buyurmuştur. [19]

  1. 0, yeri size itaatkâr ve yumuşak kılandır. O halde omuzlarında (dört bir yanında) yürüyün ve O’nun rızkından yiyin ve dönüş yal­nız O’nadır.

“O yeri sîze itaatkâr” üzerinde karar kılabileceğiniz şekilde “ve yumuşak kılandır.”

Buradaki: “İtaatkâr ve yumuşak, sana boyun eğen, sana itaat eden” demektir. Mastarı şeklindedir ki, yumuşaklık ve itaat etmek, itaac edig anlamındadır. Yani yüce Allah, yeryüzünü üzerinde yürümeyi engelleyecek şekilde sert ve haşin kılmamiştır.

Üzerindekilerle birlikte yok olup gitmesin diye dağlarla ona sebat vermiş­tir, diye de açıklanmıştır. Çünkü eğer yeryüzü çalkanıp duran, sağa sola eği­lip meyleden bir halde yaratılmış olsaydı, bize itaatkâr kılınmış olmazdı.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu buyrukla ekin ekmek, ağaç dikmek, pınarların ve ırmakların açılması, kuyuların kazılması gibi işlere imkân verecek özel­likte olmasına işaret edilmektedir.

“O halde omuzlarında (dört bir yanında) yürüyün” buyruğundaki emir, mübahltk ifade eden bir emirdir. Bununla lütuf ve minnetin izharı da sözko-nusudur. Emir anlamında haber olduğu da söylenmiştir. Yani O, onun etrafında, köşe bucaklarında, düzlüklerinde ve dağlarında yürüyesiniz diye (böyle yaratmıştır), demektir. İbn Abbas, Katade ve Beşir b. Kab dedi ki-“Omuzlarında” dağlarında…, demektir.

Rivayet edildiğine güre Beşir b. Ka’b’ın bir cariyesi vardı. Ona: Eğer ba­na yerin omuzlarının ne olduğunu bildirecek olursan, hür ol demiş, cariye­si de: Yerin omuzları O’nun dağlarıdır, diye cevap vermiş ve böylece cari­yesi hür olmuştur. Sonra onunla evlenmek istedi, Ebu’d-Derda’ya sorunca ona: Senin için şüpheli olan hususları şüphe gerektirmeyecek hallere terket, di­ye cevap yerdi.

Mücahid: ŞtVafında, köşe bucaklarında diye açıklamıştır. Yine ondan ge­len rivayete göre yollarında ve dağlarının arasındaki yollarda diye açıklamış­tır. es-Süddî ve el-Hasen de böyle açıklamışlardır. el-Kelbî ise: Yanlarında di­ye açıklamıştır.

Adamın omuzları, iki yanı” demektir. Çünkü (V&-” )’in asıl an­lamı yan demektir.

“Adamın yanı’ ile: “İki yön arasından (saba ve kuzey rü2garı gibi) esen rüzgar” da buradan gelmektedir. “Filan kişi filandan uzak düştü” (tabiri de böyledir.)

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İstediğiniz yerde yürüyün. Ben orayı si­ze karşı durmayacak ve size boyun eğecek şekilde yarattım.

Katade, Ebu’l-Celed’den şöyle dediğini nakletmektedir: Yeryüzü yirmidört-bîn fersahtır, Sudan onikibin fersah, Rum diyarı sekizbin fersah, Farshır üç-bin ve Araplar için bin fersah(hk arazi) vardır.

“O’nun rızkından yiyin.” Yani Ü’nun size helâl kıldığı şeylerden yiyin. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Size verdiklerinden yiyin, diye de açıklan­mıştır.

“Ve dönüş yalnii O’nadır.” Anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Gök­leri aralarında bir uyumsuzluk olmaksızın yaratan, yeri de size boyun eğer haliyte var eden, sizi tekrar diriltmeye kadir olandır. [20]

  1. Goktekilerin sizi yere geçirmesinden emin raî oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz.

İbn Abbas dedi ki: Kendisine isyan etmeniz halinde semada bulunanın aza­bından emin mi oldunuz?

İfadenin: Kudreti, saltanatı, Arşı ve hakimiyeti göklerde bulunandan emin mi oldunuz? takdirinde olduğu da söylenmiştir. O’nun mülkü her ne ka­dar herşeyi kapsıyor ise de özellikle semanın anılması, kudreti nafiz ve ge­çerli olan O mutlak ilâhın, semada olan olduğuna, yeryüzünde bulunup ta­zim ettikleri kimselerin ilah olmadığına dikkat çekmek içindir.

Buyuuğun meleklere işaret olduğu da söylenmiştir. (Meal de bu mülaha­za ile yapılmıştır). Azab etmekle görevli olan melek olan Cebrail’e işaret ol­duğu da söylenmiştir.

Derim ki: Anlamın şöyle olması ihtimali de vardır. Siz gökleri yaratanın Karun’u yerin dibine geçirdiği gibi, sizi de yerin dibine geçirmeyeceğmden emin mi oldunuz?

“O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu” gidip geldiğini “gö­receksiniz.”

“Durmadan çalkalanmak” gidip gelmek sonucunda çalkalanmak demektir. Şair de şöyle demiştir;

“O kaktı, o kadınlar kalbleri hedef alarak ve gördüğün

çalkanıp duran her kan,

Mutlaka göğsün ta ortasında akmaktadır.”

Kişinin yerin dibine geçip, yerin onu çepeçevre kuşatmasına: ( denilir.

Muhakkikler şöyle demişlerdir: Semanın üstünde bulunana karşı kendi­nizi emin mi buldunuz, demektir. Bu da yüce Allah’ın: “Yeryüzünde dolaşın.” (et-Tevbe, 9/2) buyruğuna benzemektedir. Onun üstünde dolaşın, demek­tir. Fakat bu (semanın üstünde oluşu) ona temas etmekle, orada mekan tut­makla değil, orayı hakimiyeti, kahrı ve tedbirinde bulundurmakladır.

Buyruğun: Semanın üstünde bulunana karşı kendinizi emin ini buldunuz anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın: “Ve andolsun… hurma dal­larına asacağım.” (Tâ-Hâ, 20/71) buyruğunun hurma dallan üzerinde asa­cağım anlamına gelmesi gibi.

Bu da semavâtı idare eden ve mâliki olan anlamındadır. Filan kişi Irak ve Hicaz üzerindedir, demeye benzer. Yani oranın valisi ve emindir. Bu husu­sa dair haberler pek çok, sahih, yaygın olup yüce Allah’ın yukarda oluşuna işaret etmektedir. Bunları ya bir inkarcı ya da inatçı bir cahilden başkası reddetmez. Bunlardan maksat ise yüce Allah’ın tazim edilmesi, aşağıda ve alt­ta oluştan tenzih edilmesidir. Buna karşılık yücelik ve azametle nitel endiril-mesidir. Yoksa mekân, cihet ve sınırlarla nitelendirmek değildir. Çünkü bunlar cisimlere dair sıfatlardır. Dua esnasında ellerin semaya kaldırılması­nın sebebi ise, vahyin semadan gelmesi, yağmurun oradan inmesi ve kud-siyetin (temizlik ve arınmışhğın) yeri olması, tertemiz meleklerin orada bu­lunması, kulların amellerinin oraya yükseltilmesi, Allah’ın arşının ve cenne­tinin semanın üstünde bulunmasıdır ve bu Atlah-u Teala’nın Kabe’yi dua ve namaz için kıble yapmasına benzer. Çünkü yüce Allah, onlara ihtiyacı bulun­madığı halde mekânları yaratmış olandır. O, mekânı ve zamanı yaratmadan, mekân ve zaman var olmadan önce ezelde de vardı ve şu anda da ezelde ol­duğu hal üzeredir.

Kunbul, İbn Kesir’den: “Dönüş… emin mi oldunuz” buyruğun­da birinci hemzeyi “vav”a kalbederek, ikincisini de tahfif ile okumuştur. Kû-feliler, Basralılar, Şamlılar ise -Ebu Amr ve Hişam dışında- her iki hemze’yi tahfif ederek okumuşlar, diğerleri ise (bir tek hemzeyi) tahfif ile okumuşlar­dır. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır! [21]

  1. Yahut göktekilerin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar gönderme­sinden emin mi oldunuz? Hem Benim korkutmamın nasıl oldu­ğunu bileceksiniz.

“Yahut göktekilerin üzerinize” Lût kavmi ve Fil ashabı üzerine gönder­diği gibi semadan taş, bir görüşe göre içinde taş ve çakıl taşları bulunan, bir diğer açıklamaya göre de içinde taş bulunan bulutlardan “taş yağdıran bîr rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem Benim korkutmamın” uyarmamın “nasıl olduğunu bileceksiniz?”

Buradaki: “Korkutma”nın “korkutucu” anlamında olduğu da söy­lenmiştir.

Bununla Muhammed (sav)’ı kastetmektedir. Yani siz onun doğru söyle­diğini ve yalanlamanızın akıbetini pek yakında bileceksiniz. [22]

  1. Andolsun ki onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu?

“Andolsun ki onlardan öncekiler” Nuh, Âd, Semûd, Lût kavmi, Medyen ashabı, Ress ashabı, Firavun kavmi gibi geçmiş ümmetlerin kâfirleri “de ya­lanlamışlardı. Benim azabım nasıl oldu?” Onların bu hallerini İnkârım, red­dedişim nasıl oldu? Daha önceden (el-Hac, 22/45) geçmiş bulunmaktadır.

(Bir önceki âyet-i kerimede geçen): “Benim korkutmam” lafzı ile bura­daki “Benim azabım” anlamındaki lafızları vasıl halinde okuduğu takdirde Verş “ye” ile; diye okumuştur. Yakub her iki halde de “ye”h oku­muşken, diğerleri mushafa uyarak “ye”yı hazf ile okumuşlardır. [23]

  1. Üstlerinde sıra sıra dizilip, kanatlarını açıp kapayan kuştan gör­mediler mi? Onları Rahman’dan başkası tutmuyor. Muhakkak ki O, herşeyi çok iyi görendir.

“Üstlerinde sıra sıra dizilip kanatlarını açıp kapayan kuşları görmedi­ler mi?” Yum yüce, Allah insanlar için yeryüzüne boyun eğdirdiği gibi, kuşlar için de havaya boyun eğdirmiştir.

“Sıra sıra dizilip” uçtukları vakit havada kanatlarını açıp… demektir. Çünkü kuşlar kanatlarını açtıkları taktirde kanallarının tüylerini güzel bir şe­kilde sıraya dizerler.

“Açıp kapayan” kanatlarını yanlarına doğru çırpan demektir.

Ebu Cafer en-Nehhas dedi ki: Kuş kanatlarını açtığı vakit: “Kanat­larını sıra sıra dizdi” denilir, Kanatlarını kendisine doğru çekip, onu yanla­rına değdirecek olursa: “Kanatlarını kapadı” denilir. Çünkü o böyle­likle kanatlarını kendisine doğru çekmektedir.

Ebu Hirâş dedi ki:

“Gece kanadına (sığınmak için) elini çabuk tutar ve o bir sığınmacıdır, Kanatlarını açmakla ve kapamakla; hızlıca kanat çırpıyor.”

Uçmalarını bitirdikleri vakit açtıktan sonra kanatlarını kapayan kuşlar.., di­ye de açıklanmıştır. Bu “açıp kapayan” lafzı “sıra sıra dizilip” lafzına atfe-dilmiştir. Yani muzari olan fiil, ism-i faiie atfedilin iştir. Nitekim şair şu beyi-tinde ism-i faili muzari fiile atfetmiş bulunmaktadır:

“Hemen onları (o develeri) çok keskin bir kılıçla akşam vaktiIcesmeye koyuldu, Onların bacaklarına (kesmek için darbe indirirken) kimi zaman âdil davranıyor, kimi zaman zulmedici idî (zulmediyordu).”

“Onları Rahmân’dan başkası tutmuyor.” Yani kuşlar uçarken havada o kuşları Allah’tan başka tutan yoktur. “Muhakkak ki O, herşeyi çok İyi gö­rendir.”[24]

  1. Rahmân’a karşı sizlere yardım edecek de kimdir? Şu sizin ordu­nuz mu? Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler.

“Rahmân’a karsı sizlere yardım edecek” kendisine isyan ettiğiniz takdir­de size yapmak istediklerini savıp, önleyecek “de kimmiş? Şu sizin ordunuz mu?” İbn Abbas dedi ki: Bu mu size taraftarlık edecek ve sizi koruyacak olan?

“Ordu” tekil de gelebilir. İşte bundan dolayı “şu sizin ordunuz mu” diye buyurmaktadır. Bu da inkârı bir istifhamdır. Yani sizin “Rahmân’a karşı” Rahman olan Allah’ın dışında, Allah’tan gelecek azabınızı çevirecek bir ordunuz yoktur. “Kâfirler ancak” şeytanlar tarafından “bir aldanış İçe­risindedirler.” Azab da yoktur, hesab da olmayacaktır diye onları aldatmak­tadırlar. [25]

  1. Eğer O, rızkını kcsiverirse, size nzık verebilecek kim? Hayır, on­lar azgınlık edip inatla kaçmaktadırlar,

“Eğer O” yani Allah “rızkını kesiverîrse, size rızık verebilecek kim?” Uy­durma ilâhlarınızdan size dünya menfaatlerini kim verebilir? Yağmuru kim yağdırabilin1 diye de açıklanmıştır,

“Hayır, onlar azgınlık edip” haktan “inatla kaçmaktadırlar” ve bunu ıs­rarla sürdürmektedirler. [26]

  1. Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi daha çok hidâyettedir? Yoksa dosdoğru bir yol üzere dümdüz yürüyen kimse mi?

“Acaba durmadan yüzüstü düşerek yürüyen kimse mi.-.* buyruğu ile yü­ce Allah, mü’min ve kâfire bir örnek vermektedir,

“Düşerek yürüyen” yani önüne bakmayıp sağını solunu görmeyen, bun­dan dolayı tökezlemekten ve yüzüstü düşmekten yana emin olmayan bir kim­se; önünü, sağını solunu gören, dimdik ve dosdoğru yürüyen kimse gibi mi­dir? İbn Abbas dedi ki: Bu dünyadadır.

Bununla; doğru dürüst yol bulamayan ve bundan dolayı istemeyerek tehlikeli yollara giden ve sürekli yüzüstü yıkılan kür bir kimsenin, yolunu bi­len, bildiği yolda ilerleyen, önünü gören, sağlıklı ve dosdoğru bir kimse gi­bi olmayacağını kastetmiş de olabilir.

Katade dedi ki: Bu buyruktan kasıt, dünyada masiyetler işleyip duran, kı­yamet gününde de yüce Allah’ın yüzüstü hasredeceği kâfirdir,

İbn Abbas ve el-Kelbî; Yüzüstü düşerek yürüyen kimse ile Ebu Cehil’i, dosdoğru yürüyen kimse ile Rasûlullah (sav)’ı kastetmiştir, demişlerdir. Ebu Be­kir’i kastettiği de söylenmiştir, Hamza’yı kastettiği; Ammâr b. Yâsir’i kastet­tiğini de İkrime ifade etmiştir.

Buyruğun bütün kâfirlerle, mü’minler hakkında umumi olduğu da söylen­miştir. Yani kâfir hak üzere midir, batıl üzere midir, bilemez. Yani böyle bir kâfir mi daha doğru yoldadır yoksa yolu gören ve kendisi İslamın kendisi de­mek olan “dosdoğru bîr yol üzere” mutedil ve dimdik yürüyen ınüslüman kimse mi?

“Adam yüzünü öne eğdi” ifadesi -“elif” ile- teaddi et­meyen, (geçiş yapmayan) şekillerde kullanılır. Eğer teaddi edecek olursa “elif’ getirmeksizin: “Allah onu yüzüstü yıku” denilir. [27]

  1. De ki: “Sizi yaratan, size işitme(k için kuhıklar), gözler ve kalp­ler veren O’dur. Ne kadar az şükredersiniz!”

“De ki: Sizi yaratan… O’dtır” buyruğu ile yüce Allah, Peygamberine, Al­lah’ın kendilerini yaratmış olduğunu itiraf etmekle birlikte, şirk koşmaları­nın ne kadar çirkin olduğunu onlara bildirmesini emretmektedir.

“Size işitmet k için kulaklar), gözler ve kalpler veren O’dur. Ne kadar az şükredersiniz!” Yani sizier bu nimetlere şükretmiyor, yüce Allah’ı tevhid et­miyorsunuz,

“Ben bu işi pek az işlerim” derken bu işi hiç yapmam, demek­tir[28]

  1. De ki; “O, sizi yeryüzüne dağıtıp yayandır. Yalnız O’nun huzu­runa toplanıp götürüleceksiniz.”
  2. “Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaadiniz ne zaman gerçek­leşecek?” derler.

“De ki: O, sizi yeryüzüne dağıtıp yayandır.” Yeryüzünde yaratandır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Sizi yeryüzünün üzerinde dağıtmış ve yay­mış olandır, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Şecere yapmıştır. Her­kese atrfelinin karşılığını vermek için de “yalnız O’nıra huzuruna toplanıp götürüleceksiniz.”

“Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaadiniz ne zaman gerçekleşecek, derler.” Kıyamet günü ne zaman olacak? Sizin bizi kendisiyle tehdit ettiği­niz bu azap ne zaman olacak, derler. (Bu anlamdaki buyruk) daha önceden (Yunus, I(y48) geçmiş bulunmaktadır. [29]

  1. De ki: “Ona dair bilgi ancak Allah’ın yanındadır. Ben ancak apa­çık bir korkutucuyum.”

“De ki: Ona dair bilgi ancak Allah’ın yanındadır.” Yani ey Mııhammed, onlara de ki: Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi Allah’ın yanındadır. Bunu O’ndan başkası bilemez. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “De ki: Onun ilmi ancak Allah’ın nezdindedir” (el-Araf, 7/187) âyetidir.

“Ben ancak” sizin için “apaçık bir korkutucuyum” ve size bu gerçeği öğ­retenim. [30]

  1. Artık onu yakınlaşmış gördüklerinde; o kâfirlerin hoşlanmadık­ları yüzlerinden belli olur ve: “İşte bu, sizin acele gelmesini is-tediğinizdir” denilir.

“Artık onu yakınlaşmış gördüklerinde”; buyruğundaki: “Yakın ol­mak (mealde; yakınlaşmış)” lafzı mastar olup: “(İilî>): Yakınlaşmış” de­mektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. el-Hasen, gözle görülen dîye açıklamıştır.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre mana şöyledir: Onlar o azabı gördükle­rinde.- Buradaki azap âhiret azabıdır. Mücahid, Bedir azabı demektir, diye açıklamıştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar tehdit olundukları öldükten son­ra dirilip toplanmanın kendilerine yakın olduğunu gördüklerinde… Bu açık­lamaya da; “yalnız O’nun huzuruna toplanıp götürüleceksiniz” (Mülk, 67/24) buyruğu delil teşkil etmektedir.

İbn Abbas ise: Onlar kötü amellerinin pek yakın olduğunu gördüklerin­de. .. diye açıklamıştır. “O kâfirlerin hoşlanmadıktan yüzlerinden belli olur.” Onlara kötü bir muamele yapılmış olur, demektir. ez-Zeccâc: Kötülük yüz­lerinde apaçık belli olur, diye açıklamıştır. Yani bu azaptan oniar hoşlanma­mışlar ve küfürlerine delâlet edecek alâmet de yüzlerinde görülmüş olacak­tır. Yüce Allah’ın: “O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacak­tır” (Âl-i İmran, 3/106) buyruğunda olduğu gibi.

(“Hoşlanmadıkları” anlamı verilen lafzı) Nâfî, îbn Muhaysın, İbn Âmir ve el-Kisâî dammeyi işmam ile; diye okumuşlar, diğerleri ise hafif olma­sı maksadıyla işmamsız olarak kesreli okumuşlardır, Dammeli okuyan ise, bu­nun asıl gelmesi gereken şekli gözönünde bulundurarak böyle okumuştur.

“Ve: İşte bu, sizin acele gelmesini istediğinizdir, denilir.” el-Ferrâ de­di ki: Buradaki: “İstediğiniz” lafzı dua (istemek)den; veznin­de bir fiildir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşü budur. Temenni ettiği­niz ve istediğiniz anlamındadır. İbn Abbas yalan söylediğiniz, diye açıklamış­tır ki bunun da tevili (yorumu) şöyledir: Kendisi sebebiyle batılları ve yalan sözleri söylediğiniz şey, işte budur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

Bu lafız genel olarak şeddeli bir şekilde: diye okunmuştur. Tevi­li (yorumu) da açıkladığımız gibidir.

K#tade, İbn Ebi İs hak, ed-Dahhak ve Yakub ise (dal harfini) şeddesiz; “Çağırdığınız, dua ettiğiniz” diye okumuşlardır. Katade dedi ki: Bu onların: “Rabbimiz, hesab günü gelince payımızı bize çabuk ver!” (Sâd, 38/16) şeklindeki dualarıdır. ed-Dahhak da şöyle demiştir; Bu onların: “Ey Allah! Eğer bu senin katından (gelmiş) hakkın kendisi ise durma bizim üze­rimize gökten taş yağdır…” (el-Enfâl, 8/32) şeklindeki sözleridir.

Ebu’l-Abbas dedi ki: Bu okuyuş, acele istediğiniz anlamındadır. Nitekim bir şey istendiği zaman: “Bunu istedim” denilir. şekli ise o kökten: vezninde kullanılır.

en-Nehhâs dedi ki: Şeddeli ve şeddesiz şekilleri olan: ile aynı anlamdadır. Tıpkı ile nin: Güç yetirdi”: ile nun: haksızlık etti” anlamına gelmesi gibi. Şu kadar var ki: şeklinde ardı ar­kasına bir şeyin olması anlamı vardır. Fakat: şekli, az hakkında da, çok hakkında da kullanılabilir. [31]

  1. De ki: “Bana haber verini Eğer Allah beni ve benimle beraber olanları helak etse veya bize rahmet buyursa, ya kâfirleri acık­lı azaptan kim kurtarır?”

“De ki: Bana haber verin. Eğer Allah beni… helak etse” Yani, ey Muhammed onlara -ki Mekke müşriklerini kastetmektedir ve onlar; “…yoksa onlar o bir şairdir. Biz onun zamanın ızdırab veren musibetine uğramasını bek­liyoruz mu diyorlar?” (et-Tur, 52/30) buyruğunda olduğu gibi Muhammed (sav)’ın ölümünü temenni ediyorlardı- de ki; Söyleyin bana eğer biz ölür ya­hut rahmete mazhar olup, ecellerimiz ertelenecek otursa, sizi Allah’ın aza­bından kim koruyabilir? O bakımdan sizin, bizim helakimizi beklemenize de, kıyametin kopuşunun acele gelmesini istemenize de ihtiyacınız yoktur.

“Beni,., helak etse” buyruğunda “ye” lafzını İbn Muhaysın, el-Mü-seyyebî, Şeybe, el-A’meş ve Hamza sakin olarak (“nun”dan sonra med har­fi olarak) okumuşlar, diğerleri ise fetha ile okumuşlardır. Bununla birlikte hep­si de: “Benimle beraber olanları” lafzındaki “ye’yi fetha ile okumuş­lardır. Yalnız Kûfeliler “ye”yi sakin olarak okumuşlardır. Ancak Hafs diğer­leri gibi fethah okumuştur. [32]

  1. De ki: “O Rahmandır, biz Ona İman etmişizdir ve yalnız O’na tevekkül ettik. Artık kimin apaçık bir sapıklık İçinde olduğunu pek yakında bileceksinizdir.”

“De ki: O Rahmandır, biz O’na iman etmişizdir ve yalnız O’na tevekkül ettik… Fek yakında bileceksinizdir” buyruğundaki: “Pek yakında bileceksinizdir” anlamındaki kelimeyi el-Kisâî haber olarak “ye” ile (pek yakın­da bileceklerdir, anlamında diye) okumuş ve bunu Ali’den rivayet etmiştir. Diğerleri ise hitap olarak “te” ile (pek yakında bileceksinizdir, anlamında) okumuşlardır. Bu onlara bir tehdittir.

Şayet: “O’na îman etmişizdir” buyruğundaki mefulü na” anlamında­ki lafzı) ne diye tehir etti, buna karşılık “tevekkül ettik” buyruğunun (“O’na” anlamındaki) mefulünü niçin öne aldır’ diye sorulacak olursa, şöyle cevap ve­rilir: Çünkü “iman ettik” lafzı kâfirlerin sözkonusu edilmelerinin akabinde onlara carj£ olmak üzere gelmiştir, Sanki: Biz iman ettik, fakat sizin kâfir ol­duğunuz gibi biz de inkâr etmedik denilmiş gibidir. Bundan sonra da: “Ve yalnız O’na tevekkül ettik” diye buyurmaktadır ki; biz özel olarak O’na te­vekkül ettik. Sizin kendilerine güvenip, dayandığınız adamlarınız, mallarınız gibi şeylere bel bağlamadık. Bu açıklamayı ez-Zemahşeri yapmıştır. [33]

  1. De ki: “Bana haber verin! Eğer suyunuz yerin dibine gecîriliver-se, size kim kaynar bir su getirebilir?”

“De ki” ey Kureyşliler “bana haber verin! Eğer suyunuz yerin dibine ge-çiriliverse” kovaların ulaşamayacağı şekilde yerin dibine çekilse -onların su­ları Zemzem kuyusu ile Meymun kuyusundan geliyordu.- “Size kim kaynar” Katade ve ed-Dahhak’ın açıklamasına göre akar “bir su getirebilir?”

Bu durumda onlar kaçınılmaz olarak bunu Allah’tan başkası bize getire­mez, diyeceklerdir. O vakit onlara: O halde size bir su getirebilme gücü ol­mayan varlıkları ne diye O’na ortak koşuyorsunuz?

“su yerin dibine çekildi, çekilir, çekilmek” denilir. “Yerin dibine çekilmiş olan” demektir. Mübalağa olmak üzere bura­da suyun çekilmesi mastar ile nitelendirilmiştir. “Çok adaletli bir adam, çok razı olunan bir adam” demek gibi. Daha önce el-Kehf Sûre-si’nde (18/41. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi. Bu anlamdaki açıklamalar da el-Mu’minûn Sûresi’nde (23/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah’a hamdolsun.

îbn Abbas’tan dedi ki: “Kaynar bir su” yani gözlerin gördüğü, açıkça or­tada olan demektir. O halde bu “mef’ul” veznindedir. Bunun: “Su çoğaldı” tabirinden geldiği de söylenmiştir. O vakit bu lafız “faîl” vezninde­dir. Yine İbn Abbas’tan; anlam, size tatlı bir su kim getirir? şeklindedir, di­ye açıkladığı da rivayet edilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

(Mülk Sûresi burada sona ermektedir).

Kuran

Mülk Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.