Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

56 – Vakıa Suresi | Şifa Tefsiri

Mekke döneminin ortalarında nazil olmuş bir sûredir. 96 ayettir. Kur’an-ı Kerim’in kendine has bir üslubu var. Mekke döneminde nazil olan ayet-i kerimelerin ağırlığı, imani konulardır. Allah inancı, ahiret inancı, peygamber inancı veya peygamberler inancı, Meleklere, Kitaplara iman konusunda ayetler nazil oluyor, yardımlaşma ile ilgili ayet-i kerimeler nazil oluyor.

56 – Vakıa Suresi | Şifa Tefsiri

Vakıa Suresi | Şifa Tefsiri ( Mahmut Toptaş )

Mekke’îi müşrikler bizim ilkokulda öğrendiğimiz gibi geri zekalı in­sanlar değil. Yalnız Mekke’nin değil, bütün dünya insanına Allah (c.c.) fıtratta bir akıl vermiş, o aklı onlar kendi çıkarları doğrultusunda, bir kısmı çok iyi bir şekilde, bir kısmıda çok kötü bir şekilde kullanıyor.

Allah’a iman etmenin karşılığında, kendilerinden neler götüreceğini az çok tahmin ediyorlar. Yani kendi çıkarlarının zedeleneceğini biliyor­lar.

Ebu Cehil, göklerin ve yerin Allah tarafından yaratıldığını biliyordu. Bu konu Kur’an-ı Kerim’in bir çok yerinde tekrarlanır. “Onlara sorsan; gökleri yeri kim yarattı? desen “Elbette Allah yarattı” derler.[1]

Yani Ebu Cehil ve onun çevresindekiler, sevgili peygemberimize karşı mücadele veren bu imansızlar grubu, göklerin ve yerin Allah ta­rafından yaratıldığını biliyorlardı.

Ama onların kabul etmedikleri şey; “Göklere ve yere Allah hakim ama, bizim hayatımıza Allah’ı hakim kılmayacağız.” Bunun mücadele­sini veriyorlardı. İşte “Vakıa” suresinde de buna değiniliyor.

Allah (c.c) devam eden ayetlerde; “ana rahmine düşen çocuğu siz mi büyütüyorsunuz biz mi büyütüyoruz?” “toprağa attığınız bir daneyi siz mi bitiriyorsunuz, biz mi bitiriyoruz?” “Gök yüzünden yağan yağ­murları, siz mi indiriyorsunuz, biz mi indiriyoruz? sorusunu soruyor.

Yani bütün bunları ki, ana rahmine atılmış meninin orada büyümesi, dünyaya gelmesi, sonra büyüyüp delikanlı olması, sonra kamburlaşıp tekrar toprağa doğru geriye gitmesini sağlayan kim? Bütün bunlarda hiç kusuru olmayan Rabbim, sizin yönetiminiz konusunda mı kusur edecek?

Siz fiziki hayatınızı Allah’a teslim ediyorsunuz da, sosyal hayatınızı niye teslim etmiyorsunuz? Kanımızın dolaşması, kalbimizin atması, beynimizin çalışması, tırnağımızın büyümesi, saçımızın dökülmesi veya beyazlaşması veyahutta uzaması gibi bedenimizin yönetimi bi­zim elimizde değil.

Bütün bunlar Rabbimin koyduğu kurallar içerisinde büyüyor, gelişi­yor ve yetişiyorlar. Buna müdahale etmiyoruz. Rabbimize şöyle bir şey demiyoruz; “benim saçıma, kanıma, kalbime karışma.” Öyleyse sosyal, siyasal, hukuki hayatımızın her türlü insani ilişkilerimizin, ay­nen tabiattaki kanunlar gibi, düzenli bir şekilde çalışması için indirmiş olduğu Kitabı Kur’anu’l Hakim’e niye karşı olalım?

Karşı olmamamız için ve bir gün bunlardan hesap vereceğimizi ha­tırlatmak üzere Allah (c.c);[2]

1- Olacak (kıyamet) olduğu zaman,

2- Onun oluşunu yalanlayacak olmaz.

3- (O) Alçaltan ve yükseltendir.

4- Yer sarsıldıkça sarsıldığında,

5- Dağlar parçalandıkça parçalandığında,

6- Dağılmış toz naline geldiğinde,

7- Siz üç sınıf olduğunuzda,

Diyerek Allah (c.c) ayetlerini bize indirmiş. Ve dehşetli bir günün mutlaka meydana geleceğini ve onun meydana gelmesinin yalan olma­dığını ve o dehşetli kıyamet gününün, bir kısım insanları alçaltacağını bir kısım insanları da yükselteceğini ifade ediyor.

Bu dünyada malına mülküne, unvanına, rütbesine, arabasına, uça­ğına, elindeki sahip olduğu imkanlarına güvenerek, kendini yüksek­lerde görerek Allah’a(c.c) başkaldıranlar, o gün aşağılara iniyor.

Fakat bu dünyada, dünyevi imkanlardan mahrum olduğu için altta kabul edilen, aşağı kabul edilen, ama izzeti nefsini aziz olan Allah’a imanla yücelten insanların da o gün yükseltileceğini Allah (c.c) bize haber veriyor.

Bu dünyada mali durumu yerinde olduğu halde, Allah’a iman eden insanlar da bir kısım insanlar tarafından aşağılanıyor. Diyorlarki; “adam’ın hem dünya işlerine aklı eriyor, hem de Allah’a iman ediyor.” bazıları da; “Adamın uluslararası ticarete aklı eriyor, güzel para kaza­nıyor ama hala peygambere iman ediyor, Kur’an’a iman ediyor. Bu anlaşılir bir şey değil” diyerek hayretler içerisinde kalarak, bu inançlı in­sanları aşağılamak istiyorlar.

Allah(c.c) ise, bu dünyada aşağılarda görünen mustez’âfların yu­karılarda görüleceğini, bu dünyada Allah’a isyan ederek kendini yük­seklerde zannedenlerin ise o gün alçaltılacaklarını haber veriyor.

Burada, şöyle bir yanlış anlaşılma olmasın: Bu dünyada kafirler hep yükseklerde yaşayacaklar, yükseklerde olacaklar anlamı çıkmasın. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in genel havasına baktığımızda, bir çok aye­tinde Allah (c.c.) bize şu mesajı veriyor; “Dünyada da izzeti siz (mü’minler) kazanabilirsiniz” Zaten mü’min Allah’a iman etmekle iz­zeti kazanır. Maddi olarak da dünyanın nimetlerinin dağılımını Allah mü’minlerine veriyor.

Sevgili Peygamberimize bu nasib olmuştur. 13 yıl gibi çok kısa bir Mekke hayatı ve 8 senelik Medine hayatı (Mekke’nin fethine kadar) neticesinde insanlar, Arap yarımadasında sevgili peygamberimi-zin(s.a.v.) adaleti içerisinde mutlu bir hayatı yaşamışlar. Daha sonra kısa bir süre içerisinde, Hz. Ömer zamanında Azarbaycan’dan Mısır’a kadar, sonra Osmanlı devrinde Yemen’den Viyana’ya kadar insanlar islam’ın adaleti içerisinde yaşamışlardır.

Bu konuda güzel bir olay anlatılır; “Hz. Ömer zamanında Kudüs fet­hedilmiş ve Kudüs’ün anahtarları Papaz tarafından Hz. Ömer’e teslim edilmek istenmiş. Hz. Ömer’de almaya gelir. Tabi Hz. Ömer’in Kudüse gelişi dünya siyaset adamlarına bir mesaj niteliğindedir.”

Bir sohbet esnasında papazın biri Hz Ömer’e şöyle söyler; “Ya Ömer senin dünyaya meyletmeyen biri olduğunu duymuştuk, zahid bir insan olduğunu duymuştuk.!” !

Hz, Ömer’de; “Öyle olmaya çalışıyoruz” demiş. Papaz “Peki ama, Öyleyse buralarda ne işin var. Mekke ve Medine yetmedimi de Kudüs’e kadar geldiniz” der. Hz. Ömer cevaben; “Biz zahid olmaya çalışıyoruz, ama zahidlik dünyayı kazanmamak anlamında değildir. Dünya Allah’ın mülküdür.

Allah dünyadaki bu mülkünün kendi kuralları içerisinde yönetilme­sini istemektedir. Ve ben yeryüzünde, bir hurma danesinin dahi insan­ların boğazından haksız yere geçmesini önlemekle emrolundum. Bu nimetler bu insanlar ve hayvanlar için yaratılmıştır. (Ayette insanlar ve hayvanlar için yaratılan nebat diye bahseder.) Herkes hakkı olanı yiyecek. Kimse haksız yere boğazından birşey geçirmeyecek. Ben bunu sağlamakla görevliyim. Kendim yemek için gelmedim. Kendime almak için de gelmedim. Kendime toplamak için de gelmedim.” diyor.

“Ama Kudüs’te ve dünyanın öbür tarafında, Allah’ın mülkünden olan bütün bu yiyecekler, içecekler ve giyecekler, Allah’ın kullarına adalet içerisinde dağıtılacaktır. Biz buraya bunun için geldik” der.”

Böyle bir inançla yürüyecek olursak, dünya insanına bizde bu gaye­mizi Hz. Ömer’in dili gibi açık, net, tavizsiz, dolaysız, riyasız ve gösterişsiz bir şekilde anlatacak olursak, karşıdaki insan ister papaz olsun, ister Haham olsun, ister Budist Rahibi olsun, ister Amerikan devlet başkanı olsun etkilenecektir.

Çünkü bütün bunlar, insan yüreği taşımaktadır. İnsan yüreği ise, her toprağın bir daneye gebe kalabildiği gibi, samimi kelimelere, karşı hamile kalabilir ve oradan çok güzel fikirler, çok güzel inanç fışkırabilir. Bu da İslam’ın inancı olabilir. Yani dünya insanı bir bekleyişin içerisindedir.

Yani bir ses beklemektedir. O ses de bizim sesimiz olacaktır. Bizim sesimiz derken şahsımıza ait bir ses değil, bütün kainatı yara­dan Allah’ın(c.c) kelam’ı Habisidir. Bazıları, “Biz ilahi kelam istemiyo­ruz” desede, Kur’an-i Kerim onlara da rahmet olacaktır.

Yağmur yağarken kuşlar bir oyana bir bu yana koşarlar. Bazıları sevincinden koşar, bazıları ıslanmamak için koşar. .Ama o yağmur bütün kuşlara, bütün çiçeklere, bütün böceklere, bütün bitkilere, bütün ağaçlara ve bütün denizlere bir rahmettir.

İşte Kur’an’ın ayetleri de rahmet ayetleri gibidir. Bir çok çiçeklerin açmasına rahmet ayetlerinin vesile olduğu gibi, Ona yüreklerini ve gönüllerini açanlara rahmet olur ve bu rahmet ayetleri ondan kaçanları da yumuşatır.

Hz. Ömer’in İslama gelişinde olduğu gibi; O Ömer ki, sevgili Peygamberimizi öldürmek ve Kur’an’zn kaynağını kurutmak üzere geli­yor. Ama “Taha Ma enzelna aleykel- Kur’an’e liteşka” ayetleri yağmur damlaları gibi yüreğine inince, Mekke’nin o en katı kalpli insanı; “ben Kur’an’a geçit vermem, Muhammed’e fırsat vermem” diyen adamın yüreğini yumuşatıveriyor.

Bu günlerde Kur’an-ı Kerim’i çokça okuyalım. Hatta Kur’an’a karşı kulaklarım kapatanların yanında biraz daha çok okuyalım. Çünkü in­sanlar yürek taşımaktadır. Allahfc.cJ için, Peygamberimiz; “Allahümme ya mukaîiihel-Kulub” “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım” veya Buharide geçen bir başka rivayette “La ve mukallibel-Kulub” “Hayır Kalbleri evirip çeviren Allah’a yemin olsunki” buyurarak; kalple­rin Allah’ın elinde olduğunu bize göstermiştir.[3]

Kalp taşıyan, yürek taşıyan insanların, her an Kur’an’a gönül vere­ceği ümidini taşıyacağız ve insanlara şunu hatırlatacağız: “Bakınız! Kıyametin kopması yakın veya uzun olabilir ama kendi kıyametimiz kopacak, bu kesin çünkü ölüm her an gelebilir. Annen gitti, baban gitti, deden gitti, Nereye gitti? bittiği yere gitti. Kabrin öbür tarafına gittiler. Gidipte gelen yok, haber veren de yok.

Ama insanları, bu dünyaya getiren, götürei) Allah (c.c.) diyor ki; “Kabrin öbür tarafında da hayat var.” Bir gün insanlar toplanacak, bu dünyanın kıyameti de kopacak.

“Yeryüzü sarsıldığında, dağlar toz toprak oluverdiğinde ve toz olup havada savruluverdiğinde.” Hani rüzgar eserde, yerdeki tozu havaya götürür ya, işte dağların o hale geldiği bir an olacaktır.

Deniz kenarlarında dağlara doğru saraylar, villalar yapanların! Bir gece ayağının altındaki toprağın kayıverdiğini, hayal etmesi bile uyku­sunu kaçırır. İşte Allah (c.c.) bunu hatırlatıveriyor bize. Birgün bütün dünya kayıverecek, güneş dökülüverecek, yıldızlar kuruyup dökülüve-recek, param parça oluverecek.

Ne zaman gelecek? Onu bilmeyiz. Onu sevgili Peygamberimiz, -Rabbimiz ona bildirmediği için bildirmemiş. Hiçbir insanın da bunu bildirme imkanı yoktur. Bir insan çıkıpta, “kıyamet falan gün kopacak” diyorsa, yalan söylüyordur. Ama yaklaştı diyebilir. Bunu herkes söyle­yebilir. Çünkü Kur’an bunu söylüyor. ,” O gün insanlar üç guruba ayrılacak.[4]

8- (Birinci sınıf) Sağın adamları. Bu sağın adamları ne (mutlu).

9- (İkinci sınıf) Solun adamları. Solun adamlarına ne yazık.

10- (İman ve amelde) öne geçenler (Üçüncü sınıf)

“Ashabul-Meymene”: tabiri “Sağduyulu insanlar” diye terceme edi­lebilir. Bazı meallerde “sağcılar” diye terceme edilmiş. Aslında bu ke­lime iyilik ve güzellik taraftan manasına geliyor. İyilik ve güzellik ta­rafında olanlar da, Hz. Peygamber’e tabi olanlar ve Kur’an-ı Kerim’e uyanlardır.

“Ashabıı’l-Meş’eme”: tabiri ise, hep uğursuzluk, kötülük, iyi olma­yan şeyleri yapanlar, düşünenler anlamına gelmektedir.

Son dönemde siyaseten insanlara “sağcı” ve “solcu” diye isim ve­rildi. Sağcı ve solcu kelimesiyle, Kur’an’daki bu ifadelerin alakası yok­tur. Çünkü dünya siyasetinde “sağcılar” Amerikayı tutanlar, “solcu-lar”da Rusya’yı tutanlar olarak yer etmişti.

Hatta bir zamanlar (şimdi söylenmiyor) Lübnan’da çatışmalar olur­ken; “sağcı Hrıstiyanlar ile solcu Müslümanlar çarpışıyor” diye haber­ler verilirdi. Yani oradaki müslümanlar güya Rusya taraftarıymış, Hrıstiyanlar da Amerikan taraftarıymış.

Kur’an-ı Kerim’in sağcılar ve solcular diye kullandığı tabir, inananları ve inanmayanları ifade etmek içindir. Yani Kur’an-ı Kerim dünya insanını ikiye ayırıyor; inananlar ve inanmayanlar

İnananları, İslam’a inananlar olarak kabul ediyoruz. İnanmayanları ise; Ehl-i Kitap olanlar ve de Ehl-i Kitap olmayanlar diye ayırıyoruz.

Önde gidenler; Her türlü hizmetin önünde bulunanlar. Maldan cö­mertlik yapılacaksa en öndeler, candan cömertlik yapılacaksa en Önde­ler. Vakitten cömertlik Yapılacaksa en öndeler. İslam’a girmede en ön­deler. İslam’a hizmette en öndeler.[5]

11- İşte bunlar (Allah’a) yaklaştırılanlar.

12- Naim cennetlerindedirler.

13- Çoğu öncekilerden,

14- Birazı da sonrakilerden.

İşte bunlar Allah’ın yakınlarıdır. Allah’a yaklaştırılmış insanlardır. Yani Allah (c.c.) onları kendisine yakın kabul etmiştir. Türkçe’de bunu ifade eden tabirler kullanırız. Filanın yakınları, Cumhurbaşkanının ya­kınları, Başbakanın yakınları diyoruz. Bunu söylerken ne demek istiyoruz? Yani onlar, oranın yakını oldukları için birçok işlerini halletmiş demektir.

Biz asıl kimin yakını olalım? Bu dünyada yakını olduğumuz insan­lara, Rabbim birgün bir hastalık veriyor, O hastalığa da çare bulunamı­yor. Onun kendisine faydası yokki sana faydası olsun Gerçi bazı fay­dalarının olduğu muhakkak. Fakat neticede ya o ölüyor, ya da biz ölü­yoruz, böylece iş bitiyor.

Dünya da yakın olmanın insana verdiği haz ve lezzet sınırlıdır. Adam kırkma kadar, evim olsun, işim olsun, eşim olsun, aşım olsun diye çalışıyor. Biriktirmek için fazla yiyemiyor. Tam herşeyi artırmış olarak yeme içme çağma geldiğinde de hastalıklar başlıyor. Doktora gittiğinde doktor; “tatlı yemiyeceksin, yağlı yemiyeceksin, tuzlu yemi-yeceksin” diyor. “İyi bir ev yapmışsın ama balkonunda oturmayacak­sın, üşütürsün !” diyor.

Bu dünyada, “ben dünyamdan razıyım” diyenler iç dünyalarında bunu onaylamıyorlar. Binlerce sıkıntı onların beraberinde. Onun için sıkıntısız yaşayan yok. Sıkıntısız bir hayat ahirette var.

Bu dünyada imanları yüreklerine yerleşmiş ve hücrelerinde imanları çiçek açmış insanlar, biraz olsun bu dünyanın sıkıntılarını atmış olan­lardır. Bu özelliğe sahip olan insanlar, ellerinden kaçana üzülmezler, ellerine geçene sevinmezler. Yunus Emre’nin dediği gibi; Yarabbi!

-Ne varlığa sevinirim

-Ne yokluğa yerinirim

-Aşkın ile övünürüm,

-Bana seni gerek seni;

Diyenler mukarrabinden olabilecek insanlardır. Onlar Öncüdürler. (Yumıs’un bu şiiri, Hadid suresinin 23 ncü ayetinin türkce tercemesi gibidir.)

Şu anda Türkiye’de ve Dünya’da İslâmî hizmetler yapan çok çeşitli insanlarımız var. Öncülük yapıyorlar. Allah onların hepsinden razı ol­sun. İtalyan parlementosunda, Alman parlementosunda insanları ta­nıyıp, onlara islam’ı anlatan insanlarımız var.

Avrupa’da bir ay müddetle kaldığımda görmüştüm. Starzburk’taki Avrupa parlementosundaki üyelerle ilişki kuran tüccarlarımız var bi­zim. Ekonomik olarak üstünlük sağladığından, karşı tarafta buna bo­yun eğmek zorunda kalıyor. Bunlar öncü kuvvetlerimiz bizim. Kur’an’da övülen öncülerdir bunlar. İnşallah bunlar mukarrabun’dan olurlar.

Onları sevdiğimiz için, Rabbim bize de; haydi onlarla birlikte gidin, siz bunları seviyordunuz der İnşallah. Battal Gaziyi seviyoruz. Neden? Çünkü o, bütün kafir ülkelerindeki insanlar iman etsinler, on­larda yanmasmlar diye itfaiye erinden daha fazla koşturan insandı. Biz Halid b. Velid’i seviyoruz Cebel’i Tarık’ı geçen Tarık b. Ziyad’i seviyo­ruz.

Avrupa insanı kafir olarak ölmesin ve bu insanlar müslüman olsun, ahirette yanmasın diye denizi aşıp, Avrupaya ulaşan öncüler bunlar. Bunları sevdiğimizden dolayı inşallah Rabbim bize; “siz onları seviyordunuz, haydi sevdiklenizle beraber olun” deyiverir.

Allah (c.c), hesapları şöyle kolayca görülür ve sevdiği insanların yanma giderler, döndürülürler diyor. Sevdiklerimiz hep İslam’a hizmet edenler olsun.

Bu günlerde buna biraz daha fazla ihtiyacımız var. Şöyle bir ara işi­nizi bırakın. Durun ve dinleyin. Bu günlerde müslümanlar birbirlerine . biraz daha kenetlenmelidirler, dua etmelidirler.

Yönünü kıbleye dönmüş, Kur’an-ı bağrına basmış, yani kalbinin en derin yerine yerleştirmiş ve hatalı da olsa İslam’a gönül vermiş insan­ların hepsini sevmek mecburiyetindeyiz.

Çünkü biz, dünya siyesetinde şunu gördük. Müslümana, müslü-mandan başka yardım eden yoktur. Hem Türkiye içinde, hem Türkiye dışında hangi grubtan olursa olsun, hangi yönde hizmet verirse versin, islam’a hizmet veren insanların tenkid edilecek tarafını değil, tasvip edilecek taraflarını tanıyacağız ve de tanıtacağız. İyi taraflarının güç­lenmesi için yardımda bulunacağız.

Bu günlerde biz buna biraz daha muhtacız ve bunu yapmaya da mecburuz. Biz, birimizin yapamadığı hizmeti diğerimizin yaptığına ina­nacağız. “Niye herkes benim gibi hizmet etmiyor?” demiyeceğiz. Ben yapmak istediğim hizmeti yapıyorum, gücümün yettiğini yapıyorum. Öbür kardeşimde benim yapamadığımı yapıyor, diye düşüneceğiz.

Bir binanın tamamlanışı gibi. Kapısını yapan ayrı, penceresini yapan ayrı, duvar yapan ayrı. Bütün bunlar bir binanın oluşması için çalışıyor­lar. İslam binasınında topyekün insanlığa huzur vermesi için herkes bir gayretin içerisine girmiş. Bu konuda da yarış yapılıyor diye kabul ede­ceğiz.

Hadid sûresinin tefsirinde de geçmişti. “Allah’ın rahmetine ve cen­netine doğru yarış ediniz.” diyordu.[6] Biz yarışta yarışacağız. Bunu yaparsak Allah’ın yakınlarından oluruz. Cennetine gireriz. Sonra gelenlerden birazı, eskilerden bir çokları bu yarışa katılmışlardır.

Bu yarış Hz. Adem’le başlamıştır. Yani dünyadaki yarış, bir kadın ve bir erkekle başlamıştır.

Allah (c.c.) “Rabbimizin rahmetine ve Cennetine doğru koşunuz” talimatını Hz. Adem ile Hz. Havva validemize vermiş ve bu emir kıya­mete kadar devam edecektir. O iki muhterem insana verilen bu emir, çocuklarının da katılımıyla devam ediyor. Allah’ın rızasını kazanalım diye çocuklarımızla birlikte koşacağız. İş yerlerinde koşturacağız. Nasıl? Haramlara el uzatmadan, helallerden rızkımızı kazanarak.

Komşularımızla ilişkilerimizi, İslam’a göre düzenleyerek koştura­cağız. Bir hayat boyu koşacağız ama bu koşma Allah’ın c.c. koyduğu kurallar içerisinde olacaktır.

Her yarışın bir kuralı olduğu gibi, bu İslami koşununda bir kuralı vardır ki, bu kural zaman içerisinde Tevrat’la, Zebur’la İncil’le belir­lenmiş, şimdi de bu yarışın kuralı Kur’an-ı Kerim’le belirlenmiştir. Bu kurala göre koşacağız. Onlar bu yarıştan mükâfatlarını alırlar ve kıya­met gününde;[7]

15- Sağlam işlenmiş tahtlar üzerinde,

16- Karşılıklı, tahtlar üzerinde yaslanmış olarak.

Onların altlarına çok güzel işlenmiş ipekli sergiler seriliyor, onların üzerinde, onlar yaslanmışlar, dostlarıyla karşı karşıya gelmişler soh­bet etmektedirler.

Annenizle, babanızla en sevdiklerinizle, imanla gitmek şartıyla, ahirette birlikte olacaksınız. Bu dünyada yarışı tamamladınız Yani İslami kurallar içerisinde yediniz, içtiniz, giydiniz, koştunuz ve komşu­luk yaptınız. Bütün bunlarda Rabbimin kurallarına riayet ettiniz. Dünyada devlete, ahirette cennete ulaşmak için koştunuz.

Böylece Rabbimin huzuruna varacak olursanız, cennette dünyanın en hassas işlemecilerinin işleyemiyeceği derecede güzel, dünyada hiçbir ipek böceğinin dokuyamayacağı kadar güzel, ipekli kumaşlardan dokunmuş koltuklar üzerinde, en sevdiğiniz dostlarınızla karşı karşıya sohbet ediyorsunuz.

Dünyanın en kaliteli sarayının en kaliteli koltukları, cennet koltukla­rının yanında kirli bez gibidir. Metaul-Hayatı’d-Dünya’daki “meta” işte bunu ifade etmektedir. Böylesine gözlerin görmediği, gönüllerin hayal edemediği güzellikte koltuklar üzerinde dostlarınızla berabersiniz.[8]

17- Çevrelerinde ebedileştirilmiş çocuklar dolaşır.

Ölümsüz cennet çocukları etrafınızda dolaşıp durmaktadır.[9]

18- Kaynaklardan (doldurulmuş) bardaklar, ibrikler ve kâselerle

(dolaşırlar)

O cennetin kaynak sularından ibriklere, testilere ve bardaklara koy­muşlar, dolaşıp durmaktadırlar. Böylece hizmet ediyorlar.[10]

19- Onların başları da ağrıtılmaz, akıllan da giderilmez

O içilen içkiler, baş ağrısı yapmazlar, sarhoşlukta vermezler[11]

20- Seçtikleri meyve ile,

21- Hoşlandıkları kuş etiyle (dolaşırlar),

22- Güzel gözlü (eşler vardır)

23- Saklı inci gibidirler.

24- Yaptıklarına karşılık olarak.

İstedikleri meyveler ve canlarının çektiği kuş etleri, Dünyada hangi kuşun etini seviyorsunuz, ondan daha güzeli. İstediğiniz meyveler. Her an iştahınız var, her an yediğiniz, bir önceki yediğinizden daha tatlı ve zevkli. Böyle anlar yaşanıp gidiyor. Ve güzel gözlü eşler.

Yani erkekler için güzel gözlü kadınlar, kadınlar içinde güzel gözlü erkekler. Güzel gözlü denilerek, güzel gözlere dikkat çekiliyor.

Bu dünyada da öyledir. Hani “göz gördü, gönül sevdi” diyoruz ya, Göz görüyor, gönül öyle seviyor. Yani iç dünyamızın kapısı birinci de­recede gözler oluyor. Gözler insanı ele veriyor. Gözler insanları birbirine bağlıyor. Onun için de Allah (c.c.) ,cennetteki eşlerin (kadınlar için erkekler, erkekler için kadınlar) gözlerinden söz ediyor.

“O güzel gözlü eşler, gizlenmiş inciler gibidirler.” Denizden çıkan, sedef içindeki inciler gibi. Sedefin içinde iken daha güzeldirler. Sedefinin içinde durdukça parlaklığı bir daha artıyor. Biz, güneşi gö­rünce daha fazla parlaklığının artacağını zannediyoruz. Fakat böyle değil.

İşte sedefin içerisindeki inciler gibi eşler. Kadına göre erkek, erkeğe göre kadın. Bazılarının, “efendim Kur’an~ı Kerim de eşler hep erkekler için bahsediliyor” dediklerini duyarsınız. Öyle değil. Erkekler için kadınlar, kadınlar için erkekler olduğu Kur’an-ı Kerim’de bahsedilmektedir.

Bu dünyada iken İslami bir hayat yaşamış eşler, yine ahirette de beraberliklerini devam ettireceklerdir. “Ama hocam! eşimin dırdırından dünyada iken bıkmıştım, birde ahirette katlanmak niye?” diyenlere ce­vabımız şöyle olacaktır.

“Cennetin en güzel hurisi, eşinizin yanında, güzellikte bir derece daha aşağıda olacaktır.” Yani bu dünyada iken kendilerini Allah’ın ha­ramlarından sakmdırabilenler, cennette en güzel yaratıklar olacaklar­dır. O dırdırlarımız, o hoş olmayan sözlerimiz, o bir birimizi üzen dav­ranışlarımız, kevser havzunda yıkandıktan sonra, pırıl pırıl bir hale ge­lecektir. Orada her an, sanki yeni görmüşcesine birbirimize yakın ve sevgi dolu olacağız.[12]

25- Orada boş ve günah bir söz işitmezler.

Orada boş sözler yok hoş sözler vardır. Orada günaha sokacak sözlerde kullanılmaz, Yani dırdır yok, insanların stresi, sıkılacağı bir şey yok. Kötü sözler, kötü davranışlar yok. Yola tükürmek yok, insan­ların aklının içerisine başkalarının kusmuğunun akması yok.

Dünyadaki …izmler ve sistemlerin geliştirdiği pislikler varya, işte onların akması cennette yok. Dünyada, o pislikler beyinlerimize aktı­ğından dolayı birbirimize kurşun sıkıyoruz. Cennette bunlar da yoktur. Böylesine pisliklerin yaklaşamadığı bir aleme gideceğiz.[13]

26- Ancak “Selâm, selâm” sözü (işitirler)

Yalnız orada bir söz vardır. O da “SelânV’dır. Buradaki “selam”

1-Mü’minlerin birbirine verdiği “selam”

2- Bir de Allah’ın cennetliklere verdiği selam; “Selamün k’avlen mirrabbirahim”[14]

3- Bir de Meleklerin mü’minlere verdikleri selam “Selamün aleyküm, tıbiüm fedhuluhe halidin”[15]

27- Sağın adamları, bu sağın adamları ne (mutlu)

28- Dikensiz kirazlar içinde,

29- Dizilmiş hurma ağaçları (arasında),

30- Uzamış gölgeler (altında),

31- Çağlayan sular (kenarında),

32- Bir çok meyve (arasında),

Gölgelikler altında, yaprakları dizilmiş ağaçların uzun gölgeleri al­tında, doğal su fıskiyelerinin kenarında ve bir çok meyvelerin ara­sında, hiçbir zaman vermemezlik yapmayan ağaçlar. Dünyadaki meyva ağaçlarının, bir meyva verme zamanı vardır. Mesela yazın meyva verenler var, güzün meyva verenler var. Oysa kışın meyva verenler azdır.[16]

33- Tükenmeyen, yasaklanmayan,

34- Yüksek döşekler üzerindedirler.

Hiç bir zaman kesintiye uğramadan ve “alamazsın” diye hiçbir şe­kilde engellenmeden veren meyveler vardır cennette, Canınızın isteği herşey var. Müminler öyle bir yere alınacaklar Ama ne zaman?

Birisi Hz. Ali (R.A)’a sormuş. “Ya ahiret yoksa” demiş. Hz. Ali (R.A.) hiç şüphesi olmamasına rağmen, adamın sualine cevap olarak, Hz. Ali (r.a..); “Ya varsa” demiş. “Eğer senin dediğin gibi ahiret yoksa, ben ne kaybederim”der. Kıldığım namazı spora say. Yaptığım Haccı seyahate, tuttuğum orucu perhize sayıver. Bütün bunların neti­cesinde ahirete imanımdan dolayı ben ne kaybederim” diye cevap ve­rir. Sonra da “Peki ya varsa” der.

Bu cevap Hz. Ali’nin (R.A.) şüphesini gösteremiyor, Aksine ada­mın sorusuna cevap veriyor, “ya gerçekten ahiret varsa, senin duru­mun ne olur?” der ve adam iman eder.

Günümüzde bazı insanlar, biz ancak gördüklerimize inanırız diyor­lar.Ahirete inanmayan bir profesöre; “Allah’a inanırmısınız sayın profesör? denildiğinde, “Labaratuarda inceleyemediğime göre inanmam” diye cevap vermiş. Bunu duyduğumda ben de; “Labaratuarda incelenebilecek durumda olan “Allah”a inanmam” demiştim. Yani Labaratuvarın içine sığdırılabilecek kadar küçük bir şey ise, ben de O’na inanmam.

Aklımıza inanıyoruz. Ama aklı bugüne kadar gören yok. Akıl bir gö­rünse onun hakkından gelinecek ve icabına bakılacak. Profösör geri ze­kalı çocuğunun kafasına 2 kg akıl koyacak ve akıllı hale getirecek. Ama elle tutulup gözle görülen, labaratuvarda incelenen bir şey olmadığı için geri zekalı çocuğuna bu aklı veremiyor profösör.[17]

35- Biz onları yeniden yarattık.

36- Onları bakireler kıldık.

37- Eşlerine düşkün ve yaşıt kıldık.

38- Sağın adamları için.

39- (Bunların) Çoğu öncekiler için,

40- Bir çoğu da sonrakilerindir.

O, dünyada iken Allah’a iman eden, bir şeyler yapan, o “ashab-ı ye­min” denilen insanları yeniden orada inşa edeceğiz ve onların hepsini bakire kılacağız ve yaşıt yapacağız. Yani eşler yaşıt olarak, Önceden geçen bir grub ve sonradan gelen bir grub olarak.

Yani Hz. Adem’den kıyamete kadar gelecek olan insanlardan “as­hab-ı yemin” dediğimiz insanlar sağduyulu insanlardır. “Sağduyulu” tabirini bütün dünya kullanmaktadır. Sağduyulu demek; daha iyi düşünen demek, Hz. Allah’ın indirdiği, nakil ile akim uyum sağladığı şey­lerdir. Aklın nakle uyum sağladığı şeylerdir.[18]

41- Solun adamları. Solun adamlarına ne kadar yazık!

42- (Onlar) İçlerine işleyen ateş ve kaynar su içindedirler

43- Kara dumandan bir gölgededirler.

44- Serin de değil, faydalı da değil.

45- Çünkü onlar bundan önce (dünyada) şımarıktılar.

46- Büyük günah üzerinde ısrarlı idiler.

47- “Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman diriltile­cek miyiz?” diyorlardı.

48- Önceki atalarımız da mı? (diriltilecek)

“Ashabüş-şimal!” sol tarafta olanlar. Tabi siyasi anlamda “solu” kastetmiyoruz. İman etmiyen insanlar ise, kavurucu zehirli duman, yakıcı ateşin ve alevden bulutların içerisindedirler.

Yani çok fazla insanı kavuran bir ateş bulutunun içerisindedirler. Orası, soğuk da değil, serin de değil. Niçin bu hale gelmişler? Bu dün­yada iken, Rabbimin verdiği nimetlerle azmışlar. Verilen makamlar, mevkiler, rütbeler ve paralarla azmışlar. Herşeyin kendilerinden oldu­ğunu bilmişler ve Allah’a (c.c.) isyan etmiş bu “Mutrafin” denilen in­sanlar.

Verilen imkanlarla azmışlar. Halbuki, imkanları veren de Allah (c.c). Yani imkanları ellerinde tutan şu insanlar bilsinler ki, bazıların­daki güç de, mal da Rabbim tarafından verilmiştir. Malı kazanacak olan akıl da Allah (c.c.) tarafından verilmiştir.

Türkiye’nin zenginlerinden bir bayan televizyonda şöyle konuşu­yordu; “Benim Allah’a hiçbir minnet borcum yok Kadere de inanmam. Herşeyi ben kendim yaptım ve yarattım. Herşeyi ben aklımla ve gü­cümle elde ettim. Herşeyi ben planladım” diyor.

Yani Allah’ın planına inanmam demek istiyor. Hanım efendi!? Aynanın karşısına geç ve kendine bir bak. Bir zamanlar güzelmişsin ama şimdi 55’ine gelmişsin, saçların beyazlaşmış. İstermiydin? O simsiyah saçların, o şelale gibi akan zülüflerin bembeyaz olsun. Çenenin altı sarkmaya başlamış. O ceylan gibi boynun böyle sarkma­sını istermiydin? Buna “Hayır” diyecektir. Çünkü bunu istemez. Hatta bunun gerdirilmesi için doktorlara para bile yatıracaktır.

O’nun hakimiyeti sen istesen de var sen istemesen de var. Senin aklını yönlendiren Allah (c.c), kalbini hareket ettiren Allah (c.c), O malı kazandıracak planı yapacak olan aklı veren Allah (c.c.)’dür. Allah’a teslim olmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.

Büyük günahlarda ısrar edenler, biz öldükten, toprak olup yok ol­duktan sonra mı dirileceğiz? diyorlar. Bizden yıllar önce ölmüş atala­rımız da mı diriltilecek? Yani olmaz böyle şey. Binlerce yıl önce ölmüş insanların toprağı bile bulunamazken, bunlar nereden diriltilecek? di­yorlar.

Bu dünyada iman etmek fayda verir. Yarın mahşer gününde, “Yarabbi! iman ettik, doğruymuş. Bizi tekrar gönder dünyaya. Yeniden iman edelim, dediklerinde son pişmanlık fayda vermiyecektir. Aklımızı başımıza alalım ve Allah’ın huzurunda toplanacağımıza inanalım.[19]

49- Deki; “Şüphesiz öncekiler de sonrakiler de,

50- Belli günün buluşma vaktinde mutlaka bir araya gelecekler.

Öncekiler ve sonrakilerin tamamı o ma’lum günde belirli bir za­manda hepsi bir araya getirilecektir diyor Allah (c.c). Hz. Adem’den en son dünyaya gelecek insana kadar herkes, hiçbiri zayi edilmeden toplanacaklardır.

timin gelişmesi de, İslam inancının doğruluğunu ortaya koymaya hizmet etmektedir. Teknoloji ve ilmin gelişmesinden biz memnunuz. Bütün bunlar Allah’ın varlığının ve birliğinin ve kayıtsız şartsız haki­miyetinin tabiatta sürdüğünü gösteriyor. İnsanlık bir de sosyal haya­tında da gerçekten mutluluğu istiyorlarsa-ki istiyorlar İslam’a teslim olarak hem bu dünyalarını izzet içerisinde devlete kavuştururlar hem de ahirette cennete kavuştururlar.

Bu surede; daha z;yade Kıyamet sahneleri, insan oğlunun bu dünyadaki hayatını, idame ettirmeye yarayan Allah (c.c.)’un nimetleri, bu nimetlerin yok oluşu, yaradılışı, gözler önününe seriliyor. Yağmurların yağışı, ekinlerin bitişi, hasad haline gelişi, sonra tekrar toprağı dönüşü bizim gözümüzün önüne getiriliyor ki; insanoğlununda birgün, otların yok olduğu gibi bu dünyadan yok olup gideceği ve bir gün hesap vermek üzere, bir yerde toplanacağı, daha net bir şekilde anlaşılmış olsun.

Bütün bunların imansız kesim tarafından inkar edenlerin olduğu ve bunların, Kur’an’m ifadesiyle “Ashabu’ş:Şimal” oldukları, yani “sol in­sanlar” -derken siyasi anlamda “sol”luk kastedilmiyor- olduklarını daha önceki dersimizde söylemiştik.

Bazı meallerde “Ashabu’ş-Şimal” “solcular” “Ashabu”l-Yemin”de “sağcılar olarak mealleri di rilmiş tir. Bu terceme yanlış değil ama, bizim dilimizde ve kültürümüzde “solcular ve sağcılar” kelimesi yerleşirken, Kur’an’m ifade ettiği anlamda yerleşmemiştir. Bu kelimeler daha zi­yade Amerikan tarafını tutanlara “Sağcı”, Rus tarafını tutanlara “solcu” diye kullanılmış ve bizim dilimize de o şekilde yerleşmiştir. Kur1 an ‘in kasteddiği ise bu anlamlarda değildir.

Kur’an’m ifadesine göre İmansız olanlara “solcu”, imam olanlara (İslama iman eden, Peygamberimize, ve Kur’an’a iman eden, geçmişte, Hz. İsa’ya, İncile, Hz.Musa’ya, Tevrat’a iman, Hz. Nuh (A.S.)’a iman eden, Hz Adem (A.S.)’a iman eden, kısaca bütün Peygamberlere iman edenlere) “Ashabu’l-Yemin “sağcılar ” denilmiştir.

Bizim, terimlerimize ve ıstılahlarımıza sahip olmamız gerekir. Başkalarının verdiği terimlerle, ıstılahlarla konuşacak olursak kavram kargaşası denilen şey meydana gelir. Bizi kendimize başkaları tara­fından isim verdirtmemeye dikkat edeceğiz.

Bazen bize dünya siyasetinde başkaları isim veriyor, ad takıyorlar. Mesela Fundamantalist Müslüman, Radikal Müslüman, Radikal İslamcı, demokrat müslüman, laik müslüman gibi… Bazı arkadaşlara baktığımda bu isimleri benimsey i verdiklerini görüyorum. Benimsememeye dikkat edeceğiz.

Allah-u Teâla Kur’an-ı Kerim’inde;

“İnsanları Allah’a davet eden, iyi ameller yapan ve Müslümanım di­yenden daha güzel sözlü kim vardır.”diyor.[20] “Ben Müslümanım” diyenden daha güzel sözlüsü yok. Bizim bu ifadenin önüne veya sonuna bir isim getirmeye ihtiyacınız yoktur. “Müslim”, Müslimin” Türkçemize Müslüman olarak geçmiş-bizi ifade etmeye ye­terli bir kelimedir. Kur’an’i bir kelimedir.

Öyleyse başkalarının verdiği veya ilave ettiği, kelime veya sözcük­leri kabul etmemeye dikkat edeceğiz. Kabul edersek ne olur? demeyin. O ismi koyan adam, nasıl bir netice vereceğini bilerek o adı koymak­tadır.

Ashabu’ş-Şimarin, yani imansız kesimin, ahirette çok yakıcı, çok zehirli bir alevin, zehirli bir dumanın içerisinde kalacağını, Allah şu ke­limelerle anlatmaktadır. “Zehirli duman ve Kaynar suların içerisinde” “Çok sıcak bir karanlığın içerisinde”

İnsan karanlığı sevmez, Mesela bir akşam oturduğunuz bir yerde elektrik kesiliveriyor. Evinizin her tarafını bilmenize rağmen içinize bir kasvet basıveriyor. Yanınızdaki, eşiniz, çocuklarınız anneniz, babanız olmasına rağmen okumakta olduğunuz kitabı, yemekte olduğunuz ye­meği veya yüzüne bakmakta olduğunuz bir yakınınızı göremez hale gelmenin insana verdiği bir kasvet vardır.

Halbuki, bildiğiniz, gördüğünüz, tanıdığınız bir yerde, kapkaranlık bir odada ve de hararetin binlerce dereceye çıktığı bir yerde olmamak için, bu dünyada Ashabü’ş-Şimal, yani imansızlar grubu diye isimlen­dirilen “sol” tarafta olmamaya dikkat edeceğiz. Tekrar ediyorum, bu­rada “sol tarafta” derken, siyasi anlamda değil, “imansız” anlamında “Sol tarafta olmayalım. Kısaca imansız olmayalım. Yani Kur’an’ın bir tek ayetini bile inkar etmemeye çok dikkat edeceğiz. Orası “soğukda değil, ılıkda değil.”

“Halbuki onlar daha önce çok lüks bir hayat yaşıyorlardı” Çok lüks bir hayattan, çok şımarık bir yaşantının olduğu bir hayat­tan. Öyle bir hayata geçiş daha zordur.

Yani bu dünyada çok şımarık bir hayat yaşayanlar ve gönüllerinin istediğine göre yaşayanlar ve imansızlığın zevkini çıkardığını zanne­denler, bu haldeyken, cehennemde kapalı kapılar ardında, karanlık odalarda, zehirli dumanların kapkaranlık odaların harareti içerisinde kalmaları kadar korkunç bir şey yoktur.

Onun için Allah (c.c.) bu ayetlerini indiriyor. Gideceğiniz yer burası diyor. Öyleyse bu dünyada iken can bedenden çıkmadan, aklınızı ba­şınıza alınız, diyor Allah ( c.c).

“Onlar büyük günahlarda ısrar ediyorlardı”

Büyük günahların en başında inançsızlık geliyor, yanlış inanç geli­yor veya Allah’a ortak koşmak geliyor. “Şirk en büyük zulümdür” bu­yuruyor.[21] Allah (c.c.) “Şirk” bildiğiniz şirket kelimesindendir. Yani “şirk” ile “şirket” aynı kelimedendir. Şirket bir müessesede en az iki kişinin hisseleri oranında, yönetimde söz sahibi olmalarıdır. Şirk ise insanların, tabiatın yönetiminde Allah (c.c.) ‘in yanında bir başkasınada yetki verme işidir, veya bir başkasının yetkisini kabul etme işidir.

Biz tevhid’e inanıyoruz. Tabiatı yönetende Allah, insanları yönetme hakkına sahip olanda Allah (c.c.)’dür diyoruz. Bazıları, “ben Allah’a inanırım ama Allah’ın koyduğu kurallar insanları yönetmeye yeterli de­ğil” diyor. Bu kadar geri zekalı bir söz olmaz.

Bakınız, Allah (c.c.) saçımızın büyümesinden, tırnağımızın büyü­mesine kadar, kanımızın akışından, kalbimizin atışına kadar, çiçeklerin açışından, denizlerin dalgalanışına kadar, baharın gelişinden, karların yağışına kadar, her şeyi bir düzen içerisinde, çağımızın şartlarına uy­gun şekilde yaratıyor.

Oraya itirazımız yok. Acaba bütün bunları düzenli kılan .Allah (c.c.) bizim, 21. Asra girerken ihtiyaçlarımızı mı bilemiyecek? İhtiyaçlarımızı bildiğini vücudumuzda görüyoruz. Nasıl ki, kanımızın, kalbimizin hare­ket etmesine, Amerikan’ın müdahele etmesini istemiyorsak, onlardan uzmanlar getirtipte; “Allah bizim kanımızı atar damarlarla, toplar da­marlarla şöyle şöyle gönderip topluyor, siz bunu tersine dönderin, yani toplar damarlarla gönderin, atar damarlarla toplayın” diye vücudu­muzu onlara teslim etmiyoruz.

Bir hücremizi bile teslim etmeyiz. Bunu yapmazken niye hayatımızı yönlendirmede, “gelin, siz globalleşiyorsunuz, bir köy haline dönüşü­yorsunuz, sizin koyduğunuz bütün kuralları bizde almak istiyoruz. Hırsızımızın soyguncumuzun sayısını, Aidsli hastamızın sayısını eş-kiya sayısını çoğaltmak istiyoruz gibicesine bir teklifte bulunuyoruz. Bu büyük bir günahtır. Bu dünyada iken azabı çekilen bir günahtır. Allah (c.c.) onlar için şöyle diyor.

“Onlar büyük günahlar üzerinde ısrar ediyorlar” Yani şirk üzerinde, içkinin üzerinde, zinanın üzerinde, yalanın üzerinde, haksızlığın üze­rinde ısrar ediyorlar. Haramı kabul etme tarafına gidiyorlar.

Bakınız, bütün dünyada şu kural kanun olarak kabul edilmiştir. Vergisini verdiğiniz hiçbir malın hesabı sorulmayacak, “Nereden bu­lursan bul.” diyor. Halbuki, dinim öyle demiyor. “Malı helal ve temiz olarak yiyiniz” diyor. Başta helal kelimesini kullanıyor, sonra temiz kelimesini kullanıyor. “Halalen, tayyiben” kelime­lerini kullanıyor.

Kazandığınız rızıklar önce helal olacak. Kimsenin alın teri yediğiniz mala haksız olarak karışmayacak, giydiğiniz elbisenin üzerinde, hak­sız yere akıtılmış bir damla kan, bir damla göz yaşı veya hakkı öden­memiş bir damla alınteri olmamaya dikkat edeceğiz.

“Biz toprak olduktan sonra ve kemik haline döndükten sonramı diri­leceğiz diyorlar. Bizden önceki atalarımız da mı dirilecek diyorlar” Onlara söyle;

“Evet önce gidenler de, sonra gelenlerde ” Bütün bunların hepsi; “Vakti belirli olan, o günde toplanacaklardır.”

Rabbim tarafından vakti biliniyor. Ama insanlar tarafından vakti bi­linmeyen o kıyamet gününde bütün insanlar, Hz. Adem’den en son yeryüzüne gelen insana kadar, dağda kaybolan, ateşte yanan, denizde boğulan, dünyanın neresinde olursa olsun, gökyüzünde yok olan insana kadar herkes Allah (c.c.)’ın huzurunda toplanacaklardır.[22]

51- Siz ey sapık yalancılar yalanlayanlar.

Ey sapıklar! Ey Allah’ın dinini yalanlayanlar!!.[23]

52- Elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz

Zakkum, Türkiye’de de Dünya’da da bilinen bir ağaçtır. Daha zi­yade Akdeniz sahillerinde çokça yetişen bir ağaç. Yaz ve kış yaprağını dökmeyen bir ağaç. Yaprağı ve çiçeği çok acı olan bir ağaçtır. Ondan daha acı bir ağaç yeryüzünde var mıdır? mutlaka vardır. Niye zakkum ağacını zikrediyor? Kur’an uluslar arası, evrensel bir kitaptır, yani bütün insanlığa gönderilmiş bir kitaptır. Zikredilen nesne bütün insanlar tarafından bilinen birşey olmalıdır.

Zakkum ağacını, bir Amerikalı, bir Afrikalı, bir Japon, bir İstanbullu, bir Alman bilir. Yani dünyanın her tarafında zehirli bitki vardır da bu Afrika’nın bilmem hangi köyünde olduğu Herkes tarafından bilinmemektedir.

Onun için herkesin bildiği birşeyden misal veriliyor.

Onun için Allah (c.c.) “zakkum” kelimesini kullanmış ama şu bildi­ğimiz zakkum ağacı değildir. Allah (c.c.) ahireti tarif ederken bu dün­yada bildiğimiz şeylerle tarif ediveriyor. Nasıl ki bu dünyada Zakkumu yiyemiyorsunuz. Halbuki bildiğimiz topraktan bitiyor. Ahiretteki zak­kum ise, cehennemde bitiyor, cehennem ateşinden gıdasını alıyor, yakılan insanların irinlerinden sulandığına göre, onun acısı hayal bile edilemez.[24]

Nasılki, cennet nimetlerini; gözlerin görmediği, gönüllerin hayal edemediği diyerek tarif ediyor sevgili Peygamberimiz, cehennemdeki yiyecekler de gözlerin görmediği, gönüllerin kötülüğünü hayal edemediği acılarla dolu olacaktır.

Onun için biz, ağzımızı, midemizi, vücudumuzu seviyorsak, ahiret için çok çalışmalıyız. Bu tenimizi cehennemde yanmaktan acı şeyler yemekten korumalıyız.[25]

53- Karınları (nizi) onunla dolduracaksınız.

54- Üzerine kaynar su içeceksiniz.

En acı yiyeceklerle karınlarını doyuranlar, üzerine de kaynar sular içerler diyor Allah (c.c.).

Kaynar su elimize ve ayağımıza dökülse hemen yakıveriyor. Deriyi kavlatıveriyor. Bazen tehlikeli boyutlara ulaşıveriyor. Dünyadaki hara­retin derecesinin sınırı vardır. Cehennem suyunun kaynadığı, bizim dünyadaki derecelerimizi çatlatacak derecededir. Buna yürekler da­yanmaz. Buna mideler dayanmaz.

Her amel işleyişimizde dikkat edelim. Haram bir lokma boğazımız­dan girerken, bir gün onun yerine kaynar suların girib onunla azab edi­leceğini düşünelim. Işıklı salonlarda yetimlerin hakları yenirken, bun­ları hatırlarsak boğazımızdan geçmeyiverir.

İşte bazı insanların; “canım İslam’dan bahsetmeyin, şimdi yeri de­ğil, buralarda olmaz, Onu camide konuşun” dediklerini duyarsınız. Beş yıldızlı otellerin salonlarından birinde, siz bu ayetlerden bahsetseniz herkes rahatsız olur. Zaten köşe dönerek yapılmış bir otelde, köşe dönenlerin toplandığı biryerde, siz bu ayetleri okuyacak olursanız, adamlar fena halde rahatsız olurlar. İşlerinden biri nazikçe “hocam bunları Sultanahmet camiinde, Süleymaniye’de okusanız, olmaz mı?” deyiverir.

Onun için diyorlarki; “Camilerde namaz kıldınız da biz karıştık mı? siz camiye gittinizde biz sizi yoldan mı çevirdik” Yani caminin içerisinde okuyun, bizim bulunduğumuz yerlerde okumayın rahatsız oluyo­ruz diyorlar.

Gerçekten rahatsız olurlar. Neden rahatsız olurlar? Adamlar yaptıkları işin yanlış olduğunu biliyorlar. Onun için; “müslümanların dedikleri doğruysa, bizim halimiz perişan” diyorlar. Bunu da biliyorlar.

Peki neden dönmüyorlar ve niye dinlemiyorlar? Bazı şeyleri hatırla­mak ve bilmek veya bildiğini hatırlamak insana acı verir, üzüntü verir, keder verir. Onun için Allah’ın ayetleri ile, Allah’ın ayetlerini söyleye­cek insanlarla bir araya gelmemeye çok dikkat ediyorlar.

Onlar o kaynar suları öylesine içerlerki;[26]

55- Susuz devenin içmesi gibi içeceksiniz.

Çok su içme hastalığına uğrayan deveye “Him” der araplar. Veya “Him” kelimesi bu anlama gelmektedir. Öyle bir hastalığa tutuluyorki, suyu içiyor içiyor, karnı rahatlama derecesine geliyor ama, ciğeri yine yanıyor ve yine su istiyor. Cehennemlik insanın halide ona benzetili­yor. Bir tarafta boğazı su içmek istiyor ama içtiği sular bağırsaklarını perişan ediyor ve döküyor. Böylece azabın devamlılığı sağlanıyor.

Şirk vadilerinde harama doymayanlar cehennem vadilerinde kaynar sulara doymayacaklar.[27]

56- İşte ceza gününde onların ağırlamşı budur.

İşte kıyamet gününde, ceza gününde onlara verilecek olan ikram budur, diyor Allah (c.c). İşte ikram! buyrun!, Mü’minlere cennette ikramlar yapılırken kafirlerede cehennemde bir ikram yapılıyor ama, bu ikram dünya derecelerini çatlatacak derecede kaynar suların onlara içirildiği zakkumların yedirildiği şeklinde bir ikram olacaktır.[28]

57- Sizi biz yarattık. Tasdik etmeniz gerekmez miydi?

“Yahu sizi biz yarattık” diyor Rabbim. Niye tasdik etmiyorsunuz?

58- Akıttığınız meniyi gördünüz mü?

Ana rahimlerine yerleştirdiğiniz menileri gördünüzmü?[29]

59- Onu siz mi yarattınız yoksa biz mi yarattık?

Âllah(c.c); Onları siz mi yaratıyorsunuz, yoksa bizmi yaratıyoruz diyor.[30]

60- Aranızda ölümü biz takdir ettik. Bizim önümüze geçilmez.

Rahimlere yerleştirilen meniyi gördünüz mü? Onu siz mi yaratı­yorsunuz biz mi yaratıyoruz? diyor Allah (c.c.)

Bu günlerde, Türkiye’de bir haber nedeniyle bir taraftan dinime sa­taşma ihtiyacı hisseden, Mehmet Akifin tabiriyle;

-Şarka bakmaz, Garbı bilmez görgüden yok payesi

-Bir utanmaz, yüz kızarmaz büsbütün sermayesi.

dizelerinde ifadesini bulan, kaba, yobaz, imansız softa tipinde bazı insanlar, imansızlığını ortaya koyarak herşeyden yararlanma tarafına gidiyorlar. Son günlerdeki, bir koyun kopyalama meselesinde de hemen, “bakı­nız insanlarda birşey yarattı, Allah’ın bu işte müdahalesi yok” diyen ataistler kendilerine bir malzeme çıkarma tarafına gidiyorlar.

Halbuki seri üretim diye birşey yok. Ben bu işi Çapa Tıp Fakültesinde ehline sordum. Dediler ki; “hocam dışta döllenme mey­dana getiriliyor, koyunun menisinden (meni olması lâzım) alman bir şeyle meydana getirilen bu döllenme, yine koyunun ana rahmine koyu­luyor. Yani 6 ay koyunun ana rahminde büyüyecek. Burada bizim yine müdahalemiz yok.

Bir arkadaş; hocam şöyle anlatayım dedi. “Nasıl ki tüp bebek dedi­ğimiz olayda babanın spermi ile annenin yumurtası dışarda döllendik­ten sonra ana rahmine yerleştiriliyor, koyunda da yalnız koyundan alı­nan ve kendi arasında döllenme meydana getirilen madde koyunun ana rahmine konuluyor. “Orada 6 ay yine bizim müdahalemizin dışında ge­lişmesini devam ettiriyor, doğumu da kendi müddeti içerisinde mey­dana geliyor”

Allah (c.c.) da; “O ana rahmine yerleşen meniyi siz mi yaratıyorsu­nuz, yoksa bizmi yaratıyoruz?” diyor.Allah’ın koyduğu kanunlar içeri­sinde insanoğlu iş yapıyor. Doktorlar, bu işi yapan kişiler. O, rabbimin tabiata koyduğu kuralları keşfediyor, o kurallar ye kanunlar içerisinde işini devam ettiriyor. İlim adamı fiziki tarafını keşfediyor. Koyunun ru­hunu görebilmiş değil.

“Aranızda ölümü biz takdir ettik, ölümü de takdir eden biziz, Ona bir zaman biçen, nerede, nasıl öleceğini belirleyen biziz. Bizim önü­müze de kimse geçemez” diyor Allah (c.c).

Olurmu hocam? Çekerim tabancayı, canlı bir adamı vururum, Allah’ın ecelinin önüne geçmiş olurum diyor. Peki nerden biliyorsun sen, onun ecelinin o saatte olmadığını, senin de buna kötü bir alet ola­cağını. Sen bilmiyorsun ki bu işi. O zaman şunu sorabilir. Peki o zaman onu ecelinde öldürmüşsem benim günahım nedir? Senin günahın, “haksız yere adam Öldürmeyiniz” emrine muhalefettendir. Yoksa, Öldüren de, dirilten de Allah (c.c.)’dır. Ölmenin yasasını ko­yanda, dirilmenin yasasını koyanda, Öldürmeyiniz yasasını koyanda yine Allah (c.c.)’dır. Biz yasalara göre yaşıyoruz. Allah (c.c.)’ın teşrii yasasına bazıları muhalefet edip Kur’an-ı Kerirn’c karşı çıkıveriyorlar.[31]

61- (Ölümü takdir ettik ki) benzerlerinizi getirelim ve (ahirette) bilmediğiniz şekilde yeniden yaratalım.

Sizin bir benzerinizi yaratmaya ve yeniden bilmediğiniz bir şekilde sizi inşa etmeye biz kadiriz. Bizim önümüze de kimse geçemez diyor Allah(c.c).

Ahirette biz sizi yeniden yaratacağız, ama o yaratmanuz bu dünya­dakinin aynısı değil. Yani gözlerinizin bakışında, dünyadaki şartlar ayrı, ahiretteki şartlar ayrı olacak. Duyuşumuz, görüşümüz, görüntü­müz, farklı olacak. Buhari’de geçen bir hadiste Peygamberimiz, kafirin bedeninin büyüklüğünü anlatarak, Cehennemde, azabı daha çok tatması için, kafirin bedeninin büyütüleceğini haber veriyor. Yani bizim bilmedi­ğimiz bir şekilde yaratılacağımızı haber veriyor.[32]

62- Yemin olsun ki, birinci yaratılışı bildiniz. Bundan öğüt alma­nız gerekmez mi?

İlk yaratılışı sizde biliyorsunuz. Bu dünyadaki yaratılışı bizde bili­yoruz. Ana rahmine meni düşüyor, 9 ay ana rahminde kalıyor, dünyaya geliyor. Eli ayağı olmasına rağmen hiçbir şeye gücü yetmeyen bir ço­cuk, derken apalıyor, emekliyor, ayağa kalkıyor, delikanlı oluyor, der­ken tekrar toprağa doğru eğiliyor. Biz bunu görüyoruz. Bunu yapan Allah (c.c.), ahirette sizi ana rahmi mesabesinde olan. kabirden niye diriltenlesin ki.?!![33]

63- Ektiğinizi gördünüz mü?

64- Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa biz mi bitiriyoruz?

Siz ektiğiniz mahsûlleri görüyorsunuz. Görüyorsunuz değil mi? Mesela Konya’h toprağa daneleri saçıyor ama ne kadar saçtığını bil­mez. Afyon’da Afyonun o incecik küçücük danelerini çiftçiler toprağa saçıyor. Ne kadar saçtığını bilmez, Makina ile saçarken de bilmez. Ama Allah (c.c.) bilir.

Onları siz mi yetiştiriyorsunuz biz mi yetiştiriyoruz?”

Biz nasıl yetiştirelim ki, toprağa kaçtane düştüğünü bilmiyoruz, ne­reden olduğunu bilmiyoruz, ne kadar suya ihtiyacı olduğunu bilmiyoruz, güneşten ne kadar alması gerektiğini bilmiyoruz. Biz yalnız Rabbimin koyduğu kanun gereği, zamanında suluyoruz, ilacını gübresini veriyoruz ve gerisini Allah’a havale .ediyoruz.

Neticede, çekirdekler çiçeğe dönüşmeye başladımı, onların geliş­mesini de kimse engelleyemez. Asfaltı, taşı, kayayı delen ve yukarıya çıkan yemyeşil yapraklar görürsünüz. Elinizle şöyle bir dokunun, yu­muşacık bir yeşil yaprak. Hayretler içerisinde kalırsınız. Bu asfaltı bu yemyeşil yaprak nasıl delmiş? diye.

Son günlerde Dünyadaki bir kısım müslümanlara ümitsizlik çökmüş durumda Bu ümitsizliğin sebebi de şudur. Efendim dünyanın her tara­fında, Amerika’sı, Rus’u, Japon’u Çin’i ve bu ülkelerin çeşitli uzmanları, dünyayı tek devlet yapalım ve bu devlette bizim sözümüz geçsin di­yorlar ve pürüz olarakta yalnız müslümanları görüyorlar ve bu müslü-manları yok etmek için plan ve programlar yapmaya çalıştıklarını görü­yorsunuz.” diyorlar. Sakın ümitsizliğe düşmeyin. Bunlar yeni bir şey değil. Sevgili Peygamberimiz Mekke’de iken, Fetih sûresinin son ayetlerinde Rabbim, o toplumun yetişmesini, topraktan çıkan nebatat-‘in yetişmesine benzetiyor.

Sahabenin gelişmesini böyle tarif etmiş Rabbim. Şu anda mü’minle-rin gelişmesi de, böyle bir gelişmedir. Kâfirler ne kadar irinlenirse kin-lensinler, ne kadar parmaklarım ısınrlarsa ısırsınlar, baharın gelme­siyle toprağın yeşermesini engelleyemezler.

Şöyle düşünün… Amerika’nın, Japon’un, İngiliz’in Fransız’ın; askeri uzmanları, siyasi uzmanları bir araya gelseler, Türkiye’de baharın gel­mesini engelleyebilirler mi? Engelleyemezler. Asit yağmuru yağdırsa-lar, bunu da en çok 10 dağın tepesine yağdırıp yeşilliğini kurutabilirler. Ama top yekûn Türkiye’nin baştan başa tepesine ateş yağdıranı azlar. Ulu dağ’ın dan, Suphan Dağı’na kadar dağların tepesine kadar asit yağdıramazlar,

Bu, İslam ümmetinin bağrına düşen bir çekirdek gibi, gönüllerine yerleşen “kelime-i tevhid’in” amel çiçekleri halinde görülmesini de en­gellemeleri mümkün değildir. Onlar ne kadar plan kurarlarsa kursunlar. Bu onların görevi. Ateşin görevi yakmak, akrebin görevi sokmaktır. Ateş niye yakıyor diye kızılmaz, tedbir alınır.

Eken de, biçen de Allah (c.c.) dür. Bizim gönüllerimize de bu imanı rabbim ekmişse, bunu kimse engelleyemez.[34]

65- Dilemiş olsaydık kuru bir ot yapardık da siz de üzülürdünüz.

O tabiatta yetiştirdiğiniz mahsûlleri dilediğimizde çerçöp haline ge-tiriveririz. Sizde şaşkın bir halde kaliverirsiniz diyor. Allah (c.c.)

Ben çiftçi bir ailenin çocuğuyum. Ekinlerimiz güzel olurdu, içine gir­diğimizde boyumuza yetişirdi. Tabi o günlerde çocuğuz. Ama bir gün bir haber gelirdi; “Dolu yağmış, ekinlerin belini yarıdan büküvermiş.

Ekin yeşil derilmiş.” Babamız iman sahibi bir insandı. “Hasbünallah ve ni’mel vekil” derdi. “Allah(cc) “bizi aç bırakacak değil ya!, bir başka yönden verir” derdi.

Ama bir başka gün gelip baktığında şöyle dedi. “Bu giine kadar gö­rülmeyeni gördük. Ekini yarısından bölen Allah (c.c), kökünden yeni­den sürgün verdi ve geçen senekinden daha iyi ekin aldık.” denirdi.

Yani bir yerden verir, bir yerden alırdı. Yeter ki biz verdiğinde de şükredelim, aldığında da şükredelim. Her halükârda Allah’a (c.c.) şük­redelim.[35]

66- Biz borçlandık (derdiniz)

67- Hayır biz mahrum kaldık (derdiniz)

Şimdi bazı insanlar, genelde imansız kesim; “Yahu Allah vermişti ama, şimdi alıverdi. Bu kadar borcun içerisinde mahrum kaldık” diye feryadı figan ediyorlar.[36]

68- İçmekte olduğunuz suyu gördünüz mü?

69- Onu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa biz mi indirdik?

70- Dilemiş olsaydık onu tuzlu su yapardık.

Niye şükretmezsiniz? Şükretmeniz gerekmez mi? diyor Allah (c.c.) Allah (c.c); -insanoğlunun yeni bulduğu- su arıtma sistemini, ta dünyayı yarattığında tabiat kanunlarına koymuş. Güneş, denizlerin, göllerin, ırmakların üzerine doğuyor. Orada toplanan sular hava imbiğinden geçiyor, buhar haline geliyor. Hava içerisinde, güneş ışınlarıyla o buharın bütün mikroplarını tertemiz hale getiriyor.

Ya denizin suyunu, tuzuyla beraber bulutlara çıkarmış olsaydı!!. Onu da uçacak hale getirseydi!!. Bu defa gökyüzünden tuzlu su yağa­cağından, olacakları düşünün!!!,

Yani Allah (c.c.) “hasib” sıfatıyla milyonlarca hesab içerisinde, her-şeyi en ince teferruatına kadar bir plana dayandırmış. Sularımızı indi­rirken de binlerce hikmetiyle indiriyor, yukarıya çıkarırken de binlerce hikmetiyle çıkarıyor.[37]

71- Yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz’mü?

72- Ateşin ağacını siz mi yaptınız, yoksa biz mi yaptık?

Yakmakta olduğunuz petrolü, kömürü, odunu siz’ mi yaptınız? Yaratan siz misiniz? Hayır. Biz tüketenleriz. Yani odunu tüketiyoruz, kömürü tüketiyoruz, petrolü tüketiyoruz. Hava gazını da biz yaratma­dık. O da Allah (c.c.) tarafından yaratılmış, yer altına depo edilmiş. Bir gün gelir kullarım bunu çıkarırlar ve bununla ısınırlar demiş. Bu gün biz Rabbimizin doğaya koyduğunu buluyoruz ve onu insanların istifade­sine sunuyoruz. Yani biz yaratmıyoruz.[38]

73- Onu biz, bir ibret ve çöldekilere fayda kıldık.

Biz onları bir uyarı kıldık, hatırlatma kıldık. Yani yaktığımız o ağaç­lan, kömürleri, kendisiyle ısındığımız, ihtiyaçlarımızı karşıladığımız ya­kacaklarımızı, elektriğimizi, gökyüzünden yağan yağmurları, yeryüzünden çıkan bütün bu yiyecek ve giyecek maddelerini Allah bizim için bi­rer hatırlatma olarak nitelendiriyor.

Yeryüzünden çıkan maddelerden giyeceklerimizin hammedesini ipe dönüştürdük ve Allah’ın tabiata koyduğu boyalarla boyadık, güneşin yedi renginden aldık. Desenini de; bir gülün, bir hercai çiçeğinin de­senlerinde etkilenerek hazııladık. Yani ressamlarımızın, desinatörle-rimizin malzemesi, ilham kaynağı Allah (c.c.)’ın yarattığı tabiattır.

İnsanoğluna uçma fikrini, Allah (c.c.) bir kuşla veriyor. Ondan sonra insanoğlu kuşun sağından bakıyor, solundan bakıyor, içinden bakıyor, dışından bakıyor, ve projesini hazırlıyor. Burada önemli olan “uçma”

fikridir.

Allah (c.c), Zor durumda olanlara, İhtiyaç sahiplerine bir “met’â” olarak yarattı, ‘”Mukvin” “Kava” kökünden gelmektedir. Kava keli­mesi Arabuı dilinde “Çöl” manasına geliyor. Bu dünya, Cennete göre aslında bir çöldür. Bu dünya çölünde Allah (c.c.) bize bir meta1 olarak, yeşillikler vermiş, sular vermiş, yiyecek maddeler içecek maddeleri vermiş, soğuktan korunacak, sıcakta serinleyecek maddeler vermiştir. Biz bu dünya çölünde ne yapacağız?[39]

74- O halde, büyük Rabbini adıyla teşbih et.

Büyük Rabbinin ismiyle teşbih et veya Rabbinin büyük ismiyle, ism-i azamıyla teşbih et. İkisi de anlaşılabilir. “Teşbih et” derken; Allah’ın(c.c) “eksik sıfatlardan münezzeh olduğunu, kemal sıfatlarla muttasıl’olduğunu” (bu eski bir Osmanlı deyimidir) zikret.

İşte namazımızda tekbirin arkasından “süblıanallah, subhane rabbi-yel azim,” derken bu ayetin emrini yerine getiriyoruz. Rûkû’a varıp di­yoruz ki; “Yarabbi! Bizim gibi insanların kusurlarından sen uzaksın.”

Bakınız, bizim gözümüzün bir sınırı var, aklımızın bir sının var, ha­yatımızın bir sınırı var. Biz kendimize bile sahip değiliz. Karnımız ağrı­yor da durduramıyoruz. Hastanelerdeki onlarca hastanın ağrılarını dindirmek zorlaşıyor. Milyonlarca isnanm sıhhati devam ediyor ve bunu da herşeye kadir olan Allah (c.c.) devam ettiriyor.

“Yarabbü! bizde bütün bu noksanlıklar var ama, sen de bunun hiç­biri yoktur. Biz yarının ne getireceğini bilmiyoruz, fakat yarını getire­cek olan ve yarının iyiliklerini de zorluklarını da getirecek olan sen­sin.” diyoruz.[40]

75- Yoo..! Yıldızların yerlerine yemin olsun.

Tecvid’in bütün kurallarına riayet ederek okuyan hafızalarımız bu bölümü okurlarken buradaki “Fel┑daki, Lâ’yi dört elif miktarı uzatır­lar. Bu bir tecvid kuralıdır. Fakat onu anlamada bir etki yapmaktadır. “Fe laaaa” diye dört elif miktarı çekerken, “Hayıııır” diye bir anlamı ifade etmektedir.

“Yıldızların yörüngelerine yemin ederim ki” manası var. Bir de; “Kur’an-ı Kerim’in ayet ayet nazil oluşu “necm” kelimesiyle ifade edil­miştir. Buna göre de, parça parça nazil olan ayetlerin, nazil oldukları yerlere, nazil oldukları zamanlara, nazil oldukları durumlara yemin ederim ki” manası vardır.

Bu iki anlam birbiriyle çelişmez. Gökyüzündeki bize ışık veren, yön tayin eden yıldızları yaradan ve onları yörüngesine yerleştiren Allah (c.c), bin dörtyüz seneden beri yıldız gibi parlayan, kıyamete kadarda parlamaya devam edecek olan Kur’an ayetlerininde her birisinin kendi­sine göre bir yörüngesi vardır.

Yıldızlar, tabiat ayetleridir ki, biz bunlara tekvini ayet diyoruz, Diğeri de teşrii ayetlerdir. Yani son günlerde çokça konuşulan Şeriatın ayetleridir. Rabbim buna yeminle başlıyor ve birilerine de “Hayıııır” di­yerek onların düşündüklerinin, Kur’an hakkında söylediklerinin, zan ifade eden bilgilerinin geçerli olmadığını reddederek başlıyor.

Biz de; şu anda bütün dünya genelinde insanların İslam’a kulak ver­diği, gönlünü İslam’a açtığı bir dönemde Kur’an’a karşı saldırıya geçen­lere, “Hayır! yanlış anlıyorsunuz, yanlış düşünüyorsunuz, Kur’an hak­kındaki bilgileriniz eksik, Allah (c.c.) Kur’an’ma yemin ediyor” diyece­ğiz.[41]

76- Eğer bilirseniz, bu büyük bir yemindir.

Allah (c.c.) Eğer bilmiş olsanız bu büyük bir yemindir diyor. Yani yemin ettiği olayın çok büyük olduğunu ve yemin edenin de Allah’ın (c.c.) bizzat kendisi olduğunu ifade ederek, olayın ne kadar önemli ol­duğunu ve asıl söylenmesi gerekeni bize söylüyorlar.[42]

77- Şüphesiz o şerefli bir Kur’an’dır.

78- Korunmuş bir kitaptadır.

79- Onu ancak temiz olanlar tutabilir.

80- Alemlerin Rabbinden indirilmiştir.

Buraya kadar yukarıdaki yeminin cevabı olmuş oluyor. Asıl yemin edilen, önemine dikkat çekilen bölüm burası. Yani Kur’an’ın en değerli kitap olduğunu Allah (c.c.) bize bizzat kendisi bildiriveriyor.

Bakara suresi I. ayet’indeki “Elif Lam, Mim Zelikel-Kitab” diye bu­yuruyor. Allah (c.c). Yani “İşte kitap” buyuruyor. Fatiha suresinde biz; “Ya Rabbi! bize dosdoğru yolunu göster” diyoruz. Allah’da (c.c.) hemen Bakara suresinde “Zelikel-Kitap” “İşte Kitap” diye bize cevap veriyor.

Eğer bu dünyada izzete ve devlete kavuşmak, ahirette cennete ka­vuşmak istiyorsanız işte Kitap. Bu kitapı uygular ve hayatına tatbik ederseniz o istediğiniz yüce makama erişirsiniz, buyurmaktadır. Burada da, Allah (c.c.) gözlerimizi çevirdiğimizde gördüğümüz gökyü­zündeki yıldızlara ve Kur’an’daki ayetlere yemin ederek, “bu bir değerli kitaptır, bir Kıır’an’xhr” diyor.

Tertemiz meleklerin dokunduğu Kur’ân’a, bizler de dokunurken ab-destli olmaya dikkat edelim. Herhangi bir insanın kitabına değil Allah’ın kitabına dokunuyoruz. Abdestsizseniz, fakat abdest alma du­rumunuz da yok, Kur’ân okumak istiyorsanız bu durumda okumak, okıımamakdan iyidir. Ancak imkanların olduğu yerde temiz olmaya, tertemiz meleklere özenmeye gayret edelim. (Bu konuda bak-Cassas, Ahkam-ü Kur’ân 3/419)

“Bu Kur’an-ı Kerim Alemlerin rabbi tarafından indirilmiştir.” Yani Allah (c.c.) günümüzdeki birilerine cevap veriyor. 1400 sene önce sevgili Peygamberimiz’e (s.a.v.) sataşanlara cevap verdiği gibi, günü­müzde de “bu Allah kelamı değil, Muhammed’in kendi yazdığı bir ki­taptır” diyenlere de cevap veriyor.

Bu kitabı, sevgili peygamberimizin uydurmaynp, Allah’ın kelamı ol­duğuna dair engüzel delil; Kur’ân ve sünneti yanyan okumaktır. Deneyiniz.!

Yani Kur’ân hakkında bilgisi olmayan, şu anda beni dinleyen bir de­ğerli insan şunu yapsın Kur’an-ı Kerim’i tercemesi ve tefsiri ile birlikte okusun. Birde “Tecrid’i sarih” isimli hadis kitabını okusun. Ayetle ha­disin dii ahengi açısından farklı olduğunu anlayacaklar.

Şöyle bir örnek vereyim; Önce Mehmet Akif’in şiirini, sonra da Necip Fazıl’in şiirini okuyun. Aradaki üslubun farkını farkedeceksiniz.

Kur’an’ın üslubu ile sevgili peygamberimizin üslubu tamamen ayrı­dır. Bunu; hassas bir kulağa sahip olan ama Kur’ân okumasını bilme­yen bir kişi dinlese bu aradaki uslub farkını anlayacaktır.

Ehli zaten bilir. Yani Arap dili ve edebiyatını çok iyi bilen insanlar bunu bilirler. Mekke’nin ileri gelen müşrik edipleri de bunu söylemiş­lerdir. Bir kısmı, “bunu Muhammed uyduruyor” derken diğer bir kısmı ise; “biz Muhamrned’i tanırız, konuşma üslubunu biliriz. Bu uslub Muhammed’in üslubu olmadığı gibi , bu insani uslub da değil” diyerek bu farkı bildiklerini itiraf etmişlerdir.

“İnsan, böyle güzel bir sözü söyliyemez” diyerek müslüman olan insanlar da vardır. Kur’an’ın, insan kelamı olmayıp, Allah’ın sözü olduğunun en güzel delili, yine kendisidir. Başka delil aramamıza gerek yok. Rabbim’de bunu söyleyivermiş “O alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.”[43]

81- Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?

“Müdhinün” kelimesinde; Siz, bu sözle mi alay ediyor? dalga geçi­yorsunuz? anlamı olduğu gibi bir de “idhan” kelimesinde “yağcılık” an­lamı olduğundan “siz bu sözlemi birilerine yağcılık yapıyorsunuz” an­lamı da vardır.[44]

82- Rızkınızın (eksileceğini bahane) kılarak (dini) yalanlıyorsu­nuz.

Siz rızkınızı yalan söyliyerek mi kazanıyorsunuz? Allah’ın kitabını yalanlayarak mı rızkınızı kazanıyorsunuz?

Şimdi iki ayeti yan yana getirerek manalandiralım. Bu sözle mi dalga geçiyorsunuz? Bu sözlemi birilerine yağ çekerek rızkınızı elde etme yönüne gidiyorsunuz?

Kur’an 1400 sene önce nazil olmuş ama; ben bu ayet-i Kerimeleri okurken; sanki daha bugün veya dün nazil olmuş gibi hissediyorum.

Türkiye’de ve dünyadaki son olaylardan anlaşılan o ki; her gün biri­lerinin çıkıp, birilerine veya batıdaki ahilerine yaranmak ve onlardan makam ve mevki elde etmek, bazıları da aferin alabilmek için Allah (c.c.)’ın kelamını ağzına dolayarak, onlara yağ çekerek Kur’an-ı yalan­lamak için gayret içindeler. İşte ayetlerde bize bunların durumunu ha­ber verir gibi.

Batıdaki adamlar gelip bizimkilere; “uluslararası çok büyük bir şir­ketin Türkiye temsilciliğini veya ortaklığını veya mümessilliğini sana verebiliriz, sana şu makama gelmende yardımcı olabiliriz. Ancak se­ninde bunun karşılığında hizmetini görmemiz lazım; Dünyada ve Türkiyedeki İslami gelişmelere karşı sende görevini yerine getirecek­sin. Kur’an’ın insanlar tarafından tanınması, öğrenilmesi, anlaşılmasını egelleyeceksin.” diyorlar.

Yani bu ışığın üzerine çamur atıp karartacak, İnsanlara ışık saçma-sini engelleyeceksin. Çünkü bizim yarasalarımızın gözleri kamaşıyor, rahatsız oluyorlar, demek istiyorlar.

Onlara karşı biz de ayeti okuyoruz; “siz, rızkınızı oradan elde et­mek için birilerine yağ çekerek bu Allah’ın kitabını yalanlayıp, ayet-i kerimelerle alay ediyorsunuz.”[45]

83- Can boğaza geldiğinde, Eh… can boğaza gelince görürüz. Can boğaza geldiğinde…şöyle olur, böyle olur diye ata sözlerimiz vardır. “Dünyadaki her insan ölümü tadacaktır.” diyor Allah(c.c). Hani, ce­nazeyi taşıdığımız’ tabutun üzerindeki yeşil örtüye bu ayet nakşedilmiş “Küllü nefsin zaikatü’1-Mevt” “Her can ölümü tadacaktır.” Ayet, tabutu taşıyanlara hitap ediyor. Tabutu omuzları üzerinde götürenler ayeti görüyorlar. ” ,

50- 60 senelik bir hayat boyunca insan, çeşitli vazifelerin başına ge­çirilir. Vâad ettiklerini verirler de. Ama ölümünü engelleyemezler. Dünyanın bütün doktorları bir araya gelse yine de ölümünüzü engelle­yemezler. Dünyanın bütün paralarını bir araya getirseler, ölümünüzü engelleyemezler. Rabbimiz de diyor ki; “can boğaza gelince.”[46]

84- O zaman siz baka kalırsınız.

1- Ölen kendine bakıyor,

2- Ölene çevresindekiler bakıyor,

Mesela imansızın biri uzanmış ölümü bekliyor. İmkanlar var. Dünyanın en kaliteli hastanelerinde en iyi doktorların nezaretinde ya­kınları da uzaktan böyle bakıp duruyorlar. Can boğaza doğru geliyor ama hiçkimse engelleyemiyor. Yapılacak hiçbir şey yok, veya kişi ha­yatı boyunca imansızlığın peşinde koşmuş, İslam’a ve Kur’an’a karşı elinden geleni geriye koymamış ve derken bir gün ecel gelmiş, yatakta uzanmış, ayağından itibaren canın çekilmekte olduğunu, yavaş yavaş hissetmmeye başlıyor, can boğaza geliyor. Yalvarıyor “Bütün mal var­lığımı alın, bütün dolarlarımı, marklarımı alın ama ölümümü engelleyin” diyor ama hiçkimse birşey yapamıyor.

Orada melekler ona işkence ederek ruhunu alacaklardır. (Naziyat suresi ayeti) Atalarımız bunu çok güzel Özetlemiş. Bütün hücrelerin­den canı alınırken; dikenli bir çalının insan vücudundan çekilmesi ve dikenlerin hücreleri yırtarak çıkması esnasındaki acı gibi bir acıyı çeke­cekler.[47]

85- Biz ona (ölmekte olana) sizden daha yakınız, fakat siz göre­mezsiniz.

O canı boğazına gelmiş, insana, o esnada biz sizden daha yakınız ama siz görmüyorsunuz diyor Allah (c.c). İmansız yatağına düşmüş, can derdinde iken, zorla ve acı çektirelerek canı alınıyor. En yakınları, bütün imkanlarını seferber etmişler ama bakmaktan başka hiçbir şey yapamıyorlar. Rabbim de, siz görmüyorsunuz ama biz ona sizden daha yakınız diyor.[48]

86- Eğer cezalandırılmayacaksaniz,

87- Eğer doğru söylüyorsanız, onu (canı cesede) geri döndürseniz ya.

Hani siz, cezalandırılmamalı değilmiydiniz? Haydi buyrun, Eğer sözlerinizde doğru söylüyorsanız; siz tekrar onu geriye döndürün veya siz geriye dönün. Geriye dönmeniz mümkün değil. Allah’a doğru akıp gideceksiniz. Yapacak bir şeyiniz yok.[49]

88- Amma eğer (ölen) Mukarrabinden (yaklaştırılanlardan) ise,

89- (Ona) Rahatlık, güzel kokular / nimetler ve naim cennetleri vardır.

Şu Mukarrabinden(yaklaştırılanlardan) olanlara gelince, Yani bu dünya hayatında yaptığı her harekette ve taatta Rabbine yaklaşmayı murad eden, kendi ile Rabbimiz arasındaki bütün engelleri aşabilen in­sanlara gelince;

Onlar için ahirette, rahatlık vardır, çok güzel kokular vardır ve naim cenneti vardır. Ferahlık vardır, rahatlık vardır, güzel kokular vardır. Ve naim cenneti vardır. Bu nasıl olacaktır? “Gözlerin görmediği, gönüllerin hayal edemediği” diye ifade edilmiş sevgili Peygamberimiz tarafın­dan.[50]

Bu dünyadaki sarayların, köşklerin ve yalıların bir iç dizayn ve mi­mari planı var. Bu konuda hem Türkiye’de hem de Batı’da eserler var. Bu eserlerde çok güzel şekilde çizilmiş evler, bahçeler, bahçelerde dikilecek ağaçların birbirine uyumu ve ağaçlar arası dizaynları, bu ağaçların mevsimlere göre çiçek açanları, yaprak dökenleri, dökmeyen­leri, meyva verenleri ve vermeyenleri hesap edilmiş. Bunlar kim tara­fından yapılmış?

Hatırınıza, Batılılar tarafından yapılmış cevabı gelecektir. Ama değil. Avrupalı bu konuda çok güzel eserler vermiş ama, bu uzmanlar Türkiye’ye geldiklerinde Yıldız parkını uzaktan ve yakından inceledik­lerinde şunu söylüyorlar; “Bizim hayal ettiğimizi Osmanlı yapmış” Hangi ağaç hangi ağacın yanına dikilir, hangisi yaprağını döker, hangisi dökmez bunu hesab etmişler. Çünkü biri yaprağını döktüğünde diğeri dökmez, biri sarardığında diğeri yeşerir. Bunun hesabı yapılmış ve Yıldız parkı’nda bu gerçekleştirilmiş” yani bizim ecdadımız tarafından gerçekleştirilmiş.

İnsanoğlunun hayal ettiği, hayaline göre yaptığı çok güzel yerler var yeryüzünde. Bu tür yerler dünyanın çeşitli yerlerinde var. Fakat şunu bilin ki; en güzel yerde insan birkaç gün oturduktan sonra usanma ve bıkma başlar. İnsanoğlu en güzel manzaradan bıkar.

Bıkmadığı bîr manzara vardır. O da insan manzarasıdır. İnsan de­nize bakmaktan bıkar, ama eşine bakmaktan bıkmaz, çocuğuna bak­maktan usanmaz, dostuna ve ahbaplarına bakmaktan bıkmaz. Yani yeryüzünde kendisine bakılmaktan usanılmayan birşey vardır? O da insandır.

İşte cennete de gidecek olanlar ancak ve ancak insanlardır. Yani iman etmiş insanlardır, iman etmiş insanların cennetdeki yerleri de kendilerini de usandırmıyacak şeyleri orada yaratacaktır. Dünyadaki milyonlarca dolara satılan kokuları hayal edin, bu kokular ahiretteki kokuların yanında hiçbir şey ifade etmez.

Bu bize şöyle ifade edilmiştir. Cennetin bir gülü dünyaya gelmiş ol­saydı bütün dünya bu bir gülle çok güzel kokacaktı ve dünyanın hiçbir pisliği de o güzel gülün kokusunu bastırmayacaktı.

İşte Mukarrabin olanlar böylesine güzel bir yere gideceklerdir. Sabikunlar, yani Rabbime ibadet konusunda önde gidenler, öne geçer­ler! İşte onlar cennet nimetleri içerisinde güzel kokularla ferah bir ha­yat yaşayacaktır diyor Allah (c.c.).[51]

90- Eğer sağın adamlarından ise..

91- Sana sağcılardan selam var.

Ashab-ı Yemin’den olanlara yine ashab-ı yeminden selam vardır. Cennette mü’minler Allah’a hamdu senalar edecekler, birbirlerine se­lam verecekler, melekler onlara selam verecek, Allah’da(c.c) cennet­teki insanlara bir selam ve selamet verecektir.

Bazen kelimelerin sonu hayal edilmezse, o kelime basit kalır. “Rabbimden bir selam olacaktır cennettekilere” ifadesi böyle geçiştiril­memeli.

Şu dünya hayatında, makam olarak en yüksekte bir yer düşünün ve o yerin başındaki bir zatın, size selam gönderdiğini düşünün, isminizi zikrederek selam gönderdiğini hayal edin.

Mesela benim, imanına, ameline, ilmine çok hayran olduğum insan­lardan biri; “Mahmut hocaya selam söyleyin” dese, birkaç gün uykula­rım kaçar.

Bütün ilim adamlarını, bütün Peygamberleri bütün insanları yaratan Allah(c.c.)’den cennette selam vardır; “Selamün kavlen mirrabbirrahim “[52]

92- Amma eğer (dini) yalanlayan sapıklardan ise..

93- Ziyafetleri kaynar sudandır.

O Allah’ın dinini yalanlayan, sapan ve de saptıranlara gelince, “Dallın” kelimesi hem kendileri sapanlar anlamına gelir ki, asıl an­lamı budur- hemde saptıranlar anlamına gelir. Bunu biz her gün nama­zımızda fatihada “vele’d-Dallin” diye okuyoruz.

“Yarabbü! şu Allah’ın gazabına uğramış yahudilerin yolunu istemi­yoruz. Sapık Hiristiyanlann da yaptığını, taptığını istemiyoruz.” Yani kötü şeylerim, sapık inançlarını istemiyoruz biz. “Biz Peygamberlerin yolunu istiyoruz” diye namazımızda her gün dua ediyoruz. İşte O fati­hanın sonundaki “Dallın” kelimesinin aynısıdır bu.

Allah’ın dinini yalanlayan ve de sapıtanlara gelince; “sapıtanlar” ke­limesi yalnız Hristiyanlan içermez. Allah’ın yolundan çıkan herkez bu­nun içerisine girer. Yahudiler, Budistler, vs. Rabbimin mülkünde Rabbimin verdiği el ve ayakla hareket eden, Onun verdiği kanla, canla yürüyen bu insanlar, Allah’ın dinini yalanlamakta ve de sapıtmaktadır­lar.

Sapık; genelde bizde çocukları öldüren veya işkence eden kişilere denir. Evet bu adam sapıktır. Ne yapmış adam? mesela iki kişi öldür­müş veya işkence etmiş, kafasını koparmış. Bu bir sapıktır ve tedavi edilmesi gerekir.

Peki!, binlerce, milyonlarca insanın cehenneme gitmesi için dünya devletlerinin tamamında eğitimi ateist bir mantıkla yürüten, seküler bir eğitim vermeye çalışan ve bu eğitimi vermek suretiyle imansızlaştıran insanlar, iki tane çocuk yakmıyorlar. Milyonlarca çocuğu yakıyorlar, milyonlarca siyah gözlü, yeşil gözlü, mavi gözlü sarı saçlı, siyah saçlı, güzellerin tenlerinin cehennemde yanmasına sebeb oluyorlar. Asıl sa­pıklar bunlardır.

Onun için gerçek sapıklara yönelik tedbir almamız ve onlara bu ayeti duyurmamız lazım. “İşte o sapıklara gelince!, o sapıkların konağı sıcak, kaynar suların içerisidir” Cehennemdeki kaynar sularda irinlerden meydana geliyor. Ne kadar sıcaklıktadır? Bilemeyiz. Dünyadaki ısı ölçen aletler orada geçersizdir. Yani onlar binler ve milyonlarca derecedeki irinlerin içerisinde yanacaktır. Onlar oraya misafir edilecekler ve oraya konaklandırılacaktır.[53]

94- Cehenneme atılış vardır.

“Cahim” diye isimlendirilen cehenneme atılacak ve yaslandırılacak-tır. Bunları Rabbim niye söylüyor? Bunları dünyada söylüyor, ahirette söylemiyor, mahşer yerinde de söylemiyor. Bu dünyada iken bu ayet­leri biz, bu insanlara okumamız lazım.

Özellikle açık oturumlara panellere katılan, dinime karşı cephe al­mış insanlarla sohbet imkanı bulan arkadaşlarımıza, kardeşlerimize söylüyorum. Bu insanlara söyleyin; “bu halde gidersen yanacaksın be­yefendi, biz seni seviyoruz, sen Hz. Adem’in çocuğusun, peygamber neslinden gelmektesin, yeryüzünün yaratılmışlarının en değerlisisin, yanmana göz yumamam, yanmaman lazım senin.” diyeceğiz.

Şöyle diyebilirler: “Bırak yahu yanayım, arkadaşlığımız devam etsin ama ben yanayım, sen cennete git, ben kaynar suların içerisinde haşlanayım” Bunu niye söylerler? Çünkü cenneti ve cehennemi göremiyorlar da ondan.

Görmedikleri ve de inanmadıkları için bu sözü söylemek kolay ama, mü’minlerin bu dünyada iken Allah’a ve Kur’an’a -cehennemi görmeden, sanki görmüş gibi- iman ederler. “Aynel-Yakin” ahirette görülecek ama bu dünyada ilme’l-Yakin olacak, yani görür gibiyiz.

Onun için yanmalarına müsade edemeyiz. Sultanahmet veya Taksim meydanında bir adam, üzerine benzini dökmüş, eline de kibriti almış,” ben kendimi yakacağım” diyor. Biz orada gönül rahatlığı içeri­sinde; “Canım 20 yaşına gelmiş, aklı başında bir adam, ister yakar, is­ter yakmaz. Dünyada hürriyet var, insanlar istediği yerde istediğini yapabilir. Adam kendini yakmak istemiş kim ne karışır?” deyip de orada hürriyet nutukları atabilirmiyiz.? Atılamaz. Ne yapılır? İkna edilmeye çalışılır; kandırılmaya çalışılır, gafletinden istifade edip, he­men ellerinden yakalanıp, kipritle benzini bir araya getirmemeye çalı­şırız. Sonra da tedavi edilmek için hastaneye gönderilir.

“Bırakın beni, cehennemde yanayım” diyen bir profösör, kendini yakmak üzere, etrafına ateşten duvarlar ören, sonra benzin döken, sonra da o duvarın içerisine girip kendini yakan adam gibidir. Buna müdahele ediniz, onu engelleyiniz. Niye? Çünkü onu Hz. Adem’in ço­cuğu, olduğu için sevmemiz gerekiyor.[54]

95- Şüphesiz bu kesin bir gerçektir.

İşte bu hakikatin ta kendisidir. Yani cehennemin varlığı, cennetin varlığı, cehennemde kafirlerin yanacağı cennette mü’minlerin mükafaat göreceği… İşte bunlar hakikatin ta kendisidir.[55]

96- O halde büyük Rabbinin adını tesbin et.

Allah (c.c), öyleyse O yüce Rabb’inin ismini teşbih et veya Rabb’inin o büyük ismini teşbih et. İki türlü de anlamak mümkün. Yani ism-i azam ile Rabbini teşbih et diyor.

Allah’a hamdü senalar olsun, biz teşbihi yapıyoruz. Mesela bu gün sabah namazının rükûnlarmda “subhane rabbiyelazim” diyerek bu teşbihi yaptık.

Bu ayet nazil olduktan sonra Peygamberimiz, bunu rükûnlarında yapmaya devam etmiş. Böylece Allah’ın emrini yerine getiriyoruz. Allah(c.c) lütf-u keremiyle, fazl-u keremiyle bütün insanları, cennette mü’min olarak bulundurmak nasib eylesin Amin.

Kuran

Vakıa Suresi

Şifa Tefsiri ( Mahmut Toptaş ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.