Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

56 – Vakıa Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de inmiştir. 96 âyettir. el-Hasen, İkrime, Câbir ve Ata’nın görüşüne göre Mekke’de inmiştir.

56 – Vakıa Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Vakıa Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

İbn Abbas ve Katade bundan Medine’de inmiş bir âyet müstesnadır, de­mişlerdir. Bu da yüce Allah’ın: “Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kıla­caksınız,” (82. âyet) buyruğudur.

el-Kelbî de şöyle demektedir; Mekke’de inmiştir, ancak dört âyet müstes­nadır. Bu dört âyetin İkisi: “Şimdi siz bu sözümü küçümseyip hafife alıyor­sunuz ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız.” (81-82. âyetler) buyrukları Mekke’ye yolculuğu sırasında inmiştir. Yüce Allah’ın: “Öncekiler­den de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır ” (39-40. âyetler) buyrukları Medine’ye yolculuğu sırasında inmiştir.

Mesruk dedi ki: Öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini, cennet ehli ile ce­hennem ehlinin haberini, dünyadakiler ile âhirettekilerin haberini öğrenmek isteyen kimse el-Vakıa Sûresi’ni okusun.

Ebu Ömer b. Abdi’1-Berr, et-Temhid ile et-Tâlîk adlı eserlerinde ve es-Sâ-lebî şunu zikretmektedirler: İbn Mesud vefatı ile sonuçlanan hastalığı sıra­sında Hz. Osman ziyaretine gelir ve ona: Şikâyetin nedir? diye sorar. İbn Me-sud: Günahlarım, der. Canın neyi arzuluyor diye sorar, Rabbimin rahmetini der. Sana bir doktor çağırmayalım mı diye sorar. O: Beni hasta eden zaten o doktordur, der. Peki sana beytü’İma İden bağışının verilmesini emretmeye­lim mi? der. Ona ihtiyacım yok, diye cevab verir. Sen hayattayken onu ba­na vermedin, şimdi ölümüm sırasında mı bana vereceksin? Hz. Osman: Bu senden sonra kızlarının olur, der. İbn Mesud: Benden sonra kızlarımın fakir düşeceğinden mi korkuyorsun? Ben onlara her gece Vakıa Sûresi’ni okuma­larını emrettim. Çünkü Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Kim her gece Vakıa Sûresi’ni okuyacak olursa, fakirlik ve ihtiyaç musibeti onu ebe-diyyen gelip bulmaz.”[1]

1. 0 vakıa gerçekleştiği zaman,

2. Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur.

3- O alçaltıcıdır, yükselticidir.

4. Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman,

5. Dağlar parça parça ufalandığı zaman,

6. Dağılmış toz haline geldikleri zaman…

“O vakıa gerçekleştiği” yani kıyamet koptuğu “zaman.” Maksat Sûr’a son defa üfürüimesidir. Ona “vakıa” denilmesinin sebebi, yakın bir zamanda ger­çekleşeceğinden dolayıdır. Orada zorlu pekçok olayın gerçekleşeceğinden dolayı bu İsmin verildiği de söylenmiştir.

Buyrukta hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani o vakıanın gerçekleşeceği za­manı hatırlayınız. el-Cürcarn dedi ki: “Zaman” sıla (zaid)dir. Vakıa ger­çekleşecektir, demektir. Yüce Allah’ın: “O saat yaklaştı” (el-Kamer, 54/1) buy­ruğu ile; “Allah’ın emri geldi” (en-Nahl, 16/1) buyaıklan gibidir. Yine bu buy­ruk: Oruç geldi yariı zamanı yaklaştı, demeye benzer. Birinci görüşe göre ise “Zaman” vakit bildirmek içindir, cevabi da yüce Allah’ın: “Ashabu’l-meymene ne ashabu’l-meymenedirV (8, âyet) buyruğudur,

“Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur.” Buradaki “Ya­lanlayacak” buyruğu “yalan” anlamında bir mastardır. Çünkü Araplar bazan fail ve meful veznindeki kelimeleri mastar yerine kullanırlar. Yüce Allah’ın-, “Orada boş söz işitmezler” (el-Ğâşiye, 88/11) buyruğuna ben­zer. Burada da “boş söz” anlamındaki kelime, ism-i fail olmakla birlikte mastarı anlamındadır ve “orada onun bir yalanı işitilmez” demektir. Bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır. Halkın: ifadesini”Allah’a sı­ğınırım” anlamında kullanması ve; ifadesinin; “Ayağa kalk!” anlamında kullanılması da bu türdendir.

Arap kadınlardan birisi küçük oğlunu oynatırken şunları söylemiştir:

“Ayağa kalk ayağa kalk,

Sen uyuyan bir kula denk geldin.”

Buradaki; “Yalanlayacak” ifadesinin sıfat olduğu, mevsûfun haz­fedilmiş olduğu da söylenmiştir. Onun gerçek i eşmesi ile ilgili yalan bir du­rum yahut yalan söyleyen bir kimse yoktur, dernektir. Bu da onun gerçek­leşeceğini haber veren herkes doğru söylüyor, anlamına gelir.

ez-Zeccâc dedi ki: “Onun gerçekleşmesini yalanlayacak yoktur.” Kim­se onu geri çeviremez, demektir. el-Hasen ve Katade’nin görüşleri de buna yakındır. es-Sevrî de şöyle demektedir; Onun gerçekleşmesini hiç kimse ya­lanlamaz. Yine el-Kisâî şöyle demiştir: Onun yalanlanması sözkonusu değil­dir. Yani hiçbir kimsenin onu yalanlamaması gerekir.

Onun gerçekleşmesi ciddidir, bunda herhangi bir şaka ya da eğlence söz­konusu değildir, diye de açıklanmıştır.

“O alçaltıcıdır, yükselticidir” buyruğu hakkında İkrime, Mukatıl ve es-Süddî şöyle demişlerdir: O sesi alçaltmış ve böylelikle yakında olana işiuir-miş, uzakta oian için de sesini yükseltmiştir. Bu da yakında olanı da, uzak­ta olanı da işitti finiştir demektir,

es-Süddî şöyle demektedir: O kıyamet, büyüklük taslayanlan alçaltınış, mustazaf olanları yükseltmiş olacaktır.

Katade de şöyle açıklamıştır: O birtakım toplumları Allah’ın azabında al­ca İtmiş, birtakım toplumları da Allah’a itaatte yükseltmiştir.

Ömer b. el-Hattab (r.a) da şöyle demiştir: Allah’ın düşmanlarını ateşte al-çaltmış, Allah’ın dostlarını da cennette yükseltmiş olacaktır.

Muhammed b. Ka’b da şöyle demiştir: Kıyamet dünyada iken yüksekler­de olan birtakım toplumian alçaltacak, dünyada iken aşağı görülen birtakım toplumları da yükseltecektir.

Ata da şöyle demiştir: Adalet ile birtakım toplumian alçaltacak, ilâhî lû-tufla başkalarını yükseltecektir.

Alçaltmak ve yükseltmek Araplarca hem mekân, hem de konum hakkın­da hem İzzet, hem de alçaklık hallerinde kullanılır. Şanı yüce Allah da kıya­mete alçaltmayı ve yükseltmeyi, fiili mekâna ve zamana ve onların dışında kalıp fiili bizzat gerçekîeşu’rmeyen kimselere izafe etmek şeklinde Arapların adeti üzere anlamı genişleterek ve mecaz yoluyla nisbet etmiş bulunmakta­dır. Mesela, Araplar “Uyuyan bir gece, oruçlu bir gündüz  (yani uyku ile geçirilen bir gece ve oruç tutulan bir gündüz)” derler. Kur’ân-ı Kerim’de de: “Hayır, gecenin ve gündüzün hilekârlıkları (sizin yaptığınız hilekârlıklar)” (Sebe, 34/33) diye buyurmaktadır. Gerçekte ise yükseltip al­çaltan yalnızca yüce Allah’tır. O dostlarını en yüksek mevkilere yükseltmiş, düşmanlarını da en aşağı derecelere alçaltmış olacaktır.

el-Hasîen ve İsa es-Sakafî nasb ile: “Alçaltıcı ve yükseltici ola­rak” diye okumuş; diğerleri ise mübtedâ takdiri ile ref ile okumuşlardır. Nasb ile okuyanlar; hal olarak böylece okumuşlardır. el-Ferra’ya göre ise; bu bir fiil takdirine göre böyle okunur. “O vakıa gerçekleştiği zaman onun gerçek­leşmesini yalanlayacak yoktur.” O “alçaltıcı ve yükseltici olarak” vukua ge­lecektir anlamındadır.

Kıyametin gerçekleşeceğinde ve onun birtakım toplumları yükseltip, di­ğerlerini de -açıkladığımız üzere- alçaltacağında hiçbir şüphe yoktur.

“Yeryüzü şiddetle sarsılacağı zaman” Mücahid ve başkalarından nakle-dildiğine göre sarsıldığı ve hareket ettirildiği zaman demektir, “Onu sarstı, sarsar” hareket ettirdi, sarsıntıya uğrattı demektir. “Hörgücü büyük dişi deve” demektir.

Hadiste de: “Dalgalandığı vakit deniz yolcu­luğuna çıkan bir kimsenin himayesi olmaz. “[2] denilmektedir ki, dalgaları ha­reket halinde olduğu vakit anlamındadır.

el-Kelbî dedi ki: Çünkü yüce Allah yere vahyedeceğinde o da yüce Al­lah’tan korktuğundan ötürü alabildiğine sarsılacaktır.

Müfessirler de şöyle demişlerdir: Beşikteki çocuk nasıl sallanıyorsa, yer de Öylece sallanacak. Öyle ki, üzerindeki bütün binalar yıkılacak, üzerinde dağ ve daha başka her ne varsa hepsi kırılıp dökülecek.

İbn Abbas’tan gelen rivayete göre: “Sesi duyulacak şekilde şiddet­li hareket” demektir.

“Zaman” lafzının îrabtaki mahalli ise “gerçekleştiği zaman” lafzın­dan bedel olarak nasbdır. Bununla birlikte; “o azaltıcıdır, yükselticidir” an­lamındaki buyruk ile nasbedilmesi de mümkündür. Yani yeryüzü sarsılaca­ğı vakit, dağlarda parçalanacağında (kıyamet) alçaltır ve yükseltir. Çünkü o zaman yüksek olan şey alçalacak, alçak olan şey de yükselecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yeryüzü iyice sarsılacağı vakit o vakıa gerçekle­şecektir, demektir. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc ve el-Cürcânî yapmıştır.

Buyruğun; “Yeryüzü şiddetle sarsılacağı zaman”ı hatırla, anlamında ol­duğu “Sarsıntı” lafzının ise mastar (mefuS-i mutlak) olduğu da söylenmistir. Bu ise bu sarsıntının tekrarlanacağının delilidir.

“Dağlar parça parça ufalandığı” İbn Ab bas’tan gelen rivayete göre dar­madağın edildiği zaman demektir. Mücahid de: Tıpkı unun yağa bulanması gibi olacaktır. “Sevik ya da yağa yahut zeytinyağına bulanan un” de­mektir. Sonra bu haliyle yenilir, fakat pişirıhnez. Bazan azık olarak da bera­ber gotürijlebilir. Recez vezninde şair şöyle demiştir:

“Ekmek pişirmeyiniz, bunun yerine unu yağa karıştırınız, Ve hiçbir yerde uzun süre kalmayınız.”

Ebu Ubeyde’nin naklettiğine göre bu sözü söyleyen kişi Galafanlılardan bir hırsız imiş. O ekmeği pişirmek istemiş, fakal buna vaktinin yetişmeyece­ğinden korktuğundan hamur olarak yiyivermiştir.

Yani onlar (dağlar) birbirine karışmış olacak ve bir miktar suya karıştırıl­mış un gibi olacaktır. Bu da şu demektir: Dağlar toprak olacak ve birbirine karışacaklardır. el-Hasen: Dağlar kökünden koparılıp yak olup gidecektir de­miştir. Bunun benzeri de yüce Allah’ın; “Rabbim onları kökünden koparıp parça parça dağıtacak” (Ta-Ha, 20/105) buyruğudur.

Atiyye: Kum ve toprak gibi serilmiş olacaklardır, diye açıklamıştır.

“sürmek” anlamında olduğu söylenmiştir. Yani dağlar sürülecek­tir. Ebu Zeyd dedi ki: Bu lafız sürmek anlamındadır. “Develeri önüme katıp sürdüm, sürerim” demektir,

Ebu Ubeyd dedi ki “Develeri önüme katıp sürdüm” şek­linde iki ayrı söyleyiş olup develer bir işten alıkonulmak maksadıyla onla­ra “Bes bes yahut bis bis” demeyi anlatır. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

“Medi­ne’den, Yemen’e, Şam’a ve Irak’a bir topluluk çıkıp dağılacaklardır. Fakat eğer onlar bilseler Medine onlar için daha hayırlıdır. “[3] Bir diğer hadiste de bu anlamda kullanılmıştır: “Yemenliler çoluk çocukla­rını önlerine katıp sürenler olarak size geldiler.”[4]

Araplar; derler. Ebu Zeyd bu iki lafzın ilk harflerini kesreli olarak rivayet etmiştir. “Sen onu hissettiğin ve yolda giderken onun yanına vardığın yerden onu getir” demektir.

Mücahid: Dağlar bir çeşit akacaktır. İkrime: Bir çeşit yıkılacaktır. Muham-med b. Ka’b: Bir çeşit sürüleceklerdir, diye açıklamıştır. el-Ağleb, el-İclî’nin şu sözleri de bu türdendir[5]

el-Hasen de: Paramparça edildiklerinde, diye açıklamıştır. Anlamlar bir­birlerine yakındır.

“Dağılmış toz haline gelecekleri zaman” buyruğu hakkında Ali (r.a) şöyle demiştir: “Dağılmış toz” atların toynaklarından yükselip sonra da kaybolan toz zerrelerine denilir. Yüce Allah amellerini böyle kılmıştır. Mü­cahid; “Küçük pencerede toz zerrecikleri şeklinde görünen ışık’a de­nilir. Buna yakın bir açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre o şöyle açıklamıştır: Bu alev aldığı zaman ateşin etrafa saçtığı kıvılcımlardır. Bu kıvılcımlar yere düştü mü yok olup gider. Atiy-ye de böyle açıklamıştır. Daha önce el-Fıırkan Sûresi’nde yüce Allah’ın: “İşledikleri amellerinin önüne geçip onu havaya saçılmış toz zerreleri ya­parız” (d-Furkan, 25/23) buyruğunu açıklarken geçmiş bulunmaktadır.

“Dağılmış” anlamı verilen; lafzı genel olarak üç noktalı “se” ile okun­muştur. Darmadağın olmuş demektir. Yüce Allah’jn: “Orada her canlıdan et­rafa dağıttı.” (Lukman, 31/10) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır ki; dağıttı ve yaydı, demektir.

Mesrûk, Nehâî ve Ebu Hayve ise iki noktalı “te” ile diye okumuş­lardır kî, bu da kesilmiş demek olup, onların (Arapların) “Allah onu koparsın” şeklindeki tabirlerinden alınmıştır: “ki Kestirip atmak, bir şeyi kesinlikle bir şekle bağlamak” mastarı da buradan gelmektedir.[6]

7. Ve sîzler de öç sınıf olduğunuzda:

8. Ashabu’l-meymene, ne Ashahuİ-nıeyınenedir!

9. Ashabu’l-meş’eme, ne Ashabu’l-meş’emedir!

10. es-Sabikûn’a gelince: Önde gidenlerdir.

11. İşte onlar yakınlaştırıltnış olanlardır.

12. Naîm cennetlerinde.

“Ve sizlerde üç sınıf olduğunuzda.” Nasıl ki eş eşe benziyorsa, herbir sı­nıf kendisinden olanlara benzeyecek şekilde üç sınıf olduğunuzda, demek­tir. Dahtı sonra yüce Allah onların kim olduklarını beyan ederek şöyle bu­yurmaktadır: “Ashabu’l-meymene”, “Ashabu’l-meş’eme” ve “es-Sâbikûn”

Ashabu’l-meymene; cennete gitmek üzere sağ tarafa doğru götürülecek kimselerdir.

Ashabu’l-meş’eme ise cehenneme götürülmek üzere sol tarafa alınan kimselerdir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Meş’eme sol taraf demektir, “Şe’me” de böyledir. Mesela; “Filan kişi .sol tarafa oturdu” de­nilir. Yine ” Ey filan, arkadaşlarını sol tarafa doğru al git” denilir. Araplar sol ele de derler. Sol yana ise derler. Aynı şe­kilde sağdan gelen şeye derler. Soldan gelen şeye ise derler.

İbn Abbas ve es-Süddî şöyle demektedirler: Ashabu’l-meymene, Âdem’in soyundan gelecekler sulbünden çıkartıldığı vakil sağ tarafında olanlardır. Yü­ce Allah onlar için: Bunlar cennette olacaklardır ve hiçbir şeye aldırış etmi­yorum diye buyurmuştur.

Zeyd b. Eşlem de şöyle demiştir: Ashabu’l-meymene o gün Adem’in sağ tarafından alınan kimselerdir. Ashabu’l-meş’eme ise Adem’in sol yanından alı­nan kimselerdir.

Ata ve Muhammed b. Ka’b da şöyle demişlerdir: Ashabu’l-meymene amel defterleri sağ tarafından verilecek olanlar, Ashabu’l-meş’eme ise amel defter­leri sol tarafından verilecek olanlardır.

İbn Cüreyc de şöyle demiştir; Ashabu’l-meymene hasenat ehii, Asha-bu’1-ıneş’eme ise seyyiâc ehlidir.

el-Hasen ve er-Rabî şöyle demişlerdir: Ashabu’l-meymene salih amelleri iie kendilerine uğurlu gelen kimseler, Ashabıri-meş’eme, çirkin ve kötü amelleriyle kendilerine uğursuzluk getiren kiroselerdir.

Müslİm, Sakik’indc İsrâ ile İlgili Ebu Zerr’in rivayet ettiği hadiste Peygam­ber (sav)’dan şöyle buyurduğunu zikretmektedir: “Dünya semasına yüksel­diğimizde sağ tarafında birtakım karaltılar, sol tarafında da birtakım karaltı­lar bulunan bir adam ile karşılaştık. Bu adam sağ tarafına baktığı vakit gü­lüyor, sol tarafına baktığı vakit ağlıyordu. Salih peygamber ve salih evlada merhaba, dedi. Ben Ey Cebrail bu kimdir? diye şortlum. O: Bu Âdem (a.s)’dır.

Şu sağ tarafındaki karaltılar ile sol tarafındaki karaltılar onun soyundan ge­len oğullarının ruhlarıdır. Sağ tarafında bulunanlar cennetlikler, sol tarafın­da bulunan karaltılar ise cehennemliklerdir… “[7] diye hadisin geri kalan bö­lümünü zikretmektedir.

el-Müberrîd dedi ki: Ashabu’l-meymene ileri geçen kimseler, Ashabu’l-meş’emaise geri kalan kimselerdir. Araplar Beni yeminine (sağına) koy fa­kat şimaline (soluna) koyma, derler. Beni öne geçenlerden kıl, geriye kalan­lardan kılma, demektir.

“Ashabu’l-meymene” ile “Ashabu’l-meş’eme”nin tekrarlanması durumun önemine ve hayret edilecek bir hal olduğuna dikkat çekmek içindir. Yüce Al­lah’ın: “Gerçekleşmesi muhakkak olan! Nedir o gerçekleşmesi muhakkak olan?” (el-Hakka, 69/1-2) buyruğu ile; “şiddetlice çalan, nedir o şiddetlice çalan?” (el-Karia, 101/1-2) buyruklarına benzemektedir. Nitekim: Zeyd, Zeyd dediğin nedir? demeye benzer. Ayrıca Ummu Zerr (r.anha) hadisinde de şöyle denilmektedir: “Maük, sen Malik’in kim olduğunu biliyor mu-sun?”[8] Maksat ise Ashabu’l-meymenenin elde edecekleri sevabın, Ashabu’l-meş’emenin ise karşı karşıya kalacakları azabın çok olacağını anlatmaktır.

“Ashabu” lafzının mübteda olarak ref olduğu, “ne ashabu’l-meymenedir!” anlamındaki buyruğun da haberi olduğu söylenmiştir. Sanki; “Ashabu’l-meymene” dediğin nedir? diye buyurulmuş gibidir. Onlar nasıl bir şeydir, de­mektir.

Buradaki “Ne” lafzının tekid ve anlamın şöyle olması da mümkün­dür: Kitapları (amel defterleri) sağ taraflarından verilecek olanlar, işte onlar ileriye geçecek ve mevkileri yüksek olacak olanlardır.

“es-Sâbikûna gelince, önde gldenlettUr” buyruğu iie ilgili olarak Peygam­ber (sav)’dan şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “es-Sabikun kendilerine hak verildiğinde kabul edenler, kendilerinden istendiğinde bunu cömertçe veren­ler ve insanlar hakkında kendilerine hükmettikleri gibi hükmeden kimseler­dir. “[9] Bu hadisi el-Mehdevî zikretmiştir.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazi: Bunlar peygamberlerdir demiştir. el-Hasen ve Katade; es-Sâbikûn (iteri geçenler) bütün ümmetler arasında öncelikle iman eden kimselerdir. Buna yakın bir açjklama İkrime’den de rivayet edilmiştir. Muhammed b. Şîrîn: Bunlar her İki kıbleye doğru namaz kılmış olanlardır de­miştir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Muhacir ve ensarın ileriye geçen ilk (ön-der)leri…” (et-Tevbe, 9/100) buyruğudur.

Mücahid ve başkaları da: Bunlar herkesten önce cihada çıkan ve herkes­ten önce namaza giden kimselerdir, demişlerdir.

Ali (r.a) da: Bunlar beş vakit namaza öncelikle koşanlardır, demiştir, ed-Dahhak cihada çıkmakta ellerini çabuk tutanlardır, demiştir, Said b. Cübeyr tevbeye ve iyilikler yapmaya etlerini çabuk tutanlardır, diye açıklamıştır. Yü­ce Allah da; “Rabbinizden bir mağfirete… koşuşun.” (Al-‘ı İmran, 3/133) di­ye buyurmuş, bir başka yerde de onlardan: “İşte bunlar hayırlarda yarışır­lar. Onlar bu işlerde ellerini çabuk tutanlardır” (el-Mu’minûn, 23/61) buy­ruğu ile de onlardan övgüyle sözetmektedir.

Bunların dört kesim oldukları da söylenmiştir. Musa ümmetinin öne ge­çeni bunlardan birisidir ki; bu kişi Firavun ailesinden iman eden Hazkiel’dir. tsa ümmetinden öne geçen kişi ki, bu da Antakyalı Habİbu’n-Neccar’dır. Mu-hammed (sav)’ın ümmetinden de öne geçmiş iki kişidir ki bunlar da Ebu Be­kir ve Ömer’dirler. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır, el-Mâverdî de bunu nakletmiştir.

Şumayt b. el-Aclan da şöyle demiştir: İnsanlar üç türlüdür. Birisi daha kü­çük yaşta iken hayır işlemeye koyulur ve dünyadan ayrılıp gidinceye kadar bu halini devam ettirir. İşte bu Allah’a yakınlaştırılmış olan es-sâbık (öne ge­çen) kimsedir. Birisi ömrünün erken dönemlerinde günaha başlar, sonra uzun­ca bir gaflet dönemi geçirir, arkasından tevbe ile bu günahlardan döner ve böyle bir kimseye bu hali ile ölüm gelir. İşte bu da Ashabu’l-yemindendir. Bir başkası ömrünün ilk dönemlerinden itibaren günah işlemeye koyulur ölün­ceye kadar bu halini sürdürüp gider, böyiesi ise Ashabu’ş-şimaldendir.

Bir başka açıklamaya göre bunlar iyi ve güzel (salah) olan şeylerden her­hangi bir şeye öncelikle koşan herkestir.

‘es-Sâbîkun” lafzının mübtedâ olarak merfu olduğu, ikincisinin (“önde gi­denlerdir” anlamındaki lafzın) onu tekid için geldiği, haberinin de “İşte on­lar yak tnlaş t irilmiş olanlardır” buyruğu olduğu söylenmiştir.

ez-Zeccac ise şöyle demiştir: “es-Sâbîkun” mübtedâ, olarak merfu ol­muştur. İkincisi (“önde gidenlerdir” anlamındaki lafız) onun haberidir. Buyruğun anlamı da şudur:

Yüce Allah’a itaate ellerini çabuk tutarak koşuşanlar, işte onlar Allah’ın rah­metine öncelikle ulaşacak olanlardır. “İşte onlar yakınlaştınlmış olanlar­dır” buyruğu ise onların niteliklerindendir.

Şöyle de denilmiştir: Mukarreb olan es-sâbîkundan bir kişi cennetteki evin­den dışarıya çıkacak olursa, ondan daha aşağılarda bulunan kimselerin, kendisini o ışık ile tanıyacakları bir aydınlığı olur. [10]

13. Bir çoğu öncekilerdendir.

14. Birazı da sonrakilerdendir.

15- İşlenmiş tahtlar üzerindedîrler.

16. Onlar, üzerinde karşı karşıya yaslananlar olarak (nimetlere mazhar olurlar.)

“Bir çoğu öncekilerdendir.” Geçmiş ümmetlerden bir topluluktur. “Birazı da sonrakilerdendir.” Muhammed (sav)’e iman edenlerdendir.

el-Hasen dedi ki: Bir çoğu bu ümmetten önce geçip gitmişler a marndan­dır. Az bir kısmı da Muhammed (sav)’ın ashabındandır. Allah’ım, Sen lutfun-la bizi onlarla birlikte kıl! Sonrakilerin “az” diye nitelendirilmeleri kendile­rinden önce gelenlere nisbetledir. Çünkü önceki peygamberlerin sayısı pek çoktur. Dolayısıyla onlar arasından önce iman edenler (es-sâbîkün)’in sayı­sı da çoğalmıştır. Böylelikle onların sayıları bizim ümmetimizden öncelikle tasdike koşanların sayılarından daha fazla olmuştur.

Denildiğine göre bu buyruk nazil olunca, Rasûlullah (sav)’ın ashabına ağır geldi. Bunun üzerine “öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır” (el-Vâkıa, 39-40. âyetler) buyrukları nazil oldu. Peygamber (sav) da şöyle buyurdu: “Ben sizlerin cennetliklerin dörtte biri, hatta cennetliklerin üç­te biri, hatta cennetliklerin yarısı olacağınızı ve öbür ikinci yarıyı da onlar­la paylaşacağınızı ümid ederim.[11] Bu hadisi Ebu Hureyre rivayet etmiş, el-Maverdî ve başkaları da zikretmişlerdir.

Bu anlamdaki bir rivayet Müslim’in Sahih’inde Abdullah b. Mesud’un ri­vayet ettiği bir hadis olarak da sabit olmuştur[12]

Bununla sanki âyetin mensûh olduğunu kastetmiş gibidir. Fakat daha kuv­vetli görülen, âyetin muhkem olduğudur. Çünkü âyet (neshin sözkonusu ol­duğu hükümleri bildiren bir buyruk olmayıp) haber ifade etmektedir. Diğer bir sebep ise bu hususların (azlık ve çoklukların) birbirinden farklı iki ke­sim hakkında sözkonusu edilmesini görmemizdir.

el-Hasen dedi ki: Bizden öncekiler arasından olup ileriye geçenler (es-sâ-hîkun) bizim ümmetimizin ileriye geçenlerinden fazladır. Bundan dolayı yü­ce Allah: “Birazı da sonrakilerdendir” diye buyurmuş, fakat es-sâbîkunun dı­şında olan Ashabu’l-yemin hakkında ise: “Öncekilerden de çok vardır, son­rakilerden de çok vardır” (39-40. âyetler) diye buyurmuştur. Peygamber (sav)’in: “Cennetliklerin yarısı olacağınızı ümit ederim” diye buyurması ve son­radan da yüce Allah’ın: “Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır” buyruğunu okuması da bundandır.

Mücahid dedi ki: Burada sözü edilenlerin hepsi bu ümmettendir. Süfyan, Eban’dan, o Said b. Cübeyr’den, o İbn Abbas’tan, o Peygamber (sav)’dan: “Her iki çokluk ta benim ümmetimdendir.”[13] Bununla da: “Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır” buyruğunu kastetmektedir. Bu görüş Ebu Bckr es-Sıddık (r.a)’dan da rivayet edilmiştir.

Ebu Bekir (r.a) dedi ki: Her iki “çokluk” da Muhammed (sav)’jn flrame-tindendir. Bunlar arasından kimisi onun ümmetinin ilkleri arasındadır, kimi­leri de sonraki gelenler arasındadır. Bu da yüce Allah’ın: “Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah’ın izni ile ha­yırlarda öne geçmiştir” (Falir, 35/32) buyruğunu andırmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: “Birçoğu öncekilerden” bu ümmetin ilk dönem­lerinde gelenlerdendir. Öncekilerin mertebesine ulaşıncaya kadar itaat olan işlerde elini çabuk tutan “birazı da sonrakilerdendir.” İşte bundan dolayı Peygamber (sav): “Sizin en hayırlınız benim çağdaşım olan nesildir “[14] diye buyurmuştur.

Daha sonra yüce Allah A.shabu’l-yemin arasında öncekilerle sonrakilerin eşit olduğunu bildirmiştir.

“(îftû: Birçok” lafzı; “O şeyi kestim” kökünden gelmektedir. Buna göre ‘in ifade ettiği anlam “fırka” hıfzının anlamına benzemekte­dir. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır.

“İşlenmiş tahtlar üzerinde” Yani öne geçen es-sâbikûn cennette “işlen­miş tahtlar üzerinde” oturacaklardır.

Tahtlar in çoğuludur.

“İşlenmiş” buyruğu hakkında îbn Abbas: Altın ile işlenmiş, İkrime: Boş­luklarına inci ve yakut yerleştirilmiş, diye açıklamışlardır. Yine İbn Ab­bas’tan “işlenmiş” dizilmiş anlamında olduğu nakledilmiştir. Nitekim bir baş­ka yerde: “Sıra sıra dizili tahtlara” (et-Tur, 52/20) diye buyurmuştur. Yine ondan ve Mücahid’den: Altın ile işlenmiş, dokunmuş anlamındadır, Tefsir­le ide de şöyle denilmektedir: “İşlenmiş” altın çubuklarla dokunmuş, arala­rı inci, yakut ve zebercetle doldurulmuş demektir.

“Kat kat dokumak ve sıra sıra dizmek” anlamındadır. Mesela; “Filan kişi taşları ve kiremitleri birbiri üstü­ne dizdi” denilir. Bu şekilde dizilene: denilir. “Adeta sı­ra sıra dizilmiş gibi dokuması oldukça sağlam zırh” demektir, el-Â’şâ şöyle demiştir;

“Davud’un dokuduğu türden sağlam ve üstüste dizilmiş şekilde zırhlar kî, Kabile ile birlikte, bölük bölük sürülüyor.”

Yine el-Â’şâ şöyle demiştir:

“Üzerinde sağlamca dokunmuş ve suyun taşmasını engelleyen bend gibi beyaz (yanı demir) bir zırh vardır ki, Bedeni örten bölümünün yakası üstünde bir miğferi de vardır.”

“Üst tarafı tıpkı dokunmuş bölümü gibi olan” demektir,  de bu kökten gelmektedir ki, bu da “biri diğerinin içine giren ince kesilmiş parçalardan dokunmuş kemer”e denilir, Şairin şu beyitinde de bu kabildendir:

“Onun kemeri (beli) huzursuzca sana doğru koşuyor,”[15]

“Onlar” o tahtların “üzerinde karşı karşıya yaslananlar olarak” oturur­lar. Yani biri diğerinin sırtını görmez. Tahtlar üzerinde oklukları halde taht­ları döner. Bu mümin, eşi ve ailesi hakkındadır. Yani onlar yüzleri birbirle­rine dönük olarak yaslanırlar. Bu açıklamayı Mücahid ve başkası yapmıştır.

el-Kelbî de şöyle demiştir: Herbir tahtın uzunluğu üçyüz ziradır. Kul onun üzerine oturmak istedi mi bu tahtlar alçalır. Üzerlerine oturdu mu yük­selirler, [16]

17. Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır,

18. Maînden testilerle, ibriklerle, kâselerle.

19. Ondan başları da ağrımaz ve akılları da giderilmez.

20. Seçip beğeneceklerinden de meyveler;

21. Ve canlarının çekeceklerinden kuş eti;

22. 23. Ve sarmalanıp gizlenmiş İnciler misali güzel gözlü huriler de vardır.

24. Yapageldiklerine bir karşılık olarak.

25. Onlar orada ne bâtıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler;

26. “Selâm, selâm” diye bir sözden başka.

“Etraflarında ebedi kılınmış evlatlar dolaşır.” Mücahidin açıklamasına göre ölümsüz çocuklar (ğılnıan) demektir, el-Ha sen ve el-Kelbi: Asla ihtiyar­lamayan ve değişmeyen demektir. Şair Îmrııu’l-Kays’in şu beyitinde de bu an­lamdadır;

“Mutlu ve asla kocamayan, ihtiyarlamayan kederleri az

Ve geceyi korkularla geçirmeyen bir kimseden başkası nimet içinde olabüir mi?”

– “Ebedi kılınmışlar” anlamı verilen- lafzı Said b. Cübeyr’e gö­re küpeliler anlamındadır. Çünkü küpeye: denildiği gibi pek çok süs eşyası anlamında da; kelimesi kullanılır, Bilezik takınmışlar anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Buna yakın bir açıklama da el-Ferrâ’dan nakledilmiştir, Şair şöyle demektedir:

“Gümüşle süslenmişlerdir onlar, sanki Arkaları küçük kum tepelerini andırır.”

(Said b. Cübeyr’in açıkladığı -ve “küpeler takılmışlar” diye tercüme etti­ğimiz- ‘ın “kemerler takılmışlar” anlamına geldiği de söylenmiştir. İkrime de “ebedî kılınmışlar” lafzının nimete- gark olmuşlar anlamında ol­duğunu söylemiştir. Bir başka açıklamaya göre, onlar aynı yaşta olacaklar­dır. Yüce Allah onları cennetlikler için yaratmıştır. Dilediği şekilde ve doğup çoğalmaları sözkonusu olmaksızın cennetlikler etrafında dolaşır, dururlar.

Ali b. Ebi Talîb (r.a) ile Hasen el-Basri şöyle demişlerdir: Burada sözü ge­çen “evlatlarda müslümanlann küçük yaşta olup herhangi bir sevab ya da günahları olmayan çocukları kastedilmektedir.

Selman el-Fârisî de: Müşriklerin (küçük yaşta öien) çocukları, cennetlik­lerin hizmetkârları olacaktır, demiştir.

el-Hasen dedi ki: Bunların mükâfatlarını görecekleri hasenatları, cezalan­dırmalarını gerektiren de günahları olmadığından böyle bir konuma yerleş­tirileceklerdir.

Buyruğun maksadı şudur: Cennetlikler en mükemmelbir sevinç ve nimet içerisinde olacaklardır. Nimet ise insanın etrafında çokça hizmetçilerin ve bu türden küçük çocukların bulunması ile tamam olur.

“Maînden testilerle, ibriklerle, kâselerle” buyruğıındaki; “Tes­tiler” lafzı ‘in çoğuludur. Buna dair açıklamalar daha Önce ez-Zuhruf Sûresi’nde (43/71. âyet. 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu tür kaplar, kulp­ları da, emzikleri de bulunmayan kaplardır.

İbrikler” ise kulpları ve emzikleri bulunan su kaplan olup, teki­li “ibrik” diye gelir. Buna bu adın veriliş sebebi ise berraklığı dolayısı ile ren­ginin parlamasından ötürüdür.

“Maînden testilerle” buyruğuna dair açiklamalar daha önce es-Saffât Sûresi’nde (37/45. âyette) geçmiş bulunmaktadır. “Maîn” su ya da şarap akan pınar demektir. Şu kadar var ki, burada maksat pınarlardan akan şaraptır. Göz­le görülen pınarlar diye de açıklanmıştır. O takdirde “maîn” lafız olarak, “göz­le görmek” demek olan “nuıâyene”den İsm-i mef’u! olur. Bunun çokiuk de­mek okn; “fâîl” veznindeki şekli olduğu da söylenmiştir.

Yüce AH ah, bunun sıkmak suretiyle çeşitli zorluklarla ve birtakım işlem­lerden geçirildikten sonra elde edilen dünya şarabı gibi olmadığını da açık­lamaktadır.

“Ondan başları da ağrımaz.” O içkiyi içmelerinden ötürü başlan ağrıma-yacaktır. Yani bu şarap dünyadaki içkiden farklı olarak herhangi bir rahat­sızlık vermeyen lezzetli bir şaraptır.

“Ve akılları da gider İlmez.” Daha önce bu es-Sâffât Sûresi’nde (37/47. âyette) geçmiş bulunmaktadır ki, sarhoş olmaları sonucunda akıllan başla­rından gitmez, demektir,

Mücahid “başları da ağrımaz” anlamındaki buyruğu; şeklinde ve; anlamında okumuştur ki, bu da “dağılmazlar” demek olur. Yü­ce Allah’ın: “Bölük bölük ayrılacakları gün” (er-ROm, 30/43) buyruğunda olduğu gibi okumuştur.

Kufeliler “akıllarıdagiderilmez” anlamındaki buyruğu şeklinde “ze” harfi kesreli olarak okumuşlardır ki, bu da şarapları bitmez, içkilerinin sonu gelmez, demektir.

Şairin şu mısraında da bu (akıiları başlarından gitmez) anlamdadır:

“Ömrüm hakkı için yemin ederim, sizler eğer başınız ağnsa da yahut ayılsaniz da, Ey Ebcer soyundan gelenler, siz çok kötü meclis arkadaşısınız.”

ed-Dahhak’ın îbn Abbas’tan gelen rivayetine güre şoyîe demiştir: İçkide dört özellik vardır. Sarhoşluk, başağrısı, kusmak ve idrar sökmesi. Şanı yü­ce Allah da cennetteki şarabı sözkonusu ederken bu özelliklerden münez­zeh (uzak) olduğunu belirtmiştir.

“Seçip beğeneceklerinden de meyveler.” Yani çokluğundan ötürü iste­diklerini seçerler. Bunun seçilen ve beğenilen türden meyve anlamına gel­diği de söylenmiştir, “Seçmek” demektir.

“Ve canlarının çekeceklerinden kuş eti” buyruğu ile ilgili olarak Tirmi-zî’nin rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Rasûlullalı (sav)’a: “el-Kev-ser” nedir? diye sorulmuş, o da; “O yüce Allah’ın bana vermiş olduğu -cen­nette vermiş olduğu demek istemektedir- bir ırmaktır. Sütten daha beyaz, bal­dan daha tatlıdır. Orada boyunları deve boyunları gibi kuşlar vardır.” Ömer (r.a): Şüphesiz ki bunlar şişman kuşlardır, deyince Rasûlullah (sav): “Onla­rı yemek ondan da güzeldir” diye buyurdu. (Tirmizi) dedi ki: Hasen bir hadistir.[17]

Bu hadisi ayrıca es-Sâlebî, Ebu’d-Derdâ yoluyla rivayet etmiş olup, buna güre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki cennette deve boyun­larını andıran kuşlar vardır. Bunlar Allah dostunun eli üzerinde sıra sıra di­zilirler. Birisi: Ey Allah dostu ben Arşın altındaki yeşillik alanlarda yayıldım. Tesnîm pınarlarından su içtim. Sen de benden ye, der. Onlar Allah dostunun huzurunda bu şekilde övülüp durmaya devam ederler. Nihayet o da içinden onlardan birisini yemeyi geçirir. Çeşitli şekillerde önüne düşüverir. O da o kuştan dilediğini yer, Doydu rnu o kuşun kemikleri bir araya getirilir ve uçar, yine cennette dilediği gibi yayılmaya devam eder.” Ömer (r.a) dedi ki: Ey Al­lah’ın peygamberi şüphesiz ki bunlar şişman (iri cüsseli) kuşlar olacaktır. Pey-gaber (sav): “Onları yemek onlardan daha büyük bir nimettir” diye buyur­muştur.

Ebu Said el-Hudrî’den gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur: “Şüphesiz ki cennette öyle kuşlar vardır ki, bu kuşların birisinde yet-mişbin tür vardır. Bu da cennetliklerden birisinin tabağına düşer, sonra sir-kelenir. Herbir tüyden kardan daha soğuk ve daha beyaz, tereyağından da­ha yumuşak, baldan daha tatlı bir yemek çeşidi ortaya çıkar. Bunlar arasın­da biri diğerini andıran iki yemek olmayacaktır. O da bundan istediğini yi­yecek, sonra da o kuş uçup gidecektir.”[18]

“Ve” hiçbir elin değmediği ve üzerine tozun düşmediği bundan dolayı son derece şeffaf ve parlak olan “sarmalanıp gizlenmiş inciler misali güzel göz­lü hurilerde vardtr.” Yani onlar bütün yönleriyle bedenlerinin güzellikle­ri itibariyle buna benzerler.[19] Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“O bir incinin kabuğunda yaratılmış ta

Onun bütün yönleri bir gözetleme tarafıdır sanki.”

“Güzel gözlü huriler” lafzı reP, nasb ve cer ile okunmuştur.

Cer ile okuyanların -ki Hamza, el-Kisâî ve başkalarıdır- kıraati bu durum­da “testilerle” anlamındaki lafza atfedilmiş olması mümkündür ki, bu da an­lama göre hamledilir. Çünkü buyruk: Onlar testilerle, meyvelerle, etlerle ve hurilerle nimetlenirler, demek olur. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır.

“Cennetlerinde” (12. âyet) anlamındaki lafza atfedilmesi de mümkündür. Bu durumda onlar “Nalın cennetlerinde”dirler ve muzafın hazfedilmiş ol­duğu takdiri ile “Huriler arasındadırlar” demek olur ki huriler ile bir­liktedirler denilmiş gibidir.

el-Ferrâ dedi ki: Cer ile okuyuş, mana itibariyle farklı olsalar dahi lafzen ona tabi kılmak suretiyle ulur. Çünkü hurilerin, etraflarında dolaştırılmaları sözkonusu olmaz. Şair şöyle demektedir:

“Güzelliklerinden ötürü süslenmeye ihtiyacı olmayan kadınlar

bir gün görülürlerse, Ve kaşlarını ve gözlerini uzatırlarsa …”

Bilindiği gibi gözler uzatılmaz, ancak onlara sürme çekilir. Bir başka şa­ir de şöyle demiştir:

“Savaşta gördüm senin kocanı,

Bir kılıç ve mızrak kuşanmış olarak. “[20]

Kutrub dedi ki: Lafız testilere ve ibriklere -manaya hamletmek sözkonu-su olmaksızın- atfedilmiştir. O şöyle demiştir: Bununla birlikte hurilerin et­raflarında dolaştırılmaları ve bundan dolayı da lezzet almaları kabul edilme­yecek bir şey değildir.

Nasb ile okuyanlara -ki bunlar el-Eşheb, el-Ukaylî, en-Nehâi, İsa b. Ömer es-Sakafîdir, Ubeyy’in mushafında da böyledir- gelince, bu da bir fiil takdi­rine göre böyle okunmuştur. “İri gözlü hurilerle eşleştirilir­ler” denilmiş gibidir. Nasb halinde de manaya hamletmek güzeldir. Çünkü onunla etraflarında dolaştırılır ifadesinin anlamı o onlara verilir demektir.

Cumhurun kıraati olan ref e gelince -ki bu aynı zamanda Ebu Ubeyd ve Ebıı Hâtim’in de tercih ettiği kıraattir-; “Onlann yanlarında gü­zel gözlü huriler de vardır” anlamındadır. Çünkü onların etrafında huriler do­laştırılacaktır.

el-Kisâî dedi ki: “Güzel gözlü huriler de vardır” buyruğunu ref ile oku­yup onların etraflarında dolaştırılmayacağım da hu okuyuşuna gerekçe gös­teren kimselerin aynı şeyi meyve ve kuş eti hakkında da söylemeleri gere­kir. Çünkü bunlar da etraflarında dolaştmlmayacaktır. Etrafta dolaştırılan sa­dece şaraptır.

el-AhfeŞ dedi ki: Bunun manaya hamledilmiş olması da mümkündür. Çünkü buyruk; Onlar için testiler vardır ve onlar için gü­zel gözlü huriler de vardır” anlamındadır.

Bunun “Birçoğu” (13. âyet) lafzına atfedilmiş olması da mümkün­dür. Bu lafız da mübtedâ olup bunun da haberi “işlenmiş tahtlar üzerin-de(dirler.)” (15, âyet) buyruğudur.

Aynı şekilde; “Güzel gözlü huriler de vardır” buyruğu da bu şekilde (ha­ber durumunda)dır. Mübtedanın nekre olarak gelmesi ise, aldığı sıfaı ile özel­lik kazanması (tahsis edilmesi) dolay ısı iledir.

“Yapageldiklerine bir karşılık olarak” bir mükâfat olarak demektir, “Bîr karşılık olarak” lafzının nasb ile gelmesi mefulün leh olmasın­dan dolayıdır. Bunun mastar (meful-i mutlak) olduğundan dolayı nasb ile gel­miş olması da mümkündür. Çünkü; “Etrafların­da ebedi kılınmış evlatlar dolaşır …bir karşılık olmak üzere onlara verilir’ an­lamındadır.

el-Huru’1-îne dair açıklamalar daha önce et-Tur Sûresi’nde (52/20. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde (ed-Duhan, 44/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

Enes dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Allah hur-u’e îni zaferandan yaratmıştır.”[21]

Halici b. el-Velid dedi ki: Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Cennet ehlinden bir kişi cennet elmalarından bir tanesini eline alır. Elinde parçalanır. Ondan bir huri çıkar, eğer güneşe bakacak olursa, güzelliğinden dolayı güneş utanır ve elmadan da bir şey eksilmez.” 13ir adam ona: Ey Sü­leyman’ın babası, şüphesi2 ki bu hayret edilecek bir şeydir. Üstelik elmadan bir şey eksilmez öyle mi? Halid b. Velid dedi ki: Evet, bu bir başka kandil­den yakılan bir kandil ve hatta kandiller yakıldığı halde ondan bir şey ek-silmemesine benzer. Allah dilediği herşeye kadirdir[22]

İbn Abbas’tan (r.a) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Allah huru’lîni ayak parmaklarından diz kapaklarına kadar zaferandan, diz kapağından göğsüne kadar Ezfer miskinden, göğsünden boynuna kadar beyaz amberden, boynundan başına kadar beyaz kâfurdan yaratmıştır. Onun üzerinde şaka­yık gibi yetmişbin elbise vardır. Sana doğru geldiğinde yüzü güneşin dün­ya ehline parıldadığı gibi yukarı doğru yükselen bir nur ile parıldar. Geri dö­nüp gittiğinde elbiselerinin ve teninin inceliğinden dolayı ciğeri görülür. Ba­şında ise Ezfer miskinden yetmişbin perçemi vardır. Bu perçemlerin herbi-risi için eteklerini yerden kaldıran bir hizmetçi vardır. O “İşte Allah dostla­rının mükafatı”; “yapageldlklerine bir karşılık olarak” onlara verilen bu­dur, diye seslenir. “Orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitir­ler.” îbn Abbas der ki: Ne batıl, ne yalan bir süz işitirler. Bani (lağv) boş söz demektir. ‘Günahı gerektiren” (te’sim) de; “Ona günaha girdin dedim” sözünün mastarıdır.

Muhammed b. Kah dedi ki: “Günahıgerektiren” bir sözün olmaması, bi­rinin diğerini günaha girdiğini söylememesi demektir.

Mücahid dedi ki: “Onlar orada ne batıl, ne de günahı gerektiren bir söz işitirler.” Herhangi bir sövgü ve günahı gerektiren bir söz işittirmezler, de­mektir.

“Selâm, selâm diye bir sözden başka” buyruğundaki “Diye” laf­zı “işitirler” fiili ile nasbedilmiştir, veya munkatı’ bir istisnadır. Yani ancak onlar … diye bir söz söylerler, yahut böyle.bır söz işitirler, demektir.

“Selâm selâm” buyruğu da “diye” anlamındaki fiil ile nasbedilm iş­tir. Bu da, onlar ancak hayır söz söylerler, demektir. Mastar olarak da nas-bedilmiş olabilir. Bu da; ancak onların birinin diğerine selam demesi müs­tesnadır, demek olur. Yahutta; “Diye” lafzının sıfatı, ikinci “selam” laf­zı da birincisinden bedel olabilir. Anlam da: Boş sözden uzak kalına bilecek ve ondan kurtulmanın mümkün olabileceği bir söz (işitmeleri) müstesnadır, şeklinde olur. Bununla birlikte Selam olsun size” takdiri iLe mer-fu olması da mümkündür.

İbn Abbas: Biri diğerine selam verir, birbirleriyle selamlaşırlar demektir, demiştir.

Onları melekler selâmlar, yahutta aziz ve cetil olari Rabbleri onları selâm­lar, diye de açıklanmıştır. [23]

27. Ashâbu’1-yemîn, ne Ashabu’l-yemîndir!

28. Dikensiz arabistan kirazı altında,

29. Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında,

30. Yayılmış gölgelerde

31. Ve sürekli akan su yanında (otururlar).

32,33. Ardı arkası kesilmez ve asla men olunmaz pek çok meyve (ara­sında).

34. Yükseltilmiş döşekler üzerinde olacaklardır.

35. Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık da

36. Onları hem bakireler kıldık,

37. Hem eşlerine düşkün ve hep bir yaşta;

38. Ashâbuİ-yemîn İçin.

39. Öncekilerden de çok vardır,

40. Sonrakilerden de çok vardır.

“Ashâbu’l-yemîn, ne Ashâbu’l-yemmdir” buyruğu ile tekrar -önceden geç­tiği üzere- es-Sâbikûn(üeri geçenler)in kendileri olan Ashâbu’l-meymene’nin konumlarını sözkonusu etmektedir. Buradaki ifadenin tekrarlanması, içinde bulunacakları nimetlerin büyüklüğünü anlatmak İçindir.

“Dikensiz arabistan kirazı altında.” Yani dikenleri alınmış yahut kesil­miş arabistan kirazı arasında olacaklardır. Bu açıklamayı İbn Abbas ve baş­kaları yapmıştır. İbnu’l-Mübarek şu rivayeti zikretmektedir: Bize Safvan, Sü-leym b. Âmir’den anlattı, dedi ki: Peygamber (sav)’m ashabı şöyle diyorlar­dı: Şüphesiz ki bedeviler ve soru sormaları bize çok faydalı oluyor. Bir gün bir bedevi Arap gelip; Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim”de eziyet verici bir ağaçtan sözetmektedir. Halbuki ben cennette sahibine ezi­yet verecek bir ağacın olacağı kanaatinde değildim. Rasûiullah (sav): “Sözü­nü ettiğin ağaç hangisidir?” diye sordu, bedevi: Bu arabistan kirazı ağacıdır, onun rahatsız edici dikenleri vardır, dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Yüce Allah: “Dikensiz arabistan kirazı altında” demiyor mu’ Allah onup dikenlerini almış ve herbir diken yerine bir meyve koymuş ola­caktır. O ağaç öyle bir mahsul verir ki, bundan biri diğerine hiçbir şekilde benzemeyen yetmişiki çeşit meyve çıkacaktır.”[24]

Ebu’l-Âliye ve ed-Dahhak dediler ki: Müslümanlar Vecce -ki o Taif’te ve­rimli bir vadidir- baktılar ve oradaki arabistan ağaçları hoşlarına gitti. Keş­ke bizim de bunun gibi ağaçlarımız olsaydı, dediler. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime indi. Umeyye b. Ebi’s-Salt da cenneti nitelendirirken şöyle de­mektedir:

“Şüphesiz ki cennetteki bahçelerin koyu gölgeleri vardır, Orada genç kızlar vardır, oranın arabistan kirazı ağaçlarının

dikenleri alınmıştır.”

ed-Dahhak, Mücahid ve Mukatil b. Havyam “dikensiz arabistan kirazı al­tında” buyruğunu bu meyve yükü ile ağırlaşmış demektir, diye açıklamışlar­dır. Bu da daha önce sözünü ettiğimiz haberin muhtevasına yakındır.

Saki b. Cübeyr dedi ki: Onun yemişleri testilerden daha büyüktür. Bu hu­sus daha önce en-Necm Sûresi’nde; “Sidretu’l-münteha yanında” (en-Necm, 53/14) buyruğunu açıklarken geçmiş ve mahsullerinin Hecer testileri gibi ol­duğu Enes’in Peygamber (sav)’dan rivayet elliği hadiste belirtilmiş idi.

“Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında” buyruğunda geçen “Muz ağacı” demek olup, tekili dır. Müfessirlerin çoğu Ali, İbn Abbas ve başkaları böyle demişlerdir.

el-Hasen de şöyle demiştir: Burada sözü edilen muz değildir, fakat serin ve nemli bir gölgesi bulunan bir ağaçtır.

ei-Ferra ve Ebu Ubeyde de şöyle demişlerdir: Bunlar dikenleri bulunan büyük ağaçlardır. Hidâ (develerine şarkı söyleyenlerden birisi olan el-Ca’di şöyle demiştir:

“Kılavuzu müjdeledi onu ve dedi ki:

Yarın sen talhı (dikenli büyük ağaçları) ve bu dikenli ağaçların

yemişlerini göreceksin.”

Buna göre “talh” dikeni bol, büyük her ağacın adıdır. ez-Zeccac dedi ki: Cennette bu ağacın dikenlerinin izale edilmiş olması mümkündür. Yine ez-Zeccac şöyle demiştir: Um Gayİan ağacı gibi. Bu ağacın oldukça hoş beyaz bir çiçeği vardır. Onlara böylece hitab edildi ve benzerini sevdikleri şeyler onlara vaadolundu. Şu kadar var ki, bu tür ağaçların dünyadaki benzerleri­ne üstünlüğü, cennette bulunan diğer nimetlerin dünyadakilere üstünlüğü gi­bidir.

es-Süddî dedi ki: Cennetteki talh, dünyadakine benzer. Şu kadar var ki onun baldan tatlı bir meyvesi vardır.

Ali b, Ebi Talib (r.a) bu buyruğu “ayn” harfi ile “Meyveleri bir­birine girmiş yemişler altında” diye okumuş ve (bu okuyuşunu gerekçelen-dirmek üzere de) şu âyeti zikretmiştir: “Ve meyveleri olgun­laşmış güzel hurma ağaçlan arasında” (eş-Şuara, 26/148) Ancak bu kıraat, mushafın hattına uygun değildir. Bir rivayete göre de onun önünde; “Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçları altında” diye okutmuş o da taİhın burada işi ne? demiş, bu şeklindedir. Daha sonra da “Ve tomurcukları üstüste binmiş…” (Kaf, 50/10) buyruğunu okumuştur. Ona: Bunu değiştirmeyelim mi? diye sorulunca, o: Kur’ân’ın bu şekilde değiştiril­mesi ve tahvil edilmesi gerekmez demiştir. Böylelikle o, bu kıraati tercih et­miş olmakla birlikte, icma ile kabul edilmiş olan hat şekline muhalefeti do­layısıyla mushafta yazılmasını uygun bulmamıştır. Bit açıklamayı el-Kuşey-rî yapmıştır.

Ebu Bekir el-Enbarî senedini kaydederek şöyle demiştir: Bana babam an­lattı, dedi ki: Bize el-Hasen b. Arafe anlattı. Bize İsa b. Yunus, Mücalid’den anlattı. O el-Hasen b. Sa’d’dan, o Kays b. Ubad’dan dedi ki: Ben Ali’nin ya­nında; “Meyveleri birbirine girmiş muz ağaçlan altında” diye oku­dum -Mücalid şüphe ederek: Ya da Ali’nin huzurunda böyle okundu dedi. Bunun üzerine Ali (r.a) şöyle dedi; Burada “talh (muz ağaçlart)”ın ne işi var? Sen hiç diye okumaz mısın? dedikten sonra “Ve tomurcukları üstüs­te binmiş” (Kaf, 50/10) buyruğunu okudu. Ona dedi ki: Ey müminlerin emi-ri, bunu mushaftan kazıyalım mı? diye sorunca, o: Hayır, artık bugün Kur’ân’da bir değişiklik olmaz. Ebu Bekr dedi ki: Bu ifadenin anlamı şu ki;

o mushafta yazılı olana dönmüş ve doğru olanın o olduğunu kabullenmiş olup, daha önce kullanmış olduğu -belki de kasti olmayan- o yanlış ifadeyi çürütmüş olmaktadır.

“Meyveleri birbirine girmiş” öncekileri de, sonrakileri de üs-tüste yüklenmek suretiyle birbiri üstüne gelmiş demektir. Bundan dolayı da onun açığfi çıkan dallan görülmeyip, aksine sıkı sıkıya dizilmiş olur. “Üstüste iyice istif etmek” demektir. “Üstüste iyice dizilmiş” anlamındadır. en-Nâbiğa da şöyie demiştir:

“Kendisini alıkoyan (bir engel varken) açtı yolunu küçük ırmağın Ve onu evin önündeki iki perdeye doğru gelmesini sağladı, sonra da tepeden tırnağa kadar meyve ve yaprakla dolu {ağaca ulaştırdı.)”

Mesrûk dedi ki: Cennetin ağaçlan kökünden dallarına kadar hepsi üstüs-te yığılmış meyvelerle doludur. (Cennetlik kişi) bir meyve yedi mi onun ye­rine ondan daha güzeli gelir.

“Yayılmış gölgelerde” yani devamlı kalıcı, gitmeyen ve güneşin de orta­dan kaldırmadığı gölgede. Yüce Allah’ın: “Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığı­na bakmaz mısın? Dileseydi onu hareketsiz kılardı.” (el-Furkan, 25/4Ş) buyruğuna benzemektedir. Bu ise sabah vaktinde olur ki, sözkonusu bu va­kit daha ünce belirtilen âyetin tefsirinde geçtiği üzere, ortanın iyice aydın­lanmasından, güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Cennetin her tarafı göl­geliktir, onunla birlikte bir güneş yoktur.

er-Rabî b. Enes dedi ki: Bu gölge ile Arşın gölgesini kastetmektedir. Amr b. Meymun da: Bu gölge yetmişbin yıllık mesafedir, demiştir. Ebu Ubeyde dedi ki: Araplar uzun zamana, uzun ömre ve kesintisi olmayan herbir şeye “memdûd: u2ayıp giden (mealde: yayılmış)” derler. Lebid dedi ki:

“Baki kalmayı[25] yenik düşürdü, halbuki ben yenik düşürülen birisi değildim, Uzun, sürekli ve uzayıp giden bir zaman.”

Tirmizi’nin, Sahih’inde ve başka eserlerde Ebu Hureyre’nîn Peygamber (sav)’dan rivayet ettiği hadiste şöyle denilmektedir; “Cennette süvarinin gölgesinde yüzyıl boyunca yol aldığı halde gölgesini bitiremeyeceği bir ağaç vardır. [26] Arzu ederseniz “yayılmış gölgelerde” buyruğunu okuyu­nuz”.[27]

“Ve sürekli akan” asla kesilmeden akıp duran “su yanında.”

(“Sürekli akan” anlamındaki kelimenin kökünü teşkil eden): “Dökmek, akmak” demektir. “Onu döktü, dökmek” denilir. “Dökülüş” anlamındadır. Bu bakımdan; “Döktü, döküş” ve “döküldü, dökülüş” denilir.

Gece ve gündüz Ve yatakları olmaksızın sürekli akan, akışı da asla kesin­tiye uğramayan akıp duran su demektir. Araplar çölde yaşarlar ve sıcak ül­kede bulunuyorlardı. Ülkelerinde ırmaklar çok az bulunurdu. Suya ancak ko­valarla ve bu kovalan bağladıkları halatlarla ulaşabiliyorlardı. Cennette bun­dan farklı bir nimet onlara vaadolundu, onlara dünyada bilinen, kırlarda gü­zelce vakit geçirmenin yollan anlatıldı. Bunlar da ağaçlar, ağaçların gölge­leri, sular, ırmaklar ve bunların kesintisiz akmaları ile gerçekleşecek şeyler­dir.

Yaz ve kış meyvelerinin kesintiye uğradığı gibi o meyvelerin hiçbir zaman “ardı arkası kesilmez” dünya meyveleri gibi kendilerine yasak konulmaya-rak “ve asla men olunmaz pekçok meyve” vardır. Yani bu meyveler ülke­lerinde gördükleri gibi az, nadir bulunacak şeyler olmayacaktır.

“Ve asla men olunmaz” ifadesinin o meyveleri almak isteyenler diken, uzaklık yahut bahçe duvarı gibi şeylerle engellenmez. Aksine kulun canı o meyveyi çekti mi onu alıverecek şekilde ona yakkışıverir. Nitekim yüce Al­lah: “Gölgeleri üzerlerine yakın olup meyveleri ise alabildiğine boyun eğdi­rilmiş halde olacaktır.” (el-İnsan, 76/14) diye buyurmakladır.

Zamanla ardı arkası kesilmeyecek ve değeri şart koşulmak suretiyle alı-konulmayacak, anlamında olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Yükseltilmiş döşekler üzer inde olacaklardır” buyruğu ile ilgili olarak Tirmizi, Ebu Said’den, o da Peygamber (sav)’dan yüce Allah’ın: “Yükseltil­miş döşekler üzerinde olacaklardır” buyruğu hakkında şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Bu döşeklerin yüksekliği hiç şüphesiz sema ile yer ırası gibi beşyüz yıllık mesafe olacaktır.” (Tirmizi) dedi ki: Garib bir hadis-ûr. Diz bunu ancak Rişdin b. Sad yoluyla gelen bir hadis olarak biliyoruz,[28]

Bazı ilim adamları da bu hadisin tefsirinde şöyle demişlerdir: “Döşekler” dereceler hakkındadır. Dereceler arasındaki mesafe ise yer ile gök arası gi-nıdir.

Buradaki “döşekler”den kastın -daha önce kendilerinden sözedîlmediği halde- cennetteki kadınlardan kinaye olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Al­lah’ın: “Yükseltilmiş döşekler” buyruğu buna delâlet etmektedir, zira döşek­ler kadınların bulundukları yeri ifade eder. O halde: Güzellikleri ve mükem­mellikleri itibariyle oldukça yüksek değerli kadınlar da vardır, demektir. Bu­na delil de yüce Allah’ın: “Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık” buyruğu­dur. Biz onları mükemmel bir şekilde ve yeniden harikulade güzellikte ya­rattık, demektir. Araplar kadına “firaş (döşek)’, İibâs (elbise)” ve “izar” adı­nı verirler. Nitekim yüce Allah da: “Onlar (o kadınlar) sizin elbisenizdir* (el-Bakara, 2/187) diye buyurmaktadır.

Diğer taraftan: Bu açıklamaya göre bu kadınlardan kasıt el-hum’1-îndir. Biz onları bir anneden doğmaksızın yarattık, demektir. Maksadın Âdemoğ­lu kadınları oldukları da söylenmiştir. Biz onları yeniden yarattık demektir ki. bu da onların gençlik haline ve mükemmel güzelliğe döndürülmeleri de­mektir. Yani yaşlı kadını da, genç olanları da aynı şekilde yarattık. Onlardan daha önce sözedilmediği halde zamir ile sözkonusu edilmiş olmaları bu ka­dınların da Ashabu’l-yemîn arasına girmelerinden dolayıdır. Çünkü -az ön-:e de geçtiği gibi- “döşekler” kadınlardan kinayedir.

Peygamber (sav)’dan da yüce Allah’ın: “şüphesiz Biz onları yeniden ya­rattık” buyruğu hakkında: “Dul da, bakire de onlardan olacaktır” diye bu-vurduğu rivayet edilmiştir.[29]

Um Seleme (r.anha) dedi ki: Peygamber (sav)’a yüce Allah’ın: “Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık da onları hem bakireler kıldık, hem eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta” buyruğu hakkında soru sordum, şöyle buyur-Ju: “Ey Um Seleme! Burada sözü edilen kadınlar dünya hayatında oldukta yaşlı, saçları ağarmış, gözleri aydınlıkla iyi seçemeyen, gözleri çapaklı kadın­lardır. Allah yaşlı hallerinden sonra onları olgunlukları itibariyle aynı zaman­da doğmuş ve birbirine yaşıt kadınlar olarak yaratacaktır.”[30] Bu hadisi en-Nehhas, Enes’ten geüen bir rivayet olarak senediyle şöylece kaydetmekledir: Bize Ahmed b. Amr anlattı dedi ki: Bize Amr b. Ali -anlattı, dedi ki: Bize Ebıı Asım, Musa b. Abide’den anlattı, o Yezid er-Rukaşi’den, o Enes b. Malik’ten (diye rivayet etti). Enes hadisi (Peygamber -sav-‘a) ref ederek (nisbet ede­rek): “Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık” buyruğu hakkında dedi ki: “Bu kadınla gözlen aydınlıkta secemeyen, gözleri çapaklı, dünyada iken gözle­ri aydınlıktan kamaşan, gözleri çapaklanmış kocakarı kadınlardır.”[31]

el-Müseyyeb b. Şerik dedi ki: Peygamber (sav) yüce Allah’ın: “Şüphesiz Biz onları yeniden yarattık” âyeti hakkında dedi ki: “Bu sözü edilen kadın­lar dünya hayatındaki kocakarılardır. Allah onları yeni bir yaratılış ile yeni­den var edecektir. Kocaları kendilerine her yaklaştığında onların bakire ol­duklarını göreceklerdir.1′ Âişe (r.anhâ) bu sözleri duyunca: Vay çekilecek acı­lara, ağrılara! diye söylenmiş, bunun üzerine Peygamber (sav) ona: “Orada ağrı, sızı diye bir şey olmayacaktır” diye buyurmuştur.[32]

“Eşlerine düşkünler” lafzı “Eşine düşkün” lafzının çoğu­ludur. İbn Abbas, Mücahid ve başkaları şöyle demişlerdir: Bu kocalarına aşık olan kadınlar anlamındadır. Yine İbn Abbas’tan gelen rivayete göre bu, sevgisini güzel sözlerle ifade eden çok seven kadın demektir. İkrime de: Naz­lı ve naz yapan kadın, diye açıklamıştır. İbn Zeyd de: Bu (anlamı ile) Medi-nelilerin şivesinde böyledir, demiştir. Lebid’in şu beyitinde de bu anlamda­dır:

“Çadırda çirkin (sözlü) olmayan nazlı birisi vardır, Kokusu hoştur onun, onun önünde göz kamaşır.”

Mekkelilerin şivesinde ise bu anlamda; “Nazlı kadın” denilir. Yi­ne Zeyd b. Eslem’den, sözleri güzel kadın anlamındadır, diye açıkladığı nak­ledilmiştir.

Yine İkrime’den ve Katade’den: lafzını “eşlerine sevgilerini izhar eden kadınlar” diye açıkladıkları nakledilmiştir. Bunun kökü, açık seçik ifadelerle maksadını açıkladı, anlamındaki ‘den gelmektedir. Buna gö­re: “Kocasına olan sevgisini güzel sözlerle, nazlı edalarla açığa vu­ran kadın” anlamındadır.

Bunun, kocasının kendisinden daha da zevk ve lezzet alması için, koca­sına sevgi ile itaat eden güzel kadın, demek olduğu da söylenmiştir.

Cafer b. Muhammed babasından, o dedesinden şöyle dediğim rivayet et­mektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Eşlerine düşkünler” buyru­ğu; ” “Konuşmaları Arapçadır” demektir. [33]

Hamza.ve Âsım’dan rivayette Ebu Bekr bu kelimeyi “ra” harfi sakin ola­rak okumuşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Her iki şekil de “feül” vez-nindeki kelimelerin çoğulunda mümkündür.

“Ve hep bîr yaşta.” Aynı tarihlerde doğmuş ve aynı yaşta olmak üzere otuzüç yaşında olacaklardır. Yaşıt olan kadınlar hakkında: denilirken, erkekler hakkında da “Akran” denilir.

Araplar kadınlar arasında çocukluk yaşını aşmış ve yaşlılık dönemine he­nüz girmemiş kadınlara daha çok meyle derlerdi.

Bu lafzın, “birbirine benzer ve birbirine yakın şekillerde” anlamına gel­diği de söylenmiştir ki, bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

es-Süddî de şöyle açıklamıştır: Bunlar huyları itibariyle birbirine yakındır. Aralarında kin ve kıskançlık olmayacaktır, demektir.

“Ashabu’l-yemîn için” buyruğu hakkında denildi ki: Huru-1-în, es-Sâbi-kûn (ileri geçenler) içindir. “Yaşıtlar ve eşlerine düşkün olanlar” ise Ashâ-bu’1-yemin içindir.

“Öncekilerden de çok vardır, sonrakilerden de çok vardır” buyruğu ile daha önce geçen “Ashabu’l-yemin, ne Ashabu’l-yemİndir” buyruğuna atıf­ta bulunulmaktadır. Yani onlar arasında “öncekilerden de çok vardır, son­rakilerden de çok vardır” bunun anlamına dair açıklamalar da daha önce geçmiş bulunmaktadır.

Ebu’l-Aliye, Mücahid, Ata b. Ebi Rebah ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: “Öncekilerden de çok vardır” buyruğundan kasıt, bu ümmetin ilkieridir. “Sonrakilerden de çok vardır” buyruğunda da kasıt bu ümmetin sonra ge­lenleridir. Buna da İbn Abbas’tan: “Öncekilerden de çok vardır, sonraki­lerden de çok vardır” âyeti ile ilgili olarak Peygamber (sav)’ın: “Hepsi de be­nim ümmetimdendir.” buyruğu delil teşkil etmektedir.[34]

el-Vahidî dedi ki: Cennetlikler iki eşit kısımdır. Bunların yarısı geçmiş üm­metlerden, diğer yansı da bu ümmetten olacaktır.

Ancak bu görüşü İbn Mace’nin Simere’inde, Tirmizi’nin Cami’indc, Bureyde b. Hasîb (r.a)’dan kaydettikleri şu rivayet reddetmektedir. Bureyde dedi ki.: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Cennetlikler yüzyinni saf olacaktır. Bunla­rın sekseni bu ümmetten, kırkı ise diğer ümmetlerden olacaktır. Ebu İsa de­di ki: Bvı hasen bir hadistir[35]

“Çok vardır” buyruğu ya mübtedâ olanık merfudur, veya sıfat har­finin haberinin hazfedümesi dolayısıyla inerfu gelmiştir, takdiri de şu şekil­dedir: “Ashabu’l-yeminin iki kalaba­lık grubu vardır. Bunların birisi bunlardan, diğeri de öbürlerindendir.” İkin­ci görüşe göre öncekiler geçmiş ümmetlerden, sonrakiler de bu ümmetten olacaklardır. [36]

41. Ashâbu’ş-şimal, ne bedbaht Ashabu’ş-şimaldir!,

42. Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıkta ve son derece kaynamış suda,

43. Kapkara bir gölgededirler.

44. O serin de değildir, faydası da yoktur.

45. Çünkü bunlar, daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan göz­leri dönmüş kimselerdi.

46. O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi.

47. Ve: “Biz ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz?” derlerdi.

48. “Ya önceki babalarımız da im diriltilecek?”

49- De ki: “Muhakkak Öncekiler de, sonrakiler de,

50. “Bilinen bir günün belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır.

51. “Sonra gerçekten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar,

52. “Siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz,

53. “Ve o ağaçtan karınlarınızı doyuracaksınız.

54. “O yediğinizin üzerine de kaynamış sudan içeceksiniz.

55. “İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi İçe­ceksiniz.”

56. İşte bu, kıyamet günü kendilerine çekilecek ilk ziyafetleridir.

“Ashabu’ş-şimal, ne bedbaht ashabu’ş-şimaldir!” buyruğu ile yüce Al­lah cehennemliklerin konaklarını süzkonusu etmektedir Onlara ‘Ashabu’ş-şimal” adını vermesinin sebebi, amel defterlerini «)l taraflarından alacak ol­malarıdır. Daha sonra yüce Allah onların uğrayacakları bela ve azabın büyük­lüğünü süzkonusu ederek; “Ashabu’ş-şimal, ne bedbaht Ashabu’ş-şimaldir. Beyinlerine kadar İşleyen bir sıcaklıktadırlar)'” diye buyurmaktadır. Bu buy­ruktaki “es-semûm” (mealde: beyinlerine kadar işleyen sıcaklık”); vücudun ve derinin gözeneklerinden içeriye doğru giren sıcak rüzgar demektir. Bu­rada maksat ateşin sıcağı ve onun kavuruculuğudur.

“Ve son derece kaynamış soda.” Harareti en ileri dereceye kadar ulaş­mış bir suda (Hamim) demektir. Ateş ciğerlerini ve bedenlerini yakacağı va­kit, onlar bu kaynamış suya koşacaklardır. Tıpkı ateşten o ateşin sıcağını sön­dürmek için suya koşup giden gibi. Ancak o suyun son derece sıcak ve kay­namış olduğunu görecektir. Daha ünce el-Kıtal (Muhammed) Sûresi’nde: “Ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler.” (Muham­med, 47/15) buyruğu geçmiş bulunmaktadır.

“Kapkara bir gölgededirler.” Onlar aşırı sıcaktan bu gölgeye koşup sığın­maya çalışacaklardır. Tıpkı dünyadakilerîn yaptığı gibi yapacaklar, fakat sığın­dıkları bu gölgenin “YahmûnTdan olduğunu göreceklerdir. Bu da cehennem dumanından son derece siyah bir gölgedir. Bu açıklama İbn Abbas, Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir. Aynı şekilde sözlükte “el-Yahmûm” son derece siyah demektir. O halde bu lafız; den gelen ‘;yef ûl” vezninde bir kelimedir ki, bu da ateşin yakması ile siyahlaşmış iç yağı demektir.

Bu lafzın “kömür” demek olan: ( p«li)’clen geldiği de söylenmiştir.

ed-Dahhak dedi ki: Cehennem ateşi de siyahtır, oradakiler de siyah ola­caklardır. Onun içindeki herşey de siyahtır.

Yine İbn Abbas’tan gelen rivayete göre cehennem ateşi siyahtır. İbn Zeyd dedi ki: “Yahmûm” cehennemde bir dağın adıdır. Cehennemlikler onun gölgesine sığınmaya çalışacaklardır.

Fakat, “o serin de değildir.* Aksine o sıcak olacaktır. Zira bu, cehennem kıyısından gelen bir dumandan olacaktır,

“Faydası da yoktur” ed-Dahhak’tan tatlı (bir gölge) olmayacaktır, diye açıkladığı nakledilmiştir. Said b. el-Müseyyeb: Görünüşü güzel değildir de­mektir, diye açıklamıştır, Esasen hayır namına bir özelliği bulunmayan her şey, “kerîm değildir.”

Bir açıklamaya göre “kapkara bir gölgededirler” yani onlar cehennem­den bir gölgededirler ve bununJa azab edileceklerdir. Yüce Allah’ın: “Onla­rın üzerlerinde de ateşten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır.” (ez-Zümer, 39/16) buyruğunda olduğu gibi.

“Çünkü bunlar daha önce nimetlere gark olmuş, refahtan gözleri dön­müş kimselerdi.” Yani onların bu cezayı hakedişlerinin sebebi, dünyada iken haram ile istifâde eden kimseler olmalarıdır.

Buyruktaki “el-mütref* İbn Abbas ve başkalarından nakledildiği üzere, ni­metler İçerisinde bulunan kimse demektir. es-Süddî: “Nimetlere gark olmuş” yani şirk içerisinde bulunan kimselerdi demektir, diye açıkla­mıştır.

“O büyük günah üzerinde de ısrar ederlerdi.” Şirk üzere devam eder­lerdi. el-Hasen, ed-Dahhak ve İbn Zeyd’den böyle açıkladıkları nakledilmiş­tir. Katade ve Mücahid dedi ki: Büyük günah, kendisinden tevbe etmedik­leri günahtır.

eş-Şâbî: Bu ğamus yeminidir, demiştir. Bu da büyük günahlardandır, de­miştir. Yemininde durmadı” yani yerine getirmeyip geri döndü denilir. Onlar, Öldükten sonra diriliş yoktur, putlar Allah’ın ortaklarıdır, di­ye yemin ediyorlardı. İşte yeminlerinde durmayışları da budur, Yüce Allah onların bu halini: “Onlar var güçleriyle: Ölecek bir kimseyi Allah diriltmez diye Allah’a yemin ettiler” (en-Nahl, 16/38) diye haber vermektedir. Peygam­ber (sav) iie ügiii haberde de: “Hira dağında ibadete çekilir­di [37] denilmektedir. Yani Günah dernek olan “hins”i kendisinden kaldıracak işler yapardı, demektir.

“Ve: Biz ölüp… sonra mı, gerçekten biz mi tekrar diriltileceğiz, derler­di.” Bu sözleriyle onlar öldükten sonra dirilişin uzak bir ihtimal olduğunu ifa­de etmiş ve öldükten sonra dirilişi yalanlamış okıyuriardı.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed onlara “de ki: muhak­kak” atalarınızdan “öncekiler de, sonrakiler de” ve bizzat sizler de “bilinen bir günün” kıyamet gününün “belli bir vaktinde elbette toplanacaklardır.”

Buyruk yemin anlamını ihtiva etmektedir. Yüce Allah’ın: “Elbette toplanacaklardır” buyruğunun başına ‘lam” harfinin gelmiş olma­sı mana itibariyle yemin olduğunun delilidir. Yani gerçekten yemin ile bil­diriyorum ki; muhakkak sizler -sizin batıl yemininizin aksine- toplanacaksı-nızdır. “Sonra gerçekten sizler ey” hidayetten uzaklaşıp “sapanlar” ve öl­dükten sonra dirilişi “yalanlayıcılar siz elbette zakkum ağacından yiyecek­siniz.”

Zakkum ağacı görünüşü ve tadı çok çirkin bir ağaçtır. 13u ağaç daha ön­ce es-Saffat vSûresi’nde (37/62. âyet ve devamında) sözkonusu edilmiş olan ağaçtır.

“O ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız.” Çünkü buyruk: Sizkr ağaç­lar arasından Zakkum ağacı diye bilinen bir ağaçtan yiyeceksiniz, demektir. Bununla birlikte (bu buyrukta) iik olarak gelen: ‘in zâid olması ve me-fulün hazfedilmiş olması da mümkündür. Sanki yüce Allah: “Siz elbette zakkum ağacından” bir yemek “yiyeceksiniz” diye buyurmuş gibidir.

“Zakkumdan” buyruğu “ağaçlın sıfatıdır. Sıfatın başına gelmiş olan cer harfinin zaid olduğu kabul edilecek olursa, o vakit manaya göre bu, nasb ile okunur. Yahutta lafza göre cer ile okunur. Şayet mefulün hazfedil­miş olduğu takdir edilirse, o vakit sıfat, ancak cer mahallinde olur,

“O yediğinizin” yani Zakkumun yahut yemeğin ya da ağacın; – “Üzerine” lafzında zamirin müzekker (eril) olarak gelmesi zamirin merciinin hem müzekker, hem müennes (dişil) olarak kullanılabilmesinden dolayıdır. –

“Kaynamış sudan İçeceksiniz.” Bu da oldukça ileri derecede kaynamış alan su demektir ki, cehennemliklerin vücudundan akan irindir. Yani yiye­cekleri Zakkumun harareti aşırı açlıkla birlikte onları oldukça susatacak ve susuzluklarını gidereceğini sandıkları bir sudan içecekler, o suyun da son de­rece kaynamış ve sıcak su olduğunu göreceklerdir.

“İçtikçe kanmama hastalığına uğramış develerin içişi gibi içeceksiniz” kuyruğundaki: “İçiş” lafzını Nâfs, Âsim-ve Hamza “şın” harfini ötre-a olarak, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Her ikisi de güzel iki şivedir. Çün-.-:ü Araplar: “içtim” derler (ve bu mastarı dört  şekilde kullanırlar).

Ebu Zeyd dedi ki: Ben Arapların (bu kelimeyi) “sın” harfini hem ötreli, hem üstün, hem de kesreli olarak söylediklerini duydum. Fakat sahih şek­liyle mastar üstün ile söyleyiştir. Çünkü üç harfli bütün mastarların asıl vez­ni “fa’lun” şeklinde gelir. Nitekim bunun bir defalık yapış kalıbı (binâi mer-re) kullanılacak olursa “fa’letıın” denilir. “Bir içiş” gibi. Ötreli kulla­nılışı ise*isimdir. Bir diğer açıklamaya göre üstün şekli de ismi (ötreli şekli) de iki ayrı mastardır. Buna göre şerb”in benzeri “ek)” olur. “ŞuıtTin benze­ri “zukr” olur: “şirb” şeklinde kesreli söylenişi ise içilen şey demek ulur. “Tıhn”in öğütülmüş şey anlamına geldiği gibi.

“Hastalığı sebebiyle içtikçe suya kanmayan susamış develer” de­mektir. Bu açıklama İbn Abbas, İkrime, KaUde, es-Süddî ve başkalarından nakledilmiştir. Yine İkrime: Bunlar hasta develer anlamındadır, demiştir.

ed-Dahhak ta şöyle demiştir; Bu oldukça aşın derecede susuzluk çekme­lerine sebeb olan bir hastalığa yakalanmış olan develer demektir. Bunun te­kili: şeklinde gelir, bu hastalığa yakalanmış dişi develere: de­nilir. Bu hastalığın adı da:  Kays b. el-Mülevveh şöyle demiştir:

“O suya kanamama hastalığına yakalanmıştır deniyor, Ancak nefsim nerede şifa bulacağını bilmektedir.”

Yine: “Susuz kimseler” demektir. “Susadılar, susa­mak” anlamındadır. Araplar arasından bu durumda olan develer hakkında diyenler vardır, çoğulu da şeklindedir. Şair Lebid şöyle de­miştir:

“Yorgunluklarını ve kötü hallerini yüzlerinden

Ve oldukça cılız düşmüş “idî” diye bilinen son derece susamış develerinin

hallerinden anladım.”

ed-Dahhak, el-Ahfeş, İbn Uyeyne ve İbn Keysan şöyle demişlerdir-. Bu kumlu, yumuşak arazi demektir. Yine İbn Abbas’Lun gelen rivayete güre: Bu develer suya doymayan kumluğun suyu emmesi gibi su içerler.

el-Mehdevî dedi ki: Suya kanmayan her deveye ve suya doymayan her ku­ma: ile: denilir.

es-Sıhah’ta da şöyie denilmektedir: “İleri derecedeki susuzluk” de­mektir, “Aşktan bir çeşit delilik” anlamına da gelir. Develerin yakalandığı ve bundan dolayı yerde otlamaksızın gelişigüzel gitmelerine sebeb teşkil eden bir hastalık anlamına da gelir. O bakımdan: Otlakta geiişigüzel do­laşan, otlamayan hasta dişi deve” denilir.Suyu bulunmayan dağ ge­çidi” demektir. Fethalı olarak: “Yumuşaklığı dolayısıyla birbirini tut­mayan, eide durmayan “kum” demektir, çoğulu diye gelir. “Kafa, kafalar” gibi, Kesreli olarak: “Susamış develer” demek olup, te­kili diye gelir.Susamış dişi deveT: demekür. Tıpkı: ” Susamış erkek, susumış kadın” gibi.

“İşte bu kıyamet günü kendilerine çekilecek ilk ziyafetleridir.” Yani ge­len misafirlere ikram olmak üzere hazırlanan softa gibi onlara hazırlanacak rızıklan budur.

Bu ifadede bir tehekküm (alay) vardır. Yüce Allah’ın: “Onlara can yakı­cı bir azabı müjdele!” (Âi-i tmrıın, 3/21) buyruğu ile Ebu’s-Sad ed-Dab-bî’nin şu beyitinde olduğu gibi:

“0 zorba kişi, askerleriyle bize misafir geldi mi?

Kalın mızraklarımızla ince oklarımızı ona ikram ederdik.”

Yunus b. Habib ve Ebu Amr’dan Ablîats: “İşte bu … ilk ziyafet­leridir” buyruğunu “ze” harfini sakin olarak okumuştur. Âl-i İmian Sûresi’nin son taraflarında (3/198. âyetin tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır.

“Dİn (kıyaınet) günü” amellerin karşılığının görüleceği gün demektir. Bu da (bu ikram onlara) cehennemde yapılacaktır demektir. [38]

57. Sizi Biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi?

58. Dökmekte olduğunuz meniden Bana haber verin.

59. Onu siz mi yaratıyorsunuz? Yoksa yaratanlar Bizler miyiz?

60. Aranızda ölümü Biz takdir ettik ve kimse engel olamaz Bize;

61. Yerinize benzerlerinizi getirip değiştirmek ve sizi bilemediği­niz bir şekilde yeniden yaratmak hususunda

62. Andolsun ki, ilk yaratılışı bildiniz. İbretle düşünmeniz gerek­mez mi?

“Sizi Biz yarattık. O halde tasdik etmeniz gerekmez mi?” Yarii ölümden sonra dirilişi niye tasdik etmiyorsunuz? Çünkü tekrar yaratmak tıpkı ilkin ya­ratmak gibidir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rızkınızı yaratan Bizleriz. îman et­meseniz dahi bunun sizin yiyeceğiniz olduğunu doğrulamalı değil misiniz?

Kadınların rahimlerine “dökmekte olduğunuz meniden Bana haber ve­rin. Onu siz mi yaratıyorsunuz.” Ondan insanı şekillendiren, yaratan siz­ler misiniz? “Yoksa yaratanlar” belirli bir ölçü ve miktar ile takdir edenler ve suret verenler “Bizler miyiz?” Bu da birinci âyette belirtilenler için onla­ra karşı bir delil getirme ve bir açıklamadır. Yani sizler onu yaratanların Biz­ler olduğunu kabul ve itiraf ettiğinize göre, öldükten sonra dirilişi de kabul ye itiraf ediniz.

Ebu’s-Semmal, Muhammed b. es-Semeyka’ ve Eşheb el-Ukaylî, “dök­mekte olduğunuz meni” -anlamındaki buyruğun “te” harfini ötreli değil de-; şeklinde üstün olarak okumuşlardır. Bunlar da iki ayrı söyleyiştir. “Menisini döktü” ile mezisi geldi” denilir. Muzari şe­killeri de -sırasıyla-: diye gelir.

el-Maverdi dedi ki; Kanaatimce bu iki kullanım şeklinin anlamı, farktı ola­bilir. Bu durumda şekli cima sonucu meni gelmesini ise ihtilam esnasında meninin gelmesini ifade ediyor olabilir.

Meni’ye bu ismin veriliş sebebi ile ilgili iki açıklama yapılmıştır. Birinci­sine göre akıtılması anlamına gelen “imnâ”sından dolayı, ikincisine göre ise takdir edilmesi dolayısıyla bu isim verilmiştir. Ağırlık ölçüsü olarak kullanı­lan “el-mena” da buradan gelmektedir. Çünkü o belli ağırlığın miktarını ifa­de eder. “Meni” de aynı şekilde hilkatin şekillenmesi için doğru ve yeterli bir miktardır.

“Aranızda ölümü Biz takdir ettik.” Bu da bir delillendirmedir. Yani öl­dürmeye kadir olan yaratmaya da kadirdir. Yaratmaya kadir olan öldükten sonra diriltmeye de kadirdir.

Mücahid, Humeyd, İbn Muhaysın ve İbn Kesir – “takdir ettik” anlamın­daki buyruğu- “dal” harfini şeddesiz olarak diye okumuşlar, diğerle­ri use şeddesi z okumuşlardır.

ed-Dahhak: (Ölümü takdir ile): Semadakîler ile yeryüzündekiler arasın­da eşitlik kıldık demektir, diye açıklamıştır. Hükmettik diye açıklandığı gi­bi, yazıp tajsdir ettik dîye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. Az­iz ve celil olan Allah’tan başka hiçbir kimse baki değildir.

“Ve kimse engel olamaz bize; Yerinize benzerlerinizi getirip değiştir­mek… hususunda” Yani Biz sizin benzerlerinizi yerine getirip değiştirmeyi isteyecek olursak, kimse Bizim önümüze geçemez, kimse Bizi yenik düşü­remez.

“Kimse engel olamaz Bize” buyruğu kimse Bizi yenik düşüremez, anla­mındadır.

ct-Taberi dedi ki: Yani siz öldükten sonra sizin cinsinizden, sizin benzer­lerinizi değiştirmek suretiyle aranızda ölümü takdir edilenler Bizleriz. Ecel­lerimiz hususunda da kimse Bizim önümüze geçemez. Ölümü sonra takdir edilmiş olan erken, erken takdir edilmiş olan ise sonraya kalmaz, demektir.

“Ve sizi bilmediğiniz bir şekilde yeniden” çeşitli suret ve şekillerde “yaratmak hususunda” da kimse Bize engel olamaz.

el-Hasen dedi ki: Sizden önceki birtakım kavimlere yaptığımız gibi, sizi maymun ya da domuzlara dönüştürmemizi kimse engelleyemez. Anlamın şöy­le olduğu da söylenmiştir: Öldükten sonra dirilteceğimiz vakit sizleri dünya­daki suretlerinizden başka şekilde yaratmamızı engelleyemez. Böylelikle mümin yüz aklığıyia güzelleşecek, kâfir de yüzünün karahğryla çirkinleşe-cektir.

Said b. Cübeyr dedi ki: Yüce Allah’ın: “Bilemediğiniz bir şekilde” buy­ruğu şu demektir: Berahut’ta kırlangıçları andıran siyah kuşların kursakların­da olacaklar. Berahût ise Yemen’deki bir vadi adıdır.

Mücahid dedi ki: “Bilemediğiniz bir şekilde” buyruğu ne şekilde ister­sek öyle yaratırız demektir. Anlamın Biz bilmediğiniz bir alemde ve bilme­diğiniz bir yerde sizi yeniden yaratacağız demek olduğu da söylenmiştir.

“Andolsun ki ilk yaratılışı bildiniz.” Yani siz önceleri bir varlık olarak ortada yokken nutfeden, sonra alakaden, sonra bir çiğnemlik etten yaratıl­dınız. Bu açıklama Mücahid ve başkalarından rivayet edilmiştir. Katade ve ed-Dahhak: Adem (a.s)’ın yaratılışını kastetmektedir, demişlerdir.

“İbretle düşünmeniz gerekmez mi?” Niçin ibretle düşünmüyorsunuz, de­mektir.

Haberde şöyle denilmiştir: İlk yaratışı kendisi görmekte iken sonraki ya­ratışı yalanlayan kimseye hayret ki ne hayret!. Sonraki yaratışı tasdik etmek­le birlikte, ebedi kahnacak yurt için çalışmayan kimseye; de hayret doğrusu.

“Yaratış” tafzı genel olarak ka.sr ile okunmuştur. Mücahid, el-lla-sen, İbn Kesir ve Ebu Amr ise med ile: diye okumuşlardır. Buna da­ir açıklamalar daha önce el-Ankebııt Sûresİ’nde (29/20. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır. [39]

63. Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz.

64. Onu sil mi bitiriyorsunuz, yoksa bitirenler Bizler miyiz?

65.  DÜeseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp ya­pardık da siz hayret ederdiniz.

66. Gerçekten bizler borca batırıldık;

67. “Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık” (derdiniz,)

“Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz” buyruğu bir diğer delildir. Top­raklarınızdan sürdüğünüz ve luhum ektiğiniz yerden Bana haber veriniz. Ek­tiğiniz o tohumu bitirenler ve onu ekin ve mahsul haline getirenler, böyle­likle başak ve tane olmasını sağlayanlar .sizler mİ.siniz? Yoksa bunları yapan­lar Bizler miyiz? Sizin bütün yaptığınız, yeri yatmak ve tohumu atmaktır. Ba­şağın taneden çıkarılmasını yapanlar sizler olmadığını kabul ettiğinize göre, yerden ölülerin çıkartılıp, unların tekrar hayata döndürül meşini nasıl inkâr edersiniz?

Yüce Allah burada ekin ekmeyi onlara, ekinin bitirilmesini kendisine iza­fe etmekdir. Çünkü ekin onların fiili ile olup onların tercihleri ile ortaya çı­kar. Ekinin bitirilmesi ise yüce Allah’ın fiili iledir. Ekin Onun terfihi ile ye­tişir, onların tercihi ite değil.

Ebu Huıeyre’nin, Peygamber (sav)’dan yaptığı rivayet te böyledir. Bu ri­vayete göre Hz, Peygamber şöyle buyurmuştur: “Sizden hiçbir kimse ekini bitirdim demesin. Bunun yerine; yeri sürdüm (tohum ektim) desin. Çünkü ekini bitiren yüce Allah’tır.” E bu Hureyre dedi ki; Siz yüce Allah’ın: “Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bitirenler Bizler miyiz?” buyruğunu duyma­dınız mı?”[40]

Yere tohum saçan herkesin istiâzeden sonra “Ektiğiniz tohumdan Bana haber veriniz” âyetini okuduktan sonra:

Hayır, bitiren, yeşerten, olgunlaştıran Allah’tır. Allah’ım Muhammed’e rahmet buyur, mahsulünü bize rızık olarak ver, zararını bizden uzak tut. Bi­zi nimetlerine şükredenlerden, lûıuflarını hatırlayanlardan kıl. Ey âlemlerin Rabbi bunu bize bereketli kıl” diye dua eder.

Denildiğine güre bu ifade ve dua o ekinin kurt, çekirge ve buna benzer her türlü afetlere karşı bir emniyettir. Biz bunu güvenilir birisinden duydu­ğumuz gibi bu husus denenmiş ve böyle olduğu da görülmüştür.

“Onu siz mi bitiriyorsunuz?” Yani onu biten bir ekin haline getirenler sizler misiniz? Bununla birlikte: Filan kişi zîraatçidir” denildiği gibi; “Çiftçidir’de deni­lir. Bu kişi neticede ekin ekenlerin hoşuna gideeek şekilde sonunda mahsu­le ulaşan bir iş yapmaktadır, demektir. Bazan: lafzı; yere tohum .saç­mak ve ekmek, anlamında mecaz yoluyla kullanılabilir,

Derim ki: (Hadisteki) bu nehy buna güre yasaklamak ve vacib kılmak an­lamında bir nehy değil, irşad ve edeb anlamında bir nehydir, Hz. Peygam­berin: “Sizden herhangi bir kimse benim kölem, benim cariyem demesin. Bu­nun yerine oğlum ve kızım desin, delikanlım, genç kızım desin”(j!ı buyruğun­da olduğu gibi.

Bu hususa dair açıklamalar daha önce Yusuf Sûresi’nde (12/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş, bulunmaktadır.

Kimi ilim adamı bu hususta aşırıya kaçarak şöyle demiştir: Tohum ektim ve mahsulümü aldım elemeyerek, bunun yerine, Allah bana yardım etli, ekin ektim ve lütfuyla da bana mahsul nasib etti desin.

el-Maverdî dedi ki; Bu âyet-i kerime iki emir ihtiva etmektedir. Birincisi yüce Allah’ın onların ekinlerini yeşertenin kendisi olduğunu belirterek lût-funıı hatırlatması ve böylelikle Onun sayesinde hayatlarını devam euirdiklerini bildirmesi. Bu da onların üzerindeki nimetlerine karşılık kendisine şük­retsinler diyedir. İkincisi ise, ibret atmayı gerektiren delili ortaya koyması. Çün­kü tohumun, telef oluşundan sonra ekinlerini yeşertmiş olduğuna ve sürü­mek ve toprak olmak noktasından en olgun haline intikal ettirip yemyeşil bir ekin oluncaya kadar geliştirdiğine, sonra bu ekini daha önceki halinin kat kat fazlası ile güçlü hale getirdiğine göre; öldürdüğü kimseleri tekrar yaratma­sı O’na’daha hafif, daha kolay gelir ve bunları yapmaya daha bir muktedir­dir. İşte böyle bir delil, sağlam fıtrat sahihlerini gerçekten ikna edici bir de­lildir.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır;

“Dileseydik onu gerçekten henüz olgunlaşmadan çörçöp yapardık da…” Yani o ekini Biz paramparça olmuş çörçöp yapardık.

“Çörçöp ne yiyecek, ne de gıda olarak kendisinden faydalanamayan yok olmuş kırıntılar” demektir.

Bununla da yüce Allah iki hususa dikkat çekmekledir: Onlara -kendisine şükretmeleri için- ekinlerini çorçöp kılmayarak onlara nimetini ihsan etmiş olması, ikincisi dilediği zaman ekini çörçöpe dönüştürebileceği gibi, aynı şe­kilde kendileri hakkında düşünüp ibret ve öğüt alıp, kötülüklerden vazgeç­sinler diye dilediğinde onları helak edebileceğini belirtmektedir.

“Siz hayret ederdiniz.” Ekininizin yok olup gitmesine hayret eder ve ba­şınıza gelenlere pişman olurdunuz. Bu açıklamayı el-Hasen, Katade ve baş­kaları yapmıştır.

es-Sıhah’ta. şöyle denilmektedir: “Hayret etti” demektir. Pişman ol­du anlamına geldiği de söylenir. Yüce Allah: “Siz hayret ederdiniz” buyru­ğu; pişman olurdunuz, diye açıklanmıştır. o şeyle istifade et­tim” demektir. Yemân dedi ki: Yaptığınız harcamalara pişman olurdun uz, de­mektir. Bunun delili de yüce Allah’ın: “Bu sebebten onun için harcadıkları­na pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı.” (el-Kehf, 18/42) buy­ruğudur.

İkrime dedi ki: Cezalandırmanızı gerektirecek ve nihayet bu ceza ekini­nizde dahi sizi bulacak şekilde, geçmişten Allah’a karşı gelip isyan ettiğiniz­den ötürü birbirinizi kınar ve pişman olursunuz. İbn Keysân, üzülürsünüz di­ye açıklamıştır, anlam birbirine; yakındır.

Bu lafzın; ile olmak üzere iki türlü söylenişi vardır. el-Fer-râ dedi ki; “Nun’lu söyleyiş Ukli’lerin söyleyişidir. es-Sıhah’ta şöyle denil­mektedir: (Nûn’lu söyleyiş olan) “Geçmişe pişmanlık duymak” de­mektir. Bir diğer açıklamaya göre “Fayda sağlamayan, ilgilendirmeyen hususlarda konuşmak” demektir. Şakalaşmaya ötreli olarak: de­nilmesi de buradan gelmektedir. “Fe” harfi üstün olarak ise: şek­linde -kef harfi kesreli- fiilinin mastarıdır. Bu durumdaki kimseye: de­nilir ki “hoş sohbet ve şakacı” kimse anlamındadır.

“Ederdiniz” lafzı genel olarak “zı” harfi üstün olarak okunmuştur. Ancak Abdullah “zı” harfi kesreli olarak: diye okumuştur. Bunu da Ha­run, Hüseyin’den, o Ebu Bekir’den diye de rivayet etmiştir. Üstün okuyan as­lına göre üstün okumuştur. Çünkü asli: şeklindedir, ifadede hafiflik olsun diye birinci “lam” hazfedilmiştir, Kesreli okuyan da birinci “lâm”m kes­resini “zı”ya naklettikten sonra hazfetmiştir.

“Gerçekten bizler borca batırıldık.” buyruğundaki: “Gerçekten bizler” lafzını Ebu Bekir ve el-Mufaddal soru olarak iki hemze ile: “ger­çekten bizler… mı” diye okumuşlardır. Ayrıca bunu Âsim, Zir b. Hubeyş’cen de rivayet etmiştir. Diğerleri ise haber olarak tek bir hemze ile okumuşlar­dır. Yani onlar “Gerçekten bteler borca batırıldık” derler. Azaba uğratıldık, demek olur. İbn Abbas ve Katade’den şöyle dedikleri zikredilmiştir: “Borca batırılmak” azab demektir. İbn el-Muhallim’in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

“Eminim, ki, bellemek benim bir karakterimdir,

Ve benim kalbim senden ötürü hastadır ve azab içindedir.”

Mücahid ve İkrime: Bize ileri derecede bağlanılmış, diye açıklamışlardır. en-Nenıir b. Tevleb’in şu beyiti de bu anlamdadır:

“Onun kimi hatırladığını Tüktem’e sorunuz, O, ona esir ve ona bağlı idi.”

“Filan şahıs, filan kadına bağlandı” denilir. “Yakayı bırak­mayan kötülük” dernek olan; de buradan gelmektedir.

Yine Mücahid: Muhakkak biz bir kötülükle karşılaştık diye, açıklamıştır. Mukatil b. Hayyan heiâk edildik demektir, diye açıklamıştır. en-Nehhas da: “Gerçekten bizler borca batırıldık” buyruğundaki fiil helak olmak demek olan: “‘den alınmıştır, demiştir. Şairin dediği gibi:

“Nisâr ve Cifâr günleri

Hem azab hem de helak (günleri) oldular.”

ed-Dahhak ve İbn Keysan dediler ki: Bu:’den gelmektedir, “Herhangi bir karşılık olmaksızın malı elinden çıkan” demektir. Biz saçtığımız tohumu dahi kaybettik, demek olur. Mürre el-Hemdânt: Biz hesaba çekilece­ğiz demektir, diye açıklamıştır. “Daha doğrusu biz mahrum bırakıldık.” İs­tediğimiz mahsulü elde etmekten mahrum edildik. “Mahrum” Katade’nin açık­lamasına göre; kendisine rızık verilenin zıt anlamlıyıdır ki, bu da rızkını ta-leb etmekle birlikte kendisine rızık verilmeyen kimse demektir.

Enes’len rivayete göre Peygamber (sav) ensarın bulunduğu yere uğramış ve {öyle demiş: “Sizi ekin ekmekten alıkoyan nedir?” Onlar: Kuraklıktır, de­yince şöyle buyurmuş: “Hayır böyle yapmayınız. Çünkü yüce Allah: Mahsu­lü veren benim. Dilersem su iie mahsul veririm, dilersem rüzgar ile mahsul veririm, dilersem tohum ile mahsul veririm diye buyurur.” Sonra da: “Ekti­ğiniz tohumdan Bana haber veriniz. Onu siz mi bitiriyorsunuz? Yoksa bi­tirenler bizler mlyJz?” buyruklarını okudu.[41]

Derim ki: Bu haber ve bundan önceki hadis, “ez-Zari’ (ekini bitiren)” is­mini, yüce Allah’ın isîmieri arasına katanların görüşlerinin sahih olduğunu ortaya koymaktadır. İlim adamlarının cumhuru ise bunu kabul etmemekte­dirler. Biz bu hususu “el-Kitabu’l-Esna fi ŞerhiEsmaillahi’l-Hüsna”‘adlı ese­rimizde zikretmiş, bulunuyoruz. [42]

68. İçtiğiniz sudan Bana haber verin.

69.  Onu buluttan siz mi indirdiniz? Yoksa indirenler Bizler mi­yiz?

70- Dileseydik onu acı kılardık. Peki, şükretmeniz gerekmez mi?

71. Şimdi çakmakta olduğunuz ateşten Bana haber verin.

72. Onun ağacını siz mi yarattınız? Yoksa yaratanlar Bizler miyiz?

73. Onu bîr öğüt ve ibret vesilesi ve konup göçenler için bir fayda kılan Bizleriz.

74. O halde Rabbini o büyük ismi ile teşbih et!

Size can gelmesi, susuzluğunuzu da dindirmeniz için “içtiğiniz sudan Ba­na haber verin!” Çünkü İçecek, geneide yenilen şeyin arkasından gelir. Bun­dan dolayı âyet-i kerimede de önce yenilecek şeyler zikredilmiştir. Nitekim kişinin misafirine yemek yedirdikten sonra içecek ikram ettiği bilinen bir hu­sustur. ez-Zemahşerî dedi ki: Şâyel aksini yapacak olursan Ebu’l-Atâ’nın şu beyitinin kapsamına girersin:

“İnsanların misafirlerine katıksız süt içirilirken, Onlar kendi misafirlerine tatlı, soğuk su içirirler.”

Araplardan birisine içecek ikram edilmişte o: Ben onu tutacak bir şey üze­rine olmadıkça içmem (altında bir şey olmadıkça içmem), demiştir.

“Onu bulutlardan siz mi indirdiniz” buyruğundaki: “BuJutlar”ın tekili dir. Şair de şöyle demiştir:

“Bizler bulutların suyu gibiyiz, bizim aslımızda yoktur

Ağır, faydasız bir kimse de cimri sayılacak kimse de yok aramızda.”

İbn Abbas, Mücahid ve başkalarının açıklamasına göre bu lafzın anlamı budur. Yine İbn Abbas’tan ve es-Sevrî’den bu lafzın sema ve bulut anlamı­na geldiği nakledilmiştir. es-Sıhah’ta şöyle denilmektedir Ebu Zeyd dedi ki: “Beyaz bulut” demek olup, çoğulu; diye gelir. Aynı şekilde bu, yağmur anlamına da gelir. Şair şüyle demiştir:

“Görnedin mi yüce Allah’ın bir yağmur yağdırdığını ve beyaz ceylan yavrularının

Kendilerini rahatsız eden sinekleri kovalamak için başlarını hareket ettirmekte olduklarını.”

“Yoksa indirenler Bizler miyiz?” Onu indirenin Ben olduğumu bildiği­nize göre, niçin yalnız Bana ihlâsla ibadet etmek suretiyle şükretmiyorsunuz ve niçin öldükten sonra dirilişe kadir olduğumu inkâr ediyorsunuz?

“Dikseydik onu acı kılardık.” Son derece tuzlu yapardık. Bu açıklama­yı İbn Abbas yapmıştır. el-Hasen de: Acı, katı, içmek, ekin ve başka hiçbir işte kendisinden yararlanamayacağınız bir şekilde kılardık diye açıklamıştır,

“Peki şükretmeniz gerekmez mi?” Size bunları yapana neden şükretmez­siniz?

“Şimdi çakmakta olduğunuz ateşten Bana haber verin.” Yaş ağaçtan çak­mak taşı ile ortaya çıkardığınız ateşten Bana haber verin.

“Onun ağacını siz mi yarattınız?” Yani ateş çakmakta kullandığınız iki çubuğun adı olan “merh ve afar”ın meydana geldiği ağacı meydana getiren sizler misiniz? Arapların: “Her ağaçta ateş vardır, fakat merh ve afarda bu daha fazladır” sözleri de buradan gelmektedir. Sanki bu iki tür çubuk yetecek kadar ateşi bünyelerinde taşıyor gibidir.

Bu iki çubuğun çok çabuk, ateş yaktıklarından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir.

“Ateş çaktım” demektir. “Çakmaktan ateş çaktı, çakar” denilir. Bir diğer söyleyiş her ikisinde de “re” harfi kesreli olarak şeklindedir.

“Yoksa yaratanlar” yoktan var edenler “Bizler miyiz?” Benim kudretimi böylece görüp bildiğinize göre Bana şükredin ve öldükten sonra dirilişe ka­dir olduğumu inkâr etmeyin.

“Onu bir öğüt ve ibret vesilesi… kılan Bizleriz.” Dünya ateşi o büyük ate­şi hatırlatan bir öğüttür, demektir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Mücahid: Karanlıklarda insanların görmesini sağlar, diye açıklamıştır. Peygamber (sav)’dan da şöyle dediği sahih rivayetle sabittir: “Âdemoğullarının yaktık­ları sizin şu ateşiniz, cehennem ateşinin yetmişte biridir.” Ey Allah’ın Rasû-lü! Bu kadarı bile olsaydı yeterdi deyince, şöyle buyurdu: “O (cehennem ateşi) buna (dünya ateşine) hepsi de bu dünya ateşinin harareti gibi olan alt-mışdokuz kat daha üstündür. “[43]

“Ve konup göçenler İçin bir fayda kılan Bizleriz.” ed-Dahhak yolcular için bir fayda … diye açıklamıştır. Misafirlere bu ismin veriliş sebebi, bitki-siz yer demek olan: denilen yerlere konaklamalardan dolayıdır. el-Fer-râ dedi ki: ‘Yolculara hiçbir bitkisi bulunmayan yere indikleri vakit: denilir. Kurak ve hiçbir şeyi olmayan araziye hem med, hem kasr ile hem denilir. “Hiçbir dostun, tesellicinin bulunma­dığı konaklama yeri” demektir. “Ev sakinlerinden yana boşaldı” denilir. şeklinde de kullanılabilir. en-Nabiğa şöyle demiştir:

“Ey karşımda yükselen tepelerdeki Meyye diyarı,

Bomboştur artık orası ve üzerinden (bu taliyle) çok uzun bir zaman geçmiştir.”

Antere de şöyle demektedir:

“Üzerinden uzunca bir zaman geçmiş yurdun geriye kalıp görünen

kalıntılardan selam sana, Sakinlerinden yana -Um el-Heysem’den sonra- boş kalmış ve

kuraklaşmış (bir diyardır o}.”

“O da, sahipleri de güçlendi” demektir. Aynı şekilde yolculuk ya­pıp da çorak ve kurak bir yere konakladı, anlamındadır.

Mücahid dedi ki: “Konup göçenler için” yemek pişirmek, ekmek pişirmek, ısınmak, aydınlanmak gibi kendisinden yararlanan bütün insanlar demektir. Bu ateş sayesinde cehennem ateşi hatırlanır ve ondan Allah’a sı­ğınılır.

İbn Zeyd dedi ki: Bu yemeklerini pişirmek için açlara bir faydadır demek­tir. “Şu kadar, su kadar zamandan beri hiçbir şey yemedim” denilir. “Filan kişi aç ve hiçbir şey yemeksi2in geceyi ge­çirdi” anlamındadır. Şair de şöyle demiştir:

“Açlıktan ikiye katlanarak gece bir şey yememeyi tercih ederim, O bayağı birisidir, denilir korkusuyla.”

er-Rabî ve es-Süddî de: “konup göçenler* beraberlerinde çak­mak bulunmayan yani yakacak ve dolayısıyla onunla bir şeyler pişirecek ateş­leri bulunmayan konaklayan yolcular, demektir. Ayrıca bu açıklamayı el-Av-fl, îbn Abbas’tan rivayet etmiştir. Kutrub dedi ki; zıt anlamlı kelime­lerdendir. Fakir anlamına da, zengin anlamına da kullanılır. “O adam ile birlikte azık yok” demektir. Aynı şekilde binekleri güçlü olup, ma­lı çok olması halini anlatmak için de bu fiil kullanılır.

el-Mehdevî dedi ki; Âyet-İ kerime bütün bu anlamlara elverişlidir. Çün­kü yolcunun da, ikamet edenin de, zenginin de, fakirin de ateşe ihtiyacı var­dır.

es-Salebî’nin naklettiğine göre ise; müfessirlerin çoğunluğu birinci görü­şü benimsemişlerdir. el-Kuşeyri de şöyle demektedir; Ateşten özellikle yol­cunun yararlandığının sözkonusu edilmesi, onun sağladığı faydanın, ikamet halinde olanın sağladığı faydadan daha çok oluşundan dolayıdır. Çünkü çöl­de yaşayan kimselerin ateşe kaçınılmaz olarak ihtiyaçları vardır. Yırtıcı hay­vanların kendilerinden kaçması için onu geceleyin yakarlar ve birçok ihtiyaç­larında ateşi kullanırlar.

“O halde Rabbini o büyük ismi üe teşbih et.” Müşriklerin O’na izafe et­tikleri ortaklardan ve öldükten sonra dirilişten acizlikten Onu tenzih et, de­mektir. [44]

75. Hayır! İşte yıldızlatın doğup battıkları yerlerine yemin ederim;

76. Ve eğer bilirseniz gerçekten bu, büyük bir yemindir.

77. Şüphesİ2 o oldukça şerefli bir Kur’ân’dır.

78. Korunan bir kitaptadır.

79. Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir.

80. O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız: [45]

 

1- Bu Buyruktaki Yemin:

“Hayır… yemin ederim” buyruğundaki; “hayır” müfessir-lerin çoğunun görüşüne göre sıla (fazladan gelmişedir ve: “Yemin ede-rim” anlamınadır. Buna delil de daha sonra: “Gerçekten bu büyük bir yemin­dir” buyruğunun gelmiş olmasıdır.

el-Ferrâ ise şöyle demiştir: Bu bir nefy edatıdır ve: Durum sizin dediğiniz gibi değildir, anlamında olup daha sonra da “…yemin ederim” diye sözle­rine devam etmektedir. Kişi bazan birisine: Hayır, Allah’a yemin ederim ki, böyle bir şey olmadı, der ve bununla yemin etmeyi nefyetmek amacım güt-meyip, aksine daha önce geçmiş bir ifadeyi nefyetmek kastıyla söylemiş ola­bilir. Yani, durum senin sözünü ettiğin şekilde değil, o bu şekildedir, demek olur. Buradaki “Hayır” aniamındaki lafzın uyan ve dikkat çekmek için kullanılan: “anlamında olduğu da söylenmiştir. Şairin şu mısraında ol­duğu gibi:

“Ey izleri yok olup gitmeye tutmuş diyarın kalıntıları! Hayırlı sabahlar olsun sana!*

Bu edatla, iyice düşünsünler diye Kur’ân-ı Kerim’in faziletine dikkat çek­miş olmakta -iddia ettikleri gibi- bir şiir, bir büyü ve bir kehânet ürünü ol­madığını belirtmektedir.

el-Hasen, Humeyd ve İsa b. Ömer “lâm”dan sonra hemzesiz olarak tah­kik anlamını İfade etmek üzere: “Elbette… yemin ederim” diye okumuşlardır ki, bu da hali ifade eden bir fiil olup, mahzuf bir mübtedâ tak­dir edilir. Buna göre ifade: Şüphesiz ki ben buna yemin ede­rim” takdirindedir. Eğer bununla fiilin istikbal anlamı vermesi istenecek ol­saydı, fiilin sonuna da “nün” gelmesi gerekirdi. Bununla birlikte, gelecek mak­sadı ile kullanılan fiil ile birlikte getirilen “nûn”un hazfedildiği de görülmüş­tür, ancak bu şazdır. [46]

 

2- Yıldızların Doğup Batma Yerleri ve Kısım Kısım İndirilen. Kur”ân:

“Yıldızların doğup battıkları yerlerine…” buyruğunda sözü edilen “yıl­dızların doğup battıkları yerler’den kasıt, Katade ve başkasının görüşüne göre, düştükleri yerler ve battıkları yerlerdir. Ata b. Ebi Rebah onların konak­lama yerleridir, diye açıklamıştır. el-Hasen ise, kıyamet gününde yıldızların ışıklarının söndürülüp etrafa dağılmasıdır, diye açıklamıştır.

ed-Dahhak şöyle demiştir: Bunlardan kasıt cahiliye dönemi insanlarının -yağmur yağdığı sırada- şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıl­dı, dedikleri yıldızların doğuş yerleridir.

el-Maverdi de şöyle demiştir: Yüce Allah’ın: “Hayır.,, yemin ederim” buy­ruğu bu durumda kasemin nefyedilmesi şeklinde gerçek anlamıyla kullanıl­mış olur.

el-Kuşeyri de şöyle demiştir: Bu bir kasemdir ve yüce Allah’ın dilediği şe­ye kasem etme hakkı vardır, Bi2İerin ise yüce Allah’tan ve O’nun kadim sı­fatlarından başkasıyla yemin etmek hakkımız yoktur.

Derim ki: Buna el-Hasen’in: “Muhakkak ki yemin ederim” anlamındaki kı-raatiyle şanı yüce Allah’ın, Kitabında birçok yerde yarattıklarından birtakım varlıklara yapmış olduğu yeminler delil teşkil etmektedir.

İbn Abbas dedi ki: Burada “Yıldızların doğup battıkları yerler “den ka­sıt, Kur’ân-ı Kerim’in kısım kısım indirilmesidir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’i en üst semadaki Levh-i Mahfuzdan yazıcı meleklere indirdi. Bu yazıcı melek­ler de Cebrail’e yirmi gecede kısım kısım indirdi. Cebrail de Muhammed (a.s)’a yirmi yıllık bir zaman zarfında kısım kısım indirdi. Cebrail Kur’ân-ı Kerim’i Muhammed’in ümmetine olaylara göre indiriyordu. Bu açıklamayı el-Maver-dî, İbn Abbas ve es-Süddî’den nakletmiştir.

Ebu Bekr el-Enbârî de şöyle demektedir: Bize Kadı İsmail b. îshak anlat­tı. Bize Haccac b. el-Minhal anlattı. Bize Hemmal, el-Kelbî’den anlattı, o Ebu Salih’ten, o İbn Abbas’tan dedi ki: Kur’ân-ı Kerim dünya semasına bir defa­da indi. Daha sonra yeryüzüne kısım kısım İndi. Bundan sonra ise Kur’ân-ı Kerim beşer âyet, beşer âyet, daha az ya da daha çok olarak kısımlara ayrıl­dı. İşte yüce Allah’ın: “Hayır, işte yıldızların doğup battıkları yerlerine ye­min ederim ve eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir. Şüphe­siz o oldukça şerefli bir Kur’ân’dır” buyruğu bunu anlatmaktadır.[47]

el-Ferrâ da İbn Mesud’dan: “Yıldızların doğup battıkları yerler’in

Kur’ân-ı Kerim’in muhkem buyrukları olduğunu söylediğini rivayet etmek­tedir. Hamza ve el-Kisâî de “yerler” anlamındaki lafzı tekil olarak: di­ye okumuşlardır. Aynı zamanda bu Abdullah b. Mesud, en-Nehai, el-Ameş, İbn Muhaysın ve Ruveys’in rivayetine göre Yakub’un da kıraatidir. Diğerle­ri İse çoğul plarak okumuşlardır, tekil olarak okuyanların bu kıraati çoğul an­lamını İfade eden cins isim oluşundan dolayı (uygun bir kıraattir) çoğul ya­pan da çeşitlerinin farklılığından dolayı çoğul olarak okumuştur. [48]

 

3- “Büyük Yemin”

“Gerçekten bu büyük bir yemindir” buyruğundaki “bu” zamirinin Kur’ân-ı Kerim’e ait olduğu söylenmiştir. Şüphesiz ki bu Kur’ân büyük bir yemin­dir, demek olur. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah’ın kendisine yemin ettiği herşey pek büyüktür.

“Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur’ân’dır” buyruğunda da kendisine ye­min olunan şey sözkonusu edilmiştir. Yani Ben yıldızların doğup battıkları yerlerine yemin ederek söylüyorum ki, gerçekten bu Kur’ân çok şerefli bir Kur’ân’dır. O bir büyü ve bir kehânet olmadığı gibi, uydurulmuş bir söz de değildir, Aksine o çok şerefli ve çokça öğütmeye değer bir Kur’ân’dır.

Yüce Allah, bunu peygamberine bir mucize kılmıştır. O, müminler için çok şereflidir, çünkü Rabblerinin sözüdür, kalblerinin şifasıdır. Semadakiler İçin de çok değerli ve şereflidir, çünkü o Rabbleri tarafından indirilmiştir ve O’nun vahyidir.

“Oldukça şerefli” buyruğunun mahluk değildir, anlamında olduğu söy­lendiği gibi, muhtevasında üstün ahlaki değerler ve pek önemli hususlar di­le getirildiği için “çok şerefUMir diye de açıklanmıştır. Bir diğer açıklama­ya göre: Çünkü Kur’ân-ı Kerim kendisini hıfz edeni şereflendirir, kendisini okuyanı büyültür. [49]

 

4- “Korunan Kitab”

Yüce Allah’ın: “Korunan bir kitaptadır” buyruğu Allah nezdinde koru­nan bir kitaptır demektir.

Batıldan korunan ve koruma altına alınan, diye de açıklanmıştır. Burada­ki “kitap”tan kasıt semadaki kitaptır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Câ-bir b. Zeyd ve yine İbn Abbas: O Levh-i Mahfuz’dur demişlerdir. İkrime de şöyle demiştir: Tevrat’ta da, İncil’de de Kur’ân-ı Kerim’den ve Kur’ân-ı Kerim’in kimin üzerine indirileceğinden söz edilmiştir, es-Süddî; Zebur’da da diye söylemiştir. Mücahid ve Katade de: Burada kastedilen ellerimizdeki mus-haftır, demişlerdir. [50]

 

5- Kur’an’a Ancak Tertemiz Olanlar El Sürebilir:

“Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir” buyru ğundakî “ancak… el sürebilir” lafzının anlamı i|e ilgili olarak acaba bu do­kunma organı ile dokunmak anlamında hakikat manasıyla mı kullanılmıştır? Yoksa manen dokunmak mı kastedilmiştir? hususunda farklı görüşler vardır.

Aynı şekilde; “tam anlamı ile temizlenmiş kimseler”in kimler oldukla­rı hususunda da görüş ayrılığı vardır.

Enes ve Said b. Cübeyr şöyle demişlerdir: Bu kitaba ancak günahlardan arınmış, temizlenmiş kimseler olan melekler el sürebilir. Onlardan başkası el süremez, demişlerdir. Ebu’l-Âliye ve İbn Zeyd de böyle demişlerdir: Bun­lar meleklerin elçileri ile Âdernoğullarının rasûlleri gibi günahlardan tertemiz edilmiş kimselerdir. Onu indiren Cebrail de tertemizdir. Kendilerine bunu ulaştırdığı elçiler de tertemizdir,

el-Kelbî: Bunlar şerefli, pek doğru yazıcılardır, demiştir. Bütün bunlar ay­nı görüşü ifade eder. Malik’in şu ifadesinde dile getirdiği, tercih ettiği görü­şüne de yakın açıklamalardır; Yüce Allah’ın: “Ona ancak tam anlamı ile te­mizlenmiş kimseler el sürebilir” buyruğu ile ilgili olarak duyduğum en gü­zel açıklama, bu âyet-i kerimenin “yüzünü ekşitip, çevirdi” Abese Sûresi (80/l)nde yer alan: “Artık dileyen onunla Öğüt alsın. Çok şerefli, son dere­ce yüksek ve tertemiz sakifelerdedir. Emrine itaatkar, oldukça değerli katib-lerin elleri ile (yazılmıştır.)” (Abese, 80/12-16) âyetinde sözkonusu edilen­ler gibi olduğudur.

Bununla şunu kastetmektedir: “Tam anlamı İle temizlenmiş kimseler” Abese Sûresfnde “tertemiz olmak’la nitelendirilmiş meleklerin kendileridir.

Bir başka açıklamaya göre; “ona ancak… el sürebilir” buyruğu, “onu an­cak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler İndirebilir” demektir; Bu da melek­lerden olan rasûller peygamberler arasından rasûllere indirebilir, anlamın­dadır.

Bir diğer açıklamaya göre “korunan kit ab “sn kendisi demek olan Levh-i Mahfuz’a ancak tam anlamı ile temizlenmiş melekler el sürebilir.

el-Kuşeyrî’nin naklettiği bir açıklamaya göre de bununla görevli olan şa­hıs İsrafil’dir. İbnu’l-Arabi dedi ki: Bu batıl bir açıklamadır. Çünkü melekler hiçbir zaman ona erişmez ve hiçbir halde ona ulaşamaz. Eğer bundan mak­sat bu olsaydı, hiçbir şekilde istisnanın bir anlamı olmazdı. Bu sahifeler, meleklerin ellerinde bulunan bir kitaptır, diye açıklayanların görüşlerine gelin­ce, ihtimal dahilinde bir açıklamadır, Malik’in tercih ettiği görüş de budur. “Kitab”tan maksadın ellerimizde bulunan mushaf olduğu da söylenmiş­tir, daha kuvvetli görülen görüş de budur. Nitekim Malik ve başkalarının ri­vayetine göre Rasûlullah (sav)’ın Amr b. Hazm’a yazdığı görev mektubunda şu ifadeler yer almaktadır: “Peygamber Muhammed’den Zû Ruayn, Mu’âfir ve Hemdanlıların reisleri olan Şurahbil b. Abd Kulala, el-Haris b. Abd Kulak ve Nuaym b. Abd Kulal’a… imdi.”[51] Bu mektubunda: “Kurana ancak temiz­lenmiş (tahir) kimseler el sürebilir” ifadesi de yer almakta idi.

İbn Ömer dedi ki: Peygamber (sav) şöyie buyurdu: “Kur’ân’a da sen an­cak tahir iken ei sür.”[52]

Hz. Ömer’in kızkardeşi de evine girmiş bulunan ve Kur’ân’ın yazdı oldu­ğu sahifeyi isteyen Ömer (r.a)’a müslüman olduğu sırada: “Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir” demiş bunun üzerine o da kalkmış, gusletmiş ve Islama girmişti. Su fîusus daiıa dhcea&T fif-efSrJâk?’-si’nde (surenin girişinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bu hususa binaen Kata de ve başkaları: “Ona ancak” hadesten ve neca­setlerden “tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir” demişlerdir. el-Kelbî şirkten, er-Rabi b. Enes büyük ve küçük günahlardan (temizleniniş olanlar el sürebilir), diye açıklamışlardır.

Bir diğer açıklamaya göre “Ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kim­seler” ancak muvahhidler “el sürebilir* onu okuyabilir, demektir. Bu açık­lamayı da Muhammed b. Fudayl ile Abde yapmışlardır.

İkrime dedi ki: İbn Abbas herhangi bir yahudi ya da hristiyana Kur’ân oku­ma imkânının verilmesini kabul etmiyordu.

el-Ferra dedi ki: Onun tadını, faydasını ve bereketini ancak tam anlamıy­la temizlenmiş olan kimseler alabilirler. Bundan maksat da Kur’ân-ı Ke-rim’e iman edenlerdir,

İbnu’l-Arabî dedi ki: Buharî’nin tercih ettiği görüş de budur. Peygamber (sav) göyle buyurmuştur: “Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed (sav)’ı gönül hoşnutluğu ile kabul eden bir kimse imanın tadını almış demektir,”[53]

et-Huseyn b. el-Fadl dedi ki: Onun tefsirini ve te’vilini ancak yüce Allah’ın şirk ve münafıklıktan tertemiz edip arındırdığı kimse bilebilir. Ebu Bekr el-Verrak dedi ki: Gereğince amel etmeye ancak bahtiyar kimseler muvaffak kı­lınır.

Anlamın: Onun sevabına ancak müminler ulaşabilir, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Muâz, Peygamber (sav)’dan da rivayet etmiştir.

Şu şekilde de açıklanmıştır: Ayetin zahiri şer’î hükmü haber vermektedir. Yani: Ona ancak şer’ân temiz olanlar el sürebilirler. Eğer bunun dışında bir durum görülecek olursa, bu şer’î hükmün dışında bir haldir. Kadı Ebu Bekr İbnu’l-Arabî’nin tercih ettiği görüş de budur. Ayrıca o lafzın haber kipi olmak­la birlikte, anlamının emir olmasını da kabul etmemiştir. Bu anlamdaki açık­lamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/222. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

el-Mehdevi dedi ki: Bu buyruğun (“el sürebilir” anlamı verilen fiilin) emir olması ve “sin” harfinin ötresinin i’rab ötresi olma ihtimali de mümkündür. Nehy olması, “sin”İn ötresinin mebni olarak gelen bir ötre olup, fiilin gerçek­te meczum olması da mümkündür. [54]

 

6- Abdestsiz Kur’an-ı Kerim’e El Sürmenin Hükmü:

İlim adamları abdestsiz olarak mushafa dokunmanın hükmü hakkında fark­lı görüşlere sahiptir. Cumhur, Amr b. Hazm yoluyla gelen hadis dolayısıyla ona dokunulmayacağı kanaatindedir. Ali, İbn Mesud, Sa’d b. Ebİ Vakkas, Sa-id b. Zeyd, Ata, ez-Zühri, en-Nehâi, el-Hakem, Hammad, Malik ve Şafii’nin de aralarında bulunduğu bir grup fukaha hep bu kanaattedirler.

Ebu Hanife’den farklı rivayet gelmiştir. Abdestsiz olanın ona elini sürebi­leceği rivayeti geldiği gibi, -ki bu İbn Abbas, eş-Şa’bî ve başkalarının da ara­larında bulunduğu bir grup seleften de rivayet edilmiştir- Kur’ân’ın dışına, ke­narlarına ve Kur’ân yazısı bulunmayan yerlere elini değdirebileceği fakat, ya­zılı bölümüne ancak abdestli bir kimsenin el sürebileceği görüşü de rivayet edilmiştir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Eğer o bu hususu kabul ediyorsa bu onun aleyhine getirilen delili pekiştirmektedir. Çünkü yasak bölgenin yakın çevresi de ay­nı şekilde yasaktır. Diğer taraftan Peygamber (sav)’ın Amr b. Hazm’a yazdı­ğı mektupta bu hususta oldukça güçlü bir delil vardır. Malik dedi ki: Abdest­siz olan bir kimse Kur’ân-ı Kerim’i kesesinin askısı ile veya yastık üzerinde taşıyamaz. Ebu Hanife bunda sakınca yoktur, demiştir. Askı ile onu taşıya­na yahut arada bir engel ile ona dokunana engel olunmaz.

el-Hakem, Hammad ve Davud b. Ali’den rivayete göre; müslümanın ve kâfirin abdestli ya da abdestsiz Kur’ân’ı taşımasının ya da ona el sürmesinin bir sakıncası yoktur. Ancak Davud; Müşrik bir kimsenin Kur’ân’ı taşıması caiz de­ğildir, demiştir. Onlar buna mubah derken Peygamber (sav)’ın Kayser’e mektup göndermesini delil göstermişlerdir. Ancak bu bir zaruret konusudur, bunda delil olacak bir taraf yoktur.

Küçük çocukların mushafa el sürmelerine gelince, bunda da iki görüş var­dır. Bir görüşe göre ergenlik yaşına gelmiş bir kimseye kıyasen yasak oldu­ğudur, diğeri ise caiz olduğudur. Çünkü abdestsiz olarak el değdirmesinin yasaklanması halinde Kur’ân’ı ezberleyetnez. Zira Kur’ân’ın öğrenilmesi kü­çük yaşta mümkündür. Diğer taraftan küçük çocuğun abdest alması her ne kadar muteber ise de onun tahareti kâmil değildir. Zira onun niyette bulun­ması sahih olamaz. Eksik bir taharet hali üzere taşıması caiz olduğuna gö­re, tamamıyla abdestsiz olarak onu taşıması da caiz olur. [55]

 

7- Kur’ân Âlemlerin Rabbi Tarafından İndirilmiştir:

“O âlemlerin rabbi tarafından indirilmedir” buyruğu, İndirilmiştir, de­mektir. Arapların: “Emirin baskısı, Yemen dokuması” tabirlerinin (emir tara­fından basılmış, Yemen’de dokunmuştur anlamına gelmesi)de bunun gibidir.

“İndirilmedir” buyruğunun, yüce Allah’ın: “Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur’ân’dır” buyruğuna sıfat olduğu da söylenmiştir. O, indirilmiştir, takdirinde olduğu da söylenmiştir. [56]

81. Şimdi siz bu sözü mü küçümseyip hafife alıyorsunuz?

82. Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?

83. Hele o bir boğaza gelince;

84. O vakit siz de bakar dururken;

85. Evet, o zaman Biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz.

86. Eğer siz gerçekten Hesaba çekilmeyecek olsaydınız;

87. Doğru söyleyenler İseniz onu geri çevirebilirdiniz.

“Şimdi siz bu sözü mü” yani Kur’ân-ı Kerim’i mi “küçümseyip hafife alı­yorsunuz?” buyruğundaki -“küçümseyip, hafife alıyorsunuz” anlamı verilen: lafzını İbn Abbas, Ata ve başkaları “yalanlıyorsunuz” diye açıklamış­lardır, -Lafzi manası itibariyle yağlayan, yağ süren- demek olan “İçi dışından farklı olan kimse” demektir. Zahirinin yumuşaklığı itibariyle böy­le birisi yağa benzetilmiş gibidir, Mukatil b. Süleyman ve Katade, “kâfir oluyorsunuz” diye açıklamışlardır. Bunun bir benzeri yüce Allah’ın: “Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu et­tiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı.” (el-Kalem, 68/9) buyruğudur.

el-Müerric dedi ki: “Yağ süren” münafık veya küfrünü saklamak için yumuşak davranan kâfir kimse demektir. “Yalanlamak, küfür ve münafıklık” anlamındadır. Bunun asit anlamı yumuşak davranmak ve açığa vurduğundan farklı olan şeyleri içine gizlemektir. Ebu Kays b. el-Eslet de şöyle demiştin

“Kararlılık ve güçlülük elbetteki

İçindekini gizleyip (iki yüzlülük etmekten) bitkinlikten ve zaaf göstermekten daha hayırlıdır.”

 ileşekilleri aynı anlamdadır. Bir kesim de şöyle demiştir: Gizledim, sakladım” anlamında,”Aldattım” anlamındadır.

ed-Dahhak -âyet-i kerimedeki bu lafzı- yüz çevirenler diye açıklamıştır. Mücahid, kâfirlerle onu inkar etmek üzere bir araya gelen kimseler anlamın­dadır. İbn Keysan şöyle demiştir; Bu Allah’ın üzerindeki hakkının ne oldu­ğunu akledip kavrayamayan ve bir takım gerekçelerle bu hakkı bertaraf edip. kendisinden uzaklaştırmaya çalışan kimse demektir.

Bazı dilciler de bu lafzı, Kur’ân’ı kabul etmek hususunda kesin ve karar­lı olmayı terkedenler diye açıklamışlardır.

“Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?” buyruğu hakkın­da İbn Abbas: Siz şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılıyorsunuz diye açıklamıştır, el-Heysem b. Adi’nin naklettiğine göre ise Ezdişenueliler: fila­nın rızkı nedir? diye sorduklarında, onun şükretmesi nedir? diye kastederleş-miş. “Rızık” adının rızka şükretmenin yerine kullanılmasının uygunluğu, rszka şükretmenin rızkı arttırmayı gerektirmesinden dolayıdır. Bu anlamıy­la şükür de bir rızık demektir.

“Ve rızkınızı… kılacaksınız” buyruğu, eğer yerine getirecek olursanız, rız­kınızın şükrü de sizin için bir nzjk olarak geri dönecektir, diye de açıklan­mıştır.

Siz rızkı “yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?” Yani sizler yalanlama­yı şükrün yerine mi koyuyorsunuz? Bu da yüce Allah’ın: “Onların Beyt’in ya­nında duaları ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildi. * (el-Enfal, 8/35) buyruğuna benzemektedir. Yani onİar dua etmiyorlardı. Aksine onlar dua (ve namaz) yerine ıslık çalıyorlar, el çırpıyorlardı. Bu buyrukla kul­lara isabet eden bir haynnı herhangi bir şekilde adeten bir takım sebepler ola­rak görülmekte olan araçların verdiği bir şey olarak görmemeleri gerektiği­ni açıklamaktadır. Aksine bunu yüce Allah tarafından gelmiş olarak görme­leri, sonra da nimet ise ona şükür ile karşılık vermeleri, eğer hoşlanmadık­ları bir şey ise yüce Allah’a ibadet etmek, O’nun önünde zilletle boyun eğ­mek suretiyle sabrederek karşılamaları gerektiğini açıklamaktadır.

Ali b. Ebi Talib’den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) yüce Allah’ın: “Ve şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?” diye okumuştur. [57]

Yine İbn Abbas’tar» rivayet edildiğine göre bu buyrukla kastedilen beiir-li birtakım yıldızların doğuşu sebebiyle yağmurun yağdığının söylenmesidir. Bu da Arapların fiian yıldızın doğması sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, de­meleridir. Bu açıklamayı Ali b. Ebi Talib, Peygamber (sav)’dan, diye rivayet etmiştir,

Müslim’in, Sahih’inde İbn Abbas’tan şöyle dediği zikredilmektedir: Pey­gamber (sav) döneminde insanlara yağmur yağdırıldı. Peygamber (sav) şöy­le buyurdu: “İnsanlardan kimi şükredici, kimi de kâfir olarak sabahı etti, (Şük-redenler): Bu Allah’ın rahmetidir, dediler. Bir kısmı da: Şu, şu yıldızın doğu­şu doğru çıktı, dediler. Bunun üzerine şu: “Hayır, işte yıldızların doğup bat­tıkları yerlerine yemin ederim.” (75. âyet) buyruğundan itibaren “ve rızkı­nızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız” buyruğuna kadar olan âyetler nazil oldu.[58]

Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber (sav) bir sefere çıkmıştı. Be­raberindekiler susadılar. Peygamber (sav) şöyle buyurdu; “Ne dersiniz? Eğer sizin için Allah’a dua edip de size yağmur yağdırılacak olursa, acaba şu yıldizin doğuşu dolayısıyla bu yağmur yağdı, diyecek raisiniz?” diye sordu, on­lar: Ey Allah’ın Rasûlü bu zaman (yağmur yağmasına sebep olan) yıldızların doğuş zamanı değildir, dediler. Bunun üzerine Peygamber iki rekat namaz kıldı, Rabbine dua etti. Bir rüzgar çıktı, sonra bulut göründü ve onlara yağ­mur yağdırıldı. Peygamber (sav) beraberinde bir grub ashabı bulunduğu hal­de bir adamın yanından geçtiler. Adamın elindeki bir kaba su doldurduğu­mu ve bu arada: Şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, dedi­ğini; fakat bu Allah’ın bir rızkıdır demediğini gördüler. Bunun üzerine: “Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?” Yani Allah’ın sizi rızıklan dırmanıza karşı O’na şükretmenizi, nimeti “yalanlamaktan ibaret mi kıla­caksınız” ve bize şu yıldızın doğuşu dolayısıyla yağmur yağdırıldı mı diye­ceksiniz[59] Bu da şuna benzer: Benim sana yapmış olduğum iyiliği sen ba­na kötülük yaparak mükâfatlandırdın, benim senin üzerindeki nimetlerime karşılık da beni düşman belledin.

Muvatta’dz da Zeyd b. Halid el-Cühenîden şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Rasûlullah (sav) Hudeybiye’de geceden yağmış olan bir yağmur aka­binde bize sabah namazını kıldırdı. Namazı bitirince insanlara doğru yöne­lerek şöyle dedi: “Rabbinizin ne söylediğini biliyor musunuz?” Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: “Kullarımın bir bölümü Ba­na mümin, yıldızları da inkâr eden olarak sabahladı. Kim Allah’ın lütuf ve rah-metiyle bize yağmur yağdırıldı, dediyse işte o kimse Bana mümin, yıldızla­ra da kâfir bir kimsedir. Şu, şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağ­dırıldı diyen kimse ise yıldızlara iman eden ve Bana kâfir olan bir kimsedir.[60]

Şafiî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- dedi ki: Bir kimsenin, şu şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı, demesini sevmiyorum. Her ne ka­dar yıldızın doğması bizce yaratılan ve fayda vermeyen, zararı da olmayan bir vakit ise de, yağmur yağdırmayan ve yağacak yağmuru alıkoyamayan bir şey ise de bu böyledir. Bununla birlikte söylenmesini uygun gördüğüm: -Şu ay bize yağmur yağdırıldı, demek gibi- bize şu vakit yağmur yağdırıldı, de-nilmesidir. Bir kimse eğer cahiliye dönemindeki müşriklerden bazılarının kas­tettikleri şekilde yağmuru yağdıranın yıldızın doğuşu olduğunu kastede­rek, şu yıldızın doğusuyla bize yağmur yağdırıldı, diyecek olursa bu sözüy­le kâfir olur, tevbe etmeyecek olursa kanı helâldir.

Ebû Ömer b, Abdi’1-Berr dedi ki: Peygamber (sav)’ın yüce Allah’ın: “Kul­larımdan kimisi Bana mümin, kimisi de kâfir olarak sabahı etti” dediğini nakletmesine gelince, bence buna iki türlü anlam verilebilir. Birincisi eğer yıldı­zın doğuşu yağmurun yağmasını gerektirip; yüce Allah’tan ayrı olarak bulu­tu meydana getiren olduğuna inanan bir kimse ise; bu açıkça kâfir olur, bun­dan dolayı tevbe etmesi istenir. Eğer kabul etmeyecek olursa öldürülür. Çünkü böylesi İslâmı bir kenara bırakmış ve Kur’ân’ı reddetmiş olur. İkinci açıklamaya göre; bu kimsenin o yıldızın doğuşu ile birlikte yüce Allah’ın yağ­mur yağdıracağına İnanması ve Allah’ın takdiri ve ilmi gereğince yağmurun yağdığına sebeb teşkil ettiğini kabul etmesidir. Böyle bir inanış her ne kadar mubah bir şekil ise de, bunda da yüce Allah’ın nimetinin inkârı ve yağmuru dilediği vakit İndirdiği hususundaki hikmetinin inceliklerinin bilinmemesi söz-konusudur. O yağmuru kimi zaman şu yıldızın, kimi zaman öbür yıldızın do­ğuşu esnasında yağdırdığı gibi, çoğu zaman bir yıldız doğmakla birlikte be­raberinde hiç de yağmur yağmayabilir. Bu ise Allah’tan gelen bir şeydir, yıl­dızın doğusuyla ilgisi yoktur. Nitekim Ebu Hureyre de sabahı ettiğinde eğer yağmur yağdığını görürse: Bize fethin doğuşu ile yağmur yağdırıldı, der; son­ra da yüce Allah’ın: “Allah insanlara herhangi bir rahmeti fethedecek (aça­cak) olursa onu tutacak olmaz.” (Fatır, 35/2) buyruğunu okurdu.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: Bu bana göre Rasûlullah (sav)’ın: “Al­lah’ın lütuf ve rahmetiyle bize yağmur yağdırıldı” demesi kabilindendir. Yi­ne Ömer b. el-Hattab’ın, Abbas b. Abdu’l-Muttalib ile yağmur duasına çıktı­ğı vakit ona: Ey Rasûlullahın amcası! Süreyya yıldızının doğacağı daha kaç konağı var? diye sorması da bu kabildendir. Hz. Abbas da ona şöyle demiş­ti: İlim adamlarının iddia ettiklerine göre bu yıldız uşağı doğru kaydıktan son­ra yedi gün süreyle ufukta görünür. Yedinci gün geçmeden onlara yağmur yağdırıldı. Bunun üzerine Ömer (r.a): Allah’a hamdolsun. Bu Allah’ın lütuf ve rahmetiyledir, dedi. Sanki Ömer -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Sürey­ya yıldızının doğuşu esnasında yağmurun yağacağının ümid edileceği ve bek­leneceği bir vakit olduğunu biliyor, bundan dolayı ona bu hususu sorarak doğuş vakti çıktı mı yoksa henüz doğacağı vakitlerden bir süre kaldı mı di­ye sormuş gibi idi.

Süfyan b. Uyeyne’nin İsmail b. Umeyye’den rivayet ettiğine göre Peygam­ber (sav) seferlerinden birisinde bir adamın şöyle dediğini duymuş: Bize ars-lan burcunun kolu ve alnı(ndaki yıldızların doğuşu) sebebiyle yağmur yağ­dırıldı. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): “Yalan söyledin. Bilakis bu yüce Al­lah’ın bize su ihsan etmesidir” diye buyurmuştur. [61]

Süfyan (hadisteki) “asânîn” lafzını arslanın kolu ve alnı diye açıklamıştır. “Yalanlamak… kılacaksınız” anlamı verilen buyruğu genel olarak “Yalanlamaktan gelen bir fiil olarak okunmuştur. Ancak Asıın’dan rivayetle el-Mufaddal ile Yahya b. Vessab şeddesiz olarak ve “te” harfi üstün olmak üzere “Yalan söylemek… kılacaksınız” diye oku­muşlardır. Anlamı da daha önce açıkladığımız şekilde; bize şu yıldızın do­ğuşu sebebiyle yağmur yağdırıldı, diye söyleyenlerin sözleridir.

Enes b. Malik’in rivayet ettiği hadiste de şöyle dediği sabit olmuştur: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki: “Üç husus ümmetim arasında kalmaya devam ede­cektir: Makam ve mevkilerle övünmek, ağıt yakmak ve yıldızların doğuş ve batışı ile yağmurun yağdırıldığına inanmak.[62] Bu rivayetin Müslim’in lafzı şöyledir: “Ümmetim arasında cahiliye işlerinden olup, asla terketmeyecek-leri dört husus vardır: Makam ve mevkiierle övünmek, neseblere dil uzatmak, yıldızlar ile yağmur istemek ve ağıt yakmak.”[63]

“Hele o bir boğaza gelince” yani hele can yahut ruh boğaza geldiğinde… Candan daha önce sözedilmemiş olmakla birlikte (burada sözkonusu edil­mesi) anlarrnn bilinmesinden ötürüdür. Hatim şöyle demiştir:

“Söyle bana ey Mavi, varlığın delikanlıya faydası ne olur?

O (can) bir gün gelip boğaza dayanır ve bundan, ötürü göğüs daralır sa.”

Hadis-i şerifte de söyle b uyuru 1 muş tur: “Ölüm meleğinin damarları kesen ve ruhu kısım kısım toplayan yardımcıları vardır. Nihayet can boğaza geldi­ğinde bu sefer ölüm meleği onu alır.”[64]

“O vakit siz de” Benim emrim ve egemenliğime “bakar dururken…” Siz

hiçbir şeye güç yetiremeksizin can çekişene bakıp dururken diye, de açık­lanmıştır. İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla, can çekişen ölünün yakınlarından hazır bulunup canının ne zaman çıkacağını bekleyen kimseleri kastetmek­tedir. Diğer taraftan: Bu onların kardeşleri hakkında: “Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi yahut öldürülrnezlerdi” (Â)-i îmran, 3/156) diyenlerin kanaatle­rini reddetmektedir. Yani madem böyle (diyorlar) ne diye onlardan herhan­gi bir kimsenin canını boğaza gelip dayandığı vakit geri çeviremiyorlar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Can çekişme esnasında herhangi birinizin canı boğazına gelip dayandığında ve siz de onun yanında bulunuyorken niçin onun ruhunu -o kimsenin ömrünün uzamasını şiddetle arzula-yıp, hayatta kalmasını istemenize rağmen- bedenine geri çeviremiyorsu­nuz? Bu da onların: “O dünya hayatımızdan başka bir şey değildir Ölürüz, diriliriz ve bizi ancak zaman helak etmektedir ” (el-Câsiye, 45/24) şeklinde­ki sözlerini de reddetmektedir.

Canınıç alınması halinde olan kimseye hitab olduğu da söylenmiştir. Yani eğer senin başına gelen bu hal, Allah’tan değil ise, ne diye canını ko­ruyamıyor, çıkmasını önleyemiyorsun?

“Evet, o zaman Biz  O’na sizden” kudret, ilim ve durumunu görmekle “da­ha yakınız.”

Amir b. Abdi’1-Kays dedi ki; Ben her neye baktımsa mutlaka yüce Allah’ın o şeyden bana daha yakın olduğunu görmüşümdür. Bu buyrukla yüce Allah, onun canını almakla görevli olan Bizim elçilerimiz “sizden daha yakın”dir-tar demek istemiştir. “Ama” onları “göremezsiniz.”

“Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız…” Siz gerçekten amellerinizin karşılığını görmeyecek ve bundan dolayı hesaba çekilmeyecek olsaydınız,., demektir. Yüce Allah’ın: “Gerçekten biz mi hesaba çekilip ceza­landırılacağız?” (es-Saffat, 37/53) buyruğunda da bu anlamda (aynı kökten gelen kelime) kullanılmıştır ki; hesaba çekilip, cezalandırılacağız, amelleri­mizin karşılığını göreceğiz, demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

(Allah’ın) mülkiyeti ve kahr u galebesi altında bulunmayanlar (olsaydınız).,, diye de açıklanmıştır. el-Ferrâ ve başkaları”Ona sahih ve malik oldum” demektir, demişlerdir. Ayrıca el-Ferrâ, el-Hutay’a’nın şu beyitini de zikretmek­tedir:

“Sen oğullarının işlerine öyle malik kılındın ki, sonunda Onları undan da daha ince bir hale soktun.”

Bununla sen onlara egemen ve hakim kılındın, onların maliki oldun, de­mek istemiştir. “Onu zelil kıldı, onu köleleştirdi” demektir. “Onu itaatim ve mülküm altına aldım, o da itaat altına girdi” denilir. el-Fatiha Sûresi’nde “dingününün maliki” (1/4. âyet, 21. başlıkta) buyruğu açıklanır­ken buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

“Doğru söyleyenler iseniz önu* ruhu bedene “geri çevirebilirdiniz.” Ya­ni bunu asla geri çeviremeyeceksiniz. Böylelikle sizin malik ve egemeniniz olmadığım ve hesaba çekilmeyeceğinize dair iddialarınız da çürütülmüş ol­maktadır.

“Onu geri çevirebilirdiniz* buyruğu yüce Allah’ın: “Hele o bit boğaza ge­lince” buyruğu ile: “Eğer siz gerçekten hesaba çekilmeyecek olsaydınız”

buyruklarının cevabını teşkil etmekte, her ikisine tek bir cevab verilmiş bu­lunmaktadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Arapların kimi zaman aynı an­lamdaki iki hususu tekrar ettikleri de olur. Yüce Allah’ın: “Benden size bir hidayet gelir de kim Benim hidayetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de” (el-Bakara, 2/38) buyruğu da bu kabildendir. Bu­rada iki şarta tek bir cevab verilmiştir.

Diğerinin kendisine delâlet etmesi dolayısıyla birisinin hazfedildiği de söy­lenmiştir, İfadede takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir ki, ifadenin takdi­ri şöyledir: Eğer sizler gerçekten hesaba çekilmeyecek kimseler olsaydınız, onu geri çevirebilmeli değil miydiniz? Şu ölenin canını boğazına gelip dayan­dığı vakit niye, tekrar bedenine geri döndüremiyorsunuz? [65]

88. Eğer o yakınlaşiirümışlardan İse;

89- Artık rahatlık, güzel kokular ve Naîm cenneti vardır (ona)

90. Ve eğer o Ashabuİ-yemînden İse,

91. “Ashabu’l yeminden sana selâm olsun” (denir.)

92. Eğer o yalanlayın sapıklardan İse;

93. Ona kaynamış sudan bir ziyafet,

94. Ve cehenneme bir atılış (vardır.)

95. Şüphesiz ki bu, kesin bilgi veren hakkın ta kendisidir.

96. O halde Rabbİni büyük adıyla teşbih eti

“Eğer o yakınlaştırtlmışlardan ise” buyruğu ile yüce Allah, Ölüm esna­sında ve öldükten sonra diriliş halinde insanların tabakalarını sözkonusu et­mekte ve derecelerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır; “Eğer o” ölen şahıs “yakınlaştırılmışlardan ise” buyruğunda sözü edilenler (ileriye geçenler olan) es-Sâbikûndur.

“Artık Rahatlık, güzel kokular ve Naîm cenneti vardır” buyruğunda (rahatlık anlamı verilen): lafzı genel olarak “re” harfi üstün ile okun­muştur.

İbn Abbas ve başkalarına göre bu dünyadan yana bir rahatlık vardır, an­lamındadır. el-Hasen ise bu, rahmet demektir, diye açıklamıştır. ed-Dahhak istirahat ve dinlenmek diye açıklamıştır. el-Kutebi buyruk kabirde onun için güzel esintiler vardır, demektir, diye açıklamıştır.

Ebu’l-Abbas b. Ata dedi ki: “Rahatlık” yüce Allah’ın yüzüne bakmak “reyhan (güzel kokular)” ise O’nun kelâmını ve vahyini dinlemektir. “Naim cenneti” ise orada yüce Allah’ı görmekten yana perdelenmemesi demektir.

el-Hasen, Katade, Nasr b. Âsim, el-Cahderi, Ruveys ve Yakub’dan rivayet­le Zeyd ise -“rahatlık” anlamındaki lafzı- şeklinde “re” harfini ötre-li olarak okumuşlardır. Bu kıraat İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir.

el-Hasen dedi ki: (Bu okuyuştaki) Ruh’tan kasıt rahmettir, çünkü o da mer­hum (ölen) kimse için hayat gibidir.

Aişe (r.anha) da şöyle demiştir: Peygamber (sav) “re” harfini ötreli olarak: diye okumuştur. Bu da; O kimse için cennette ebedi kalıcılık ve ha­yat vardır, demektir. İşte rahmet budur.

“Güzel kokular” buyruğu hakkında Mücahid ve Said b. Cübeyr rızık, Mu-katil Himyer dilinde rızktır diye açıklamışlardır. “Al­lah’ın rızkını taleb etmek üzere çıktım” denilir. en-Nemir b. Tevieb de şöy­le demiştir:

“O mutlak ilahın selâmı ve reyhanı (rızkı)

Ve rahmeti (üzerine olsun), bir de bol nimet yağdıran bir sema.”

Katade, bu cennettir derken, ed-Dahhak rahmettir diye açıklamıştır. Bu­nun, hoş kokusu koklanan, bildiğimiz reyhan (fesleğen) olduğu da söylen­miştir. Bunu el-Hasen ve yine Katade de söylemiştir.

er-Rabî’ b, Haysem dedi ki: Bu ölüm esnasında olacaktır, cennet ise öldükten sonra diriltileceği vakte kadar onun için saklı tutulacaktır. Ebu’1-Cev-zâ dedi ki: Bu ruhunun kabzedileceği vakit olacaktır. O reyhan demetleriy-le karşılanacaktır.

Ebul-Âliye dedi ki: Dünyada mukarreblerden olan bir kimseye iki reyhan dalı getirilip, onları koklamadıkça hiçbir kimsenin ruhu bedeninden ayrılmaz. O bunları koklarken ruhu kabzedilir.

“(Güzel kokular diye mana verilen) reyhan’ın asıl anlamı ve türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce er-Rahrnan sûresi’nin baş taraflarında (15/12. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, oradan takib edilebilir. es-Sa’lebî de “ravh ve reyhan (rahatlık ve güzet kokular)” ile ilgili olarak sözünü ettikle­rimizden başka pekçok görüş sıralamış bulunmaktadır. Bunları görmek iste­yen orada bulabilir.

“Ve eğer o Ashabu’l-yeminden ise…” yani “eğer o” bu ölen şahıs “Asha-bu’1-yeminden ise, Ashabu’l-yeminden sana selam olsun!” Yani sen onlar­dan sevdiğin esenlikten başka bir şey görmeyeceksin. Onlar adına üzülme, şüphesiz onlar Allah’ın azabından kurtulacaklardır.

Anlamın: Onlardan selam ulsun sana, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki; sen onlar için üzülmekten yana kurtulacaksın, demektir. İkisinin de an­lamı birdir. Bir diğer açıklamaya göre; ey Muhammet! Ashabu’l-yeminden olan kimseler Allah’ın sana salat ve selam getirmesi için sana dua ederler, demektir. Onlar sana selam söylerler ey Muhammed, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bir başka açıklamaya göre anlamı şudur: Ey kul, sen hoşuna gitmeyecek şeylerden yana esenliktesin. Çünkü sen Ashabu’l-yemindensin. Buna göre bu­rada: “Çünkü sen” lafzı hazfedilmiş olmaktadır. Ona ikram olmak üze­re ona “es-selam” denilerek selam verilir, diye de açıklanmıştır. Buna göre selâmın nerede sözkonusu olacağı hususunda üç görüş bulunmaktadır. Bi­rincisine göre, kişinin dünyada iken ruhunun kabzedileceği esnada ölüm me­leğinin ona selam vereceğidir. Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır. İbn Me-sud da şöyle demiştir: Ölüm meleği müminin ruhunu kabzetmek üzere ge­leceğinde şöyle der: Rab bin sana selam söylüyor… Bu husus daha önce en-Nahl Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Onlar ki melekler hoş ve temiz olarak ruh­larını alırlarken.” (en-Nahl, 16/32) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmak­tadır.

İkinci görüşe göre; kabirde kişiye soru sorulacağı vakit, Münker ve Ne-kir ona selâm verir.

Üçüncü görüşe göre kıyamet gününde ölümden sonra diriltileceği vakit melekler oraya (cennete) ulaşmasından önce ona selam vereceklerdir.

Derim ki: Bu üç konumda da meleklerin ona selam verecek olması müm­kündür. Böylelikle bu lütuf üstüne lütuf olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Eğer”in cevabı e]-Müberrid’e göre hazfedilmiş olup, ifadenin tak­diri: Her ne olursa olsun “Ashabu’l-yeminden selam olsun sana.” Eğer o kim­se Ashabu’l -yeminden ise “Ashabu’l-ycminden selam olsun sana” anla­mındadır. Burada şartın cevabı (ikinci defa tekrarlanan! Ashabu’l-yeminden selam olsun, sana, ibaresi) daha Önceki ifadenin delâleti dolayısıyla hazfe­dil mistir. Nitekim bir kimsenin: “Sen zalimsin, eğer bunu ya­parsan” ifadesinde cevabın lıazfedümesi de bu kabildendir, çünkü daha önce geçen ifade (sen zalimsin tabiri) buna delâlet etmektedir.

el-Ahfeş/in görüşüne göre ise; “sana selam olsun” anlamındaki buyruğun başındaki “fe” harfi hem: İse” edatının cevabı, hem de: “Eğer”in cevabıdır. Bu da şu demektir: “İse” anlamındaki lafzın cevabı daha önceki lak di re göre “eğer” anlamındaki edatın cevabının yerini tutmaktadır. “Fe” har­fi de buna göre her ikisinin cevabını teşkil etmektedir.

ez-Zeccac’a göre “İse” edatının anlamı, bir şeyden bir başka şeye ge­çişi ifade eder. Daha önce sözünü ettiğimiz hususu bırak, başka bir konuya geç, anlamına gelir.

“Eğer o” ölümden sonra dirilişi “yalanlayıcı” ve hidayetten, hak yoldan uzak “sapıklardan ise, ona kaynamış sudan bir ziyafet vardır.” Yani on­ların kaynar sudan bir nzıkları olacaktır. Nitekim yüce Allah: “Sonra gerçek­ten sizler ey sapıklar, yalanlayıcılar. Siz elbette Zakkum ağacından yiyecek­siniz,” (el-Vâkıa, 56/51-52) diye buyurduğu gibi; “Sonra onun üzerine kay­namış sudan bir katkıları olacaktır.” (es-Sâffât, 37/67) diye buyurmaktadır.

“Ve cehenneme bir atılış” yani cehennem ateşine girdiriliş vardır. Cehen­nemde bir ikamet ve onun türlü azablannın tadılması vardır, diye de açık­lanmıştır.

“Atılış” ile aynı kökten olmak üzere: “Onu cehen­neme attı, ona cehennemi boylatu” denilir.

Burada (âyette) mastar mefule izafe edilmiştir. Nitekim Fi­lan kişiye mal verilişi söz konusudur” tabiri ona mal verilir anlamında kul­lanılır. Bu buyruk; şeklinde “te” harfi kesıeli olarak da okunmuştur ki: “Cehenneme atılış şeklinde bir ikram vardır” demek olur. Diğer taraftan Ebu Amr “cahim: cehennemiden önceki “ce” harfini (ca-hîm’in) “cim” harfine idgam ile okumuştur ki böyle bir okuyuş (doğru oku­ma şeklinden) uzaktır.

“Şüphesiz ki bu, kesin bilgi veren hakkın ta kendisidir.” Bizim sana bu anlattıklarımız katıksız ve kesin bilgidir. Burada -ki her ikisi de aynı şey oldukları halde- “hak”ın yakîn (kesin bilgi)’e izafe edilmesi lafızlarının farklı oluşundan dolayı uygundur. el-Müberred dedi ki: Bu senin “aynu’l-yakîn, mahzu’l-yakîn (hakkın ta kendisi, katıksız kesin hak, gerçek)” demene ben­zer, O halde böyle bir tabir Kûfelilere göre bir şeyin kendi kendisine izafe edilmesi kabilindendir. Basralılara güre ise İşin gerçeği Kesin bilgi yahut kesin haberdir” takdirindedir.

Bunun tekid olduğu da söylenmiştir. “Yakîn: kesin bilgi” lafzının aslında “hak: gerçek”in sıfatı olduğu, mevsufun sıfata -mecaz ve kullanım genişliği imkânı ile- böyle geldiği de söylenmiştir ki; bu Oa yüce Allah’ın: “Âhiret yur­du” (Yusuf, 12/109) buyruğuna benzemektedir.[66]

Katade de bu âyet-i kerime hakkında şunları söylemektedir: Yüce Allah bu Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiklerinin kesin bilgiler olduklarını göstermedik­çe hiçbir kimseyi bırakmaz. Mümin dünyada iken buna kesin olarak inanır, bu inancının da kıyamet gününde ona faydası olacaktır. Kâfir ise kesin bil­gi ve inancın kendisine fayda vermeyeceği bir zaman olan kıyamet günün­de buna kesin olarak inanacaktır.

“O halde Katibini büyük adıyla teşbih et!” Yani yüce Allah’ı kötülükler­den tenzih et.

“İsmiyle* buyruğunun başındaki “be” harfi zaiddir. “İsim” de mü-semmânın kendisidir,

“Teşbih et” buyruğunun Rabbini hatırlamak ve O’nun emri ile namaz kıl, demek olduğu da söylenmiştir. Büyük Rabbînin adım an ve O’nu teşbih et anlamında olduğu da söylenmiştir. Ukbe b. Âmir’den şöyle dediği rivayet edil­miştir: “O halde Rabbini büyük adıyla teşbih et” buyruğu nazil olunca, Pey­gamber (sav): “Bunu rükûıınuzda söyleyin” diye buyurdu. “O en yüce Rab-binin ismini teşbih et” (el-Âla, 87/1) buyruğu da nazil olunca Peygamber (sav): “Bunu da sücudunuzda söyleyin.” diye buyurdu. Hadisi Ebû Dâvûd ri­vayet etmiştir.[67] Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kuran

Vakıa Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.