Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 23°C
Açık
İstanbul
23°C
Açık
Çar 24°C
Per 23°C
Cum 23°C
Cts 23°C

59 – Haşr Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Medine’de indiği ittifakla kabul edilmiştir. Yirmidört âyettir.

59 – Haşr Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Haşr Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı île

İbn Abbas’ın rivayetine göre Rasûluliah (sav) şöyle buyurmuştur: “Haşr Sû-resi’ni okuyan kimseye cennetteki, cehennemdeki herşey, Arş, Kürsî, gök­ler, yer, haşerat, rüzgar, bulut, kuş, hayvanlar, ağaçlar, dağlar, güneş, ay ve melekler mutlaka dua eder, onun için Allah’tan mağfiret dilerler. Eğer bu sû­reyi okuduğu gün ya da gece ölürse, şehit olarak ölür.” Bu hadisi es-Sa’le-bî rivayet etmiştir.

es-Saâlİbî’nîn Yezid er-Rukaşî’den, onun Enes’ten rivayet ettiğine güre Ra­sûluliah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim Hasr Sûresinin sonunda yer alan: “Şayet Bİz bu Kur’ân’ı bir dağa indirse idik…” buyruğundan itibaren (sûre­nin) sonuna kadar okur da o gece ölürse şehit olarak ölür.”

Tirmizî de Ma’kil b. Yesâr’dan şöyie dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul­iah (sav) buyurdu ki: “Her kim sabahı ettiğinde üç defa “eûzu bilLıhi’s-semi-îl alîmi mine’ş-şeytani’r-racim (kovulmuş şeytandan herşeyi işiten ve bilen Al­lah’a sığınırım)” deyip de Haşr Sûresi’nin sonundan üç âyet-i kerime okuya­cak olursa, Allah ona akşamı edinceye kadar dua edecek yetmişbin melek gönderir. Şayet o gün Ölürse şehid olarak ölür. Her kim bunu akşamleyin oku­yacak olursa, onun için de aynı şey süzkonusudur.” (Tirmizî) dedi ki: Bu ha-sen, garib bir hadistir[1]

  1. Göklerde ve yerde olanlar Allah’ı teşbih eder. O, Azizdir, Ha­kimdir.

Bu buyruğa dair anıklamalar daha önceden (el-Hadîd, 57/1, âyetin teki­rinde) geçmiş bulunmaktadır.[2]

  1. O, kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yer­lerinden çıkarandır. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da hisarlarının kendilerini Allah’a karşı gerçekten koruya­cağını sanmışlardı. Fakat Allah onlara hesaba katmadıkları taraf­tan geldi ve kalplerine korku saldı. Evlerini hem kendi elleriyle, hem mü’minlerin elleriyle tahrib ediyorlardı. Ey basiret sahiple­ri, artık ibret alın.

“O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerin­den çıkarandır” buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunaca­ğız: [3]

1- Sûrenin Adı ve Yurtlarından Sürülenler:

“O, kitab ehlinden kâfir olanları… yurtlarından, yerlerinden çıkaran­dır” buyruğu ile ilgili olarak Said b. Cübeyr dedi ki: Ben İbn Abbas’a: (Bu sûrenin adı) el-Haşr Sûresi nü dedim, o; en-Nadîr Sûresi de, dedi. Nadîrliler. Harun (a,s) soyundan gelen bir yahudi koludur. Bunlar İsrailoğulları fitne­lere düştüklerinde Muhammed (sav)’ın gelişini beklemek üzere gelip Medi­ne’ye yerleştiler. Yüce Allah’ın açıkladığı işler onların başından geçen işler­dendir. [4]

2- ilk Sürgün ve Mahşer:

“İlk sürgün” buyruğundaki uel-haşr” toplamak demektir. Bunun dört çeşidi sözkonusudur. İki toplanma dünyada, iki toplanma da ahirette olacak­tır. Dünyadaki toplanma (haşr) yüce Allah’ın: “O kitab ehlinden kâfir olan­ları ilk sürgünde (ervehı’1-haşr) yurtlarından, yerlerinden çıkarandır” buy­ruğunda sözkonusu edilmektedir.

ez-Zührî dedi ki: Bunlar daha önce sürgün musibetiyie karşılaşmamı;; bir koldan idiler. Yüce Allah onların üzerine sürgün edilmeyi takdir buyur­muştu. Eğer bu olmasaydı, mutlaka onları dünyada azaplandıracaktı. Dün­ya hayatında onların ilk haşrolundukları toplanma yeri Şam olmuştu.

İbn Ab bas ve İkrinıe dediler ki: Mahşer’in Şam’da olacağından yana şüp­he eden kimse, bu âyeti okusun. Ayrıca Peygamber (sav) kendilerine: “Çı­kınız” deyince onlar: Nereye diye sormuşlar, Peygamber (sav) da: “Mahşer yurduna” diye buyurmuştu.

Katade dedi kî: İşte mahşerin ilki budur. İbn Abbas: Onlar kitab ehlinden ilk hasredilen (sürülen) ve yurtlarından çıkarılan kimselerdir demiştir.

Denildiğine göre onlar Hayber’e sürüldüler. Buna göre yüce Allah’ın: “İlk sürgünde” buyruğu kalelerinden, hisarlarından Hayber’e sürülmeleridir. İkincisi ise Ömer (r.a)’ın kendilerini Hayber’den Necid ve Ezriât’e sürmesi­dir. Teymâ ve Eriha’ya sürülmeleri diye de açıklanmıştır. Buna sebeb, onla­rın kâfir olmaları ve ahidlerini bozmalarıdır.

İkinci haşr ise kıyamete yakın bir zamandaki toplanmalarıdır. Katade de­di ki: İnsanları doğudan batıya doğru toplayacak bir ateş gelecektir. Onla­rın geceyi geçirdikleri yerde o da duraklayacak, öğlen istirahatine çekilecek­leri vakit onlarla birlikte orada kalacak[5] ve geriye kalanlarını yiyecektir.

Bu husus Sahih’de de sabit olmuş ve biz bunu et-Tezkire adlı eserimiz­de zikretmiş bulunuyoruz.

Buna yakın bir rivayeti İbn Vehb, Malik’ten zikretmektedir. İbn Vehb de­di ki: Ben Malik’e: Bu (haşr ve toplanma) onların yurtlarından sürülmeleri mi­dir? diye sordum. Bana şöyle dedi: Haşr, kıyamet gününde olacaktır ve ya-hudiler toplanacaktır. (Malik devamla) dedi ki: Yahudilere yanlarında bulu­nan mal hakkında soru sorulup onlar bunu gizlediklerinde Rasîiluüah (sav) Hayber’e sürmüş ve böylelikle onlarla savaşmayı helal görmüştü.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Hasrın başı, ortası ve sonu vardır. Başı Nadiroğulla-nnın süiülmesidii, ortası Hayberlilerin sürülmesi, sonuncusu ise kıyamet gü­nündeki haşirdir.

el-Hasen’den: Burada sözü edilenler Kurayzaoğullarıdır, dediği rivayet edil­miş ise de geri kalan müfessirler: Kurayza oğulları hiçbir şekilde haşrolun-macU (sürgüne gönderilmedi), onlar öldürüldüler, demişlerdir. Bu acıklama-yj da es-Sa’Iebî nakletmiştir. [6]

3- Kâfirlerle Yurtlarından Sürülmeleri Şartıyla Barış Yapılabilir mi?

el-Kiya et-Taberî dedi ki: Harb ehli ile herhangi bir şey istemeksizin yurtlarından sürülmeleri şartıyla barış yapmak şu an için caiz değildir. Bu İs-lamın ilk dönemlerinde caizdi, sonradan nesh olundu. Şimdi ise; onlarla sa­vaşmak yahut kadın ve çocuklarının esir alınması ya da onlara cizye koymak şartlarından birisinden başkası kabul edilemez. [7]

“Siz onların çıkacaklarını sanmamış tınız” buyruğu ile şunu kastet­mektedir: Müslümanlar yahudilerin halini, onların kendilerini koruyabilecek durumda oluşlarını, güçlerini, söz birliklerini gözlerinde büyütmeleri dola­yısıyla böyle bîr şeyi sanmıyorlardı.

“Onlarda hisarlarının kendilerini Allah’a karşı” Allah’tan gelecek em­re karşı “gerçekten koruyacağını sanmışlardı.”

Denildiğine göre bu hisarların adı el-Vatih, en-Netât, es-Sülâlim ve el-Ke-tibe idi. Nadiroğullan çokça silahı bulunan ve zaptedilmesi güç kaleleri olan kimselerdi. Fakat bunların hiçbirisi onları Allah’ın emrine karşı koruya­madı.

“Fakat Allah” in emri ve azabı “onlara hesaba katmadıkları” hiç de bek­lemedikleri “taraftan geldi.” Bilmedikleri taraftan geldi, diye de açıklanmış­tır.

“Hesaba katmadıkları taraftan geldi” buyruğu; Ka’b b. el-Eşrefin Öldü­rülmesini ummuyorlardı, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Güreye, es-Süddî ve Ebu Salih yapmıştır,

“Ve kalplerine” liderleri Ka’b b. el-Eşrefin öldürülmesiyle “korku saldı.” Ka’b’ı öidürenlei Muhammed b. Mesleme, Ka’b’ın süt kardeşi olan Ebu Na­ile Silkân b. Selâme b. Vakş, Abbad b. Bişr b. Vakş, el-Haris b. Evs b. Muâz ile Ebu Abs b. Cebr idi. Ka’b’ın öldürülüş haberi sîret’te meşhurdur. Sahih’de belirtildiğine, göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir aylık mesa­feden bana (düşmanımın kalbine) korku salınmak ile yardım olundu.”[8] Me­dine ile Nadiroğullarının bulundukları mahalle arasındaki mesafe bir mil ol­duğuna göre, nasıl ona yardım olunmazdı? Bu Muhammed (sav)’a Özel ola­rak verilmiş bir imtiyazdı.

“Evlerini hem kendi elleriyle… tahrib ediyorlardı” buyruğundaki “Tahrib ediyorlardı” lafzı genel olarak şeddesiz: ‘den ge­len (müzâri) bir fiil olarak okunmuştur. Yıkıyorlardı demektir. es-Sülemî, ei-Hasen, Nasr b. Âsim, Ebıı’l-Âliye, Katade ve Ebu Amr ise; “Tahrib ediyorlardı” şeklinde “tahrib”den gelen bir fiil olarak şeddeli okumuşlardır.

Ebu Amr dedi ki; Şeddeli okuyuşu tercih edişimin sebebi şudur: “Bir şeyi sakini olmaksızın harabe halde terketmek” demektir. Na-diroğulları ise orayı bu şekilde harabe olarak terketmediler. Onlar orayı yı­karak tahrib ettiler. Bunu da yüce Allah’ın: “Hem kendi elleriyle, hem mü’m inlerin elleriyle* buyruğu desteklemektedir.

Başkaları ise şöyle demişlerdir: Bu iki şekil de aynı anlamdadır. Şeddeli okuyuş ise çokluk anlamına gelir. Sîbeveyh de ile kiplerinin anlamlarının birinin diğeri yerine kullanılabildiğini nakletmiştir. ile Onu tahrib ettim” anlamına; ile ise “onu sevindirdim” anlamına gelmesi gibi. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de birinci okuyuşu tercih etmişlerdir.

Katade ve ed-Dahhak dedi ki: Mü’mini er içeriye girmek için dışarıdan tah­rib ediyorlar, yahudiler İse hisarlarının tahrib edilen bölümlerini, yıktıkları yerlerden çıkan malzeme ile yeniden bina etmek için »ceriden tahrib ediyor­lardı.

Rivayet edildiğine göre Nadiroğulları Rasûlullah (sav) ile; onun yanında yer almamak ve ona karşı olmamak şartı ile barış antlaşması yapmışlardı. Be­dir günü zafer kazanınca Tevrat’ta niteliği belirtilen peygamber işte budur. Onun hiçbir sancağı geri çevrilmez, dediler, Uhud günü müslümanlar yeni­lince bu sefer şüpheye düştüler ve antlaşmalarını bozdular. Ka’b b. eî-Eşref yirmi süvari ile Mekke’ye çıkıp gitti. Ka’be’nin yanında Hz. Peygamberin aleyhine Kureyşle antlaşma yaptılar. Peygamber (sav)in ensardan Muhammet! b. Mesleme’ye emir vermesi üzerine Muhammed h. Mesleme, Ka’b’ı gafil bir şe­kilde öldürdü. Sabah olunca da askeri birlikleriyle surlarına karşı dikildi. On­lara: Medine’den çıkın, dedi. Onlar: Buradan çıkmaktansa ölümü tercih ederiz, diyerek; “savaşa!” diye seslendiler.

Rasûkıllah (sav)’dan çıkış hazırlıklarında bulunmak üzere on günlük sü­re istedikleri de söylenmiştir. Bunun üzerine münafık Abdullah b, Ubey ve arkadaşları: Kaleden çıkmayın, diye gizli bir haber gönderdi. Eğer onlar si­zinle savaşacak olurlarsa, biz de sizinle birlikte savaşırız, sizi desteksiz bırak­mayız. Eğer çıkartılacak olursanız, andolsun biz de sizinle birlikte çıkarız. Yir-mibir gün süreyle sokakların başlarını tuttular ve sağlam bir şekilde oraları koruma terüblerini aldılar. Allah kalplerine korkuyu salıp, münafıkların yar­dım edeceklerinden yana ümidlerini kesince barış istediler. İleride açıklana­cağı üzere Hz. Peygamber onları sürgüne göndermekten başka bir yol kabul etmedi.

ez-Zührî, İbn Zeyd ve Urve b. ez-Zübeyr şöyle demişlerdir; Peygamber (sav) kendileriyle develerin taşıyabileceği kadarını beraberlerinde götür­mek şartı ile barış yaptığından, hoşlarına giden bir kereste ya da bir direği almak içtn evlerini yıkıyorlar, bunu develerine yüklüyorlardı. Mü’minler de geri kalanlarını yıkıyorlardı.

Yine İbn Zeyd’den şöyle dediği nakledilmiştir: Yahudiler kendilerinden sonra müslümanlar orada kalmasınlar diye evlerini tahrib ediyorlardı.

İbn Abbas dedi ki: Müslümanlar onların bir evlerini zabtettiler mi hemen orayı -savaş alanı genişlesin diye- yıkıveriyorlardı. Kendileri ise evlerinin ar­ka taraflarından diğer eve geçip çıkarıldıkları yere gelen müslumanlara ora­dan atışta bulunmak üzere oyuklar açıyorlardı. Bunu ara sokaklarını bu yıktıkları malzeme île kapatmak için yapıyorlardı, diye de açıklanmıştır.

İkrinıe dedi ki: Onlar evlerinin içlerini ve oralarda bulunanları müslüman­lar almasın diye “kendi elleriyle” tahrib ediyorlardı. Bu yolla onlara ulaşmak maksadıyla da dış taraflarından “mü’m inler elleriyle” onların evlerini “tah-rib ediyorlardı.”

Yine İkrime dedi ki: Evleri oldukça süslü idi. Müslümanların orada otur­malarını istemediklerinden dolayı evlerinin iç taraflarını kendileri tahrib et­tiler, müslümanlar da dışarıdan tahrib ettiler.

Bir diğer açıklamaya göre; onlar antlaşmalarını bozmak suretiyle “evleri­ni kendi elleriyle” savaşmakla da “mü’minlerin elleriyle tahrib ediyorlar­dı.” ez-Zühri de böyle açıklamıştır. Ebu Amr b. el-Aiâ da şöyle demiştir: Ev­lerini mü’minlere bırakmak suretiyle “kendi elleriyle” tahrib ediyorlar, mü’minlerin evlerinden onları sürmek suretiyle de “mü’minlerin elleriyle” tahrib ediyorlardı.

İbnu’l-Arabi dedi ki: Bozmak (ifsâd etmek) maksadı ile ele alış, eğer el ile olursa, bu hakikat anlamında kullanılır. Şayet ahdi bozmak suretiyle olursa, mecazi bir anlam ifade eder. Şu kadar var ki mecazi anlatım noktasında ez-Zührî’nin saklaması, Ebu Amr b. el-Alâ’nın açıklamasından daha uygundur.

“Ey basiret sahihleri artık İbret alın!” Ey özlü akıl sahibleri öğüt alın, de­mektir. Ey bunu gözüyle görenler… diye de açıklanmıştır. Bu durumda “eb-sar” lafzı “basar”ın çoğuiu ulur.

Burada ibret alınacak hususlardan birisi de şudur: Onlar Allah’ın hükmü­ne karşı hisarlarına sığınıp korunmak istediler. Allah; onları hisarlarından,aşa-ğıya indirdi.

Yine ibret şekillerinden birisi sudur: Allah onlara daha önce kendilerine yardım eden kimseleri musallat etti. Bir diğer ibret yolu da şudur: Onlar ken­di mallarını, kendi elleriyle yıktılar. Kim başkasının karşı karsıya kaldığı du­rumlardan ibret almazsa, kendi başına gelen olaylardan ibret almak durumun­da olur. Doğaı mesellerden birisinde de: “Bahtiyar diye baş­kasının başına gelenlerden öğüt alan kimseye denir”[9] denilmektedir. [10]

3- Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı, onları el­bette dünyada azaplandırırdı. Bununla birlikte âhirette onlar için ateş azabı vardır.

  1. Bunun sebebi onların Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir. Kim Allah’a muhalefet ederse, muhakkak Allah, cezası pek çetin olandır.

“Eğer Allah onların hakkında sürgünü yazmamış olsaydı* yani eğer Al-iah onları yurtlarından süreceğine ve bir süre kalıp onlardan bazılarının iman edeceğine ve onlardan iman edecek kimselerin doğacağına dair hüküm vermemiş olsaydı “onları.elbette dünyada” Kurayzaoğullanna yaptığı gibi; öldürülmek ve kadın ve.çocukları esir almak suretiyle “azaptandırirdi.”

“Sürgün” vatandan ayrılmak demekıir.

“Kendisi ayrıldı” “Başkası onu ayırdı (sürü­dü)” denilir. “Sürmek, sürülmek” ile: “Çıkarılmak”; uzaklaş­tırılmak bakımından aynı anlamı ihtiva etmekle birlikte iki açıdan farklılık ar-Zederlen Evvela sürülmek, hanım ve çocuklarla birlikte olur. Dışarı çıkarıl­mak ise bazan hanımlar ve çocuklar bırakılmış olmakla birlikte gerçekleşe­bilir. İkincisi; sürülmek ancak toplu halde olur, dışarı çıkarılmak ise tek ki­şi hakkında da, çoğul hakkında da kullanılabilir. Bu açıklamayı el-Maverdî yapmıştır.

“Bunun” bu sürgünün “sebebi, onların Allah’a ve Kasûlüne muhalefet etmeleridir” ona düşmanlık etmeleri, emrine karşı gelmeleridir.

“Kim Allah’a muhalefet ederse” buyruğundaki; “Kim… muha­lefet ederse” buyruğunu Talha b. Musarrıf ve Muhammed b. es-Semeyka: diye şeddeli olan “kap harflerini ayrı ayrı izhar ile okumuşlardır. el-Enfal Sûresi’nde (8/13- âyette) olduğu gibi. Diğerleri ise idğâm ile okumuş­lardır. [11]

  1. Herhangi bîr hurma ağacını kesmeni! yahut onu kökleri üzere di­kili bırakmanız, hep Allah’ın izni ile olmuştur ve (bu) iasıkları al-çaltması içindir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız; [12]

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

“Herhangibir hurma ağacını kesmeniz” buyruğundaki: “Herhan­gi bir…ini” lafzı; “kesmeniz” anlamındaki fiil ile nasb konumundadır. Kes­tiğiniz herhangi bir şey, diye buyurulmuş gibidir.

Bu buyruğun iniş sebebine gelince; Nadiroğullan Uhud günü Kureyş’in yardımı ile antlaşmayı bozmaları üzerine Peygamber (sav), Nadiroğullarının el-Buveyre diye bilinen hisarlarının önünde konakladı. Onların hurma ağaç­larının kesilip yakılmasını emretti.

Kesilen hurma ağaçlarının sayısı hususunda farktı rivayetler gelmiştir. Ka-tade ve ed-Dahhak altı hurma ağacını kesip yaktıklarını söylemişlerdir, Mu-hammed b. îshak da: Bir tek hurma ağacını kestiler ve bir tek hurma ağacı­nı yaktılas, demiştir. Bu da Rasûlullah (sav)’in uygulamaya itiraz etmemesi (ikrarı) ya da emri ile olmuştur.

Bunun sebebi ya bu yolla onları zayıflatmaktı, yahutta bu hurma ağaçla­rını kesmek suretiyle yerin genişlemesini sağlamaktı. Bu yahudilere ağır gel­di. O bakımdan kitab ehli ve yahudi olan Nadirliler şöyle dedi: Ey Muham­medi Sen ıslahı isteyen bir peygamber olduğunu ileri sürmüyor musun? Pe­ki, hurma ağaçlarını kesip ağaçları yakmak ıslahın bir gereği midir? Allah’ın sana indirdiği buyruklar arasında yeryüzünde fesad çıkarmanın mubah oldu­ğunu mu görüyorsun yoksa?

Bu Peygamber (sav)’a ağır geldi, mü’minier de içten içe bundan rahatsız oldular. Hatta aralarında anlaşmazlıklar çıktı. Kimileri Allah’ın bize ganimet olarak verdiği şeylerden kesmeyiniz derken, kimileri de: Onları bu yolla da­ha da öfkelendirelim diye kesiniz, dedi.

Bunun üzerine âyet-i kerime, ağacın kesilmesini yasaklayanları doğrula­mak ve kesenlerin de günah kazanmadıklarını belirtmek üzere indi ve böy­lece ağacın kesilmesinin de, kesiîmemesinin de Allah’ın izni ile olduğunu ha­ber verdi.

Şairleri, yahudi Semmâk, bu hususta şunları söylemektedir:

“Bizler o çok hikmetli Kitabı miras alanlar değil miyiz?

Musa döneminde; ve biz sapmadık.

Sizlerse cılız koyunların çobanlarısınız, Tihame ve el-Ahyef çöllerinde.

Çobanlığı kendiniz için şeref kabul edersiniz.

Herşeyinizi bitirip tüketen bütün zamanlarınızda.

Ey hazır bulunanlar; vazgeçiniz,

Zulümden ve utanç verici hareketlerden.

Belki geçen günler ve samanlar,

İnsaf ve adalet sahibi tarafından (aleyhinize) çevirilirler.

Nadiroğullarmı öldürüp onları sürdüğünüz için

Ve henüz meyveleri toplanmamış hurma ağaçlarını kestiğinizden”

Hassan b. Sabit ic ona şöylece cevab verdi:

“Kureyş’e yardımcı olan bir topluluk, sordu birbirini

Kendi şehirlerinde onların yardımcıları yoktu halbuki.

Onlar kendilerine verilen. Kitabın kıymetini bilmeyenlerdir,

Tevrat’a karşı kör olan, helak olmuş bir kavimdir.

Kur”ân’ı inkar ettiniz ve yüz çevirdiniz,

O uyarıcının söylediklerini tasdik etmekten.

Lüeyoğullanmn efendileri için,

el-Buveyre’de yayılıp giden bir yangının önemi olmaz,”

Ebu Süfyan b. el-Haris b. Abdu’l-Mııtlalib de ona (yahudi Semmâk’a) şu cevabı vermişti:

“Allah böyle bir işi devamlı kılsın

Ve onun dört bir yanında yanan alevi sürdürsün.

Bizden hangilerinin bundan uzak olduğunu göreceksin

Ve hangimizin topraklarının nereye ulaşacağını bileceksin.

Eğer oradaki hurma ağaçları süvari olsaydı

Elbette: Burada siz kalamazsınız haydi yola koyulunuz, diyeceklerdi.” [13]

2- Nadiroğulları Gazvesi:

Peygamber (sav)’m onların üzerine gitmek üzere Medine’den çıkması hic­ri 4. yılın başında Rebiu’l-evvel ayında oldu. Nadiroğulları ona karşı kendi­lerini korumak üzere kalelerine çekildiler. Peygamber de hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti. İçkinin haram olduğunu bildiren hüküm de o za­man indi.

Abdullah b. Ubeyy b. Selul ve onunla beraber olan münafıklar Nadîroğul-larına; “Biz sizinle beraberiz. Eğer sizlerle savaşılacak olursa, biz de sizin ya­nınızda savaşırız. Şayet çıkartılacak olursanız, biz de sizinle birlikte çıkar, gi­deriz” diye gizlice haber gönderdiler. Nadiroğulları da buna aldandılar. Fa­kat iş ciddiye binince onlara yardım etmediler, onları kendi hallerine bırak­tılar. Onlar da teslim olmak zorunda kaldılar. Rasûlullah (sav)’dan da kan­larını dökmeyerek kendilerini sürgüne göndermelerini istediler. Silah dışın­da, develerinin taşıyabilecekleri kadar yük götürmelerine izin vermesini di­lediler. Bu şekilde yükleriyle birlikte Hayber’e gittiler. Kimileri de Şam’a git­ti. Aralarından Hayber’e gidenler arasında Huyey b. Ahtab, Sellâm b. Ebi’l-Hukayk ve Kinâne b. er-Rabî gibi ileri gelenleri de vardı. Hayberliler onla­ra itaat etti, boyun eğdi. [14]

3- Düşman Yurdunu Yıkmak, Yakmak ve Mahsullerini Koparmak ile İlgili İlim Adamlarının Görüşleri:

Müslim’in Sahih’inde ve başka eserlerde İbn Ömer’den sabit olan rivaye­te göre Rasûlullah (sav) Nadiroğullarının hurma ağaçlarını kesmiş ve yakmış­tı. Bununla ilgili olarak Hassan şöyle demiştir:

“Lueyoğullarının efendilerine basit gelmiştir el-B üvey re’de yayılıp giden bir yangın.”

Yüce Allah’ın: “Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz…” buyruğu da bu­na dair nazil olmuştur.

İlim adamları düşman yurdunun tahrib edilmesi, yakılması ve meyvele­rinin kesilmesi hususunda iki görüş ortaya koymuşlardır.

Birinci görüşe göre; bu caizdir. Bunu (Malik) el-Müdevvene’de belirtmiş­tir.

İkinci görüşe göre; eğer müslümanlar bunların kendilerinin olacağını bilirlerse, bunu yapmazlar. Eğer ümit keserlerse yaparlar. Bu görüşü de Malik, el-Vâdıha’&jL belirtmiştir. tafiî mezhebine mensub ilim adamları da bu ka­naatledirler ve buna göre (başka görüşleri) tartışırlar.

tbnu’l-Arabî dedi ki: Sahih olan birinci görüştür. Çünkü Rasûlullah (sav), İMadiroğullanna ait hurma ağaçlarının sonunda kendisinin olacağını bilmiş­ti. Bununla birlikte o, böylesi onlara bir ibret teşkil etsin, onların maneviyât­larını kırarak oradan çıkmalarını sağlasın, diye birtakım ağaçlan yakmış, bir kısmını da kestirmiştir. Geri kalan bölümünün sağlam kalması maksadıyla ma­lın bir bölümünü telef etmek, şer’an caiz olan bir maslahattır, aklen de böyle bir maslahat maksat olarak gözetilebilir. [15]

4- Her Müctehid İsabet Eder mi?

el-Maverdî dedi ki: Bu âyeı-İ kerimede her müttehidin isabet ettiğine da­ir bir delil vardır. el-Kiyâ et-Taberî de bu görüşü ifade ederek şöyle demiş-lir: Her ne kadar Peygamber (sav) aralarında bulunmakla birlikte böyle bir hadisede ictıhadda bulunmak uzak bir ihtimal ise de (bu böyledir.) Çünkü şüphesiz ki Rasûlullah (sav) bu olayı görmüş ve sesini çıkarmamıştır. Onlar da bu işin hükmünü sadece Rasûlullah (sav)’ın takririnden öğrenmiş olmak­tadırlar. (Böylelikle bu uygulamalarının içti had ile yapılmış olma ihtimali uzak görülmektedir.)

Îbnu’l-Arabî dedi ki: Bu (hükmü çıkarmak) doğru değildir. Çünkü Rasû­lullah (sav) onlarla birlikte idi. Rasûkıllah (sav)’ın huzurunda ictihûd olamaz. Aksine bu olay Rasûlullah (sav)’ın üzerine hakkında hüküm inmedik bir hu­susta ictihâd ettiğine delil teşkil eder. Bu içtihadının dayanağı ise genel ola­rak kâfirlere eziyet etmek ve mallarını telef etmek ve yok etmeyi gerektiren herbir hususa izin verilmiş olduğunun kapsamına girdiğidir. Bu da yüce Al­lah’ın: “Ve (bu) fâsıkları alçaltması içindir” buyruğu ile ifade edilmektedir. [16]

5- Âyet-i Kerime’de Geçen Llne (Hurma Ağacı)’nın Mahiyeti ile İlgili Görüşler:

Burada sözü edilen Lîne’nin mahiyeti hakkında on farklı görüş vardır.

1- el-Acve türü hurma veren ağaç dışındaki bütün hurma ağaçlarıdır. Bu açıklamay ez-Zülırî, Malik, Said b. Çübeyr, İkrime ve el-Halil yapmıştır,

2- İbn Abbas, Mücahid ve el-Hasen’den gelen rivayete göre; bütün hur­ma ağaçlarına bu isim verilir, demişler ve acve olsun, başka tür hurma olsun istisna etmemişlerdir.

3- f frrer cYsn Aâdıcs, İErrr geıbr rrvayetf güvdti; (1

4- es-Sevrî’den gelen rivayete göre hurma ağaçlarının en kıymetlileridir.

5- Ebu Ubeycie’nin görüşüne göre acve ve berni diye bilinen hurma tür­leri dışındaki bütün hurma türleridir.

6- Cafer b. Muhammecl dedi ki: Bu özel olarak acve hurmasının (ağacı­nın) adıdır. Onun naklettiğine göre atîk ve acve Nuh (a.s) Üe birlikte gemi­de bulunan’ağaçlardandır. Atik erkeğinin adıdır, acve ise bütün dişi türlerin esasıdır. Bundan dolayı bu ağacın kesilmesi yahudilere ağır gelmişti. Bu gö­rüşü de el-Ma verdi nakletmiştir,

7- Lîne’nin, mahsulüne el-levn adı verilen bir çeşit hurma ağacı olduğu da söylenmiştir. Bu ağacın verdiği hurma, hurmaların en iyisidir. Oldukça sarı olup, dışardan çekirdeği görülür ve o kadar yumuşaktır ki; çiğnenebilecek haldedir. Bu tür ağaçların bir tanesi bile onlar için iyi bir hizmetçiden (kö­leden ya da cariyeden) daha değerlidir,

8- Bunun yere yakın (kısa boylu) hurma ağacı olduğu da söylenmiştir, el-Ahfeş şu beyi ti zikretmektedir:

“Kumru bir Line ağacının üzerinden sevenlerin ayrılığını söyleyerek Şarkı söylediğinde; beni de ağlattı.”

Lîne’nin hurma fidanı olduğu da söylenmiştir. Çünkü fidan ağuçtan daha yumuşaktır. (Line yumuşak demek olan leyyin’den gelir.) Şairin şu beyitin-dc de bu anlamda kullanılmıştır:

“Fidanlarını bir pınarın aktığı yere diktiler

Sonra da hurma ağaçlarının etrafını koruluklarla sardılar.”

9- Bir diğer görüşe göre Line canlılıkları sebebiyle yumuşak oldukların­dan ötürü bütün ağaçlara verilen isimdir. Şair Zü’r-Rimme de şöyle demiş­tir:

“Kanatlarının üst üste binmiş terekleri bir line (ağacın) üzerinde Geceden kalma ıslaklığı tüylerinde panldıyor.

10- ed-Dakal denilen hurma ağacının adıdır. Bu açıklamayı da el-Esmaî yapmıştır. O şöyle der: Medineliler de: Elvan bulunmadıkça sofralar açılmaz, derİer, Elvan’dan kastettikleri ise dekal hurmasıdır.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Doğrusu ise ez-Zührî ve Malik’in söylediğidir. Bunun da iki sebebi vardır:

1-Onlar evvela kendi şehirlerini ve şehirlerinde bulunan ağaçlan başka­larından daha iyi bilirler.

2-Kelimenin türediği kökü, bu görüşü desteklemektedir. DiJbilginleri de bunun doğru olduğunu belirtmektedirler. Çünkü “line” lafzı “lune” veznin-dedir. Arapların kabul ettikleri esas ilkelere göre kelime illetli olduğundan dolayı “lîne” haline gelmiştir. Bunun aslı İûn” şeklindedir. He (sondaki te) gelince, başı ‘ilk lâm”ı kesreli gelmiştir. Nitekim “berku’s-sadr”ı be harfini fet-hali olarak söylerken sonuna “he” getirildiği için, “be” harfi kesreli olarak “bir-ke” denilmesi de böyledir.

“Line”nin aslının “livne” olduğa ve kendisinden önceki harf kesreli oldu­ğundan dolayı “vav”ın “ye”ye kalbedikliği de söylenmiştir. Lîne’nin çoğulu diye gelir, çoğulunun; diye geldiği de söylenmiştir. İmruu’1-Kays atının boynunu anlatırken şöyle demektedir:

“Alevle tutuşup yanan,

Çıplak hurma ağacı gibi bir boyun.”

el-Ahfeş dedi ki: “Lîne” ismi ‘hV’den değil de “levn”den türetilerek veril­miştir. el-Mehdevî dedi ki: Bu kelimenin türediği kök hususunda farklı gö­rüşler vardır. Bunun “levn”den geldiği ve aslının da “lîne” olduğu söylenmiş­tir. Aslının: “Yumuşadı, yumuşar” fiilinden geldiği de söylenmiştir.

Abdullah: “Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere ayakta dikilir bırakmanız…” yani kökle­ri üzerinde dimdik ayakta terketmeniz… diye okumuştur. el-A’meş ise: “Herhangi bir hurma ağacın kesmiz

Abdullah Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz ya­hut onu kökleri üzere dikili bırakmanız…” diye okumuştur ki; kesmeksizin bırakmanız, demektir.

Bu buyruk: “Kökleri üzere ayakla dikili oldukları halde…” şeklinde de okunmuş olup bu da iki türlü açıklanabilir. Buradaki “kökler” anlamındaki kelime; in çoğuludur, Vin çoğulunun diye gel-

mesi gibi. İkincisine göre burada “vav”ın yerine ötre ile ye ti nü mistir. Buyruk ayrıca: “Kökleri üzerinde dikilmiş olarak” diye (dikilmiş anla­mındaki lafız tekil olarak) diye ve: “Herhangi bir” lafzı güzönünde bu­lundurularak tekil okunmuştur.

“Hep Allah’ın izni” emri “ile olmuştur ve (bu) fasıkları alçaltması içim­dir.” Yani kendisini, peygamberini ve kitaplarını inkâr eden yahudileri ze­lil etmesi içindir. [17]

  1. Allah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince; sîz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberleri­ni dilediği kimselere musallat eder. Allah herşeye gücü yetendir.
  2. Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey, Al­lah’a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilir ki; o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey olmasın. Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının. Ve Allah’tan korkun, çünkü Al­lah azabı çok çetin olandır.

“Allah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince…” âyeti ile bundan

sonra gelen âyetin sonundaki “çünkü Allah azabı çok çetin olandır” diye biten bir sonraki âyete kadarki buyruklara dair açıklamalarımızı on başlık ha­linde sunacağız: [18]

1- Nadiroğullarından Alınan Fey’:

“Allah’ın onlardan” Nadiroğıillarının mallarından “verdiği” döndürdüğü “fey’e gelince siz onun için ne at oynattınız…” Hızlıca at koşturmadınız. Çünkü: “Hızlıca al koşturmak” demektir. Atın hızlıca koştuğunu an­latmak üzere: “At hızlıca koştu” denilir. Atı ben koştur-dufn, harekete getirip yordum” demektir. Temim b. Mukbil’in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

“Bazan yeni keskinleştirüip parlatılmış beyaz (kılıç)laria savunmaları

gerekeni savunanlardır onlar, Develeri hızlıca koşturduklarında”

“Develer” demektir. Bunun lekili (lafzından olmayarak): ‘dir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Siz o malları ele geçirmek için uzunca bir yol kaletmediğiniz gibi, ne savaştınız, ne de zorlukla karşılaştınız. Çün­kü orası Medine’den iki mil uzaklıktaydı. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır,

Müslümanlar oraya yürüyerek gitmişler, ne bir ata, ne de bir deveye binmişlerdir. Yalnızca Peygamber (sav) bir deveye binmişti. Bir görüşe gö­re de hurma lifinden yuları olan bir eşşeğe binmişti. Orayı sulh yoluyla ele getirmiş ve Nadiroğullarını oradan sürerek mallarını almıştı. Müslümanlar Pey­gamber (sav)’dan mallarını kendileri arasında paylaştırmasını isteyince “Al­lah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince, siz onun için ne at oynat­tınız…” âyeti ile Nadiroğull arının mallarını Peygamber (sav)’a -onları dile­diği gibi kullanmak üzere- özel olarak tahsis etti. Peygamber (sav) da bu mal­lan muhacirler arasında paylaştı.

el-Vakıdî dedi ki: Bunu Vehb de Mâlik’ten rivayet etmiştir. Nadiroğulla-n mallarından, muhtaç olan üç kişi dışında ensardan kimseye bir şey verme­di. BunkrEbu Dücâne Sımak b. Haraşe, Sehl b. Huneyf ve el-Haris b. es-Sim-me’dır. Ensardan verdiği kişilerin Sehl ve Ebu Dücarte oimak üzere iki kişi oldukları da söylenmiştir. Öa’d b, Muâz’a, İbn Ebi’l-Hukayk’ın kılıcını verdi­ği söylenir. Bu kılıç ensar arasında ünlü bir kılıç idi.

Nadiroğullarından Süfyan b. llmeyr ile Sa’d b. Vehb dışında kimse müs-lüman olmadı. Bunlar mallan kendilerine bırakılmak üzere müslüman oldu­lar ve her ikisi de kendi mallarına sahib oldular.

Müslim’in Sahih’inde Ömer (r.a)’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nadiroğullannın malları yüce Allah’ın Rasûlüne fcy’ olarak verdiği ve müsluman­ların ne at oynatıp ne de deveye hindiyi mallardandı. Bu mallar özel olarak Peygamber (sav)’a aitti. O (bu mallardan) hanımlarının bir yıllık nafakasını harcardı. Arta kalanı ise savaşa elverişli binek ve .silaha Allah yolunda bir ha­zırlık olınak üzere harcardı.[19]

Abbas (ta), Ömer (r.a)’ya şöyle demişti: Benim ile şu yalancı, günahkâr, sözünde durmayan hain kişi -Ali (r.a)’ı kastediyor- hakkında Allah’ın Rasû-lüne fey’ olarak verdiği Nadiroğullan mallarından olan fey’ hakkında hüküm ver deyince, Ömer (r.a) şöyle dedi. Sizler Peygamber (sav)’ın: “Bize miras­çı olunmaz. Bizim geriye bıraktığımız bir sadakadır.” dediğini biliyor musu­nuz? Onlar: Evet deyince, Ömer (r.a) şöyle dedi: Şüphesiz yüce Allah, Rasû-iüne (salat ve selam ona) bir hususiyet vermiştir. Bu özelliği ondan başka hiç­bir kimseye vermemiştir. O buyurdu ki: “Allah’ın, fethedilen ülkeler aha­lisinden Rasülüne verdiği fey’ Allah’a, Peygambere… verilir” -Ondan ön­ceki âyeti okuyup okumadığını bilemiyorum- Rasûlullah (sav) da Nadir oğullan mallarını aranızda paylaştırdı. Allah’a yemin ederim, o başkalarını si­ze tercih etmediği gibi, sizi dışarda [utarak da onu yalnız başına almış değil­dir. Nihayet bu mal (bunun neticesinde) kalmadı. Rasûlullah (sav) o maldan bir yıllık harcamasını alır, sonra geri kalanı diğer malların harcandığı yerle­re harcardı… diye hadisi uzun uzadıya nakleder. Bu hadisi de Müslim riva­yet etmiştir.[20]

Yine denildiğine göre Nadiroğuliarı yurtlarını ve mallarını terkedıp gidin­ce, müsl uman lar ganimetler gibi bu mallardan pay almak istediler. Yüce Al­lah bunun bir fey’ olduğunu açıkladı. Bununla birlikte kısmen birtakım çar­pışmalar da olmuştu. Çünkü onlar birkaç gün muhasara altında tutulmuşlar, savaşmışlar ve kendileriyle savasılmıştı. Daha sonra sürgüne gönderilmek üze­re barış yaptılar. Bununla birlikte kesin ve kat’î bir savaş olmamıştı. Ancak savaş başlar gibi olmuş ve muhasara olmuştu. Yüce Allah o malları özel ola­rak Rasülüne tahsis etti.

Mücahid dedi ki: Yüce Allah, onlara Rasülüne yardım ettiğini, onlun da bineksiz ve gereçsiz olarak zafere eriştirmiş okluğunu bildirip hatırlattı. “Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere” düşmanlarından dilediklerine “musallat eder.”

Bu buyrukta da o malların, ashabı bir tarafa, özel olarak Allah’ın Rasülü­ne has olduğu açıklanmaktadır. [21]

2- Fey’ ve Ganimetlere Dair Buyruklar ve Açıklamaları:

“Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey…” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Buradaki ülkeler (kasabalar) Kurayza ve Nadiroğullarıdır. Bunlar da Medine ve Fedek’te idiler. Medine ve Hayber’den üç günlük mesafede idiler. Ayrıca Ureyna ve Yenbu’luların yurtlarmı da Allah Ö2el olarak Rasûlüne tahsis etmiş olup Allah’ın Rasûlüne tahsis ettiği bu malda kullarını da gözeterek Rasûlü dışındaki birtakım kim­selerin de pay sahibi olduklarını açıklamış bulunmaktadır.

İlim adamları, bu âyet-i kerime ile ondan önceki âyet-i kerime ve el-En-fal Sûresi’nindeki âyet-i kerimeyi sözkonusu ederek, bunların aynı anlamı mı, farklı anlamı mı dile getirdiklerine dair değişik görüşler ileri sürmüşlerdir.

Birtakım ilim adamları şöyle demiştir; Yüce Allah’ın: “Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey’…” âyet-i kerimesi el-Enfal Sûre-si’nde yer alan, ganimetlerin beşte birinin kendilerine harcanacağı kimsele­ri dile getiren ve beşte dördün de savaşanlara harcanacağına işaret eden âyet-i kerime (el-Enfâl, 8/41) ile neshediliniştir. İslam’ın ilk dönemlerinde ga­nimet burada sözü edilen kimselere harcanıyor ve ganimet elde edilmesine sebep teşkil eden savaşanlara herhangi bir şey verilmiyordu. Bu Yezid b. Ru-man, Katade ve başkalarının görüşü olup, buna yakın bir görüş de İmam Ma-lik’ten nakledilmiştir.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Burada sözü edilen (feyO, at koş-turulmaksızın ve deveye bi nüm eksiz in barış yoluyla elde edilmiş ganimetler­dir. O bakımdan bu ganimetler yüce Allah’ın sözünü ettiği kimselere fey’ ola­rak verilir. Birinci (bundan önceki) âyet-i kerimede belirtilen İse, özel ola­rak Peygamber (sav)’a aittir. Peygamber bu mallardan ihtiyacı kadarını aldık­tan sonra geri kalan bölümler müslümanların ihtiyaçlarına harcanırdı.

Ma’mer de şöyle demiştir: Önceki âyet-i kerime Peygamber (sav) hakkın­dadır. İkincisinde sözü edilenler ise cizye ve haraç ile ilgili olup orada sö­zü edilen sınıflara verilir. Üçüncü âyet-i kerime olan el-Enfal Sûresi’nindeki âyet-i kerime ise ganimet alan mücahidlerin payını açıklamaktadır.

Aralarında Şafiî’nin de bulunduğu bir kesim de şöyle demektedir: Bu iki âyetin de anlamı birdir. Yani savaş olmaksızın kâfirlerin mallarından ele ge­çirilenler beş paya ayrılır. Bu beş payın dördü Peygamber (sav)’a verilir. Ge­ri kalan beşte bir ise yine beş paya ayrılır. Yine bu beş payın biri Rasûlul-lah (sav)’a verildikten sonra bir pay Haşimoğulları ve Muttaliboğuliarının oluş­turduğu akrabalara verilir. Çünkü bunlara zekât verilmez. O bakımdan on­ların fey’de bir haklan olduğu tesbit edilmiştir. Bir pay yetimlere, bir pay yok­sullara ve bir pay da yolculara verilir. Rasûlullah (sav)’in vefatından sonra Rasûlullah tsav)’a ait olan fey’ payı Şafiî’den gelen bir görüşe göre serhat böl­gelerde, sınırlarda, savaş için hazır bekleyen mücahidlere harcanır. Çünkü bunlar Rasûluliah (sav)’ın bu husustaki konumunu işgal ederler. Şafiî’nin bir diğer görüşüne göre ise bu pay, sınırlan kuvvetlendirmek, kanallar açmak ve köprüler yapmak gibi müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır ve bunlar arasında önem sırası gözetilir, Bu da (peygamberin) fey’in beşte dördündeki payından harcanır. Hz. Peygamberin fey’ ve ganimetin beşte bi­rinden aldığı payı ise vefatından sonra müsİümanların faydasına olan işlere harcanacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Nitekim Peygamber (sav) şöy­le buyurmuştur: “Sizin ganimetlerinizde, benim beşte birin dışında bir payım yoktur. O beşte bir de size geri döner. “[22] Bu hususa dair açıklamalar daha Önceden el-Enfal Sûresi’nde (8/41. âyet, 10, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde Rasûluliah (sav)’ın geriye bıraktığı mallar da miras alınmaz. Ak­sine onun bıraktığı bu mallar bir sadakadır, onun adına müslümanların menfaatine olan alanlara harcanır. Nitekim o: “Bizler miras bırakmayız. Bi­zim geriye bıraktığımız sadakadır.”[23] diye buyurmuştur.

Bir görüşe göre de fey’ mallan Peygamber (sav)’a aitti. Çünkü yüce Allah: “Allah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince” buyruğunda fey’i ken­disine izafe etmiştir. £u kadar var ki o, hiçbir şekilde mal toplamazdı. Aile efradının ihtiyacı kadarını alır, geri kalanlarını da müslümanların menfaati­ne olan yerlere harcardı.

Kadı Ebu Bekr İbnu’l-Arabî şöyle demektedir: Bu âyetlerin üçünün de fark­lı manaları dile getirdiği hususunda anlaşılmayacak bir taraf yoktur. Birinci âyet-i kerime yüce Allah’ın: “O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır” {2. âyet) buyruğudur. Daha sonra ise: “Allah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince” diye buyurmaktadır ki, burada maksat kitab ehlidir ve bu buyruk önceki âyette geçen kitab ehline atfedilmiştir. “Siz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz” buy­ruğu da az önce -açıkladığımız gibidir. Yani sizin bunlarda herhangi bir hakkınız yoktur. Bundan dolayı Ömer (r.a) şöyle demiştir: Bu mutlar özel ola­rak Rasûlullah (sav)’a ait idi. Bununla da Nadiroğullan mallan ve onların du­rumunda olan diğer malları kastetmiştir, İşte bu bir tek âyettir ve tek bir ma­nayı dile getirmektedir. İkinci âyet-i kerime de yüce Allah’ın: “Allah’ın fet­hedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey’ Allah’a, peygambere… verilir” buyruğudur. Bu önceki buyruktan ayrı ve önceki buyrukta sözedilenlerin dışındaki hak sahihlerine ait olduğu belirtilen yeni bir ifadedir. Üçüncü âyet-i kerime ise (el-Enfal, 8/41. âyet) “ganimet âyeti’7 diye adlandı­rılmıştır. Şüphesiz ki bu da bir başka hak sahibine ait ikinci bir hakkı söz-konusu eden başka bir hususa dairdir. Şu kadar var ki; birinci ve ikinci âyet-i kerimelerin herbirisi Allah’ın Rasûlüne verdiği fey’in bir bölümüne dair açık­lamayı ihtiva etmek bakımından ortak bir özelliğe sahiptir. Birinci âyet-i ke­rime fey’în savaşsız olarak elde edilmesi gerekliğini ifade ederken, el-Enfal Süresindeki âyet-i kerime ise, onun savaş ile elde edilen türden olmasını ge­rektirmekte, üçüncü âyet-i kerime olan yüce Allah’ın: “Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey'” buyruğu ise bu fey’in savaşla mı yoksa savaşsız mı elde edilmesine dair herhangi bir şey zikretmemektedir. İşle görüş ayrılığı da buradan ortaya çıkmaktadır. Bir kesim bunun ilk âyet-i kerime ile birlikte ele alınacağını söylemiş ve bu da bütünüyle barış ve ben­zeri yolla ele geçirilen mallar hakkındadır, demiştir. Diğer bir kesim ise; bu ikinci âyet-i kerime olan el-Enfal âyeti ile birlikte ek alınmalıdır, demiştir. Bunun el-Enfal Süresindeki âyet-i kerime ile birlikte ele alınması gerektiği­ni söyleyenler de daha önceden geçtiği üzere bu nesh olmuş mudur, yoksa muhkem midir diye farklı görüşlere sahihtirler. Yüce Allah’ın tanıklığı ile bu iyetin kendisinden önceki âyet-i kerime ile birlikte ele alınması ise daha uy­gundur. Çünkü bu şekildeki bir ele alışta yeni bir fayda .ve yeni bir anlam di­le getirilmiş olmaktadır. Bilindiği gibi bir âyet şöyle dursun, âyetin bir har­fini dahi yeni ve farklı bir manaya dair kabui etmek, onu daha önce söylen­miş hır anlamın tekrarına yorumlamaktan daha uygundur. İbn Vehb, Malik’ten yüce Allah’ın: “Siz onun için ne at oynattınız, ne de deveye bindiniz” buyruğunun Nadiroğulları hakkında olduğunu söylediğini rivayet etmekte­dir. Bu mallarda beşte bir yoktu ve bunlar için ne at oynatılmış, ne ele de­veye biniimişei. O bakımdan onların mallan yalnızca Rasûlullah (sav)’a ait­ti. O da bu malları muhacirlerle -önceden geçtiği üzere- ensardan üç kişi ara­sında paylaştırmış». Yüce Allah’ın: “Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey”* buyruğu ise Kurayzaoğullan hakkındadır. Kurey-îaoğulları gazvesi ile Hendek gazvesi aynı günde gerçekleşmiştir.

İbnu’l-Arabi (devamla) dedi ki: Malik’in ikinci âyet-i kerîme Kurayza oğullan hakkındadır, şeklindeki sözü ifade ettiği anlamın el-Enfal Sûre­si’ndeki âyet-i kerimenin anlamı çerçevesinde olduğuna ve hakkında neshin sözkonusu olduğuna bir işarettir. Bu görüş âyetin muhkem olduğunu kabul eden görüşten daha güçlüdür. Bizler ise ikinci âyet-i kerimenin -buna dair ileri sürdüğümüz deliller çerçevesinde- yeni bir anlam ifade ettiğine dair açık­lamalarımıza ve yaptığımız taksimata başka bir görüşü tercih etmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Derim ki: Onun bu tercihi güzel bir tercihtir. Ayrıca el-Haşr Sûresi’nin el-Enfal Sûresi’nden sonra indiği de söylenmiştir. Dolayısıyla önce inen buyru­ğun (el-Enfal Sûresİ’nindeki âyetin) sonra inen buyruğu neshetmesi de im­kânsız bir şeydir.

İbn Ebi Necîh der ki: Mal üç türlüdür: Ya ganimettir, ya fey’dir, yahut sa­daka (zekjit)dır. Yüce Allah’ın bu mallar arasında harcama yerini belirtme­diği tek bir dirhem dahi yoktur.

Bunun böyle olması doğruya daha yakın görülmektedir. [24]

3-islam Devletinde Yöneticilerin Sorumluluk Alanına Giren Mallar;

İmamların (devlet yöneticilerinin) ve valilerin müdahalelerinin sözkonu-su olduğu mallar üç türlüdür: Birincisi: Müslümanlardan onları temizlemek amacı ile alınan sadaka ve zekât gibi mallar. İkincisi ganimetler: Savaş yo­luyla kâfirleri yenik düşürmek ve onlara gaiib gelmek suretiyle müslüman-ların eline geçen kâfirlerin maüarı. Üçüncüsü de fey’dir. Bunlar da savaşsız, bineğe İhtiyaç duymaksızın, gönül hoşluğuyla ve kendiliğinden müslüman-İarın eline geçen kâfirlerin mallarıdır. Barış, cizye, haraç, kâfirlerin tacirle­rinden alınan üşür (onda bir gümrük vergisi) ve benzeri mallar. Müşriklerin kaçıp geriye mallarını bırakmaları yahut onlardan herhangi birisinin Dar-j İs­lam’da mirasçı bırakmaksızın ölmesi halinde de aynı durum sözkonusudur.

Zekât fakirlere, yoksullara, onun toplanması i< in çalışanlara -yüce Allah’ın zikrettiğine uygun olarak- harcanır. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tev-be Sûresi’nde (9/60. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Ganimetlere ge­lince, İslâm’ın ilk dönemlerinde ganimetler özel olarak Peygamber (sav)’ın hakkı idi. O bunları dilediği gibi kullanırdı. Nitekim el-Enfal Sûresi’nde: “De ki: Enfal Allah’ın ve Rasûlünündür” (el-Enfai, 8/1) diye buyurmaktadır. Da­ha sonra bu yüce Allah’ın: “Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri…” (el-Enfal, 8/41) buyruğu ile neshedilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi’nde (8/41. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

Fey’in paylaştırılması, humusun (ganimetin beşte birinin) paylaştırılması ile aynıdır. İmam Malik’in görüşüne göre her ikisinin de paylaştırılması ima­mın görüşüne bırakılmıştır. O bunları müslümanların karşı karşıya kalacak­ları sıkıntılı birtakım haller için ayırmayı uygıın görürse yapabilir. Her iki pa­yı yahut bunlardan birisini insanlar arasında paylaştırmayı uygun görürse, onu bütün insanlar arasında paylaştırır, Arap olan ile olmayan arasında da ayırım gözetmez. Erkek olsun, kadın olsun önce fakirlerden başlar, ihtiyaçtan kur­tulacak şekilde onlara verir. Rasûlullah (sav)’tn akrabalarına fey’den imamın uygun göreceği şekilde paylan verîiir. Bunun bilinen bir sınırı yoktur. Ak­rabaların zengin olanlarına fey’den verilip verilmeyeceği hususunda görüş ay­rılığı vardır. İnsanlann çoğu onlara da verileceği kanaatindedir. Çünkü bu on­ların hakkıdır. Ancak Malik fakirlerin dışında kalanlarına (yani zenginlerine) verilmez. Çünkü bu onlara (peygamberin akrabalarına) zekâttan bedel ola­rak onlara tahsis edilmiştir, demektedir.

Şafiî der ki: Kâfirlerin mallarından savaşsız olarak elde edilen herbir mal Peygamber (sav)’ın döneminde yirmibeş paya ayrılırdı. Bunun yirmisi Pey­gamber (sav)’a ait olup, o bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunurdu. Geri kalan beşte bir İse ganimetin beşte birinin paylaştırıldığı şekilde paylaştırı­lırdı.

Ebu Cafer Ahmed b. Davudi dedi ki: Bu bizim bildiğimiz kadarıyla Şafiî’den daha önce herhangi bir kimsenin ileri sürmediği bir görüştür. Bilakis bu tür mallar Sahih’te Ömer (r.a)’dan âyetin açıklaması sadedinde sabit olduğu üze­re tamamiyle Peygambere ait bir pay idi. Eğer durum onun dediği gibi olsay­dı yüce Allah’ın: “Diğer mü’minler bir yana yalnız sana has olmak üzere” (el-Ahzab, 33/50) buyruğunun kendisini Peygambere hibe eden kadın m başka­sı için de caiz olduğuna delâlet edebileceğini, ayrıca yüce Allah’ın: “Kıyamet günü ise yalnız onlaradır.” (el-AVaf, 7/32) buyruğunun da mü’minkrden baş­kalarının cennet nimetlerinde onlarla ortak olabileceklerini ifade ettiği söy­lenebilirdi.

Bu hususa dair Şafiî’nin görüşü, daha önceden bütün genişliğiyle açıklan­mış bulunmaktadır. Allah’a hamdolsun. Şafiî’nin görüşü şudur: Fey’in beşte biri Upkı ganimetin beşte birinin harcanabileceği yerlere harcanır. Onun beş­te dördü ise Peygamber (sav)’a ait idi. Ondan sonra ise bu pay müslüman-ların menfaatine olan yerlere harcanıf. Şafiî’nin bir diğer görüşü daha vardır: Bu pay ondan sonra kendilerini yalnızca düşmanla savaşa adayan ve bu mak­satla sınırlarda bekleyen kimselere verilir. Az önceden de geçtiği gibi. [25]

4- Her Bölgede Toplanan Mallar Oradaki İhtiyaç Sahihlerine Harcanır:

İlim adamlarımız dedi ki: Her mal toplandığı beldede harcanır. Ü belde ahalisi ihtiyaçtan kurtulacak sınıra ulaşmadıkça, toplandığı beldeden bir başka yere taşınmaz. Muhtaçların ihtiyacı karşılandıktan sonra daha yakın böl­gede bulunan diğerlerine götürülür. Ancak malin toplandığı yerin dışında­ki belde ahalisi eğer ileri derecede ihtiyaç ile karşılaşacak olursa, o vakit o mal muhtaçların bulunduğu yere intikal ettirilir. Nitekim Remade (Hz. Ömer devrinde vuku bulan şiddetli kurak ve kıtlık) yıllarında Ömer (r.a) böyle yap­mıştı. Bunlar beş veya altı yıl sürmüştü, iki yıl sürdükleri de söylenmiştir. Bir görüşe göre de bu açlıkla birlikte taunun ileri dereceye ulaştığı bir yıldır.

Şayet belirttiğimiz husus sözkonusu olmayıp imam fey’in bekletilmesini uygun görecek olursa, o bunu müsiümanların karşılaşacakları zorlu haller için bekletir. Bu mallardan yeni doğan çocuklara da pay verir, babası fakır olan­lara öncelik tanır. Fey’ zenginlere de helâldir. Fey’de insanlar arasında eşit­lik sağlar. Şu kadar var ki İhtiyaç sahibi ve fakir olanlan daha çok kayırır. Bu hususta birini diğerine tercih etmesi İhtiyaca göre olur. Yine bu maldan borç­lulara borçlarını ödeyecek kadarını verir. Birtakım mükâfatları ve akrabalık bağını gözetmek maksadı ile de -ehil olan kimselere- u maldan verdiği gibi hakimüere, kadılara ve müslümanlara faydalı görevler ifa edenlere de bun­dan maaş verir. Bu hususta daha çok pay verilmeye layık olanlar müslüman­lara daha büyük faydalar sağlayanlardır. Divanda kayıtlı olup fey’den bir şey­ler alan herkesin, imam gazaya çıktığı vakit, gazaya çıkması gerekir. [26]

5- Mal Yalnız Zenginler Arasında El Değiştiren Bir Güç Olmamalıdır:

Yüce Allah’ım “ki o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele do­laşan bir şey olmasın” buyruğundaki: ” Ol…sın™ lafzı genel olarak “ye” ile: Elden ele dolaşan bir şey” lafzı da nasb ile okunmuştur ki ta ki o fey (malı) elden ele dolaşan bir şey olmasın, demektir.

Ebu Cafer, el-A’rec, İbn Amir’den Hişam ve Ebu Hayve ise “olmasın” an­lamındaki lafzı “te” ile; diye “elden ele dolaşan bir şey” anlamındaki lafzı da ref ile: diye okumuşlardır ki; elden ele dolaşan bir varlık olma­sın, demek olur. Bu durumda “kâne” fiili tam bir fiil olur. “Elden ele dola­şan bir şey” anlamındaki lafız da “kâne”nin ismi olarak merfu olup, haber al­ması sözkonusu olmaz. Bununla birlikte bunun nakısa olup, haberi: “Sizden zengin olanlar arasında” ibaresi de olabilir. Tâmme olduğu takdirde yüce Allah’ın: “Sizden zengin olanlar arasında” anlamında­ki buyruk “elden ele dolaşan bir şey” anlamındaki a”aranızdan zen­gin olanlar arasında dönüp dolaşan (tedavül eden) bir şey” anlamında olmak üzere taalluk eder. Bununla birlikte; “sizden zengin olanlar arasinda” anla­mındaki ibarenin “elden ele dolaşan bir şey” lafzına sıfat ta olabilir.

“Elden ele dolaşan bir şey” lafzı genel olarak “dal” harfi ötreli ula-rak okunmuştur. es-Sülemîve Ebu Hayve ise (“dal” harfini) nasb ile okumuş­tur. İsa b. Ömer, Yunus ve el-Esmaî: Her iki söyleyiş de aynı anlamdadır, de­mişlerdir. Ebu Amr b. el-Alâ ise şöyle demektedir: -Üstün ile-: “Devlet” şek­lindeki söyleyiş, savaş ve başka şeylerde elde edilen zafer demektir. Mastar bu şekilde gelir. Ötreli okuyuş ise mal türünden elden ele dolaşan şeyin adı­dır. Ebu Ubeyde de böyle demiştir. “Dûie” elden ele dolaşan şey’in adıdır.

‘Devle(t)” bunun fiilini anlatır.

Âyetin anlamına gelince: Biz bu fey’e böyle bir uygulamayı öngördük ki; bunu başkanlar, zenginler, güçlüler, fakir ve zayıfları dışarıda tutarak ken­di aralarında paylaştırmasınlar. Çünkü cahiliye dönemi insanları bir ganimet elde ettiler mi başkanları o ganimetin dörtte birini kendisine ayırırdı ki; bu­na “el-mirb┑ denilirdi. Bundan sonra da yine istediğini kendisi için seçer­di. İşte cahiliye dönemi şairlerinden birisinin şu mısraı bunu anlatmaktadır:

“Onun mirbâ’ı (dörtte biri) de safâyâsı (ganimet arasından seçtiğin

herhangi bir şeyi) de senindir.”

Yani yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ta ki hu fey’e cahiüye döneminde­ki uygulamanın benzeri yapılmasın. Bundan dolayı Allah bunda tasarruf yet­kisini Rasûlüne vermiştir. O bunları, hakkında beşte birin sözkonıısu olma­dığı, emir verdiği yerlere paylaştırır. Beşte bir trlc geçerse o vakit bu, bütün müslümanlar arasında paylaştırılır. [27]

6- Rasûlün Verdiğini Almak, Onun Yasak Ettiğinden Sakınmak:

“Hem Peygamber sîze ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sa­kının” buyruğu şu demektir: O ganimet malından size neyi verirse onu alı­nız. Size yasakladığı şeyleri almaktan ve ganimetten çalmaktan da sakınınız. Bu açıklamayı el-Hasen ve başkaları yapmıştır. es-Süddî dedi ki: Onun size verdiği fey’ malını kabul ediniz, size vermediği şeyleri de istemeyiniz.

İbn Cüreyc dedi ki: Size bana itaat kabilinden olup getirdiği şeyleri siz de yerine getiriniz. Bana masiyet türünden olup size yasakladığı şeylerden siz de uzak durunuz.

el-Maverdî dedi ki: Bunun genel olarak Hz. Peygamberin bütün emir ve yasaklan hakkında yorumlandığı söylenmiştir. Çünkü o, ancak salah olan bir işi emreder ve ancak fesâd olan bir işi yasaklar.

Derim ki: Bu, bundan önceki görüşün ifade ettiği aynı anlamı ifade eder. O halde bu hususla üç görüş vardır. [28]

7- Buyruk, Ganimetler Hakkında Özel Olmakla Birlikte Anlamı İtibariyle Umumidir:

el-Mehdevî dedi ki: Yüce Allah’ın: “Hem Peygamber size ne verdi ise onu ahn. Neyi yasak etti ise de sakının” buyruğu şunu gerektirmektedir: Peygamber (sav)’ın emrettiği herbir husus Allah’tan bir emirdir. Âyet-i kerime her ne kadar ganimetler hakkında ise de onun bütün emir ve yasaklan da bunun kapsamına girer.

el-Hakem b. Umeyr -ki ashabdan birisi idi-[29] şöyle demektedir: Peygam­ber (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz ki bu Kur’ân terkeden kimseye zordur, zor gelir, kolay, değildir. Buna karşılık ona uyan ve ona talib olan kimseye de ko­lay gelir. Benim hadisim de zordur, zor gelir. O hakemdir. Benim hadisime sıkı sıkı yapışıp onu belleyen kimse -Kur’ân ile birlikte olmak şartıyla- kur­tulur. Her kim Kur’ân’ı ve hadisi önemsemeyecek olursa, dünya ve âhireti kay­beder. Sizler benim sözümü almakla, emrime uymakla, sünnetimi izlemek­le emrolundunuz. Benim sözüme razı olan Kur’ân’dan da razı olur. Benim sözümle alay eden Kur’ân ile alay etmiş olur. Yüce Allah da: “Hem Peygam­ber size ne verdi ise onu alın. Neyi yasak etti ise de sakının” diye buyur­muştur.[30]

8- Bu Âyet-i Kerime’nin Peygamberimiz’in Bütün Emir ve Yasakları Hakkında Geçerli Olduğuna Dair Selef-i Sâlîhin’den Rivayetler:

Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: İbn Mesud ihrama girmiş olduğu halde el­biselerini de giyinmiş olan birisi ile karşılaştı, ona: Bu elbiseleri üzerinden çıkar, dedi. Adam ona: Bu hususta bana yüce Allah’ın Kitabından bir âyet oku­yabilir misin? dedi. O da: Evet dedi. “Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının” buyruğunu okudu.

Abdullah b. Muhammed b. Harun el-Firyâbî dedi ki: Ben Şafiî (r.a)’ı şöy­le derken dinledim: Bana istediğiniz hususa dair soru sorunuz. Ben de size yüce Allah’ın Kitabından ve Peygamberimizin sünnetinden cevap vereyim. (el-Firyâbî) dedi ki: Ben ona şunu sordum: Allah halini ıslah etsin. Eşek arı­sı öldüren, ihramlı kimse hakkındaki görüşün nedir? Dedi ki: Rahman ve ra­him Allah’ın adı ile. Yüce Allah buyurdu ki: “Hem Peygamber size ne ver­di ise onu alın, neyi yasak etti ise de sakının.” Bize Süfyan b. Uyeyne an­lattı. O Abdu’l-Melik b. Umeyr’den, o Rib’i b. Hirâş’dan, o Huzeyfe b. el-Ye-man’dan dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Benden sonraki iki kişiye Ebu Bekir ve Ömer’e uyunuz.” Bize Süfyan b. Uyeyne anlattı. O Mis’ar b, Ki-dâm’dan, o Kays b, Müslim’den, o Tarık b. Şihab’dan, o Ömer b. el-Hattab (r.a)’dan rivayet ettiğine göre, Ömer eşek ansının öldürülmesini emretmiş­tir.

İlim adamlarımız der ki: Bu son derece güzel bir cevaptır. İhramlı iken eş­ek arısını» öldürülmesinin caiz olduğuna fetva verdiği gibi, bu hususta Ömer’e uyduğunu ve Peygamber (sav)’in da ona uymayı emrettiğini, yüce Al­lah’ın da Peygamber (sav)’ın söylediklerini kabul etmeyi emir buyurduğunu açıklamaktadır, Buna göre eşek ansının ihram!ıyken öldürülmesinin caiz olu­şu Kitab ve sünnetten çıkarılmış olmaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar da­ha önceden İkrime’ye çocuk doğuran cariye (ümmü veled)ler hakkında so­rulan soruya verdiği cevap açıklanırken geçmiş bulunmaktadır. O şöyle de­mişti: Bu gibi cariyeler en-Nisa Sûresi’nde yüce Allah’ın; “Allah’a itaat edin. Rasûlüne de itaat edin ve sizden olan, emir sahihlerine de” (en-Nisa, 4/59) buyruğunun ifadesi gereğince hürdürler.

Müslim’in Sahih’ınde ve başka eserlerde Alkame’den, onun da İbn Me-sud’dan şöyle dediğine dair rivayet yer almaktadır: Rasûiullah (sav) buyur­du ki: “Allah dövme yapanlara ve dövme yaptıranlara, yüzündeki tüyleri alan­lara, güzelleşmek için dişlerinin arasını törpüleyip incelten ve Allah’ın hilka­tini değiştirenlere lanet etmiştir.” Bu söz Um Yakub diye bilinen Esedoğul-lanndan bir kadının kulağına gitti. Bu kadın .gelerek dedi ki: Aldığım habe­re göre sen şöyle şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun. İbn Mesud dedi ki: Rasûiullah (sav)’in lanet ettiğine -üstelik bu husus Allah’ın Kitabında da var­ken- ben ne diye lanet etmeyeyim? Kadın şöyle dedi: Ben iki kapak arasın­da bulunanlar (mushaf)ın tamamını okudum, fakat senin dediğini orada göremedim. İbn Mesud dedi ki: Eğer sen gerçekten onu okumuş olsaydın, onu bulacaktın. Sen yüce Allah’ım “Hem Peygamber sîze ne verdi İse onu alın, neyi yasak etti ise de sakının” buyruğunu okumadın mı? Kadın: Oku­dum deyince, İbn Mesud: îşte o (Peygamber) bu işi yasaklamıştı… dedi.[31]

Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden en-Nisa Sûresi’nde (4/119- âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [32]

9- Buyruk, Emir Anlamını İhtiva Etmektedir:

“Hem Peygamber size ne verdi ise onu alın” buyruğunda her ne kadar elden ele uzatmak anlamını ihtiva eden “vermek: İ’tâ” lafzı kullanılmış ise de bunun anlamı emirdir. (Her ne emrederse demektir.) Buna delil de yüce Al­lah’ın; “Neyi yasak etti İse de bundan sakının” buyruğunda “yasak; nehy’in karşılığında kullanılmış olmasıdır. Nehy’in karşılığı ise ancak emirdir. Bunun bu şekilde anlaşılması gerektiğinin delili de daha önce zikrettiğimiz husus­larla birlikte Peygamber Efendimiz’in de şu buyruğudur: “Ben size her neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiğini yerine getirin[33] Size herhangi bir şeyi yasaklayacak olursam, ondan uzak durun. “[34]

el-Kelbî dedi ki: Âyet-i kerime müslümanların başkanları hakkında inmiş­tir. Onlar Rasûlullah (sav)’ın eline geçirdiği müşriklerin mallan ile ilgili ola­rak şöyfe demişlerdi: Ey Allah’ın Rasûlü, sen safiyyeni (seçtiğini) ve dörtte birini al, diğerini de bizlere bırak. Çünkü cahili ye döneminde biz böyle ya­pardık deyip, ona şu beyiti okudular:

“O ganimetin dörtte biri ve seçtiklerin de senindir

Sen nasıl istersen öyle hükmedersin, yolda ele geçirilenler de paylaştırılması

mümkün olmayıp arta kalanlar da (senindir.)”

Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. [35]

10- Allah’tan Korkmak:

“Ve Allah’tan” yani Allah’ın azabından “korkun.” Çünkü O’na isyan edenlere azabı pek çetindir. Verdiği emir ve yasaklarda Allah’tan korkun, on­ları kaybetmeyin, diye de açıklanmıştır.

“Çünkü Allah azabı” vermiş olduğu emirlerde kendisine muhalefet eden­lere “çok çetin olandır.” [36]

8- (O fey’) yurtlarından ve mallarından çıkartılıp uzaklaştırılmış olan ve Allah’ın lütuf ve rızasını isteyen Allah’a ve Peygamberine yar­dım eden fakir muhacirler içindir. İşte onlar sâdıkların ta kendi­leridir.

Yani Fey ve ganimetler “…fakir muhacirler içindir.” Bir diğer açıklama­ya göre; “o mal sizden zengin olanlar arasında elden ele dolaşan bir şey ol­masın diye” (d-Haşr, 59/7) fakat “fakir muhacirler’e olsun diye … Bir başka görüşe güre bu buyruk yüce Allah’ın: “Akrabalara, yetimlere, yoksul­lara ve yolda kalanlara” (el-Haşr, 59/7) buyruğunu beyân etmektedir. Hu sı­nıflar ayrı ayrı sozkonusu edilince mal bunlara verilecektir, denildi. Çünkü bunlar hem fakir, hem muhacir, hem de yurtlarından çıkartılmış kimselerdi. Bu sebeble onlar insanlar arasında bu malda en çok hak sahibi olan kimse­lerdir.

Bir diğer açıklama da şöyledir: “Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere” muhacir fakirlerin lehine olmak üzere “musallat eder.” Ta ki o

mal, dünyadaki insanlar arasında yalnızca 2engirıler arasında dönüp dolaşan bir mal olmasın.

Bir başka görüşe göre anlamı şudur: Allah muhacirler lehine, azabı çok çe­tin olandır. Yani, o fakir muhacirler sebebiyle ve onlardan ötürü kâfirlere çok çetin azab verendir. Daha önce yüce Allah’ın: “Akrabalara, yetimlere” buy­ruğunda sözü geçen kimseler de bu fakirlerin kapsamına girmekledir.

Bir başka açıklamaya göre bu daha önce geçmiş buyruklara atfedilmiştir. Atıf edatı olarak “vav”ın getirilmeyiş sebebi ist? bir kimsenin: “Bu mal Zeyd’indir, Bekr’indir, filanındır, filanındır” demesine benzemesindendir. Bu­rada sözü geçen muhacirler, Peygamber (sav)’a duyduğu sevgi ve ona yar­dımcı olmak maksadı ile onun bulunduğu yere hicret eden kimselerdir.

Katade dedi ki: Burada sözü geçen muhacirler yurtlarını, mallarını, akra­balarını, vatanlarını, Allah’a ve Rasûlüne duydukları sevgi uğruna terkeclen kimselerdir. Öyle ki, bunlardan herhangi bir kimse ayakta durabilmek için açlığından ötürü karnına taş bağlardı. Yine onlardan herhangi bir kimse ken­disini örtecek, ısıtacak başka bir şeyi bulunmadığından dolayı kışın bir çu­kur kazar, içine otururdu,

Abdurrahman b. Ebzâ ve Said b. Cübeyr dedi ki: Muhacirlerden kimisinin kölesi, hanımı, evi, üzerinde haccedip gazada bulunacağı devtsi bulun­makla birlikte yüce Allah onların fakir olduklarını belirterek zekâttan onla­ra bir pay ayırmıştır. “Yurtlarından… çıkartılıp, uzaklaştırılmış olan” buy­ruğu da kâfirler tarafından Mekke’den çıkartılan demektir. Bu da onları Mekke’den çıkmak zorunda bırakmaları anlamına gelir ki; bunlar yüz kişi idi­ler.

“Allah’ın” dünyada “lütuf” ganimet “veâhirette” Rabbierinin “rızasını is­teyen” Allah yolunda cihadda “Allah’a ve Peygamberine yardım eden fa­kir muhacirler içindir. İşte onlar” bu yapaklarında “sâdıkların ta kendi­leridir.”

Rivayet edildiğine güre Ömer b. el-Hattab (r.a), el-Câbiye’de bir hutbe irad ederek şöyle demiştir: Kur’ân’a dair soru sormak isteyen bir kimse Ubeyy b. Ka’b’a gitsin. Feraiz (İslam Miras Hukuku)’e dair soru sormak isteyen kim­se Zcyd b. Sabit’e gitsin. Fıkha dair soru sormak İHteyen Muâz b. Cebel’e git­sin. Mal isteyen kimse de bana gelsin. Şüphesiz yüce Allah beni o malın bek­çisi ve paylaştırıcısı kılmıştır. Şunu bilin ki: ben Peygamber (sav)’ın hanım­larını başa alarak onlara bu maldan veriyorum Daha sonra Mekke’den, yurdumuzdan, mallarımızdan çıkartılıp uzaklaştırılan ilk muhacirler olan ben ve benim gibi olan arkadaşlarımdan başlıyorum. [37]

  1. Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip imana sahip olanlar ise, ken­dilerine hicret edenleri severler ve bunlara verilen peylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri fa­kirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, İşte onlar umduk­larını bulanların ta kendileridir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: [38]

1- Medine’yi Yurt Edinenler ve İmana Sahip Olanlar:

“Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip imana sahip olanlar” buyruğun­da sözkonusıı edilen yurt edinen kimselerle muhacirlerin oraya göç etmesinden önce Medine’yi vatan edinmiş ensarın kastedildiği hususunda görüş ay­rılığı yoktur. “İman” lafzı “Yurt edinen1′ lafzından başka bir fiil ile nas-bedilmistîr. Çünkü bu fiil, ancak mekân hakkında kullanılır.

“Onlardan evvel” lafzındaki: “…dan” daha önce geçen: “Yurt edinen” anlamı verilen fiilin sılasıdır. Buyruk; Muhacirlerden önce ora­yı yurt edinen ve imana kesin olarak inanıp ihlâslı bir imana sahih olan kim­seler… anlamındadır. Çünkü iman, yurt edinilecek bir yer değildir, bu da yü­ce Allah’ın: “Haydi işinizi sağlam tutun, ortaklarınızı da (çağırın)” (Yunus, 10/71) buyruğunun: “Ortaklarınızı da ça­ğırın” anlamını vermesine benzer. Bu açıklamayı Ebu Ali, ez-Zemahşerî ve başkaları sözkonusu etmiştir. Böyle bir anlatım; “Ben ona alaf olarak saman ve soğuk su verdim” türünden bir anlatım olur.

Buyruğun muzafjn hazfedilmiş olması şeklinde yorumlanması da mümkün­dür. Sanki: Onlar orayı ve iman yerlerini yurt edinip yerleştiler’ denilmiş gibidir. “Yurt edinmek” fiilinin delâlet ettiği anlama göre yorumlanması da mümkündür. “Onlar o yurttan ayrılma di klan gibi imana da sıkt sıkı bağlı kaldılar ve her ikisinden de ayrı kalmadılar” denil­miş gibidir. “îmanın yurt edinilmesi” misal (deyim) olarak da kullanılmış ola­bilir. Nitfckim: “Filanoğullannın (kalplerinin) tam orta­sına yerleşti” demek de böyledir.

Bir yeri yer edinmek, orada karar kılmak, yerleşmek, demektir.

Bu buyrukla, ensarın muhacirlerden önce iman ettikleri kastedilmemek-tedir. Maksat onların Peygamber (sav)’m kendilerine hicret etmesinden ön­ce iman etmiş olduklarını anlatmaktır. [39]

2- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

Yine bu âyet-i kerimenin kendisinden önceki buyruklarla bağlantısı olma­yan bir âyet mi yoksa onlara atfedilmiş bir âyet mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir kesimin açıklamasına göre bu âyet-i kerime daha önce ge­çen yüce Allah’ın: “… fakir muhacirler içindir” (S. âyet) uyruğuna atfedil­miş olup el-Haşr Sûresi’nindeki bütün âyetler birbirine atfedîlmiştir. Ancak bunlar bu husus üzerinde dikkatle düşünüp konuyu insaf ile ele alacak olur­larsa durumun benimsedikleri kanaatten farklı olduğunu göreceklerdir. Çün­kü yüce Allah; “O kitab ehlinden kâfir olanları ilk sürgünde yurtlarından, yerlerinden çıkarandır. Siz de onların çıkacaklarını sanmamıştınız… ve (bu) fâsıkları alçaltması içindir” (el-Haşr, 59/1-5) diye buyurmakta ve bu buy-ruklanyla Nadiroğulları ile Kaynukaoğulları hakkında haber vermektedir. Da­ha sonra: “Allah’ın onlardan Rasûlüne verdiği fey’e gelince, siz onun için ne at oynattınız, nede deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere musallat eder” (d-Haşr, 59/6) buyruğunda ise fey’in, Rasûlulltıh (sav)’a ait olduğunu haber vermektedir. Çünkü onu ele geçirilmek için her­hangi bir binek sırtına binilmemiştir. Daha önce haklarında sözkonusu edi­len çarpışma ve ağaçlarının kesilmesine gelince, onlar sonunda bu işe son vermişler ve. bu husus böylece olup bitmişti. Arkasından da; “Allah’ın fethe­dilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey Allah’a, Peygambere, akra­balara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalanlara verilir” (el-Haşr, 59/7) diye buyurulmaktadır. Bu da önceki buyruklara atfedilen bir söz değildir; ay­nı şekilde: “Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip imana sahib olanlar ise…” buyruğu da ensardan övgüyle söz etmek ve onlara övgülerde bulun­mak sadedinde yeni bir söz başlangıcını teşkil etmektedir. Çünkü onlar el­de edilen o fey’i muhacirlere teslim etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Fey’, fakir olan muhacirleredir. Ensar ise onları severler. Fey’in yal­nızca onlara verilmesinden ötürü de onları kıskanmazlar. Aynı şekilde; “on­lardan sonra gelenler” (el-Haşr, 59/10) buyruğu da yeni bir ifade başlangı­cıdır, haberi de: “Derler ki: Rabbimtz bizi… mağfiret eyle” buyruğudur.

İsmail İbn İshak dedi ki: Yüce Allah’ın: “Onlardan evvel Medine’yi y” edinip…” buyruğu ile “onlardan sonra gelenler” buyruğu daha önce geçen buyruklara atfedilmiştir. Bunlar da fey’de ortaktırlar. Yani bu mal hem mu­hacirlere, hem de “onlardan evvel Medine’yi yurt edinenler”e aittir.

Malik b. Evs dedi ki: Ömer b. el-Hattab (r.a) şu: “Sadakalar (zekat) an­cak fakirlere… mahsustur” (et-Tevbe, 9/60) âyetini okuyup bu (zekat); bunlara (bu âyette sözü edilenlere)dir, dedi. Sonra: “Bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a… aittir.” (el-Enfal, 8/41) buyruğunu okuyarak: Bu da burada sözedilenlere aittir, dedi. Daha sonra: “Al­lah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey’… fakir muhacir­ler içindir.” (el-Haşr, 59/7-8) âyetleri ile; “Onlardan evvel Medine’yi yurt edi­nip imana sahib olanlar…” âyetini ve: “Onlardan sonra gelenler…” {el-Haşr, 59/10) âyetlerini okuduktan sonra dedi ki: Andolsun ki eğer yaşayacak ulursam Hinıyer dağının tepesinde bulunan çobana dahi bu maldan payı al­nı terlemeksizin ulaşacaktır, dedi.

Yine denildiğine göre o, muhacirlerle ensarı çağırıp, yüce Allah’ın ken­disine bu kabilden nasib ettiği fetihlere ne şekilde uygulama yapacağı hu­susunda danıştıktan sonra onlara dedi ki: Bu işi iyice gözden geçirin, iyiden iyiye üzerinde düşünün. Daha sonra yarın sabah yanıma gelin. O da o ge­ce düşünüp durdu. Sonunda bu âyetlerin bu gibi hususlar hakkında nazil ol­duğunu iyiden iyiye anladı. Sabah yanına geldiklerinde: Dün gece el-Haşr Sû­resi’nindeki âyetler üzerinde durdum deyip “Allah’ın fethedilen ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey… fakir muhacirler içindir.” (el-1 laşr, 59/7-8) buyruklarını okudu. Yüce Allah’ın: “îşte onlar sâdıkların ta kendileridir.” (el-Haşr, 59/8) buyruğuna ulaşınca, bu ancak burada sözedilenlere aittir/de­di. Sonra yüce Allah’ın: “Onlardan sonra gelenler derler ki: Şüphesiz ki sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin” (59/10) buyruğunu okuyup dedi ki: Ar­lık müsiüman olup da bunun kapsamına girmeyen hiçbir kimse kalmıyor, de­di. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [40]

3- Ömer’in (ra) Fethedilen Arazilere Dair Uygulaması:

Malik’in Zeyd b. Eşlem’den, onun babasından rivayetine göre Ömer şöy­le demiştir: Şayet daha sonra gelecek insanlar olmasaydı, fethedeceğim her-bir kasabayı mutlaka Rasûlullah (sav)’ın Hiiyber’i paylaştırdığı gibi paylaştı-nrdım.

Bir çok yoldan gelmiş, oldukça yaygın (müstefîz) rivayetlerde belirtildiği­ne göre Ömer, Irak sevadıni (sevad; toprak, coğrafya), Mısır’ı ve elde ettiği ga­nimetleri atiyelere (maaşlar) halkın ve çoluk çocukların azıklarına kaynaklık teşkil etsin diye savaşçılara paylaştırnıaksızın bırakmıştır. Zübeyr, Bilal ve as-habtan daha başka kimseler ise fethedilen yerlerin kendilerine paylaştırılma­sını istediler, Ömer onların bu isteklerini uygun bulmadı. Bu hususta yaptığı uygulamanın mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Onun uygulaması hu­susunda orduya katılanların gönüllerini hoş ettiği söylenmiştir. Gönül hoşlu­ğu ile herhangi bir betlel almaksızın payını m üsl umanlara bırakmak isteyen­ler azınlıkta idiler. Bunu kabul etmeyen kimselere ganimetten kendisine dü­şen payın bedelini verdi.

O toprakları mücahidlerin gönüllerini hoş ettikten sonra bıraktı, diyen kim­seler onun bu uygulamasını Peygamber (sav)’ın uygulaması gibi değerlen­dirmiştir. Çünkü Peygamber de Hayber’i paylaştırmıştı. Zira Ömer’in payla­rını satın alması ve diğerlerinin de gönül hoşluğu ile paylarını terketmeleri tıpkı orayı paylaştırması seviyesindedir.

Bir diğer görüşe göre ise o, savaşa katılanlara herhangi bir şey vermek­sizin oraları bırakmıştır. Ömer bu hususta yüce Allah’ın: ‘Yurtlarından ve mal­larından çıkartılıp, uzaklaştırılmış… fakir muhacirler içindir… Rabbimiz şüphesiz ki Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.” (el-Haşr, 59/9-10) âyet­lerinde geçtiği üzere bu hususta tevil yaparak uygulamada bulunmuşduı. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır. [41]

4- Ganimet Olarak Alınan Taşınmazın, Paylaştırılması:

İlim adamları (ganimet olarak alınan) akarın paylaştırılması hususunda fark­lı görüşlere sahiptir.

İmanı Malik der ki: İmamın (İslâm devlet başkanının) akarı mü.slümanla-nn maslahatına vakfetmesi hakkı vardır.

Ebu llanife dedi ki: İmam böyle bir yeri paylaştırmak ya da müslüman-ların maslahatına vakfetmekten birisini tercih etmekte serbesttir.

Şafiî dedi ki: İmamın müslümaniann rızasını almaksızın vakfetmesi hak­kı yoktur. Aksine o diğer mallar gibi bu akarı onlara paylaştırır. Her kim gö­nül huşluğuyla hakkından feragat: edecek olursa, o vakit imam da bunu un­lara vakıf edebilir. Gönül hoşiuğuyla hakkından vazgeçmeyen kimsenin de kendi malını alması hakkı öncelik kazanır. Ömer (r.a) ganimet alanların gö­nüllerini hoş etmeye çalışmış ve ganimetlerini onlardan salın almıştır.

Bu görüşe göre yüce Allah’ın: “Onlardan sonra gelenler…” (el-Haşr, 59/10) buyruğu kendisinden önceki buyruklar ile ilişkisiz olur ve bu durum­da onlar kendilerinden önce gelenlere dua etmeye ve onlardan övgü ile sö-zetmeye teşvik edilmiş olurlar. [42]

5- Medine Şehrinin, Üstünlüğü:

İbn Vehb dedi ki: Ben İmam Malikin Medine’nin diğer şehirlere üstün ol­duğunu sözkonusu ederek şöyle dediğini duydum: Medine “iman yurdu” ve “hicret yurdu” edinilmiştir. Diğer şehirler ise kılıçla fethedilmiştir. Sonra da yüce Allah’ın: “Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip İmana sahib olanlar ise kendilerine hicret edenleri severler” âyetini okudu. Bu hususa dair açık­lamalar ile Mescîd-i haram ve Medine mescidinde namaz kılmanın fazileti­ne dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın bir anlamı yoktur. [43]

6- Muhacirlere Verilenleri Kıskanmayan Ensar;

“Ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duy­mazlar.” Yani fey’ malından ve başka mallardan özel olarak muhacirlere ve­rilen şeyler dolayısıyla onları kıskanmazlar. Genellikle büyle açıklanmıştır. Bu açıklamaya göre hazfedilmiş iki muzafın takdiri sözkonusuciur. Mana da şöyledir: Onlara verilen şeylere bir ihtiyaç duymazlar.

İnsanın içinde gidermeye gerek duyduğu herbir şey “bir ihtiyaç’dır. Mu­hacirler ensârın evlerinde kalıyorlardı. Peygamber (.sav) Nadiroğulları mal­larını ganimet olarak alınca, ensarı çağırdı ve muhacirleri kendi evlerinde mi­safir edip mallarına ortak kılmaları dolayısıyla onlara teşekkür ettikten son­ra şöyle dedi: “Arzu ederseniz, Allah’ın ban;ı Nadiroğullarından fey’ olarak verdiği ıılah sizlerle onlar arasında paylaştırırım. Muhacirler de önceden ol­duğu gibi sizin meskenlerinizde kalmaya, mallarınızdan faydalanmaya devam ederler. Dilerseniz yalnızca onlara (bu mallan) veririm ve sizin evlerinizden ayrılırlar.”

Bunun üzerine Sa’d b. Ubade ve Sa’d b. Muâz şöyle dediler: O mah mu­hacirler arasında paylaştıralım. Bununla birlikte eskiden olduğu gibi evleri­mizde kalmaya devam etsinler. Ensar hep birlikte şöyle seslendi: Biz gönül hoşluğu’ile hakkımızı onlara veriyoruz, ey Allah’ın Rasûlü. Bunun üzerine Ra-sülullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ım ensara, ensarın çocuklarına merha­met buyur.” Rasûlullah (sav) da muhacirlere ganimetleri taksim etmekle birlikte daha önce sözünü ettiğimi2 üç kişi dışında ensardan hiç kimseye bir şey vermedi.

Yüce Allah’ın; “…Ve bunlara verilen şeylerden dolayı kalplerinde bir çekememezlik duymazlar” buyruğunun (onlara verilen malın) az olma ha­lini kastetmiş olması ihtimali de vardır. Onlar bunun yerine kendilerine ve­rilene razı olur ve onu kabul ederler, demek olur. Peygamber (sav) dünya­da kaldığı sürece bu hallerini devam ettirdiler. Peygamber (sav)’ın vefatın­dan sonra ise tabii ölçüler içerisinde dünyanın etkisi akında kaldikr. Nite­kim Peygamber (sav) da onları uyarıp şöyle demişti: “Sizler benden sonra (başkalarının size) tercih edildiğini göreceksiniz. Havz’ın kenarında benim­le karşılaşacağınız vakte kadar sabrediniz.”[44]

7- Genel Olarak Ashabın, Özel Olarak Ensarın Sıkıntılı Zamanlarda Bile Başkalarını Kendilerine Tercih Etmeleri:

“Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler” buyruğu ile ilgili olarak Tirınizî’de Ebu Hureyre’den şu riva­yet kaydedilmektedir: Bir adamın yanında geceleyin bir misafir kaldı. O şah­sın yanında ise ancak kendisine ve çocuklarına yetecek kadar yiyecek var­dı. Hanımına-. Çocukları uyut, kandili söndür ve yanında ne varsa misafirin önüne getir, dedi. Bunun üzerine şu: “Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler” buyruğu nazil oldu. (Tirmi-zî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[45] Müslim ele bu hadisi rivayet etmistir.[46]

Yine Müslim Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir adam Rasûlullah (sav)’a gelerek; Ben çok fakirim dedi. Peygamber, hanım­larından birisine haber gönderdi, o da; Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, yanımda sudan başka bir şey yok, dedi. Daha sonra bir diğerine ha­ber gönderdi, o da aynı şeyi söyledi. Nihayet hepsi de aynı cevabı verdiler: Seni hak ile gönderene yemin olsun ki yanımda sudan başka bir şey yok. Bu­nun üzerine Peygamber: “Bu adamı bu gece kim misafir edebilir? -Allah’m rahmeti de onun üzerine olsun.-” Ensardan bir adam kalkıp: Ben ey Allah’ın Rasûlü dedj. Onu alıp evine götürdü, hanımına: Yanında bir şey var mı? di­ye sordu. Kadın: Çocuklarıma yetecek kadardan Fazlası yok, dedi. Bunun üze­rine adam şöyle dedi: Sen onları herhangi bir şeyle oyala. Misafirimiz içeri girince kandili söndür ve bizim yemek yediğimizi (ma hissettir. Yemeğe otur­du mu sen de kalk ve kandili söndür. (Ebu Hureyre) dedi ki: Onlar (sofra­ya) oturdular. Misafir de yemeği yedi. Sabah olunca Peygamber (sav)’ın ya­nına gidince, Peygamber şöyle buyurdu: “Yüce Allah dün gece misafirinize yaptığınız ikramı gerçekten beğendi.”[47]

Yine Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre o şöyle demiştir: Bir adam ken­disini misafir olarak ağırlasın diye Easûlullatı (sav)’a geldi. Ancak Peygam­berin yanında ona ikram edecek hiçbir şey yoktu. “Bu adamı misafir edecek bir kimse yok mu? -Allah ona rahmet etsin.-” dedi. Ensardan Ebu Taiha di­ye anılan birisi kalktı, o adamı alıp evine götürdü… diyerek hadisi az önce­ki hadise yakın lafızlarla nakletti, ayrıca bu rivayette âyetin bunun üzerine indiğini de belirtti[48]

d-Mehdevî’nin Ebu Hureyre’den naklettiğine yöre bu Sabit b. Kays ile Sâ-bit’in kendisine misafir olduğu ve Ebu’l-Mütevekkil diye anılan ensardan bir kimse hakkında inmiştir. Ebu’l-Mütevekkil’in yanında kendisinin ve çotuk­larının yiyeceği dışında bir şey yoktu. Hanımına: Kandili söndür ve çotuk­ları uyut deyip, yanında ne varsa misafirinin önüne getirdi. en-Nehhas da bu­nu böylece zikrederek şöyle demiştir: Ebu Hureyre dedi ki: Ensardan Ebu’l-Mütevekkil diye anılan bir adama Sabit b. Kays misafir geldi. Ebu’i-Mütevek-kil’in kendisinin ve çocuklarının yiyeceği dışında bir şeyi yoktu. Hanımına kandili söndür, çocukları uyut dedi. Bunun üzerine: “Kendileri fakirlik için­de bulunsalar dahi (muhacirleri) öz nefislerine tercih ederler… İşte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir” âyeti nazil oldu.

Bu işi yapanın Ebu Talha olduğu söylenmiştir. el-Kuşeyrî, Ebu Nasr Ab-durrahim b. Abdi’l-Kerim’in naklettiğine göre İbn Ömer şöyle demiştir: Ra-sûlullah (sav)’ın ashabından birisine bir koyun başı hediye edildi. O; Karde­şim filan ve onun çocuklarının buna ihtiyacı daha çoktur, diyerek o başı on­lara gönderdi. Herbiri o başı diğerine gönderip durdu, sonunda elden ele yedi ev dolaktı ve nihayet ilk sahiplerine geri döndü. Bunun üzerine: “Kendi­leri fakirlik içinde bulunsalar dahi (başkalarım) öz nefislerine tercih eder­ler” buyruğu nazil oldu.[49] Bunu es-Salebi, Enes’den naklederek dedi ki: As-habtan birisine bir koyun başı hediye edildi. Çok fakir bir kimse idi. O ba­şı bir komşusuna gönderdi. O baş yedi evde, yedi kişiye elden ele dolaştı, sonra birincisinin eline geri döndü. Bunun üzerine “…öz nefislerine tercih ederler” âyeti indi.

İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) Nadiroğulları günü ensara dedi ki: •İs­terseniz yurtlarınıza ve mallarınıza ve yurtlarınıza hicret eden muhacirlere ma­lı paylaştırırım, siz de bu ganimette onlara ortak olursunuz, İsterseniz yurt­larınız ve mallarınız sizin olmak üzere size ganimetten hiçbir pııy vermeye­lim/’ Bunun üzerine ensar dedi ki: Hayır, bizler kardeşlerimizle yurtlarımı­zı ve mallarımızı paylaştırmaya devam edelim ve ganimeti yalnızca onlara ve­relim. Bunun üzerine “öz nefislerine tercih ederler” âyeti nazil oldu. An­cak birincisi daha sahihtir.

Buharı ve Müslim’de Enes’den gelen rivayete göre bir kimse Peygamber (sav)’a kendi arazisindeki birtakım hurma ağaçlarını tahsis ederdi. Bu Kurey-za ve Nadiroğulları diyarı fethedil inceye kadar böyle devam etti. Artık bun­dan sonra Peygamber daha önce o kimselerin verdiklerini sahiplerine geri verdi. Müslim’in lafzı böyledir[50]

ez-Zührî, Enes b. Malik’ten rivayetle dedi ki: Muhacirler Mekke’den Me­dine’ye geldiklerinde ellerinde mal namına hiçbir şey yoktu. Ensann ise ara­zi ve akarları vardı. Ensar her yıl mallarından elde ettikleri mahsûllerinin ya­rısını onlarla paylaştırdılar. Buna karşılık onlar (muhacirler) de çalışıp, (mal­larının) bakımlarını üzerlerine almışlardı. Enes b, Malik’in annesi Um Süleym diye anılırdı. Um Süieym, Ebu Talha’nın oğlu Abdullah’ın da annesi idi. Ab­dullah, Enes’in anne bir kardeşi idi. Enes’in annesi Rasûlullah (sav)’a bir hur­malığını vermiş, Rasûlullah da o hurmalığı azatlısı ve Usame b. Zeyd’in de annesi olan Um Eymen’e vermişti. İbn Şihab dedi ki: Enes b. Malik’in bana haber verdiğine göre Rasûlullah (sav) Hayberlilerle savaşı bitirip, Medi­ne’ye geri döndükten sonra muhacirler, ensara daha önceden kendilerine ver­miş oldukları meyve bağışlarını geri verdiler. (Enes) dedi ki: Rasûlullah (sav) anneme hurmalıklarını geri verdi; Um Eymen’e de o hurmaların yeri­ne kendi bahçesinden verdi. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.[51]

8- Başkalarını Kendisine Tercih Etmek Buna Dair Örnekler ve Sınırları:

îsar (başkasını kendisine tercih): Kişinin başkasını nefsine ve nefsinin dün­yevî paylarına; dinî paylan arzu ederek tercih etmesi demektir. Bu tutum ya-kînin güçlü oluşundan, sevgi sağlamlığından ve meşakkatlere karşı sabırlı ol­maktan ileri gelir. “Bu hususta onu tercih eltim” denilirken, bunu ona özellikle tahsis ettim ve tercih ettim, demektir. Buradaki îsâr (tercih et-me)nin mefulü hazfedilmişür. Yani onlar mallarında, evlerinde unları ken­dilerine tercih ederler. Ancak bunu varlıklı olmakla birlikte değil, bunlara -önceden de açıklandığı gibi- ihtiyaç duymakla birlikte yaparlar.

Muvatta’ûa. yer alan rivayette belirtildiğine göre İmam Malik’e Peygam­ber (sav)’ın zevcesi Âişe (r.anha)’dan şu rivayet ulaşmıştır: Oruçlu olduğu bir sırada bir yoksul ondan bir şeyler dilenmişti. Evinde ise yalnızca bir ekmek vardı. Bir cariyesine: O ekmeği ona ver dedi. Cariyesi: Yanında kendisiyle oruç açacağın bir şey yok, deyince yine; Sen o ekmeği ona ver dedi. (Cari­yesi) ben de denileni yaptım, dedi. Akşam olunca, daha önce bize hediye ver­memiş bir hane halkı ya da bîr kimse bize yufkaya sarılı bir koyun hediye etti. Aişe beni çağırıp, bundan ye dedi, İşte bu .senin o ekmeğinden hayır­lıdır[52]

İlim adamlarımız dedi ki: İsle bu kârlı bir maldır ve Allah nezdinde ter­temiz bir fiildir. Yüce Allah bundan dilediğini acilen verir. Bununla birlikte bu .sebeple onun için «aklanan mükâfatı da eksiltmez. Allah için bir şeyi Ler-keden bir kimse hiçbir zaman onun yokluğunu hissetmez. Âişe (r.anha) bu davranışı ile yüce Allah’ın kendilerinden ihtiyaç içinde bulunsalar dahi baş­kalarını kendilerine tercih eden kimselerden olmakla övdüğü kimseler ara­sına katılmıştır, Şüphesiz ki böyle bir iş yapan bir kimse, nefsinin cimriliğin­den korunmuş ve daha sonrası asla ziyanın süzkonusu olmayacağı bir kur­tuluşa ermiş ulur.

Rivayetteki “yufkaya sarılmış bir koyun’ ifadesinin manası şudur: Bu Arapların yahul bazılarının -ya da ileri gelenlerinin bir kısmının- yiyeceği idi. Onlar bir koyun yahut bir kuzuyu yüzdükten sonra tamamen buğday unu ha­muru ile üzerini örter ve ona sarıp sarmalarlardı. Sonra bu haliyle onu tan­dıra asarlardı. Bu şekilde yüzülmüş koyun ya da kuzunun bütün yağları, onun üzerini örten hamura sızardı. Bu onlarca makbul, hoş bir yiyecek idi.

Nesai’nin, Nâfi’den rivayet ettiğine göre; İbn Ömer hastalanmış ve aını üzüm çekmişti. Ona bir dirheme, bir salkım üzüm .satın alındı. Bir yoksul gelip bir şeyler dilendi. Bu sefer: O salkımı İm yoksula verin, dedi. Arkasından bir adam o salkjmı yine bir dirheme satın alıp onu İbn Ömer’e getirdi. Yine o yoksul gelip dilencilik etti, yine îbn Ömer: O üzümü buna verin, dedi. Bir başka adam bıı salkımı yine bir dirheme satın aldı ve sonra bunu ona geri getirdi. Dilen­ci tekrar geri dönmek istedi, ancak ona engel olundu. Eğer İbn Ömer yediği salkımın aynı salkım olduğunu bilmiş olsaydı, asla tadına bakmazdı. Çünkü Al­lah için elinden çıkardığı bir şeyi tekrar geri dönüp almazdı[53]

İbnu’i-Mübarek dedi ki; Bize Muhammed b. Mıstarrif haber verdi, dedi ki: Bize Ebu Hâzim, Abdurrahman b. Said b. Yerbû’dan anlattı. O Malik ed-Darr’dan şöyle dediğini nakletti; Ömer b. el-Hattab (r.a) dörtyüz dinar aldı, onu bir keseye koyduktan sonra hizmetkâra dedi ki; Al bunu Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’a götür. Sonra bunları nasıl kullanacağını görecek şekilde bir sü­re evde oyalanıver. Hizmetkâr o parayı alıp Ebu Ubeyde’ye götürdü ve ona şöyle dedi; Müminlerin emiri sana der ki; Sen bu parayı ihtiyaçlarına harca. Ebu Ubeyde: Allah onun bağını gözetsin, ona rahmet buyursun dedikten son­ra: Ey cariye gel, diye seslendi. Şu yedi dinarı filana, şu beş dinarı filana gö­tür diye hepsini tüketinceye kadar dağıttı. Hizmetkâr Hz. Ömer’e geri dön­dü, ona durumu bildirdiğinde benzeri bir keseyi Muaz b. Cebel için hazır­ladığını gördü. Ona: Bunu da al Muaz b. Cebel’e götür. Bunları nasıl kulla­nacağını görünceye kadar da bir süre evde oyalan dedi. Hizmetkâr o para­yı alıp, Muaz’a götürdü ve ona: Mü’minlerİn emiri sana der ki: Sen bu para­yı İhtiyaçlarına harca dedi. Muaz: Allah ona rahmet buyursun, o bizi gözet­tiği gibi Allah da onu gözetsin dedi ve: Ey cariye gel, filanın evine şu kadar, filanın evine şu kadar götür, dedi. Muaz’ın hanımı durumu görünce, peki ya biz? dedi. Allah’a yemin ederim, biz de yoksul kimseleriz, bize de ver. Ke­sede sadece İki dinar kalmıştı. Bunları da hanımına verdi. Hizmetkâr Ömer (r.a)’a dönüp, gördüklerini haber verince Ömer bu işe çok sevindi ve: Bun­lar kardeşlerdir, birbirlerindendir, dedi.

Muaviye’nin Âişe (r.anhâ)’ya gönderdiği bağışı kullanması da buna ben­zer. Muaviye’nin gönderdiği para 10.000 (dirhem) idi ve Îbnu’l-Münkedir onun yanına girmişti…[54]

Şayet: Kişinin sahip olduğu malın tamamını sadaka vermesini yasaklayan sahih haberler varid olmuştur denilecek olursa, şöyle cevab verilir: Böyle bir uygulama fakirliğe sabredeceğinden emin olunmayan ve gerekli harcamala­rını yapacağı bir şeyler bulamayıp dilenciliğe mecbur kalacağından korku­lan kimse için mekruhtur. Yüce Allah’ın başkalarım kendilerine tercih ettik­leri için övdüğü ensar ise bu durumda değillerdi. Aksine onlar yüce Allah’ın buyurduğu gibi: “Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler” (el-Bakara, 2/177) idiler. Onlar arasında îsâr (başkalarını tercih), malı elde tutmaktan daha üstün idi. Fakirliğe sabredemeyip dilenciliğe ma­ruz kalacak kimseler İçin ise malı elde tutmak, başkalarını tercih etmekten daha efdaldir.

Rivayete göre bir adam Peygamber (sav)’a yumurta kadar bir altın geti­rerek, bu sadakadır dedi. Peygamber onu o adamın üzerine atarak dedi ki: “Sizden herhangi bir kimse sahib olduğu malın tamamını getirip onu sada­ka verdikten sonra oturup insanlara el açacak hale düşmesin.’7 diye buyur­du.[55] Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [56]

9- îsâr (Başkasını Tercih)in Mertebeleri:

Can ile tercih, mal ile -sonunda o da canın yongası olsa dahi- tercihin üs­tündedir, Çokça kullanılan darb-ı mesel mesabesindeki ifadelerden birisi de şudur:

“Cömertçe canını feda etmek cömertliğin en ileri derecesidir.”

Sevginin tarifi hususunda sufilerin güzel ibarelerinden birisi de; “sevginin (muhabbetin) işar demek olduğu”dur. Nitekim Aziz’in karısı ileri derecede Yusuf’u sevince, onu kendisine tercih ederek: Ondan murad almak isteyen bendim, demişti.

Canı feda etmenin en üstün mertebesi de Rasûlullalı (sav)’ı korumak ama­cı ile yapılan fedakârlıktır. Sahih’te belirtildiğine göre Ebu Talha, Uhud gü­nünde Peygamber (sav)’a vücudunu kalkan etmişti. Peygamber (sav) İse in­sanları görmek üzere başını uzatıyor, Ebu Talha ona: Başını uzatma ey Al­lah’ın Ra.sûSü, sana isabet ettirmesinler. Benim göğsüm senin göğsün önün­dedir, diyordu[57] Rasûlullah (sav)’ı eli ile (gelen darbeye karşı) korumuş, bun­dan ötürü de çolak kalmıştı.

Huzeyfe el-Adevî dedi ki: Yermûk günü beraberinde az bir miktar su ol­duğu halde bir amcam oğlunu aramaya koyuldum. Bu arada kendi kendime: Eğer henüz canı çıkmamış ise ona bu sudan içiririni, diyordum. Ansızın onu görüverdim, ona: Su ister misin!1 dedim, başıyla: Evet diye işaret etti. Tam bu sırada bir kişi; ah ah diye inliyordu. Amcam oğlu bana: Ona git, diye işaret etli. Meğer o kişi Hişam b. el-As imiş, ona: Sana hu vereyim mi? dedim, evet diye işaret etti. Bir başkasının “ah ah” demekte olduğunu işitince, Hişam onun yanına git, diye işaret elti. Onun yanına vardığında ölmüş olduğunu gördüm. Tekrar Hişam’a geri döndüğümde o da Ölmüştü. Amcamın oğlunun yanına döndüm, o da ölmüştü.

Ebu Yezid el-Bistami dedi ki: Belhli bir delikanlının beni yenik düşürdü­ğü gibi hiç kimse yenik düşürmemiştir. O haccetmek üzere giderken bize uğ­radı. Bana: Ey Ebu Yezid dedi, size göre zühdün tanımı nedir? Ben: Bulur­sak yeriz, bulamazsak sabrederiz dedim. O: Bizde Belh köpekleri de böyle yapar, dedi. Ben: Peki ya size göre zühdün tanımı nedir? diye sordum. O: Bu­lamazsak şükrederiz, bulursak başkalarını kendimize tercilı ederiz, dedi.

Ziinnun el-Misrî’ye: Kalbi açık zahidin tanımı nedir? diye soruldu. O üç özelliktir dedi: Toplanmış olanı dağıtmak, ekle bulunmayanı istemeye son vermek ve gıdaya ihtiyacı varken başkasını tercilı etmek.

Ebu’l-Hasen el’-Antakî’den nakledildiğine göre; yanında Rey kasabaların­dan birisinde otuz küsur kişi bir araya geldi. Beraberlerinde hepsini doyur­mayacak kadar birkaç tane ekmek vardı. Bütün ekmekleri kırdılar, kandili sön­dürüp yemeğe oturdular. Yemek kaldırıldığında olduğu gibi duruyordu, kimse ondan bir şey yememiş, herkes arkadaşını kendisine tercih etmişti. [58]

10- Fakirlik İçinde Olmak:

Yüce Allah’ın: “Kendileri fakirlik içinde bulunsalar dahi” buyruğunda yer alan (ve “fakirlik” diye manası verilen): Kişinin durumunu bo­zan, sarsan ihtiyaç içinde olmak hali” elemektir. Bunun aslı bir hususa tek ba­şımı sahip olmak ya da elinde bulundurmak demek olan “ihtisas”dan gelmek­tedir. O halde bu lafız, münferiden muhtaç olmak demektir. Yani onlar fa­kirlik ve ihtiyaç içerisinde bulunsalar dahi… demek olur. Şairin şu heyitin-de de bu anlamda kullanılmıştır:

“Bahara gelince eğer ihtiyaç ve fakirlik varsa, Onunla hasta olan da yaşar, eli dar olan da zenginleşir.” [59]

11- Cimriliğin Mahiyeti ve Ondan Korunmanın Güzel Sonucu:

“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarını bulan­ların ta kendileridir” buyruğunda geçen; ile aynı şeylerdir (cimrilik demektir.) Mesela: “Cimriliği apaçık, ol­dukça cimri adam” denilir. Amr b. Küisüm da şöyle demiştir:

“Sen tahammülsüz, cimri ve malına tutkun kimsenin önüne (Şarab) getirildiği vakit, oldukça alçalmış olduğunu görürsün.”

Bazı dilciler (âyette geçen): ‘dan daha ileri derecedeki bir cimriliği ifade ettiği kanaatindedir. es-Sihah’m şöyle denilmektedir: “Hırs ile birlikte cimrilik” demektir, Bu fiil: “Sen cimrilik ettin, edersin” şeklinde kullanıldığı gibi; şeklinde de kullanılır. “Cimri adam” demek olup, çoğulu; “Cimri kimse­ler” diye gelir.

Âyet-i kerimeden kasıt, zekat ve farz olmayan akrabalık bağlarını gözet­mek, misafirlik ve buna benzer hususlarda cimrilik göstermektir. Bu gibi yer­lere gerekli infakı yapmakla birlikte kendisine karşı eli .sıkı davranan bir kim­se ne şahıh, ne de bahî! (cimri)dir. Kendisine bol harcamalarda bulunmak­la birlikte sözünü ettiğimiz zekât ve itaat alanlarında gereği gibi infakta bu­lunmayan bir kimse ise, nefsinin cimriliğinden korunmamış olur.

e!-Esved’in İbn Mesud’dan rivayet ettiğine göre bir adam ona gelip şöy­le demiş: Ben helak olmuş olmaktan korkarım. İbn Mesııd: Neden? diye sor­du. O da şöyle dedi: Yüce Allah’ın: “Kim nefsinin cimriliğinden korunur­sa, işte onlar umduklarını bulanların ta kendileridir” diye buyurmaktadır. Ben ise oldukça cimri birisiyim. Hemen hemen elimden hiçbir şey çıkmıyor. Bunun üzerine İbn Mesud şöyle dedi: Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah’ın sözü­nü ettiği cimrilik bu değildir. Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de sözünü ettiği cimrilik senin haksızlık ederek kardeşinin malını yemendir. Senin halin ise buhl (eli sıkılık)tır. Bununla birlikte eli sıkılık çok kötü bir şeydir.

Bu açıklamalarıyla Abdullah b. Mesud (r.a) şuhh İle buhl arasında fark gö­zetmiş olmaktadır.

Tâvûs dedi ki: Bahillik insanın elinde bulunandan cimrilik etmesidir. Şuhh ise insanın başkasının elinde bulunanlara göz dikmesi, ister helal, is­ter haram olsun ellerinde bulunanın kendisinin de olmasını sevmesi ve bir türlü doymama sidir.

İbn Cübeyr dedi ki: Cimrilik, zekatı vermemek ve haram mal biriktirmek­tir. İbn Lîyeyne ise şuhh (mealde; cimrilik) zulüm demektir. Ley.s: Farzları terkedip, haramları işlemektir. İbn Abbas: Kim nevasına uyar, imam kabul et­mezse işte o sahih (cimri)dir, demiştir. İbn Zeyd: Her kim bir şeyi Allah’ın nehyettiği bir başka şey için almazsa ve yine cimriliği Allah’ın kendisine em­rettiği herhangi bir şeyden alıkoyup engellemeye çağırmazsa o kimseyi Al­lah öz nefsinin cimriliğinden korumuş olur.

Enet. dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Zekâlı veren, misafire ikram eden ve musibet halterinde bir şeyler veren bir kimse cimrilikten uzak­tır.”[60] Yine ondan gelen rivayete göre Peygamlîer (sav) şu duayı yapardı: Al­lah’ım, nefsimin cimriliğinden, israfımdan ve vesveselerinden sana sığınırım.[61] Ebu’l-Heyyac el-Esedî dedi ki: Bir adamı tavaf esnasında: Allah’ım, beni nefsimin cimriliğinden koru diye dua edip, buna başka hiçbir şey ek­lemediğini gürdüm. Ben ona: Niye böyle yaptığını sordum, şu cevabı verdi: Eğer nefsimin cimriliğinden korunacak olursam, hırsızlık ta yapmam, zina da etmem, kötü hiç bir iş yapmam. Bir de ne göreyim o kişi Abdurrahman b. Avf imiş[62]

Derim ki: Peygamber (sav)’ın şu buyruğu da buna delildir; “Zulümden sa­kınınız, çünkü zulüm kıyamet gününde zuiumât (karanhklar)dır. Cimrilikten de sakınınız, çünkü cimrilik sizden öncekileri helak etti. Onları birbirlerinin kanlarını dökmeye kadar götürdü, kendilerine haram kılınan başkalarına ait hakları heial bellemek noktasına kadar ulaştırdı.”[63]

Biz bu hususu Al-i İmıan Sûresi’nin sonlarında (3/180. âyet, 4. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz.

Kisrâ arkadaşlarına: Âdemoğluna en zararlı şey nedir? diye sormuş, onlar: Fakirlik demişler. Kisra: Cimrilik, fakirlikten zararlıdır. Çünkü fakir bir şey­ler buldu mu karnı doyar, fakat ciınri bir kimse bulacak olsa dahi ebediyen doymaz, demiş. [64]

  1. Onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden ön­ce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle! Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphesiz ki Sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [65]

1- Ashabdan Sonra Gelenlerin Kendilerinden Öncekilerine Karşı Tutumları:

“Onlardan sonra gelenler” buyruğu ile kastedilenler, tabiîn ve kıyamet gününe kadar İslâm’a girecek olanlardır.

İbn Ebi Leylâ dedi ki: İnsanlar üç ayrı mertebededir: Muhacirler, Medine’yi yurt edinip imana sahip olanlar ve onlardan sonra gelenler. Sen bu merte­belerden dışarıda kalmamaya gayret göster.

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Güneş ol, gücün yetmezse ay ol, gücün yetmezse ışık saçan bir yıldız oi, yine gücün yetmezse küçük bir yıldız ol ve nur cihetinden asla ayrılma! Bunun anlamı şudur: Sen muhaciri ol. Şayet bu­na imkân bulamıyorum dersen, ensarî ol. Eğer buna imkânın olmazsa, on­ların amellerine benzer işler yap! Eğer gücün yetmezse unları sev ve Allah’ın sana emrettiği şekilde onlar için mağfiret dile!

Mus’ab b. Sa’d şöyle demiştir: İnsanlar üç konumdadır. Bunların ikisi ge­çip gitti, geriye birisi kaldı. Sizin erişebileceğiniz en güzel konum, geriye ka­lan bu konumda yer edinebilmektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali babasından, o dedesi Ali b. el-Hüseyn (r.a)’dan rivayete göre dedesine bir adam gelerek ona: Ey Rasûlullah (sav)’ın kızının oğlu! Osman hakkında ne dersin:’ diye sormuş. Hüseyn (r.a) dedi ki: Ey kar­deşim, sen yüce Allah’ın haklarında: “Fakir muhacirler içindir” dediği kimselerden misin? Adam; Hayır deyince bu sefer, Allah’a yemin ederim eğer sen bu âyetin sözünü ettiği kimselerden değilsen, o halde Allah’ın hakların­da: “Onlardan evvel Medine’yi yurt edinip imana sahib olanlar…” diye bu­yurduğu kimselerden olmalısın. Adam yine: Hayır deyince, bu sefer şöyle de­di: Allah’a yemin ederim eğer sen üçüncü âyetin sözünü ettiği kimselerden de değilsen andolsunki İslâm’ın dışına çıkmış olursun. O da yüce Allah’ın: “Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz bizi ve bizden önce iman et­miş kardeşlerimizi mağfiret eyle…” âyetidir.

Denildiğine göre Muhammed b. Ali b. el-Hüseyn (r.a) babasından şunu rivayet eder: Iraklılardan bir kesim Ali b. el-Hüseyn’e gelerek, Ebu Bekir ve Ömer’e sonra da Osman’a dil uzattılar, çokça sövüp saydjlar. Onlara söyle dedi: Sizler ilk muhacir)erden misiniz? Onlar: Hayır dediler. Bu sefer: Peki daha önceden imana sahib olup Medine’yi yurt edinmiş olan kimselerden mi­siniz? Yine: Hayır dediler. Bu sefer onlara şöyle dedi: Sizler bu iki fırkadan uzak olduğunuzu, onlardan olmadığınızı belirttiniz. Ben de tanıklık ederim ki sizler yüce Allah’ın haklarında: “Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle. Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz, şüphe­siz kî Sen çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.” dediği kimselerden de­ğilsiniz. Haydi kalkınız, Allah size kıyıkınızı versin… Bunu en-Nehhâs zikret­miştir. [66]

2- Ashabı Sevmenin Gereği:

Bu âyet-i kerime ashabı sevmenin vücûbuna delildir. Çünkü onlardan son­ra gelen kimselere onları sevmeye, onları dost bilmeye ve onlar için mağfi­ret dilemeye devam etmeleri şartı ile fey’den pay ayrılmıştır. Onlara ya da on­lardan birisine dil uzatan yahut o kimse hakkında kötü şeyler itikad eden bir kişinin fey’de hiçbir hakkı yoktur. Bu görüş, Malik’len ve başkasından da ri­vayet edilmiştir. Malik: Muhammed (sav)’ın ashabından herhangi bir kimse­ye buğzeden veya kalbinde onlara karşı bir kin besleyen bir kişinin müslü-manların fey’inde herhangi bir hakkı yoktur; dedikten sonra yüce Allah’ın-, “Onlardan sonra gelenler…” âyetini okumuştur. [67]

3- Taşınır ve Taşınmaz Ganimet Mallarında Yapılması Gereken Doğru Uygulama:

Bu âyet-i kerime itim adamlarının bu husustaki görüşleri arasından sahih olanın, taşınır ganimet mallarının paylaştırılması, akarın ve arazilerin ise bü­tün inüslümanian kapsayacak şekilde paylaştırılmaksızın bırakılması olduğu­na delil teşkil etmektedir. Nitekim Ömer (r.a) da böyle yapmıştır. Şu kadar var ki, veliyyu’1-emr ietihad edip bir uygulamada bulunacak olursa, insanla­rın bu hususta görüş ayrılığı da olursa, o kendi kanaatine uygun uygulama­ya bakar. Bu âyet-i kerime de bunu hükme bağlamaktadır. Çünkü yüce Al­lah fey’e dair haber verip onun üç kesime ait olduğunu belirtmiştir. Bunlar muhacirler ve ensardır. Bunların da kim oldukları bilinmektedir. Diğerleri: “Onlardan sonra gelenler derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret eyle” diyen kimselerdir. İşte bu, bütün tabi­în vq Kıyamet gününe kadar onlardan sonra gelecekler hakkında umumidir.

Sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sav) kabristana gitmiş ve şöy­le demiş: Ey müminler topluluğunun diyarı(nda sakin olanlar)! es-Selamu aleyküm, Şüphesiz bizler de inşaallah size kavuşacağız. Bununla birlikte keşke kardeşlerimizi görsen dîye, arzu ederdim.” Ey Allah’ın Rasûlü biz senin kar­deşlerin değil miyiz? deyince, şöyle buyurdu: “Hayır, siz benim ashabımsı-nız. Kardeşlerimiz ise henüz daha (dünyaya) gelmemiş olanlardır ve ben Hav-zın kenarına onlardan önce ulaşmış olacağım.”[68]

Böylelikle Peygamber (sav) onlardan sonra gelecek olan herkesin onla­rın kardeşleri olduğunu beyan etmektedir. Yoksa es-Süddî ve el-Kelbî’nin de­dikleri gibi bunlar, bundan sonra hicret eden kimseler değildir. Yine el-Ha-sen’den: “Onlardan sonra gelenler” buyruğu hicretin sona ermesinden sonra Medine’ye Peygamber (sav)’ın yanına gitmek maksadı ile yerlerinden ayrılanlardır, dediği de rivayet edilmiştir. [69]

4- Müslüman Ümmetin Kendisinden Önce Geçmiş Olan Mü’minlere Karşı Tutumu:

Yüce Allah’ın: “Derler* buyruğu hal konumunda, nasb durumun­dadır. Diyenler olarak…” demektir.

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi mağfiret ey­le” buyruğu ile ilgili iki türlü açıklama sözkonudur. Birincisine göre onlar bu ümmetten daha önce geçmiş olan Kitap ehlinden iman edenlere mağfiret di­lemekle emroJunmuslardır. Âişe (r.anhâ) dedi ki: Onlara, o kimselere mağ­firet dilemeleri emrolunduğu halde onlar kalkıp onlara dil uzattılar, sövdü­ler.

İkinci açıklamaya göre; Muhacir ve ensara da önden geçenlere mağfiret dilemeleri emri verilmiştir. İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bu hususta fitne­ye düşeceklerini bildiği halde Muhammed (sav)’ın ashabına mağfiret isten­mesini emir buyurmuştur. Âişe (r.anhâ) dedi ki: Sizler Muhammed’in asha­bına mağfiret dilemekle emrolunduğunuz halde onlara dil uzattınız. Bense Peygamberinizi şöyle buyururken dinlemişimdir: “Bu ümmetin sonradan gelenleri, önceden gelenlerine tanet okumadıkça bu ümmet yok olmayacak­tır.”[70]

İbn Ömer dedi ki: Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Asha­bıma şovenleri görecek olursanız, siz de Allah sizden ve onlardan en şerli­lerinize lanet etsin, deyiniz.”[71]

el-Avvâm b. Havşeb dedi ki: Ben bu ümmetin ilklerine yetiştim. Onlar, Ra­sûlullah (sav)’ın ashabının güzel yanlarım sözkonusu edin ki, kalpler onlara ısınsın: Aralarındaki anlaşmazlıkları sözkonıusu etmeyin, o vakit insanla­rın onlara karşı cüretkârlıklarını artırırsınız, diyorlardı.

eş-Şa’bî dedi ki: Yahudilerle hristiyanlar bir hasletleriyle Rafızîlerden da­ha faziletlidirler. Yahudilere sizin dininize mensup olanların en hayırlıları kim­lerdir? diye soruldu. Onlar: Musa’nın ashabıdır demişlerdir. Hristiyanlara da: Dininize mensup olanların en hayırlıları kimlerdir? diye sorulduğunda, onlar da; İsa’nın ashabıdır, demişlerdir. Fakat Râfızîlere dininizin mensupla­rının en kötüleri kimlerdir, diye sorulduğunda, oniar da; Muhammed’in as­habıdır diye cevab vermişlerdir. Halbuki onlara mağfiret dilemeleri emrolun-duğu halde onlara sövdüler. O bakımdan kıyamet gününe kadar onlara karşı kılıç çekilmelidir. Onların hiçbir sancakları ayakta durmamalı. Ayakla­rı yerde sağlam basmamalı, sözbirlikleri olmamalıdır. Savaş için bir ateşi yak­tıkları her seferinde Allah onların kanlarını dökmek ve delillerini çürütmek suretiyle söndürmüştür, Allah bizi de, sizleri de saptırıcı nevalardan muha­faza buyursun,

“Kalplerimizde iman edenlere karşı, hiçbir kin” ve kıskançlık “bırak­ma! Şüphesiz ki Sen, çok esirgeyicisin, çok merhametlisin.” [72]

  1. Görmedin mi o münafıklık edenleri? Onlar kltab ehlinden kâ­fir olan kardeşlerine derler ki: “Eğer siz çıkartUrılırsanız, andol-sun biz de sizinle çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye ebe-diyyen itaat etmeyiz; eğer sizinle savaşüırsa. muhakkak size yar­dım ederiz.” Halbuki Allah da şahitlik eder kî; muhakkak onlar hiç şüphesiz yalancıdırlar.

Yahudiler, münafıklann herhangi bir din ve kitaba inanmadıklarını bilmek­le birlikle, kendilerine verdikleri yardımcı olmak sözüne aldanmıs olmaları­nın hayret edilecek bir husus olduğu ifade edilmektedir, bu münafıklar arasında Abdullah b. Ubeyy b. Selûl, Abdullah b. Nebtel ve Rifâa b. Zeyd de vardı. Râfia b. Tabut ile Evs b. Kayzî’nin de bunlar arasında olduğu söylenmistir. Dunlar hepsi ensardan olmakla birlikte münafıklık etmişler ve Kuray-za ve Nadiroğulları yahudilerine; “Eğer sizçıkartılmanız, andolsun bizde sizinle çıkarız” demişlerdi. Bu sözlerin Nadiroğuüarının Kurayzalıiara söy­lediği sözlerden olduğu da söylenmiştir.

“Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye ebediyyen itaat etmeyiz” sözleriyle Muhammesi (sav)’ı kastetmektedirler. Sizinle savaşmak hususunda ona ita­at etmeyeceğiz, demektir. Bu buyruk, gaybın bilinmesi açısından Muhammed (sav)’ın nübüvvetinin gerçekliğinin bir delilidir. Çünkü Nadiroğulları yurtla­rından çıkartıldığı halde münafıklar çıkmadılar, onlarla savaşıldığı halde münafıklar onlara yardımcı olmadılar. Nitekim yüce Allah: “Allah da şahit­lik eder ki muhakkak onlar” söz ve davranışlarında “hiç şüphesiz yalan­cıdırlar” diye buyurmaktadır. [73]

  1. Eğer onlar çıkartünhrlarsa, andolsun ki, onlarla birlikte çıkmaz­lar. Eğer onlarla savaşüırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile muhakkak gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.

“Eğer onlar çıkarttırıhrlarsa, andolsun ki, onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlarla savaş ılırsa, şüphesiz onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile muhakkak” bozguna uğrayanlar olarak “gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine yardım olunmaz.”

Bir açıklamaya göre: “Onlara yardım etmezler” isteyerek onlara yardım­cı olmazlar. “Onlara™ istemeyerek “yardım etseler bile, muhakkak gerisin geri dönerler.”

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; “Onlara yardım etmezler.” Onla­ra sürekli yardımcı olmazlar, demektir. Bu, her iki ifadede kullanılan zamir­lerin aynı olmaları halinde böyledir. Bu iki zamirin farklı oldukları da söy­lenmiştir. Yani andolsun yahudiler çıkartılacak olurlarsa, münafıklar onlar­la birlikte çıkmazlar ve eğer onlarla savaşılacak olursa, onlara yardımcı ol­mazlar. “Onlara yardım etseler bile” yani yahudiler münafıklara yardımcı oi-salar dahi “muhakkak gerisin geriye dönerler.”

Bir başka açıklama da şöyledir: “Eğer onlar çıkarttırtlırlarsa, andolsun ki onlarla birlikte çıkmazlar.” Yani Allah onların -yahudiler çıkarttırılacak olursa- onlarla birlikte çıkmayacaklarını bilmiştir, “Eğer onlarla savaşılır s a, şüphesiz onlara yardım etmezler.” Onların böyle davranacaklarını Allah bil­miştir, demektir.

üarfcı sonra şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak gerisin geriye dönerler.” Bu buyruğu ile de olmayacak bir şey eğer olacak olsaydı, ne şekilde olaca­ğını haber vermektedir. Bu da yüce Allah’ın-. “Eğer geri döndürülürlerse, yi­ne kendilerine yasaklanan şeylere geri döreer£er,”(el-En’âm, 6/28) buyruğu­nu andırmaktadır.

“Onlarayardım etseler bile” buyruğunun, eğer Biz onlara yardım etme­lerini dileseydik, bu işi onlara süslü gösterirdik. O zaman da; “muhakkak ge­risin geriye dönerler” di; anlamında olduğu da söylenmiştir. [74]

  1. Gerçekten sizin korkunuz, kalplerinde Allah korkusundan çok yer etmiştir. Bu, onların iyi anlamayanlar topluluğu olmaların­dandır.

“Gerçekten sizin korkunuz” ey müstümanlar “kalplerinde* yani Nadî-roğullarının kalplerinde bir görüşe göre de münafıkların kalplerinde “Allah korkusundan çok yer etmiştir.11

Zamirin her iki kesime raci olması da mümkündür. Yani onlar sizden Rab-lerinden korktuklarından daha fazla korkarlar. “Bu onların İyi anlamayan­lar topluluğu olmalarındandır.” Yani Allah’ın azamet ve kudretini biteme-y işle irindendir. [75]

  1. Onlar sizinle topluca, ancak surlarla çevrilmiş kasabalarda ya­hut duvarlar arkasından savaşırlar. Kendi aralarında savaşları şiddetlidir. Sen onları bir arada sanırsın ama kalpleri darmada­ğınıktır. Bu onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olma­larındandır.

“Onlar” yahudiler “sizinle topluca ancak surlarla çevrilmiş” kendileri­ni size karşı koruyacaklarını sandıkları etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş “ka­sabalarda yahut” korkaklıkları ve sizden korkmaları sebebiyle arkalarında gizlenecekleri “duvarlar arkasından savaşırlar.”

“Duvarlar” lafzı genel ularak çoğul okunmuştur. Ebu Ubeyde ve Ebu Hâtim’in tercihi budur. Çünkü bu, yüce Allah’ın: “Surlarla çevrilmiş ka­sabalarda” buyruğuna benzemektedir ve bu üu çoğuldur.

İbn Abbas, Mücahid, İbn Kesîr, İbn Muhaysın ve Ebû Amr ise tekil ola­rak: “Duvar” diye okumuşlardır. Çünkü tekil de çuğulun anlamını ifa­de eder. Bazı Mekkeli kıraat âlimlerinin “cim” harfini üstün, “dal” harfini de sakin olarak: diye okudukları da rivayet edilmiştir ki, bu da “duvar” lafzının tekil söyleniş şekillerinden birisidir. Bu okuyuşun, onlar hurmalık­larının ve ağaçlarının arkasından (sizinle savaşırlar) anlamında olması da mümkündür. Çünkü baharın başlangıcında hurma ağaçlarının meyveleri to­murcuklanmaya başlandığında: “Hurma tomurcuk verdi” denilir. ise bir çeşit bitki olup, bunun da tekili dir.

Bu lafız “cim” harfi ötreli, “dal” harfi de sakin olarak: “Duvarlar” diye de okunmuştur ki; bu şekli tekil olan; çoğuludur. Bununla bir­likte tekİlindeki elifin: “Kitab” lafzının elifine, çoğulundaki elifin ise: Zarifler” lafzının elifine benzemesi de mümkündür. Bunun benzeri bir lafız kullanımı da: “Hecin bir dişi deve” ile: “Hecin dişi develer” lafzıdır. Çünkü tesniye olarak: “İki hecin deve” deni­lir. Buna göre tekil ile çoğul lafzı lafız itibariyle birbirine benzemekle birlik­te, anlam itibariyle farklılık göstermektedir. Bu açıklamayı İbn Cinnî yapmış­tır.

“Kendi aralarında savaşları” yani birbirlerine düşmanlıkları “şiddetlidir.” Mücahid dedi ki: “Kendi aralarında” sözlü ve “andolsun böyle yapaca­ğız” diye tehdit savurmak şeklindeki “savaşları şiddetlidir.”

es-Süddi de şöyle demiştir: Maksat onların kalplerinin ayrılıklarıdır. Öy­le ki onlar hiçbir iş üzerinde görüş birliğine varmazlar.

“Kendi aralarında savaşları şiddetlidir” buyruğunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onlar bir düşman ile karşılaşmayacak olurlarsa, kendi aralannda kendilerinin oldukça güçlü ve çetin kuvvet sahibi olduklarını söyler­ler. Ancak düşman iie karşılaştıklarında yenilirler, bozguna uğrarlar.

“Sen onları” Mücahid’e göre yahudilerle münafıkları, yine ondan gelen bir rivayete göre sadece münafıkları, es-Sevrî’ye göre müşriklerle kitab eh­lini “bir arada sanırsın ama kalpleri darmadağınıktır.”

Katade de şöyle açıklamıştır; “Sen onları bir arada sanırsın.” Bir iş ve bir görüş etrafında toplu olduklarını zannedersin. “Ama kalpleri darmadağınık­tır” ayrılık içerisindedir. Çünkü batıl ehlinin görüşleri farklı farklıdır. Şahit-Ükleri de farklıdır, hevâları (yani din ve rnezheb görüşleri) ayrı ayrıdır. Bu­nunla birlikte hak ehline düşmanlıkta birleşirler, bir aradadırlar.

Yine Mücahid’den şöyle açıkladığı rivayet edilmiştir: Yüce Allah münafık­ların dininin yahudilerin dinlerinden farklı olduğunu kastetmiştir. Bu buyruk, müslümanlann onlara karşı manevi güçlerini pekiştirmek içindir. Şair de şöy­le demiştir:

“Birliği bozan bir niyetin şikâyetini Allah’a arzederim.

(Çünkü) bugün bu niyet darmadağınıktır; halbuki dün bir arada idi.”

İbn Mesud’un kıraatinde; “Onların kalpleri daha ileri derecede darmada­ğınıktır” şeklindedir. Onların ayrılıkları, ihtilâfları daha çetindir anlamında­dır.

“Bu onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.”

Onların bu şekildeki darmadağınıkhkları ve kâfirlikleri kendisiyle Allah’ın emirlerini kavrayacakları akıllarının olmayışındandır. [76]

  1. Bunların halleri kendilerinden az öncekilerinki gibidir. Onlar yaptıklarının vebalini tatmışlardır. Onlar için çok acıklı bir azab da vardır.

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bu buyrukla Kaynukaoğullarını kastetmek­tedir. Allah müminleri Nadiroğullarından önce onlara karşı muzaffer kılmış­tı.

Katade de; bununla Nadiroğullarını kastetmektedir, der. Allah Kuray-zaoğullarından önce müminleri onlara karşı muzaffer kıldı. Mücahidin gö­rüşüne göre de maksat Bedir günü bozguna uğrayan Kureyş kâfirleridir. Buy­ruğun Nadiroğullarından önce Nuh (a.s)’dan itibaren Muhammed (sav)’a ka­dar yüce Allah’ın küfürleri sebebiyle kendilerinden intikam almış olduğu her­kes hakkında genel olduğu da söylenmiştir.

“Vebalini” küfürlerinin cezasını “tatmışlardır” anlamındadır.

Sözü edilenlerin Kurayzaoğullan olduğunu söyleyenler “yaptıklarının ve­balini” buyruğunu, Sa’d b. Muâz’ın verdiği hükmü kabul ederek savaşı bı­rakanlar hakkında yorumlar. Sa’d b. Muâz Kurayzaoğulları hakkında savaş­çıların öldürülmesi ve kadın ve çocukların esir edilmesi şeklinde hüküm ver­mişti. Bu ed-Dahhak’ın görüşüdür. Kastedilenlerin Nadiroğulları olduğunu söyleyenler ise “yaptıklarınım vebalini” sürgüne gönderilmeleri ve yurtla­rından uzaklaştırılmaları diye açıklar. Nadiroğullarının sürgüne gönderil-meleriyle Kurayzaoğullan hakkında hükmün uygulanması arasında iki yıllık bir zaman geçmiştir. Bedir gazvesi ise Nadiroğulları gazvesinden altı ay ön­ce olmuştur. Bundan dolayı yüce Allah “az öncekiler inki” diye buyurmuş­tur. Bazıları da Nadiroğulları gazvesinin Uhud’dan sonra olduğunu söylemiş­tir,

“Onlar için” ahirette “çok acıklı bir azab da vardır.” [77]

  1. Onların durumu şeytanın insana: “Kâfir ol” dediği zamanki durumu gibidir. Kâfir olunca: “Muhakkak ki ben senden urağan, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der.
  2. Sonra ikisinin de akıbetleri orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır. Zulmedenlerin cezası işte budur.

“Onların durumu şeytanın İnsana: ‘Kâfir ol’ dediği zamanki durumu gi­bidir” buyruğu yüce Allah’ın münafık ve yahudilere yardım sözünde durma­yıp, onlara verdikleri yardımcı olmak vaadini yerine getirmeyişlerine bir ör­nektir. Atıf harfi hazfedilerek “ve onların durumu… şeytanın… durumu gi-bidlr” demeyişi atıf harfinin hazfedilmesinin çokça görülen bir şey oluşun­dan dolayıdır. Nitekim (aradaki atıf harflerini hazfederek): “sen akıllısın, sen kerimsin, sen âlimsin” demek de böyledir. [78]

Âyette Kimin Kastedildiğine Dair Rivayet

Peygamber (sav)’dan rivayet edildiğine göre şeytanın kendisine: “Kâfir ol!” dediği insan yanında saraya tutulan bir kadına dua etmek üzere bırakılmış rahib bir kimse idi. Şeytan ona teşvikte bulunarak o kadın ile ilişki kurdu, kadın da hamile kaldı. Daha sonra rezil ulmak korkusu ile o kadını öldür­dü. Şeytan o kadının yakınlarına bulunduğu yeri gösterdi. Manastırına gele­rek rahibeden manastırından inmesini istediler. Şeytan ona, kendisine sec­de edecek olursa, onu ellerinden kurtaracağı vaadinde bulundu. Rahib ona secde edince ondan uzak olduğunu belirterek rahibi kadının yakınlanyla baş-başa bıraktı. Bunu Kadı İsmail ile Ali b. el-Medinı, Süfyan b. Uyeyne’den di­ye rivayet etmişlerdir. Süfyan, Amr b. Dinar’dan o Urve b. Âmir’den, o Ubeyd b. Rifâa ez-Zürakî’den, o da Peygamber (sav)’dan diye rivayet etmiş­lerdir. Bu rahibe dair haberi İbn Abbas ve Vehb b. Münebbih uzunca zikret­mişlerdir. Her ikisinin lafızları arasında farklılık vardır. [79]

İbn Abbas’ın Bu Husustaki Rivayeti

İbn Abbas yüce Allah’ın: “…şeytanın… durumu gibidir” buyruğu hakkın­da dedi ki: Fetret döneminde Bersisa diye anılan manastırında yetmiş yıl bo­yunca ibadet etmiş ve bu zaman zarfında bir göz açıp kırpacak kadar bir sü­re dahi Allah’a isyan etmemiş bir rahib vardı. Bu rahib İblisi gerçekten bit­kin düşürmüştü. İblis şeytanların azgınlarını toplayarak dedi ki: Aranızdan benim yerime Bersîsa’nın hakkından gelecek bir kirnse yok mu!’ Ebyad adındaki ve peygamberler ile uğraşmakla görevli olan şeytan -ki aynı zaman­da vahiy veriyormuş gibi ona vesvese vermek maksadıyla Peygamber (sav) efendimize Cebrail suretinde görünen budur, bunun üzerine Cebrail gelmiş, ikisinin arasına girdikten sonra eliyle bu Ebyad’ı itmiş ve Hind’in en uzak ye­rine düşmüştür, İşte yüce Allah’ın: “Büyük bir güç sahibidir, Arş’ın sahibi­nin nezdinde yüksek bir mevkii vardır” (et-Tekvîr, 81/20) buyruğu bunu an­latmaktadır.- dedi ki: Senin adına onun hakkından ben gelirim. Bunun üze­rine Ebyad rahiblerin kılığına büründü. Başının ortasını da traş etti ve Bersisa’nın manastırına gitti. Ona seslendi, fakat rahib ona cevab vermedi. Çünkü ancak on günde bir namazından başka bir yere dönerdi ve on gün­de bir orucunu açardı. Kesintisiz olarak on, yirmi hatta daha fazla süre oruç tutardı. Ebyad, Bersîsa’nın kendisine cevap vermediğini görünce, o da ma­nastırının dib taraflarında ibadete yöneldi. Bersisa namazını bitirdikten son­ra Ebyad’ın rahiblere yakışır çok güzel bir şekilde namaz kılmakta olduğu­nu gördü. Bundan dolayı ona cevab vermediğine pişman oldu. Ne istiyorsun? deyince, Ebyad; Seninle birlikte olmayı, senin edebinle edeblenip senin amelini Örnek almayı ve hep birlikte ibadet edelim istiyorum. Rahib: benin­le uğraşacak vaktim yok deyip, yine namazına döndü. Ebyad da namaza ko­yuldu. Bersisa, Ebyad’ın çok gayretle ibadet ettiğini görünce, ona: İhtiyacın ne? diye sordu. Ebyad: İzin ver de yanına çıkayım, dedi. Ona izin verdi ve Ebyad bir sene onunla birlikte kaldı. Kırk günde sadece bir gün oruç yiyor­du. Namazından başka bir yere kırk günde bir dönüyordu, Bazan seksen gü­ne kadar sürdüğü de oluyordu, Bersisa onun bu gayretini görünce, kendi­sinin yaptığını küçümsemeye başladı. Sonra Ebyad ona şöyle dedi: Benim Al­lah’ın kendileri vasıtasıyla hastayı, mübtelayı ve deliyi şifaya kavuşturduğu birtakım dualarım vardır deyip, bu duaları ona öğretti. Ebyad, İblisin yanı­na varınca, Allah’a yemin ederim o adamı helak ettim, dedi. Sonra bir ada­ma musallat olup, boğazını sıkmaya koyuldu. Daha sonra onun akrabaları­na -insan suretinde görünerek- dedi ki: Sizin bu adamınız delirmiş, onu te­davi edeyim mi? Onlar: Evet dediler. Bu sefer: Onu etkileyen kadın cinne gü­cüm yetmiyor, fakat sîz bunu alın Bersisa’ya götürün, o Allah’ın İsm-i A’za-mını bilir. Allah’tan bu -adı anılarak bir şeyler istenirse verir, o adı anılarak O’na dua edilirse duayı kabul eder, dedi. Bu adamı alıp Bersisa’ya götürdü­ler, o da bu duaları okudu, şeytan onu bırakıp gitti.

Daha sonra Ebyad insanlara bu işleri yapıp duruyor, sonra onlara Bersi­sa’ya gitmelerini söylüyor, götürdükleri hastalar da iyileşiyorlardı. Üç erkek kardeşi olan kralların kızlarından birisine gitti. Babalan bir kraldı. Bu kral öl­müş, sonra da kardeşini yerine tayin etmişti. Bu kızın amcası İsrailoğulları ara­sında bir hükümdardı. Ebyad bu kıza işkence etmeye ve boğazını sıkıştırma­ya koyuldu. Daha sonra yakınlarına kızı tedavi elnıck isteyen bir doktor su­retinde gelip: Onun bu şeytanı çok azgındır, ona güç yetirilemez. Fakat siz bu kızı alıp Bersisa’ya götürün, onun yanında bırakın. Şeytanı geleceği va­kit onun için dua edecek ve iyileşecek, dedi. Yakınları; Bersisa bizim bu is­teğimizi kabul etmeyecektir, dediler. Şeytan onlara şöyle dedi: Onun manas­tırının yanında siz de bir manastır inşa ediniz, sonra ela kızı oraya bırakıp bu kız senin yanında bir emanettir, mükâfatını Allah’tan bekleyerek onu teda­vi et, deyiniz. Bersisa’dan kızı yanında bırakmasını istediler, kabul etmeyin­ce bir başka manastır inşa ederek kızı oraya bıraktılar. Bersisa namazını bırakip kızı ve kızın güzelliğini görünce oldukça etkilendi. Şeytan kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya koyuldu. Namazını bırakıp, kıza dua etti, şeytan onu bırakıp gitti. Daha sonra yine namazına yöneldi. Şeytan tekrar kıza geldi ve boğazını sıkıştırmaya başladı. Bu arada Bersisa görecek şekilde üstünün ba­şının açılmasını da sağlıyordu. Sonra şeytan ona gelerek, ne oluyor sana? de­di. Sen onunla yat, onun benzerini bulamazsın, Bundan sonra da tevbe eder­sin. Şeytan bu telkinlerini sürdürüp durdu. Sonunda o kız ile birlikte oldu, kız da hamile kaldı ve hamileliği görülmeye başladı. Bu sefer şeytan ona: Ya­zıklar olsun sana, sen rezil oldun. Onu öldür de öyle tevbe et ve rezil olma! Şayet sana gelip kızlarının nerede olduğunu soracak olurlarsa, onun şeyta­nı geldi, onu alıp götürdü, dersin. Bunun üzerine Bersisa kızı öldürdü ve ge­celeyin onu gömdü. Şeytan elbisesinin bir ucunu yakalayarak toprağın dışın­da kalmasını sağladı. Bersisa namazına geri döndü.

Daha sonra şeytan kızın kardeşlerinin rüyasına girip: Bersisa kızkardeşi-nize şunları şunları yaptı ve onu öldürdükten sonra şu şu tepede gömdü, de­di. Kardeşleri böyle bir şeyin olamayacağını kabul etmekle birlikte Bersisa’ya: Kızkardeşimize ne yaptın? dediler. O: Şeytanı onu alıp gitti, dedi. Onlar da rahibi tasdik ettiler ve çekip gittiler.

Daha sonra yine şeytan rüyalarına girerek: Kızkardeşiniz şöyle şöyle bir yer­de gömülüdür. Onun elbisesinin bir ucu da toprağın dışındadır, dedi. Deni­len yere gidip kızkardeşlerini buldular. Rahibin manastırını yıktılar, oradan onu indirip boğazına ip dolayarak krala götürdüler. Kralın önünde yaptıklannı iti­raf etti, kral da öldürülmesini emretti. Asılacağı vakit şeytan: Beni tanıyor mu­sun? dedi. O: Allah’a yemin ederim ki hayır deyince, sana o duaları öğreten arkadaşın benim, dedi. İsrailoğulları arasında en çok ibadet eden kişi sen iken Allah’tan korkmadın mı, utanmadın mı? Hem kendini rezil edecek şekilde bu yaptığın işler sana yetmedi mi? Bu yaptıklarını da ikrar ettin ve senin gibi in­sanları da rezil ettin. Şayet sen bu halinle ölecek olursan, senden sonra se­nin benzerlerinden hiçbir kimse asla iflah olmayacaktır. Bersisa: Peki ne ya­payım? deyince, şeytan: Bir tek hususta bana itaat et. Ben de seni onlardan kurtaracağım, onların seni görmemelerini sağlayacağım dedi. Bu nedir? deyin­ce, şeytan: Bana sadece bir defa secde edeceksin dedi. Bersisa: Yapayım de­yip, Allah’tan başka ona secde etti. Şeytan: Ey Bersisa dedi, işte senden iste­diğim buydu ve nihayet sen Rabbine kâfir oldun, O’nu inkâr ettin. Ben sen­den uzağım, ben âlemlerin Rabbi Allah’tan korkarım, dedi. [80]

Vehb b. Münebbih’in Bu Husustaki Rivayeti

Vehb b. Münebbih de dedi ki: İsrailoğulları arasında âbid birisi vardı. Ça­ğının en çok ibadet edenlerindendi. Onun döneminde bir kızkardeşleri bukınan üç kardeş vardı. Bu kızkardeşleri bakire olup ondan başka da kızkar-deşleri yoktu. Her üçünün de savaşa gitmeleri gerekti. Kızkardeşleii ne kimin göz kulak olacağını bilemedikleri gibi, kimin yanında güvenip bırakacakla­rını, kime emanet edeceklerini de bilemediler. Nihayet kızkardeşlerini İsra-iloğullarının o âbid kişisi yanında bırakmak üzere görüş birliğine vardılar. Ona İçten içe gijven duyuyorlardı. O âbide gidip kızkardeşlerini yanında bırak­mak istediklerini söylediler, bunu kabul etmesini istediler. Böylelikle kızkar-deşleri onun gözetimi altında ve onun yakınında kalacak, savaştan geri dö-nünceye kadar onu görüp gözetecekti. Âbid bunu kabul etmeyerek, onlar­dan ve kızkardeşlerinden Allah’a sığındı, Onların isteklerini kabul edinceye kadar ona ısrar edip durdular.

Nihayet şöyle dedi: Onu benim manastırımın karşısındaki bîr eve yerleş­tirin. Onlar da kızkardeşlerini öyle bir eve yerleştirdiler, sonra onu bırakıp gittiler. Bir süre o âbidin komşusu olarak kaldı. Ona manastırından yemek götürüyor, bu yemeği manastırın kapısında bırakıyordu. Sonra kapısını ki-lilleyip manastırına çıkıyordu. Arkasından kıza evinden çıkıp kendisine koyduğu yemeği almasını söylüyordu. Şeytan yumuşak bir şekilde hayır iş­lemekte onu teşvik edip durdu. Kızın evinden gündüzün çıkmasının büyük bir iş olduğunu ona telkin ediyor ve birilerinin onu görüp de ona bağlanma ihtimalini hatırlatarak, korkutuyordu.

Bu şekilde bir süre devam etti. Daha sonra İblis ona gelerek hayır ve mü­kâfat şevkini arttırmaya çalıştı ve ona şöyle dedi: Bu kıza verdiğin yemeği ken­din götürüp onun evine bırakacak olursan, elbetteki bu senin alacağın ecir ve mükâfatı daha bir arttıracaktır. Bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet âbid, kıza götürdüğü yemeği alıp evine kadar bırakmaya başladı. Bu şekil­de de bir süre devam etti. Sonra yine İblis ona geldi, onu hayra teşvik etti ve hayır işleme arzusunu harekete geçirerek dedi ki: Sen onunla konuşsan, onunla sohbet etsen de o da senin sohbetinle sıkıntısını giderse. Çünkü o çok ileri derecede yalnızlıktan sıkılmış bulunuyor. İblis bu husustaki telkinleri­ni sürdürüp durdu. Nihayet manastırının üst tarafından una bakıp bir süre onunla konuşmaya başladı. Bundan sonra iblis yine ona gelerek dedi ki: Bu kızın yanına insen de manastırının kapısında oturup onunla konuşsan, o da kendi evinin kapısında oturup seninle konuşursa, bu onun için daha bir yal­nızlığını giderici olur. Bu husustaki telkinlerini sürdürdü, nihayet âbjdin ma­nastırından inmesini, manastırının kapısında oturup o kızla konuşmasını, kı­zın da evinden çıkmasını sağladı. Bu şekilde bir süre konuşmaya devam et­tiler.

Daha sonra İblis ona gelerek, yaptığı bu davranışı dolayısıyla hayır ve mü­kafat alacağı arzusunu uyandırdı, teşviklerde bulunup dedi ki: Manastırının kapısından çıkıp da, evinin kapısına yakın bir yerde otursan, bu onun için daha bir teselli edici olur. Bunu da yaptırımcıya kadar bu telkinlerini sürdür­dü. Nihayet bir süre de böylece devam etti.

Arkasından yine İblis gelerek onu hayır işlemeye ve kıza karşı yaptığı bu tutumu dolayısıyla elde ettiği güzel sevapları telkine koyuldu ve ona şöyle dedi: Evinin kapısına yaklaşıp sen onunla -o da evinden çıkmaksızın- konuş-san dedi. Abid bunu da yaptı. Manastırından iniyor, kızın evinin kapısında oturup onunla konuşuyordu. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra yine İblis ona gelerek şöyle dedi: Onunla birlikte eve girsen, onunla konuşsan, Böyiece de kimseye yüzünü göstermesine imkân umımasan senin için daha güzel olur.

Bu telkinlerini de sürdürdü ve nihayet eve de girdi. Bütün gün boyunca kızla konuşmaya başladı, akşam oldu mu manastırına çıkıp gidiyordu. Bun­dan sonra yine İblis ona geldi. Kızı ona güzel gösterip durdu, nihayet âbid eliyle baldırına vurdu, onu öptü. İblis kızı gözünde güzel göstermeye ve dav­ranışını ona hoş göstermeye devam edip durdu. Sonunda kız ile birlikte ol­du ve kız hamile kaldı, ondan bir çocuğu doğdu. İblis ona gelerek: Peki ya bu kızın kardeşleri gelip senden bir çocuğunun olduğunu görürlerse, sen ne yapacaksın? Senin rezil olmayacağından yahutta onların seni rezil etmeyecek­lerinden emin değilim. Git, onun oğlunu tut, kes ve göm. Şüphesiz ki kız, kar­deşlerinin kendisine yaptığım öğrenecekler korkusuyla senin bu yaptığını giz­leyecektir. Âbid bunu da yaptı.

Bu sefer ona şöyle dedi: Sen onun oğlunu öldürmüşken, ona yaptıkları­nı kardeşlerinden gizleyeceğini mi zannediyorsun? İyisi mi onun da boğazı­nı kes ve oğluyla beraber onu da göm.

İblis bu telkinlerini sürdürüp durdu. Nihayet o kızın da boğazını kesti ve oğluyla birlikte onu da çukura gömdü. Üzerine çok büyük bir kaya örttü ve dümdüz bir şekilde de toprakla kapattı. Manastırına çıkıp orada yine kendi­sini ibadete verdi. Bu haliyle Allah’ın dilediği kadar bir süre kaidı.

Nihayet kızın kardeşleri savaştan geri döndü. Adamın yanına gelerek, kız-kardeşlerini sordular. Vefat haberini onlara bildirdi ve kıza Allah’tan rahmet­ler diledi, ağlayıp: O çok iyi bir kızdı. İşte bu da onun kabri, onu görün, de­di, Kardeşleri kabrine giderek, kabri başında ağladılar. Allah’tan ona rahmet­ler dilediler. Günlerce kabri başında durduktan sonra, yakınlarına geri dön­düler.

Geceleyin yataklarına çekilip uyuduklarında şeytan onlara bir yolcu su­retinde göründü. En büyüklerine başlayarak ona kızkardeşlerinin durumu­nu sordu. O da ona; âbidin sözlerini, ölmüş olduğunu ve âbidin o kıza rahmetler okuduğunu, kızkardeşlerinin mezarını kendilerine nasıl gösterdiğini bildirdi. Şeytan bunların yalan olduğunu söyleyerek: Âbid kızkardeşiniz ile ilgili size doğruyu söylemedi. O kızkardeşinizi gebe bıraktı, ondan bir oğlu oldu. Boğazını kesti, daha sonra da sizden korkarak kızkardeşinizin de bo­ğazını kesti, Ondan sonra bu kızkardeşinizi girenin sağ tarafında kalan ka­pının arkasına kazdığı bir çukura gömdü. Haydi gidip eve girin, girenin sa­ğında kalan tarafı bulun. Şüphesiz siz kızkardeşinizi ve oğlunu size söyledi­ğim şekilde orada göreceksiniz. Daha sonra yine ortancasının rüyasına gir­di, ona da aynı şeyleri söyledi. Sonra küçüklerine gitti, ona da aynı şeyleri söyledi.

Kardeşler uyandıklarında herkes gördüğü rüyadan hayret içerisinde uyan­mış oldu. Biri diğerine: Ben şaşılacak bir rüya gördüm deyip, birbirlerine ne­ler gördüklerini söylediler. En büyükleri: Bu karmakarışık, doğruyla ilgisi ol­mayan bir rüyadır. Bunu bırakın da işimize bakalım dedi. En küçükleri: Ben o yere gidip oraya bakmadan işime gitmeyeceğim, dedi. Nihayet hep birlik­te gittiler. Kızkardeşlerinin kaldığı eve girdiler, kapıyı açtılar. Rüyalannda ken­dilerine belirtilen yeri tesbit ettiler. Kızkardeşlerİ ile oğlunun kendilerine söy­lendiği şekilde boğazlarının kesilmiş olduğunu gördüler. Âbide durumu sordular, o da İblisin etkisi ile onlara yaptığı bu işin doğru olduğunu söyle­di. Kardeşler bunun üzerine o âbidi hükümdarlarına davet ettiler. Âbid ma­nastırından indirilip asılmak üzere getirildi. İdam edecekleri ağaca onu ge­tirdiklerinde, şeytan ona gelip şöyle dedi: O kadın hakkında seni fitneye dü­şürüp sonunda seni o kadını gebe bırakacak noktaya getiren, onun ve oğ­lunun boğazını kesmeni telkin edenin ben olduğumu biliyorsun. Bugün bana itaat edecek ve seni yaratan Aüah’ı inkâr edecek olursan, seni içinde bulunduğun bu halden kurtarırım. Nihayet âbid Allah’ı inkâr edip, kâfir ol­du. Kâfir olunca da bu sefer şeytan onu ve ona musallat olanları başbaşa bı­raktı, onlar da onu asıp idam ettiler. İşte şu; “Onların dununu şeytanın in­sana: Kâfir ol, dediği zamanki durumu gibidir. Kâfir olunca: Muhakkak ki ben senden uzağım. Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korka­rım… Zulmedenlerin cezası budur” âyeti onun hakkında nazil olmuştur.

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bunu yahudilerle biriikte münafiklara mi­sal vermiştir. Şöyle ki; yüce Allah peygamberine Nadiroğullarını Medine’den sürmesini emredince, münafıklar onlara: Yurdunuzdan çıkmayın. Eğer müs-lümanlar sizinle savaşırlarsa, biz sizinle birlikte oluruz. Sizi çıkartırlarsa yi­ne sizinle birlikte çıkarız, diye gizlice haber gönderdiler. Bunun üzerine Na-diroğuîları Peygamber (sav) ile savaştılar, fakat münafıklar onlara yardımcı olmadı. Şeytanın âbid Bersisa’dan uzak olduğunu belirttiği gibi, onlardan uzak kaldılar. Artık bu dönemden sonra rahibler ancak takiyye yaparak ve kendilerini gizleyerek ortada görünüyorlardı. Fasıklar ve günahkâr kimseler de yahudi İlim adamlarına birtakım bühtanlarda ve çirkin isnadlarda bulundu­lar. Nihayet rahib Cüreyc’in durumu ortaya çıktı, Ailah da onun kendisine is-nad edilen günahtan uzak olduğunu ortaya çıkardı.[81] Bundan sonra artık ra-hibler rahatladı ve insanların arasına çıkmaya başladılar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Münafıkların Nadiroğullarına ver­dikleri sözde durmayışları, İblis’in Kureyş kâfirlerine: “Bugün, insanlardan sizi yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yardımcınızım…” (el-Enfal, 8/48) demesine benzer,

Mücahid dedi ki: Burada insandan kasıt, şeytanın kendilerini aldatması hu­susunda bütün insanlardır. Yüce Allah’ın; “İnsana kâfir ol dediği zaman1* buy­ruğu da şeytanın insanı: Ben kâfirim diyecek hale gelinceye kadar aldatma­sı demektir. Şeytanın: “Çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korka­rım” sözü ise bir gerçek değildir. O şeytanın insandan uzak olduğunu an­latmak maksadıyla kullandığı bir ifadedir. Bu yüce Allah’ın: “Muhakkak ki ben senden uzağım” diye aktardığı sözünün bir tekididir. Nâfî, İbn Kesir ve Ebu Amr: “Muhakkak ki ben” lafzındaki “ye”yi üstün okumuşlar, di­ğerleri ise sakin (harekesiz bir med harfi olarak) okumuşlardır.

“Sonra İkisinin” yani şeytanın ve o insanın “de akıbetleri orada ebedi olmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır” buyruğundaki: “Ebedi olmak üzere” buyruğu hal olarak nasbedilmiştir.

Âyeti rahib ve şeytan hakkında özel olarak kabul eden kimseler için bu­nun tesniye (ikisinin akıbetleri) lafzı açıkça anlaşılır. Bunun insan türü hak­kında böyle olduğunu kabul edenlere göre de mana şöyle olur: Her iki ke­simin ya da her iki sınıfın da akıbeti.,.

İkisinin de akıbetleri” lafzının nasb ile gelmesi ise; ‘in ha­beri olduğundan dolayıdır. Bunun ismi ise; “Ateşin içinde kal­maları” buyruğudur.

el-Hasen ise bunun aksine olarak; “İkisinin de akıbetleri…dir diye okumuştur. el-Ameş ise: “İkisi… de orada ebedidirler” diye ref ile okumuştur. Ancak bu okuyuş mushafın yazısına muhaliftir. Ref1 ile okunması bu lafzın: in haberi olmasına ve zarfın (“ateşin içinde” anla­mındaki lafzın) mülga olması (i’rab durumunun gözönünde bulundurulma-masOna binaendir. [82]

  1. Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Herkes yarın için ne hazır­ladığına bir baksın. Allah’tan korkun! Şüphesiz ki Allah yaptık­larınızdan haberdardır.

“Ey iman edenler!” Emir ve yasakları hususunda farzlarını eda etmek ve mahiyetlerinden kaçınmakta “Allah’tan korkun. Herkes yarın” Kıyamet gü­nü “İçin ne hazırladığına bir baksın.”

Araplar gelecekten “yarın” diye sözederler. Buradaki “yarın”ın, kıyame­tin çok yakın olduğuna dikkat çekmek için zikredildîği de söylenmiştir. Şa­irin şu mısraında olduğu gibi:

“Şüphesiz ki yarın, gözetleyenler için pek yakındır.”

el-Hasen ve Katade der ki: Yüce Allah kıyameti adeta yarın gerçekleşe-cekmiş gibi pek yakın göstermektedir. Şüphesiz ki gelecek olan herbir şey yakındır, ölüm de kaçınılmaz olarak gelecektir.

“Ne hazırladığı”; hayır ya da şer türünden yaptıkları demektir.

“Allah’tan korkun” buyruğu burada tekrar edilmiştir. Bir kimseye: Çabuk ol, çabuk ol, at, at demeye benzer.

Birinci takvadan kastın geçmiş günahlardan tevbe etmek, ikincisinden mak­sadın gelecekte günahlardan sakınmak anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır” buyruğu ile ilgili ola­rak Said b. Cübeyr: Sizin ne yaptığınızı, neler ettiğinizi bilir, demektir, de­miştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [83]

  1. Allah’ı unuttukları için, Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi de olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.

“Allah’ı unuttukları” emirlerini terkettikleri “için, Allah’ın da kendile­rini kendilerine” İbn Hibban’ın açıklamasına göre kentlileri lehine hayır iş­lemeyi “unutturduğu kimseler gibi de olmayın.”

Bunun, Allah’ın hakkını unutup Allah’ın da kendilerine kendi haklarını unutturduğu kimseler gibi olmayın, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Süfyan yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: “Allah’ı”; Ona şükretmeyi, O’nu tazim etmeyi ter-ketmek suretiyle “unuttukları için Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu” birbirlerine azabı hatırlatmayı unutturduğu “kimseler gibi de olmayın.” Bu açıklamayı İbn İsa nakletmiştir.

Sehl b. Abdullah dedi ki: Günah İşledikleri vakit “Allah’ı unuttukları için, Allah’ın da” tevbe sırasında “kendilerini, kendilerine unutturduğu kimse­ler gibi de olmayın.”

Yüce Allah “kendilerine unutturduğu” buyruğunda fiili kendisine nisbet etmiştir. Çünkü bu kendilerinin terkettiği, O’nun emir ve nehiyleri sebebiy­le plmuştur. Onları kendi emir ve nehiylerini terkcdenler olarak bulmuştur, demek olduğu da söylenmiştir. Mesela; bir kimsenin öğülür bir durumda ol­duğunu gördüğümüz takdirde: “Ben adamı öğütecek bir halde gördüm” dememiz buna benzer.

Bİr diğer açıklamaya göre: Rahatlık zamanlarında “Allah’ı unuttukları için, Allah’ın da kendilerini” zorlu ve sıkıntılı zamanlarda “kendilerine unuttur­duğu kimseler gibi de olmayın” demektir.

“İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.” İbn Cübeyr isyankârların, İbn Zeyd yalancıların… diye açıklamışlardır.

Fısk; asıl anlamı itibariyle .sınırın dışına çıkmaktır. Yüce Allah’ın İtaatinin dışına çıkanlar… demektir. [84]

  1. Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler murad-larına erenlerin ta kendileridir.

“Cehennemlikler İle cennetlikler” fazilet ve mertebe itibariyle “bir ol­maz. Cennetlikler tnuradlanna erenlerin” ya kın!aştırılıp kendilerine ikram­da bulunulanların “ta kendileridir.*’ Ateşten kurtulanların ta kendileridir di­ye de açıklanmıştır. Bu âyetin anlamına dair açıklamalar daha önce el-Mâ-ide Sûresi’rtde yüce Allah’ın: “De ki: Murdar ile temiz… hiçbir zaman bir ol­maz.” (el-Maide, 5/100); buyruğu ile es-Secde Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Mü’min kimse, fasık kimse gibi midir1? Bunlar eşit olmazlar.” (es-Secde, 32/18) buyruğu ve Sâd Sûresi’nde: “İman edip salih amel işleyenleri yeryü­zünde fesad çıkaranlar gibi mi kılarız. ? Yahut takva sahiblerini günahkâr­lar gibi mi kılarız?” (Sad, 38/28) buyrukları açıklanırken geçmiş bulunmak­tadır, tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Yüce Allah’a hamdolsun. [85]

  1. Şayet Biz bu Kur ân’ı bir dağa indirse idik, muhakkak kî Allah’ın korkusundan onun başını eğerek dağılıp parça parça olduğunu görürdün. İşte Biz, bu misalleri insanlara düşünsünler diye ve­riyoruz.

“Şayet Biz bu Kur’ânı bir dağa İndirse İdik… Onun başını eğerek da-ğıhp parça parça olduğunu görürdün” buyruğu Kıır’ân-ı Kerim’in verdiği öğütler üzerinde iyice düşünmeye bir teşvik olup düşünmeyi terketmenin ge-çedi bir mazereti bulunmadığını açıklamakladır. Çünkü dağlara akıl verilip bu Kur’ân ile hitab edilecek olsa o dağlar Kur’ân’ın verdiği Öğütlere itaatle boyun eğerler ve sapasağlam ve güçlü yapılarına rağmen Allah korkusundan ötürü başlarını eğerek, paramparça oldukları görülecektir.

“Huşu’ duyan (mealde boyun eğen)’ zillet gösteren; “Çatlayan” (mealde: parça parça olan) yarık yarık olan demektir.

Yüce Allah, o dağı mükellef kılacak olsaydı, kendisine itaat karşısında “ba­şını eğecek”; Allah’a isyan eder de Allah kendisini cezalandırır korkusu ile de “parça parça okcak’tı diye de açıklanmıştır.

Bunun kâfirler için verilmiş bir örnek okluğu da söylenmiştir.

“İşte Bİ2 bu misalleri insanlara… veriyoruz.” Yani eğer bu Kur’ân-ı Kerim bir dağa indirilmiş olsaydı, bu Allah’ın vaadi dolayısıyla boyun eğer, tehdidi karşısında da paramparça olurdu. Fakat sizler, ey Kur’ân’ın i’câzı kar­şısında hiçbir şey yapamayanlar, O’nun vaadlerini arzulamıyor, tehdidlerin-den korkmuyorsunuz.

Hitabın Peygamber (sav)’a olduğu da söylenmiştir. Yani Bi2 -ey Muham-med- bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, o dağ yerinde duramaz ve Kur’ân’ın üzerine iniği dolayısıyla parçalanırdı. Fakat Biz bu Kur’ân’ı sa­na indirdik ve buna karşı sana sebat verdik.

O vakit bu ifade, yüce Allah’ın dağların dahi sebat gösteremeyeceği şey­lere karşı kendisine sebat verdiğinden ötürü ona üzerindeki Allah’ın lütfü-nun bir hatırlatması manasına gelir.

Buyruğun ümmete bir hitab olduğu ve yüce Allah eğer bu Kur’ân ile dağ­ları uyarıp korkutmuş olsaydı, Allah korkusundan dağların parçalanacağı de­mek olduğu da söylenmiştir. İnsan güç itibariyle dağlardan daha az, fakat se­batı daha çoktur. O bakımdan o itaat edecek olursa, Kur’ân’ın hakkını yeri­ne getirmiş olur. Diğer taraftan isyan etmesi halinde de bu hitabı reddede­bilecek gücü de vardır. Çünkü ona mükâfat vaadi yapılmış, ceza göreceği be­lirtilerek isyandan uzak kalması istenmiştir. [86]

  1. 0 Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Görünmeyeni de, görüneni de bilendir. O Rahmân’dır, Rahîm’dir.

“O Allah’tır ki O’ndan başka hiçbir İlah yoktur. Görünmeyeni de, gö­rüneni de bilendir.” İbn Abbas gizliyi de, açığı da bilendir, diye açıklamış­tır. Olmuşu ve olacağı diye de açıklanmıştır. Sehl, âhîreti de, dünyayı da bi­lendir, diye açıklamıştır.

“Görünmeyen: Gayb”in kulların bilmediği ve görmediği şeyler “Görünen: şehadef’İn ise bilip gördükleri şeyler olduğu da söylenmiştir.

“O Rahmân’dır, Rahim’dir” buyruğuna dair açıklamalar da daha önce­den (Besmele bahsi, 23- baslıkta) geçmiş bulunmaktadır. [87]

  1. O Allah’tır ki, Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Meliktir, Kud-dûs’tür, Selâmdır, Mümindir, Müheymindİr, Azîz’dİr, Ceb-bâr’dır, Mütekebbir’dir. Allah koştuktan ortaklardan münezzeh­tir.

“O Allah’tır ki, Ondan başka hiçbir İlah yoktur. Melîktir, Kuddûs-tür.” Hertürlü eksiklikten münezzeh, her türlü kusurdan arınmıştır.

“el-Kades” Hicazlıların şivesinde kova demektir. Çünkü onunla temizle­nilir. Kuyudan kendisi ile su çıkartılan kaplardan birisini ifade etmek üzere kullanılan: C^^l-üı ) de buradan gelmektedir. Siheveyh ilk harflerini üstün okuyarak “kaddûs, sebbûh” derdi. Ebu Hatîm’in Yakub’dan naklettiğine gö­re o el-Kisâî’nin yanında Ebu’d-Dinar künyeli fasih bir bedevi Arabın “el-kad­dûs” diye okuduğunu duymuştur.

Sa’leb dedi ki: “Fe’ûl” veznindeki herbir ismin ilk harfi üstündür. “Se’ffûd, kellûb, tennûr, semmûr ve şebbût” gibi. Ancak “es-subbûh” ve “el-kuddûs” isimlerinde ilk harflerinin ötreli okunması daha cok görülen bir şeydir, fet-hah okundukları da olur. Ötreli olarak “ez-zurrûlı” da böyledir, fethalı okun­duğu da olur.

“Selam’dir” yani eksikliklerden uzak olandır, demektir. İbnu’l-Arabi de­di ki: İlim adamları -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- Allah hakkında “es-selâm” dediğimiz takdirde, bunun esenlik sahibi (eksikliklerden kurtulmuş) anlamına geldiği üzerinde ittifak etmişlerdir, Ancak bu eksiklikten uzak oluşun nisbel yünü hususunda üç ayrı görüşler; vardır:

1- Her türlü kusurdan uzak ve her türlü eksiklikten beri demektir.

2- Selâm sahibi anlamındadır, Yani cennette kullarına selâm verecek olandır. Yüce Allah’ın: “Çok merhametli Rabbden ‘selam’ denir.” (Yasin, 36/58) buyruğunda olduğu gibi.

3- Bütün yaratıkların zulmünden yana uzak kaldığı yüce zat anlamında­dır.

Derim ki: el-Hattabî’nin görüşü de budur. Buna ve bundan Önceki görü­şe göre “es-selâm” yüce Allah’ın fiilî bir sıfatıdır. Onun her türlü kusur ve ek­siklikten uzak olduğu anlamına göre ise, zatî bir sıfatıdır. “es-Selâm”ın kullarına esenlik veren anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Mü’min’dir.” Yani rasûllerine mucizeler vermek suretiyle tasdik eden­dir, mü’minlere vaadettiği mükâfatı, kâfirlere de tehdit ettiği azabı vermek su­retiyle vaad ve tehdidini doğru olarak gerçekleştirendir. Bir görüşe göre “el-mü’min” dostlarını azabından yana, kullarını zulmünden yana emin kılandır. Mesela Ona eman verdi, güvenlik verdi” ifadesi korkunun zıttı olan güvenlikten gelmektedir. Nitekim yüce Allah da: “Ve korku dan kendilerine güvenlik verendir.” (Kureyş, 106/4) diye buyurmuştur. İşte bu şekilde güvenlik veren kimse “mü’minMir. Şair en-Nâbiğa şöyle demek­tedir;

“Karşıda yükselen tepe ile birbirine girmiş ağaçlar arasında

Mekkeli süvarilerin, Katettiği yerlerdeki Beyt’e sığınan kuşlara (bile) güvenlik verendir.”

Mücahid dedi ki: el-Mu’min: Kendi zatını “Allak kendisinden başka hiç­bir ilah olmadığını… açıkladı.”(Al-i Imran, 3/18) buyruğu ile tevhid eden­dir.-

îbn Abbas dedi ki: Kıyamet gününde tevlıid ehlini ateşten çıkaracak olandır, İlk çıkartılacak olan kişi ise adı bir peygamber adına vıygun düşen­dir. Nihayet adı bir peygamber adına uymayan kimse orada kalmayınca, yü­ce Allah diğerlerine şöyle diyecektir: Sizler müslumanlarsınız, Ben de es-Se-lâm’ım. Sizler mü’minlersiniz, Ben de el-Mü’min’im diyecek ve bu iki ismin bereketiyle onları cehennem ateşinden çıkartacaktır.

“Müheymindir, Azizdir” buyruğunda geçen “el-Müheymİn” ismine da­ir açıklamalar el-Mâide Sûresi’nde (5/48. âyetin tefsirinde) el-Azîz ismine da­ir açıklamalar da birkaç yerde (mesela, el-Bakara, 2/129. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,

“Cebbâr’dır.” îbn Abbas: O Azim’dİr diye açıklamıştır. Allah’ın ceberûtu O’nun azameti demektir. Bu görüşe göre “el-Cebbâr” zad bir sıfattır ve Arapların: “Büyük bir hurma ağacı” ifadelerinden gelmiş olur. İm-ruu’1-Kays da şöyle demiştir:

“Dalları sık, birbirine girmiş, kırmızı taze hurmaların bulunduğu Salkımları çok yüksek, büyük ve yüce hurma ağaçları.”

Şair burada elin uzanamadığı bir hurma ağacını anlatmaktadır.

Buna göre bu ismin, yüce Allah’ın azametine, eksikliklerin ve sonradan yaratılmışların sıfatlarının O’na erişmekten takdis edildiğine delâlet eder.

Bunun ıslah etmek anlamına gelen “el-cebr”den geldiği de söylenmiştir. Mesela; “Kemiği ıslah ettim (.sardım), o da tslah oldu (kay­nadı)” tabiri kırılışından sonra yerine getirilip, düzeltilmesi için kullanılır, ü vakit; kalbi kırık olanın gönlünü hoşedip, fakiri zengin kılmayı anlatmak üze­re kullanılan: “Cebretti, düzeltti,1′ fiilinden “fe’âl” vezninde bir isim olur.

el-Ferrâ der ki: Bu bir işi yapmaya mecbur eimek yani ona zurlamakdan gelir. Yine el-Ferrâ şöyle demiştir; Ben “fe’aİ*’ kipinin “ef ale’:den getirilişini sadece “cebbar” ismi ile; (djal)’den getirilen “derrâk” isminden duymuşum­dur, başkasını bilmiyorum.

“el-Cebbâr”ın satvetine karşı konulamayan, satvetine tukat getirilemeyen anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Mütekebbir’dir.” Ruböbiyetİnde pek büyük olandır. Ona benzer hiçbir şey yoktur. Her türlü kötülükten büyük, kendisine yakışmayan yaratılmışla­rın vasıflarından ve kötü niteliklerden büyük ve yüce anlamına geldiği de söy­lenmiştir. “Kibr” ve “kibriyâ”nın asıl anlamı, kendisini korumak, uzak tutmak ve emir ve buyruklara bağlıiığm azlığı anlamındadır. Humeyd b. Sevr şöyle demiştir:

“Yavrunun iz bırakmadan yol alışı gibi yol aldı da

Binilmesi zor devenin büyüklüğüne sahib oluverdi -halbuki o sırtına binilen idi*

Kibriya Allah’ın sıfatı olarak övgüdür. Ancak yaratılmışların sıfatı olursa, yergi ifade eder. Sahih’le Ebu Hureyre’den rivayete göre Rasûlullah (sav) şa­nı yüce ve mübarek Rabbinden şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Kibriya Benim ridâm, azamet Benim elbisemdir. Bunların herhangi birisinde kim be­nimle çekişecek olursa, Ben de onun belini kırar, sonra da onu cehenneme atarım, “[88]

“el-Mütekebbİr”in “el-âlî: en yüce” anlamında olduğu da söylenmiştir. Yü­ce Allah, kendisini büyüklük sıfatına sahip kılmak için herhangi bir gayre­te gerek duymaktan pek yüce olduğundan ötürü “el-kebîr; zatı ile büyük” de­mek olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arapçada lafzı “Zulmet­ti’7 anlamına, şekli; “Sövdü” anlamına, de Karar kıl­dı” anlamında kullanılabilmektedir. İşte “el-mütekebbir” de “el-kebir: büyük” anlamında kullanılmıştır. Bu kalıptaki fiiller mahluka nisbet edildiği takdir­de kendisinde bulunmayan bir şeye sahip olmak için kendisini zorlaması an­lamını ifade ettiği halde, bu kip yüce Allah hakkında kullanılacak olursa, bu anlamı ifade etmez. (Yanı vezin böyle olsa dahi bizatihi o sıfata sahib oldu­ğu şeklinde anlaşılır

Daha sonra yüce Allah kendi zatını tenzih ederek: “Allah koştukları or­taklardan” celâlet ve azameti ile “münezzehtir.” [89]

  1. O Allah’tır ki Haliktır, Bâri’dir, Musavvir’dtr. En güzel isimler yalnız Onundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu teşbih eder, O Azîz’dir, Hakîm’dİr.

“O Allah’tır ki Hallk’tir, Bâri’dir, Musavvir’dir.” Burada “el-Halik” tak

dir eden, “el-Bâri*” yoktan var edip ortaya çıkartan, uel-musawir” suretle­ri şekillendirip onları değişik şekillerde terkib eden demektir. Buna göre su­ret vermek, yaratmaya ve yoktan meydana getirmeye terettüb eder ve bun­lara tabidir.

“Suret vermek: Tasvir” de şekillendirmek ve çizgilerini belirlemek demek­tir. Allah insanları annelerinin karnında üç ayrı yaratılışta var eder. Onu ön­ce bir alaka (sülük gibi), sonra bir çiğnemlik et haline getirir, sonra da onu bir suret sahibi kılar. Bu da suret sahibi olduğu kendisiyle tanınacak şeklî ve özellikleriyle başkasından ayrılmasını sağlayacak şekilde şekillendirilmesi de­mektir. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir! Şair en-Nâbiğa şöyle demektedir:

“O Hâlik’tir, Bâri’dir, rahimlerde suret verendir, Kan haline gelinceye kadar suya.”

Bazıları yaratmayı suret vermek anlamında kabul etmişlerse de durum böy­le değildir. Çünkü suret vermek sonradan ulur, takdir ilkin olur, var edip yok­tan ortaya elkarmak (Bari’lik) ikisi arasında olur. Yüce Allah’ın: “Hani Benim iznimle çamurdan bir kuş suretine benzer bir şeyi yapıyordun (halkediyor-dtm,).”(el-Maidef 5/110) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır. Şair Zü-heyr de şöyle demiştir:

“Ve Sen yarattığını kemaliyle var edensin; fakat bazıları Yaratır, sonra gereği gibi var edemez.”

Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Sen önce dilediğini takdir eder, sonra onu takdirine uygun olarak gerçekleştirir, yerine getirirsin. Senden baş­kası ise tamamlaya ma yatağı ve maksadını gerçekleştiremeyeceği şeyleri takdir eder. Bu ise ya onun takdir ederken tasavvurundaki eksikliği yahut-ta maksadını tamamlamaktan yana âciz olmasından ötürüdür. Biz bütün bunlara dair yeterli açıklamaları “el-Kitabu’l-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi’l-Hüsnâ” adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Allah’a hamdolsun.

Hâtıb b. Ebi Beltea’dan rivayete göre o: diye ikinci kelime­nin “vav” ve “ra’: harfini üstün okumuştur, Kendisine suret verileni yoktan var eden, demektir. Bu da suret verdiği varlığı değişik şekilleriyle birini di­ğerinden ayırdeden demektir. Bunu ez-Zemahşerî zikretmiştir.

“En güzel isimler yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nu teşbih eder. O Azîz’dir, Hakîm’dir.” Bunu dair açıklamalar da daha ön­ceden (mesela el-Öakara, 2/32 ve 129. âyetler ile d-İsra, 17/44. âyetlerin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben can dostum Ebu’l-Kasım Rasûlullah (sav)’a Allah’ın en büyük ismi (İsm-i A’zam’Ona dair soru sordum da şöyie buyurdu: “Ey Ebu Hureyrc, sen eî-Haşr Sûresi’nin sonları­nı çokça okumaya bak!” Aynı soruyu ona bir daha sordum, o da bana aynı cevabı tekrarladı. Bir daha ona sordum, yine bana aynı cevabı verdi.[90]

Câbir b. Zeyd dedi ki: Şüphesiz ki Allah’ın İsm-i Azamı bu âyetin konumu dolayısıyla “Allah”dır. Enes b. Malikten rivayete göre Rasülullah (sav) şöy­le buyurmuştur: “Kim el-Haşr Sûresi’nİ okursa, Allah ona geçmiş ve gelecek (küçük) günahlarını bağışlar. “[91]

Ebu Umâme’den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) bu­yurdu ki: “Her kim gece ya da gündüzün el-Haşr Sûresi’nİn son âyetlerini uku-yacak otjjr da Allah o gece yalım o gün onun canını alırsa, Allah’ın onu cen­nete koyması vacib olur.

Kuran

Haşr Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.