Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

5 – Maide Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Bu sûre, icmâ ile Medine’de İnmiştir. Rasûlutlah (sav)’ın Hudeybiye’den dö­nüşünde nazil olduğu da rivayet edilmiştir. en-Nakkâs., Ebû Seleme’den şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullalı (sav) Hudeybiye’den döndüğünde şöyle buyurdu: “Ey Ali, üzerime Mâide sûresinin nazil olduğunu farkettin mi? Hem onun faydası ne kadar da büyüktür!”

5 – Maide Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Maide Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla

Rabbim, sen kolaylaştır.

Allah’ın yardım ve inayeti ile başlıyoruz:

Bu sûre, icmâ ile Medine’de İnmiştir. Rasûlutlah (sav)’ın Hudeybiye’den dö­nüşünde nazil olduğu da rivayet edilmiştir. en-Nakkâs., Ebû Seleme’den şöyle dediğini zikretmektedir: Rasûlullalı (sav) Hudeybiye’den döndüğünde şöyle buyurdu: “Ey Ali, üzerime Mâide sûresinin nazil olduğunu farkettin mi? Hem onun faydası ne kadar da büyüktür!”

İbnü’l-Arabî der ki: Bu uydurma bir hadistir. Herhangi bir müslümanın bu­na (hadis olarak) inanması helâl değildir. Biz ise: “Mâide sûresi faydası ne kadar büyük bir sûredir” deriz ve bunu herhangi bir kimseden rivayet etme­yiz. Ancak, güzel bir sözdür.

İbn Atiyye ise der ki: Bana göre bu, Peygamber (sav)’ın sözüne benzeme­mektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu da rivayet edil­miştir: “Mâide sûresi Allah’ın melekûtunda el-Munkıze {kurtarıcı) diye anı­lır- Çünkü bu sûre, sahibini azap meleklerinin ellerinden kurtarır,” Bu sûre­de Veda Haccı esnasında inen buyruklar olduğu gibi, Mekke’nin tethedildi-ği yılda nazil olan buyruklar da vardır ki, bu da yüce Allah’ın: “Bir kavme karşı beslediğiniz kin… sürüklemesin” (el-Mâide, 5/2) âyetidir.

Peygamber (sav)’m hicretinden sonra Kur’ân-ı kerimden indirilen bütün buyruklar, Medenîdir. İster Medine’de indirilmiş olsun, isterse de herhangi bir seferde indirilmiş olsun. Hicretten önce indirilen de Mekke’de inmiştir di­ye kayd edilir.

Ebû Meysere der ki: el-Mâide sûresi son İnen buyruklardandır. O sûrede mensûh bir hüküm yoktur. Yine bu sûrede, başka sûrelerde bulunmayan on-sekiz farz hüküm vardır ki, bunlar şu buyruklarda ifade edilmektedir: “Boğularak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak, süsülerek ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş hayvanlar; dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar ve fal oklartyla kısmet aramanız size haram kılındı.” (el-Mâ-ide, 5/5); “Allah’ın size oğrettikleriyle alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanla­rın, da sizin için tutuverdiklerinden yiyin,” {el-Mâide, 5/4); “Ehl-i kitab’ın yiyeceği size helaldir…Sizden önce kitap verilenlerden iffetti kadınlar” (el-Mâide, 5/5) ile “Namaza kalkacağınız zaman…” (eİ-Mâîde, 5/6) buyruğun-da dile getirilen abdest almak; “Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadı­nın…” (.el-Mâide, 5/38); “Siz, ihramda iken avı öldürmeyin0 buyruğundan itibaren “Allak mutlak galiptir (Azizdir), intikam sahibidir” (el-Mâide, 5/95) buyruğuna kadar Üc; “Allah bahire, saîbe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır” (el-Mâide, 5/103) ve yüce Allah’ın: “Sizden birinize Ölüm gelip çattığı zaman… aranızda şahidlik…” (el-Mâide, 5/106) âyetle­rinde hükme bağlanan buyruklardır.[1]

Derim ki: Bundan başka ondokuzuncu bir farz daha vardır ki, bu da yü­ce Allah’ın: “Namaza çağırdığınızda,,,” (el-Mâide, 5/58) buyruğunda dile ge­tirilmektedir. Kur’ân-ı kerim’de bu sûre dışında herhangi bir yerde ezandan söz edilmemektedir. el-Curnua sûresinde geçen ezan ise, Cuma gününe has bir ezandır. Bu sûrede sözü edilen ezan ise bütün namazlar hakkında umu­mî bir ezandır.

Peygamber (sav)’dan Veda Haca esnasında el-Mâide sûresini okuyup şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Ey insanlar, şüphesiz ki Mâide sûresi (Kur’ândan) nazil olan son bölümlerdendir. O bakımdan onun helâl bildir­diğini helâl belleyiniz, haram bildirdiğini de haram belleyiniz,” [2]

Buna yakın bir rivayet, Hz. Aise’den de – ona mevkuten- nakledilmiş bu­lunmaktadır. Cubeyr b. Nufeyr der ki: Aişe (r.anhaVın huzuruna girdim, şöyle dedi: Mâide sûresini okuyor, (biliyor) musun? Ben, evet dedim, şöyle dedi: Mâide süresi Allah’ın indirdiği son buyruklardandır. O bakımdan, o sû­rede helâl diye bulduğunuz şeyi helâl biliniz, lıaram diye bulduğunum şeyi de haram diye belleyiniz.

eş-Şa’bî der ki: Bu sûreden yüce Allah’ın: “Haram olan aya hediye edilen kurbanlıklara… saygısızlık etmeyin” {el-Mâider 5/2) buyruğundan başka nes-hedilmiş bir buyruk yoktur Bazıları da şöyle demektedir: Bu sûrede: “Yahud sizden olmayan diğer iki kişi (şahid) olsun” (el-Mâide, 5/106) bölümü nesli olmuştur.[3]

1- Ey iman edenler! Ak idleri yerine getirin. İhramda iken avlanma­yı helâl saymamak şartı ile ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere, size dört ayaklı davarlar helâl kılındı. Şüphesiz Allah, di­lediği hükmü koyar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:[4]

1- Kurânı Kerim’in Azameti:

Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler…” buyruğu ile ilgili olarak Alkame şöy­le der: Kur’ân-ı kerimde öEy iman edenler” nidası ile başlayan bütün buy­ruklar Medine’de inmiştir. “Ey insanlar” nidası ile başlayan buyruklar da Mek­ke’de inmiştir. Ancak bu, bu türden hitaplar hakkında çoğunlukla doğrudur. Buna dair diğer açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/21. âyetin tefsirin­de.) geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-İ kerime, söz söyleme hakkında basiret sahibi olan herkese, fesa­hati ve lafızlarının azlığına rağmen ihtiva ettiği manalarının çokluğu ile, açıkça kendisini gösteren bir âyettir. Bu âyet-i kerime beş hüküm ihtiva et­mektedir:

1) Akidleri yerine getirme emri,

2) Dört ayaklı davarların helâl kılınması,

3) Bundan sonra gelenlerin istisna edilmesi

4) Avlanılanlar hususunda, ihramlı iken avlanılanların istisna edilmesi,

5) Âyet-i kerimenin iktizâ ettiği, ihramlı olmayan kimseler için avlanma­nın mubah oluşu.

en-Nakkâg’ın naklettiğine göre, el-Kindî’nin arkadaşları ona şöyle demiş­ler: Ey Hakim (bilge kişi), bize şu Kur’ân’ın benzerini yap. O, olur onun bir bölümünün benzerini yapayım demiş ve uzun sayılabilecek bir süre kimse­ye görünmemiş. Sonra ortaya çıkıp şöyle demiş: Allah’a yemin ederim bu­na gücüm yetmiyor, kimse de buna güç yetiremez. Ben, mushafı açtım, karşıma Mâide süresi çıktı, Baktım ki, ahde vefayı dile getirmekte, onu boz­mayı yasaklamakta. Genel olarak bir takım şeyleri helâl kılmakta, arkasından da ardı arkasına bazı şeyleri İstisna etmekte, daha sonra da kendi kudret ve hikmetini bize haber vermektedir. Bütün bunları da iki satırda ifade etmek­tedir. Herhangi bir kimse bunları ancak ciltlerle itade edebilir. [5]

2- Ahid, Akid Ve Sözlere Bağlılık:

Yüce Allah’ın: “Yerine getirin anlamına gelen buyruğundaki fiilin, İle geklirtde iki söyleyişi vardır. Yüce Allah: Allah’tan daha çok ahdîni kim yerine getirir” (et-Tevbe, 9/îl) diye buyur­duğu gibi: Ahdini yerine getiren İbrahim…” (en-Necm, 5.V37) diye buyurmaktadır. Şair de şu beyilinde iki söyleyişi bir arada kuİ-lanmış bulunmaktadır:

“îbn Tavk’a gelince o, gerçekten sorumluluğunu eksiksiz yerine getirmiştir. Tıpkı Ülker yıldızına (mehir olarak) takdim edilen yıldızları önüne katıp

sürenin, ahdine vefa gösterdiği gibi.”

“AkidLer”, bağlar demektir. Tekili bağ anlamına gelendır. Ahdi ve ipi akdettim, denildiği gibi, “ğıl” li tasma’yı akdettim, de denilir, Akid keli­mesi, hem maddi şeyler hakkında hem de manevi şeyler hakkında kullanı­lır. Şair el-Hutay’a der k):

“Onlar öyle bir kavimdir ki, komşularına (ya da himayelerinde olanlara)

bir akid akdettikleri takdirde, Bağlarını üst üste herbir yandan sıkı sıkıya bağlarlar.”

Şanı yüce Allah, akidleri yerine getirmeyi emr etmektedir. el-Hasen der ki: Yüce Allah, bunlarla borçlanma akidlerini kastetmektedir. Bunlar ise, kişinin alım satım, icare, kiralama, nikâh, boşama, müzâraa, musâlaha, temlik, mu­hayyer bırakma, azad etme, tedbir (köleyi ölümünden sonrası şartıyla azad etmek) ve buna benzer kendi üzerine yaptığı akidlerdir. Elverir ki bunlar şe­riatın dışında olmasın. Yine kişinin Allah için kendi üzerine akdettiği, (adattığı.) hac, oruç, itikâf, kıyanı, adak ve buna benzer İslâm dininde itaat kabul edilip, kişinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hususlardır. Mubah olan adağa gelince, ümmetin icmâı ile bağlayıcı değildir. Bunu İbnü’l-Arabî söy­lemiştir,

Denildiğine göre âyet-i kerime yüce Allah’ın şu buyruğu sebebiyle kitap ehli hakkında nazil olmuştur: “Hani bir zamanlar Allah kendilerine Kitap verilenlerden onu muhakkak insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz diye teminat almıştı.” (Âl-i İmran, 3/187) îbn Cüreyc der ki: Bu kitap ehline has bir akiddir ve bu âyet-i kerime de onlar hakkında na­zil olmuştur.

Âyet-i kerimenin umumî olduğu da söylenmiştir, doğru olan da budur. Çün­kü mü’minler lafzı, kitap ehlinin mü’minlerini de kapsamına alır. Çünkü, on­lar ile Allah arasında kitaplarında bulunan Muhammed (sav)’m durumu ile ilgili hususlardaki emaneti yerine getireceklerine dair bir akid vardır. O ba­kımdan onlar, bu akdi hem yüce Allah’ın: “Akİdteri yerine getirin” buyru­ğu ile, hem de başka yerlerdeki benzeri emirlerle yerine getirmekle emr olun­muşlardır.

îbn Abbas der ki: “Akldleri yerine getirin” buyruğu, helâl ve haram kıl­dığı, farz kıldığı ve diğer hususlara dair belirlemiş olduğu sınırlar hakkında akidîeri yerine getirin, demektir, Mücalıid ve başkaları da böyle demiştir. İbn Şihab der ki: Ben, Rasûlullah (sav)’ın Amr b. Hazm’ı, Necranlılara gönderdi­ği sırada ona yazmış olduğu mektubu okudum. Mektubun başında şu ifade­ler yer almaktaydı: “Bu, Allah’tan ve Rasulünden insanlara bir tebliğdir: “Ey iman edenler, akidîeri yerine getirin.” O, burada yüce Allah’ın: “Muhak­kak Allah, hesabı pek çabuk görendir” (el-Mâide, 5/4) buyruğuna kadar bü­tün âyetleri yazdı.

ez-Zeccâc der ki: Buyruğun anlamı şudur: Allah’ın, sizin üzerinizdeki akidlerini ve sizin birbirinize karşı yaptığınız akidleri yerine getiriniz.

Bütün bu açıklamalar, buradaki akidlerin umum ifade ettiği görüşüne racidir. (TJmum kapsamına girmektedir.) Konu ile ilgili sahih olan görüş de bu­dur. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mü’minler şartlarını yerine geti­rirler”[6] Yine şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın Kitabında bulunmayan her bir şart -İsterse yüz şart olsun- batıldır.” [7]

Böylelikle Hz. Peygamber, kendisine vefa gösterilip yerine getirilmesi gereken cart veya akdin, Allah’ın Kitabına, yani Allah’ın dinine uygun olan şart ve akid olduğunu beyan etmektedir Eğer bunlar arasında Allah’ın dini­ne uymayan bir şey bulunduğu açığa çıkarsa, o red olunur. Nitekim Hz, Pey­gamber şöyle buyurmuştur: “Her kim, bizim şu işimizin üzerinde bulunma­dığı bir amel İşleyecek olursa, o red olunur.[8]

İbn tslıâk şunu nakletmektedir: Kureyşlîlerden bazı kabileler -şerefi ve ne­sebi dolayısıyla- Abdullah b. Cud’ân’ın evinde toplandı. Ve “Mekke’de, ister Mekke halkından olsun, ister olmasın herhangi bir kimsenin zulme uğradı­ğını görecek olurlarsa, onun bu uğradığı haksızlık giderilinceye kadar o kimsenin yanında yer alacaklarına” dair akidleştiler ve birbirleriyle ahidleştiler. Kureyşliler, o bakımdan bu ahjdleşmeye “Htlfu’l-Fudûl* adını verdiler. Ra-sûlullah (sav)’ın lıakkında şu sözleri söylediği ahid işte budur: “Andolsunki ben, Abdullah b. Cud’an’ın evinde öyle bir antlaşmaya tanık oldum ki, ona karşılık bana kırmızı tüylü develerin dahi verilmesini tercih etmezdim- Eğer İslâm geldikten sonra da bu ahdi yerine getirmem İçin çağırılacak olursam, şüphesiz bu çağrıyı kabul ederim.” [9]

İşte Hz. Peygamberin: “Cahiliye döneminde yapılmış herhangi bir ahid-leşmeyi İslâm ancak pekiştirir, sağlamlığını artırır”[10] buyruğunda kastettiği antlaşma budur. Çünkü bu antlaşma (muhtevasıyla) şeriata uygundur. Zira, zalimden hakkın alınmasını emr etmektedir. Zulüm ve talan üzre yapmış ol­dukları fasid ahidleriyle batıl akidlerine gelince, İslâm bunları yıkmıştır. Yüce Allah’a hamd olsun.

İbn îshak (devamla”) der ki: Velid b. Utbe, Hz. Ari’nin oğlu Hz. Hüseyin’e mali bir konuda -Velîd’in Medine valisi olmak hasebiyle satıib olduğu oto­riteye güvenerek- haksızlıkta bulunmak istedi. Hz. Hüseyin ona şöyle dedi: Allah adına yemin ederek söylüyorum. Ya hakkımı bana verirsin, yahut da şu kılıcımı alır sonra da ftasûlullah (sav)’ın Mescidinde ayakta dikilir, sonra da insanları Hılfu’l-FudûTun gereğini yerine getirmek için davet ederim.

Abdullah b, ez-Zübeyr de dedi ki: Ben de Allah adına yemin ederek söy­lüyorum ki, eğer beni davet edecek olsa, mutlaka kılıcımı alır sonra da hakkını alıncayar yahut hep birlikte Ölünceye kadar onun yanında yer alırım. Bu söz, el-Misver b. Mahreme’ye varınca, o da aynısını söyledi. Teym oğul­larından Abdurrahman b. Osman bf Ubeydullaba ulaştı o da aynı şeyleri söy­ledi. Velid bunu öğrenince Hz. Hüseyin’e hakkını verdi. [11]

3- Dört Ayaklı Davarlar:

Yüce Allah’ın: “Dört ayaklı davarlar size helâl kıhndr buyruğunda, ge­reken şekliyle ve mükemmel olarak imana bağlı olan herkese hitab edilmek­tedir. Arapların bahire, sâibe, vasile ve hâm gibi -ileride açıklaması gelecek­tir- davarlar hakkında duydukları birtakım yasaları; hükümleri vardı. Bu âyet-i kerime, işte o hayalî vehimleri batıla ve bozuk görüşleri ortadan kaldırmak üzere nazil olmuştur.

Dört ayaklı davarların anlamı hususunda farklı görüşler belirtilmiştir. Behîrne, aslında dört ayaklı her hayvanın adidir. Konuşma ve anlayış bakımından eksikliği, temyiz gücü ve aklı bulunmaması dolayısıyla ona bu isim verilmiştir. Kapalı anlamında; müphem bir kapı ile (kapkaran­lık bir gece anlamında;.) leylim behîmun tabirleri buradan gelmektedir. Ne şekilde üstesinden gelineceği bilinemeyen kahraman kimseye “buhme” de­nilmesi de buradan gelmektedir

el-En’âm ise, deve, inek ve koyunların ortak adıdır. Yürü meleri n-deki yumuşaklık dolayısıyla onlara bu isim verilmiştir. Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: “Davarları da yarattı ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyu­cu şeyler ve bir çok faydalar vardır,,. Hem onlar, ağırlıklarınızı da yüklenir­ler…” (en-Nahl, 16/5-7) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: ”Davarlar­dan yük taşıyacak ve döşek yapılacakları da vardır.” (el-En’am, 6/142.) Ya­ni, büyükleri de var, küçükleri de var demektir. Daha sonra yüce Allah bun­ları beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Sekiz çift (yarattı)— Yoksa Allah bu­nu size tavsiye ettiği zaman hazır mıydınız?” (el-En’am, 6/143-144) Bir baş­ka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Ve sizin için davarların derilerinden ge rek göç gününüzde ve gerek ikamet ettiğiniz günde hafifçe taşıyacağınız ev­ler ve tüylerinden” koyunları kastediyor “ve yapağılarından” bununla da de­veleri kastediyor, “ve kıllarından” bununla da keçi kılını kastediyor “bir za­mana kadar.,.” (en-Nahl, 16/80) îşte bunlar “en’âm” isminin bu üç türü ihti­va ettiğinin üç ayrı delilidir. Söz konusu bu üç tür ise deve, inek ve koyun tü­rüdür. Bu da İbn Abbas ve el-Hasen’in görüşüdür. el-Herevî der ki: Eğer “en-Neam” denilecek olursa, özel olarak deve türü kastedilmiş olur

Taberî der ki: “Dört ayaklı davarlar” buyruğu hakkında bazıları şöyle de­miştir: Bunlardan kastedilenler ceylan, yaban öküzü, yaban eşekleri ve bu­na benzer yabani hayvanlardır, Taberî’den başkası da bunu es-Süddî, er-Ra-bî\ Katade ve ed-Dahlıâk’tan nakletmiştik Buna göre yüce Allah şöyle bu­yurmuş gibidir: Size, e]-En’âm helâl kılındı. Böylelikle cins, kendisinden da­ha özel anlam ifade edilen şeye izafe edilmiş olmaktadır, İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü, el-En’âm (6/143’te kendilerine işaret olan) sekiz çifttir. Bunlara eklenen sair hayvanlara ise, onlarla birlikte bulunduk­ları için En’âm denilir. Arslan ve azı dişli her bir yırtıcı hayvan da En’âm kap­samı dışında kalıyor gibidir. Behimetü’l-En’âm (dört ayaklı davarlar) ise, dört ayaklılar arasında bulunup da otlaklarda yayılan hayvanlar demektir.

Derîm ki: Bu açıklamaya göre, tırnaklılar da bunların kapsamına girmek­tedir. Çünkü bu tırnaklılar da hem otlaklıklarda yayılır, hem de yırttcı değil­dir. Fakat durum bu şekilde değildir. Zira yüce Allah: “Davarları da yarat­tı ki, bunlardan sizin için ısıtıcı… ve bir çok menfeatler vardır” (en-Nahl, 16/5 J diye buyurmakta, sonra da onlara şöylece atıf yapmaktadır: “Hem bin­meniz için, hem zinet olmak üzere de atlan, katırları ve merkebleri de (ya­rattı).” (en-Nahl, 16/8) Yüce Allah’ın, bunları yeniden zikredip, daha önce ge­çen En’am’a atf etmesi, bunların diğer davarlardan olmadığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Dört ayaklı davarlar (Behîrnetü’i-Enrâm)”ın av hayvanı olmayanlar an­lamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü, av hayvanına belıîme değil de vahş (yabanî hayvan) denilir. Bu ise birinci göıiişe racidir Abdullah b. Ömer’in şöy­le dediği rivayet edilmiştir: “Dört ayaklı davarlar”dan kasıt, kesim esnasın­da annesinin karınlarından çıkan ceninlerdir. Bunlar, ayrıca şer’î kesime gerek olmaksızın yenilirler. İbn Ab bas da böyle demiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü yüce Allah: “Size okunacak olanlar hariç olmak üzere” diye buyurmaktadır. Ceninler arasında istisna edilenler yoktur, Mâlik der ki; Bir davarı kesmek, eğer ceninine canlı olarak yetişilemeyecek ve tüyleri bi­tip hilkati tamamlanmış bulunuyor ise, o cenini için de bir kesimdir. Şayet hilkati tamamlanmayıp henüz tüyleri de bitmemiş ise, canlı olarak yetişilip kesilmediği sürece eti yenilmez. Şayet onu kesmek için hemen davranmala­rına rağmen kendiliğinden ölecek olursa, onun teiniz olduğu söylendiği gi­bi, temiz olmadığı (yenilemeyeceği de) söylenmiştir. Yüce Allah’ın izniyle ile­ride buna dair daha geniş açıklamalar gelecektir. [12]

4- Sünnet De Kur’ân-I Kerim’in Kapsamı İçerisindedir:

“Size okunacak olanlar hariç olmak üzere.” Yani» Kuranı kerimde ve Sünnet-i seniyyede size okunacak olun “feş— size haram kılındı” (el-Mâide, 5/3) buyruğu ile Hz. Peygamberin: “Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan lıer-bir hayvan haramdır”[13] buyruğu ve benzerlerinde size okunanlar demektir. Eğer: Bize okunan Kitaptır, sünnet değildir denilecek olursa, şöyle cevap ve­ririz: Rasûlullah (savVın her bir sünneti Allah’ın Kitabındandır.

Bunun delili ise şu iki husustur: Birincisi, bir kişinin yanında ücretle ça­lışıp (yanında çalıştığı adamın hanımı ile) zina eden kişiye dair hadis-i şerif­te, Hz. Peygamberin: “Andolsun ki, aranızda Allah’ın Kitabı gereğince hü­küm vereceğim”[14] şeklinde buyurmuş olmasıdır. Halbuki recm, Allah’ın Ki­tabında nass ile zikredilmiş değildir,

İkincisi ise, Abdullah b. Mes’ud’un hadisidir. O, şöyle demiştir; Hem Allah’ın Kitabında yer alan hem de Rasûlullali (savcın lanetlediği kimseye ben ne diye lanet etmeyeyim… demiştir[15] Buna dair açıklamalar el-Haşr sûre­sinde (59/6-7. âyetler, 6. başlık ve devamında) gelecektir.

Bununla birlikte “size okunacak olanlar hariç olmak üzere” buyruğu ile şu andakilerin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, gelecekte Rasûlullalı (sav) tarafından size tebliğ olunacak olanlar arasında… anlamına gelme ihtimali de vardır. O takdirde bu buyrukta, acilen yerine getirilmesi gerekli olmayan bir zamandan sonraya beyanı ertelemenin caiz oluşuna dair delil var, demek olur. [16]

5- Avlanma Yasağı:

Yüce Allah’ın: “Avlanmayı helâl saymamak şartıyla” buyruğu, av hayva­nı sizin için ihramh iken değil de İlıramsızken helâldir. Av hayvanı ol­mayanlar ise her iki durumda da helaldir. Nahivciler Okunacak olanlar hariç olmak üzere” buyruğunun İstisna oJup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Basralılar bu, “dört ayaklı davarlar”dan istisnadır, derler. “İhramda iken avlanmayı helâl saymamak şartı İle” ifadesinin İse, yine ondan Ekinci bir istisna olduğunu kabul ederler. Buna göre her iki İs­tisna da yüce Allah’ın: “Dört ayaklı davarlar” buyruğıındandır. Kendisinden istisna olunan budur, ifadenin takdiri de şöyle olur: İhramh iken avlanmak müstesna ve size okunacak olanlar hariç olmak üzere,.. Yüce Allah’ın şu buy­ruğu ise bumdan farklıdır: “Dediler ki, gerçekten biz, günahkâr bir kavme gön derildik. Ancak, Lût’un ailesi bunlardan müstesnadır.” (el-Hicr, 58/5?) Nitekim ileride gelecektir.

Bunun hemen kendisinden önce gelen istisnadan (yani, “avlanmayı he­lâl saymamak şartıyla” istisnasından) istisna olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, (az önce) yüce Allah’ın şu buyruğuna benzer: “Gerçekten biz, günahkâr bir kavme gönderildik…” Ancak, durum böyle olsaydı ihramh iken avlanmanın mubah olması gerekirdi. Çünkü bu istisna yasaktan yapılmış bir istisna olurdu. Zira yüce Allah’ın: “Size okunacak olanlar hariç olmak üzere” buyruğu, mübahlıktan bir istisnadır, O bakımdan böyle bir görüş tu­tarsızdır. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Sizler İhramh iken avlan­mayı helâl kılmaksızın ve av hayvanları dışında size okunacak olanlar da müs­tesna olmak üzere, dört ayaklı davarlar size helâl kılınmıştır.

Yine bunun anlamının şöyle olması da mümkündür: İhramlı iken avlan­mayı helâl kundaksızın, akidleri yerine getirin, Ve sizlere si2e okunacaklar müs­tesna dört ayaklı davarlar helâl kıhnmışhr-

el-Ferrâ; “size okunacaklar hariç olmak üzere” buyruğunun tıpkı ile atıf yapıldığı gibi, İle atıf yapmak şartıyla bedel olmak üzere ref mahal­linde olmasını caiz kabul etmektedir. Ancak Basralılar, böyle bir şeyi ya nek­re olması halinde veya: “Kavim geldi ancak Zeyd gelmedi” ka­bilinden nekreye yakın cins isimlerinde caiz kabul ederler.

Yine el-Ferrâ:Avlanmayı helâl saymamak şaru ile” buy­ruğunun; “Yerine getirin” buyruğundakı zamirden hal olarak mansub olduğu görüşündedir. el-Ahfeş der ki: Ey iman edenler, (ihramlı iken) avlan­mayı helâl kabul etmeksizin akidleri yerine getirin. Başkaları da şöyle demek­tedir: Bu “size” anlamına gelen; deki (ve siz anlamına gelen) “kef ile “mim” zamirinden haldir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sîz, ihram­lı iken avlanmayı helâl görmeksızin, size dört ayaklı davarlar helâl kılındı.

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Helâl kılmanın insanlara raci olması da mümkündür. Yani, (ey insanlar) ihramlı halde iken avlanmayı helâl görme­yiniz.

Bunun, yüce Allah’a raci olması da mümkündür. Yani Ben, sizlere ihram vaktinde av hayvanı olması müstesna, dört ayaklı davarları helâl kıldım. Ni­tekim, bir kimsenin: Ben, şu işi sana Cuma günü mubah kılmaksızın helâl kıl­dım, demesi bu kabildendir. Eğer, helâl kılmanın insanlara raci olduğu ka­bul edilecek olursa, buyruğun anlamı; (İhramlı iken) avlanmayı sizler helâl görmeksizin,,. şeklinde olur, Bu durumda kelimesinin sonundaki “nûn” hafifletmek maksadıyla hazf edilmiş demek olur. [17]

6- İkram Ve Harem Bölgesi:

Yüce Allah’ın: “İhramda iken” buyruğundan kasıt, hac ve umre kastı ile ihrama ginnişkendir, Hac İçin ihrama giren kimseye; “haram” çok kişi olma­ları halinde de; “Kurum” denilir Şairin şu beyüi de bu kabildendir:

“Dedim ki ona! Kendine dön, çünkü ben

İhrama girdim ve bundan sonra da telbîye getireceğim”

Buna ihram deniliş sebebi ise, ihrama giren kimsenin, kendisine kadınla­rını, hoş kokuyu ve benzeri şeyleri haram kılmasıdır. Aynı şekilde Harem’e girmek hakkında da bu tabir kullanılır-

el-Hasen, İbrahim ve Yahya b. Vessab kelimesini “ra” harfini sakin olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin bir söyleyişidir. Onlar ke­limesini şeklinde, kelimesini ise diye söylerler. Buna ben­zer diğer çoğul kelimeleri de böylece kullanırlar. [18]

7- Allah Dilediği Gibi Hüküm Koyandır:

Yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar” buyruğu, arap-ların alışageldikleri hükümlere aykırı olan bu şer’İ hükümleri daha bir pekiş­tirmektedir. Yani ey, araplann ahşa gelmiş olduğu şu hükümlerin nesli oldu­ğunu işiten Muhammed, dikkatli ol, kendine gel. Çünkü herşeye mutlak ola­rak sahip ve mâlik olan “dilediği hükmü koyar.” Allah (dilediği gibi) hükmeder. “Onun hükmünü kovuşturacak yoktur.” (er-Râd, 13/41) Diledi­ği şekilde, dilediği şer’i hükmü dilediği gibi koyar. [19]

2- Ey iman edeoler! Allah’ın şeâirine, haram olan aya (Beytullah’a) hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) gerdanlık lı laf a ve Rab-lerinden hem bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Beyti haramı kastedip gelenlere saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın. Sizi Mescİd-i haramdan alıkoydular diye bir kavme karşı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürük­lemesin. İyilik ve takva feefe birbirinizin yardımlaş m. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, cezası pek şiddetli ulandır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız: [20]

1- Mü’minlerin Allah’ın Yasaklarını Çiğneyçmeyecekleri:

Yüce Allah’ın: “Allah’ın şeâirine… saygısızlık etmeyin buyruğu, gerçek müzminlere bir hitaptır. Yani, herhangi bir hususta Allah’ın sınırlarını aşma­yınız.

Şeâir kelimesi, “faile” vezninde “şaîre”nîn çoğuludur. İbn Fâris der ki: Te­kil olarak “şiâre” de denilir ve bu daha güzeldir.

Şaire ise, hediye olarak gönderilen büyük baş (özellikle deve) demektir, tş’ârı ise, onun hediyelik kurban olduğu bilinmesi için kan akmcaya kadar hörgücünün ya rai anma sidir. İş’âr ise hissettirmek yoluyla bildirmek demek­tir. tabiri, hediyelik kurban olduğunun bilinmesi için kurbanlığa alâ­met koyması demektir. Alâmetler anlamına gelen “meşâir” de buradan gel­mektedir. Tekili de meş’ar’dır. Meşâir, alâmetlerle şiâıl an diri İmiş yerler de­mektir. (Saçın) “Şa’r” diye adlandırılması da buradan gelmektedir. Çünkü şu­urun gerçekleştiği yerde olur. Şair de buradan gelmektedir. Çünkü o, ince ze­kâsı sayesinde başkasının farketmediği şeyleri farkeder. Başındaki incecik kı­lı dolayısıyla (.arkaya) şaîr denilmesi de buradan gelmektedir,

Şeâir, bir görüşe göre, Beytullalıa hediye olarak gönderilmek üzere nişan­lanan, alâmet konulan hayvanlardır. Bir diğer görüşe göre ise, bütün hac rae-nâsikidir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Mücahid der ki: Safa, Merve» hediyelik kurbanlıklar, develer bunların hepsi şeâir’dendir. Şair der ki:

“Öldürüyorum onları nesil be nesil; görürsün ki onlar Kendileri ile yaklaşılan kurbanlık şeâirdir.”

Müşrikler de hacceder, umre yapar ve hediye kurbanlık gönderirlerdi. Müs­lümanlar onlara baskın yapmak istediler. Bunun üzerine yüce Allah: “Allah’ın şeSirint… saygısızlık etmeyin” buyruğunu indirdi. Ata b. Ebi Rebah dedi ki: Allah’ın şeâiri, Allah’ın bütün emirleri ve yasaklarıdır.

el-Hasen der ki: Allah’ın dininin tümü Allah’ın şeâiridir Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “İşte bu (.böyledir). Kim Allah’ın şeâirini ta’zim ederse o, kalplerin takvâsmdandır,” (el-Hac, 22/32)

Derim ki: Genelliği dolayısıyla başkasına göre kendisine öncelik tanınma­sı gereken tercihe değer görüş budur. Hediyelik kurbanların iş’arı (alâmet-lendirilmesi, nişanlanması) hususunda İse ilim adamlarının farklı görüşü bulunmaktadır ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur. [21]

2- Hediyelik Kurbanların Nişanlanması, Alâmetlendirilmesi:

Cumhur, bunu caiz görmekle beraber, bu alâmetin hangi tarafta yapılaca­ğı hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. Şafiî, Ahmed ve Ebû Sevr der ki: Bu işaretleme sağ tarafında yapılır. Bu görüş İbn Ömer’den de rivayet edil­miştir. İbn Abbas’tan sabit olan rivayete göre Peygamber (sav) devesinin hör-gücünün sağ tarafım işaretlemiştir. Bunu Müslim ve başkaları da rivayet et­miştir.[22] Sahih olan da budur.

Hz. Peygamber’in hediyelik kurbanlıklarının sol taraflarını işaretlediği de rivayet edilmiştir. Ebû Ömer b. Abdi’1-Berr der ki: Bu, kanaatimce İbn Abbas yolu ile münker bir hadistir. Sahih olan ise, Müslim’in İbn Abbas’tan yaptı­ğı rivayettir. İbn Abbas’tan bundan başka sahih bir rivayet yoktur.

Bir başka kesim şöyle demektedir: İşaretleme sol yanında olur. Bu Mâlik’in görüşüdür. Ayrıca der ki: Sağ yanda yapılmasında da bir sakınca yoktur. Mü-cahid ise, İki yandan hangisinde isterse işaretleyebilir. Ahmed’in iki görüşün­den birisi de budur. Ancak, Ebû Hanife bütün bunları uygun görmeyerek şöy­le der: İşaretleme hayvana bîr azaptır. Ancak, hadis Ebû Hanire’nİn bu ka­naatini reddetmektedir. Aynı şekilde bu, -önceden de geçtiği gibi- kendisi va­sıtasıyla kimin mülkiyetinde olduğu bilinmesi için yapılan işaretleme hükmün­dedir. Şu kadar var ki İbnül-Arabî, Ebû Hantfe’nin bu. şekilde alâmetlendir-meyi uygun görmediğinden dolayı, bu kanaatim reddetmekte ve tepki gös­termekte aşırıya giderek şöyle der: Sanki o, şeriatteki bu şaîrayı hiç işitme­miş gibidir. Halbuki bu, onun ilim adamları arasındaki şöhretinden daha yay­gın bir husustur.

Derim ki: Benim, Hanefi alimlerinin kitaplannda açıkça ifade edildiğini gör­düğüm Ebû Hanüe’nin görüşüne göre alâmetlendirmenin mekruh olduğu, Ebû Yûsuf ve Muhammed’in görüşüne göre ise, mekruh da olmayıp, sünnet de olmadığı, sadece mubah olduğu şeklindedir. Çünkü, bu şekilde bir işaretle­me bir bildirme olduğundan dolayı gelenek seviyesinde bir sünnet demek­tir. Bir yara açmak ve bir müsle olması bakımından ise haram olması gere­kir. O halde böyle bir iş, bir taraftan sünneti» diğer taraftan da bid’ati kap­sadığından dolayı mubah kabul edilmiştir. Ebû Hanife’nin görüşüne göre ise, böyle bir alâmetlendirme bir müsledir ve hayvana azap verici olması bakı­mından da haramdır, o bakımdan mekruhtur. Rasûlullah (sav)’ın bu işi yap­tığına dair gelen rivayetler ise, arapların hediye kurbanlık olduğu tayin edi­len dışında, hertürlü malı gasb ve talan ettikleri başlangıç dönemlerinde idi. Ve o sırada hediye kurbanlıkları ancak böyle bir alâmetle ayırd edebiliyor­lardı. Daha sonra böyle bir gerekçenin ortadan kalkması dolayısıyla, bu şekilde alâmetlendirme de ortadan kalkmıştır. İbn Abbas’tan da böylece riva­yet edilmiştir.

Şeyh İmam Ebû Mahsur el-Mâturidî (yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun) nin de şöyle dediği nakledilmektedir: Ebû Hanife’nin kendi çağında yaşayan insanların alâmetlendirmeterini mekruh görmüş olması da muhtemeldir. Çünkü, yaranın kangrenleşmesinden korkulacak şekilde yara açmakta mü­balağa gösteriliyordu. Rasûlullalı (sav)’ın döneminde yapıldığı şekilde had­di aşmaksızın yapılan ala metle ndir meye gelince, bu. güzel bir şeydir. Ebû Ca­fer et-Tahavî bunu böylece zikretmektedir. İşte Hanefi ilim adamlarının alâmetlendirmeye dair varid olmuş hadis iîe ilgili olarak Ebû Hanife’nin le­hine gösterdikleri mazeret budur. Onlar, bu hadisi İşitmişler, bu lıadis onla­ra ulaşmış ve onlar bu hadisin ne olduğunu bilmişler ve şöyle demişlerdir; Alâmettendir m enin mekruh oluşu görüşüne göre ise kişi, hediyelik kurban­lıkları aiâmedendîrmekle ihrama girmiş olmaz. Çünkü mekruh bir işi yapmak haccın menasikinden sayılmaz. [23]

3- Haram Aylara Saygısızlık:

Yüce Allah’ın: “Haram olan aya… saygısızlık etmeyin” buyruğunda ge­çen “haram ay”, bütün haram aylar hakkında cins. ismi ifade eden tekil bir isimdir. Bu haram aylar, birisi tek, üçü de ardarda gelmek üzere dört aydır. Bunlara dair açıklamalar Berae sûresinde (et-Tevbe, 9/5- âyet, 1. başlıkta) gelece ktir-

Buyruğun anlamı şudur: Bu haranı aylarda savaşmayı, baskın düzenleme­yi helâl kılmayın ve bu ayları başka aylarla da değiştirmeyin. Çünkü, bu ay­lan değiştirmek de onları helâl kılmak demektir. Bu İse onların yaptıkları Nesi’ uygulaması idi. Yüce Allah’ın: “Hediye edilen kurbanlıklara, (boyunları) ger-danlıkhlara da… saygısızlık etmeyin” buyruğu da böyledir. Yani, bunlara da saldırıyı helâl görmeyin. Âyet-i kerimenin bu bölümünde bir muzafin haz­fı sözkonusudur ki, ibaresi, takdirindedir, (Mealde: “Gerdanlıklilar” ibaresinde bu izafe de belirtilmiştir.)

Şanı yüce Allah, genel olarak hediye kurbanlıkları helâl görmeyi yasakla­dıktan sonra, gerdanlık takılmış olanların hurmiyetlerine dikkat çekmeyi te’kid etmek ve bunun oldukça iieri bir tecavüz olduğunu belirtmek üzere, özel-likie gerdanlıklı olan hediye kurbanlıkları zikretmiş bulunmaktadır. [24]

4- Hediyelik Kurbanlıklar Île Gerdanlıktılar:

Yüce Allah’ın: “Hediye edilen kurbanlıklara ve (boyunları) gerdanlıklılara…” buyruğunda geçen “hediy”: Beytuilalı’a hediye edilen deve, inek ve­ya koyun demektir. Bunun tekili; şeklinde gelir.

“Şeâir” ile kastedilen haccın menaslkidir diyenler şunu söyler: Yüce Al-

lalı burada, hediyelik kurbanlıkları, bunların özekliklerine dikkat çekmek üze­re zikretmiştir.

“Şeâir”den kasıt hediye kurbanlıklardır, diyenler ise şöyle demektedir: Şe-âir, hörgücünden kan akıtmak suretiyle alâmeLlendirHmiş olandır. Hediye kur­banlık ise, bu şekilde ona alâmet yapılmayan ve yalnızca gerdanlık takılmak­la yetini I endir.

Şöyle de denilmiştir: Aradaki fark şudur: Şeâir, davarlar arasından gönde­rilen develerdir. Hediye kurbanlık ise inek, koyun ve örtü ile hediye olarak gönderilen her şeydir.

Cumhur ise şöyle demektedir: Hediye tabiri kendisiyle Allah’a yaklaşılmak istenen bütün kurbanlık ve sadakalar hakkında umumi bir tabirdir. Hz. Pey-gamber’in şu buyruğu da bu kabildendir:

Cuma günü erken vakitte namaza ge­len, bir deve hediye (kurban) etmiş gibidir… Bir yumurta hediye (kurban.) et­miş gibidir.”[25] böylelikle o, bunlara “hedy” adını vermiş bulunmaktadır. Yu­murtaya da bu adın verilmesinin, bununla sadakayı kastetmiş olması hali dı­şında açıklanacak bir tarafı yoktur. İşte ilim adamları da böyle demiştir: Bir kişi, ben şu elbisemi hediy kıldım diyecek olursa, o elbisesini tasadduk et­mesi gerekir. Şu kadar varki, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdirde deve, inek ve koyun türünden biri hakkında ve bu birinin Hareme götürü­lerek orada kesilmesi anlamında kabul edilir. Bu ise yüce Allah’ın şu buyruk­larında yer alan serî Örften alınmadır: “Eğer ahkonulursanız, o halde kola­yınıza giden kurbandan gönderin.” (el-Bakara, 2/196) Bununla da koyunu kast etmektedir. Bir başka yerde ise: “İçinizden adaletli iki kimsenin hük­mü ile öldürdüğü hayvanın benzeri Kâ’beye ulaştırılacak bir hediye kurba­nı göndermektir.” (el-Mâide, 5/95) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim, hac zamanına kadar umreden faydalanmak isterse, kolayına gelen bir kurban (kesmelidir). “(el-Bakara, 2/196) Bunun asgarisi ise, fukahâya gö­re bir koyundur.

Mâlik der ki: Benim bu elbisem hediye olsun diyecek olursa, onun kıyme­tinde hediyelik bir kurban alır,

*el-Kalâid”e gelince bu, insanların kendilerine bir güvenlik sağlamak üzere takındıkları şeylerdir. O bakımdan bu buyrukta da bir muzafın hazfı sözkonusudur. “Gerdanlıktı olanlara da. ” anlamında olup daha sonra bu nesh olmuştur.

Ibn Abbas der ki: el-Mâide sûresinden nesh edilmiş iki âyet vardır. Bun­lardan birisi gerdanlıkhlara dair ayet-i kerimedir, diğeri ise -ileride geleceği üzere- yüce Allah’ın: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (el-Mâ-ide, 5/49) âyet-i kerimesidir.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah, gerdanlıklılar ile bizzat gerdanlıkların ken­disini kast etmiştir. Bu buyruğu ile O, güvenlik altında olmak amacı ile ger­danlık olarak kullanılması için Haremdeki ağaçların kabuklarım almayı ya­saklamaktadır Bu açıklamayı, Mücahid, Ata ve Mutarrif b. eg-Şıhhîr yapmış­tır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Hediyenin gerçek mahiyeti, karşılığında herhangi bir bedel sözkonusu edil­meksizin verilen her şeydir. Fukalıâ ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Birisi, Al­lah için bir hediye kurbanı göndereceğim diyecek olursa, o kurban bedeli­ni Mekke’ye göndermelidir.

Gerdanlıktılara gelince; gerdanlık, hediyelik kurbanlıkların hörgüçleri ve boyunlarına, bunların Allah için olduklarına dair alâmet olmak üzere asılan ayakkabı veya başka herhangi bir şeydir. Bu, Hz, İbrahim’in bir sünnetidir. Cahİliye döneminde olduğu gibi kalmış, İslâm, da bunu kabul edîp benim­semiştir. İnek ve koyunlardaki sünnet budur. Aişe (r.anha) der ki: Rasûlul-lah (sav) bir seferinde Beytullah’a bir takım koyunları hediye olarak gönder­di ve onlara gerdanlık koydu. Bunu Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[26]

İlim adamlarından Şafiî, Ahmed, îshakf Ebû Sevr ve İbn Habib gibi bir top­luluk bu görüşü kabul etmekle birlikte Mâlik ve rey ashabı bunu kabul et­memişlerdir. Koyunlara gerdanhk takmak hususuna dair bu hadis onlara ulaş­mamış veya ulaşmakla birlikte bu hadisi Hz, Aişe’den yalnızca Esved Cmün-feriden) rivayet ettiğinden dolayı onu red etmiş de olabilirler. Ancak bu ha­dise uygun görüş belirtmek daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

İneklere gelince, şayet bunların sırtlarında hörgücü andıran yükseklikle­ri bulunuyorsa, tıpkı develer gibi bunlara da alâmet yapılır. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Mâlik de bu görüştedir. Şafiî ise; bunlara -mutlak olarak- gerdan­lık takılır ve alâmet yapılır, der. Bu konuda bir fark gözetmemişlerdir.

Said b. Gübeyr der ki: (İneklere) gerdanlık takılır fakat alâmet yapılmaz. Bu görüş daha sahihtir. Çünkü, ineklerin hörgücü olmaz ve bunlar develer­den daha çok koyunlara benzerler. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.[27]

5- İhrama Girmek Niyetiyle Kurbanlıklara Gerdanhk Takmak:

İhram niyetiyle bir davara gerdanlık takıp bunu Harem-i Şerife göndere­nin bu suretle ihrama girmiş olacağını ilim adamları ittifakla kabul etmişler­dir. Çünkü yüce Allah : “Allah’ın şeâlrlne saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanın diye buyurmuş ve ihramdan söz etmemiştir. Ancak, gerdanlık takmaktan söz etmesi dolayısıyla bunun ihrama girmek gibi olduğu anlaşılmaktadır. [28]

6- Hangi Şartlarda Hediyelik Kurban Gönderilirse Gönderen Ikram Sayılır:

Hediyelik kurban göndermekle birlikte, bunları bizzat kendisi gütmeyecek olur ise, ihıamlı olmaz. Çünkü, Hz. Aişe yoluyla gelen hadiste şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav.)’ın gönderdiği hediye kurbanlıkların ger­danlıklarını ellerimle ben büktüm. Daha sonra Peygamber, bu gerdanlıkla­rı kendi elleriyle taktı. Sonra da bunları babamla birlikte gönderdi- Rasûlul­lah (sav)’a hediyelik kurbanlıklar kesilinceye kadar Allah’ın kendisi için helâl kılmış olduğu herhangi bir şey haram olmadı. Bunu Buharî rivayet et­miştir.[29]

Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshak ve ilim adamlarının çoğunluğunun görüşü bu­dur. İbn Abbas’tan ise, bununla ihrama girmiş olur, dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas dedi ki: Bir kimse bir hediye kurbanlık gönderecek olur ise, bu hediye kurbanlık kesilinceye kadar hacceden kimseye (ihram dolayısıyla) ne­ler haram oluyorsa ona da haram olur. Bunu Buharî rivayet etmiştir.[30]

İbn Ömer, Ata, Mücahid ve Said b. Cübeyr’in görüşü budur, el-Hattabi bu­nu rey ashabından da nakletmiştir. Bunlar, Cabir b. Abdullah yoluyla rivayet edilen şu hadisi delil göstermişlerdir. Cabir dedi ki: Peygamber (sav)’ın ya­nında oturuyordum. Üzerindeki gömleğini yakası tarafından yırttıktan son­ra ayaklarından çıkardı. Hazır bulunanlar Peygamber (sav)’a bakınca, Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: “Ben, göndermiş olduğum develerime şu şu yerde ger­danlık takılıp onlara alâmet yapılmasını emrettim. Ve unutarak gömleğimi giy­dim. Bu gömleğimi başımdan çıkarmamalıydım (onun için böyle yaptım).”[31]

Hz. Peygamber develerini göndermiş, kendisi de Medine’de ikâmet etmiş­ti. Bu hadisin senedinde ise Abdurrahman b. Ata b- Ebi Lebibe de vardır ki, zayıf bir ravidir.

Bir koyuna gerdanlık takip kendisi de onunla birlikte yola koyulacak olursa, Küreliler bununla ihrama girmiş olmaz, derler. Çünkü koyuna gerdan­lık takmak sünnet de değildir, şeâirden de değildir. Zira koyuna kurdun sal­dırmasından, bunun sonucunda da -develerden farklı olarak- Hareme vara­mamasından korkulur. Çünkü develer suya varıp su içinceye, ağaçlardan ot-layıncaya ve sonunda Hareme varıncaya kadar terk edilebilirler. Buharînin

Sahih’i nde ise, mü’minlerin annesi Hz. Aİşe’den şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Ben, hediye kurbanlıkların gerdanlıklarını yanımda bulunan boyanmış yünden (ihn) büktüm…[32] İhn, boyanmış yün demektir. Yüce Allah’ın şu buy­ruğu da böyledir: Dağlar da atılmış renkli yün gi­bi olacaktır.” {.el-Karia, 101/5) [33]

7- Hediyelik Kurbanlıklara Dair Bazı Hükümler:

Hediyelik kurbana gerdanlık takılır yahut alâmet yapılırsa, satılması da hi­be edilmesi de caiz değildir. Çünkü o kurbanın Beyt-i Haram’a hediye ola­rak gönderilmesi vacib olmuştur. Eğer bunu gönderen vefat edecek olursa, bu hediyelik kurban ondan miras alınmaz ve hediye olarak tayin ettiği şe­kilde yerine getirilir.

Udlıiye (kurban bayramı günü kesilen kurbanlık) ise böyle değildir. Mâ-lik’e göre böyJe bîr kurbanlık ancak kesim ile vacib olur. Söz ile onu kurban etmeyi kendisine vacip kılmış olması hali ise müstesnadır. Kesimden önce sözlü olarak onu kesmeyi kendisine vacib kılarak: “Ben bu koyunu kurban­lık olarak tayin ediyorum” dese, muayyen olarak onu kurban etmesi gere­kir. Buna göre eğer bu tayin ettiği kurbanlık telef olur (kaybolur) sonra kur­ban kesim günlerinde veya daha sonra onu bulacak olursa, yine onu keser ve o tayin ettiği kurbanlığı satması caiz olmaz.

Şayet ondan başka bir kurbanlık satın almış ise, Ahmed ve İshak’ın görü­şüne göre her ikisini de birlikte keser. Şafiî der ki: Tayin ettiği bu kurban­lık kaybolur veya çalınacak olursa, ayrıca onun yerine birisim bedel olarak kesme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bedelini kesmek vadb olanlar hakkında sözkonusudur.

îbn Abbas’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bu şekilde tayin ettiği kur­banlık kaybolursa, artık onun tayini yerine gelmiş olur. Kurban kesmeden ön­ce kurban bayramı günü vefat eden kimsenin keseceği kurbanbk, hediyelik kurbandan farklı olarak diğer malları gibi ondan miras alınır.

Ahmed ve Ebû Sevr ise: Durum ne olursa olsun böyle bir kurbanlık kesi­lir, demişlerdir. el-Evzaî ise şöyle demektedir: Böyle bir kurbanlık kesilir. An­cak, üzerinde borç bulunup da borcu ancak bu kurbanın bedelinden öde-nebilecekse, o takdirde borcunun ödenmesi için bu kurbanlık satılır. Şayet bu kurbanını kestikten sonra Ölürse, mirasçıları o kurbanı ondan miras ala­mazlar Kendisi hayatta İken böyle bir kurbana uygulayabileceği kurban etin­den yemek ve sadaka gibi şeyleri onlar da yaparlar Fakat, miras olmak üze­re onun etini kendi aralarında pay edemezler. Kesimden önce kurbana isabet eden kusurlar dolayısıyla o kurban sahibinin -yine hedy kurbanından fark­lı olarak- bedelini kesmesi icabeder. Mâlikin görüşlerinden bu sonuçlara va­rılır. Böyle bir durumda hediye kurbanı gönderen kimsenin de onun bede­lini göndereceği söylenmiş ise de birincisi daha doğrudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [34]

8- Beyt-İ Haram Kastedip Gelenler Ve Nüzul Sebebi:

Yüce Allah’ın: buyruğundan kasıt, Beyt-i Haram’ı kastedip gelenlerdir. Arapların kastettim anlamında; şeklindeki sözlerinden alınmıştır. el-A’meş bunu, şeklinde izafet terkibi olarak oku­muştur. Yüce Allah’ın: Avlanmayı helâl saymamak şartıyla buyruğu gibi.

Buyruğun anlamına gelince: Sizler, ibadet ve Allah’a yaklaşmak maksadıy­la Beyti Haramı kasteden kâfirleri engellemeyiniz.-Buna binâen şöyle denil­miştir: Bu âyet-i kerimede yer alan müşriklere dair herhangi bir yasak, ya­hut gerdanlık suretiyle ona dair saygı gösterilmesi gereken şeylere saygı gös­termek veya Beytullah’ı kastetmek ile ilgili yasakların tümü, yüce Allah’ın âye-tü’s-Seyf (.kılıç âyeti) diye bilinen şu buyruğu ile nesh olunmuştur: “Müşrik­leri nerede bulursanız öldürün” (et-Tevbe, 9/5); “Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (et-Tevbe, 9/28) Bu­na göre, hiçbir müşrike haccetme imkânı verilmez. Haram aylarda o güven­lik altında olamaz. îsterse hediye kurbanlığı göndersin, gerdanlık taksın ve haccetmeye kalkışsın. Bu görüş, İbn Abbas’tan rivayet edildiği gibi, ileride de belirtileceği üzere İbn Zeyd’in de görüşüdür.

Bir kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerime muhkemdir Nesh olmuş de­ğildir, müslümanlar hakkındadır. Şanı yüce Allah, müslümanlar arasında kendi Beytini kastedenleri korkutmayı yasaklamaktadır. Bu yasak ise, gerek haram aylarda gerek onların dışında kalan zamanlarda umumidir. Şu kadar var ki, ö£el olarak haram ayları ta’zlm ve faziletlerini vurgulamak için zikret­miştir, Bu görüş ise Atâ’nın görüşüne uygun düşmektedir. Çünkü onun gö­rüşüne göre buyruğun anlamı (yani Allah’ın şeâirine saygısızlık etmeyin buyruğunun anlamı) Allah’ın alâmetlerini helâl kılmayın, demektir. Onun alâmetleri isef emirleri, yasaklan ve insanlara bildirdiği şeyleridir. İşte bun­ları çiğnemeyi (saygısızlık etmeyi.) helâl kılmayın. Bundan dolayı Ebû Mey-sere, bu âyet~i kerime muhkemdir, demiştir. Mücalıid de der ki: Bu âyet-i kerimeden aGerdanİıklüarat)dan başka bir şey nesh olmuş değildir. Kişi, ha­rem bölgesindeki ağaç kabuklarından herhangi bîr şeyi alır, boynuna takar­dı, bundan dolayı da kimse ona yaklaşmazdı. İşte bu hüküm nesh olundu.

îbn Cüreyc ise der ki: Bu âyet-i kerime, hacıların yollarının kesilmesine da­ir bir yasaklama getirmektedir.

îbn Zeyd der ki: Âyet-i kerime, Rasûlullah (sav) henüz Mekke’de iken, Mek­ke fethi yılı nazil olmuştur. Müşriklerden bir gurup gelip hac ve umre yap­mak istediler. Müslümanlar, Ey Allah’ın RasûHi dediier, bunlar müşrik kim­selerdir. Onlara baskın yapmaksızın onları bırakmayacağız. Bunun üzerine Kur’ân’dan: “Beyt-i Haram’ı kastedip gelenlere…” buyruğu nazil oldu.

Yine denildiğine göre bu buyruğun iniş sebebi, -el-Hutam lakabh- Şureyh b. Dubay’a el-Bekrî’nin durumudur. Rasûlullah (sav.) umre yaptığı sırada Ra-sûlullah’ın askerleri onu yakaladı,, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil ol­du. Daha sonra da -az önce belirttiğimiz gibi- bu hüküm nesh oldu, burada sözü geçen el-Hutam, Yemamelilerin İrtidat etmeleri sırasında da hayatta idi ve mürted olarak öldürüldü. Ona dair rivayet edilen haberlerden birisine gö­re o, atlılarını Medine’nin dışında bırakarak Peygamber (sav)’ın yanına ge­lerek dedi ki; Sen insanları neye çağırıyorsun? Hz. Peygamber şöyle buyur­du: “Allah’tan başka ilah olmadığına şahidlik etmeye, namazı kumaya ve ze­kâtı vermeye.ır el-Hutam: Güzel dedi. Şu kadar var ki, benim danıştığım bir takım kumandanlarım vardır. Onlar olmaksızın hiçbir işi kestirip atmıyorum. Belki ben de müslüman olur ve onlan da birlikte getirebilirim. Peygamber (sav) da (onun gelişinden önce) ashabına şöyle demişti: “Yanınıza bir şey­tan dili ile konuşan bir adam girecek.” Daha sonra eİ-Hutam, Hz. Peygam-ber’in yanından çıkıp gidince, yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: ‘Andolsun kî, bir kâfir yüzüyle girdi ve sözünde durmamayı kararlaştıran bir ki­şi olarak arkasını dönüp gitti. Bu adam müslüman bir kimse değildir.” Da­ha sonra Medine dışında otlayan, müslümanlara ait davarların yanından geçti, onları da önlerine katıp götürdü. Müslümanlar, onu takip edip yaka­lamak istedilerse de bunu başaramadılar.[35] O da şu beyitleri söyleyerek yo­luna devam etti:

“Gece onlan İnaafaız bir gudücU ile sarıp sarmaladı

Bu ne bir deve çobam, ne de bir koyun çobanıydı

Kasap tezgâhı üzerinde eti parçalayan kasap da değildi

Uyuyarak geceyi geçirdi onlar. Fakat uyumadı Hind’in oğlu

Fal okları gibi bir delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca

İri bacaklı ve enli ayaklı.”

Peygamber (sav) kaza umresi için Mekke’ye çıktığında, Yemameden ge­len hacıların telbiyelerini işitince şöyle buyurdu: “İşte bu, el-Hutam ve onun arkadaşlarıdır.” Bu sırada da Medine çevresinde otlarken talan ettiği davar­lara, gerdanlık takmış ve Mekke’ye hediye olarak sürmüş idi, Ashab onu ta-kib etmek üzere yola koyulunca, bu âyet-i kerime nazil oldu. Yani, müşrik olsalar dahi, işaretlendirilmiş olan hayvanlara karşı saygısızlık etmeyin. Bu­nu İbn Abbas rivayet etmiştir. [36]

9- Âyet-i Kerimede Nesh Edilen Buyruklar İle Îlgili Görüş Ayrılıkları:

Âyetin muhkem olduğu görüşüne göre yüce Allah’ın: “Allah’ın şeâlrine saygısızlık etmeyin” buyruğu, hac menasikinin tamamlanmasını gerektirir. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demiştir: Kişi hacca başlayıp sonra onu ifsad edecek olur ise, bacan bütün işlerini yapması gerekir. Haccı. ifsad ol­sa dahi bunlardan herhangi bir şeyi terketmesi caiz -değ ildir. Daha sonra ikin­ci yıl o haccım kaza eder.

Ebu’1-Leys es-Semerkandî der ki: Yüce Allah’ın: “Haram olan aya” buy­ruğu, yine yüce Allah’ın: “Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşırlarsa, siz de onlarla topluca savaşın” (et-Tevbe, 9/36) buyruğu ile nesh olmuştur Yü­ce Allah’ın: “Etediye edilen kurbanlıklara ve gerdanbkhlara” buyruğu ise muhkemdir, nesh olmamıştır, Buna göre hediye olarak gönderdiği kurban­lıklara gerdanlık koyan ve bununla ihrama girmeye niyet eden herkes ihra­ma girmiş olur, artık onun ihrama aykırı işleri yapması caiz olmaz. Buna de­lil bu âyet-i kerimedir, O halde bu hükümlerin kimi, kimine atfedilmiş bu­lunmaktadır. Bunların kimi nesh olmuştur, kimi de nesh olmamıştır. [37]

10- Kâfirin Kendi Kanaatine Göre İbadeti:

Yüce Allah’ın; “Rablerinden hem bir lütuf, hem de bir rıza arayarak Bey-t-i Haramı kastedip gelenlere.. buyruğu ile ilgili olarak, müfessirlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Bunun anlamı, ticarette lütuf ve kârı arayarak, bu­nunla birlikte de kendi kanaat ve umutlarına göre Allah’ın rızasını anyarak gelenlere… şeklindedir.

Denildiğine göre, aralarından ticaret kastıyla gelenler olduğu gibi, hacc ile -buna nail olmasa dahi- Allah’ın rızasını arayanları da vardı. Araplar arasın­da ölümden sonra amellerinin karşılığım göreceğine ve öldükten sonra di-riltileceğine inanan kimseler de vardı. Bu gibi kimseler için cehennemde aza­bın bir çeşit hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir.

İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerime, yüce Allah’ın araplann kalplerini ısın­dırması ve onlara karşı nazik davranması kabUindendir. Böylelikle ruhları ra­hatlasın ve insanlar arasına karışabilsinler. Hac mevsimine katılıp Kur’ân’ı din­lesinler, iman kalplerine girsin ve onlar açısından olması gereken şekliyle (iman etmelerinin zaruretini ortaya koyan) deliller ortaya konulsun. Bu âyet-i kerime Mekke’nin feüıi yılı nazil olmuştur. Allah, hicretin dokuzuncu yılından sonra, Hz. Ebû Bekir’in haccedip herkese Berae (et-Tevbe) sûresi açıkça okunup ilan edilmesinden sonra nesh olunmuştur. [38]

11- İhramdan Sonra Avlanmanın Hükmü Ve Aslen Mubah Olan Bir Şeyin Yasaklanmasından Sonraki Durumu:

Yüce Allah’ın: “İhramdan çıktıktan sonra (isterseniz) avlanın1* emri, herkesin icmâı ile mübahhk bildiren bir emirdir. Daha önce ihram sebebiy­le sözkonusu olan yasağı kaldırmaktadır. Bunu> ilim adamlarının birçoğu böy­le nakletmekle birlikte bu sahih değildir. Aksine, yasaklamadan sonra varid olan “yap” emri, aslı üzere rücu ifade eder. Bu, Kadı Ebu’t-Tayyıb ve diğer­lerinin görüşüdür. Çünkü, vücubu gerektiren şey hâlâ olduğu gibi durmak­tadır Bundan önceki yasakhk ise, mani olmaya elverişli değildir. Buna de­lil de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Haram olan aylar çıktı mı, artık o müş­rikleri nerede bulursanız öldürün.” (et-Tevbe, 9/5) İşte buradaki “yap” em­ri vücup ifade eder. Çünkü bununla kastedilen cihaddır. Mâide süresindeki bu buyruktan ve buna benzer: “Artık namaz kılındı mı, yeryüzüne dağdın” (el-Cuma, 62/10) buyruğu ile “İyice temizlendiler mi, o zaman,,, onlara yaklaşın” (el-Bakara, 2/222) buyruklardan, bunların manalarına ve bu hu­susta icmaa bakarak anlaşılan mübahlıktan çıkartılmıştır. Yoksa buradaki emir sigasından alınmış değildir. Doğrusunu en İyi bilen Allah’tır. [39]

12- Kin Ve Adalet:

Yüce Allah’ın: “Sizi Mescld-i Haram’dan alıkoydular dîye, bîf kavme kar­şı beslediğiniz kin, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin” buyruğunda-ki; “Sakın sürüklemesin” buyruğu, sizi buna itmesin, an­lamındadır. Bu açıklama îbn Abbas ve Katade’den nakledilmiştir. Aynı zaman­da el-Kisaî ve Ebu’l-Abbas’ın da görüşü budur. Bu kelime iki mefule teaddi eder, Sana olan kinim beni bu işi yapmaya itti, denir. Ya­ni, beni bunu yapacak noktaya kadar götürdü. Şair de der ki:

“Ebû Uyeyne’yi -andalun- öyle bir yaraladın ki,

Bundan sonra bu, Fezâre’lileri kızıp öfkelenmeye mecbur etti.”

el-Ahfeş der ki: Bu, sizi böyle bir iş yapmak zorunda bırakmasın, anlamın­dadır. Ebû TJbeyde ve el-Ferrâ der ki: “Sakın sizi… sürüklemesin* buyruğu, bir kavme olan kininiz sizi, hakkı aşıp banla gitmeye, adaleti bırakıp da zul-me yönelmeye itmesin, size böyle bir davranış kazandırmasın demektir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Sana emanet bırakana, sen de ema­neti geri ver. Fakat sana hainlik edene sen hainlik etme.”[40]

Buna dair açık­lamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyetin bir benzeri de yü­ce Allah’ın su buyruğudur: “… Onun için size kim saldırırsa, sîz de tıpkı on­ların size saldırdıkları gibi karşılık verin-” (el-Bakara, 2/194) Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden (işaret edilen âyetin tefsirinde geçmiş bu­lunmaktadır). Filan kişi, ehlinin cerimesidir Yani, onlara bu işi kazandırıcıdır, şeklinde de kutlanılır. Buna göre cerime ve cari, kazanan anlamındadır. Filan kişi ciirm etti tabiri de günah kazandı anlamındadır. Şa­irin şu beyiti de buradan gelmektedir;

“Bir dağın tepesinde yiyeceğini kazanmak isteyen (kartal yavrusu) Toparladığı kemiklerinin yağı (mn aktığını) görür.”

İşte binasında aslolan anlam budur. îbn Faris de der ki: Bu, şekillerinde kullanılır. tabiri ise mutlaka ve kaçınılmaz manasınadır. Bu kelimenin aslı ise, kazanmak anlamına gelen (pir)’dendir. Şair der ki;

“Bundan sonra bu Fezarelilere kızıp öfkelenmeyi kazandırdı. Bir diğer şair de şöyle demektedir:

“Ey Ukl’den ve yaptıklarından (cinayetlerinden) diğer kabilelere şikâyet eden; Öldürmelerinden ve sıkıntı ve kederlere boğmalarından ötürü,”

Bir şeyi kesmeyi anlatmak için de denilir. er-Rummanî Ali b. İsa der ki: Asıl olan da budur. Çünkü bu keîime, bir şeyi başkasından kes­mek dolayısı ile bir şeye itmek, mecbur etmek anlamındadır. Kişiyi yalnız­ca kazanmaya ittiği için kazanmak anlamında da kullanılır. Ayrıca hak etmek anlamında da kullanılır Çünkü bu hak sebebiyle onun hakkında bir şey ke­silip tesbît edilir. el-Halil der ki: Şüphe yok ki, onlar için ateş vardır” (en-Nahl( 16/62) buyruğu: Andolsun ki, onlar için azab hak olmuştur, demektir. el-Kisaî der ki: kullanışları aynı anlamda iki kulla­nış olup, ikisi de kazanmak anlamım ifade etmektedir.

İbn Mes’ud, “…sizi… sürüklemesin” anlamındaki buyruğu, “ye” harfini -üstün yerine- ötreli olarak şeklinde okumuştur- Anlamı da yine ay­nı şekilde, size… kazandırmasın, sizi sürüklemesin şeklindedir. Basralılar ise, (hemze’li kullanılışım kabul etmedikleri için) bu kelimenin ötreli okunuşu­nu bilmezler. Onlar sadece şeklinde kullanırlar.

Kin demektir. Bu kelime, “nûn” harfi üstün ve sakin olarak da okunmuştur. Mastar olarak; Adama kin duy­dum, duyanm, şeklinde kullanılır. Bütün bunlar İse, birisine kin duymak, buğz etmek anlamındadır. Yani, onların sizleri ahkoymaları sebebiyle bir kavme karşı duyduğunuz kin, sizi haksızlığa sürüklemesin. Size haksızlık (m güna­hını) kazandırmasın. Maksat, bir kavme kargı duyduğunuz kindir. O bakım­dan mastar, mefule izafe edilmiştir. (Çünkü âyet-i kerimede izafet şeklinde olup, kelime kelime anlamı: Bir kavmin kini… şeklindedir).

İbn Zeyd der ki: Müslümanlar, Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı yıl Bey-tullah’ı ziyaretten alıkonulunca, umre yapmak isteyen bir takım müşrik kim­seler yakınlarından geçti. Bunun üzerine müslümanlar: Bunların benzerleri bizi Beytullah’a gitmekten alıkoydukları gibi, biz de bunları alıkoyalım. Bu­nun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yani siz, bunlara herhangi bir saldırıda bulunmayın ve onlar sizi Mescid-i Ha-ram’dan alıkoydular diye siz de onların benzerlerini, arkadaşlarını alıkoymayın.

Şeklindeki okuyuş, onlar sizi alıkoydukları için… anlamında olup, mefulün leh şeklindedir. Ancak Ebû Amr ve İbn Kesir bunu, şek­linde, hemzeyi esreli olarak (şart cümlesi halinde) okumuşlardır. Ebû TJbeyd’in tercih ettiği kıraat budur.

el-A’meş’den ise; Sizi alıkoyarlarsa…. şeklinde okuduğu riva­yet edilmiştir. İbn Atiyye der ki: buradaki edat, şart edatıdır. Yani, eğer ge­lecekte böyle bir işin benzeri meydana gelirse.,, demek olur. Birinci kıraat ise mana itibariyle daha bir sağlamdır.

en-Nehhâs der ki: Bunun şart cümlesi halindeki okunuşuna gelince, ileri gelen nahiv, hadis ve kıyas alimleri çeşitli sebepler dolayısıyla böyle bir kı­raati uygun görmezler. Bu sebeplerden birisi şudur: Âyet-i kerime Mek­ke’nin fetih yıh olan sekizinci yılda nazil olmuştur. Müşrikler ise, hicretin al­tıncı yılında gerçekleştirilen Hudeybiye barışı yılında müslümanları alıkoy­muşlardı. O halde bu alıkoyma, âyetin inişinden önce olmuştur. Eğer şart eda­tı olarak hemze esreli okunacak olursa, böyle bir alıkoymanın buyruğun nü­zulünden sonra olmasından başka türlü gerçekleşmiş olması düşünülemez. Nitekim: Seninle çarpışacak olursa, filana hiçbir şey verme demek böyledir. Böyle bir şey ancak gelecekte sözkonusu olur. Şayet hemzeyi üstün okuyacak olursak, o takdirde bu geçmiş hakkında sözkonusu olur. Buna göre, kıraatinden başka türlü caiz olmamalıdır. Aynı şekilde eğer bu ha­dis sahih olarak varid olmasaydı bile, yine üstün olarak okunması gerekir­di. Çünkü, yüce Allah’ın: “Allah’ın şeâîrine… saygısızlık etmeyin” buyru­ğu, -âyetin sonuna kadar- Mekke’nin müslumanların elinde bulunduğuna de­lalet etmekte vç onların ancak Beyt-i Haram’a gelenleri alıkoymaya güç ye­tirdikleri bir halde iken böyle bir tutumun kendilerine yasaklandığını orta­ya koymaktadır. İşte bundan dolayı da ‘in üstün okunması icabetmek-tedir. Çünkü bu, geçmiş olan bir durumu anlatmak içindir.

Stei haddi aşmaya” buyruğu nasb mahallindedir. Çünkü bu, me-futün biİı’tîr. Yani, bir kavme karşı duyduğunuz kin, sakın sizleri haddi aş­maya, haksızlık yapmaya itmesin. Ebû Hatim ile Ebû Ubeyd ise Kin kelimesindeki birinci “nûn”un sakin okunmasını kabul etmezler. Çünkü mastar kelimeler böyle bir durumda ancak Iıarekelrolarak gelirler. Ancak di­ğerleri bu konuda onlara muhalefet etmekte ve şöyle demektedir: Bu keli­me mastar değildir. Bilakis Tembel, kızgın kelimelerinin vez­ninde ism-i faildir. [41]

13- Yardımlaşmanın Esası:

Yüce Allah’ın: “İyilik ve takva üzere birbirinizle yardımlasın…” buyru­ğu ile illgili olarak el-Alıfeş der ki: Bu buyrukların sözün baştarafı İle ilgisi yoktur. Bu, bütün insanlara iyilik ve takva üzere yardımlaşmaya dair bir emir­dir. Yani, yüce Allah’ın emrettiği hususlar üzere birbirinize yardımcı olunuz ve birbirinize bunu teşvik edinip bunlar gereğince amei ediniz. Allah’ın ya­sakladıklarından da birbirinizi vazgeçiriniz ve uzak tutunuz. Bu da Peygam­ber (sav)’dan gelen şu rivayete uygun düşmektedir: “Bir hayrı gösteren, onu işleyen kimse gibidir.”[42] Şerri gösteren de onu işleyen gibidir, denilmiştir.

Diğer taraftan şöyle denilmiştir: Birr ve takva aynı anlama gelen iki lafız­dır. Farklı lafızlar ile bu anlamı te’kid etmek ve mübalağa kastıyla tekrarlan­mışlardır. Çünkü herbir “birr (iyilik)” aynı zamanda takvadır, herbir takva da bir birrdir.

İbn Aüyye ise der ki: Ancak bu açıklamada bir dereceye kadar müsama­ha sözkonusudur. Zira, bu iki lafzın delâletinde bilinen şu ki; birr, vacibi ve mendubu da kapsamına almakla birlikte, takva, vacib olan şeylere riayeti ih­tiva eder Bunlardan biri ötekisinin yerine kullanılması, kelimenin anlamla­rını aşmak suretiyle mümkün olur.

el-Maverdi ise der ki: Şanı yüce Allah, iyilik üzere yardımlaşmaya teşvik­te bulunup bunu, kendisine karşı Ukvalı olmakla birlikte zikretmektedir. Çünkü takvada yüce Allah’ın rızası sözkonusudur. Birr (.iyilik) de ise insanların rızası sözkonusudur. Yüce Allah’ın rızası ile insanları hoşnut etmeyi bir ara­da bulunduran kimse ise, tarn anlamı ile mutlu olur, elde ettiği nimet de umu­mi bir nimet olur.

îbn Huveyzîmendad aAkkâm.”mda der ki: İyilik ve takva üzere yardımlaş­mak çeşitli şekillerde olur. Alim olan kimsenin, ilmi ile insanlara yardım edip onlara öğretmesi icabeder. Zengin olan da insanlara malıyla yardımcı olur, Kahraman olan kimse de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Ve rnüslümanlar tek bir el gibi birbirini destekleyen kimseler olmalıdır­lar. “Mü’minlerin kanlan birbirine denktir, Onların en aşağılarda olanları da­hi onların sorumluluklarını yerine getirmeye çalışır, onlar kendilerinin dışın­da kalanlara karşı tek bir el gibidirler.[43] “Haksızlık yapandan yüz çevirmek, ona yardımcı olmayı terk edip içinde bulunduğu durumdan da onu döndür­mek İcabeder.

Daha sonra yüce Allah: “Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yar­dımlaşmayla” diye buyurarak, bize yasaklamada bulunmaktadır. (İsm : günah) işlenen suçlardan dolayı kişiyi bulan hükümdür. “Haddi aşmak : ud-van” ise insanlara zulmetmek demektir. Arkasından yüce Allah genel bir ita-de ile yine takvayı emredip tehditte bulunarak: “Allah’tan korkun, şüphe­siz Allah cezası pek şiddetli olandır” diye buyurmaktadır. [44]

3- Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlananlar, (henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üzere boğula­rak, vurularak, yüksek bir yerden yuvarlanarak, süsülerek (öl­müş olanlar) ve yırtıcı bir hayvan tarafından yenmiş hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazJananlar ve faloklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. Bütün bunlar fisktır. Bugün kâfirler dininizden ümitlerini kestiler. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün si/iu için dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din ola­rak tslâmı beğenip seçtim. Kim son derece aç ve çaresiz kalır da günaha meyletmeksizin (bunlardan) yemeye mecbur kalırsa, şüphesiz Allah mağfiret edendir, merhamet edendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmi altı[45] başlık halinde sunacağız: [46]

  1. El-Bakara 173. Âyetinde Haram Oldukları Belirtilenler:

Yüce Allah’ın: “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan-lar… size haram kılındı” buyruğuna dair açıklamalar daha önce (el-Baka-ra sûresinde 2/173. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [47]

2- Boğularak Öldürülenler:

Yüce Allah’ın: “Boğularak” buyruğu ile boğulmak suretiyle öldürülen hayvan kast edilmektedir. Boğmak ise, ister bir insan tarafından bu iş yapıl­ması suretiyle olsun, isterse de ipine dolandığı yahut iki sopa arasında kal­dığı veya buna benzer bir sebeple aldığı nefesinin engellenmesi, tıkanması-dır. Katade’nin naklettiğine göre, cahiliye dönemi insanları koyun ve başka hayvanları boğularak ölmelerinden sonra da yiyiyorlardı. İbn Abbas da bu­nun benzerini zikretmiştir. [48]

3- Vurularak Öldürülenler:

Yüce Allah’ın; “Vurularak” buyruğuna gelince, şer ölçülere uygun ola­rak kesilmeksizin, ölünceye kadar kendisine bir taş atılan, yahut taş ya da so­pa ile vurulan hayvandır. Bu açıklama şekli İbn Abbas, el-Hasen, Katade, ed-Dahhâk ve es-Süddî’den nakledilmiştir.

Onu şiddetle vurdu, vurur, şiddetlice vurulmuş, tabir­leri buradan gelmektedir. şiddetlice vurmak demektir. ise, dö­vülerek oldukça ağırlaştırılmış, ölüm noktasına getirilmiş kimse demektir. Ka-tade der ki: Cahiliyye dönemi insanı bu işi yapıyor ve böylece öldürdükle­rini de yiyorlardı.

ed-Dahhâk der ki; Cahlliyye dönemi insanları, ilahları adına davarları öl-dürünceye kadar tahta kütüklerle vuruyor ve sonra da onların etlerinden yi­yorlardı. Bunduk yayı[49] ile öldürülenler de bu kabildendir.

el-Ferazdak der kiı

“O, öyle bir devedir ki, kaldırdığı ayağıyla sütten kesilmiş yavruyu

vurup öldürür. Genç develere ise memelerinin ön uçlarmdan süt içirir.”

Müslim’in Sahih’inde Adiy b. Hâtem’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ey Allah’ın Rasulü ben, tüysüz okla ava atış ediyor^e isabet ettiriyorum. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Tüysüz okla atış yapıp da okun avı deîip geçer­se, ondan yiyebilirsin. Eğer enine isabet edecek olursa, ondan yeme.”[50] Bir rivayette de: “Çünkü o, vurularak ölmüş (vakîz) bir hayvandır.”

Ebû Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Bunduk (yuvarlatılmış taş ve benzeri sert cisimler), Vaş ve tüysüz ok ile avlanmak hususunda itim adamları, önceki dö­nemlerde de daha sonraki dönemlerde de farklı görüşlere sahiptirler. İbn Ömer’den gelen rivayete uygun olarak bunun, vurularak Öldürülmüş (vak­îz) olduğu kanaatine sahip olanlar -canlı iken yetişilip kesilenler müstesna-caiz kabul etmezler. Bu, Mâlik’in, Ebû Hanife’nin ve arkadaşlarının es-Sev-rî ve Şafiî’nin de görüşüdür. Bu hususta Şam (Suriye) alimleri onlara muha­lefet etmişlerdir. el-Evzaî tüysüz ok hususunda şöyle demiştir Avı delip ge­çerek öldürülmüş olsun, yahut delip geçmeksizin öldürülmüş olsun o avı yi­yebilirsin. Çünkü, Ebu’d-Derda ile Fedale b. Ubeyd ve Abdullah b. Ömer ile Mekhul, bunda herhangi bir sakınca görmüyorlardı. Ebû Ömer (îbn Abdi’l-Berr) der ki: Evet, el-Evzaî bunu böylece Abdullah b. Ömer’den zikretmiş­tir. Fakat, Abdullah b. Ömer’in bilinen görüşü, Mİlik’in Nafi’den, Nafi’in de İbn Ömer’den naklettiği şekildeki görüştür.

Bu hususta asıl delil ile uygulamaya esas olup kendisine başvuran için de­lil teşkil eden Adiy b. Hatim yoluyla gelen hadis-i şeriftir ki, orada şu ifade­ler de yer almaktadır; “Tüysüz okun eniyle isabet ettiği (ve öldürdüğünü ise yeme. Çünkü o, vurularak öldürülmüştür.”[51]

4- Yüksek Bir Yerden Yuvarlanarak Ölenler:

Yüce Alkilin: “Yüksek bir yerden yuvarlanarak…” anlamına gelen el-mutereddiye, yukardan aşağı doğru yuvarlanarak ölen hayvan demektir Yuvar­landığı yer ister bir dağdan aşağı olsun, ister bir kuyuya ve benzer bir yere düşmek şeklinde olsun, fark etmez.

Bu kelime, helak olmak anlamına gelen’den mütefa’ile veznindedir. İster kendiliğinden düşmüş olsun, ister başkası onu yuvarlamış olsun farket-mez. Ok, ava isabet edip de bu av dağdan yere düşecek olursat bu av yine haram olur, Çünkü o av hayvanının okla değil de yukardan aşağı yuvarlan­mak ve aldığı sadme sonucu ölmüş olması ihtimali vardır. “Eğer sen avını su­da gömülmüş görürsen onu yeme. Çünkü, onu su mu (boğulma sonucu) öl­dürdü, yoksa okun mu onunöİürnüne sebep oldu bilemezsin” hadisi de bu kabildendir. Bunu da Muslini rivayet etmiştir.[52]

Cahiliye dönemi insanları; yüksekçe yerlerden düşüp ölen hayvanları yer ve cahiliye dönemi, ancak hastalık ve buna benzer bilinen bir sebep olmak­sızın ölen hayvanların meyte (leş) olduğuna inanırlardı. Bu gibi sebepler ise onlara göre tıpkı bir kesim gibi idi. Şeriat ise, kesimi ileride açıklanacağı üze­re belli bir niteliğe hasretmiş bulunmaktadır. Bunun dışında kalan bütün şe­killer, meyte (ölü ve leş) olarak değerlendirilmiştir. Bütün bunlar ittifakla ka­bul olunan muhkem hükümlerdendir.

Aynı şekilde süsülerek öldürülen ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçala­nılarak yenilen hayvanların hükmü de böyledir. [53]

5- Süsüterek Öldürülenler:

“Sösülerek” öldürülen hayvan anlamına gelen “en-Natiha” kelimesi, fail vezninde olup meful anlamını vermektedir. Bu da bir başkası tarafından tos-lanarak veya buna benzer bir şekilde vurularak kesilmeden önce Ölen hay­vandır. Bazıları “en-Natîha” kelimesini meful anlamında değil de ismi fail İtoslayan) anlamında almışlardır. Çünkü, kimi zaman iki koyun (koç) birbiriy­le toslaşır ve sonunda ikisi de ölebilir.

Yüce Allah’ın buyruğunda; şeklinde ve fail vezninde, sonunda bu “te”nin gelmemesi gerektiği halde “tenli olarak gelmesine gelince, bilindiği gibi aynı vezinde kullanılan: Kınalanmış bir el ve yağ sürülmüş bir sakal lafızları da aynı vezin olmakla birlikte yuvarlak “tew zik­redilme mistir. Ancak âyet-i kerimenin bu kelimesinde yuvarlak “teinin zik-rediliş sebebi şudur: Bu “te”nin “faîle” vezninin sonundan hazf edilmesi laf-zen söylenmiş bir mevsufa sıfat olması halindedir. O bakımdan; Süsülerek öldürülmüş koyun ve öldürülmüş kadın denilir (ken bu veznin sonunda yer alan “te” harfleri hazf edilmiştir). Eğer mevsuf zikredilmemiş ise “te” harfi zikredilerek: Filan oğullarından olup, öldürülmüş kadım gördüm ve bu koyunlar tarafından süsülerek öldürülmüştür, denilecek olursa, “te” harf» zikredilir. Eğer, “te” harfi zikredilmeksin; Filan oğullarından olup öldürülen kişiyi gördüm denilecek olursa, öldürülenin erkek mi, kadın mı ol­duğu bilinmem

Bununla birlikte Ebû Meysere bu kelimeyi; Toslanarak öldürül­müş (anlamında ve isim meful vezninde) okumuştur. [54]

6-Yırtıcı Hayvanlar Tarafından Yenilmiş Olanlar:

“Yırtıcı bir hayvan tarafından (parçalanarak) yenilmiş (ve ölmüş) hay­vanlar” buyruğu ile yüce Allah, hayvanlar arasından parçalayıcı azı dişi ve tırnağı (pençesi”) olup bunlar tarafından yakalanan (ve parçalanan) hayvan­ları kastetmektedir. Aslan, kaplan, tilki, kurt, sırtlan ve buna benzer bütün bu hayvanlar yırtıcı hayvanlardır.

“Yırtıcı hayvanlar” anlamına gelen; kelimesi dişi ile ısırmak an­lamına gelen; Yden türemiştir. Yine bu kelime, ayıplamak ve onun hak­kında ileri geri konuşmak anlamında da kullanılır.

İlahî buyrukta hazf edilmiş kelimeler de vardır. Anlamı şöyledir: Yani, yır­tıcı hayvanların kendisinden bir bölümünü yedikleri,.. Çünkü, hayvanın ye­diği zaten telef olup gitmiştir Araplar arasından (yırtıcı hayvan anlamına ge­len): adını yalnızca arslan hakkında kullananlar da vardır.

Araplar, yırtıcı bir hayvan bir koyunu yakalayıp, daha sonra bu yırtıcı hay­vandan o koyun kurtulacak olursa, o kovunu alır yerlerdi. Bir bölümünü ye­miş olsa dahi kalanım yerlerdi. Bunu da Katade ve başkaları söylemiştir, el-Hasen ile Ebû Hayve, bu kelimeyi “be” harfini sakin olarak okumuşlardır. Bu da Necid’İÜerin bir söyleyişidir. Hassan (r.a) da Ebû Lebeb’in oğlu Utbe hak­kında şöyle demiştir:

“Bu yıl ailesinin yanına kim dönebilir Çünkü yırtıcı hayvanın yediği geri dönemea.”

İbn Mes’ud âyet-i kerimenin bu bölümünü; şeklinde okuduğu gibi, Abdullah b. Abbas; Yırtıcı hayvardann yedikleri şeklinde oku­muştur. [55]

7- Ölmeden Önce Kesilebilenler:

Yüce Allah’ın: “(Henüz canlı iken yetişip) kestikleriniz hariç olmak üze­re” anlamındaki buyruğu, ilim adamlarının ve fakahânın cumhurunun görü-Şüne göre muttasıl bîr istisna olmak üzere nasb mahallindedir. Bu İstisstâ, sö­zü geçen hayvanlar arasından hayatta iken yetişilip kesilebilen bütün bu anı­lanlara racidir. Bütün bu anılan hayvanlarda, şer’i kesim etkisini gösterir. Çün­kü istisnanın hakkı, daha önce geçen sözlerle alakalı olmasını ve -kabul edil­mesi gerekli bir delil bulunmadıkça- bu istisnanın munkatı’ kabul edilmeme­sini gerektirir.

îbn Uyeyne, Şureyk ve Cerir; er-Rukeyn b. er-Rabiden, o, Ebû Talha el-Esedîden şöyle dediğini rivayet ederler: İbn Abbas’a, bir kurdun saldırısına uğrayıp, kurt tarafından karnı yarılan, bağırsaktan dışarı çıkan, sonra da öl­meden önce yetişip kestiğim koyunun durumu hakkında soru sordum. Ba­na dedi ki: Bu şekilde kestiğin koyunu yiyebilirsin. Ancak, onun dışarı çık­mış bağırsaklarını yeme.

İslıâk b, Ralıaveyh der ki: Koyunda sünnet olan, İbn Abbas’ın belirttiği şe­kildedir. Böyle bir koyunun bağırsakları her ne kadar dışarı çıkmış olsa da­hi, henüz hayattadır. Onun kesim yeri de herhangi bir zarar görmemiştir. Ke­sim esnasında o hayvanın canlı olup olmadığına bakılır. Yoksa, aynı durum­daki bir koyunun yaşayıp yaşamadığına bakılmaz. Hasta olan koyunun da du­rumu böyledir Yine İslıâk der ki: Kim buna muhalefet ederse, ashabın cumhuru İle genel olarak ilim adamlarının uygulamalarına (sünnetine} mu­halefet etmiş olur.

Derim ki: İbn Habib de bu görüştedir. Aynı zamanda bu görüş Maliki mez­hebi alimlerinden de nakledilmiştir İbn Vehb’in görüşü ile Şafiî mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. el-Müzenî der ki: Ben bu hususta Şafiî’nin bir başka görüşünü de biliyorum. Buna göre, eğer eti yenen hayvan, yırtıcı hay­vanın saldırısına, hayatının devam etmesine imkân olmayacak şekilde uğra­yacak veya yuvarlanma sonucu bu hale gelecek olursa, o hayvan yenilmez.

Aynı zamanda bu, Medinelîlerin de görüşüdür. Mâlik’İn meşhur olan gö­rüşü de budur. Abdulvelıhab’ın “et-Thlkîn” adlı eserinde naklettiği görüş bu olduğu gibi, Zeyd b. Sabit’den de rivayet edilmiştir. Zeyd b- Sabit’in bu gö­rüşte olduğunu Mâlik, Muvatta’mda zikretmektedir. Kadı İsmail İle Bağdat­lı Maliki mezhebi alimlerinden bir topluluk da bu görüştedir. Bu görüşe gö­re, âyet-i kerimedeki bu istisna munkatı’dır. Yani, size bu anılan şeyler ha­ram kılınmıştır. Fakat kendi kestikleriniz bundan müstesnadır, size haram ol­mayan da odur.

Jbnü’l-Arabî der ki: Bu hususlarda Mâlik’in görüşleri farklı farklı gelmiş­tir. Ondan sahih bîr şekilde kesilen hayvanlar dışındakilerin yenilmeyeceği­ne dair rivayet geldiği gibi, Muvatta’daki rivayet de şöyledir: Eğer, hayvan nefes alıp vermekte iken ve kıpırdaması esnasında o hayvanı kesecek olursa, o hayvanı yiyebilir. Bizzat kendi eliyle yazıp ömrü boyunca her beldeden in­sanlara karşı okuduğu sahih görüşü de budur. O bakımdan onun bu görüşünün kabul edilmesi, konu ile ilgili nadir rivayetlerden daha önce gelmelidir. Birim ilim adamlarımız» hasta hayvan hakkında mutlak olarak şunu belirtirler; Mezhebin kabul edilen görüşü, böyle bir hayvanın, eğer onda henüz hayat kalıntısı varsa, Ölümü yaklaşmış olsa dahi kesiminin caiz ol­duğudur. Olaya dikkatle ve mantıkî bir şekilde bakılacak olursa, düşünceler her türlü şüpheden kendisini kurtaracak olursa, şunu sormak isteriz. Hastalık dolayısıyla geride kalan bir hayat kalıntısı ile, yırtıcı bir hayvanın saldırısı dolayısıyla kalan hayat kalıntısı arasındaki fark nedir? Bir bilebilsem.

Ebû Ömer de der ki: Hayatta kalması umulmayan hasta hayvan hakkında (fukaha) icmâ ile şunu belirtirler: Böyle bîr hayvanın kesilmesi, eğer kesim esnasında henüz onda hayat varsa ve zikrettikleri şekilde on ayağını, yahut arka ayağını, ya da kuyruğunu hareket ettirmek veya buna benzer bir hareket ile onun hayatta olduğu bilinecek olursa, kesilmesi onun için şer’i bir kesim (tezkiye) dir. Yine icmâ ite şunu kabul etmişlerdir: Böyle bir hay­van» can çekişirken, hiçbir şekilde ön ve arka ayağım hareket ettirmiyor ise, bunun için şer’i kesim sözkomısu değildir. Yüksek yerden düşüp yuvarlanan hayvan ile, âyeti kerimede onunla birlikte zikredilenlerin de kıyasa göre hükümlerinin böyle olması icabeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [56]

8- Ikzkiye (Şefi Kesim)’İn Mahiyeti İle Anne Karnındaki Ceninin Kesimi:

Yüce Allah’ın: “Kestiklerinle” buyruğunda geçen; Kesmek mas­tarı, arapçada boğazlamak, kesmek demektir. Bunu Kutrub söylemiştir, İbn Side de “el-Mukkem” adlı eserinde şöyle demektedir: Araplar “Ceninin kesilmesi, annesinin kesilmesidir” demektedirler. İbn Atiyye ise der ki: Hayır, bu bîr hadistir. ise, hayvanı kesti, boğazladı, anlamın­dadır, Şair’in şu sözleri de bu kabildendir:

“Onları mızraklar ve oklar keser”

Derim ki: İbn Atîyye’nin işaret ettiği hadisi, Dârakutnî, Ebü Said ile Ebû Hureyre’den, Ali ve Abdullah (b. Mes’ud) dan, Peygamber {sav)’dan şöylece rivayet etmektedir “Ceninin kesimi annesinin kesimidir.”[57]

İlim ehlinin büyük bir topluluğu da bu görüştedir. Bundan tek istisna, Ebû Hanife’den gelen şöyle dediğine dair rivayettir: Eğer cenin, annesinin karnın­dan ölü olarak çıkacak olursa onu yemek helâl olmaz. Çünkü bir canın ke­simi, iki can için kesim olmaz.

Ibnü’İ-Munzir ise şöyle demektedir: Peygamber (sav)’ın: “Ceninin kesimi annesinin kesimidir” buyruğunda ceninin anneden ayrı olduğunun bir delili vardır. O, (Ebû Hanife) ise şöyle der; Hamile olan bir cariye azad edilecek olursa, ceninin azadı annesinin azadı ile gerçekleşir. Bu ise, ceninin kesiminin annesinin kesimi ile gerçekleşmiş olmasını kabul etmesini gerektirmektedir. Çünkü, tek bir kişinin azadının, iki kişinin azadı demek olmasını uygun gör­düğüne göre, tek bir canın kesiminin de iki canın kesimi için sözkonusu ol­ması caiz olur. Üstelik Peygamber (‘sav)’dan gelen haber ile, ashabından ge­len rivayetler ve insanların büyük çoğunluğunun kabul ettikleri görüş, bu konuda söz söyleyen kimselerin sözüne ihtiyaç bırakmamaktadır. İlim adanı­lan itinâ ile şunu kabul etmektedirler: Cenin, annesinin karnından canlı olarak çıkacak olursa, annesinin kesimi cenin İçin kesim olmaz. Şu kadar var ki, kar­nında cenin bulunan annenin tezkiye edilmesi halinde farklı görüşleri var­dır. Mâlik ve bütün arkadaşları der ki: O ceninin kesimi, eğer hilkati tamam­lanmış ve tüyleri bitmiş ise, annesinin kesimi île gerçekleşir. Bu da ceninin Ölü olarak çıkması yahutta hayattan eser taşıyarak çıkması halinde böy­ledir. Şu kadar var ki, hareket eder halde annesinin karnından çıkması halinde kesilmesi de müstehabtır. Şayet yetişip kesemezlerse yine yenilir. İb-nü’l-Kasım der ki: Bir koyunu kurban ettim. Onu kesince, bu sefer yavrusu annesinin karnında hareket etmeye başladı. Bu yavrusu annesinin karnında ölünceye kadar o koyunu bırakmalarını emrettim. Daha sonra da onlara, em­redip koyunun karnını yardılar, yavruyu karnından çıkarttılar ve onu da kes­tim, onun da kanı aktı. Çocuklarıma onu közde pişirmelerini söyledim,

Abdullah b. Kâ’b b. Mâlik de der ki: Rasûlullah (savYın ashabı derlerdi ki: Ceninin tüyleri bitmiş İse, onun kesimi annesinin kesimidir.

İbnü’l-Munzir der ki: Ceninin kesimi annesinin kesimidir deyip de tüyünün bitip bitmediğinden söz etmeyenlerden birisi de Ali b. Ebi Taİib (r.a) ile Said b. el-Müseyyeb, Şafiî, Ahmed ve İshak’tır. Kadı Ebu’i-Velid el-Bâci der ki: Pey­gamber (sav)’dan şöyle dediği rivayet edilmiştin “Ceninin kesimi, annesinin kesimidir. Tüyleri bitmiş olsun veya bitmemiş olsun”[58] Şu kadar var ki bu, zayıf bir hadistir. Mâlikin mezhebi, konu ile ilgili görüşlerin sahih olanıdır. İslam diyarının çeşitli bölgelerindeki Fukahâ genel olarak bu görüştedir. [59]

9- Tezkiye”nin Kelime Anlamları:

Yüce Allah’ın: “Kestikleriniz… ” anlamındaki kelimenin mastarını teşkil eden,’in sözlükteki asıl anlamı, tamam olmak demektir. Yaşın tamam olması anlamında da kullanılır. ise, atın bütün dişlerinin çıkıp tamamlanması üzerinden bir sene geçmesi anlamındadır Bu da atın gücü­nün kemal noktasına varmasını ifade eder. Bu fiilin mazi ve muzari şekille­ri, şeklinde gelir. Araplar; Dişleri tamamlanmış ve bunun üzerinden bir yıl geçmiş atların koşusu, yarış koşusudur, tabirini kullanırlar. “Zekâ” kalbin (kavrayışın) keskinliğini ifade der. Şair der ki:

“Ona karşı (düşmanlıkla) birleştikleri vakit onu üstün kılan Onun yaşının tamamlanmış olması (olgunluğu) ve zekâsıdır.”

Zekâ, kavrayış hızı demektir. Bunun fiilleri ise şeklinde, masta­rı da-, diye gelir. ise, ateşin alevinin kendisiyle artıp beslendiği şey demektir. Savaşı ve ateşi kızıştırdım anlamında da: tabir­leri kullanılır. Güneşin bir ismi de’dır. Çünkü, güneş de ateş gibi ya­kıcı bir parlaklığa sahiptir. Sabah da güneşin ışıkları dolayısıyla aydınlandı­ğı için, diye anılır.

Buna göre Kestikleriniz”in anlamı, tam anlamıyla kesimine yeti­şebildiğiniz, kesimini gerçekleştirebildiğiniz demektir. Bu tabirin boğazla­nan hayvan için kullanılması ise, hoş kokulu olmak, iyi ve güzel olmak, lez­zetli olmak anlamlarından alınmadır. Mesela, Hoş koku tabiri kullanılır. Hayvanın da kanı akıtılması suretiyle hoş ve temte kılınmış olur. Çünkü, bunun sonucunda çabucak kurutulabihr. Muhammed b. Ali tr.anhu-ma) yoluyla gelen rivayette ise: Yerin temizlenmesi onun ku-rumasıdır” dediği nakledilmektedir. Bununla, yerin necasetten temizlenme­sini kastetmektedir. O halde hayvanın kesimi onun için bir temizlemedir. Ve onun, yenilmesinin mubah kılınması için bir yoldur. (Muhammed b, Ali) necislikten sonra yerin kurumasını, yerin temizlenmesi olarak ve orada namaz kılınmasının mubah olması olarak değerlendirmiş ve bu şekildeki temizlen­meyi de hayvanın boğazlanmak suretiyle temizlenmesi ayarında kabul etmiş­tir. Bu, (yerin bu şekilde temizleneceği) Iraklı alimlerin de görüşüdür.

Bu husus, bu şekilde olduğuna göre, şunu da bil ki tezkiye, şer’î bir terim olarak kanın akıtılması ve kesilen hayvanlarda şah damarlarının kopartılma­sı, boğazlanmak suretiyle kesilen hayvanlarda boğazlanmaları (boğazının ke­silmesi) buna güç yetirilemeyenler için de herhangi bir şekilde kanının aksilmesi) buna güç yetirilemeyenjer için de herhangi bir şekilde kanının ak­masını sağlayacak şekilde yaralanmaları (el-Akr) demektir. Bununla beraber, bunun Allah İçin yapılması niyetinin ve Allah adının da anılması gerekir. İle­ride açıklanacağı üzere. [60]

10- Tezkiye (Kesim)’in Yapılacağı Âletler:

İlim adamları, hangi âlet ile tezkiyenin gerçekleşeceği hususunda farklı gö­rüşlere sahiptirler, İlim adamlarının çoğunluğunun (cumhurun) kabul ettiği görüşe göre, konu ile ilgili mutevatiren gelen rivayetlere ve değişik bölge­lerin fukahasımn görüşlerine göre, diş ve kemik dışında şah damarları ko­partıp kar» akıtan herbir şey şer’i kesim aracıdır. Kesim aracı olarak yasak kı­lınan diş ile tırnak, yerlerinden kopartılmamış olanlardır. Çünkü, bunlarla ke­sim yapılacak olursa, o, kesim değil boğmak ofur.

İbn Abbas da: İşte boğmak budur, diyerek bu kanaatte olduğunu belirt­miştir. Yerlerinden kopartılmış diş ve tırnak ise, şah damarları kopartıyor ise, lukahaya göre bunlarla kesim caiz olur

Bazıları da durum ne olursa olsun, ister yerlerinden kopartılmış ister ko­partılmamış olsun diş, tırnak ve kemik île kesimi mekruh görmüşlerdir. Bu­nu mekruh görenler arasında İbrahim, el-Hasen ve el-Leys b. Sa’d da vardır. Bu görüş, Safirden de rivayet edilmiştir. Bunların delili ise, Rafı’ b. Hadîc yo­luyla gelen hadisi şerifin zahirinin ifadesidir. Rafi1 b. Hadîc dedi ki: Ey Al­lah’ın Rasûlü, yarın bizler düşmanla karşılaşacağız. Beraberimizde İse bıçak yoktur. -Bir rivayette: – Peki, kamış (ve benzeri ağaç) kabuklarıyla kesebilir miyiz?”[61]

Malik’in Muvatta’ında Nafi’den, o, Ensar’dan bir adamdan, o da Muaz b. Sa’d’dan veya Sa’d b. Muaz’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kâ’b b. Ma-lik’e ait bir cariye, Sevr tepesinde Kâ’b’a ait koyunları güdüyordu. Koyunlar­dan birisi rahatsızlanınca yetişip onu bir taş ile kesti. Rasûlullah (savVa bu hususta soru sorulunca şöyle buyurdu: ‘Onda bir mahzur yoktur, onu yiye­bilirsiniz.”[62]

Ebu Davud’un Mu san nef in de de (Sünen’inde) şöyle denilmektedir: Mer-ve (mermer gibi beyaz ve ucu keskinleş tiril ip sivri İLe bilen bir taş çeşidi) ile asalarımızdan yardığımız parçalarla keselim mi? Hz. Peygamber şöyle buyur­du: “Elini çabuk tut ve kes. Kam akıtan (bir şey ile kesilip) üzerinde de Al­lah’ın adı anılanı ye. Diş ile tırnak müstesna. Şimdi ben sana bunları anlatayım. Diş, bir kemiktir. Tırnak ise Habeşlilerin bıçağıdır. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir.[63]

Said b. el-Müseyyeb’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kamış (ve benzeri sair ağaç) kabuğu, sopa kabuğu, ince ve keskin taşlar ile kesilenler helal ve temizdir.

Kamış (ve benzeri ağaç) kabuğu ile hem küçük baş hayvanlar kesilebilir, hem de deve boğazlanabilir. Sopa kabukları ile küçükbaş hayvanları kesile­bilir. Çünkü bu kabukların oldukça ince bir tarafı vardır İnce ve keskin taş­lar ile de küçükbaş hayvanları kesebilmekle birlikte deve türü hayvanların bo­ğazlanmasına imkân yoktur. Şu kadar var ki, develere konulan hurçlara ge­çirilen kenarları sivri tahta parçalan ile deve türü hayvanlar boğazlanabilir. Çün­kü bu harbe ve benzerleri gibidir. Ancak bunlarla kesim mümkün olmaz. [64]

11- Kesimin Keyfiyeti:

İmam Mâlik ve bir topluluk der ki: Kesim, ancak boğazın, sağ ve solun­daki şah damarların kesimi île sahih olabilir.

Şafiî ise der ki: Boğazın ve yemek borusunun koparılması ile kesim sahih olur. Ayrıca şah damarların kopartılmasına gerek yoktur. Çünkü yiyecek ve içecekler bunlardan geçer. Bunlar kesildi mi de hayatta kalmak mümkün ol­maz. Ölümden maksat da budur.

Mâlik ve diğerleri ise, ölümde etin de temizlenmesini sağlayacak şekli na­zarı itibara almışlardır. Böyle bir kesimle lıetal olan -ki o da ettir- damarla­rın kopartılmasıyla çıkan haram olan şeyden – ki kandır- ayrılmaktadır. Ebü Hanife’nin görüşü de budur. Rafi’ b. Hadîc yoluyla gelen hadisteki: “Kanı aks­tan” İfadesi de buna delalet etmektedir.

Bağdatlılar (Bağdatlı Mâliki mezhebi alimleri), Mâlik’ten dört şeyin kesi­minin şart olduğunu söylediğini nakletmektedirler: Boğaz, sağ ve soldaki iki damar ile yemek borusu. Bu, Ebu Sevr’in de görüşüdür. (Mâlik’in) meşhur olan görüşü ise, daha önce geçen görüştür, aynı zamanda o, el-Leysln de gö­rüşüdür

Diğer taraftan mezhebimizin alimlerinin iki damardan birisi ile boğazın ke­silmesi halinde, bunun şer’î bir kesim olup olmadığı hususunda iki farklı gö­rüşleri vardır. [65]

  1. Boyun Bölgesinde Kesimin Yeri:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer kesim, boğazda ve gırt­lağın altında yapılmış ise, kesim tamamlanmış olur. Fakat, kesim gırtlağın üst tarafında yapılır ve gırtlak beden tarafında kalacak olursa bu, şer’î bir kesim olur mu, olmaz mı hususunda farklı iki görüş vardır;

Mâlik’ten bunun yenilmeyeceğine dair rivayet gelmiştir. Aynı şekilde hay­vanı boynun arka tarafından kesip, kesilmesi gereken yerleri de tamamlayıp, kam akıtarak gırtlağım ve iki daman kesecek olsa dahi yine yenilmez.

Şafiî: Yenilir, demektedir.[66] Çünkü maksat hasıl olmuştur. (Mâlik’in.) bu görüşü de belli bir asla dayanmaktadır. O da şudur: Şer’i kesimden kasıt, her ne kadar kanın akıtılması ise de onda bir çeşit teabbüd vardır. Hz. Peygam­ber, (küçükbaşların) boğazlarını kesmişs deve ve benzerlerini de göğsün üs­tünde, boyun kısmından boğazlamış ve: “Şer’î kesim ancak (deve dışındaki küçükbaşlarda) boğazda ve (devede) ise, göğsün üstünde boyun bölgesin­de yapılır”[67] diye buyurarak kesimin yerini açıklayıp nerede yapılacağını ta­yin etmiş, bunun faydasını beyan etmek üzere de; “Kam akıtan (şey) ile ke­silip üzerinde de Allah’ın adı anılarak kesilenden ye” diye buyurmuştur.[68]

Bu husus ihmal edilecek olursa, niyet de olmazsa, herhangi bir şart ve özel bir niteliğe de riayet edilmezse, bu kesim işinden teabbüd payı ortadan kalk­mış olur, bundan dolayı da böyle bir hayvanın eti yenilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [69]

13- Kesim Kaç Defada Tamamlanmalıdır:

Kesimi tamamlamadan önce, elini kaldırsa ve derhal yine kesime devam edip kesimi tamamlayan kimse hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Bunun yeterli olduğu söylendiği gibi, yeterli olmadığı da söylenmiştin An­cak birincisi daha sahihtir. Çünkü o, önce hayvanı yaralamış, sonra da he­nüz hayatta iken onu şer’î usule göre kesmiş olur. [70]

14- Kesicinin Nitelikleri:

Halinden razı olunanlar dışındakilerin kesim yapmamaları müstehabtır. Bu­nunla birlikte, müslüman veya kitap ehlinden otmak şartıyla kesmeye gücü yetip, bunu sünnete uygun veçhile gerçekleştirebilen, baliğ olsun olmasın, erkek veya dişi herkesin kesimi caizdir. Müslümanm kesimi, kitap ehline men­sup kişinin kesiminden daha faziletlidir. Ancak, nüsûk (ibadet için kesilen kurbanlık ve benzeri) ise, sadece müslüman kesebilir. Nüsûk olan bîr hay­vanı (kurbanlığı), kitap ehlinden birisinin kesmesi hususunda Farklı görüş­ler vardır. Mezheb (imiz) den anlaşılana göre bu, caiz değildir. Fakat, Eşheb bunu caiz kabul etmektedir. [71]

15- Yabanileşen Evcil Hayvanların Kesimi:

Aslen evcil olup da yabanileşen bir hayvanın kesimi, ancak evcil hayvan gibi kesilirse caiz olur. Bu, İmam Mâlik’in, mezhebine mensup fukahânın, Rabia ve el-Leys b. Sa’d’ın görüşüne göre böyledir.

Kuyuya düşen bir hayvanın durumu da budur. Ancak boğazında veya göğ­sünden yukarı boğazlama yerinde kesim sünnetine uygun olarak kesilirse ye­nilmesi helal olur.

Bu iki meselede, Medineli kimi ilim adamı ile bunların dışında kalanlar mu­halefet etmişlerdir. Ancak, konu ile ilgili olarak Rafi’ b. Hadîc’in hadisi var­dır ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır Hz. Peygamber’in: “Tırnak da Ha-beşlilerin bıçağıdır” diye buyurduktan sonra hadisin devamı şöyledir: Biz, bas­kın sonucu bir takım deve ve koyunları ele geçirdik. Onlardan bir deve ka­çıp kurtuldu. Adamın birisi de ona bir ok attı ve onun kaçışını önledi, “Rasû-lullah (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz bu develerin, tıpkı yabani hayvanlar gibi yabanileşmeleri ve ürküp kaçışmaları vardır. Bunlardan herhangi birisi eğer elinizden kurtulacak olursa, ona böylece yapınız. -Bir rivayette de:- Onu yiyiniz” diye buyurmuştur. [72]

Ebu Hanife ve Şafiî de bu görüştedir. Şafiî der ki: Peygamber (sav)1 in böy­le bir davranışı tavsiye etmesi, bunun bir kesim olduğunun delilidir. Şaftı ay­rıca, Ebu Dâvud ile Tirmizî’nin Ebu’l-Uşera’dan, Onun, babasından yaptığı

şu rivayeti de delil göstermektedir. Babası dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, kesim ancak boğaz ve göğsün üstünde ve boyun bölgesinde olur değil mi? diye sor­du, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sen, o hayvanın baldırında dahi yara aça­cak olursan, bu bile sana yeter” Yezid b. Harun dedi ki: Bu hadis sahih bir hadistir. Ahmed b. Hanbel’i bile hayrete düşürmüş ve o bunu Ebu Dâ-vud’dan rivayet etmiş, huzuruna giren hadis hafızlarına da bunu yazmasını işaret etmiştir. Ebu Dâvud der ki: Böyle bir şey ancak, yukarıdan aşağıya dü­şen ile> ürküp kaçan (yabanileşen) hayvan hakkında uygundur.[73]

İbn Habib ise bu hadisi, aşağıya doğru düşüp yuvarlanan ve ancak kesim yeri dışında ona yaralayıcı darbe vurulmak suretiyle kesilebilen hayvanlar hak­kındadır, diye yorumlamıştır. Bu ise, Mâlik’ten ve arkadaşlarından tek başı­na naklettiği bir görüştür.

Ebu Ömer der ki: Şafiî’nin görüşü ilim ehlinin abasında daha bir yaygın ve güçlüdür. Yabani hayvan ne şekilde yenilebilir hale geliyor ise, böyle bir hay­vanın da o şekilde yenilebileceğini belirtmiştir. Buna gerekçe ise, Rafı1 b. Ha-dîc’in rivayet ettiği hadistir. Aynı zamanda buf İbn Abbas ve İbn Mes’ud’un da görüşüdür. Kıyas bakımından {bu görüşün doğruluğuna) gelince: Yaba­ni hayvana güç yetirilecek olursa, o da ancak evcil hayvanın helâl olabile­ceği şekilde kesilmesi halinde helâl olur. Çünkü bu yabani hayvan, (.evcil hay­vanın kesimi gibi”) kesilebilecek hale gelmiştir. Buna göre kıyasen, evcil bîr hayvan yabanileşecek, yahut kendisim koruma ve kollama bakımından ya-banileşmiş gibi bir hale gelecek olur ise, yabani hayvanın helâl olduğu ke­sim şekli ile helâl olması gerekir.[74]

Derim ki: İlim adamlarımız, Raf i’ b, Hadic’in hadisi ile ilgili olarak şu söz­leriyle cevap vermektedirler: Peygamber (sav)’ın böyle bir fiile müsaade et­mesi, onun hayvanın kaçışını önlemesiyle ilgilidir. Onun kesim şekliyle ilgi­li değildir. Hadisin muktezası da budur, zahiri de bunu ifade eder. Çünkü ha­diste: “Böylece onun kaçışını önledi” denilmekte, okun o hayvanı öldürdü­ğü ifade edilmemektedir. Aynı şekilde, bu gibi hayvanlara çoğu hallerde şer’î usule uygun olarak kesime güç yetirilebilir. Dolayısıyla bunların nadir ola­nına riayet edilmez. Bu gibi şeyler av hususunda geçerlidir. Hadis-i şerifte­ki ifade, atılan okun o hayvanın kaçışını önlediği açıkça ifade edilmiştir. Bu hayvan, engellendikten sonra artık sert usule göre kesilebilir hale gelmiş olur. Dolayısıyla ancak, kesim ya da boğazlama ile helâl olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Ebu’l-Uşerâ yoluyla gelen hadise gelince, Tirmizî onun hak­kında şöyle demiştir: Bu, garip bir hadîstir. Biz bunu ancak Hammad b. Seleme yoluyla biliyoruz. Ebu’l-Uşerâ’mn babası yoluyla bundan başka rivayet ettiği bir hadisini de bilmiyoruz Ebu’l-Uşerâ’nın adının ne olduğu hususun­da (ilim adamları) ihtilaf etmişlerdir. Kimisi adının Usame b, Kıhtım’dır der­ken, kimisi de adı, Yesar b. Berz -Belz de denilir- olduğunu söylemektedir. Başkaları da adının Utarid olduğu ve dedesine nisbet edildiğim söylemişler­dir.[75]

O halde bu, senedinde meçhul bir ravî bulunan bir hadistir ve bu hadis delil olmaya elverişli değildir, Yezİd b. Harun’un dediği gibi, hadisin sahih olduğu kabul edilse dahi yine bu hadiste delil olacak bir taraf yoktur. Çün­kü hadisin muktezasi, kesime güç yetirilen ve yetirilmeyen hayvanların tü­mü hakkında ve hangi organda olursa olsun şer’î kesimin caiz olmasını ge­rektirmektedir. Bu hadisin, kesime güç yetirilenler ile ilgili olduğunu kimse söyleyemez. Hadisin zahiri kati olarak murad edilmiş-değildir. Ebu Dâvud ile İbn Habib’in bunu te’villeri ise ittifakla kabul edilmiş değildir. O halde bu ha­diste delil olacak bir taraf yoktur Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Ebu Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Malik’in delili de şudur: Fukaha icma ile şunu kabul eden Eğer, evcil olan bir hayvan kaçıp ürkmüyoı ise ancak, kesimine güç yetirilebilen gibi kesilmelidir. Bundan sonra ise (ilim adamla­rı) ihtilaf etmişlerdir. O halde onlar ittifak etmedikleri sürece bu hayvanın ke­simi de asıl kesimi neyse Öyle olur. Ancak bu hususta delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü, ilim adamları, kesimine güç yetirilenin durumu hakkında ic­ma etmiglerdir. Burada mevzubahis olan ise, kesimine güç yetirilemeyen (ür­küp kaçmış, yaban i leş miş) hayvandır. [76]

16- Kesilecek Hayvana Güzel Davranmak:

Peygamber (sav)’ın şu buyruğu, konunun tamamlayıcı bir unsurudur: “Muhakkak Allah, ihsanı (iyilik ve güzelliği) herşeye yazmıştır. O bakımdan, öldürdüğünüz zaman öldürmenizi güze Ueş tir iniz. Kestiğiniz zaman kesimi­nizi güzelleştiriniz. Sizden (kesim yapacak) herhangi bir kimse bıçağını iyi­ce bilesin ve keseceği hayvanı rahatlatsın.” Bu hadîsi Müslim, Şeddad b. Evs’den rivayet etmiştir Şeddad dedi ki: İki husus vardır ki, ben bunları Ra-sûlullah (sav)’dan belledim. Rasûlullah şöyle buyurdu: Muhakkak Allah, ih­sanı her şeye yazdı…” deyip hadisi zikretti. [77]

İlim adamlarımız der ki: Dört ayaklı davarları kesimde ihsan, onlara gü­zel ve yumuşak davranmaktır. Hayvanı şiddetle yere yıkmamalıdır. Bir yer­den bîr yere çekerek sürüklememelidir. Bıçağını bilemeli ve Allah’a yakın­laşmak ile Allah’ın adıyla onu mubah kılmak niyetini taşımalı, hayvanı kıb­leye döndürmeli ve işini çabucak bitirmeli, iki şalı damarını ve gırtlağını kes-meli, hayvanı rahatlatıp soğuyuncaya kadar terk etmeli. Allah’ın bu lütfunu itiraf edip bu nimetine şükretmelidir. Allah dilemiş olsaydı emrimize verdi­ği bu hayvanlan bize musallat kılabileceğini, yine bize mubah kıldığı bu hay­vanları dilemiş olsaydı bunları bize haram kılabileceğini düşünerek Onun lüt­funu itiraf edip nimetine şükretmelidir. Rabia dedi ki: Yine bir hayvanı, bir diğerinin gözü Önünde kesmemek de kesimi güzel yapmanın kapsamına gi­rer. Mâlik’den bunun caiz olduğu nakledilmiş ise de birincisi daha uygundur.

Öldürmenin güzel yapılmasına gelince; bu, gerek hayvan kesiminde, ge­rek kısasta, gerek hadlerin uygulanmasında ve gerekse diğer hallerde. Hep­sinde umumi bir buyruktur. Ebu Dâvud, İbn Abbas ile Ebu Hureyre’den şöy­le dediklerini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) şeytan kesimini, yasakla­dı. İbn İsa hadisinde şunu da eklemektedir: “Şeytan kesimit boğazlanırken derisi kesilip şah damarları koparılmaksızın ölünceye kadar böylece terk edi­lendir.[78]

17- Dikili Taşlar Üzerinde Kesilenler:

Yüce Allah’ın: “Dikili taşlar üzerinde (onlar adına) boğazlananlar…” buy­ruğu ile îgili olarak İbn Faris şöyle demektedir: af… Dikili taşlar,” di­kine kondurulup, kendisine ibadet olunan ve kesilen hayvanların kanlarının üzerine boşaltıldığı bir taştır.

Buna aynı zamanda da denilir ise, kuyunun ağzı etrafın­da destek olmak üzere dikilen taşlardır. Yukarı doğru yükselen toz bulutu­na da denilir. ‘ın (dikili taşlar anlamında) çoğul olduğu, tekilinin ise şeklinde olduğu ve bu bakımdan Eşek, eşekler kelimesine benzediği de söylenmiştir. Bununla birlikte âyet-i kerime­de geçen şeklinin tekil olup, çoğulunun ise şeklinde geldiği de söylenmiştir. Bu dikili taşlar üçyüz altmış tane idî.

Bu kelimeyi Talha, “sad” harfini sakin olarak; diye okumuştur. İbn Ömer’den ise bu kelimeyi, “nun” harfini üstün, “sad* harfini de sakin olarak; diye okuduğu da rivayet edilmiştir. el-Cahderî ise bu kelimeyi isim şeklinde Dağ ve deve kelimeleri gibi tekil bir isim olarak okumuştur. Çoğulu ise şeklinde; Develer, dağlar şeklin­de gelir.

Mücahid der ki: Dikili taşlar, Mekke etrafında üzerlerinde hayvan kestik­leri taşlardı, İbn Cüreyc der ki: Araplar Mekke’de davarlarını keser “ve kan­larını evin ön tarafına doğru sıçratırlar di. Eti parçalar ve bu taşlar üzerine bı­rakırlardı. İslam gelince müslümanlar Peygamber (sav)’a şöyle dediler: Bu gi­bi davranışlarla Beyti ta’zim etmeye biz daha bir layıkız. Peygamber (sav) bu­nu sanki mekruh görmedi. Bunun üzerine yüce Allah da: “Onların (kurban ların) etleri ve kanlan Allah’a ulaşmaz…” (el-Hac, 22/37) buyruğunu indir­diği gibi: “Dikili taşlar üzerinde boğazlananlar…” buyruğu da na2il oldu. Yani: Eğer bunlarda niyyet, o dikili taşlan ta’zim ise… Yoksa o taşlar üzerin­de kesmek caiz değildir, anlamında değildir. el-A’şâ der ki:

“Sakin aen o dikili taştan olana asla ibadet ötme!

Afiyette olmak için sen yalnız Rabbin olan Allah’a ibadet et.”

Âyet-i kerimedeki Üzerinde edatının “lâm” anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Yani, dikili taşlar için boğazlananlar… anlamında olur. Kutrub de­di ki: İbn Zeyd dedi ki: Dikili taşlar üzerine kesilenler ile Allah’tan başkası­nın adı anılarak kesilenler aynı şeylerdir. İbn Atiyye der ki: Dikili taşlar üze­rinde kesilenler, Allah’tan başkasının adı anılarak kesilenlerin bir bölümüdür. Fakat, Allah’tan başkasının adına kesilenler, tür olarak zikredildikten sonra özellikle bunların anılması ise, bu işin şöhret bulmuş olması, kesildikleri ye­rin şerefi ve insanların böyle bir işi ta”zim etmeleridir. [79]

18- Fal Okları Ve Onun Hükmündeki Sair Davranışlar:

Yüce Allah’ın: “Fal o ki arıyla kısmet aramanız…” buyruğu da kendisin­den önceki buyruklara atfedilmiştir, ref mahallindedir. Yani, size bu şe­kilde kısmet aramanız da haram kılınmıştır.

Fal okları (el-Eziâm) denilen şeyler ise, kumar için kullanılan Özel oklar­dır. Bunun tekili (pJjj pAi) şeklinde gelir. Şair der ki:

“Fal okları gibi bir delikanlı onların sıkıntılarını çekti gece boyunca.”

Bir diğeri de bunu çoğul olarak kullanarak şöyle demiştir;

“Eğer Cezimeliler ileri gelenlerini öldürecek olursa Onların kadınları fal oklarını vururlar (çekerler).”

Muhammed b. Cerir’in naklettiğine göre, İbn Veki’ kendilerine babasından, o, Şureyk’ten, o, Ebu Husayn’den o, Said b. Cübeyrden naklederek dedi ki: Fal okları (el-Ezlam), açtıkları beyaz çakıl taşlan idi. Muhammed b. Cerir de­di kî: Bize Süfyan b. Veki’ dedi ki: Bunlar satranç diye bilinen taşlardır.

Lebid’in:

“Ayakları toprak üzerinden kayardı.”

Şeklindeki ifadelerine gelince; bu şiiri açıklayanlar der ki: Lebid burada, ezlâm ite yaban öküzünün tırnaklarını kastetmektedir.

Arapların Ezlâm’ı ise üç türlü idi:

Bunlardan bir tür, herkesin kendisi adına edindiği üç oktu. Bunlardan bi­rincisinin üzeride yap, ikincisinin üzerinde yapma yazılı idL Üçüncüsünde ise hiçbir yazı yoktu, O bu oklarını beraberinde taşıdığı bir torbaya koyar­dı, Herhangi bir işi yapmak istedi mi, elini torbaya daldırır -ki, oklar birbi­rine benzerlerdi- bu oklardan birisi çıktı mır çıkan oka göre o işi yapar ve­ya yapmazdı. Şayet üzerinde hiçbir yazı bulunmayan oku çekecek olursa, tek­rar okunu çekerdi. İşte Peygamber (sav) ile Hz, Ebu Bekir hicret ettikleri sı­rada onları takibe koyulan Süraka b. Mâlik b. Cu’şum’un çektiği fal okları bun­lardır.

Bu fiile “istiksûm: kısmet aramak” denilmesinin sebebi, bu fal oklarını çek­mek suretiyle rızık ve istedikleri kısmeti aramak istemelerinden dolayıdır. Ni­tekim yağmur dilemek için yapılan duaya “istiskâ” denildiği gibi. Yüce Al-İah’ınlıaram kıldığı bu İşin bir benzeri de müneccimlerin (“yıldız falcılarının) söyledikleri: Şu yıldızın doğuşu dolayısıyla çıkma, fakat şu yıldızın doğuşu dolayısıyla çtk demeleri de bu kabildendir. Nitekim yüce Allah; “Vfe hiçbir kim­se yarın ne kazanacağını bilemez” (Lukmân, 31/34) diye buyurmuştur. İle­ride buna dair açıklamalar yüce Allah’ın izniyle yeterince gelecektir.

İkinci tür ise, Kabe’nin İçinde Hubel’in yanında bulunan yedi tane ok idi. Bunların üzerinde insanlar arasında meydana gelen çeşitli olaylar yazılı idi.

Bu okun lıer birisi üzerinde bir yazı vardı. Bunlardan birisi üzerinde diyet ile ilgili hususlarda “diyet1′ yazılı idi. Bir diğerinde “sizdendir”, bir başkasında “sizden başkalarmdandır”, bir diğerinde ise “ne sizin İranızda nesebi vardır, ne de antlaşması vardır” anlamında (mulsak) ifadesi yazılı idi. Diğerlerinde ise sulara dair hükümler ve başka şeyler yazılı bulunurdu. İşte Abdulmutta-lib’in çocukları arasında çektiği kur’a bü kabildendi. O, çocukları on kişi ol­dukları takdirde birisini kesmeyi adamıştı. Buna dair meşhur haberi İbn İs-hâk zikretmiştir Yine bu yedi ok, aynı şekilde Kabe’de Hubel’in yanında ol­duğu şekilde her bir arap kâhini ve hakimi yanında da bulunurdu.

Üçüncü türe gelince, sayıları on tane olan kumar oklarıydı. Bunlardan ye­disinin üzerinde çizgiler bulunurdu. Üç tanesi ise boştu. Bu oklan kumar oy­namak, oyalanmak ve oyun olsun diye çekerlerdi. Aralarında aklı başında olanlar, kışın soğukların arttığı ve iş yapıp meslek icra etme imkânı bulun­madığı zamanlarda yoksul ve hiçbir şey bulamayanlarına (bu yolla) yemek yedirme maksadını güderlerdi.

Mücahid der ki; Ezlâm denilen şey Farslann ve Bizanslıların kumar oyna­dıkları zarlardır. Süfyan ile Vekî ise, Ezlâm’dan kasıt satrançtır derler. Bütün bunlarla kısmet aramanın hepsi, açıklamış olduğumuz gibi, kısmet ve pay ara­yışıdır. Bu da malın batıl yollarla yeniliş şekillerindendir ve haramdır. İster güvercin, ister zar, ister satranç, İsterse de bu oyunların dışında herhangi bir oyun ile oynanan her türlü kumar, yine Ezlâm hükmünde bir kısmet arama­dır ve hepsi haramdır. Ve bunlar da bir çeşit kâhinliğe soyunmak ve gaybı bilmek iddiasına kalkışmaya benzer.

İbn Huveyzimendâd der ki: İşte bundan dolayıdır ki, bizim mezheb alim­lerimiz, müneccimlerin (yıldız falcılarının) beraberlerinde bulunan oklar île bunlara benzer fal açtıktan parçalar ile, yollarda yaptıkları işleri yasaklamış­lardır.

el-Kiya et-Taberî de der ki: Allah’ın gaybı ilgilendiren hususlarla alakalı ola­rak bunları yasaklaşıyının sebebi, hiçbir kimsenin yarın kendisine ne isabet edeceğini bilememesidir. Bu fal oklarının gaybî şeyleri öğretmekte herhan­gi bir etkisi olamaz. Ancak cahillerden kimisi, köleler arasından azad edile­cek kimseyi tesbit etmek üzere kur’a çekmek hususunda Şafiî’nin kanaatinin reddedileceği sonucunu çıkartmıştır. Halbuki bu cahil kişi bilmez kif Şafiî’nin söylediği, konu ile ilgili sahih haberlere bina edilmiştir. Ve bu, yasak kılın­mış bulunan ve bundan dolayı da itiraz olunan fal oklarıyla kısmet arama şe­killerinden değildir. Çünkü köle azad etmek şer’î bir hükümdür. Şeriatın da­vayı ve düşmanlıklan sona erdirmek, yahut uygun gördüğü herhangi bir mas­lahat dolayısıyla azad edilme hükmünü tesbit etmek için kur’a’nın çıkışını bir alamet olarak tesbit etmesi caizdir. Böyle bir şey ise herhangi bir kimsenin kalkıp: Şunu yapacak olursan, yahut şunu diyecek olursan bu, gelecekte şu işlerden herhangi bir işe seni götürür demesine eşit olamaz. Fal oklarının çıkışının, meydana gelecek herhangi bir iş için bilgi sebebi kabul edilmesi caiz değildir. Ancak, kur’a’nın, kafi olarak kimin azad edileceğini tesbit edi­lişine dair bir alâmet olarak kabul edilmesi caizdir. Böylelikle her iki husus arasındaki fark açıkça ortaya çıkmaktadır. [80]

19- Îyiye Yormak (Tefe’ül):

İyiye yormak istemek bu kabilden değildir. Nitekim Peygamber (sav) Ey Raşid ve Ey Necih (ey1 doğru yolda olan, ey başarılı olan gibi) isimleri işit­mekten hoşlanırdı. Bunu Tirmizî rivayet etmiş olupf sahih ve garib bir lıadis-tirj demiştir.[81] Hz. Peygamberin bu şekilde hayra yorulacak şeylerden hoş­lanması m n sebebi ise, hayra yormakla insan nefsiüin rahatlaması, İhtiyacın karşılanıp arzulanan şeyin elde edileceği müjdesi ile sevinmesi dolayısıyla-dır. Bunun sonucunda kişi, yüce Allah’tan gelecekler hakkında güzel zan bes­ler. Yüce Allah da (kudsî hadiste): “Ben, kulumun benim hakkımda zannet­tiği gibi tecelli ederim”[82]diye buyurmuştur. Diğer taraftan Hz. Peygamber, herhangi bir şeyi uğursuz saymaktan hoşlanmazdı. Çünkü bu, müşriklerin uy­gulamaları arasında idi. Ve ayrıca kötüye yormak, yüce Allah hakkında kö­tü zan beslemeye sebeptir.

el-Hattabi der ki: İyiye yormak ile uğursuz saymak arasındaki fark şudur: İyiye yormak, yüce Allah On takdiri) hakkında güzel zan beslemek kabilin-dendir. Uğursuz saymak ise, O’ndan başka herhangi bir şeye tevekkül edip güvenmek kabil indendir. el-Esmaî der ki: Ben, İbn Avn’a tefe’ül (iyiye yor-mak)’ın mahiyeti hakkında soru sordum, o da bana şöyle dedi: İyiye yormak, kişinin hasta iken ey salim, (.sağlıklı) diye bir söz işitmesi, yahut da kaybet­tiği bir şeyi ararken ey vacid (ey aradığını bulan) dîye seslenildiğini işitme-sidir. İşte Tirmizî’nin rivayet ettiği hadisin anlamı da budur. Müslim’in Sahi-h’lnde Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Uğursuzluğa kapılmak diye bir şey yok­tur. Bunun en hayırlısı ise te’l (tefe’ül) hayra yormaktır.” Ey Allah’ın Rasûlü fe’l dediğin şey nedir, diye sorulunca, o da şöyle dedi: “Sizden herhangi bi­rinizin işittiği güzel sözdür.” [83]

İleride yüce Allah’ın izniyle bu şekilde uğursuz saymanın anlamına dair açıklamalar gelecektir.

Ebu’d-Derdâ (r.a)’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: îlim ilim öğren­mekle elde edilir Hilim (tahammülkârlık) ise, kişinin kendisini tahammülkârlığa zorlamasıyla elde edilir. Kim hayrı arayıp bulmak isterse, araştınrsa o ha­yır ona verilir. Kim serden sakınmak isterse, o kötülükten korunur Fakat üç kişi vardır ki3 bunlar yüksek derecelere asla ulaşamazlar: Kâhinlik yapmaya kalkışan, fal oklarıyla kısmet arayan, yahut da uğursuz sayarak başladığı bir yolculuğundan geri dönen. [84]

20- Fısk’ın Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Bütün bunlar Aşktır” buyruğu ile, fal oklanyla kısmet ara­maya işaret edilmektedir. Fısk ise, doğru yoldarrçıkış anlamındadır. Buna da­ir açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/27- ayetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

Burada işaretin, sözü geçen bütün bu haram kılınan şeyleri helâl kabul et­meye raci olduğu da söylenmiştir. (Meal buna göre yapılmıştır). Bunların her-birisi bir fısktır. helâl sınırından çıkıp haram sınırına bir geçiştir Bu haram­lardan uzak durmak, akidleri yerine getirmek kapsamı içerisinde yer alır. Çün­kü yüce Allah (sûrenin baş tarafında): “Akidleri yerine getirin” diye buyur­muştur. [85]

21-Ümit Kesen Kâfirler Ve Onlardan Korkmama Gereği:

Yüce Allah’ın: “Bugün kâfirler dininizden ümidterini kestiler” yani, si­zin tekrar kâfirler olarak dinlerine gerisin geri döneceğinizden yana ümitle­rini kestiler.

ed-Dahhâk der ki: Bu âyet-i kerime Mekke’nin fethedildiği sırada nazil ol­muştur. Rasûkillah (sav) hicretin dokuzuncu yılı, Ramazanın bitimine sekiz gün kala Mekke’yi fethetmiş ve Mekke’ye girdikten sonra Rasûhıllah (sav)’ın münadisi şöyle seslenmişti: “Şunu bilin kî, Lâilahe ilallah diyen güvenlik al­tındadır. Silahını bırakan güvenlik altındadır, kapısını kapatan güvenlik al­tı naadır.”

Ümitlerini kestiler” ifadesi, iki türlü kullanılabilir. Birincisi; şeklinde, ikincisi; şeklinde gelir. Bu açıklamayı en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır.

“Artık onlardan korkmayın. Benden korkun.” Yani, onlardan değil de asıl Benden korkun, Çünkü sizi zafere erdirmeye güç yetiren gerçekten Benim. [86]

  1. Kemale Erdirilen Din;

Yüce Allah’ın: “Bugün sizin İçin dininizi kemale erdlrdiiu” buyruğu ile şuna işaret edilmekledir: Peygamber (sav) Mekke’de bulunduğu sırada, yal­nızca namaz farizası vardı.

Medine’ye hicret ettikten sonra yüce Allah, Hz. Peygamber haccedene ka­dar helâl ve harama dair hükümlerini indirdi. Hz. Peygamber haccedip din kemale erince, şu: “Bugün sizin İçin dininizi kemale erdirelim” âyetini -ile­ride açıklayacağımız üzre- indirdi. Hadis imamları Târik b. Şihab (ez-Züh-rî)”den şöyle dediğini rivayet ederler: Yahudilerden bir adam, Ömer (r.a)’ın yanına gelerek şöyle dedi; Ey müminlerin emiri, Kitabınızda okuduğunuz bir ayeti kerime vardır, eğer o âyet biz yahudiler topluluğu üzerine indirilmiş ol­saydı, o âyetin indiği günü bayram edinirdik- Hz, Ömer: Bu hangi âyettir di­ye sorunca, yahu d i: “Bugün sizin İçin dininizi kemale erdirdim. Üzeriniz­deki nimetimi tamamladım ve size din olarak Eslamı beğenip seçtim” ayetidir. Hz, Ömer şöyle dedi: Şüphe yok ki ben, bu âyeui kerimenin indi­rildiği günü de, indirildiği yeri de çok iyi biliyorum. Bu âyet-i kerime Rasû-luüalı (savVa Cuma günü Arefe’de nazil olmuştur. Müslim’in lafzı bu şekil­dedir,[87] Nesaîde ise “Cuma akşamı” ifadesi vardır.[88]

Bu âyeti kerimenin Hacc-ı Ekber günü nazil olup» Rasûlullah (sav)’ın bu âyeti okuduğu, bunun üzerine de Hz. Ömer’in ağladığı rivayet edilmiştir. Ra­sûlullah (sav) ona: “Ne diye ağlıyorsun?” diye sorunca, Hz. Ömer şu cevabı verdi: Beni ağlatan şu ki biz, dinimiz bakımından bir artış içerisinde bulunu­yorduk. Bu dîn artık kemale erdiğine göre, ne kadar kemal bulmuş bir şey varsa mutlaka eksilmeye koyulur (işte bunun için ağlıyorum). Bunun üzeri­ne Peygamber (sav) ona: “Doğru söyledin” [89] dedi.

Mücahid bu âyet-i kerimenin, Mekke’nin fethedildiği günü nazil olduğu­nu rivayet etmektedir.

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Bu âyet-i kerime, Cuma günü nazil olmuştur. Nazil olduğu gün ise, Rasûlullah (sav) Arefe’de, el-Adbâ diye anı­lan devesi üzerinde bulunuyor ikent hicretin onuncu yılında, Veda Haccında Arefe günü ikindiden sonra nazil olmuştur. Bu buyruk nazil olduğu sıra­da, buyruğun ağırlığından dolayı devenin bacakları neredeyse çatlayacaktı. O bakımdan dayanamayıp çöktü.

Teum: gün” tabiri, günün bir parçası hakkında da kullanılabilir. Nitekim ayın bir bölümü hakkında da ay tabirinin kullanıldığı gibi. Biz, şu işi şu şu ayda» şu şu senede yaptık, denilir. Bilindiği gibi yapılan o iş, ayın ya da se­nenin tümünü kapsamaz. Bu da gerek arapların dilinde, gerek arap olmayan­ların dilinde bu şekilde kullanılır.

Din: Bizim için teşri buyurduğu şer’î hükümler ile, bizim için öngördüğü yasalardır. Bu şer’î hükümler bölüm bölüm nazil olmuştur. Bundan en son nazil olan da bu âyet-i kerimedir. Bundan sonra hüküm ifade eden bir buy­ruk nazil olmamıştır.

Bu görüş, îbn Abbas ve es-Süddî’ye aittir. Cumhur ise der ki: Bundan ka­sıt, farz, helâl ve harama dair hükümlerin büyük çoğunluğudur. Derler ki: Bundan sonra Kur’ân’ın pek çok bölümü nazil olmuştur, ayrıca Rİba âyeti de nazil olduğu gibi, Kelâle âyeti ve buna benzer daha başka âyetler de inmiş­tir. Bu âyetin nüzulü sırasında kemale eren dinin büyük bir bölümü ile hacca dair hususlardır. Zira, bu senede mü’minlerle birlikte herhangi bir müş­rik Beytullah’ı tavaf etmediği gibi, çıplak bir kimse de Beytullah’ı tavaf et­medi. Ve bütün insanlar da Arefe’de vakfe yaptı.

“Bugün »izin için dininizi kemale erdirdim” buyruğunun düşmanlarını­zı helak ettim, dininizi diğer bütün dinlere üstün kıldım, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir kimseye düşmanına karşı yardım olunup, düşmanının za-ran önlenecek olursa “istediğimiz bizim için tamamlanmış oldu” der. [90]

23- Tamamlanan İlâhî Nimet:

Üzerinizdeki nimetimi tamamladım.” Şer’î hükümleri, ahkâmı tamam­lamakla size vadettiğim şekilde İslâm dinini üstün kılmakla bunu gerçekleş­tirdim, demektir. Zira, Ben daha önce sizlere: “Tâ ki, size olan nimetimi ta­mamlayayım…” (el-Bakara, 2/150) diye buyurmuştum. Bu ise, güvenlik içerisinde huzur ile Mekke’ye girmek ve buna benzer bu Hanif dinin ihtiva ettiği yüce AUah’ın rahmeti ile cennete girmeye kadar diğer bütün hususla­rı kapsamaktadır. [91]

24- Bu Âyetin Nüzulünden Önce Din Eksik Miydi? Ve Bundan Önce Vefat Edenlerin Durumu:

Birisi şöyle diyebilir: Yüce Allah’ın: “Bugün sizin için dininizi kemale er-dirdim” buyruğu, dinin bir zamanlar kâmil olmadığının delilidir. Bu ise, da­ha Önce vefat eden Muhacir, Ensar, Bedir ve Hudeybiye’de bulunmuş, Rasû-lullah (sav)’a her iti bey”ati de yapmış, Allah için canlarını feda etmiş kim­selerin karşı kargıya kaldıkları büyük ve türlü mihnetlere rağmen, eksik bir din üzere ölmelerini; Rasûlullah (sav)’ın da bu durumda İnsanları eksik bir dine davet etmesini gerektirir. Bilindiği gibi eksiklik de bir kusurdur. Allah’ın dini ise dosdoğru bir dindir. Nitekim yüce Allah: “Dosdoğru bir dine…” (el-En’âm, 6/161.) diye buyurmaktadır.

Böyle bir şüpheye şu şekilde cevap verilebilir: Neye dayanarak her bir ek­sikliğin bir kusur olduğunu söylüyorsunuz? Buna dair deliliniz nedir? Ayrı­ca şunlar da söylenir: Ayın eksik olması bir kusur mudur? Yolcunun nama­zının eksik olması o namaz için bir kusur mudur? Yüce Allah’ın: “Uzun ömür­lü birisinin ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmedi de ancak bir ki­taptadır” (Fâtır, 35/11) buyruğunda işaret ettiği şekilde, dilediği ömrün ek­sikliği o ömür için bir kusur mudur? Alışılmıştan daha eksik olan ay hali gün­leri, hamilelik günlerinin eksik oluşu, hırsızlık, yangın veya sel baskını do­layısıyla sahibini fakir bırakmadığı takdirde malın eksikliği, acaba bir kusur mudur? O bakımdan senin, yüce Allah’ın ilminde t>ulunan dinin geri kalan bölümlerinin bildirilmesinden önce sert hükümler açısından dinin bölümle­rindeki eksikliğe karşı gösterdiğin bu tepkir aslında böyle bir tepkiyi gerek­tiren herhangi bir kusur veya olumsuz bir yönden dolayı değildir. Yüce Al­lah’ın: “Bugün sîzin için dininizi kemale erdirdim[92] buyruğunun anlamı ile ilgili olarak senin olumsuz gördüğün şey, iki şekilde açıklanabilir:

Birincisi şudur: Ben, bu dini, benim kaza ve kaderim gereğince, nezdim-de belirlediğim en ileri noktaya kadar ulaştırmış oldum, anlamı kastedilmiş olabilir. Bu ise, bundan önceki durumunun ayıplanacak bir eksiklik olması­nı gerektirmez. Aksine o takdirde mukeyyed bir eksiklikle nitelendirilebilir ve buna şöyle denilebilir: Bu din, o zamanki haliyle yüce Allah nezdinde, ken­disine ekleyeceği ve katacağını bildiği şeylere nisbetle eksikti. Nitekim yü­ce Allah’ın yüzyıl yaşatacağı bir kimseye, Allah onun ömrünü tamamlasın de­nilir. Ancak bundan, yaşı altmış olduğu sırada ömrünün bir kusur ve bir tu­tarsızlık anlamında eksik olmasını gerektirmez. Peygamber (sav) şöyle bu­yururdu: “Allah, her kimi altmış yıl yaşatır ise, artık ömür bakımından onun ileri süreceği bir mazereti kalmamış olur.” Ama bu durumdaki kimsenin, mukayyed olmak şartıyla eksiklik ile nitelendirilmesi ve şöyle denilmesi müm­kün olur; Aitmiş yaşında iken, yüce Allah’ın bilgisine göre, o kişiyi ulaştıra­cağı ve yaşatacağı ömürden daha eksik idi. Şanı yüce Allah, öğlen, ikindi ve yatsı namazlarını (farzlarını) dört rekate ulaştırmıştır. Eğer dört rekâte çıkar­dıktan sonra: Allah bunları tamamladı denilecek olursa bu, doğru bir ifade olur. Ancak, bu namazlar ikişer rekât iken, kusur ve bir ayıp olacak şekilde eksik idiler, demeyi gerektirmez, Ancak, yüce Allah’ın daha sonra bunlara ekleyeceği ve İlave edeceği sayıya göre eksik idiler denilecek olursa, o takdir­de bu doğru bir ifade olur, İşte, yüce Allah’ın bu dini ezelî ilminde ulaştıra­cağım takdir ettiği son noktaya vardırıncaya kadar peyder pey ger’î hüküm­lerini indirmesi de böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bir başka açıklama şekli de şöyledir Yüce Allah: “Bugün sizin İçin dini­nizi kemale erdirdim” buyruğu ile şunu kastetmiş olabilir: O, dinin rükün­lerinden başka herhangi bir rüknün kalmamış olduğu, hacca da onları mu­vaffak kıldı ve haccettiler. Böylelikle bütün rükünlerini eda ve farzlarını ye­rine getirmek suretiyle dini onlar için tamamlamış ve bütünlemig oldu, Hz. Peygamber de: “İslam beş esas üzerine bina edilmiştir…” [93] diye buyurmuş­tur. Bundan önce ise şehadet kelimesini getirmişler, namaz kılmışlar, zekât vermişler, oruç tutmuşlar, cihad etmişler, umre yapmışlardı, ama henüz hac­cetmemişler di. İşte o gün Peygamber (sav) ile birlikte haccedince şanı yü­ce Allah, onlar Arefe akşamı vakfe yerinde iken: “Bugün sizin için dinini­zi kemale erdirdi m, üzerinizdeki nimetimi tamamladım…” buyruğunu indirdi. Bununla da dinini onlar için vaz edişini tamamlamış olduğunu kas­tetmektedir. İşte bunda, Allah’a yapılan bütün itaatlerin bir din, iman ve İs­lâm olduğuna dair açık delil vardır. [94]

25- Allah’ın Razı Olduğu Din:

Yüce Allah’ım “Ve size din olarak İslâm’ı beğenip seçtim” buyruğu, Ben size, din olarak sizin için ondan razı olduğumu bildirdim, anlamındadır. Şa­nı yüce Allah, her zaman için din olarak bizim İslâm’a bağlanmamıza razı­dır. Yoksa bu buyruğu zahirine göre yorumluyarak, razı oluşunun yalnızca o gün için tahsis edilmesinin bir faydası olmaz.

Din olarak” kelimesi, temyiz olarak nasb edilmiştir. İkinci meful olarak nasbedilmtş olduğu da kabul edilebilir.

Buyruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir Eğer, sizler Benim si­zin için şeriat olarak belirlemiş olduğum dine uyacak olursanız, sizden razı olurum. “Ve size din olarak İstâmı beğenip seçtim” buyruğu ile şunu kas­tetmiş olması ihtimali de vardır: Bugün üzerinde bulunduğunuz dininiz İs­lâm’ı bütün kemati ile, ondan hiçbir şeyi nesh etmeksizin ve ebediyyen ka­lıcı olmak üzere [95] beğenip seçtim. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bu âyeti kerimede sö2ü geçen İslâm» yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah nezdindeki din İslâmdır” (Âli İmran, 3/19) buyruğunda sözü geçen İslamın aynısıdır Yine, Hz. Cebrail’in Peygamber (sav)’a sorduğu soruyu açıklayan da budur. Bu İslâm ise iman, ameller ve diğer imanın çeşitli şubeleridir. [96]

26- Zorunluluk Hali:

“Kim son derece aç ve çaresiz kalır da…” buyruğu, her kimin içinde bu­lunduğu zorunluluk hali, meyleden ve bu âyet-i kerimede haram kılınmış di­ğer şeylerden yemeye mecbur bırakılırsa.,, demektir. Âyet-i kerimede geçen Son derece aç” kelimesi, açlık ve insanın kamının boş olması de­mektir. ise, karnın zayıflaması ve içe çekilmesi anlamındadır.

Erkek için; seklinde, kadın için de; şeklin­de kullanılır. Ayağının iç tarafı fazlaca çukur glanı nitelemek için de; denilir. Bu kelime açlık hakkında çokça kullanılır.

Şair Ahşâ der ki:

“Siz kış vakti karınlarınız dolu olarak geceleri geçirirsiniz

Komşu hanımlarınız ise aç ve karınlan içeri geçmiş olarak geceyi geçirirler.”

Yani, açlıktan dolayı karınlan zayıflamış, içeri geçmiş olarak geceyi geçi­rirler. Şair Nâbiğa da zayıflığı bakımından karnının içeri çekilmiş olması hak­kında şöyle demektedir:

“Karnı ise boğum boğumdur; bununla birlikte içeri geçmiş ve yumuşaktır. Boynuna gelince, bükülemeyen sert meme üzerinde yükselmektedir.’

Hadis-i şerifte de: Karınları içe geçmiş sırtları nın yükü bakımından ise hafiftirler…”[97]

kelimesi, karnı içeri geçmiş demek olan; ‘ın çoğuludur ki, zayıf demektir. Hz. Peygamber bu hadis-i şerifinde, bu kimselerin insan­ların mallarına tenezzül etmeyen tok gözlü kimseler olduklarını haber verinektedir… Yine: Kuşlar, sabahleyin karınlan boş ola­rak yuvalarından çıkar giderler, akşamleyin ise karınları tok ve doymuş ola­rak geri dönerler”[98] hadisinde de (“karınlan boş” anlamındaki) bu kelime aynı kökten gelmektedir.

bir kumaş çeşididir. el-Esmaî der ki: Bunlar, çeşitli işaretleri bu­lunan ipek veya yünden yapılmış elbiselerdir. Siyah renkli olurlar. Eskiden İnsanların giydikleri elbiseler arasında bunlar da vardı.

Zorunluluk halinin anlamı ve hükmü ile ilgili açıklamalar daha önce el-Ba-kara sûresinde (2/172-173. âyetin tefsirinde, 21, 22. başlıklar ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. [99]

27- Zorunluluk Halinde Bile Günaha Meyledilmez:

Yüce Allah’ın: “Günaha meyletmeksizin…”buyruğu? harama meyletmeksizin anlamındadır. Bu da: “Saldırmamak ve haddi aşmamak…” (el-Ba-kara, 2/173.) anlamındadır. Bunun anlamı ise, (daha önceden işaret edilen âyet-i kerimenin bölümü açıklanırken) geçmiş bulunmaktadır, âyeti kerime­de geçen; Meyletmek demektir, Günah ise, haram anlamın­dadır.

Ömer (r.a)’ın -Ramazan günü insanların oruçlarını açmasından sonra gü­neşin görünmesi üzerine- söylediği: “Biz bu hususta bir gü­naha meyletmedik” sözü de bu kabildendir. Biz, bilerek ve kasti olarak bu işi yapmaya yönelmedik, anlamındadır. Meyletme İşini yapan herkese de; denilir. Âyet-i kerimede geçen ve “meyleden” anlamına gelen kelimesini en-Nehaî, Yahya b, Vessâb ve es-Sülemi, elipsiz olarak diye okumuşlardır. Mana itibariyle bu şekil daha beliğdir. Zira, ay-nül fiilin (fiil kökünün ikinci harfinin ki, burada “nun” harfidir), şeddeli oku­nuşu mananın daha mübalağalı, daha ileri derecede olmasını, hükmünün de daha bir sağlamlığını gerektirir, (âyeti kerimedeki kipi ile) tefâul vezni ise, sadece bîr şeyin taklid edilmesi ve ona yaklaşılması anlamını ifade eder. Ni­tekim Dal eğildi denilecek olursa, dalın eğilmek suretiyle yakın­laşmış olduğunu ifade eder Buna karşılık; denilecek olursa, eğilme hükmünün fiilen sabit olduğu anlatılmış olur.

Aynı şekilde Adam kendisini korumaya çalıştı ile Ko­rudu kipleri de böyle olduğu gibi, Akıllı olmaya çalıştı ile Hilen akıllandı kipleri de böyledir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Mak­sadında bir masiyet İşleme kastını gütmeksizîn… Bu şekildeki açıklama,

Katade ve Şafiî’ye aittir.

“Şüphesiz Allah, mağfiret edendir, merhamet edendir.” Yani Allah böy­le birisini bağışlar, ona merhamet buyurur. Burada “Ona” anlamına gelen W hazf edilmiştir. Sibeveyh de (bu kabilden bazfe örnek olmak üzere) şöyle bir

beyit nakletmektedir:

“Um el-Hiyâr, artık iddia eder oldu

Aleyhime bir günah işlediğimi. Halbuki ben onu büsbütün işlemedim.”

Şair burada, fiilin sonunda Onu işlemedim” anlamını verecek şe­kilde “o” zamirini hazf etmiş bulunmaktadır Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [100]

4- Senden, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De kb “Si­ze bütün İyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah’ın size öğrettik-lerî ile alıştırıp Öğrettiğiniz avcı hayvanların avları da. Artık on­ların steİn için tutu verdik ler inden yeyin. Üzerine Allah’ın adı­nı anın ve Allah’tan korkun. Muhakkak Allah hesabı pek çabuk görendir.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onsekiz başlık[101] halinde sunacağız: [102]

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

“Senden… soruyorlar” âyeti kerimesi Adiy b. Hatim, Zeyd b. Muhelhilîn -ki o, Rasûlullah (sav)ın kendisine “Zeydü’1-Hayr” adını vermiş olduğu “Zeydü’l-Hayfdır- Peygamber (sav)’a şunu sormaları üzerine nazil olmuştur:

Ey Allah’ın Rasûlü, biz, köpeklerle ve şahinlerle avcılık yapan bir topluluğuz. Köpekler ise inek, eşek ve ceylanları yakalamakla birlikte bunlardan kimi­sini yetişip kesebiliyoruz, kimisini de köpekler öldürmekte ve biz bunlan ye­tişip kesemiyoruz. Allah; meyteyi (leşi) haram kılmış bulunmaktadır. Bizim için helâl olan nelerdir?. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.[103]

2- Helâl Kılınan Şeyler:

“…Kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki; Size bütün iyi ve temiz şeyler belftl kılındı” buyruğunda yer alan; Ne” edatı, müb-teda olarak ref mahal Ündedir. Haberi ise; “Kendilerine neyin helâl kılın­dığını… * buyruğudur. Buradaki ise fazladan gelmiştir Bu, anla­mında da kabul edilebilir O takdirde haber: “De ki: e bütün iyi ve temiz Şeyler helâl kılındı” buyruğudur İyi ve temiz şeyler anlamındaki “et-Tay-yibât” helâl olan şeyler demektir. Haram olan her şey ise Tayyıb (iyi ve te­miz) olamaz. Tayyıb’ın tanımı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: O, yeyip içenin lezzetini aldığı ve bu hususta dünyada da ahirette de kendisine zarar vermeyen herşeydir. Tayyibâftan kastın kesilen hayvanlar olduğu da söylen­miştir. Çünkü, şer’î kesim ile bu hayvanlar temizlenmiş olur. [104]

3- Eğitilmiş Av Hayvanlarının Avladıkları:

“Alıştırıp öğrettiğini….” anlamındaki; buyruğu “alıştırıp öğret­tiğiniz avcı hayvanların avlan da” anlamındadır. Buna göre ifadede hazfedil­miş (avladıkları anlamını veren bir) kelime vardır. Bunun takdiri mutlaka ge­reklidir. Eğer bu takdir olmasaydı, helâl olup olmadıkları hakkında sorulan sorunun, “alıştırıp öğretilen avcı hayvanları” kapsaması gerekirdi. Oysa bu, kimsenin kabul ettiği bir görüş değildir.

Diğer taraftan yırtıcı hayvanların etini mubah kabul eden kimseler de bu yırtıcı hayvanların mübahlığının eğitilmiş olması şartına bağlı olarak tahsis etmemektedir, ileride bu gibi hayvanların yenilmesi ile igili olarak ilim adamlarının görüşleri yüce Allah’ın izniyle el-En’âm suresinde (6/145- âye­tin tefsirinde) gelecektir,

Kur’ân ahkâmına dair eser yazmış bazı kimseler, âyet-i kerimenin ifade et­tiği mübahhğın, bizim eğitmiş olduğumuz avcı hayvanları kapsamına aldığı­na delil teşkil ettiğini de zikretmektedir. Bu, hem köpeği, hem de diğer yır­tıcı ve avlayıa kuşları kapsamaktadır. Bu da diğer yollarla onlardan yararlan­manın mubah olmasını gerektirir. Köpeğin ve diğer avlayıcı hayvanların satışının caiz olmasına, -bîr delil ile tahsis edilen müstesna- diğer çeşitli men­faat şekilleriyle onlardan yararlanmanın da caiz oluşuna delalet etmektedir. Sözü geçen istisna da “cevârilı” diye anılan ve avlayıa olan köpek ve diğer yırtıcı kuşların yenilmesini ihtiva eder. Adiy b. Hatim’in özel isim verdiği beş tane köpeği vardı. Alıştırmış olduğu bu av köpeklerinin adlan İse, Selheb, GaJ-lâb, Muhtelifi ve Mütenâis idi. es-Süheylî der kit Beşincisinin adı hususunda şüphe etmekteyim. Bunun adının Ahtab mı, yoksa Vessab mı olduğu husu­sunda mütereddidim. [105]

4- Köpek Vasıtasıyla Avlanan Hayvanın Yenilmesi Îçin Aranan Şartlar:

Ümmet, eğer köpek siyah renkli olmayıp, müslüman tarafından eğitilmiş, ava salındığı zaman giden, çağırıldığı zaman gelen, avı ele geçirmesinden son­ra uzaklaşması istenince uzaklaşan, avını yaralamak yahut da dişini ona ge­çirmekle birlikte yakaladığı avdan yemeyen bir köpek ile müslüman avlana­cak ve o avcı köpeği salması esnasında Allah’ın adını anacak olursa, böyle bir köpeğin avının sahih olup yenileceğini hilafsız olarak İcma ile kabul et­miştir.

Bu şartlardan birisi bulunmayacak olursa, görüş ayrılıkları sözkonusu olur. Şayet avlanmada kullanılan sırtlan ve benzeri köpek dışında bir hayvan, yahut da doğan, şahin ve benzeri kuşlar olursa, ümmetin cumhuru eğitilme­lerinden sbnra avladıkları bütün avların yenileceği görüşündedir. Böyle bir avlayıcı hayvan, (âyet-i kerimede nitelendirilen şekliyle) cârin (yani kâsib, kazama) dır. Çünkü, bir kimse bir şey kazanacak olursa, aynı kökten gelen: tabirleri kullanılır. (Organ anlamına gelen) el-Câriha da bura­dan gelmektedir. Çünkü, onun vasıtası ile birşeyîeı kazanılır. “( Kötülüklerin kazanılması” tabiri de buradan gelmektedir.

Şair el-A’şâ der ki:

“(Benim hicvettiğim kimsenin sözleri) boşa gider, hederdir. (Buna karşılık benim

hicvim) oldukça etki bırakan bir dağlamayı andırır.

(Onların hicivleri benimkine denk almadığı için) hiciv İle Mt şeyler kazanana

kendi işlediklerini hatırlatır.”

Âyet-i kerimede de:” Gündüzün de ne kazandığınızı bi­lir.,.” (eî-En’âm, 6/60) diye buyurulmaktadır. Bir başka yerde de:

Yoksa kötülükleri kazananlar…mı sanırlar?” (el-Câsiye, 45/21.) diye buyurulmaktadır. [106]

5- Avlanmak İçin Kullanılan Hayvanın Eğitilmesi:

Yüce Allah’ın: “Alıştırıp öğrettiğiniz” buyruğunun anlamı: Alıştırıp Öğre­ten kimseler demektir. Eğiten ve tedip eden kimse anlamındadır. Bunun: Tıp­kı, köpeklerin alıştınldığı gibi, avlanmak hususunda ısrar edenler olarak an­lamında olduğu da söylenmiştir. er-Rummânî der ki: Her iki anlamın da kastedilmesi ihtimali vardır.

Alıştırıp öğrettiğiniz’ kelimesinde, kelimenin kökü, (köpek anlamına gelen kelb’den geldiği için) yalnızca köpeklerin avladıklarının mubah olduklarına dair delil yoktur. Çünkü bu kelime, “mü’minler” deme­si gibidir Her ne kadar; yalnızca köpeklerin avladıkları mubahtır, diyenler buna yapışmış iseler de yine onların görüşlerine delil olacak bir taraf yok­tur. İbnü’l-Münzir’in naklettiğine göre, İbn Ömer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Doğan ve benzeri avcılıkta kullanılan kuşların yakala di klanna ge­lince; bunların yakaladıklarını ölmeden önce yetişecek ve kesebilecek olur­san onu kes, onu yemek senin için helâldir. Aksi takdirde ondan yeme. İb-nü’1-Münzİr der ki: Ebu Cafer’e doğan kuşu ile avlanmanın helâl olup olma­dığı soruldu o, hayır yetişip de onu kesmen müstesna diye cevap verdi.

ed-Dahhâk ile es-Süddî: “Allah’ın size öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiği­niz avcı hayvanların avları da” buyruğunun, köpekler hakkında hususi ol­duğunu söylemişlerdir. Eğer köpek, simsiyah ise, Hasan (el-Basrî), Katade ve en-Nehaî onunla avlanmaya mekruh görmüşlerdir. Ahmed ise der ki: Köpe­ğin simsiyah olması halinde avcılıkta kullanılmasına ruhsat veren kimse ol­duğunu bilmiyorum. İshâk b. Rahaveylı de bu görüştedir.

Medine ile Kûfe’deki ilim ehlinin geneli ise, eğitilmiş herbir köpek ile av­lanmanın caiz olduğu görüşündedirler. Siyah köpekle avlanmayı uygun gör­meyenler, buna gerekçe olarak Hz. Peygamber’in: “Siyah köpek bir şeytan­dır” hadisi dolayısıyla bu görüşe varmışlardır. Bu hadisi, Müslim rivayet et­miştir. [107]

Cumhur ise, âyetin umum ifade ettiğini delil gösterdiği gibi, doğan kuşu İle aylanmanın caiz oluşu hususunda da âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak zikredilenleri ve Tirmizî’nin Adiy b. Hatim’den rivayet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Adiy b. Hatim dedi ki: Rasûlullah (sav)’a doğan kuşu ile avlanma hususunda soru sordum, şöyle buyurdu: “Senin için yakaladığından yi­yebilirsin.” [108]

Hadisin isnadında Mücalid vardır. Ve bu hadis ancak Mücalid yoluyla bi­linmektedir. Mücalid zayıf bir ravidîr.[109]

Ayrıca konu ile ilgili manayı da delil göstermişlerdir. O da şudur: Avcılık­ta köpekten beklenen herbîr şey, mesela parstan da beklenir. Bu konuda (hükme) etkileyici bir özelliği bulunmayan hususlar dışında aralarında hiç­bir fark yoktur. İşte, asılda bulunan manaya yapılan kıyas da budur. Kılıcın kamaya, cariyenin de köleye kıyas edilmesi gibi. Buna dair açıklamalar da­ha önceden geçmiş bulunmaktadır. [110]

6- Avcının Dikkat Etmesi Gereken Hususlar:

Bu husus anlaşıldığına göre, şunu bilmelisin ki, avalanacak kimsenin hayvanını gönderdiğinde, hayvanın şerl kesimini ve onu yemenin mubah olu­şunu kastetmesi gerekmektedir. Bu hususta hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sav) söyle buyurmuştur: “Köpeğini salarken tavının üzerine) Allah’ın adını andığın takdirde (o avdan) yiyebilirsin.”[111] Bu ise, hem niyet etmeyi hem de Allah’ın adını anmayı (Bismillah demeyi) gerektirmek­tedir. Bununla birlikte eğer hoşça vakit geçirmeyi kastedecek olursan, Mâ­lik bu avdan yemeyi mekruh kabul etmekle birlikte İbn Abdülhakem bunu caiz görmüştür. el-Leys’in şu sözünün zahirinden anlaşılan da odur: “Ben, bun­dan daha çok -ki» avlanmayı kastediyor- batıla benzeyen bir hak görmüş de­ğilim.”

Şayet hayvanı şer’î usule göre kesmek niyetini taşımaksızın bu işi yapacak olursa, o takdirde (o avladığı hayvan eti) haram olur. Çünkü bu, herhangi bir menfeat sağlamaksızm bir hayvanı telef etmek ve fesat yapmak kabilinden-dir. Rasûlullalı (sav) ise, yeme kastı dışında hayvanın öldürülmesini yasak­lamıştır. İHm adamlarının cumhuru ise, hayvanı salması esnasında sözlü olarak Allah’ın adını anmanın (Besmele çekmenin) mutlaka gerekli olduğu görüşündedir. Çünkü Hz. Peygamber: “Allah’ın adım andığın takdirde* diye buyurmuştur. Eğer herhangi bir şekilde besmele çekilmezse, o takdirde av-tamlan hayvan yenilemez. Zahirî mezhebi mensupları ile hadis ehlinden bir topluluğun görüşü budur. Bizim mezheb alimlerinden -ve onlann dışında- bir topluluğun görüşüne göre ise, kasti olarak besmeleyi terk etmesi halinde müs-lümanın avladığı ve kestiği hayvanın yenilmesinin caiz olduğunu kabul et­mişlerdir. Onlar, bu hususta besmele çekme emrinin mendupluk ifade etti­ğini kabul etmişlerdir. Mâlik ise, meşhur olan görüşüne göre, besmele çek­meyi kasten terketmek ile yanıtarak terketmek arasında fark olduğu kanaatin­dedir ve şöyle demektedir: Besmele çekmek kasten terkedilecek olursa ye­nilmez, yarularak terkedilirse yenilir. İslam aleminin değişik bölgelerindeki fukahanın görüşü de budur. Şafiî’nin iki görüşünden birisi de budur. Bu me­sele, yüce Allah’ın izniyle el-En’âm sûresinde (6/121. âyetin tefsirinde) ge­lecektir.

Diğer taraftan köpeğin salınması esnasında, dizgininin avcının elinde bu­lunup, avcının eliyle gönderilmesi de kaçınılmazdır. Avcı onu serbest bıra­kacak, avın üzerine gitmesi için onu kışkırtacak ve köpek de onun üzerine gidecektir. Yahut da avlayıcı hayvan, avı görmekle birlikte, yerinde hareket­siz durmalı, avcının kışkırtması ile olmaksızın yerinden hareket etmemelidir. Bu ise, avlayıcı hayvanın dizginlerinin avcının elinde bulunup» onu avın üze­rine salarak serbest bırakması durumuna benzemektedir. Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre bu böyledir.

Şayet avlayıcı hayvan avcının göndermesi ve kışkırtması sözkonusu olmak­sızın kendiliğinden gidecek olursa cumhura, Mâlik’e, Şafiî’ye, Ebu Sevr’e ve rey ashabına göre avı caiz değildir, yenilmesi de helâl olmaz. Çünkü, böy­le bir durumda avcı hayvan salınmaksızın kendisi için avlamış ve kendi adı­na yakalamış olur. Bu hususta avcının herhangi bir katkısı da yoktur. Dola­yısıyla o avlayıcı hayvanın gönderilmesi avcıya nisbet edilemez. Çünkü Hz, Peygamberin: “Eğitilmiş köpeğini saldığın takdirde.” [112] ifadesi buna uyma­maktadır. Ata b. Ebi Rebah ile el-Evzaî ise, avlanmak kastı ile onu dışarı çı­kartmış olması halinde, hayvanın avladığının yenileceğini söylemişlerdir. [113]

7- Kıraat Farkları:

Cumhur, “alıştırıp öğrettiğiniz” anlamına gelen; kelimesini “ayn ve lâm” harfini üstün olarak okumuşlardır. İbn Abbas, ve Muhammed b. el-Hanefıyye ise, bu kelimeyi “ayn” harfini ötreli, “lâm” harfini de esreli oku­muşlardır. Yani: Avlayıcı hayvanlar ile onlarla avlanmaya dair size Allah ta­rafından öğretilenler ile.,, demek olur.

el-Cevârfli: Kazananlar, kazamcılar anlamındadır. İnsan azalarına bu adın veriliş sebebi ise, bunların (iyilik ya da kötülük.) kazanmaları ve tasarrufta buIlınmaları dolayısıyla dır. Bunlara bü adın veriliş sebebinin, bunların (yarala­mak anlamına gelen cerhten geldiği nazarı itibara alınarak) yaralayıp kan akıt­maları olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu kelime, yaralamak anlamına ge­len (el-Cirâh)’dan gelmiş olması gerekir ki, bu zayıf bir görüştür. Dil bilgin­leri de bundan farklı bir kanaate sahiptirler. Ayrıca İbnü’l-Münzir bu görü-şü bir gurup kimseden de nakletmiştir

“Alıştırıcdar” kelimesini cumhur, “kef” harfini üstün, “lam” harfi­ni de şeddeli olarak okumuşlardır, “el-Mukellib” ise, köpek eğiticisi ve on­ları avlanmaya alıştıran kimse demektir. Köpekten başkasını eğitenlere de ay­nı şekilde “Mükellib” denilir. Çünkü o da eğittiği o hayvanı nihayet köpeğe benzetmektedir. Bunu kimi dil bilginleri nakletmistir. Avcının kendisine de “Mükellib” denilin Buna göre, âyet-i kerimedeki bu kelimenin anlamı “avla-yıalar olarak” şeklinde olur. Mükellib’in, köpeklerin sahibi anlamına geldi­ği de söylenmiştir.

el-Hasen ise bu kelimeyi, “keP harfini sakin, “lâm” harfini de şeddesiz ola­rak diye okumuştur. Bunun anlamı ise, köpeklere sahip olanlar şeklindedir. Nitekim, davarları çoğalan kimse hakkında; denildiği gi­bi, köpekleri çok olan kimse hakkında da; denilir. el-Esmaî ise (Nâbiğa’ya ait) şu beyiti nakletmektedir:

Her bir delikanlının davarları çoğalır, büyük servet sabibi olsa dahi Mutlaka onu ölüm dünyadan çekip alacaktır,”[114]

8- Avcılıkta Kullanılan Hayvanın Eğitiminde Aranan Şartlar İle Avcılıkta Kullanılacak Kuşlar:

Allah’ın size öğrettikleri ile alıştırıp öğrettiğiniz. buyruğundaki zamirin müennes olarak gelmesinin sebebi “el-Cevârih” keli­mesinin lafzına riâyet etmek içindir. Çünkü bu da “cârilıa* kelimesinin ço­ğuludur.

Öğretmek hususunda şu iki şartın arandığında ilim adamları arasında gö­rüş ayrılığı yoktur: Avcı hayvana emir verildiği vakit emre riâyet etmeli (gönderildiğinde gitmeli) ve geri çağırılması halinde de geri gelmelidir.

Köpeklerle onların hükmünde bulunan diğer vahşi ve yırtıcı hayvanlarda bu iki şartın arandığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, avcılıkta kullanı­lan kuşlar hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Meşhur olan, cumhurun kuş­larda da bunları şart gördüğüdür îbn Habibın naklettiğine göre, kuşlarda çağırıldığında geri gelmeleri şart değildir. Çünkü, çoğunlukla bu, kuşlarda mümkün olmaz. O bakımdan, kuşlara emir verildiğinde itaat etmeleri yeter­lidir.

Rabia der ki; Çağrıldığı vakit, çağrıya uyan hayvanlar, eğitilmiş avcı hay­vandır. Çünkü, hayvanların çoğu, tabiatı dolayısı ile gönderildiği vakit gider.

Şafiî ile ilim adamlarının çoğunluğu (cumhur), eğitilmiş olmakta avcı hay­vanın sahibi adına yakalamasını da şart koşmuşlardır. Ancak, kendisinden nak­ledilen meşhur görüşünde Mâlik bu şartı öngörmemiştir Şafiî der ki: Öğre­tilmiş olan avcı hayvan, sahibi tarafından gönderildiği vakit giden, geri dön­mesi için çağırdığı vakit sahibine geri dönen, avı sahibi adına yakalayan ve ondan bir şey yemeyendir. Avcı hayvan bunu defalarca tekrarladığı takdir­de ve bu işi bilen ehil kimseler, artık bu hayvan eğitilmiş oldu diyecek olur­larsa, o taktirde o hayvan eğitilip öğretilmiş hayvan olur.

Yine Şafiî’lerle Kulelilerden nakledildiğine göre, sahndığı vakit giden, avı yakaladığı vakit ona dokunmayan ve bunu ardı ardına defalarca yapan hayvanın üçüncü defa bu şekilde av yakalaması halinde avı yenilir.

İlim adamlarından, bunu üç defa yaparsa dördüncüsünde avladığı yenilir diyenler de vardır. Yine aralarında; Bunu, bir defa yapacak olursa, o hayvan alıştırılıp öğretilmiş olur ve ikincisinde de o hayvanın avladığı yenilir, diyen­ler de vardır. [115]

9- Hayvanın Avcı İçin Yakalamasının Anlamı:

Yüce Allah’ın; “Artık onların sizin İçin tutuverdiklerindeu yiyin” buy­ruğu, sizin adınıza yakaladıklarından ve ilişmediklerinden yiyin demektir.

İlim adamları, bu buyruğun te’vili (anlamı) hususunda farklı görüşlere sa­hiptirler,

İbn Abbas, Ebu Hureyre, Nehaî, Katade, İbn Cübeyr, Ata b. Ebi Rebah, îk-rime, Şafiî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr, en-Numan (Ebu Hanife) ve mezhebine mensup ilim adamları derler ki: Buyruk, ondan yemeyecek olursa, anlamın­dadır Eğer avdan yiyecek olursa, geri kalanı yenilmez. Çünkü bu durumda o, Kendisi için yakalamış, sahibi adına yakalamamış olur. Ebu Hanife ve mez­hebine mensup ilim adamlarına göre pars da köpek gibidir. Şu kadar var ki, kuşlarda bunu şart konmamışlardır. Aksine kuşların yediklerinden arta kalan yenilir.

Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Ömer, Selman-ı Farisî ve yine Ebu Hurey-re ise şöyle demektedirler: Bu, ondan yemiş olsa dahi anlamındadır. Eğer av­cı hayvan, -köpek, pars ya da kuş olsun- avdan yiyecek olursa, avın geri ka­lanı -geriye bir parçacık kalmış olsa dahi- yenilir. Bu, Mâlikin ve mezhebint mensup bütün ilim adamlarının da görüşüdür. Aynı zamanda bu, Şafiî’nin ikinci görüşüdür. Kıyas da bunu gerektirir.

Konu ile ilgili olarak zikrettiğimiz bu anlamlarda iki tane hadis vardır. Bi­rincisi, Adîy b. Hatim’in rivayet ettiği, alıştırılmış köpeğe dair hadiste geçen şu ifadelerdir: “Eğer (avdan) yiyecek olursa, sen (kalanı) yeme. Çünkü bu du­rumda o kendisi İçin avlamış olur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir.[116]

İkincisi ise, Ebu Salebe el-Huşeni yoluyla gelen hadistir. Ebu Salebe de­di ki: Rasûlullah (sav) köpek avı hakkında şöyle buyurdu: “Köpeğini salar­ken üzerine Allah’ın adını andığın takdirde sen (o avdan) ye. Köpeğin on­dan yemiş olsa dahi. Sağ elinin sana kazandırdığından ye.” Bunu, Ebu Dâ-vud rivayet etmiştir.[117] Bu, Adiy’den de rivayet edilmiş ise de sahih değildir. Adiy’den gelen sahih rivayet, Müslim’in rivayet ettiği hadistir.

Konu ile ilgili iki rivayet arasında tearuz olduğundan dolayı, bizim mez-heb alimlerimizden ve onların dışında olanlardan kimisi, bu iki hadisin ara­sını bulma yoluna gitmiştir. O bakımdan, yasaklamayı ihtiva eden hadisi, ten­zihi kerahete ve veralı davranmaya, bunu mubah kılan hadisi de cevaza ait olarak kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Adiy zengin birisi idi. O bakımdan Peygamber (sav) ona veralı ha ket etmek suretiyle yememesi şeklinde fet­va verirken, muhtaç bir kimse olan Ebû Sa’lebe’ye yemesi hususunda cevazı belirterek fetva vermiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Bu te’vilin doğruluğuna hz. Peygamber’in Adiy hadisinde kullandığı şu ifa­de de delâlet etmektedir: “Çünkü gerçekten ben, o takdirde (o avcı hayva­nın) kendisi adına yakalamış olacağından korkarım.” İşte bizim ilim adam­larımızın tevili budur. Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) “el-İstizkâr” adlı eserinde der ki: Adiy yoluyla gelen bu hadis ile Ebu Sa’lebe hadisi tearuz halindedir, Zahir görülen o ki, Ebu Sa’lebe hadisinin onu nesli ettiğidir. Çünkü Hz. Pey-gambere: Ey Allah’ın Rasûlü> ondan yemiş olsa dahi diye sorup, Hz. Peygam­ber’in: “Ondan yemiş olsa dahi” demesi bunu göstermektedir.

Derim ki; Ancak bu, nesh iddiası su götürür. Çünkü bunun tarihini bile­miyoruz. Bu durumda iki hadisin telifi ise, -hadislerin varid oldukları tarih bilinmediği sürece- daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allahur.

Şafiî mezhebinin alimlerine gelince, onlar da şöyle demektedir: Eğer av­lanılan hayvandan köpeğin yemesi, aşın açlığı dolayısı ile ise, o av hayva­nı yenilir, aksi takdirde yenilmez. Çünkü o takdirde bu, onun kötü eğitilme­sinin bir neticesidir. Seleften bir topluluğun da bu hususta ayırım gözettiğine dair rivayetler vardır. Buna göre köpek ile parsın avlayıp kendisinden ye­diklerinin yenilmeyeceğini, buna karşılık doğan’ın kendisinden yediği avın yenilmesinin caiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş en-Nehaî, es-Sevrî, rey ashabı ve Hammad b. Süleyman’ın görüşüdür. İbn Abbas’tan da nakle­dilmiştir. Bunlar derler ki: Çünkü köpek ile parsın dövülmesi ve bundan do­layı azarlanmaları mümkündür. Kuşa böyle bir uygulamanın imkânı yoktur. Kuşun öğretilmiş olmasının sınırı ise çağırıldığında geri gelmesi, salındıgında da gitmesidir. Kuşun eğitiminde bundan daha ilerisine imkân yoktur, onu vurmak ise ona eziyettir. [118]

10- Eğitilmiş Hayvanın, Avlanılan Hayvanın Kanından İçmesi:

İlim adamlarının cumhuruna göre, eğitilmiş hayvan av hayvanının kanın­dan içecek olursa avı yenilir. Ata der ki: Kam içmek, av hayvanını yemek de­ğildir. Bununla birlikte eş-Şa’bî ile Süfyan-ı Sevrî böyle bir av hayvanım ye­meyi mekruh görmüşlerdir. Ancak avın mubah oluş sebebinin eğitilmiş av hayvanının avı yaralayıp kanını akıtması olduğu hususunda görüş ayrılığı yok­tur. Bu yaralamanın muhakkak olarak gerçekleştiğinden emin olunması, bunda herhangi bir şüphenin olmaması gerekir. Şüphe bulunması halinde ise av hayvanının yenilmesi caiz olmaz. Bunu, ayrı bir başlıkta ele alalım: [119]

11- Avın Avcı Hayvan Tarafından Yaralanmış Olması:

Avcı, kendi köpeği ile beraber bir başka köpeği de bulacak olur ise diğer köpeğin bir başka avcı tarafından gönderilmemiş olduğu kabul edilir. Bu ikin­ci köpeğin kendi tabiatı gereği ve kendiliğinden gönderildiği varsayılır Bu hususta görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer ona (avlanmasına) ondan başka köpekler de karışmış ise ondan yeme -bir başka rivayette de şöyle denilmektedir-: Çünkü sen, ancak kendi köpe­ğin için besmele çektin, ondan başkası için besmele çekmedin.”[120]

Şayet bir başka avcı, ikinci köpeği göndermiş ve her iki köpek de o av hay­vanını ortaklaşa avlamış ise, iki avcının da avlanılan o hayvanda ortak olma­sı hakkıdır. İki köpekten birisi o av hayvanını öldürücü bir şekilde yaralamış, daha sonra ikincisi gelmiş ise, o avr onu Öldürücü şekilde yaralayan eğitil­miş hayvanın sahibine aittir. Aynı şekilde kendisine bir ok atılarak dağdan aşağı yuvarlanan yahut bir suya gömülen hayvan da yenilmez. Çünkü Pey­gamber (sav) Adiy b. Hatim’e şöyle demiştir: “Ve eğer okunu atacak olursan, Allah’ın adını an (arak at). (Avın) bir gün gözünden kaybolup avında ken­di okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan Cavını) yiyebilirsin. Şa­yet onu suya gömülmüş bulacak olursan ondan yeme. Çünkü sen o hayva­nı suyun mu, kendi okunun mu öldürdüğünü bilemezsin.” [121] Bu da, açık bir nasstır. [122]

12- Avlanılan Hayvan Yaralanmaksızın Ölürse:

Av hayvanı köpeklerin ağızlarında fakat yara almaksızın ölecek olursa ye­nilmez. Çünkü boğularak ölmüş olur. Bu da kör bir bıçakla kesilip boğazı ke­silmeden önce kesim esnasında çektiği izdıraptan ölmüş gibi olur.

Şayet yırtıcı hayvanlardan o av hayvanını kurtarıp kesme imkânı bul­makla birlikte av hayvanı ölünceye kadar bu işi yapmazsa o hayvan yenil­mez. Ve hayvanı kesmek hususunda kusurlu hareket etmiş ulur. Çünkü bu durumda hayvan kesilecek bir hale gelmiş idi. Kesilebilen hayvanın İslâmi kesimi ise kesUemeyeninkinden farklıdır.

Şayet o hayvanı avlayıcı hayvanlardan kurtardıktan sonra bıçağını çıkar­madan önce ölürse veya beraberinde bulunan bıçağını eline ahr (takat kes­meden) ölürse o hayvanın yenilmesi caiz olur. Bıçak beraberinde bulunma­makla birlikte bıçağı aramayıp başka bir şeyle oyalanacak olursa o hayvan yenilmez.

Şafiî der ki: Avlayıcı hayvanlann yakalayıp herhangi bir şekilde yaralama­dığı av hayvanı hakkmda iki görüş vardır. Birincisine göre, yaralanmadığı sü­rece o hayvan yenilemez. Çünkü yüce Allah: “Avcı hayvanların…” diyeHju-yurmaktadır. Bu da İbnü’l-Kasım’ın görüşüdür. Diğeri ise bu hayvanın yenil­mesinin helâl olduğudur. Bu da Eşheb’in görüşüdür. Eşheb der ki: Eğer av hayvanı köpeğin çarpmasından ötürü ölürse yenilir. [123]

13- Kaybolan Avın Hükmü:

Uz. Peygamberin (11. başlıkta geçen) hadis-i şerifteki: “Şayet onu bir gün süreyle kaybeder ve onda kendi okunun izinden başka bir yara izi bul-muyacak olursan (ondan) yiyebilirsin” buyruğu ile buna yakın ifadelerin yer aldığı, Ebu Sa’lebe yoluyla gelen ve Ebu Dâvud tarafından: “Üçgün sonra da­hi olsa -kokmamış olması şartıyla- onu yiyebilirsin,” [124] fazlalığıyla yer alan hadis-i şerife, Hz. Peygamberin: ” Gözünün önünde seni ri bir şekilde (av hayvanın veya av aletinle} öldürdüğünü ye. Fakat, gözünün önünden kaybolduktan sonra ölenden yeme” [125] hadisi arasında bir tearuz bu­lunmaktadır. [126]

(Bundan dolayı) gölden kaybolan av hayvanının yenilmesi ile ilgili ola­rak Uirh adamları üç farklı görüş ortaya atmışlardır:

1) Avın ölümüne sebep teşkil eden ister ok, ister köpek olsun yenilir.

2) Gözden kaybolması halinde hiçbir şey yenilmez. Çünkü Hz. Peygam­ber: “Gözünün önünde ve süratlice öldürdüğünü ye, gözünden kaybolup da öleni yeme” diye buyurmuştur. Yenilmeyiş sebebi ise, okun dışında başka bir­takım haşerelerin avın ölümünde katkısı bulunmuş olması korkusudur.

3) Ok île köpek avı arasında fark gözetenler. Bunların görüşlerine göre, ok ile öldürülen yenilir, köpek tarafından öldürülen ise yenilmez.

Bünun izahı şöyle yapılabilir: Ok, belli bir cihetten av hayvanının ölümü­ne sebep teşkil eder. Ve bu konuda içinden çıkılamayacak bir durum olmaz. Köpek gibi av hayvanları ise, değişik yerlerden av hayvanının Ölümüne se­bep teşkil etmiş olabilirler. O bakımdan nasıl öldüğü hususu içinden çıkıla­mayabilir. Bu üç görüş de bizim (mezhebimizin) ilim adanılan tarafından ile­ri sürülmüş görüşlerdir.

Mâlik, Muvatta’ın dışındaki eserlerde şöyle demektedir Av ölür, daha sonra onu ölü olarak eline geçirdiğinde doğanın, köpeğin ya da okun onun öldürücü bir tarafına İsabeti sözkonusu değilse ondan yiyemez.

Ebu Ömer (b. Abdi’l-Berr) der ki: İşte bu da bize şunu göstermektedir. Eğer avlama aracı avın öldürücü yerlerine isabet edecek olursa, ona (Mâlik’e) gö­re üzerinden bir gece^geçmiş olsa dahi helâldir ve onu yiyebilir. Şu kadar var ki, üzerinden gece geçmişse ondan yemeyi mekruh kabul etmektedir. Çün­kü İbn Abbas’tan: “Eğer gözünden bir gece kaybolacak olursa (onu) yeme” dediği rivayeti gelmiştir. Buna yakın bir rivayet de es-Sevrî’den gelmiştir. O şöyle demektedir: Eğer av hayvanı bir gün kaybolacak (görülmeyecek) olur­sa ben onu yemeyi mekruh kabul ederim.

Şafiî der ki: Kıyasa göre, onun nerede öldüğünü göremeyecek olursa, o av hayvanını yiyemez.

Evzaî der ki: Ertesi günü o av hayvanım ölmüş ve okunu av hayvanında saplı bulur, yahut köpeğinin onda açtığı yara izini görürse ondan yiyebilir

Eşheb, Abdulmelik ve Esbağ da buna yakın görüş belirterek şöyle derler:

Eğer avlanılanın öldürücü yerleri isabet almışsa, üzerinden bir gece geçmiş olsa dahi avlanılan hayvanin yenilmesi caiz olur. Hadis-i şerifteki “kokuşma­dığı sürece” ifadesi ise, bir ta’lîl’dir. Çünkü, hayvan kokuşacak olursa, senin tabiatın kaldırmadığı pis şeyler arasına katılmış olur. Bundan dolayı da onu yemek tiksinti verir (veya mekruh olur); bununla birlikte ondan yiyecek olur­sa caizdir. Nitekim Peygamber (sav) kokuşmuş (bozulmuş) bir yağlı sulu ye­meği, (kokuşmuş olmasına rağmen.) yemiştir. [127]

Şöyle de denilmiştir Bu (kerahiyet hükmü) yiyenin zarar görmesinden korktuğu şeyler ile maluldür. Bu, ta’lile göre eğer zarar görme korkusu mu­hakkak ise onu yemek haram olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [128]

  1. Gayr-i Muzlimlerin Avlanmak İçin Eğitilmiş Köpekleriyle Avcılık Yapmak:

Bu kabilden olmak üzere ilim adanılan, eğitilmiş olması halinde yahudi ve lııristiyanın köpeği ile avlanmanın hükmü hususunda farklı görüşlere sahip­tirler, Hasan-ı Basrî bunu mekruh görmüştür.

Mecusî tarafından eğitilmiş köpek, doğan ve şahin ile avlanmayı ise Ca-bir b. Abdullah, el-Hasen, Ata, Mücahid, en-Nehaî> es-Sevrîve îshak mekruh görmüşlerdir. Mâlik, Şafiî ve Ebu Hanife ise, avcının müslüman olması ha­linde bunlara ait köpeklerle avlanmayı caiz görmüş ve: Bu (eğitilmiş avcı hay­vanlar) böyle birisine ait bıçak gibidir.

Şayet avcı kitap ehlinden ise, ümmetin cumhuru -Mâlik müstesna- avının yenilmesini caiz olduğunu kabul ederler. Mâlik ise, kitap ehline mensup kim­senin avı ile kestiği hayvan arasında fark gözetmiş ve şu âyet-i kerimeyi oku­yarak: “Ey İman edenler, Allah … avdan ellerinizin, mızraklarınızın erişe­bileceği bir şeyle sizi muhakkak deneyecektir” (el-Maide, 5/94) âyetini de­lil gösterip şöyle demiştir; Yüce Allah burada yalıudilerden de hıristiyanlar-dan da söz etmemektedir.

İbn Vehb ile Eşheb ise şöyle derlen Yahudi ile lııristiyanın avı, tıpkı kes­tiği hayvan gibi helâldir. Muhammed’in Kitab’inda ise, Sabiinin avının da ke­siminin de caiz olmayacağı belirtilmektedir. Sabiiler, yahudilerle hıristiyan-lar arasında bir topluluk olup muayyen bir dinleri yoktur.

Şayet avcı mecusî ise, Mâlik, Şafiî, Ebu Hanife ve bunların arkadaşları ile bütün insanların büyük çoğunluğu avımn yenilmesini kabul etmemişlerdir. Ebu Sevr ise bu hususta iki görüş vardır demektedir: Bir görüş bütün bun­ların görüşü gibidir. Diğeri ise, mecusiler kitap ehîindendir ve onların avları (nın yenilmesi) caizdir şeklindedir.

Sarhoş bir kimse avlanır yahut hayvan kesecek olursa, onun avı da kes­tiği de yenilmez. Çünkü, şer’î kesimin (zekât, tezkiye) maksada (niyete) ih­tiyacı vardır. Sarhoş kimsenin ise maksat güderek bir iş yapması sözkonusu

değildir. [129]

15- Av İçin Eğitilmiş Hayvan Avdan Yiyecek Olursa:

Nahivcîler, yüce Allah’ın: *Slzİn İçin tutuverdîMeriüden” buyruğundaki; …den edatının durumu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. el-Alıfeş, bu da yüce Allah’ın: u Onun meyvesinden yiyiniz” (el-En’âm, 6/141) buyruğundaki gibi fazladan gelmiştir, der Basrahlar ise onun bu hususta hatalı olduğunu belirtirler ve bu edatın olumlu cümlede fazladan gel­meyeceğini, ancak nefy (olumsuz) ve soru cümlelerinde fazladan gelebile­ceğini belirtirler. Şanı yüce Allah’ın: “Meyvesinden” buyruğu ile “Günahlarınızdan bir kısıntını bağışlar” (.el-Bakara, 2/271) ve: “Günahlarınızdan bazısını bağışlasın…” (el-Ahkâf, 46/3D buyruklarında bu edat tab’îz (kismîlik) bildirmek içindir Bu­na karşılık el-Ahfeş şöyle cevap vermektedir: Yüce Allah, kimi yerde bu eda­tı zikretraeksizin: “Günahlarınızı bağışlar…” (es-Sâf, 61/12) di­ye buyurmaktadır. İşte bu da olumlu cümlede bu edatın fazladan gelebile­ceğine bîr delildir. el-Ahfeş’e şu şekilde cevap verilmektedir: Buradaki bu edat, tab’îz içindir. Çünkü avlanılan hayvandan helâl olan yalnızca ettir. Kan ve di­ğer pislikler bunun dışındadır.

Derim ki: Yemek hususunda asıl maksat ve alışılmış şey bu değildir kif bu­nunla onun dedikleri çürütülebilsin. Bununla birlikte; Tutuverdik-lerinden” buyruğu ile eğitilmiş hayvanların geriye bıraktıklarından… anla­mının kastedilmiş olması da muhtemeldir. Bu açıklama: Eğer köpek avlanı­lan hayvandan yiyecek olursa bunun zararı olmaz diyenlerin görüşüne uy­gun bir açıklamadır. İşte bu ihtimal sebebiyle ilim adamları -az önce de geç­tiği üzere- eğitilmiş av hayvanlarının avdan yemesi halinde avlanılan o hay­vanın yenilmesinin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. [130]

16- Köpek Barındırmanın Caiz Olduğu Haller:

Âyet-i kerime, avlanmak kastıyla köpek edinmenin ve köpek barındırma­nın caiz olduğuna delâlet etmektedir. Bu husus, sünnette sabit olduğu gibi, sünnet buna ekin ve davar için köpek barındırma hallerini de ilave etmiştir. İslamin ilk dönemlerinde köpeklerin öldürülmesi emredilmişti. Öyleki, çöl­den gelen bir kadıncağızın arkasından takılıp gelen köpek dahi öldürülürdü. Müslim, İbn Ömer’den Peygamber (sav)’ın şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: “Her kim, av yahut davar köpeği dışında bir köpek barındıracak olur­sa» her gün onun ecrinden iki kırat ekşitir.” [131]

Yine Ebu Hureyreden şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Davar, av veya ekin köpeği dışında her kim köpek edinecek olursa, hergün onun ecrinden bir kırat eksilir.” [132]

ez-Zührî der ki: İbn Ömer’e, Ebu Hureyre’nin dediğinden sözedilince şöyle dedi: AUah Ebu Hureyre’ye rahmet buyursun. O da ekin sahibi bir kim­se idi. [133]

Böylelikle sünnet bizim dediğimize delalet etmiş olur. Hz. Peygamber, sö­zü geçen bu faydalardan herhangi birisi sözkonusu olmaksızın köpek barın­dıranın ecrinin eksileceğini belirtmiştir. Bu ise, köpeğin müslümanları kor­kutmasından, havlamasıyla onları şaşırtmasından dolayı olabilir.

Nitekim, Basrah şairlerden birisi, Ammar’ın yanına misafir olarak konak­lamıştı. Köpeklerinin havladığını işitmiş ve bunun üzerine şöyle demişti:

“Biz, Aram ar’a konuk olduk. O da köpeklerini kışkırttı üzerimize Az kalsın iki evi arası ada (onlar tarafından) yenilip bitirilecektik Arkadaşlarıma gizlice dedim ki: Bugün{ün eziyeti) mi daha uzun, yoksa kıyamet günü mü?”

Köpek barındırmanın yasaklanış sebebi, meleklerin eve girmelerine engel olmaları, yahut -Şafiî’nin görüşüne göre- necis olmaları veya fayda sağlama­yan herhangi bir şeyi edinmeye dair yasağın kapsamına girmesi dolayısıyla da olabilir.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

İki rivayetten birisinde “iki kırat” denilirken, diğerinde “bir kırat” denilmek­tedir Bundan dolayı buyruğun, biri diğerinden daha fazla eziyet verici iki tür köpek hakkında olması muhtemeldir. Hz. Peygamberin öldürülmesini emret­tiği ve öldürülmelerini yasaklaması esnasında istisna edilenlerin arasına sokmadığı siyah köpek gibi. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “İki noktalı (benekli) simsiyah köpeği öldürmeye bakınız. Çünkü o bir şeytan­dır.”[134] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Bu farklılığın, köpeğin beslendiği yerlerin farklı olması dolayısıyla olma­sı da muhtemeldir Mesela» Mekke veya Medine’de köpek barındıranın ec­rinden iki kırat, başka yerlerde barındıranın ecrinden bir kırat eksilmesi de mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Ailahtır.

Barındırılması mubah olan köpeklere gelince, böyle bir köpeği barındıra­nın ecrinden -at ve kedi beslemek gibi- bir şey eksilmez. Böyle bir köpeğin alım ve satımı da caiz olur. Hatta Sahnûn şöyle demektedir: Böyle bir köpe­ğin satış bedeli ile hac dahi edebilir. Mâlik’e göre barındırılması mubah olan davar köpeği davarlarla birlikte gidip gelen köpektir. Evde hırsızlara karşı da­varları koruyan köpek değildir. Ekin köpeği ise, gece ve gündüz vahşi hay­vanlara karşı ekini koruyan köpektir. Hırsızlara karşı koruyan değil. Mâlik’in dışındaki ilim adamları ise, şehirden u£ak yerlerde (badiyede.) davar, ekin ve ev hırsızlarına karşı köpek edinmeyi caiz kabul etmişlerdir.[135]

17- Alimin Cahile Üstünlüğü:

Bu âyet-i kerimede bilgili olanın, cahilin sahip olmadığı üstünlük ve fazi­lete sahip olduğuna bir delil vardır. Çünkü köpek eğitilip öğretildiği takdir­de diğer köpeklere daha üstün olur. Buna göre ilim öğrenen insanın diğer insanlara üstünlüğü öncelikle sözkonusudur. Özellikle de bildikleriyle amel edecek olursa. Nitekim bu, Ali b. Ebi Talib (r.a)’ın dediği rivayet edilen şu sözünü andırmaktadır: “Her şeyin bir kıymeti vardır Kişinin kıymeti ise, onun güze) bir şekilde yaptığı (.ihsan ettiği) dir. [136]

18- Allah’ın Adını Anarak Avlanmak:

Yüce Allah’ın: “Üzerine Allah’ın adını ama” buyruğu, besmele çekme em­rini ihtiva etmektedir. Bu besmelenin eğitilmiş hayvanı avın üzerine gönder­me esnasında çekileceği söylenmiştir. Böylelikle besmele çekmek hususun­da avlanmak ile hayvan kesme arasında bir uygunluk bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar, et-En’âm suresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir.

Burada besmele çekmekten kastın yerken besmele çekmek olduğu da söy­lenmiştir, ifadeden daha açıkça anlaşılan budur.

Müslim’in Sahihinde Peygamber (sav)’ın Ömerb, Ebt Seleme’ye şöyle de­diği rivayet edilmektedir: “Ey çocuk, Allah’ın adını an, sağ elinle ye ve önünden ye” [137] Hz. Huzeyfe yoluyla gelen hadiste de Rasûlullah (sav)’ın şöy­le buyurduğu rivayet edilmektedir: “Şüphe yok ki şeytan, üzerinde Allah’ın adının anıhnaması sebebiyle yemeği kendisine helâl kabul eder ” [138]

Eğer yemeğin basında besmele çekmeyi unutacak olursa, sonrasında bes­mele çeksin. Nesaî, Umeyye b. Mahşîden -ki, Rasûlullah (savVın ashabından-dı- Rasûlullah (sav)’ın, besmele çekmeksizin yemek yiyen birisini gördüğü­nü, son lokmaya gelince: Başında da sonunda da bismillah dediğini, bunun üzerine de Rasûlullah (say)’ın şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: “Şeytan onunla yemeye devam edip durdu. Fakat besmele çekin­ce yediklerini kustu.” [139]

  1. Allah Korkusu (Takva):

Yüce Allah: “Ve Allah’tan korkun” buyruğu ile, genel olarak Allah’tan kork­mayı (takvayı) emretmektedir. Bu emrin yakın işareti ise, bu âyeti kerime­nin ihtiva ettiği emirler ile ilgilidir. Hesabın çabucak görülmesi ise, yüce Al­lah’ın bilgisinin herşeyi kuşatmış olması ve her şeyi sayısıyla tek tek bilmiş olması bakımındandır. O bakımdan O’nun, hesab edenlerin yaptığı gibi herhangi bir şekilde saymaya ve basamaklara ayırmaya kalkışmasına ihtiya­cı yoktur. İşte bundan dolayı (bir başka yerde) şöyle buyurmaktadır; “Hesab ediciler olarak Biz yeteriz,” (el-Enbiya, 21/47)

Şanı yüce Allah, bütün mahlukatın hesabını bir defada görecektir. Bunun ktyarnet günü ile tehdit anlamına gelmesi ihtimali de vardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Şüphesiz, Allah’ın sizi hesaba çekeceği gün pek çabuk gelecektir. Çün­kü kıyamet günü pek yakındır.

Hesap ile amellerin karşılığının verilmesini kastetmiş olması da muhtemel­dir. Adeta, dünya hayatında Allah’tan korkmadıklan takdirde çok çabuk ve pek yakında bir karşılık görmeyi (cezalandırmayı) hatırlatarak tehditte bu­lunmuş gibidir. [140]

5- Rngün size iyi ve teiniz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine ki­tap verilenlerin yiyeceği size helâldir. Sizin yiyeceğiniz de on­lara helâldir. Mü’m in kadınlardan İffetli olanlar ile, sizden ön­ce kitap verilenlerden iffetli kadınlar -iffetinizi korumanız, zi­na etmemeniz, gizli dost edinmemeniz ve mehirlerini vermeniz şartıyla- size helaldir. Kim İmanı İnkâr ederse, ameli boşa git­miş olur. Ve o, âhirette en çok zarara uğrayanlardandır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız: [141]

1- Temiz Şeylerin Helâl Kılınışı Ve Dînin Üstünlüğü:

Yüce Allah’ın: “Bugün size iyi ve temiz olan şeyler helâl kthndr buyru­ğu, yani: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” ve “Bugün size iyi ve teiniz olan şeyler helâl kılındı” takdirindedir. Burada “bugün” lafzı, te’kid olmak üzere tekrar edilmiştir. Yani, kendilerine dair soru sorduğunuz iyi ve temiz peyler size helâl kılınmış bulunmaktadır. İyi ve temiz şeyler, esasen bu âyet-i kerimenin nüzulünden önce müslümanlara mubah kılınmıştı. Bu da on-lann Sorularına bir cevaptı. Çünkü: Bize helâl kılman şeyler nelerdir diye sor­muşlardı.

Âyette geçen: Bugün” ile Muhammed (sav)’ın çağına işaret edildiği de söy­lenmiştir. Nitekim, bunlar filanın günleridir, denilmektedir. Yani, işte bu va­kitler sizin üstün geldiğiniz ve İslâmın yayıldığı zamanlardır. İşte ben, bunun­la dininizi kemale erdirdim ve sizin için iyi ve temiz olan şeyleri helâl kıldım.

Âyet-i kerimede, geçen: “İyi ve temiz şeyler: et’tayyibat” den bundan ön­ce de söz edilmiş idi. [142]

2- Kitap Ehlinin Yiyecekleri:

Yüce Allah’ın: ‘”Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği de sîze helâldir”

buyruğu, mübteda ve haberdir.

Yiyecek (et-Ta’âm), yenecek şeylerin adıdır, Kesilenler de bunlar arasın­dadır. Te’vil ilmînde ehil bir çok kimsenin görüşüne göre, burada bununla özel olarak kesilen hayvanlar kastedilmektedir. Onların yiyeceklerinden bi­ze haram kılananlar ise bu hususta vaıid olmuş hitabın genel kapsamı içe­risine girmemektedir. İbn Abbas der ki: Yüce Allah: “Üzerinde Allah’ın adı anılmamış olan şeylerden yemeyiniz” (el-En’âm, 6/121) diye buyurduktan sonra: “Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helâldir” buyruğu ile bundan istisnada bulunmuştur. Bununla da yahudi ve hıristiyamn kestiğini kastetmektedir. Her ne kadar hıristiyan, kesim esnasında: Mesih adına, Ya­hudi de: Uzeyr adına diyorsa da bu böyledir. Çünkü, onlar esas itibari ile be­nimsedikleri dine göre kesmektedirler. Ata der ki: Mesih adına dese dahi hı-ristîyanın kestiğini ye. Çünkü yüce Allah onların neler söylediklerini bildiği halde kestiklerini mubah kılmıştır, el-Kasım b. Muhaymere ise şöyle demek­tedir; Hıristiyan kimse, Sercis -onlara ait bir kilisenin adıdır- adına, diyecek olsa dahi onun kestiğini ye. Aynı zamanda bu, ez-Zührî, Rabia, Şa’bî ve Mek-hul’ün de görüşüdür. Ashab-ı kiramdan Ebu’d-Derdâ ve Ubade b, es-Samit’ten de bu görüş rivayet edilmiştir.

Bir kesim de şöyle demektedir: Sen, kitap ehline mensub kimsenin, yüce Allah’tan başkasının adına kestiğini işitecek olursan, sakın ondan yeme. Aslıab-ı kiramdan Ali, Aişe ve İbn Ömer bu görüştedir. Bur Tavus ve el-Ha-sen’in de görüşüdür. Onlar, yüce Allah’ın.: “Üzerlerine Allah’ın ismi anılma­yanlardan yemeyin. Çünkü o, elbetteki birfısktır” (el-En’âm, 6/121) buyru­ğuna dayanarak bu görüştedirler. Mâlik ise, bunu haram kılmaksızın: Ben bu­nu (bundan yemeyi) mekruh görüyorum, demekle yetinmiştir

Derim ki: Kitap ehlinden olanın kestiğini yemenin caiz olduğunun ittifak­la kabul edildiğini nakleden, sonra da bunu hayvanı keserken besmele çekmenin şart olmadığına delil göstererek şöyle diyen el-Kiyâ et-Taberî’nin şu sözleri gerçekten hayrete değer: “Şüphe yok ki, bunlar kestikleri hayvan­lar üzerinde ancak Mesih ve Uzeyr gibi gerçek anlamda mabud olmayan ilah edindikleri kimselerin adını anarlar. Şayet gerçek manada ilah olan Allah’ın adım anacak olsalar dahi onların bu amslan, ibadet suretiyle olmaz. Bir baş­ka şekilde olabilir. İbadet suretiyle olmaksızın Allah’ın adını şart koşmak ise, aklen kavranılabilecek bir şey değildir. Kâfirin, Allah’ın adını anması ile an­maması ise -kendisinden ibadet kastı tasavvur olunamayacak olursa- aynı se­viyededir.

Diğer taraftan hıristiyan, ancak Mesih adım anarak keser. Yüce Allah da mutlak olarak (kayıtsız ve şartsız bir şekilde) onların kestiklerinin helâl ol­duğuna hüküm vermiştir. İşte bunda, besmele çekmenin -ŞafiTnin de dedi­ği gibi- asla şart olmadığına dair bir delil vardır”

Bu hususta ilim adamlarına ait değişik görüşler, yüce Allah’ın izniyle el-En’âm sûresinde (6/121. âyetin tefsirinde) gelecektir. [143]

3- Kitap Ehlinin Kesim Hayvanları Dışında Kalan Yiyecekleri:

Meyve ve buğday gibi ayrıca bir çabayı gerektirmeyen yiyecekler kabilin­den olup, şer’î kesime gerek duymayan (kitap ehlinin) yiyeceklerinin yenil­mesinin caiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, herhangi bir kimsenin bunları mülk edinmesinin bunlara bir zararı ol­maz. Bir çaba sonucu elde edilen yiyecekler ise iKi türlüdür. Birincisi din ile bir ilgisi bulunmayan ve bir yapını çabası sonucu ortaya çıkan, undan yapı­lan ekmek, yağ çıkarmak ve benzeri şeylerdir. Eğer, zımmiye ait bu gibi yi­yeceklerden uzak durulursa, bu sadece tiksinti duyulduğu için uzak kalına­cak türden kabul edilir. İkincisini ise, din ve niyeti gerektiren sözünü ettiği­miz şer’î tezkiye.

Kıyas, onların kestiklerinin caiz olmamasını gerektirir. -Nitekim bizim, on­ların Allah tarafından kabul edilebilecek bir namazları ve bir ibadetleri olmaz dememiz de böyledir.- Ancak, yüce Allah, onların kestikleri hayvanlar husu­sunda bu ümmete ruhsat vermiş ve -böylelikle daha önce îbn Abbas’ın gö­rüşünü nakledilirken de belirtildiği üzere- nass ile de bunu kıyasın kapsamı dışına çıkarmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [144]

4- Kitap Ehlinin Kesiminin Hükme Etkisi:

Kitap ehlinin şer’î usule uygun kesimleri, kendileri için haram kılınmış olan şeylerde etkili olur mu, olmaz mı hususunda ilim adamlarının farklı iki gö­rüşü vardır. Cumhur, kendileri için helal olanda da olmayanda da kesilen hay­vanın tümünde bu kesimin etkili olacağını kabul etmektedir Çünkü, şer’î usu­le uygun bir şekilde kesilmiştir.

Bir gurup ilim ehli ise şöyle demektedir. Onların kestiklerinden bize he­lal olan, yalnızca onlar için helal olandır. Çünkü, onlar için helal olmayan şey­lerde onların şer1î usule uygun kesimlerinin etkisi olmaz. O bakımdan bu ka­naate sahip olan ilim adamları, kitap ehlinin kestiklerinden diğerleri sırtına yapışık olan ile safi yağların yenilmesini caiz kabul etmezler. Âyet-i kerime­deki “yiyecek (et-Taam)B lafzını, kesilen hayvanın bir bölümü hakkında mün­hasır olarak kabul etmişlerdir.

Birinci kesim ise bu lafzı (bizim için) yenilebilen bütün şeyler hakkında umumu üzere kabul etmiştir. Bu görüş ayrılığı Maliki mezhebinde sözkonu-sudur. Ebu Ömer (b. Abcü’l-Berr) der ki: Malik, yahudîlerin iç yağlan ile kes­tikleri develeri yemeyi mekruh görmektedir, ÎHm adamlarının çoğunlulğu ise bunda herhangi bir sakınca görmemektedirler. Buna dair açıklamalar yüce Allah’ın izniyle, En’âm sûresinde (6/146. ayetin tefsirinde) gelecektir.

Mâlik, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- müslümanın kestiği bulunurken on­ların kestiklerini yemeyi mekruh kabul ederdi. Aynı şekilde onlara (kitap eh­line) kestiklerini satacakları pazarlarının olmasını da mekruh görmüştür. Bu görüş onun, -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bir tenezzühüdür (Şüphe­lerden dahi uzak durmak isteme eğilimidir).[145]

5- Mecusîlerin Kestikleri:

Mecusîlerin kestiklerine gelince, ilim adanılan -istisnalar hariç- onların kes­tiklerinin yenilmeyeceğini ve onların kadınları ile evlenilemeyeceğini icma ile kabul etmişlerdir Çünkü ilim adamlannca meşhur kabul edilen görüşe gö­re mecusîler kitap ehli olan kimseler değildir. Bununla birlikte kestiklerin­den olmadığı ve şerl kesime gerek bırakmadığı sürece, müşrikler ve puta ta-pıcılar gibi kitabı olmayanların yiyeceklerini yemekte mahzur yoktur. Bun­dan tek istisna ise, ölmüş hayvanın (oğlakların) bağırsaklarından alınan maya ile yapılan peynirdir.

Çocuğun babası mecusı, annesi kitap ehli ise, Mâlike göre çocuk babası­nın hükmünü alır. Mâlik’ten başkalarının görüşüne göre ise, eğer ebeveynin­den sadece birisinin kestiği yenmeyen kimselerden ise, kestiği yenilmez. [146]

6- Sonradan Yahudi Ve Hıristiyan Olanların Durumu:

Tağliboğullan hıristiyanları ile, sonradan yalıudi ve hıristiyanhğa girmiş her­kesin kestiklerine gelince, Ali (r.a) arap oldukları için Ta ğliboğull arının kes­tiklerini yemeyi yasaklıyor ve: Bunlar hıristiyanlık adına şarap içmekten başıma birşeye sahiplenmemislerdir, diyordu. Bu ayru zamanda Şafiî’nin de gö­rüşüdür. Buna göre, aralarından gerçekten lııristiyan olan kimselerin kestik­lerini yemeyi yasaklamıyor demektir.

Ümmetin cumhuru ise, şöyle demektedir: İster Tağliboğullarından olsun, ister başkalarından olsun, her hıristlyanın kestiği helaldir. Yahudi de böyle­dir. İbn Abbas ise, yüce Allah’ın: “İçinizden kim onları veli edinirse muhak­kak o da onlardandır” (el-Maîde, 5/51) ayetini delil göstermekte (ve şöyle demekte)dir: Şayet ı’ağliboğu Har inin hırı stiyanlı klan, yalnızca onları veli edindiklerinden ibaret olsaydı dahi, yine de onların kestikleri yenilirdi. [147]

7- Kâfirlere Ait Kap Kaçakların Kullanılması:

Altın, gümüş yahut domuz derisinden yapılmış olmadıktan sürece bütün kâfirlere ait her türlü kapkacakda yemek de, içmek de, yemek pişirmek de yıkanılıp kaynatıldıktan sonra bir mahzur yoktur. Çünkü, kâfirler necasetler­den sakınmazlar ve meyteleri yerler. Bu gibi kapkacaklarda pişirdikleri tak­dirde bu kapkacaklar necis olur. Hatta bu necasetler, topraktan yapılmış ten­cerelerin bazı bölümlerine dahi sirayet edebilir. İşte bundan sonra bu gibi kap­kacaklarda yemek pişirilecek olursa, onlarda ikinci defa olarak pişirilen yi­yeceklere bu necaset parçacıklarının karışması tehlikesi onaya çıkar O hal­de vera’h hareket etmek bunlardan uzak durmayı gerektirir. İbn Abbas’tan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Eğer kap, bakır veya demirdense yıkanı­lır Şayet çömlek türünden ise, ona su konularak kaynatılır, sonra da yıka-mhr. (Tabi bu, böyle bir kaba ihtiyaç duyulacak olursa böyledir). Mâlik de bu görüştedir.

Yemek pişirmekten başka bir maksat için kullandıkları kaplara gelince, bun­ları yıkamaksızın kullanmakta bir beis yoktur. Çünkü, Dârakutnî’m’n Hz. Ömer’den rivayetine göre o, hıristiyan bir erkeğin evinden hıristiyan bir ka­dına ait (tahta veya fil dişinden yapılmış) bir kabdan abdest almıştır.[148] Sa­hih olan da budur ve buna dair yeterli açıklamalar eİ~Fûrkan suresinde (25/48. ayet, 5- başlıkta) gelecektir.

Müslim’in Sahih’inde de Ebu Sa’lebe el-Huşenî yoluyla gelen hadiste şöy­le dediği nakledilmektedir: Rasulullah (.savVa vardım ve dedim ki: Ey Allahın RasuLü, bizler, kitap ehlinden bir kavmin topraklarında bulunuyoruz. Onla­rın kapkacaklarında yeriz, Yine bizim topraklarımız av topraklarıdır. (Kimi zaman) yayımla avlanırım, kimi zaman da eğitilmiş köpeğimle avlanırım. Eği­tilmemiş köpeğimle avlandığım da olur. Şimdi sen bana, bunlardan bizlere neyin helal olduğunu bildir. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Sizin kitap ehlinden bir topluluğun topraklarında bulunuşunuza dair söz ettiğine gelin­ce, onların kaplanndan yemek yiyebilirsiniz. Eğer kaplarından başkalarını bu­labilirseniz, onlara ait kaplarda yemeyiniz. Şayet başkalarını bulamayacak olur­sanız. Onların kaplarını önce yıkayınız, sonra da o kaplarda yemek yiyebi­lirsiniz…”[149] Sonra da hadisin geri kalan bölümünü nakletti. [150]

8- Kitap Ehli Bizim Yiyeceklerimizi Yiyebilir:

Yüce Allah’ın: “Sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir” buyruğu onların, şeriatimizin tafsili hükümleri ile de muhatap olduklarına bîr delildir. Yani on­lar, bizden et satın alacak olurlarsa, o eti yemek onlara helâl olduğu gibi, kar­şılığında onlardan alman bedel de bizim İçin helâldir. [151]

9- İffetli Mü’min Kadınlar Ve Kitap Eklinin Kadınları:

Yüce Allah’ın: ‘Mü’min kadınlardan iffetli olanlar ile, sizden Önce ki­tap verilenlerden iffetli kadınlar… buyruğunun anlamına dair açıklamalar, daha önce gerek el-Bakara sûresinde (2/221. ayetin 1, başlığında ve deva­mında) gerekse en-Nisa sûresinde (.4/24. ayet 1. başlık ve devamında) geç­miş bulunmaktadır. Allah’a hamdolsun.

îbn Abbastan yüce Allah’ın: “Sizden önce kitap verilenlerden iffetli

kadınlar” buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu buy­ruk, dar-ı harpteki kitap ehli kadınlar hakkında değil, antlaşmalı olan kitap ehli kadınları hakkındadır O takdirde bu buyruk has olur.

Başkaları ise şöyle demektedir: Âyeti kerimenin umumi oluşu dolayısıy­la, kadın ister zımmi olsun, ister harbi olsun nikâhlauması caizdir, İbn Ab~ bas’tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: “İffetli kadınlar (el-Muhsanat)” iffetli ve akılh kadınlar demektir. eş-Şa’bî der ki: Bundan kasıt, kadının iffe­tini koruması ve zina etmemesi, cünupluktan da yıkanmasıdır. eş-Şa’bî de bu kelimeyi “sad” harfini esreli olarak; (oii^»Jij) diye okumuştur. el-Kisaî de böyle okumuştur.

Mücahid der ki: “İffetli kadınlardan kasıt, hür olan kadınlardır. Ebu Ubeyd der ki: O, bu görüşü ile kitap ehlinden olan cariyeleri nikahlamanın helâl ol­madığı kanaatini ifade etmektedir. Çünkü, yüce Allah’ın: “0 halde, sahip ol­duğunuz mü’min cariyelerinizden,.” (en-Nisa, 4/25) buyruğu bunu gerek­tirmektedir. İşte, ileri gelen ilim adamlarının görüsü de budur. [152]

10- Îmanı İnkâr Etmenin (Kâfir Olmanın) Cezası:

Yüce Allah: “Kim imanı inkâr ederse” buyruğu ile ilgili olarak şöyle den­miştir: Yüce Allah: “Sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar” diye buyurunca, kitap ehline mensup kadınlar dediler ki: Eğer yüce Allah bizim dinimizden razı olmamış olsaydı, bizimle evlenmeyi size mubah kılmazdı. Bu­nun üzerine: “Kim İmanı inkâr ederse…1 Yani, Muhammed’e indirilenlere kâfir olursa… buyruğu nazil oldu. “Amelî boşa gitmiş olur”. İbn es-Semey-ka; “Boşa gitti kelimesini, şeklinde “be” harfini üstün olarak oku­muştur.

Yine şöyle denilmiştir: Yerine getirilmesi gereken bir takım farz ve hüküm­ler sözkonusu edilince, bu sefer bunlara muhalefete dair tehdit sozkonusu

edildi. Çünkü, böylelikle bunlara riayet etmemeye dair yasak daha bir pekiş­tin lmektedir. İbn Abbas ve Mücahidden buyruğun anlamının şöyle olduğu rivayet edilmiştir: Kim Allah’ı inkâr ederse.,, el-Hasen b. el-Fadl der ki: Eğer bu rivayet sahih iseT bunun anlamı: Kim imanın Rabbini inkâr ederse şeklinde olur.

eş-Şeyh Ebu’l-Hasen el-Eşarî der ki: Haşviye ve es-Salimiye’ye hüafen Allah’a “iman” adını vermek caiz değildir. Çünkü iman, dan mastar­dır. Bunun ismi faili de “mü3min”dir. İmanf tasdikin kendisidir. Tasdik ise an­cak söz ile olur. Şam yüce Allah’ın ise söz olması düşünülemez. [153]

6- Ey iman edenler, namaza kalkacağınız kaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınıza mesti edin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarını/ı da (yıkayın). Eğer cünup İse­niz yıkanıp temizleniniz. Şayet hasta veya yolculukta iseniz yahut İçinizden biri ayak yolundan gelirse ya da kadınlara yak­laşmış da su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin. Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah, size güçlük çıkarmak istemez. Ama, sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki, şük rede siniz.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz iki başlık halinde sunacağız: [154]

1- Nüzul Sebebi:

el-Kuşeyrî ile İbn Atiyye, bu âyet-i kerimenin el-Mureysî gazvesinde ger­danlığım kaybeden Uz. Aişe hakkında nazil olduğunu nakletmektedirler. Bu âyet-i kerime aynı zamanda abdest ayetidir.

tbn Atiyye der ki: Abdest daha önce onlar tarafından bilinen ve uygula­nan birşey olduğundan dolayı, ayeti kerime bu hususta adeta onların abdes-te dair bu buyruğu tilavet etmelerinden başkaca bir şeylerini artırmamış gi­bidir. Bununla birlikte teyemmüm ile ilgili ruhsatı ve böyle bir faydayı da on­lara vermiş olmaktadır. Bizler ise, en-Nisa sûresinde yer alan âyet-i kerime­de (4/43- ayet, 20. başlıkta) bundan farklı bir husus zikretmiş bulunuyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bu âyet-i kerimenin muhtevası, yüce Allah’ın (baştaraflarda) emretmiş ol­duğu akidlere ve şer’î hükümlere tamamtyle bağlı kalmak ile sözünü ettiği nimetin tamamlanması kapsamı içerisindedir. Çünkü böyle bir ruhsat da ni­metin tamamlanması arasında yer alır.[155]

2- “Namaza Kalkmak” İle İlgili Îîim Adamlarının Görüşleri:

İlim adamları, yüce Allah’ın: “Namaza kalkacağınız zaman” buyruğu ile hangi mananın kastedildiği hususunda farkh görüşler belirtmişlerdir. Bir kesim şöyle demektedir; Bu, -namaz kılmak isteyen kişi İster abdestli olsun, ister abdestsiz olsun-, her namaz kılmak isteme hali hakkında umumi bir la­fızdır. O bakımdan namaz kılmak isteyen herkesin abdest alması gerekmek­tedir. Nitekim Hz, Ali de böyle yapar ve bu âyet-i kerimeyi okurdu. Bunu, Ebu Mulıammed ed-Dârimı, Müsned’inde zikretmiştir. [156] Bunun bir benze ri îkrime’den de rivayet edilmiştir. İbn Sîrin de der ki: Halîfeler her namaz için ayrıca abdest alırlardı.

Derim ki; Bu açıklamalara göre âyet-i kerime muhkemdir, bunda herhan­gi bir nesli sözkonusu değildir.

Bir kesim de der ki: Bu hitap Peygamber (sav)’a hastır. el-Ğasîl diye bili­nen Abdullah b. Hanzala b. Ebi Âmir der ki: Peygamber (sav) her namaz için abdest almakla emrolundu. Bu, kendisine ağır geldi. Sonra (her namazdan önce) misvak kullanması emr olundu ve hades hali müstesna abdest alma yü­kümlülüğü kaldırıldı. Alkame b. el-Feğvâ babasından -ki, o ashab-ı kiramdandi ve Rasulullah (sav)’a Tebuk’a giderken kılavuzluk yapmıştı- şöyle dediği­ni nakletmektedir: Bu âyet-i kerime Rasulullah (savVa ruhsat bildirmek üze­re indirilmiştir. Çünkü, Hz. Peygamber abdestsiz hiçbir iş yapmazdı. Kimse ile konuşmaz, kimsenin selamını almaz ve buna benzer hiçbir işi abdestsiz yapmazdı. Yüce Allah bu âyet-i kerime ile Ona, abdestin diğer ameller bir yana yalnızca namaza kalkmak için sözkonusu olduğunu bildirdi. [157]

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Âyet-i kerime ile kastedilen fazile­ti elde etmek üzere her namaz için abdest almaktır. Bunlar, buradaki emri mendupluğa hamletmişlerdir. Aralarında İbn Ömer’in de bulunduğu birçok sahabe-i kiram bu fazileti ele geçirmek arzusuyla her bir namaz için abdest alırlardı. Peygamber (sav) da Mekke’yi fethettiği gün -ümmetine (bir abdest-le birden çok farzı kılmanın mümkün olduğunu) beyan etmek arzusuyla, beş vakit namazı tek bir abdestle kıldığı güne kadar bu şekilde hareket ederdi.

Derim ki, bu görüşün zahirine göre neshedici hükmün varid oluşundan ön­ce her bir namaz için abdest almak vacip değil de müstehab idi. Ancak, du­rum böyle değildir. Çünkü, emir varid olduğu takdirde vücubu gerektirir. Özellikle ashab-ı kiram nezdinde bu böyledir. Çünkü onların yaşayışlarından bildiğimiz ve öğrendiğimiz budur.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Önceleri herbir namaz için abdest almak farzdı. Daha sonra bu, Mekke fethedildiği gün nesli olundu. Ancak bu, Enes yoluyla rivayet edilen şu hadis dolayısıyla yanlıştır. Enes der ki: Pey­gamber (sav) her bir namaz için abdest alırdı. Onun ümmeti ise, böyle de­ğildi. [158] Bu hadis ileride gelecektir. Yine Süveyd b, en-Nu’manın hadisi do­layısıyla da bu farzın nesh olduğu görüşünün yanlış olması gerekmektedir Süveyd b. en-Nu!man’ın rivayetine göre, Peygamber (sav) (Hayber yakınla­rında bir yer olan) es-Sahbâ denilen yerde iken aynı abdestle ikindi ve ak­şam namazlarını kıldı. Bu Hayber gazvesinde olmuştu.[159] Hayber gazvesi ise hicretin altıncı yılındadır. Yedinci yılında olduğu da söylenmiştir. Mekke’nin fethi ise sekizinci yılında olmuştur. Bu da Mâlikin Muvatta’ında rivayet et­tiği sahih bir hadistir. Buharı ve Müslim de bunu rivayet etmiştir. Böylelik­le bu iki hadis-i şerifle Mekke’nin fethinden önce herbir namaz için abdest almanın farz olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Denilse ki: Müslim, Bureyde b. el-Husayb, Rasulullah (savVın her bir na­maz için abdest aldığını rivayet etmektedir. Mekke fethedildiği gün ise, bütün (bîr günün) namazlarını tek bir abdestle kıldı ve mestlerine mesh etti. Ömer (r.a) dedi ki: Bugün daha önce yapmamış olduğun birşeyi yaptın? Uz. Peygamber: “Ben bunu kasten yaptım Ey Ömer” diye buyurdu .[160] Peki, ni­ye Hz. Ömer ona böyle bir soru sordu ve durumu öğrenmek istedi?

Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Hz. Ömer ona Hayber’de (ikindi ve akşamı tek abdestle kıldığı) namazından itibaren edindiği adete muhalefeti dolayısıyla bu soruyu sormuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Tirmizî de Enes’den rivayet ettiğine göre; Peygamber (.sav), abdestli olsun olmasın her namaz için abdest alırdı. Humeyd der ki: Enes’e sordum: Peki ya siz nasıl yapıyordunuz? Enes dedi ki: Bizler ise, bir tek abdest alırdık. (Tir-mizî) dedi ki: Bu, Hasen sahih bir hadistir)- [161]Yine Peygamber (sav)’ın şöy­le buyurduğu rivayet edilmiştir: “Abdest üstüne abdest bir nurdur.” [162]

Peygamber (sav) buna göre herbir namaz için yeni bîr abdest alırdı. Kü­çük abdestini bozarken, bir kişi kendisine selam verdiği halde teyemmüm edinceye kadar selamını almadı. Teyemmümden sonra selamını aldı ver ‘Ben yüce Allah’ı abdestli olmaksızın zikretmekten hoşlanmadım” diye bu­yurdu. Bunu da Dârakutnî rivayet etmiştir.[163] es-Süddî ile Zeyd b. Eşlem der ki: “Namaza kalkacağınız zaman” âyeti, yataklarınızdan, yani uykudan uyanıp kalktığınız zaman, anlamındadır. Bu tevile göre âyetin maksadı, bütün hades hallerini zikretmektir. Özellikle de hakkında bizatihi hades midir değil midir diye ihtilaf edilen uyku zikredil­miş olmaktadır. Bu açıklamaya göre âyet-i kerimede bir takdim ve tehir var­dır ve ifadenin takdiri şöyledir: Ey iman edenler, uykudan uyanıp namaz için kalkacağınız vakit, yahut sizden herhangi bir kimse ayak yolundan gelirse, ya da kadınlara yaklaşmış -yani bundan kasıt küçük temas olan dokunmak­tır- iseniz… yıkayınız.

Böylelikle küçük hadesli olanın hükümleri tamamlanmış olmaktadır. Da­ha sonra da: “Eğer cünup isenfc yıkanıp temizleniniz” diye buyurdu ki bu, bir başka hades türünün hükmünü ifade etmektedir. Bundan sonra ise her iki (küçük ve büyük) hades türü için de: “Şayet hasta veya yolculukta ise­niz ve su bulamazsanız o vakit, tertemiz toprakla teyemmüm edin” diye buyuru lmuştur.

Mâlik’in -Allah’ın rahmeti Ü2erine olsun- arkadaşlarından Muhammed b. Mesleme ve başkaları da âyet-i kerimenin bu te’vilini benimsemişler ve bu doğrultuda görüşlerini ifade etmişlerdir.

İlim ehlinin çoğunluğu ise şöyle demektedir: Âyetin manası: Sizler hades-li olduğunuz halde namaza kalkacağınız zaman… Buna göre ise âyet-i keri­mede herhangi bir takdim ve tehir yoktur. Aksine, âyet-i kerimede yüce Al­lah’ın: “Temizleniniz” buyruğuna kadar su bulanın hükmü ifade edilmekte ve “abdesısiz olduğunuz halde” ifadesinin kapsamına da küçük temas da gir­mektedir. Bundan sonra da yüce Allah’ın: “Eğer cünup iseniz yıkanıp temiz­leniniz” buyruğu da her iki hades türü ile ilgili olup su bulamayan kimse­nin hükmü zikredilmektedir. Bu durumda da “kadınlara dokunmak” (yaklaş­mak) cima demek olur. O bakımdan tıpkı su bulan kimse nasıl zikredîlnıiş-se, su bulamayan cünubun da zikredilmesi kaçınılmazdır. Bu ise, Şafiî’nin ve diğerlerinin te’vili (açıklaması) dır. Sa’d b. Ebi Vakkas, İbn Abbas, Ebu Mur sa el-Eş’arî ve bunların dışında birçok sahabinin görüşleri de bu doğrultuda gelmiştir.

Derim ki: Bu iki tevil, âyet-i kerime hakkında söylenenlerin en güzelidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

“Kalkacağınız zaman” (namaz) kılmak istediğiniz zaman, demektir. Nite­kim yüce Allah: “Kurban okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah’a sı­ğın” (en-Nahl, 16/98) buyruğunda, Kur’ân okumak istediğinde… demektir. Çünkü namaza kalkış halinde abdest almaya imkân yoktur. [164]

3- Abdest Alırken Yüzü Yıkamak:

“Yüzlerinizi yıkayın…” buyruğunda yüce Allah dört organ zikretmekte­dir. Birisi yüzdür. Bunu yıkamak farzdır. Eller de aynı şekilde. Başın farzı ise ittifakla meshedilmesidir. Ayaklarda ise ileride geleceği üzere ihtilaf edilmiş­tir. Âyet-i kerimede bunların dışında herhangi bir organdan söz edilme­mektedir. Bu ise, bunların dışında kalanların bir takım âdab ve sünnetler ol­duğunun delilidir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Yüzün yıkanması esnasında suyun yüze götürülerek elin de yüz üzerinde gezdirilmesi kaçınılmazdır. Bize göre yıkamanın gerçek mahiyeti budur. Biz, bu hususu en-Nisa sûresinde (4/43- ayet, 13. başlıkta) açıklamış bulu­nuyoruz. Bizden başkaları ise şöyle demektedir: Abdest alanın yapması ge­reken şey, sadece suyu akıtmaktır. Eliyle ovalamak mükellefiyeti yoktur. Şüp­he yok ki kişi, kendisini suya daldırsa ve beraberinde yüz ya da ellerini de daldırıp ovalamayacak olsa, onun hakkında yüz ve ellerini yıkadı denilir. Bi­lindiği gibi bu hususta ancak o iş için verilen ismin hasıl olmasına itibar edilir. Bu hasıl olursa yeterlidir.

Sözlükte vech (yüz); muvaceheden alınmadır, Vech, bir takım azaları kapsayan eni ve boyu olan bir organdır. Onun uzunlamasına sının, alnın üst tarafının başlangıcı olup, çenelerin sonuna kadar devam eder. Enine sının ise iki kulak arasıdır Bu husus, tüysüz kimse hakkında böyledir. Sakallı kimse ise, eğer çeneleri sakalla kaplı bulunuyor ise, sakalı ya seyrektir, yahut sık­tır. Şayet sakalı seyrek olup alttan teni görünüyor ise, suyun tene ulaştırılma­sı kaçınılmazdır. Şayet sık ise, bu sefer farz -tıpkı başta bulunan saçta oldu­ğu gibi- sakala intikal etmiş olur (yani sakalın yıkanması gerekir).

Diğer taraftan sakalın çeneden arta kalan ve aşağı doğru sarkan bölümü ile ilgili olarak Sulınûn, İbnü’I-Kasım’dan şöyle dediğini nakletmektedir: Malik’e: Sen ilim ehlinden herhangi bir kimsenin sakal yüzdendir, o bakım­dan onun üzerinden su geçilmesi gerekir, diyen bir kimse işittin mi şeklin­de sorulurken, şövle dediğini dinledim: Evet, abdest esnasında sakalın hilal-lendirilmesi insanlarım yapmaları gereken bir iş değildir, dedikten sonra da bunu yapanı ayıpladı.

Yine İbnü’t-Kasım, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alan kişi, içine suyu sokmaksızın sakalının dış tarafını hareket ettirir. Devamla: Sa­kal tıpkı ayak parmakları gibidir, der.

İbn Abdillıakem der ki: Sakalın hilallendirilmesi, abdest alırken de gusle­derken de vaciptir.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Peygamber (sav)’dan, -hepsi de zayıf olan- çeşitli yollardan abdest alırken sakalını hilallediği rivayet edilmiştir, İbn Huveyzimendâd da rukahâ, abdest esnasında sakalın hilali endi ölmesinin va-cib olmadığı üzerinde ittifak ettiklerini nakletmektedir. Bundan tek istisna, Said b. Cübeyr’den rivayet edilen şu sözüdür: Kişi ne diye sakallan.bitme­den önce sakalını (bittiği yeri) yıkıyor da, bu sakalı bitti mi orayı yakamıyor? Ve tüysüz kimse ne diye çenesini yıkıyor da sakah olan kimse yıkamıyor?

Tahavî der ki: Teyemmümde vacib olan yüzde tüyün bitiminden önce te^ nin mesh edilmesidir. Ancak tüyün bitiminden sonra bu, onların (fukahanın) hepsine göre de sakıt olur Abdestte de durum böyledir.

Ebu Ömer der ki: Kim sakalın tümünün yıkanmasını vacib kabul ederse, sakalı da yüz gibi kabul etmiş olur. Çünkü vech (yüz) muvaceheden alınmış­tır. Yüce Allah ise, sakallı ite sakalsız kimse arasında herhangi bir tahsise git­meksizin mutlak bir emir ile yüzün (vechin) yıkanmasını emretmiş bulunmak­tadır. O halde Kur’an’ın zahirine göre sakalın yıkanması vacib olur. Çünkü sakal, (yüzde) tenin bedelidir.

Derim ki: İbnül-Arabî de bu görüşü tercih etmiş ve ben de bu görüşteyim, demiştir. Çünkü, Peygamber (sav) sakalını yıkardı. Bunu, Tirmizî ve başka­ları rivayet etmiştir. Böylelikle Hz. Peygamber, fiili ile muhtemel olan bir şe­yi tayin etmiş olmaktadır, Îbnü’l-Munzir de îshâk’dan kasten sakalını hilal-lendirmeyi terk edenin tekrar bunu iade edeceğini belirttiğini nakletmekte­dir. Tirmizî de Osman b. Aftan (ra)’den rivayet ettiğine göre, sakalını hilal-Jendirirdi. Tirmizî dedi ki: Bu, hasen, sahih bir hadistir. [165]

Ebu Ömer der ki: Sakalın sarkan bölümünü yıkamayı vacib kabul etme­yen, yıkanması emrolunan asıl yerin ten olduğu görüşündedir. Dolayısıyla ona göre, tenin üstünde zahir olanın yıkanması vacib olmaktadır. Sakalın sarkan bölümünün altında ise, yıkanması icabeden herhangi bir yer yoktur. Dola­yısıyla, sakalın (tenin üstünde kalan bölümünün) yıkanması ondan bedel ol­maktadır.

Yine fukahâ, favoriler ile kulak arasındaki bölümün yıkanması hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. İbn Vehb, Mâlik’ten şöyle dediğini nakletmek­tedir: Sakal, saçının gerisinde kalan (ve tüy bitmeyen) çeneye kadar gelen bölüm yüzden değildir. Ebu Ömer ise der ki: Ben, İbn Vehb’in Mâlik’ten ri­vayet ettiği görüşü çeşitli bölgelerde yaşayan fukahâdan herhangi bir kim­senin söylediğini bilmiyorum.

Ebu Hanife ve arkadaşları ise derler ki; Favoriler ile kulak arasında saç bit­meyen bölüm yüzdendir ve yıkanması vacibtir Şafiî ve Ahmed de buna ya­kın görüş belirtmişlerdir. Saç bitmeyen bu bölümü yıkamanın müstehab ol­duğu da söylenmiştir İbnü’l-Arabî der ki; Bence sahih olan, o bölümü, sa­kalı olan kimse için değil de tüyü bitmemiş kimsenin yıkamasının gerekti­ğidir.

Derim ki: Kadı Abdülvehhab’ın tercihi de budur. Konu ile ilgili görüş ay­rılığının sebebi ise, bu bölüm hakkında muvacehe adının verilip verilmeye­ceğinden kaynaklanmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. İşte bu ihti­mal dolayısıyla da yine fukahâ arasında yüzün yıkanma emrinin burnun ve ağzın iç tarafını kapsayıp kapsamadığı hususunda görüş aynhğı vardır. Ah­med b. Hanbel, İshâk ve onlardan başkaları, abdestte de gusulde de bunun vacib olduğunu kabul ederler. Şu kadar var ki, Ahmed şöyle demektedir: Ab-dest alırken, burnuna su çekmeyi (istinşak) terkeden kimse, daha sonra bu­nu iade eder. Fakat mazmazayı (ağzına su verip çalkalamayı) terkeden kim­se bunu iade etmez. Genel olarak fukahâ ise şöyle demektedir: İkisi de ab­destte de gusulde de birer sünnettir. Çünkü emir, ancak zahiri kapsar, batı­nı (gizli ve görünmeyen bölümü kapsamaz). Araplar ise, ancak muvaceher

kapsamına giren şeyler hakkında veclı tabirini kullanırlar. Diğer taraftan yü­ce Allah bunları Kitabında zikretmiş değildir. Müslümanlar da bunları vacib görmediler ve herkes bu hususta da ittifak etmemiştir. Farz olan bir hüküm ise ancak bu yollardan birisi ile sabit olur. Bu kabilden açıklamalar daha ön­ce en-Nisa sûresinde (4/43. ayet, 17. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Göz­lere gelince, herkes icma ile gözlerin iç tararının yıkanmasının gerekmedi­ğini kabul etmiştir. Şu kadar var ki, Abdullah b. Ömer’den, gözlerine hafif­çe su serptiği rivayet edilmiştir. Bunları yıkamanın sakıt oluş sebebi ise, bun­dan dolayı rahatsızlanmak ihtimali ile bu işin zor oluşudur. İbnü’l-Arabî der ki: Bundan dolayı, Abdullah b. Ömer görmez olduktan sonra, gözlerini yı­kardı. Zira bundan dolayı rahatsız olmazdı.

Yüz ile ilgili bu hüküm Ger) böylece anlaşıldığına göre, herhangi bir sı­nırlama sözkonusu olmaksızın, yüz ile birlikte baştan bir bölümün yıkanma­sı kaçınılmazdır. Nitekim başın tümünün mesh edîîmesi ile birlikte belli bir miktar tayini sözkonusu olmaksızın yüzün de küçük bir bölümünün mesh edilmesinin vacib olduğunu kabul eden görüş de buna benzemektedir. Bu hüküm ise, usul-u fıkıhta bir kaideyi teşkil eden: “Kendisi olmaksızın vaci­bin tamam olmadığı bir şey tıpkı onun gibi vacibtir” kaidesine dayanmakta­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [166]

4- Abdestte Niyetin Hükmü:

İlim adamlarının cumhuru, abdestte niyetin mutlaka gerekli olduğu görü­şündedir Çünkü Hz. Peygamber: “Ameller ancak niyetler iledir” diye buyur­muştur.[167] Buharî der ki: Böylelikle iman, abdest, namaz, zekât, hac, oruç ve diğer ahkâm da bunun (hadisin) kapsamına girmektedir. Yüce Allah da: “De ki: Herkes kendi tabiatına göre hareket eder” (el-îsra, 17/84) diye bu­yurmaktadır kiT bu da niyetine göre hareket eder, demektir. Peygamber (sav) de: %,. Fetihten sonra hicret yoktur.) Fakat, cihad ve niyet vardır” di­ye buyurmuştur.[168]

Safîlerden pek çok kişi ise niyete gerek yoktur, demektedir. Bu, Hanefî-lerin de görüşüdür. Derler ki: Niyet, ancak bizatihi maksat olarak gözetilen ve başkalarına sebep teşkil etmeyen farzlarda vacibtir. Bir diğer fiilin sahih olması için şart olan amellere gelince, o fiili emreden buyruk ile birlikte bir başka delalet olmadığı sürece, bizzat emrin kendisi ile o işte niyet İcabetmez. Taharet ise şarttır Üzerinde namazın farz olmadığı bir kimseye taharet far­zı da vacib değildir. Ay hali ve lohusa olan kadın gibi.

Bizim (mezhebimize mensup) ilim adamlarımız ile, kimi Şafıîler ise, yüce Allah’ın: “Namaza kalkacağınız zaman yüklerinizi… yıkayın” buyruğunu de­lil göstermişlerdir. Yıkama fiili vacib olduğuna göre, o Fiilin sahih olabilme­si için niyet de şart olur. Çünkü yüce Allah tarafından farz kılmak, Allah’ın emrettiği işin yapılmasını icabettirir. Buna göre bizler: Bunun için niyet va­cib değildir diyecek olursak, yüce Allah’ın emrettiğini yapmak için bir mak­sat taşımanın onun için vacib olmadığını söylemiş oluruz. Bilindiği gibi se­rinlemek veya herhangi bir maksat için gusleden bir kimse, o vacibi eda et­me maksadını gözetmiş değildir. Hadiste de abdestin (küçük günahlar için) keffaret teşkil ettiği sahih olarak sabit olmuştur. Eğer abdest, niyetsiz olarak sahih olur denilecek olursa, günahlara keffaret olmaz. Diğer taraftan yüce Al­lah da şöyle buyurmaktadır: “Halbuki onlar, Allah’a ancak dinlerini O’na halis kılanlar ve hanifler olarak ibadet etmelerinden… başkasıyla emr olunmadılar.” (el-Beyyine, 98/5) [169]

5- Niyetin Takdim Ve Tehir Edilmesi:

İbnü’l-Arabî der ki: Kimi ilim adamımız şöyle demektedir: Bir kimse gus­letmek niyetiyle nehre gitmek üzere çıkarsa bu onun için yeterli olur. Şayet yolda iken niyeti kaybolacak (hatırından gidecek olursa) -ve eğer hamama gitmek için de yola çıkar, yolda da niyeti kaybolacak olursa- niyeti batıl olur. Kadı Ebu Bekr b el-Arabî -Allah ondan razı olsun- der ki: Sıradan müftü ge­çinen kimseler, buna dayanarak şöyle demişlerdir: Namaz için niyet, bu ko­nudaki her iki görüşe göre de uygun düşebilir. Ayrıca onlar, bu hususta zan ile yakin arasında herhangi bir fark gözetemeyenlerden bir nass da irad et­mişler ve bunun şöyle dediğini nakletmiş 1 erdir: Namazda niyetin tekbirden önce olması caizdir. Müftü ve müctehid olmak isteyip de Allah’ın başarı ih­san etmediği ve doğruya iletmediği böyle bir topluluğun Allah yardımcıları olsun, onların yaptıklarını herkes görüp de ibret alsın. Şunu bilin ki, -Allah’ın rahmeti üzerinize olsun- abdestte niyetin vacib olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Bu hususta Mâlik’in görüşü de fark­lı farklı gelmiştir. Bu konuda ittifak sözkonusu olmadığından dolayı, bazı yer­lerde niyetin öne alınmasında müsamaha gösterilmiştir. Namaz hususunda ise, imamlardan herhangi bir kimsenin görüş ayrılığı yoktur. Ve namaz,’ bizzat maksat olarak gözetilen aslî bir ibadettir. Üzerinde ittifak edilmiş maksat olarak gözetilen aslî bir husus, nasıl hakkında görüş ayrılığı bulunan ve asıl ol­mayıp tabi olan fer’î bir hususa hamledilerek aynı hükme tabi kabul edile­bilir? Bu, aşırı ahmaklıktan başka bir şey olabilir mi? Oruca gelince, şeriat, oruç hakkında başlama vakti, gafil olunan (uykuda bulunulabîieri) bir zaman olduğundan dolayı, niyetin başlama vaktinden öne alınmasını kabul etmek­le bu husustaki zorluğu gidermiş olmaktadır. [170]

6- Ellerin Yıkanması:

Yüce Allah’ın: Ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın” buyruğu ile ilgili olarak, dirseklerin yıkanacak sınırlar içerisinde olup olma­dığı hususunda İnsanlar farklı görüşlere sahiptirler. Kimileri, evet dahildir de­mektedir. Çünkü:… e, a kadar” edatından sonra gelen, eğer kendisin­den öncekinin türünden ise kapsamına girer. Bunu.Jîibeveyh ve başkalan söy­lemiştir. Bu husustaki açıklamalar, geniş bir şekilde açıklanmış olarak, el-Ba-kara sûresinde (2/187. ayet 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Dirseklerin yıkamanın kapsamına girmediği de söylenmiştir Bu husustaki her iki riva­yet de Mâlik’ten rivayet edilmiştir. İkincisi, Eşheb’e ait bir rivayettir. İlim adam-lannın çoğunluğu ise birinci rivayeti kabul etmiştir, sahih olan da budur. Çün­kü, Dârakutnî’nin Hz, Cabir’den rivayetine göre, Peygamber (sav) abdest al­dığında, suyu dirsekleri üzerinde gezdirirdi.[171]

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: “Ol) ,,,a kadar”, “birlikte : beraber” an­lamındadır. Nitekim, Arapların: Küçük deve sürüsü küçük de­ve sürüsüne katılırsa, büyük bir sürü olur” demesine benzer. Yani, küçük sü­rü, küçük sürü ile beraber… demektir.

Ancak, daha önce en-Nisa sûresinde (4/2. âyet, 4, başlıkta) açıkladığımız gibi, buna gerek yoktur. Çünkü, araplara göre “el” tabiri ile parmak uçların­dan kola kadar olan bölüm kastedilir. Yine “ayak” ile, parmaklardan baldı-nn dibine kadar olan bölüm kastedilin O halde, dirsekler de “el” isminin kap­samı içerisine girmektedir. O bakımdan, şayet buyruğun anlamı “dirseklere-le beraber” şeklinde olsaydı, ayrıca bunun ifade ettiği bir mana olmazdı. Bu­rada yüce Allah;… a kadar” diye buyurduğuna göre, yıkamanın sını­rı olarak dirsekler tesbit edilmiş olmakta ve böylelikle dirseklerden tırnak­lara kadar olan bölümün yıkanması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu, doğru ve yerinde bir sözdür, hem lügat hem de anlam itibari ile usule uygundur.

Îbnül-Arabî der ki: Bu meselenin kesişme noktasını, kadı Ebu Muhammed’den başka kimse anlamadı. O, şöyle demiştir: “Dirseklere kadar” buyruğu ellerden yıkanmaksızın bırakılacak sının ifade etmektedir. Yoksa, on­ların yıkanacak olan sınırını değil İşte bundan dolayı dirsekler yıkamanın kap­samına girer.

Derim ki: Sözlükte el ve ayak kelimeleri» bizim dediğimiz yerleri de kap­sadığından dolayı, Ebu Hureyre abdest alırken, ellerini yıkarken koltuk alt­larına kadar ve ayaklarını yıkarken de bacaklannı da yıkar ve şöyle derdi: Ben» dostum Uav)’i: “Mü’minin (.kıyametle) süsü, abdestin ulaştığı yere kadar ula­şır” derken dinledim. [172]

Kadı İyad ise der ki: Fakat insanlar, bundan farklı bir husus üzerinde ic-ma etmişler ve abdestin sınırlarını aşmaması gerektiğini kabul etmişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber: “Kim bundan fazlasını yaparsa, haddi aşmış ve zul­metmiş olur”[173] diye buyurmuştur.

Ondan başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekildeki bir uygulama, onun (Ebu Hureyre’nin) bir mezhebi (görüşü) îdi ve bu onun tek başına kabul ettiği görüşlerden birisidir. Diğer taraftan o, bu uygulamayı Peygamber (sav)’den nakletmeyip, bunu Hz. Peygamberin: “Sizler abdest dolayısıyla yüz­leri, elleri ve ayaklan nurlandmlacak olan kimselersiniz”[174] hadisi ile ken­disinin de zikrettiği gibi: “Kıyamet gününde mü’minin süsü… ulaşır” hadisin­den istinbat etmiştir. [175]

7- Başlara Mesh Etmek:

Yüce Allah’ın: “Başlarınıza mesh edin” buyruğuna gelince, en-Nisa sûre­sinde (4/43- ayet, 43. başlıkta^ meshin müşterek bîr lafız olduğuna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. “Baş” İse, insanların zorunlu olarak bil­diği ve yüzün de bir bölümünü teşkil ettiği organın tümünden ibarettir. Yü­ce Allah, abdestte onu zikredip yüzün ise muayyen olarak yıkanacağım be­lirttiğine göre, başın geri kalan bölümü de mesh için kalmaktadır.

Eğer (yüzün) yıkanacağını sözkonusu etmemiş olsaydı, başın tamamını mesh etmek gerekirdi. Başın üzerinde saç bulunan bölümü de, göz, burun ve ağzın bulunduğu (yüz) bölümü de (mesh edilecekti).

Mâlik, başın meshinin vücubu hususunda bizim zikrettiğimiz bu noktaya da işaret etmiştir. Kendisine, abdest alırken başının bir bölümünü mesh etmeyi terkeden kimse hakkında soru sorulunca, o şu cevabı vermiştir: Ne der­sin, eğer yüzünün bir bölümünü yıkamayı terketmiş olsaydı, bu o kimse için yeterli olur muydu?

İşte, bizim zikretmiş olduğumuz bu husus ile, kulakların baştan sayıldık­ları ve onların da başın hükmünü aldıkları açıkça ortaya çıkmaktadır. Ve bu şu sözü söyleyen Zührî’nin kanaatine muhaliftir: Kulaklar yüzdendir ve yüz­le beraber yıkanırlar. Yine şu sözleri söyleyen Şabî’nin kanaatine de muha­liftir; Kulakların karşıdan görünen bölümleri yüzdendir, arkalan ise baştan­dır. Aynı zamanda bu, el-Hasen ve İshâk’tn da görüşüdür, bunu İbn Ebi Hu-reyre de Şafiî’den nakletmiştir. İleride (el-Hasen ve İshâkın) bu husustaki de­lilleri gelecektir.

Başa, baş (Re’s) denilmesinin sebebi, yüksekliği ve onda saçın bitmesi do-layısıyladır. Dağ başı (Ra’sü’l-Cebel) da burdan gelmektedir. Bizim “baş, bir takım organların tümünün adıdır” dememizin sebebi ise, Şairin şu beyiti (nde dile getirdiği anlam) dolayısıyladın

“Onlar başımı yüklenip götürdüklerinde -ki, başta benim çoğunluğum vardır-Kavuşma yeri geçilip sonra da beni götürsekr…” [176]

8- Baştan Mesh Edilmesi Gereken Miktar:

Baştan meshedilecek miktarın tayini hususunda ilim adamlarının onbir ay­rı görüşü vardır. Bunların üçü Ebu Hanifeye, ikisi Şafiî’ye, altısı da bizim (mez­hebimize mensub) ilim adamlarımıza aittir. Bunlardan sahih olan ise yalnız­ca bir tanedir. O da belirttiğimiz gerekçeler dolayısıyla genelinin meshedil-mesinin vacib olduğudur İlim adamları icma ile başını tamamen meslı ede­nin güzel bir iş yaptığını ve yapması gerekeni de ifa etmiş olacağını kabul etmişlerdir.

“Başlarınıza” buyruğunun başındaki “be” harfi zaiddir Teblz (kısmilik bil­dirmek) için değildir. Manası; Başlarınızı mesnediniz şeklin­dedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu harfin burada gelmesi, yüce Allah’ın:

Yüzlerinizi… meshediniz” (en-Nisa, 4/43) buyruğunda teyemmüm ile ilgili olarak yer alması gibidir. Eğer, bu harfin ifade ettiği an­lam, kısmîlik olsaydı, burada da bu kısmîlik anlamını ifade etmesi gerekir­di. Ve bu(rada) kısmîlik ifade etmediği kesindir.

Şöyle de denilmiştir: Bu harfin gelmesi, güzel bir mana ifade etmek için­dir. O da şudur: Sözlükte yıkamak, kendisiyle yıkanılan bir şeyi de gerekti­rir. Meshetmek ise, sözlükte kendisiyle mesh olunan bir şeyi gerektirmez. Bu­na göre, eğer (“be” harfi olmaksızın): “Başlarınıza mesh ediniz” demiş olsay­dı, el ile (eli) herhangi bir şey ile ıslatmaksızın başın üzerinde gezdirmek ye­terli olacaktı. Bu harfin burada gelmesi, kendisiyle mesh olunacak şeyi İfa­de etmek içindir, o da sudur. Sanki; Ve su ile başlarınıza mesh edin buyurul-muş gibidir. Bu da lügatte, iki şekilde açıklanabilecek fasih bir söyleyiştir Ya Sibeveyhln naklettiği şu beyit gibi kalb yoluyla bir söyleyiştin

“Dudakları ak bir güvercinin, tüylerinin yanlarını andırmaktadır. Diş etlerini iae sanki sürme tozuna sürmüş gibidir.*”

Sürme tozu ile mesh olunan, diş etleri olmakla birlikte (şair burada) bu­nu kalb ederek söylemiştir.

Yahut da bu buyruk, fiilde ortaklık ve nisbetinde eşitlik olmak üzere “be” ile kullanılmıştır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi;

“Onlar, geceleyin (kötülük yapmak için) yürürken salınan kirpileri

andırırlar ki, kötülükleri Necran’a kadar ulaşmıştır; hatta Hecer’e.

“Be” harfinin anlamı ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri bun­lardır.

Şafiî ise şöyle demektedir: Yüce Allah’ın: Başlarınıza mesh edin” buyruğunun, başın bir bölümü ile başın tamamını mesh ediniz anlamlarına gelme ihtimali vardır. Sünnet de bunun bir bölümünü mesh et­menin yeterli olduğuna delalet etmiştir. Çünkü Peygamber (sav) başının üst tarafım mesh etmiştir. Bir başka yerde de şöyle demektedir: Denilse ki, te­yemmüm ile ilgili olarak yüce Allah: “Yüzlerinizi mesnedin” diye buyurmak­tadır. Peki, teyemmümde yüzün bir bölümünü meshetmek yeterii olur mu? Böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Teyemmümde yüzün mesh edilmesi, yüzün yıkanmasından bedeldir, O bakımdan yüzün yıkanması gereken yer­lerinin tamamının mesh edilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Başın meshedilme-si ise (bedel değıD bir asıldır. İşte aralarındaki fark budur.

Bizim ilim adamlarımız İse, hadis ile ilgili olarak şu sözleriyle cevap ver­mişlerdir: Peygamber (sav) bir mazeret dolayısıyla bunu yapmış olabilir. Özel­likle onun bu uygulaması, sefer esnasında olmuştur. Sefer ise, birtakım ma­zeretlerin bulunması muhtemel olan bir haldir. Acele ve kısadan kestirip at­ma zamanıdır. Birtakım meşakkatler ve tehlikeler dolayısıyla bir çok fariza­lar hazfedilir. Diğer taraftan Hz. Peygamber, sarığının üzerine meshetmedik-çe, başının üst tarafına rneshetmekle yetinmemiştir. Bunu da Müslim, Muği-re b. Şu’be yoluyla rivayet ettiği hadiste zikretmektedir.[177] Eğer başın tama­mını meshetmek vacib olmasaydı, sangının üzerine ayrıca rnesh etmezdi.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [178]

9- Başa Kaç Kere Mesh Verilir:

îlim adamlarının cumhuruna göre, tam ve kapsamlı tek bir defa mesh et­mek yeterli olur. Şafiî ise der ki: Abdest alan kişi, başını üç defa mesh eder. Enes ile Said b. Cübeyr ve Ata’dan böylece rivayet edilmiştir. İbn Sîrin ise, başını iki defa mesh ederdi. Ebu Dâvud der ki: Hz. Osman yoluyla gelen bü­tün sahih hadisler, başın bir defa meshedileceğine delalet etmektedir, Çün­kü onlar, abdestin (diğer organların yıkanmasının) üç defa tekrarlanacağından söz etmekle birlikte, bu rivayetlerde: “Ve başına mesnetti” demekte ve her­hangi bir sayı da zikretmemektedirler. [179]

10- Meshin Keyfiyeti ve Başlama Yeri;

Başının meshedilmeye nereden başlanacağı hususunda (fukahâ) farklı görüşlere sahiptirler. Mâlik der ki: Başının ön tarafından meshetmeye başlar, sonra da ellerini başının arka tarafına doğru götürür, daha sonra ön tarafı­na tekrar geri getirir. Tıpkı, Müslim’in rivayet ettiği, Abdullah b. Zeyd yoluy­la gelen hadiste olduğu gibi.[180]

Şafiî ve İbn Hanbel de bu görüştedir. el-Hasen b. Hayy ise şöyle derdi: Mu-avviz b, Afra’nm kızı er-Rubeyyi’in rivayet ettiği hadise göre de başının ar­ka tarafından başlar. Ancak bu, lafızlannda ihtilaf bulunan bir hadistir ve bü­tün yollarıyla Abdullah b. Muhammed b. Akil’den gelmektedir. Hadis alim­lerine göre ise, kuvvetli bir hafız (belleyip) değildir. Bu hadisi, Ebu Dâvud, Bişr b. el-Mufaddal’dan, o, Abdullah’tan, o, er-Rubeyyî yoluyla rivayet etmiş­tir. İbn Adan da ondan (Abdullah b. Muhammed b. Akil’den) o da er-Rubey-yi’den şunu rivayet etmektedir: Rasulullalı (sav) bizim yanımızda, abdest al­dı. Başının tümünü, saçın bütün bitim yerlerinden itibaren dört bir yanından mesh etti. Ancak, saçın üzerinde bulunduğu halini değiştirmedi.

Bu nitelikte bir abdest alma şekli, İbn Ömer’den de rivayet edilmiş olup, bunda başının arka tarafından meshe başladığı da belirtilmektedir.[181]

Bu hususta en sahih rivayet, Abdullah b. Zeyd’in rivayetidir. Başın bir bö­lümünün meshini caiz kabul eden herkes, başın meshedilecek bölümünün ön tarafı olduğu görüşündedir. İbrahim ile eş-Şa’bî’den şöyle dedikleri riva­yet edilmiştir Başının hangi tarafını meshedersen bu senin için yeterli olur. İbn Ömer ise, başın sadece tepe (bıngıldak) bölümünü meshetmekle yetin­miştir.

Her iki elle bir arada mesh etmenin müstalısen olduğu hususu üzerinde de tek bir elle meshin de yeterli olduğu üzerinde de icma vardır.

Bununla birlikte başın meslıedilmeşini gördüğü bölümünü mesh edince­ye kadar tek bir parmakla mesheden kimse hakkında ise farklı görüşler var­dır. Meşhur olan kanaate göre bunun yeterli olduğudur. Bu, Süfyan es-Sev-ri’nin görüşüdür. Süfyan der kî: Başım tek bir parmak ile mesh edecek olur­sa, bu dahi onun için yeterlidir. Bunun yeterli olmadığı da söylenmiştir. Çün­kü bu, mesh sünnetinin dışına bir çıkıştır, sanki bir oyun gibidir. Ancak, böy­le bir şey hastalık zarureti dolayısıyla yapılacak olursa, bunun yeterli gele­ceği hususunda ihtilaf olmamalıdır.

Ebu Hanife, Ebu Yûsuf ve Muhammed derler ki: Üç parmaktan daha az parmakla başın meshedilmesi yeterli değildir.

Birinci defa meshetmenin Kur’ân nassı ile farz olduğu icma ile kabul edilmekle birlikte; ellerin başın saçları üzerinde geri getirilmesinin, farz mı, sünnet mi, olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Cumhur, bunun sünnet olduğu görüşündedir, farz olduğu da söylenmiştir.[182]

11- Başını Meskedecek Yerde Yıkarsa:

Abdest alan bir kimsenin, başını meshedecek yerde yıkaması, (hususu ile ilgili olarak) Îbnü’l-Arabi şöyle demektedir: Bunun, o kimse için yeterli ola­cağı hususunda görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Ancak, İmam Fahru’l-İslâm eş-Şâşi, bize ders verdiğinde kendi mezheb alimlerinden Ebu’l-Abbas b. el-Kâss’ın bunun yeterli olmayacağını söylediğini bize haber verdi. Ancak bu, yüce Allah’ın şu buyruklarında yermiş olduğu ve şeriatı iptal eden zahi­re tabi olmak kabilinden fasid Dâvudî (Zahiriye) mezhebinden bir aşırılık­tan başka birşey değildir; “Onlar, ancak dünya hayatının zahir kısmını bi­lirler” (er-Rûm, 30/7); ‘Yahut sözün zahirine göremi. ” (er-Ra’d, 13/33) Yok­sa, bu şekilde başını yıkayan bir kimse, emr olunduğu şeyi fazlasıyla yapmış olmaktadır.

Denilse ki; Bu, kendisi ile ibadet olunan lafzın kapsamı dışına çıkmış bir fazlalıktır O zaman şöyle deriz: Ancak, fiilin mahalline ulaştırılması hususun­da ifade ettiği anlamın dışına çıkmamıştır. Aynı şekilde bir kimse, önce ba­şını meslıetse, sonra da başını tıraş edecek olsa, meshini iade etmekle mü­kellef değildir. [183]

12- Başta Bulunan Diğer Organların Meshi:

Mâlik, Ahmed, es-evrît Ebu Hanife ve diğerlerine göre, kulaklar başın kap­samı içerisindedirler. Ancak, bunlar için ayrıca su almak hususunda farklı gö­rüşleri vardır. Mâlik ve Ahmed der ki: Başını mesh ettiği sudan ayrı olarak kulakları için yeni bir su alır. İbn Ömer’in yaptığı gibi. Şafiî de suyun yeni­lenmesi hususunda böyle demiştir. Ayrıca der kir Kulakların meshedilmesi, başlı başına bir sünnettir. Kulaklar, yüzden de değildir, baştan da değildir. Çünkü, ilim adamları, hacc sırasında kulaklar üzerinde bulunan saçı kestir-miyeceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ebu Sevrin bu husustaki görüşü Şa-fiî’ninki gibidir.

es-Sevrî ile Ebu Hanife der ki: Kulaklar, baş ile birlikte mesh olunurlar. Se­leften bir topluluktan, ashab ve tabiinden bu görüşün bir benzeri de rivayet edilmiştir. Dâvud (ez-Zalürî) der ki: Kulaklarını meshedecek olursa, iyi bir şeydir, Meshetmezse de birşey gerekmez. Çünkü kulaklar Kur’an-ı Kerimde zikredilmiş değillerdir. Ona şöyle denilir: -Önceden de açıkladığımız gibi- baş, zaten onları İhtiva etmektedir.

Aynça, Nesaîh Ebu Dâvud ve diğerlerinin kitaplarında sahih hadislerde Pey­gamber (sav)’ın kulaklarının dış taraflarını da İç taraflarım da mesUettiğini, parmaklarını kulaklarının deliklerine soktuğunu göstermektedir.[184] Kulakla­rın Kur’ân-ı Kerimde zikredilmemiş olması, onların mesh edilmesinin, yüz ve ellerin yıkanması gibi bir farz olmadıklarına delalet etmektedir. Mesh edil­meleri ise sünnet ile sabit olmuştur.

İlim ehli, abdest alan bir kimsenin kulaklarını meshetmeyi terketmesini mekruh görürler ve böyle bir şeyi yapan bir kimsenin Peygamber (sav)’ın sün­netlerinden birisini terkettiği görüşündedirler. Bununla birlikte -İshâk dışın­da- kulaklarına meslıi iadeyi de vacib görmezler. İshâk ise der ki: Eğer ku­laklarını meshetmeyi terkedecek olursa, (bu abdesti) onun için yeterli olmaz. Ahmed der ki: Kasten kulaklarını meshetmeyi terkedecek olursa (abdestini) tekrar iade etmesini müstehab görürüm.

Mâlikin arkadaşlarından Ali b. Ziyad’dan da şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Kim kasti olarak abdeşt yahut namaz sünnetlerinden birisini terkede­cek olursa iade eder. Ancak fukahâya göre bu, zayıf bir görüştür. Böyle bir görüşü, geçmiş alimlerden (seleften) söyleyen bir kimse olmadığı gibi, bu­nun kıyas bakımından (aklî açıdan) kabul edilecek bir tarafı da yoktur. Du­rum böyle olsaydı, farz ve vacib olan bir şey diğerinden ayırt edilemezdi-

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Kulakların yüzden olduğunu kabul edenler, Peygamber (sav)’ın secde ettiği esnada söylediği sabit olan şu duasını delil gösterirler:

Yüzüm, kendisini yaratan, ona suret veren, ona işitmek için kulaklar ve görmek için gözler bahşedene secde edi­yor.”[185] Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber, işitmeyi yüze izafe etmiştir. Böylelikle onların da yüzün hükmünü almaları gerektiği sabit olmaktadır.

Ebu Davud’un Musannef inde (Sünen’inde) Hz. Osman yoluyla gelen ha­diste şöyle denilmektedir: Böylelikle o, kulakların iç ve dış tarafını bir defa mesh etti, sonra ayaklarını yıkadı, sonra şöyle dedi; Abdest hakkında soru soranlar nerede? İşte ben, Rasulutlah (sav)”ı bu şekilde abdest alırken gör­düm.[186]

Kulaklarının dış taraflarım yüz ile birlikte yıkar; iç taraflarını da baş ile bir­likte mesheder, diyenler de yüce Allah’ın yüzü yıkamayı, başı da mesh et­meyi emrettiğini delil gösterirler. Buna göre, kulaklardan sana karşı görüne­nin yıkanması gerekir, çünkü o yüzdendir, sana karşı görünmeyenin de meshedilmesi icabeder Çünkü o baştandır.

Ancak, Peygamber (sav)’ın Hz. Ali, Hz. Osman, îbn Abbas, er-Rubeyyi’ ve diğerleri yoluyla rivayet edilen hadislerde kulaklannın iç ve dış taraflannı meshettiğini belirten rivayetler bunu reddetmektedir.

Kulaklar baştandır, diyenler de Peygamber (sav)’ın es-Sunabihî yoluyla ge­len hadisteki şu sözünü delil gösterirler; “Başını mesh ettiği takdirde günah­lar başından -hatta kulaklarından çıkıncaya kadar- çıkar.” Bu hadisi de Mâ­lik rivayet etmiştir.[187]

13- Ayaklar:

Yüce Allah’ın: Ayaklarınızı da buyruğunu Nafi’, İbn Âmir ve el-Kisaî “lâm” harfini nasb ile; şeklinde okumuşlardır. el-Velid b. Müs­lim de Nafi’den bunu: şeklinde “lâm” harfini ötreli olarak okuduğu­nu rivayet etmektedir. Bu aynı zamanda el-Hasen ve el-A’meş Süleyman’ın da kıraatidir. İbn Kesir, Bbu Amr ve Hamza ise, bu kelimeyi “lâm” harfini es-reli olarak; şeklinde okumuşlardır. İşte aslıab ve tabiin de bu kıra­atteki farklılığa göre farklı görüşlere sahiptirler. Bu. kelimenin “lâm” harfini üstün okuyan, bunda âmilin Yıkayın” buyruğu olduğunu kabul et­miş ve ayaklar hakkında farz olan şeyin mesh değil de yıkamak olduğunu be­lirtmişlerdir.

Cumhurun ve ilim adamlarının büyük çoğunluğunun görüşü budur. Pey­gamber (sav)’ın uygulamasından sabit olan da budur. Birden çok hadis-i şe­rifte, onun söylediğinden de anlaşılması gereken budur. Nitekim Hz. Peygam­ber, topuklarını yıkamadıkları belli olan abdest almış bir topluluğu görünce, sesini çıkarabildiği kadar: “Ateşten çekeceklerinden dolayı topukların vay ha­line! Abdestinizi iyice alınız” diye yüksek sesle bağırmıştır.[188] Diğer taraftan yüce Allah, ayaklann sınırlarını da tıpkı ellerde: “Dirseklere kadar” diye bu-yurduğu gibi, ayaklar hakkında da: “Her iki topuğunuza kadar” diyerek be­lirtmiştir. İşte bu, onların yıkanmalarının vacib olduğuna bir delildir.

Bu kelimenin “lâm” harfini esreli okuyan kimse ise, bundaki âmili “baş­larınıza” kelimesinin başında gelen “be” harfi kabul etmiştir İbnü’t-Arabî der ki: İlim adamları ayaklann yıkanmasınsn vücubunu ittifakla kabul etmişler­dir. Ben, müslümanların takilılerinden Taberî ile onların dışında Rafızilerden başka bunu reddeden kimse bilmiyorum. Taberî de delil olarak bu “lâm” har­finin esreli kıraatine yapışmıştır.

Derim ki: İbn Abbas’tan ise: Abdest, iki yıkama ve iki meshdir dediği ri­vayet edilmiştir. Yine el-Haccâc’ın, Ehvâzda hutbe irad edip abdesti söz konusu ederken şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüzlerinizi ve ellerinizi yı­kayınız. Başlarınıza mesnediniz. Ayaklarınızı da (yıkayınız”). Çünkü Âdemoğlunun ayaklarından daha çok kirlenme ihtimali yüksek herhangi bir uz­vu yoktur. O bakımdan ayaklarınızın iç tarafını, üstlerini ve topuklarım yı­kayınız. Enes b. Mâlik bunu işitince şöyle dedi: Allah doğru söylemiştir. Hac-cac ise yalan söylemiştir. Yüce Allah ise: Başlarınıza mcshcdin. Ayaklarınızı da (mesh edin)” diye buyurmuştur Bu olayı riva­yet eden der ki: (Enes b. Mâlik) ayaklarını mesh ettiğinde onları ıslatırdı. Yi­ne Enes’den şöyle dediği rivayet edilmiştir; Kur’ân mesh ile nazil olmuş, sün­net ise yıkamayı emretmekle varid olmuştur.

İkrime de ayaklarını mesh eder ve şöyle dermiş: Ayaklar hakkında yıka­ma söz konusu değildir. Onlar hakkında mesh nazil olmuştur. Âmir eş-Şa’bî de der ki: Cibril meshi indirmiştir. Nitekim teyemmümde de yıkanması emr edilmiş organların mesh edilmesi istenmekte, mesh edilmesi emredilmiş olanlar ise bağışlanmaktadıivKatade de der ki: Allah, iki tane yıkama ve iki tane rneshi farz kılmıştır.

İbn Cerir et-Taberî, ayaklar hakkında farz olanın, yıkamak ile mesh etmek­ten birisi arasında muhayyerlik olduğu görüşündedir. Ve bu husustaki iki kı­raati iki ayn rivayet gibi değerlendirmiştir. en-Nehhâs der ki: Bu hususta söy­lenenlerin en güzellerinden birisi de şudur: Hem mesh hem de yıkamak bi-rarada vacibtir. “Ayaklarınız” anlamına gelen kelimenin “lâm” harftni esre-li okuyanların kıraatine göre mesh vacibtir, onu üstün okuyanların kıraati­ne göre ise yıkamak vacibtir Bu iki kıraat ise iki ayrı âyet durumundadır.

îbn Atiyye der ki: “Lâm” harfini esreli okuyanlardan kimisi, ayaklar hak­kında mesh etmenin onları yıkamak anlamında olduğu görüşündedir.

Derim ki: Sahih olan da budur. Çünkü imeslıtI lafzı müşterek bir lafızdır. Hem “mesh” anlamında kullanılır, hem de “yıkamak” anlamında kullanılır, el-Herevî der ki: Bize el-Ezherî haber verdi. Bize, Ebu Bekr b. Muhammed b. Osman b. Said ed-Dârî haber verdi. Ebu Bekr, Ebu Hatîm’den, o, Ebu Zeyd el-Ensarî’den şöyle dediğini nakletti: Arapçada mesh, hem yıkamak, hem de meshetmek anlamına gelir. İşte bundan dolayı, abdest alıp da azalarını yıka­yan kimse hakkında; “Temessüh etti” denilir. Yine yüce Allah seni günahlarından arındırsın ve yıkayıp temizlesin anlamında “mesh” kelimesi kul­lanılarak; denilir.

Araplardan nakil yoluyla meshin yıkamak anlamına geldiği de sabit oldu­ğuna göre, buradaki “lâm” harfinin esreli okunuşu ile kast edilen yıkamak­tır, diyenlerin görüşleri tercihe değer olur, ağırlık kazanır. Bu tercih ise, mesh ve yıkama ihtimaline gelmeyen nasb kıraati sebebiyle ve yıkamayı tesbit eden hadislerin çokluğu ile, hadis imamlarının rivayet ettiği, sayılamayacak kadar çok sahih haberlerde ayaklan yıkamayı terk edenlere yapılan tehditlerle da­ha da ağırlık kazanır.

Diğer taraftan baş hakkında mesh, ayaklardan önce mef ul olmak üzere yı­kanan şeyler (eller ve ayaklar) arasına girmek suretiyle sırasını beyan etmek için girmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler yüzlerinizi, dirsek­lerinize kadar ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayınız, başları­nıza da mesh ediniz. Baş ayaklardan önce bir mePul olduğuna göre, tilavet­te de onlardan öne gelmiştir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır-. Yoksa baş, ayaklardan önce zikredildiği için abdestin sıfatı hususunda ayaklar onunla ortak özellikte olduklarından dolayı değildir.

Âsim b. Küleyb, Ebu Abdurrahman es-Sülemrden şöyle dediğini rivayet e-der: Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- bana: diye (ayaklarınızı da mesnedin anlamına gelecek şekilde lam har­fini esreli olarak) okudular. Bu sırada davacılar arasında hüküm vereh Ali (r.a) bunu işitti ve: Ayaklarınızı da (yıkayın anlamına gelecek şekilde “lâm” harfini üstün olarak) diye düzeltti. İşte bu, (âmili itibariyle) mukaddem olan, söz ve söylenişi İtibari ile mualıher olan türdendir.

Ebu İshâk, el-Haris’ten, o, Ali”(r.a)’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ayaklan topuklara kadar yıkayınız. İbn Mes’ud ile îbn Abbas’tan da bu ke­limenin “lâmH harfini nasb ile; Ayaklarınızı da (yıkayın), şeklinde okudukları rivayet edilmiştir.

“Ayaklar” anlamındaki kelimenin “lân harfinin esreli okunuşu, ayakla­rın kayıtlı olarak mesh edileceklerini belirtmek için gelmiştir. Bu kayıt da ayak­ların mestli olmaları halidir. Biz bu kaydı, Rasulullah (sav)’dan öğrenmiş bu­lunuyoruz. Zira, ayaklarında mest bulunmaksızın ayaklarını meshettiğine da­ir sahih bir rivayet gelmiş değildir. Böylelikle Peygamber (sav), fiili ile han­gi durumda ayağın yıkanacağını, hangi durumda da mesh edileceğini belirt­miş olmaktadır, da denilmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.

Denilse ki: Mestler üzerine mesh etmek el-Maide sûresi ile (bu âyet-i ke­rimedeki bu kelimenin esreli okunuşu ile) nesli edilmiştir. Nitekim îbn Ab-bas böyle demiş, Ebu Hureyre ve Aişe neshi reddetmiş, Mâlik de pndan ge­len bir rivayete göre onu reddetmiştir. Şöyle cevap verilir. Bir şeyi bir kim­se reddeder, ondan bir başkası da kabul ederse, reddedenin delili yok de­mektir Mestler üzerine mesh edileceğini ise, ashabtan ve başkalarından pek çok sayıda kimse kabul etmiştir.

el-Hasen der ki: Peygamber (sav)’ın ashabından yetmiş kişi, mestler üze­rine mesh ettiklerini bana nakletmişterdir. Hemmam’dan sahih nakil ile sa­bit olduğuna göre o şöyle demiştir Cerir, önce küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî der ki: Rasulul-lah (sav) da önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üze­rine mesh etti. İbrahim en-Nehaî devamla der ki: Bu hadis, (ilim adamları­nın) hoşlarına giderdi. Çünkü Cerir’in İslama girmesi, e)-Maide sûresinin nüzulünden sonra olmuştu.[1] Bu ise karşı görüşü savunup da el-Vakidînin, Abduîhamid b. Cafer’den, onun babasından, Cerir’in Ramazan ayınm onaİ-tıncı gününde İslama girdiğini ve el-Maide sûresinin İse Züllücce ayında, are-fe gününde nazil olduğu şeklinde varid olan ve delil diye gösterdikleri bu ri­vayeti reddeden açık bir nasstır. Çünkü onların naklettikleri bu rivayet, olduk­ça vâhî (gevşek ve sağlam olmayan) bir rivayet olduğundan dolayı sabit ola­mayan bir hadistir. el-Maide sûresinden, arafe gününde nazil olan daha ön­ce de belirtildiği gibi: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim…” ayeti­dir. Ahmerî b. Hanbel der ki: Ben, mestler üzerine mesh hususunda Cerir’in rivayet ettiği hadisi güzel buluyorum. Çünkü orîün İslama girişi el-Maide sû­resinin nazil oluşundan sonradır. Ebu Hureyre ve Aişe (r.anhuma)’dan gelen rivayetler ise onlardan sahih olarak gelmiş değildir. Zira, Aişe’nin bu husus­ta herhangi bir bilgisi yoktu. Bundan dolayı Hz. Aişe bu hususta kendisine .soru soran kimseyi Ali (r.a)’a göndermiş ve ona havale ederek şöyle demiş­tir; Sen ona sor. Çünkü o, Rasulullah (sav) ile birlikte yolculuğa çıkardı…[2]

İmam Mâlik’ten gelen ve onun mestler üzerine meshi reddettiğine dair ri­vayet ise münk,er bir rivayettir ve sahih değildir. Sahih ise, onun ölümü es­nasında İbn Nâfi’e söylediği şu sözlerdir: Ben, özet olarak kendim ayaklan yıkama görüşünü alırdım. Bununla birlikte (mestler üzerine} ayaklarını mesh eden kimsenin yerine getirmesi gerekenler hususunda kusurlu davrandığı gö­rüşünde de değildim. İşte Ahmed b. Hanbel de, İbn Vehb’in Mâlikten nak­lettiği: “Ben, mukimken olsun, yolculukta iken olsun mesh etmem” şeklin­deki sözlerim buna göre yorumlamıştır. Ahmed der ki: Nitekim İbn Ömer’den de onun etrafındakilere mestlerine mesh etmelerini emrettiği halde, kendi­sinin mestlerini çıkartıp abdest alırken onları yıkadığını ve; “Abdest almak bana sevdirildi” dediği rivayet edilmiştir. Buna yakın bir rivayet Ebû Eyyub’dan da gelmiştir. Ahmed (r.a) der ki: Her kim bunu (mestler üzerine mesh etme­yi).İbn Ömer, Ebû Eyyub ve Mâlik’in yaptığı şekilde terkedecek olursa, bu yaptığını reddetmem. Bununla birlikte de böyle birisinin arkasında namaz kı­larız ve ayıplamayız. Ancak, bunu bir takım bid’at ehli kimselerin yaptığı gi­bi mestler üzerine meshi caiz görmediği için terketmesî hali müstesnadır, böyle birisinin arkasında namaz kılmayız. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yüce Allah’ın: şeklindeki üâm harfinin csreli okunuşu şeklindeki) kıraatin sadece lafza atfedilip, manaya atfedilmemiş olduğu da söylenmiştir.

Bu da aynı şekilde yıkamaya delâlet eder. Çünkü, gözönünde bulunduru­lan manadır, lafız değildir. Onun esreli okunuşu ise, arapların yaptığı gibi, civar (yakınlık, komşuluk) dolayısıyla bir çerdir. Bu husus, Kurân-ı Kerim­de olsun, başka yerlerde olsun varid olmuştur Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: “Üzerinize alevli ateş ve erimiş bakır bırakılır” (er-Rahman, 55/35) şeklinde (ötreli olması gerekiyorken) esreli ola­rak okunmuştur.[3]

Çünkü, bilindiği gibi nühâs, duman anlamındadır. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

lakis o, çok şerefli bir Kur’ân’dır. Levh-i mahfuzdadır” (el-Burûc, 85/21-22) şeklinde (son kelimesi) esreli olarak okunmuştur, [4]

Şair İmruu’1-Kays da der ki:

“(Yağmur kendisini tepeden tırnağa kadar ıslatmış olduğu için babamız), insanlar arasında baştan aşağıya çizgili bir elbiseye bürünmüş yaşlı bir kimseye benziyordu.’

Böylelikle o, mısraın son kelimesinin i’rabı merfu’ olması gerekiyorken, ci­var dolayısıyla esreli okumuştur. Şair Züheyr de şöyle demektedir:

“Zaman onu oyuncak etti ve değiştirdi onu

Benden sonra önüne kattığı toprağı sürükleyip götüren rüzgârlar ve yağmurlar,71

Ebû Hatim der ki: Burada (yağmur anlamına gelen) son kelimenin merfu’ olması gerekirdi. Ancak o, kendisinden önceki kelimeye civarı dolayısıyla es­reli okumuştur. Nitekim araplar şöyle der: Bu harab olmuş bir kertenkele deliğidir. Burada (harab olmuş anlamına gelen kelimeyi) merfu’ olması gerekirken esreli okumuştur. Bu, el-Ahfeş ile Ebû Ubeyde’nin görüşüdür, en-Nehhâs ise bunu kabul etmez ve şöyle der: Bu büyük bir yan­lışlıktır. Çünkvi, civarın konuşmada kıyasa esas kabul edilmemesi gerekir. Çün­kü bir yanlışlıktır, bu yanlışlığın (şiirdeki) benzeri ise “ikvâ”dır.[5]

Derim ki: Ayaklar hakkında farz olanın yıkamak olduğu hususunda hük­mü kesinleştiren daha önce verdiğimiz açıklamalar ile, Hz. Peygamberin söy­lediği sabit olan: “Topukların ve ayakların iç taraflarının ateşten vay halle­rine”[6] buyruğudur. Hz. Peygamber, yüce Allah’ın muradına muhalefet do­layısıyla bize ateşi hatırlatarak bizi korkutmaktadır. Bilindiği gibi, vacibi (Farzı) terkedenden başkası ate§ ile azab edilmez.

Yine bilindiği gibi rnesh etmek, uzvun tamamım kaplaması anlamına gel­mez. Ayakların meshedüeceğini söyleyenler, ayakların iç taraflarının değil de, üst taraflannın mesti edileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hadis-î şe­rif ile ayakların mesh edileceğini söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğu açık­ça ortaya çıkmaktadır. Zira, meslıi kabul edenlere göre, ayakların iç tarafla­rının meşinle bir ilgisi yoktur. Ayakların iç taraflarına mesh ile değil, ancak yıkamakla ulaşılır

İcma cihetinden bîr diğer delil de şudur: Ayaklarını yıkayan bir kimsenin üzerinde vacib olanı yerine getirdiği ittifakla kabul edilmiş olmakla birlikte, ayaklarını mesh eden kimse hakkında bu açıdan ihtilaf etmişlerdir. O halde yakın (kesin) olan, hakkında ihtilaf edilen değil, icma ile kabul olunandır. Büyük bir çoğunluk, kâfenin kâffeden (yani mütevatir şekilde), onların da peygamberlerinden şunu naklettikleri sabittir: Hz. Peygamber abdest aldığı sırada bir iki ve üç defa -onlan iyice temizleyinceye kadar- yıkardı. Daha ön­ce yaptığımız açıklamalar ile birlikte ayakların yıkanacağına dair delil olarak bu kadarı yeterli görülmelidir. Böylelikle açıkça ortaya çıkmış oluyor ki, bu kelimenin lâmw harfinin esreli okunuşunun da anlamı -Önceden de açıkla­dığımız gibi- mesh etmek değil, yıkamaktır. Ve yüce AlUh’mz’ Ayak­larınızı da (yıkayın)” buyruğundaki amil, yüce Allah’ın; “Yıka­yım” buyruğudur. Araplar ise fiil, birden çok şeyler arasında yalnızca birisi­ne ait olmakla birlikte bir diğer şeyi de o şeye atfedebılmektedir. Mesela, ek­mek ye süt yedim denilir Bu da, ekmek yedim, süt içtim demektir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:

“Ben ona yem olarak saman ve soğuk su verdim. Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Kocanı savaşta gördüm ben

Bir kılıç kuşanmış ve bir de mızrak.

Bir diğeri de şöyle demektedir:

“…Ve yavruladı

İki vadinin etrafında Ceylanları ve Deve kuşları.

Bir tiiğer şair de şöyle demektedir:

“Sütü çokça içen ve hurmayı ve keş’i.”

Bu ifadelerin takdiri ise (sırası ile) şöyledir: Ben ona yem olarak saman ver­dim ve ona su içirdim; Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olarak; vadinin iki tarafında Ceylanları yavruladı, Deve kuşları ise yumurtladı. -Çünkü Deve kuş­ları yavrulamaz, olsa olsa yumurtlar-; Süt içen ve Hurma ve keş yiyen… Bu durumda yüce Allah’ın: “Başlarınıza mesh edin… ayaklarınızı da (yıkayın) buyruğunda, lafzen meshe atıf olmakla birlikte, ma­na ciheti ile yıkamaya atıf olup, maksat ayakların yıkanmasıdır.Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[7]

  1. Topuklar:

Yüce Allah; “Her iki topuğunuza kadar…” diye buyurmaktadır.

Buharî şunu rivayet eder: Bana Musa anlattı, dedi ki: Bize, Vuheyb Amr’dan -îbn Yalıya- haber verdi, Amr babasından dedi kî: Ben, Amr b. Ebî Hasen’in, Abdullah b. Zeyd’e Peygamber (savVın abdesti hakkında soru sorduğuna tanık oldum. (Abdullah b. Zeyd) su dolu bir kab getirilmesini is­tedi. Onlara Peygamber (sav)’ın abdest alıcı gibi abdest aldı. Kaptan eline su boşalttı ve ellerini üç defa yıkadı. Daha sonra elini su kabına sokarak üç avuç alıp ağzını çalkaladı, burnuna su çekti ve sümkürdü. Sonra, elini (yine su ka­bına} sokarak üç defa yüzünü yıkadı. Sonra yine elini (.kaba) sokarak üç de­fa (Buharî’de iki defadır) dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Daha sonra yine elini (kaba) sokarak başını nıesh etti ve bir defa ellerini öne ve arkaya ge­tirip götürdü. Sonra da ayaklarını topuklara kadar yıkadı. [8]

İşte bu hadis-i şerif, yüce Allah’ın: “Başlarınıza mesh edin” buyruğunda yer alan “be” harfinin zaid olduğunun delilidir. Çünkü, (hadis rivayetinde) bu harfi kullanmaksızın “başını mesh etti” demiştir. Diğer taraftan başın meshi bir defadır. Müslim’in Sahih’inde bu husus, Abdullah b. Zeyd yoluy­la gelen hadiste “ellerini ileri ve geri götürüp getirdi” sözünün açıklaması şöy­lece gelmiştir: (Meshetmeye) başının ön tarafından başladı ve sonra da elle­rini kafasının arkasına kadar götürdü. Daha sonra da yine ellerini başladığı yere getirinceye kadar geri getirdi. [9]

İlim adamları, “topuklar” hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhur, ayağın her iki tarafında tümsekçe görülen iki kemik olduğu görüşündedir. el-Esmaî ise, insanların, topuk ayağın üst tarat’mdadır, şeklindeki sözlerini kabul etmez. Bunu es-Sıkah’la nakletmektedir.

İbnü’l-Kasımın da böyle dediği rivayet edildiği gibi, Muhammed b. el-Ha-sen de böyle demiştir. İbn Atiyye de der ki: Ben, herhangi bir kimsenin ab­dest sınırını buraya kadar kabul ettiğini bilmiyorum. Fakat Abdulvehhab “et-Telkin” adlı eserinde bu hususta karışık ve insanı tereddüde düşüren ifade­ler kullanmıştır.

Şafiî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Topukların, ba­cak ekleminin (ayakla) birleştiği yerdeki iki kemik olduğu hususunda fark­lı kanaat bildiren kimseyi bilmiyorum Taberî de Yûnus’tan, o, Eşheb’den, o, Mâlik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdestin kendilerine kadar ulaştırılması gereken iki topuk, ayak ökçesinin karşısında bulunan ve baca­ğa bitişik (çıkıntı yapan) iki kemiktir. Yoksa topuk, ayağın üst tarafındaki çı­kıntı değildir.

Derim ki: Hem dilde, hem de Hz, Peygamberin sünnetinde sahih olan da budur. Çünkü, arapçada topuk (el-Ka’b) kelimesi, yükseklik anlamından alın­mıştır. Kâ’beye bu isim buradan verilmiştir. Memelerin tomurcuklanmasını ifade etmek için de bu tabir kullanılır. Kanalın ka’b’i, kanal borusu demektir. Her iki boğum arasmdak. boruya da kab denilir. Teşbih yoluyla şeref ve şan hakkında da kullanılabilir Hadis-i şerifteki: “Allah’a andolsun ki, şan ve şerefin devamlı yüksek kalacaktır.” [10]

Sünnetten bu lafzın topuk anlamına geldiğine dair delile gelince, Peygam­ber (sav), Ebû Davud’un en-Nu’man b Beşir’den rivayetine göre şöyle bu­yurmuştur: “Allah’a yemin ederim, ya saflarınızı dosdoğru yaparsınız, yahut da Allah kalpleriniz arasına ayrılık koyar” (en-Nu’man) dedi ki: Bunun üze­rine baktım ki kişi, omuzunu arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının dizi­ne, topuğunu (ka’b’ını) arkadaşının topuğuna (kab’ına) yapıştırıyor.[11] Akb ise, ayağın arka tarafında ökçe sinirinin altındadır. Ökçe siniri (ukûb) ise ba­cak ve ayağın eklem yeridir,

Hz. Peygamberin ayak ökçesi ile bacağın arka tarafının birleştikleri kalın­ca (kıkırdakımsı) damarın (ukrûb’un : ökçe sinirinin) ateşten dolayı vay ha­line”[12] diye buyurmuştur. Yani buralar yıkanmayacak olursa,. Nitekim Hz. Peygamber: “Ayak topuklarının ve ayakların iç taraflarının cehennemden do­layı vay hallerine.”[13]

15- Ayak Parmaklarının Arasını Yıkamak (Hilalleme):

İbn Vehb, Mâlikten şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alırken olsun, guslederken olsun, kişinin ayak parmaklarının arasını yıkamak yükümlülü­ğü yoktur. Zora koşmakta ve aşırıya gitmekte de bir hayır yoktur. İbn Vehb der ki: Ayak parmaklarının arasını yıkamak teşvik edilmiş bir husustur. El par­maklarının arasının yıkanması ise kaçınılmaz bir şeydir. İbnü’l-Kasım, Mâ-lik’ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ayak parmaklarının arasım hilalleme-yene birşey gerekmez. Muhammed b. Halid, İbnül-Kasım’dan, o, Mâlik’ten bir nehirde abdest alıp ayaklarını hareket ettiren kimse hakkında şöyle de­diğini nakletmektedir: Elleriyle ayaklarını yıkamadığı sürece bu kendisi için yeterli değildir. İbnü’l-Kasım da der ki: Ayaklarından birini diğeri ile yıkiya-bilirse, bu da onun için yeterli olur.

Derim ki: Sahih olan, ayağın diğer kısımlarında olduğu gibi, her iki aya­ğın (parmaklarının) arasını da yıkamadıkça bunun yeterli olmayacağıdır, Çünkü, nasıl ki el parmaklan elden ise, bunlar da ayaktandırlar. El parmakları­nın birbirlerinden rahat ayrılabilir olmalarıyla ayak parmaklarının birbirine bitişik olmalarına da itibar edilmez. Çünkü, kişi nasıl elinin tümünü yıkamak­la emrolunmuş ise, ayağının da tümünü yıkamakla emr olunmuştur.

Peygamber (sav)’dan rivayet olunduğuna göre, abdest aldığı vakit, serçe parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. [14] Diğer taraftan, Hz. Pey­gamberin ayaklarını yıkadığına dair rivayetler de sabit olmuştur. Bu rivayet­ler ise umumu (parmak aralan dahil olmak üzere tamammO yıkamayı gerek­tirir. Mâlik (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) ömrünün sonlarında, ya serçe par­mağıyla veya herhangi bir parmağıyla ayak parmaklarının arasını ovalardı. Buna sebep ise, İbn Vehb’in kendisine, tbn Lehîa’dan, el-Leys b. Sa’d’ın da Yezid b. Amr el-Gıfarî’den, o, Abdurrahman el-Hubullîden, o, el-Müstevrid b. Şeddâd el-Kureyşî’den naklettiği şu hadisi şerittir. el-Müstevrid dedi ki: Ben, Rasulullah (sav)’ı abdest alırken gördüm. Serçe parmağı üe ayak par­maklarının arasını hilallerdi. İbn Vehb dedi kî: Mâlik bana, bu gerçekten gü­zel bir şeydir ve ben bunu ancak şu anda işittim, dedi[15]

îbn Vehb der ki: Ben, Mâlik’e bundan sonra abdest alırken parmak ara­larını hilalleme hakkında soru sorulduğunu ve bunun yapılmasını emrettiği­ni duydum.

Huzeyfe de Peygamber tsayVın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Parmak aralarını hilalleyin (yıkayın) ki, onların aralarına ateş girmesin.” [16] Bu ise, hilallemeyi terki tehdit hususunda açık bir nassUr. Böylelikle bteim dediğimiz sabit olmaktadır.

Başarıya ulaştıran Allah’tır. [17]

16- Abdeat Fiillerini Ardı Arkasına Yapmak (Muvalât):

Âyetin lafızları, abdest azaları arasında muvalâtı (birini diğerinin ardı ar­kasına yıkamayı) gerektirmektedir Muvalât; abdest alan kimsenin abdest bö­lümleri arasında herhangi bir süre sokmaksızın, fiilleri ardı arkasına yapma­sı ve abdestten olmayan bir fiili de araya sokuşturmaması dernektir.

Bu Hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır îbn Ebi Seleme ile İbn Vehb der ki: Bu, hatırında olsun veya olmasın abdest farzlarından bir farz­dır. Her kim, kasti olarak ya da unutarak abdest azalarını (yıkamakta) birbi­rinden ayırırsa, bu onun için yeterli olmaz.

İbn Abdilhakem ise, ister unutsun isterse de kasti olarak terketsin (mu-valâtsız olarak) aldığı abdest onun için yeterlidir. Mâlik ise, el-Müdevvene ve Kitab-ı Mukammed’de şöyle demektedir: Muvalât sakıttır. (Yani, muvalât mü­kellefiyeti yoktur). Şafiî de böyle demiştir. Mâlik ve İbnü’l-Kasım der ki: Kas­ti olarak ayrı ayrı yıkarsa, bu abdesti olmaz. Unutarak yaparsa olur.

Mâlik, İbn Habib yoluyla gelen rivayette şöyle demiştir: Muvalâtı terket-mek, yıkanan abdest azaları hakkında olur, fakat meshedilen aza için yeter­li olmaz.

Bu hususta böylece beş ayrı görüş ortaya çıkmaktadır ki, bunların iki as­li dayanağı vardır. Birincisi: Şanı yüce Allah mutlak bir emir vermiş bulun­maktadır. O halde sen, bu emirleri istersen peş peşe yerine getir, istersen ay-n ayn yerine getir. Çünkü asıl maksat, namaza kalkmak esnasında bütün aza­ların yıkanmış olmasıdır.

İkincisi ise, bu organları yıkamak değişik rükünleri olan birtakım ibadet­lerdir. Namazda olduğu gibi bunların da ardı arkasına yapılması icabeder. Bu ise daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [18]

17- Tertip (Sıralama) :

Yine âyet-i kerimenin lafızları tertibi de ihtiva etmektedir. Bu hususta gö­rüş ayrılığı vardır. el-Ebherî der ki: Tertip (âyette zikredilen sıraya uygun ab­dest almak) bir sünnettir. Mezhebin zahir görüşü, unutan kimse için sırala­mayı bozarak abdest almanın dahi yeterli olacağı şeklindedir

Kasten bu sırayı bozan hakkında ise farklı görüşler vardır. Bu şekilde sı­rayı bozması onun için yeterli olmakla birlikte, gelecekte tertibe uygun ola­rak abdest alır, denilmiştir.

Kadı Ebû Bekr ve başkaları İse, böyle bir şekildeki abdest yeterli olmaz, demektedir. Çünkü böyle bir kişi, abes bir iş yapmaktadır. Şafiî ve diğer ar­kadaşları da bu kanaattedir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ubeyd el-Kasim b, Sel-lâm, İshâk ve Ebû Sevr de bu görüştedir, Mâlik’in arkadaşı Ebû Mus’ab da bu kanaattedir ve bunu Muhtasar’ında zikretmiştir. Bunu, Medine alimlerinden nakletmektedir ki, Mâlik de, abdest alırken ellerini (dirseklerine kadar) yü­zünden önce yıkayıp âyet-i kerimedeki tertibe riayet etmeden abdest alan kim­senin, o abdest ile kılmış olduğu namazlan iade etmekle yükümlü olduğu hu­susunda Medine alimleri ile aynı görüştedir.

Bununla beraber Mâlik, kendisinden nakledilen rivayetlerin çoğunda ve en meşhurlarında şu kanaattedir: “Vav” atıf edatı, arka arkaya yapmayı ge­rektirmediği gibi, tertibi ve sıralamayı da ifade etmez. Ebû Hanife’nin, arka­daşlarının, es-Sevrî’nin, Evzaî’nin, Leys b, Sa’d’ın, Müzenî’nin ve Dâvud b.

Ali’nin görüşü de budur.

el-Kiya et-Taberî der ki: Yüce Allah’ın: “Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın1* buyruğu, Şafiî’nin mezhebinde sahih kabul edilen görü­şe göre, ister ayrı ayrı yıkasın, ister bir arada yıkasm, ister peş peşe yıkasın yeterli olmasını gerektirmektedir. Aynı zamanda bu, ilim adamlarının çoğun­luğunun da görüşüdür.

Ebû Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Ancak Mâlik, daha sonra kılacağı namaz­lar için, sıraya uygun şekilde yeniden abdest almasını müstehab kabul etmek­le birlikte böyle bir şeyi yapmanın vacib olduğu görüşünde değildir. Onun mezhebinden anlaşılan budur. Ali b. Ziyad da Mâlikten şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Bir kimse, önce kollarını yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, daha sonra da sırasını hatırlayacak olsa, kollarını tekrar yıkar. Eğer namaz kılın-caya kadar bu sırayı hatırlamayacak olursa, abdesüni de namazını da iade e-der. Ali (b Ziyad) dedi ki: Bundan sonra ise şöyle dedi: Hayır namazı iade etmez, fakat daha sonra kılacağı namazlar için abdestini tekrar eder.

Bu husustaki görüş aynlığının sebebine gelince, yüce Allah’ın: “Yı­kayın” buyruğundaki “fa” harfinin takibi gerektirdiği hususudur. Bu harf, bir şartın cevabı olarak geldiğinden dolayı, şart koşulanı bu şarta bağlamış olur. Buna göre, hepsinde tertibi gerektirmektedir. Buna şu şekilde cevap ve­rilmektedir: Bu “fa” yüzden başlamayı gerektirmektedir. Zira, şartın cevabı budur. Hepsinde tertibi gerektirmesi ise, şartın cevabının tek bîr mana oİma-sı halinde sözkonusu olurdu. Hepsi ayrı cümleler halinde bir cevap teşkil et­tiklerine göre, artık hangisini yıkamaya başlarsan aldırma. Zira istenen şey, bu şartın cevabının gerçekleştirilmesidir.

Şöyle de denilmiştir: Tertibe riayet âyeti kerimedeki atıf için kullanılan “vav”dan ötürüdür. Ancak durum böyle değildir. Zira, bir kimse, Zeyd ve Amr dövüştü. Bekir ve Halid davalaştı diyecek olursa, buradaki “vav” harfinin umü-fâale” kipi dolayısıyla kullanılması, “vav”ın tertip (sıralama) için kullanılma­sına imkârî vermez. Doğru olan şöyle demektir: Abdest azaları ile ilgili ter-tib dört husustan anlaşılmaktadır:

1) Hz, Peygamberin hacc esnasında: “Allah’ın kendisinden başladığından biz de başlarız” [19] dediği şekilde, Allah’ın başladığı ile başlamak,

2) Selefin icmaı. Çünkü onlar tertibe riayet ediyorlardı.

3) Abdesti namaza benzetmek,

4) Rasulullah (sav)’ın bu hususa devam etmesi.

Bunun (yani tertibe riayet etmemenin) caiz olduğunu kabul edenler cü-nupluk dolayısıyla organların yıkanması için tertibin gerekmediği hususun­da icmaın bulunduğunu delil gösterirler. İşte abdest azalarını yıkamakta da durum böyledir. Çünkü, abdestte nazarı itibara alınan husus yıkamaktır. Sı­raya göre başlamak değildir.

Hz. Ali’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, abdestimi tamam al­dıktan sonra azalarımdan hangisiyle başladığıma aldırış etmem.[20] Abdullah b, Mes’ud’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ellerinden önce ayaklarını yı­kamaya başlamanda bir mahzur yoktur. Dârakutnî der ki: Bu, mürsel bir ri­vayettir, sabit olmaz.[21] Evla olan ise tertibin vücubudur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [22]

18- Abdest Almak Halinde Namaz Vakti Çıkacaksa:

Abdestle uğraşmak halinde, eğer namaz vakti çıkacaksa, ilim adamlarının çoğunluğuna göre teyemmüm etmez.

Mâlik; böyle bir durumda teyemmüm etmeyi caiz kabul eder. Çünkü te­yemmüm asıl itibariyle namaz vaktini muhafaza etmek için gelmiştir Eğer böy­le bir durum söz konusu olmasaydi, namazın suyun bulunacağı zamana ka­dar tehir edilmesi icabederdi.

Cumhur ise, yüce Allah’ın: “Su bulamamıssaııız o vakit… teyemmüm edin” buyruğunu delil göstermişlerdir. Böyle bir kimse ise gerçekte su bulmakta­dır. Dolayısıyla o, teyemmümün sahih olabilmesi için gerekli şarttan mahrum­dur, o bakımdan teyemmüm edemez. [23]

19- Necasetin İzale Edilmesi:

Kimi İlim adamı bu âyet-i kerimeyi necasetin izale edilmesinin vacib ol­madığına delil göstermiştir. Çünkü yüce Allah: “Namaza kalkacağınız zaman” diye buyurmuş ve istincadan söz etmeksizin abdest almaktan söz etmiştir. Eğer necasetin izale edilmesi vacib olsaydı, öncelikle ondan söz edilmesi gerekir­di. Bu, Ebû Hanife’nin, mezhebine mensup ilim adamlarının görüşüdür. Ayrıca, ‘Eşheb’in Mâlik’ten yaptığı bir rivayet de böyledir.

İbn Vehb ise, Mâlik’ten şöyle dediğini nakletmektedir; İster hatırlasın, ister unutmuş olsun necasetin izale edilmesi vacibtir. Bu, aynı zamanda Şafiî’nin de görüşüdür.

İbnü’l-Kasım der kî: Hatırlaması halinde izale edilmesi vacibtir. Unuttuğu takdirde ise, sakıt olur.

Ebû Hanİfe ise der ki: Eğer Bağlı dirhem [24] bununla miskal şeklindeki bü­yükçe dirhemi kastetmektedir- miktarından fazla olursa, necasetin izale edilmesi icabeder. Ebû Hanife bunu, af olunan ve necasetin alışılmış çıkış ye­rine kıyasen söylemiştir. Sahih olan ise, İbn Velıb’in yaptığı rivayettir. Çün­kü Peygamber (sav) kabirdeki iki kişi ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Şüp­he yok ki bu iki kişiye azap edilmektedir. Bununla birlikte büyük bir şeyden ötürü onlara azap edilmiyor. Bunlardan birisi laf alıp götürürdü. Diğeri ise, sidiğinden gereği gibi korunmuyordu.[25]

Azap ise, ancak vadb olan birşeyin terkedilmesi dolayısıyla sözkonusu olur. Kur’an-ı Kerimin (bu âyetinin) zahirinde ise buna dair (aleyhte) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şanı yüce Allah, abdest ile ilgili âyet-i kerimede özel olarak abdestin niteliklerini beyan buyurmuş ve ne necasetin izale edilme­sini, ne de başka herhangi bir şeyi sözkonusu etmiştir. [26]

20- Mestler Üzerine Mesh Etmek;

Ayeti kerime aynı şekilde -açıkladığımız gibi- mestler üzerine meshe de delalet etmektedir. Bu hususta îmam Mâlik’ten üç rivayet vardır:

1) Haricilerin söylediği gibi mutlak olarak mestin üzerine meshetmeyi ka­bul etmemek. Böyle bir rivayet münker bir rivayettir ve sahih değildir. Bu ko­nudaki açıklamalar da önceden geçmiştir.

2) Mukimken değil de yalnızca yolculuk halinde iken meshetmek. Çünkü mesh ile ilgili hadislerin büyük çoğunluğu, yolculuk halinde varid olmuştur.

3) Ancak, Hz. Peygamber’in çöplükte abdest bozduğuna dair hadis-i şe­rif, mukimken de meslıin caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisi Müs­lim Hz. Huzeyfe yoluyla rivayet etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Ben ve Rasulullah (sav) birlikte yürüyorduk. Hz. Peygamber bir duvarın arka tarafında bulunan bir feavmin çöplüğüne gitti. Sizden herhangi biriniz nasıl ayakta dikiliyorsa öylece durdu ve küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştım. Bana işaret edince geldim ve topuğunun yanında işini bitirinceye kadar ayakta durdum. [27]Bir rivayette de şu fazlalık vardır: Sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. [28]

Bunun bir benzeri de Şureyh b. Hâni yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir. Şu-reyh dedi kî: Bent Aişe’ye mestler üzerine meshe dair soru sormak üzere git­tim, şöyle dedi: Sen, İbn Ebi Talib’in yanına git. Ona sor. Çünkü, Rasulullah (sav) ile birlikte o yolculuk yapardı. Ona sorunca şöyle dedi: Rasulullah (sav) yolcu için, geceli gündüzlü üç gün, mukim için de bir gün ve bir gece (mesh etme süresi) tayin eni[29]Bu ise Mâlik’ten gelen üçüncü rivayettir ve buna göre hem mukimken, hem de yolculukta meslı ederdi. Buna dair açık­lamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [30]

21- Mesh Etme Süresi:

Mâlik’e göre yolcu, belli bir vakitle sınırlı olmasızın mestlerine mesh ede­bilir. Aynı zamanda bu, el-Leys b. Sa’d’ın da görüşüdür. İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik’i şöyle derken dinledim: Bizim bu şehrimiz ahalisine göre bu husus­ta belli bir süre sözkonusu değildir.

Ebû Dâvud da Ubey b. Umare’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah’ın Rasulü, mestler üzerine mesh edeyim mi? Hz. Peygamber: Evet di­ye buyurdu. Bir gün mü, diye sordu, Hz. Peygamber; Evet bir gün, diye bu­yurdu. Yine: İki gün mü, diye sordu, Hz. Peygamber: Evet, iki gün diye bu­yurdu. Peki, üç gün mesh edebilir miyim diye sorunca, Hz. Peygamber: Evet istediğin kadar süreyle meshedebilirsin diye buyurdu. Bir rivayette de: “Evet, mesh etmek istediğin sürece meshedebilirsin ” diye buyurdu. Ebû Dâvud der ki: Ancak bu hadisin senedinde ihtilaf vardır. Pek kuvvetli değildir. [31]

Şafiî, Ahmed b. Hanbel, en-Nu’man (b. Sabit, yani, Ebû Hanife) ve Taberî der ki: Mukim kimse bir gün bir gece, yolcu olan da geceli gündüzlü üç gün mesh eder. Bu görüşlerini Şureyh yoluyla, ve onun benzeri yollarla ha­dislere binaen belirtmişlerdir. Mâlik’ten de Harun’a veya halifelerden birisi­ne gönderdiği mektubunda bu görüş rivayet edilmekle birlikte, Mâlik’in mezhebine mensup ilim adamları bunu kabul etmemektedirler. [32]

22- Mestin Abdestli îken Giyilmesi Gereği:

Hepsine göre mesh etmek, mestlerini abdestli olarak giyen kimse için müm­kündür. Çünkü, Muğire b. Şube yoluyla gelen hadiste Muğire şöyle demiş­tir: Bir yolculukta, bir gece Peygamber (sav) ile birlikte idim… Bu hadiste şun­lar da zikredilmektedir: Onun mestlerini çıkarmak için eğildim, şöyle buyur­du: “Onları bırak. Çünkü ben, mestlerimi temiz iken (abdestli iken) giydim” dedi ve mestleri üzerine mesh etti. [33]

Esbağ ise, Hz. Peygamber’in burada sözünü ettiği temizliğin (taharetin) te­yemmüm olduğu görüşündedir. Bu kanaatini de, teyemmümün hadesi kal­dırdığına dair görüşüne binaen söylemiştir.

Dâvud ise İstisna olarak şöyle demiştir: Burada taharetten kasıt, yalnızca necasetten taharettir. Kişinin ayaklan necasetten yana temiz ise, mestleri fe­rine mesh etmesi de caiz olur, Bu görüş ayrılığının sebebi ise, “taharet” is­minin müşterek bir isim oluşudur. [34]

23- Belikti Mest Üzerine Meşk Etmek:

Mâlik’e göre, basit bir yırtığı bulunsa dahi mestin üzerine mesh etmek ca­izdir. İbn Huveyzimendâd der ki: Bunun anlamı, yırtığın ondan yararlanma­ya ve onu giymeye engel olmamasıdır. Benzeri bir yırtığı bulunan mestle yü­rümenin de mümkün olmasıdır. Mâlik’in bu görüşünün bir benzerini Leys, Sevrît Şafiî ve Tabert de ifade etmiştir. Yine Sevrî ve Taberî’den, tamamı ile yırtık mestin üzerine meshin caiz olduğu görüşü de rivayet edilmiştir el-Ev-zaî der ki: (Yırtık olan) mest üzerine de mesh eder, ayağın görünen kısmı üze­rine de mesh eder. Bu, Taberî’nin de görüşüdür.

Ebû Hanife ise der ki: Eğer, ayağın görünen bölümü üç parmaktan az ise mesh edebilir. Üç parmağı görünüyor ise mesh edemez. Ancak bu konu ile ilgili tevkife (yani delile) gerek kılan bir sınırlandırmadır. Bilindiği gibi, as-hab-ı kiramın (Allah onlardan ra£ı olsun) mestleri de onların dışında tabiinin mestleri de az miktardaki yırtıklardan kurtulamryordu. Bu kadarı isef onla­rın cumhuruna göre arTedilmiştir.

Şafiî’den de rivayet edildiğine göre, eğer yırtık ayağın ön tarafında bulu­nuyor ise, mestin üzerine mesh caiz olmaz. el-Hasen b. Hayy de der ki: Eğer mestin açılan kısmını çorap örtmekte ise, mestin üzerine mesh edebilir. Şa­yet ayağın herhangi bir bölümü açığa çıkıyor ise mesh edemez.

Ebû Ömer (b. Abdil-Berr) der ki: Bu, kalın olmaları halinde çoraplar üze­rinde meshe dair kanaatine binaendir. Aynı zamanda bu, Sevrî, Ebû Yûsuf ve Muhammed’in de görüşüdür ki, bu husus bir sonraki başlığın konusudur. [35]

24- Çoraplar Üzerine Meşk Etmek:

Ebû Hanife ve Şafiî’ye göre, çoraplar üzerine mesh, ancak bunların deri İle kaplanmış olmaları halinde caiz olur. Mâlik’in iki görüşünden birisi de bu­dur. Mâlik’in bir başka görüşüne göre ise, deri ile kaplanmış olsalar dahi ço­raplar üzerine mesh caiz değildir.

Ebû Davud’un Kitabında ise, Muğire b, Şube’den gelen rivayete göre, Ra-sulullah (sav) abdest aldı ve çorapları ve nalinleri üzerine mesh etti. Ebû Dâ-vud dedi ki: Abdurrahman b. Mehdi bu hadisi nakletmezdi. Çünkü, Muği-re’den bilinen, Peygamber (sav)’ın mestler üzerine mesh ettiğidir Bu hadis, Ebû Musa el-Eşarîden, o da Peygamber (.sav)’dan diye de rivayet edilmek­le birlikte, pek kuvvetli de değildir, muttasıl da değildir. Ebû Dâvud der ki: Ali b, Ebi Talib, Ebû Mes’ud, ef-Berâ b. Azİb, Enes b. Mâlik, Ebû Umame, Sehl b. Sa’d ve Amr b. Hureys, çoraplar üzerine mesh etmişlerdir. Bu husus, ay­nı zamanda Ömer b. el-Hattab ve Ibn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. [36] Al-iah hepsinden razı olsun.

Derim ki: Nalinlere (ayakkabılara) meshe gelince, Ebû Muhammed ed-Dâ-rimî Müsned’inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Yûnus Ebû İshâk’tan haber verdi. Ebû İshâk, Abdu Hayr’dan dedi ki; Ben, Ali’yi abdest ahp nalinlere mesh ettiğini ve bunu geniş tuttuğunu gördüm. Sonra dedi ki: Şayet Rasulullah (sav)’ı benim şu yaptığım gibi yaparken gör­memiş olsaydım, şüphesiz ayakların iç taraflarının üst taraflarından mesh edil­meye daha bir layık olduğu görüşüne varırdım. Ebû Muhammed ed-Dârimî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu hadis, yüce Allah’ın: “Başlarını­za meshedin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın)” buyru­ğu ile nesh olmuştur. [37]

Derim ki: Ali (r.a)’ın: “Ayakların iç taraflarının üst taraflarına göre mesh edil­meye daha layık oldukları görüşüne varırdım” şeklindeki sözünün bir ben­zerini mestler üzerine mesh hakkında da söylemiştir. Bunu Ebû Dâvud, Hz. Ali’den gelen bir söz olarak şöylece kaydetmiştir: Şayet din, görüş ile tes-bit edilen bir şey olsaydı, mestin iç taraflarım mesh etmek üst taraflarını mesh etmekten daha evla olması gerekirdi. Ve ben, Rasulullah (savVı mestlerinin üst tarafını mesh ederken gördüm. [38]

Mâlik ve Şafiî, iç taraftarına mesh etmeyip, mestlerinin üst tarafım meshe-den kimse hakkında; bu kadarı qnun için yeterlidir, demişlerdir. Ancak Mâ­lik şunu da söyler: Kim bu şekilde mesh edecek olursa, vakit çıkmadan (kıl­dığı namazım) iade eder. Her kim mestlerinin iç taraflarım mesh edip, üst ta­raflarını mesh etmeyecek olursa bu, yeterli olmaz. Vakit içinde de vakit çık­tıktan sonra da (kıldığı namazı) iade etmesi gerekir. Mâlik’in bütün arkadaş­ları da böyle demiştir.

Ancak, Eşheb’den şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Mestlerin iç tarafları ile dış tarafları arasında bir fark yoktur. Her kim dış taraflarına mesh etme­yip yalnızca iç taraflarını mesh edecek olur ise, yalnızca vakit içerisinde (kıl­mış olduğu namazı vakit çıkmadıkça) iade eder.

Safirden de, dış taraflarım mesh etmeksizin yalnızca iç taraflarını mesh et­menin yeterli olduğunu ifade ettiği rivayet edilmiştir Ancak, mezhebinden meşhur olan şudur: Her kim mestlerinin yalmzcalç taraflarını mesh eder ve bu kadarıyla yetinirse bu, onun için yeterli değildir ve o kimse mestine mesh etmiş olmaz.

Ebû Hanife ve es-Sevrî derler ki: Mestlerinin yalnızca üst taraflarını mes-heder, iç taraflarını meshetmez. Ahmed b. Hanbel, tshâk ve bir topluluk da böyle demişlerdir.

Mâlik, Şafiî ve arkadaşlarınca tercih edilen görüş , mestlerin hem üst, hem alt taraflarım mesh etmektir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer ve İbn Şihab’ın da görüşüdür. Çünkü Ebû Dâvud ile Darakutnî, Muğire b. Şube’den şöyle de­diğini rivayet etmişlerdir: Tebûk gazvesinde Rasulullah (sav)’ın abdest alma­sına yardımcı oldum. Mestinin üstünü ve altını mesh etti. Ebû Dâvud dedi ki: Sevr’in bu hadisi, Recâ b, Hayve’den işitmediği de rivayet edilmiştir[39]

25- Mestlerine Meşk Etmiş Olduğu Halde Mestlerini Çıkarmak:

Mestlerine mesh etmiş iken, mestlerini çıkartan kimsenin durumu hakkın­da tükahanın üç farklı görüşü vardır:

1) Bunun yerine ayaklannı yıkar, eğer gecikecek olursa yeniden abdest ahr. Bunu, Mâlik ve Leys söylemiştir.

Şafiî, Ebû Hanife ve arkadaşları da böyle demektedir [40] el-Evzaîden ve en-Nehaf den de bu rivayet gelmekle birlikte, “bunun yerine” diye birşeyden söz etmezler.

2) Yeniden abdest alır. Bunu, el-Hasen b, Hayy demiştir. el-Evzaî ve en-Nehaî’den de böyle dedikleri rivayet edilmiştir.

3) Ona hiçbir şey gerekmez ve bu haliyle namaz kılar. Bunu da İbn Ebi Ley­la ve Hasan-ı Basrî söylemiştir. Bu, aynı zamanda, İbrahim en-Nehaîden ge­len bir rivayettir -Allah onlardan razı olsun.[41]

26- Cunup Olanın Temizlenmesi Gereği:

Yüce Allah’ın: “Eğer cünup iseniz, yıkanıp temizleniniz” buyruğunda ge­çen “cünub”un anlamına dair açıklamalar daha önce ert-Nisâ sûresinde {4/43. ayet, 8 baslıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Yıkanıp temizleniniz” buyruğu ise, su ile yıkanma emrini vermektedir. Bundan dolayı Hz. Ömer ile İbn Mes’ud (r.anhuma) cünup olan bir kimse­nin hiçbir şekilde teyemmüm etmeyeceği, aksine, suyu bulacağı vakte kadar namazım kılmayacağı görüşünde idiler.

İnsanların cumhuru ise şöyle demişlerdir: Hayır, buradaki bu ibare, su bu­lan kimse içindir. Su bulan kimseye dair hükümler açısından cünubun du­rumu ise, bundan sonra yüce Allah’ın: “Ya da kadınlara yaklaşmış da su bu­lamazsanız” buyruğunda zikredilmiştir. Burada geçen yaklaşmak (.mülâme-se) ise, cima demektir.

Hz. Ömer ile îbn Mes’ud’dan ise, genel olarak kabul gören görüşü benim­sedikleri ve cünubun teyemmüm edeceğini de ifade ettikleri sahih olarak sa­bit olmuştur. İmran b. Husayn hadisi ise bu hususta açık bir nasstır. O da şöy­ledir: Rasulullah Csav) topluluk arasında kenarda duran ve namaz kılmayan bir kimse gördü ve: “Ey filan, toplulukla birlikte namaz kılmaktan seni alı­koyan nedir?” diye sorunca, adam: Ey Allah’ın Rasulü, ben cünup oldum ve su da bulamadım dedi, Hz. Peygamber: “(Böyle bir durumda) sen, temiz top­rağa yönel. Çünkü o sana yeterlidir” diye buyurdu. Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. [42]

27- Umum Lafız, Çoğunlukla Görülen Âdet ile Tahsis Edilebilir mi?

Yüce Allah’ın: “Şayet hasta veya yolculukta iseniz, yahut içinizden biri

ayak yolundan gelirse…” buyruğuna dair açıklamalar, en- Nisa sûresinde (4/43- ayet, 20. başlık ve devamında) yeteri kadar açıklanmış bulunmakta­dır. Burada ise, orada sözkonusu etmediğimiz usuK-ı fıkha dair) bir mese­leyi eklemek istiyoruz. O da umumun, galip görülen adet ile tahsis edilme­si meselesidir.

Ayet-i kerimede geçen “el-Gâit (ayak yolu)” yine en- Nisa sûresinde açıkladığımız gibi, iki necaset çıkış yerinden çıkan lıadeslerden kinayedir. Ve bu umumi bir ifadedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımızın çoğunluğu bunu, alışılmış şekilde ve çıkması alışılmış hadesler İle tahsis etmişlerdir. Küçük ça­kıl taşları ile kurt gibi alışılmadık şeyler çıksa, yahut da alışılmış olan şey ken­disini tutamadığı için ve hastalık dolayısıyla çıkacak olursa, bunların herhan­gi birisi abdest bozucu olmaz. Bu hususta lafia yönelmelerinin sebebi de şu­dur: Lafız, her ne kadar medlulü için sözkonusu ise de kullanımdaki çoğun­luğu bir örf haline gelir ve örten çoğunlukla kullanılan anlam, bu lafzın mut­lak olarak kullanılması halinde o lafzı duyan tarafından anlaşılır. Bunun dı­şında kalan (ve istisnai olarak anlaşılan) bununla birlikte lafzın kendisi hak­kında kullanıldığı anlamlar ise zihne gelmez, uzak kalır. Dolayısıyla bu la­fız, bu istisnai şeylere delalet etmez. Böyle bir lafız, tıpkı “dâbbe” lafzında-kî durum gibi bir hal alır. Zira, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı takdir­de, hatıra dört ayaklılar gelir. Bu lafzı işitenin hatırına karınca hiçbir zaman gelmez- Dolayısıyla böyle bir lafız kullanıldı mı, karınca zahiren bu lafzın de­lâletine girmez ve kastedilmiş de olmaz-

Mahalif kanaate sahip olan (usuküler) ise derler ki: Çoğunlukla kast edi­lenin öncelikle hatıra gelmesi, nadiren o lafız ile kastedilenin kastedilmemiş olmasını gerektirmez. Çünkü, lafzın’kullanımı (vaz’ı) her ikisini de kapsamak­tadır. Bu da bu lafzı söyleyen kimsenin şuurunda, her ikisini de kası etmiş olduğuna delalettir,

Ancak birinci görüş daha sahihtir. Konu ile ilgili tamamlayıcı diğer açık­lamalar ise usuK-ı fıkıh) kitaplarındadır.[43]

28- Kadınlara Yaklaşmak, Yakut Dokunmak:

Yüce Allah’ım “Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız…” buyru­ğunda geçen yaklaşma (lems)” ile ilgili olarak Ebû Ubeyde, Abdullah b, Mes’ud’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Öpmek, lemstendir. Çımadan daha aşağı bütün fiiller de birer lernsdir. İbn Ömer de böyle demiştir. Muham­medi b. Yezid de bunu tercih ederek şöyle der: Çünkü âyet-i kerimenin baş tarafında cimada bulunan kimseye ne gerektiği yüce Allah’ın: “Eğer cünup iseniz yıkanıp temizleniniz” buyruğu ile ifade edilmiştir.

Abdullah b. Abbas ise der ki: Lems ile mes ve gışyân, cima demektir. Fa­kat, yüce Allah kinayeli hitab eder. Yine Mücahid, yüce Allah’ın: ‘Boş söz ile karşılaştıklarında da şereflice geçerler” (el-Furkan, 25/72) buyruğu hakkın­da şöyle demiştir: Yani, nikâhı sözkonusu ettiklerinde ondan kinayeli lafız­larla söz ederler, en- Nisa sûresinde (4/43. ayet, 26. başlıkta.) geçmiş bu hususa dair yeterli açıklamalar bulunmaktadır. Allah’a hamd olsun.[44]

29- Su ve Tbprak Bulamayanın Hükmü:

Yüce Allah’ın: “Su bulamazsanız” buyruğu ile ilgili açsklamalar en-Nisâ sû­resinde (4/43. ayet, 27. başlık ve devamında) geçtiği gibi; sağlıklı ve mukîm bir kimsenin hapse atılmak yahut bağlanarak tutuklamak suretiyle bu durum­da olacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunmaktadır. İşte hakkın­da: Eğer su da toprak da bulamayacak olur, vaktin de çıkacağından korkar-sa diye sözedilen kimsedir.

Fukaha, böyle bir kimsenin hükmü hususunda dört farklı görüşe sahiptir:

1) İbn Huveyzimendâd der ki: Mâlik’in mezhebine göre sahih olan, böy­le bir kimse namaz kılmaz ve onun üzerinde herhangi bir yükümlülük de yok­tur. Yine İbn Huveyzimendâd der ki: Medineli alimler, bunu Mâlik’ten riva­yet etmişlerdir. Mezhebin sahih olan görüşü de budur.

2) İbnü’l-Kasım der ki: Namaz kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Şafiî’nin görüşüdür.

3) Eşheb der kî: Kılar, fakat iade etmez.

4) Esbağ der ki: Ne kılar, ne de kazasını yapar. Ebû Hanife de bu görüş­tedir. [45]

Ebû Ömer b. Abdi’1-Berr der ki: Ben, İbn Huveyzîmendâd’mv Mâliki mez­hebinden sahih olanın, zikrettiği husus olduğunu nasıl kabul etmeye kalkış­tığını bilemiyorum? Çünkü, selefin cumhuru da, tükahanın geneli de Mâliki-ler topluluğu da buna muhalif kanaattedir. Zannederim, Mâlik’in de rivayet ettiği hadiste geçen: “…Ve su kenarında da değillerdi…” hadisindeki zahir İfa­deden bu neticeye varmıştır. Bu hadiste namaz kıldıklarından söz edilmemek­tedir. Ancak, bu hadiste buna daic delil olamaz. Çünkü, Hişam b. Urve ba­basından, o, Hz. Aişe’den bu hadiste şunu da zikretmektedir; Abdestsiz olarak namaz kıldılar. [46] Şu kadar var ki, namazlarını iade ettiklerinden söz etmemiştir. Fukahadan bir kesim de bu görüştedir. Ebû Sevr der ki: Kıyas da bunu gerektirmektedir.

Derim ki: el-Müzenî, el-Kiyâ et-Taberî’nin belirttiğine göre, Hz. Aişe (r,an-ha)’ın gerdanlığının kaybolması olayında sözü geçen hususları delil göstermistir. Bu hadiste Peygamber (say)’ın, gerdanlık aramak üzere gönderdiği as­habı, teyemmümsüz ve abdestsiz olarak namaz kıldılar ve bunu Hz, Peygam­bere haber verdiler. Bundan sonra teyemmüm âyeti nazil oldu, Uz. Peygam­ber onların bu şekilde abdestsiz ve teyemmümsüz olarak namaz kılmaları­na da karşı çıkmadı. Teyemmüm İse, henüz meşru kılınmamış olduğuna gö­re onlar, tamamiyle taharetsiz olarak namazlarını kılmış oldular. Buradan ha­reketle el-Müzenî der ki: Böyle bir kimse için namazını iade etmesi sözko-nusu değildir. Bu da gerçekleştirilmesine imkân olmaması halinde mutlak ola­rak taharetin olmamasına rağmen namaz kılmanın caiz oluşu hususunda açık bir nasstır.

Ebû Ömer der ki: Bunun, baygın hakkında da böylece kabul edilmesi ge­rekmez. Çünkü, baygın bir kimse, aklını kaybetmiştir. Ne su, ne de toprak kullanamayan kimse ise aklı başında bir kimsedir.

İbnül-Kasım ve diğer ilim adamları ise derler ti; Aklı başında olduğu tak­dirde namaz kılmak onun için vacibtir. Bunları kullanmaya engel olan hu­sus oltadan kalktığı takdirde abdest alır, yahut teyemmüm eder ve namazı­nı kılar.

Şafiî’den de iki rivayet gelmiştir. Ondan meşhur olan rivayete göre, oldu­ğu gibi namaz kılar. Ancak bu, uzak bir ihtimaldir, el-Müzenî der ki: Şayet temiz toprak kullanmaya güç yetiremeyecek şekilde mahbus bulunuyor ise, namazını kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Ebû Yûsuf, Muhammed, es-Sevrî ve Taberî’nin de görüşüdür.

Züfer b. el-Hüzeyl der ki: Mukimken hapsedilen kişi, temiz toprak bula­cak olsa dahi namaz kılmaz. Bu ise onun kabul ettiği asıl kaideye göredir. Çünkü ona göre, -önceden de geçtiği üzere- mukim iken teyemmüm etmek sözkonusu değildir.

Ebû Ömer der ki: Olduğu halde namaz kılar ve taharet almaya güç yetir­diği takdirde namazını iade eder diyen kimseler, abdestsiz olarak namaz kıl­mayı ihtiyaten kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber: “Allah, ta­haretsiz olarak hiçbir namazı kabul etmez”[47] buyururken, abdest ve taha­ret almaya güç yetiren kimseleri kastetmiştir. Buna güç yetiremeyen kimse­nin durumu ise böyle değildir. Çünkü, vakit bir farzdır. Ve o, vakit içinde kıl-maya güç yetirmektedir. Dolayısıyla vakit içinde güç yetirebildiği şekilde na­mazını kılar, sonra iade eder. Böylelikle hem vakit, hem de taharet hususun­da bir arada ihtiyata uygun olanı yapmış olur.

Namaz kılmaz diyenler ise, hadisin zahirinden hareketle bu görüşe sahip olmuşlardır. Bu da Mâlik, İbn Nafî’ ve Esbağın görüşüdür. Onlar derler ki: Su ve temiz toprak bulamayan bir kimse, namazını da kılmaz, namaz vakti çıkacak olursa kazasını da yapmaz. Çünkü, namazın şartlan gerçekleşmedi­ği için kabul edilmeyişi, şartlarını gerçekleştirme imkânım bulamadığı hal­de, namaz île muhatap olmadığına delalet etmektedir. Dolayısıyla onun zimmetinde herhangi bir yükümlülük sözkonusu olmaz, bundan dolayı da kaza yapmaz. Bu açıklamayı Ebû Ömer’den başkaları yapmıştır. Bu görüşe göre taharet, namazın vücubunun şartlarından olur. [48]

30- Toprakla Teyemmüm:

Yüce Allah’ın: “Tertemiz toprakla teyemmüm edin” buyruğu ile ilgili ola­rak, ilim adamlarının tertemiz toprak (es-sa’îdye dair açıklamalar, daha ön­ce en-Nisâ sûresinde (4/43. ayet3 41. başlıkta) geçmiş bulumaktadır İmran b. Husayn’ın rivayet ettiği hadis ise Mâlikin söylediğine delil olabilecek açık bir nasstır. Çünkü, eğer sa’îd (tertemiz toprak) toprak, olsaydı, Uz. Peygamber’in o adama: Sana toprağı tavsiye ederim, o senin için yeterlidir, demesi gerekirdi, Hz. Peygamber, “Sana sa’îdl tavsiye ederim” demekle[49] onu, yer­yüzüne havale etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır

“Bununla yüzlerinize ve ellerinize sürün.” buyruğuna dair açıklamalar da en-Nİsâ sûresinde (4/43. ayetin, 43- başlık ve devamında) geçmiş bulun­maktadır. Orada konuyu takip edebilirsiniz. [50]

31- Abdestin Fazileti:

Âyete dair açıklamalanmız bu noktaya gelmişken, şunu bil ki, ilim adam­ları abdest ve taharetin faziletinden de söz etmişlerdir. Bu da bu bölümün so­nucunu teşkil eder. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Abdest imanın ya­nsıdır.” Bunu Müslim, Ebû Mâlik el-Eş’arî yoluyla rivayet etmiştir. [51]

Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde daha önceden geçmiş bulun­maktadır.

İbnü’l-Arabî der kî: Abdest, dinde aslî bir İbadettir Müslümanların temiz­liğidir. Alemler arasında bu ümmete özel olarak verilmiştir. Peygamber (sav)’ın abdest alıp şöyle dediği rivayet edilmiştir: “İşte bu, benim abdest şek-limdir. Benden önceki peygamberlerin de abdest şeklidir, atam İbrahim’in de abdest şeklidir.” Ancak bu rivayet, sahih değildir. Ondan (İbnü’l-Arabî’den) başkaları da şöyle demiştir: Bu, Hz. Peygamberin: “Sizin başkalarında bulun­mayan bir alametiniz vardır” buyruğu ile çatışma halinde değildir. Çünkü, ön­cekiler de abdest alırlardı. Bu ümmete has olan ise, abdest değil, gurre ve tahciPdir. CAbdest azalan olan yüz, kol ve ayaklardaki aydınlık ve parlaklık­tır). Bunlar ise yüce Allah’ın, bu ümmetin ve Peygamberinin şerefini artırmak İçin bu ümmete tahsis edip lütfettiği şeyler arasındadır. Diğer ümmetlere gö­re sahip olduğu sair üstünlükler gibi. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de Ma-kam-ı Mahmud ve diğer şeyler ile sair peygamberlerden üstün kılınmıştır.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Ebû Ömer der ki: Peygamberlerin de abdest ahp bu yolla gurre ve tahciî’i kazanmış olmaları, Fakat onlara tabi olanların abdest almamış olmaları da mümkündür. Nitekim Hz. Musa’dan şöyle dediği nakledilmektedir: “Rabbim, hepsi de peygamberleri andıran bir ümmet bulmaktayım. O ümmeti benim ümmetim kıl. Yüce Allah ona: “Hayır, o ümmet Muhammed’in ümmetidir” şek­lindeki karşılıklı konuşma uzunca bir hadiste geçmektedir.[52]

Yine Salim b. Abdullah b. Ömer, Kâ’b el-Ahbar’dan şunu rivayet etmek­tedir: Kâ’b el-Ahbar3 şöylece rüyasını anlatan bir adamı dinlemiş: İnsanlar he-sab için bir araya getirilip toplanmış, daha sonra peygamberler -her bir peygamber ile ümmeti de birlikte olmak üzere- davet edilmiş, her bir pey­gamberin aralarında yürüdüğü iki nuru olduğunu görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların ise, aydınlığında yürüdüğü tek bir nuru varmış. Nihayet Mu-hammed (sav) çağrılmış. Başındaki saçın ve yüzünün bütünüyle nur olduğu­nu, ona bakan herkesin bunu gördüğünü görmüş. Ümmetinden ona tabi olan­ların da peygamberlerin nurları gibi ikişer nuru varmış, Kâ’b, bu anlatılanın rüya olduğunu bilmeksizin ona şöyle demiş: Sana bu hadisi kim nakletti ve bunu sana kim öğretti? Adam ona, bu anlattığının rüya olduğunu bildirmiş. Kâ’b ona, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah adına yemin ver­direrek, gerçekten sen bu söylediklerini rüyanda mı gördün diye sormuş adam Allah’a yemin ederim ki evet; ben bunu rüyamda gördüm deyince, Kâ’b şöyle demiş: Nefsim elinde olan Allah’a -veya: Muhammed’i hak İle gönde­rene*- yemin ederim ki işte buf Allah’ın kitabında Ahmed’tn ve onun ümme­tinin niteliğidir peygamberlerin niteliği de böyledir. Senin bu söylediklerin sanki Tevrat’tandır İbn Abdi’î-Berr bunu, et-Temktd adlı kitabında senediy­le kaydetmiştir.

Ebû Ömer (b. Abdi’i-Berr) der ki: Yine sair ümmetlerin de abdest aldık­ları da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Ancak ben bunu, sahih bir yolla bilmiyorum. [53]

Müslim, Ebû Hureyre’den Rasulullah (sav)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Müslüman -veya mü’min- abdest aldığı ve yüzünü yıkadığı va­kit, iki gözü ile nazar ettiği her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile-birlikte çıkar gider. Ellerini yıkadığında, elleriyle yakalamış olduğu her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile- birlikte ellerinden çıkar gider. Ayak­larını yıkadığında, ayaklan ile yürüyüp işlediği her bir günah, su ile -veya su­yun son damlası ile- birlikte ayağından çıkıp gider. Ve nihayet bütün günah­lardan arınmış olarak çıkar.” [54] ,

Mâlik’in, Abdullah es-Sunabihî’den rivayet ettiği hadis İse, bundan daha tamamdır. Doğrusu adının Abdullah değil, Ebû Abdullah (es-Sunâbihî) oldu­ğudur Bu da Mâlik’in yanıldığı hususlardan birisidir. Asıl adı ise, Abdurrah-man b. Useyle’dir. Şamlı büyük bir tabiidir. Çünkü Hz. Ebû Bekir’in halife­liğinin ilk dönemlerine yetişmiştir, Ebû Abdullah es-Sunâbihî der ki: Peygam­ber (sav)’a Yemen’den muhacir olarak geldim. el-Cuhfe denilen yere vardı­ğımızda, bir bineklî ile karşılaştık, ona ne haber diye sorduk, o da; üç gün Önce Rasulullah (sav)’ı defnettik dedi… [55]

İşte bu hadisler ile bu manadaki Amr b. Akabe yoluyla rivayet edilen ha­dis ve diğerleri bize, bunlarla kast edilenin abdestin günahları uzaklaştırmak için meşru kılınmış bir ibadet olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, abdestin şer’i bir niyete de muhtaç olmasını gerektirmektedir. Çünkü abdest, günahları sil­mek ve Allah nezdinde dereceleri yükseltmek İçin meşru kılınmıştır. [56]

32- Yüce Allah’ın Tekliften Kastı Ümmete Zorluk Değil, Ümmeti Arındırmak, Nimetini Tamamlamaktır:

Yüce Allah’ın: -Allah size güçlük çıkarmak istemez buyruğu dinde si­zin için bir darlık meydana getirmek istemez demektir. Bunun bir delili de Yüce Allah’ın: “Dinde size güçlük vermedi” (el-Hac, 22/78) buyruğudur.

Bu âyet-i kerimedeki, sıladır. Yani, size güçlük çıkarmak istemedi, de­me ktif.

“Ama sîzi, iyice temizlemeyi… diler.” Ebû Hureyre ile es-Sunâbihî yoluy­la gelen hadislerde zikredildiği gibi, günahlarınızı temizlemek ister. Burada­ki temizlemenin hades ve cünupluktan olduğu da söylenmiştir. Allah’a ita­at edenlerin niteliği olan temizlenmişlikle vasfedilmeye hak kazanasınız di-ye… anlamında olduğu da söylenmiştir,

Said b. el-Müseyyeb Sizitemizlemeyi…” buyruğunu, di­ye okumuştur. Mana birdir.

“Ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.” Hastalık ve yolculuk ha­linde size teyemmüm yapma ruhsatını vermek sûretiyle.

Bu tamamlamanın, şeriat hükümlerini açıklamakla olacağı söylendiği gi­bi, günahların bağışlanmasıyla olacağı da söylenmiştir. “Nimetin tamamlan­ması, cennete girmek ve cehennemden kurtuluştur” denildiği de haber ola­rak nakledilmiştir.

“Tâ. ki, şükredesiniz.” Yani, nimetlerine şükredip O’na itaate yönelesiniz… [57]

7- Allah’ın size verdiği nimetini ve: “Dinledik ve itaat ettik” dedi­ğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o «özünü de hatırlayın ve Al­lah’tan korkun. Şüphe yok ki Allah, göğüslerde gizleneni çok iyi bilendir.

Yüce Allah’ın: “Allah’ın size verdiği nimetini ve: Dinledik ve itaat et­tik” dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın…”

buyruğunda sözü geçen “söz ve misak”ın, yüce Allah’ın: “Hani Rabbin, Adem oğullarının sırtlarından… zürriyetlerini çıkarıp almış.- (el-A’raf, 7/172) buyruğunda geçen söz olduğu söylenmiştir ki, bunu Mücahld ve başkalan söylemiştir. Bizler böyle bir sözün alındığını her ne kadar hatırlamıyor isek dahi, doğru sözlü yüce Rabbimiz bize bunu haber vermektedir. Dolayısıyla bizden alınan böyle bir söze bağlı kalmakla emrohınmamuz mümkündür.

Bu buyruğun Tevrat’ta kendilerinden alınan sözleri gereği gibi korumak üzere yahudilere bir lıitab olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas, es-Süddî gibi müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise bu, (ashab-ı kiram’ın) Râsulullalı (sav) ile yaptıkları hoşlarına giden ve gitmeyen hususlarda onu dinleyip itaat edeceklerine dair verdikleri söz ve misaktir. Onlar, Hz. Peygambere dinledik ve itaat ettik; demişlerdi. Ni­tekim, Akabe gecesi ve ağacın altındaki bey’at de böyle cerayan etmişti. Yü­ce Allah da bunu, kendi zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur: Ancak Al­lah’a bey’at etmiş olurlar…” (el-Feth, 48/10) diye buyurmuştur. Ashab-ı ki­ram, Rasulullah (sav)’a Akabe yakınlarında, bizzat kendilerini, hanımlarım ve evlatlarını korudukları gibi onu da korumak, ashabı ile birlikte kendilerine hicret etmek üzere bey’atleştiler. Ona ilk bey’at eden el-Berâ b. Ma’rûr olmuş­tu. Rasulullah (sav) lehine işi sağlama bağlamak ve bu hususta anılan akdi oldukça sıkı tutmak hususunda ol4ukça övülmeye değer bir konumu olmuş­tu o gece. “Seni hak ile gönderen adına andolsun ki, kendi çoluk çocuğu­muzu ne şekilde koruyor isek seni de o şekilde koruyacağız. Ey Allah’ın Ra-sulü, bize bey’at et] Bizler, Allah’a yemin olsun ki, savaş erleriyiz, güzel si­lah kullanan kimseleriz. Biz bunu atalarımızdan miras aldık…” Buna dair ha­ber oldukça meşhurdur ve İbn Ishâk Sîretî’nde yer almaktadır. Rıdvan bey’atine dair açıklamalar da yeri gelince (el-Feth, 48/18. ayetin tefsiri) ya­pılacaktır.

Bu buyruk, (sûrenin baş tarafında yer alan) yüce Allah’ın: “Akidleri yeri­ne getirin.” (el-Mâide 5/1) buyruğu ile ilişkili bulunmaktadır. Onlar, verdik­leri sözlere bağlı kaldılar. Allah, peygamberlerine ve İslama yaptıkları hizmet­lerin mükâfatlarını versin, onlardan razı olsun ve onları razı etsin.

“Ve Allah’tan korkun” yani, O’na muhalefet etmek hususunda ondan kor­kun. Çünkü O, her şeyi bilendir. [58]

8- Ey İman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahld-

lik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsiz­liğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınız­dan haberdardır.

9- Allah, iman edip de salih ameller işleyenlere “onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır” diye va’delmiştir.

10- Kâfir olup da âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da Cahîmin sakinleridir.

Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler, Allah için hakki ayakta tutanlar…” âye­tinin anlamı, daha önce Nisa sûresinde (4/135- ayetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır, Anlamı şudur: Ben, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladığıma göre, siz de Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun. “Allah için” buy­ruğundan kasıt ise, Allah’tan alacağınız sevap için O’nun hakkını yerine ge­tirin ve akrabalarınıza mey letmeks İzin düşmanlarınıza da haksızlık etmeksi­zin, hakka uygun ve adaletli olarak şahidlik yapın. “Bir topluluğa olan ki­niniz” sizi adaieti terketmeye ve düşmanlık duygularıyla hareket etmeyi de hakka tercih etmeye itmesin.

Bu buyrukta, düşman bir kimsenin Allah için düşmanlık yaptığı kimse aley­hindeki hükmünün ve yine onun aleyhindeki şahidliğinin geçerli olduğuna da delil vardır. Çünkü o kimseye buğz etmekle birlikte ona adaleti emretmek­tedir. Şayet ona buğz etmekle birlikte düşmanının aleyhindeki hükmü ve şa-hidliği caiz olmamış olsaydı, onun hakkında adaleti gözetme emrini verme­nin izah edilir bir tarafı olmazdı.

Yine âyet-i kerime, kâfirin küfrünün kendisine adaletli davranmaya engel olmadığına ve yalnızca aralarından kendisiyle savaşılmaya ve köle edinme­ye layık olan kimselere karşı çıkmakla yetinmeye, onlara müsle yapmanın ca­iz olmadığına da delâlet etmektedir. İsterse onlar, kadınlarımızı ve çocukla­rımızı öldürmüş ve davranışlarıyla da bizleri kedere boğmuş olsunlar. Bizim onları gam ve kedere boğmak için kastı olarak müsle yaparak (azalarını ke­serek, ya da işkence yaparak) onları öldürmek hakkına sahip değiliz. İşte o meşhur kıssada [59]Abdullah b. Revâha, söyledikleriyle buna işaret etmiştir. İşte âyet-i kerimenin anlamı budur.

“Bir topluluğa olan kininiz..” buyruğunun anlamı» bu sûrenin baş tara­fında (5/2. ayet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. ” Sizi sürük­lemesin” buyruğu, şeklinde de okunmuştur. el-Kisaîder ki: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: İkinci okuyuşun anlamı, sizi suça, günaha sokmasın şeklindedir. Nitekim, beni günaha sok­tu, demek isterken, demek gibi.

“Çünkü o, takvaya daha yakındır” buyruğu sizin Allah’a karşı takvalı dav­ranmanıza daha yakındır, dernektir. Ateşten sakınmanız için daha uygundur, anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır” buyruğunun

anlamına gelince: Yani Allah, mü’minler hakkında: “Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır” diye buyurmuştur. Bu da bu mükâfatın ma­hiyetini, özünü, İnsanların kavrayışlarının bilmesine imkân yoktur demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Onlar için o iş­lediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiç­bir kimse bitemez” (es-Secde, 32/17)

Yüce Allah: “ǰk büyük bir ecir çok şerefli bir ecir, büyük bir ecir” diye buyurduğu takdirde, bunun ölçüsünü kim takdir ede­bilir ki? Allah’ın va’di, onlara verilen bu söz “kavi: demek” kabilinden oldu­ğu için ” Onlar için mağfiret… vardır” buyruğunun başına “lam” har­finin getirilmesi uygun düşmüştür. Ve bu buyruk nasb mahallindedir. Çünkü, va’dohman şey mahallindedir ve onlara kendileri için mağfiret olduğunu va-detmiştir. Veya, onlara mağfiret va’detmiştir, anlamındadır. Ancak cümle, (i’rab bakımından) tek bir kelime gibidir. Nitekim şair şöyle demiştir:

“Salihler için şöyle bir mükâfat olduğunu gördük; Cennetler ve Selsebil pınarı.

Görüldüğü gibi, burada da cümle nasb mahallindedir. işte bundan dola­yı, bu-cümleye yapılan atıflar da mansub gelmiştir.

Bu buyruğun, va’dolunan şeyin mahzuf olmak üzere re!” mahallinde oldu­ğu da söylenmiştir. Takdiri de şöyledir: Onlara yaptığı vaadler içerisinde onlar için bir mağfiret ve büyük bîr ecir vardır Bu anlamdaki bir açıklama el-Hasen!den nakledilmiştir.

“Kâfir olup dsu..r âyeti ise, Nadiroğulları hakkında nazil olmuştur. Bütün kâfirler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. [60]

11- £y iman edenleri Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Ha­ni, bir topluluk size ellerini uzatmak İstemişlerdi de, onların el­lerini sizden geri çekmişti. Allah’tan korkun. Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.

Yüce Allah’ın: ~Hy iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatır­layınız. Bani, bir topluluk size ellerini uzatmak istemişlerdi de…” buyru­ğu ite ilgili olarak bir topluluk şöyle demiştir; Bu âyet-i kerime, Zâtur- Ri-kaa1 gazvesinde bir bedevi arabın yaptığı sebebiyle nazil olmuştur. Bu be­devi, Peygamber (sav)’in kılıcını kınından çekmiş ve: Ey Muhammed, seni benden kim koruyabilir, demişti…en-Nisâ sûresinde (4/102. ayet, İL baş­lıkta) geçtiği gibi.

Buharî’de rivayet olunduğuna göre, Peygamber (sav) beraberinde bulunan­ları çağırdı, onlar da (bu bedevi arap} Peygamber (sav)’ın yanında oturuyor olduğu halde gelip toplandılar ve Hz. Peygamber onu cezalandırmadı.[61]

el-Vakidî ve İbn Ebi Hatim bu kişinin müslüman olduğunu zikrederler. Bir başka topluluk ise, bu bedevinin başını bir ağacın gövdesine ölünceye ka­dar vurup durduğundan söz etmektedirler.

Buharî’de Zâtu’r Rikaa’ gazvesinde, [62] bu kişinin adının Ğavres b. el-Ha-ris olduğu zikredilmektedir. Bazıları adının, (ğayn harfi ötreli olarak) Ğuv-res olduğunu söylemiş olsa da, birincisi daha sahihtir. Ebû Hatim Muhammed b. İdris er-Razi ile Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer el-Vakidî, bu kişinin adının Du’sûr b. el-Hâris olduğunu zikretmektedirler. Az önce geçtiği gibi, (el-Vâkidî) bunun İslama girdiğini de sö2konusu etmiştir. Muhammed b. İs-hâk ise, bu kişinin adının Anır b. Cilıâş olduğunu zîkretmiştir ki bu Nadiro-ğuHanndandır. Kimisi de bu Amr b. Cihaş olayının bundan başka bir olay ol­duğunu da zikretmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Katade, Mücalıid ve başkaları da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime, ya-lıudilerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Peygamber (sav), (arada­ki antlaşma gereği) bir diyetin ödenmesi için kendilerinden yardım istemek üzere yanlarına gitmişti. Onlar ise, Hz. Peygamberi Öldürmek istediler, Allah da Hz. Peygamberi onlara karşı korudu.

el-Kuşeyrî der ki: Bir âyet-i kerime, önce bir olay hakkında nazil olur, son­ra da bir defa daha o olaydan söz eden bir buyruk -geçmişi hatırlatmak için-nâzil olabilirdi.

“Size etlerini uzatmak istemişlerdi.” Yani size kötülük etmek istemişler­di “de onların ellerini sizden geri çekmişti.” Yani size kötülük etmelerine engel olmuştu. [63]

12- Andolsun ki, Allah, İsrail oğullarından, sal almıştı. Biz, İçlerin­den on iki de nakîb ayırmıştık. Allah buyurmuştu ki: “Ben şüp­hesiz sizinle beraberim. Andolsun ki, eğer namaz kılar, zekât ve­rir, peygamberlerime inanır ve onlara gereği gibi yardım eder, . Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette günahlarınızı örter, si­zi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra İçi­nizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur.”

Bu buyruğun; “Andolsun, Allah İsrail oğullarından söz almıştı. Biz, iç­lerinden onikl de nakîb ayırmıştık” bölümüne dair açıklamalarımızı üç baş lık halinde sunacağız: [64]

1- Âyetin Önceki Âyetle Bağlantısı ve Nakîbliğin Mahiyeti:

İbn Atiyye der ki: “İsrail oğullarının, yüce Allah’ın kendilerinden aldıkları sözleri bozduklarını ihtiva eden bu âyet>î kerimeler, bir önceki âyet-i keri­mede söz konusu edilen, “ellerinin geri çekilmesi” ile ilgili âyetin Nadiroğul-lan hakkında olduğu tezini güçlendirmektedir. Te’viİ ehli, nakîbin kavmin ile­ri geleni ve onların işlerini araştırıp maslahatlarını tetkik edip ortaya çıkar­tan kimse olduğunu icma île kabul etmekle birlikte, bu nakîblerin hangi yol­la ayrılıp gönderilmiş olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. (Aynı ke­limeden gelen ve mübalağalı ism-i fail olan) en-Nakkâb: İnsanlar arasında bu şekilde hareket eden büyük kişi demektir. İşte bundan dolayı Hz. Ömer hak­kında: “Şüphesiz ki o, bir nakkâb idi” denilmiştir. NakîblerC nukabâ), temi­nat altına alan kimseler demektir. Bunun tekili nakîbdir. Nakîb İse, bir top­luluğun şahidi ve onların teminatçısıdır. Onlar için nakîblik etti ve o, naki-besi güzel olan, yani hilkati güzel olan kimse de’denilir. Nakb ve nukb ise, dağdaki yol anlamındadır. Nakîb denilmesi İse, böyle bîr kişinin kavminin iş­lerinin iç yüzlerini, onların menâkibini bilmesinden dolayıdır. Menkab ise, işlerini bilmenin yolludur. Bazıları da şöyle demiştir: nakîbier, kavimleri hakkında emin ve güvenilir olan kimselerdir. Bütün bunlar, birbirlerine ya­kın açıklamalardır, nakîb, mevki itibari İle ariften daha yüksektir.

Ata b. Yesar der ki; Kur’an taşıyıcıları (hafızlan), cennetliklerin arifleridir. Bunu, Darimî Müsned’İnde zikretmiştir.[65] Katade -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ve başkaları da şöyle demiştir; Burada sözü geçen nakîbler, her bir kol­dan Sıbt’tan ileri gelen kimseler idiler. Bunların her birisi, kendi SıbtTnın Al­lah’a iman edip, Allah’tan korkmaları hususunda garanti vermişti, İşte, Aka­be gecesinde nakîb olanlar da buna benzer bir konumda idiler. O gece, Rasulullah (Sav)’a yetmiş erkek ve iki hanım bey’at etmiş, Rasulullah (sav) da yetmiş kişi arasından on iki erkek seçmişti. Bunlara da Musa (sav)a uyarak “nâkîbler” diye ad vermişti. er-Rabi’, es-Süddî ve başkaları der ki: İsrailoğul-lanndan nâkîbler, güvenilir kimseler olarak zorbaların bulunduğu şehirde zor­baları yakından görmek, onların güç ve savunma imkânlarını tesbit etmek üze­re gönderilmişlerdi. Onlar da o şehirde bulunanların durumunu denemek üze­re yoja çıktılar Dönüp Hz. Musa’ya onlara karşı yapılacak savaşın durumu­nu.iyice düşünmek ve tetkik etmek için orada gördüklerini bildirmek üze­re gitmişlerdi. Orada bulunan zorbaların -ileride de açıklanacağı üzere- bü­yük bir güce sahip olduklarını gördüler ve onlara karşı koyamayacaklarını sandılar. Kendi aralarında bunu İsrailoğuHarından gizlemek ve durumu Hz Musa’ya bildirmek üzere sözleştiler. Ancak, îsrailağullanna vardıklarında aralanndan on kişi sözlerinde durmadı, yakınlanna ve sır saklamakta güvendik­leri kimselere durumu bildirdiler. Bu haber ise, İsraiJoğuüannın durumunu bozacak noktaya gelecek şekilde yaygınlık kazandı ve bunun üzerine de on­lar: aGit, sen ve Rabbİn savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz” (el-Mâide, 5/24) dediler. [66]

2- Haberi Vahidin Kabulü:

Âyet-i kerimede, kişinin ihtiyaç duyduğu hususlarda ve dinî ve dünyevî me­seleleriyle ilgili bilgi sahibi olmaya gerek duyduğu konularda haber-î vâhi-dîn kabul edilebileceğine dair bir delil vardır. Bu haberi vahide binaen hü­kümler oluşturulup, ona bağlı olarak helal ve haram hükümleri belirlenir. Bu­nun benzeri hususlar İslamda da görülmüştür. Nitekim Peygamber (sav) Hevâzinlilere: “Sizin arifleriniz, işlerinizi bize getirip bildirinceye kadar ge­ri dönünüz” diye buyurmuştur. Bunu da Buharı rivayet etmiştir. [67]

3- Casusluk:

Bu âyet-i kerimede, casus kullanmaya dair de delil vardır. Tecessüs: Araş­tırmak demektir Rasulullah (sav) da, (Bedir gazvesinde) Besbes(e’y)i casus olarak göndermişti. Bunu Müslim rivayet etmiştir. [68] İleride Besbesle casus­luk ile ilgili hükümler Mumtehine sûresinde (60/1. âyetin tefsirinde) yüce Al­lah’ın izniyle gelecektir.

tsrailoğullarından gönderilen nakîblerin isimlerine gelince, Muhammed b. Habib, el- Muhabbar adlı eserinde isimlerini zikrederek şunları söylemekte­dir: Rubil sıbtından Şemû b. Rekûb, Şeni’un sıbtından Şokot b. Hori, Yehu-za sıbtından Kâlib b. Yukanna, Sahir sıbtından Yoğol b. Yusuf, Efraim b. Yu­suf sıbtından Yuşa b. Nuh, Bünyamin sıbtından Yeza b. Roko, Rebalun sıb­tından Kerabil b. Soda, Menşa b. Yusuf sıbtından Kedi b. Susa, Dan sıbtın­dan Amail b. Kesel, Şir sıbtından Setür b, Milıail, Neftal sıbtından Yuhanna b. Vakuşa, Kâz sıbündan Keval b. Muhi. [69] Aralarından iman eden iki kişi de Yuşa ve Kâlîb’dirler. Musa (a.s) da diğerlerine beddua etti, onlar da gazaba uğramışlar olarak helak edildiler. Bu açıklamaları el-Maverdî yapmıştır.

Akabe gecesi nakîblerine gelince, bunlarda İbn İshâk’ın Sireti’nde zikre­dilmişlerdir, isimlerini görmek isteyenler oraya bakabilirler.

Yüce Allah’ın: “Allah buyurmuştu ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim. An­dolsun ki, eğer namaz kılar…” âyeti ile ilgili olarak, er-Rabî b. Enes der ki: Bu sözler nakîblere söylenmişti. Başkası ise şöyle demektedir: Yüce Allah bu­nu bütün İsrail oğullarına demişti.

” Ben şüphesiz” buyruğundaki ‘nin esreli olması, söz başlangıcı olduğundan dolayıdır, Sizinle beraberim, zarf olduğundan dolayı nasb mahallindedir. Yani, yardım ve desteğimle sizinle birlikteyim. Daha sonra ye­ni bir hitaba başlayarak: “Andolsun ki, eğer namaz kılar diye söze başla­dı ve “Elbette günahlarınızı örter.” yani bunları yapacak olursanız “sizi al­tından ırmaklar akan cennetlere sokarım” diye buyurdu.

“Andolsun ki, eğer” buyruğunun başındaki “lam” te’kid içindir ve ye­min anlamındadır. Aynı şekilde “(‘;& Elbette… mzı Örter buyruğu ile MSizi… sokarım” buyruğundaki “Jâm’lar da böyledir.

Buyruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Andolsun ki, namazı dosdoğru kılacak olursanız, yemin ederim ki> günahlarınızı örterim. Ayrıca, yüce Allah’ın: “Günahlarınızı Örterim” buyruğu dolayısıyla bu, bir başka şart daha ihtiva etmektedir. Yani, siz böyle yapacak olursanız, Ben de günahla­rınızı örterim, demektir. Yüce Allah’ın: “Andolsun ki, eğer namaz kılar… s a nız.w buyruğunun, yüce Allah’ın: “Ben şüphesiz sizinle beraberim” buyru­ğunun cevabı olduğu da söylenmiştir. Aynı zamanda bu: “Günahlarınızı ör­terim” buyruğunun da şartıdır.

(Âyet-i kerimedeki) Ta’zir: (Mealde gereği gibi yardım etmek): Ta’zim ve gereği gibi saygı duymak demektir. Ebû Ubeyde şu beyiti nakletmektedir:

“Onların nice keremli ve şerefli kişileri vardır Ve meclislerde ta’zim olunan nice aralatılan,”

Ta’zir, aynı zamanda hadden daha aşağı miktarda vurmak demektir, Geri çevirmek anlamına da gelir. Filanı ta’zir ettim denildiğinde, onu te’dip ettim ve çirkin isterden geri çevirdim demek istenir. Buna göre, yüce Al-lah’urOnlara gereği gibi yardım eder…seniz” Düşmanlarım on­lardan savarsanız, geri çevirirseniz, demektir.

“Allah’a güzel bir borç verirseniz” den kasıt ise, sadakalardır. Burada (gü­zel borç terkibindeki borç anlamına gelen “karz” mastarı) şeklinde gel­memiştir. Bu, mastarın gelmesi gereken şekilden farklı şekilde kullanıldığı yer­lerden birisidir. Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “

Ve Allak sizi yerden bitki gibi bitirmiştir” (Nuh, 71/17); “Bu­nun üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ite kabul etti…” (Âl-i Imran, 3/37) [70]

Nitekim buna dair açıklamalar önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

Diğer taraftan: “(Borcun niteliği olarak) güzel” diye buyurulmasının, gö­nül hoşluğu ile verirseniz anlamında olduğu söylendiği gibi, bununla, Allah’ın rızasını anyarak veya helâlinden… anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bir borç” kelimesinin, mastar değil de isim olduğu da söylen­miştir “Bundan14 yani, bu söz alıştan “sonra, İçinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur.” Yani, doğru yolu kaybetmiş ve şa­şırmış olur.

Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[71]

13- Böyle iken onlar sözlerini bozdukları için, Biz de onları lanet­ledik. Kalplerini katüaştırdık. Kelimeleri yerlerinden oynata­rak tahrif ederler. Onlar, kendilerine verilenlerden bir pay al­mayı da unuttular, içlerinden pek azı müstesna olmak üzere, sen onların daima hainliklerini göreceksin. Sen yine onları affet, aldırış etme. Şüphe yok ki Allah, îyiük edenleri serer.

Yüce Allah’ın: “Böyle İken onlar, sözlerini bozdukları için. Buyruğu, sözlerini bozmaları sebebiyle, demektir. Buradaki) eda­tı, Katade ve diğer ilim ehli kimselerden nakledildiğine göre, te’kid için faz­ladan gelmiştir. Çünkü bu edat, ifadenin güzelliği ve te’kid için İfadeyi artırması bakımından ruhta iyice yer etmesi anlamını verecek şekilde söze güç katmaktadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“Başa geçip lider olan, herhangi bir şey dolayisı île başa geçirilir-“

Te’kid için öngörülmüş herhangi bîr alâmet ile te’feid yapmak, tıpkı tek­rarlamak suretiyle yapılan te’kid gibidir.

“Biz de onları lanetledik” buyruğunu İbn Abbas : Cizye ile azaplandırdık, diye açıklamıştır. el-Hasen ve Mukatil ise: mesti etmek (yani, onları maymun ve domuzlara dönüştürmek.) suretiyle azaplandırdık. Ata İse, onları uzaklaş­tırdık diye açıklamıştır. Lanetlemek ise, rahmetten kovup uzaklaştırmak anlamındadır.

“Kalplerini katılaştırdık* yani, hiçbir hayrı anlayamayacak ve hiçbir ha­yır yapmayacak şekilde sertleştirdik: Katı ve inatçı aynı anlama gelir.

el-Kisaî ve Hamza Kati kelffnesini, elif siz olarak ve “ye” har­fini şeddeli olarak, diye okumuşlardır, Aynı zamanda bu, İbn Mes’ud, Nehaî ve Yahya b. Vessab’ın da kıraatidir, ise, yağmuru olmayan, zorlu» sıkıntılı yıl demektir. Bu kelimenin bozuk ve adi dirhemler anlamına gelen den türetildiği de söylenmiştir. O halde bu okuyuşa gö­re bu kelime, kalpleri halis ve samimi imana sahip olmadı anlamına gelir. Ya­ni kalplerinde bir miktar münafıklık vardır. en-Nelıhâs der ki: Bu da güzel bir görüştür. Çünkü: Eğer dirhem, bakır veya bir başka şey ile karıştırılmış ise, denilir, ise, kalp dirhem demektir. Bunu, Ebû Ubeyd zikretmekle ve kazmaların taşlarda çıkardıkları sesleri vasfeden şu beyiti de örnek göstermektedir:

“Onların sağır taşlarda çıkardıkları bir sesleri vardır Sarrafların elindeki kalp dirhemlerin çıkardıkları sesler gibi.”

Esmaî ve Ebû Ubeyd ise, tabiri “kaşî dirhem”den arapçalaştırıl­mış gibidir, demektir, el-Kuşeyrî ise şöyle der: Bu uzak bir ihtimaldir. Çün­kü Kur’an-ı Kerimde arapçada olmayan bir tabir yoktur. Aksine, tabiri de yine sertlik ve katılıktan gelmektedir. Çünkü, oyulma (işlenme) im­kânı az olan bir şey, sert ve katı olur.

el-A’meş de bu kelimeyi “ya” harfini şeddesiz olarak diye okumuş­tur. Bu okuyuşu ise, ‘dan gelir, ‘den değil.

Diğerleri, bu kelimeyi, “kâsiye” şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyd’in ter­cih ettiği de budur, Bu İki okuyuş ise, gibi iki ayn söy­leyiştir. Ebû Cafer en-Nelıhâs der ki: Bu hususta evlâ olan; şeklinde ve anlamında olmasıdır. Şu kadar var ki, veznindeki kip, (v-u) ki­pinden daha beliğdir.

Buna göre buyruğun anlamı göyle olur: Bizler, onların kalplerini imandan uzak ve Bana itaate tevfîkten ırak, katı kıldık. Çünkü onlar, iman namına hiç­bir sıfata sahip değildiler ki, kalpleri -başka madenlerle karıştırılmış kalp dir­hemler gibi- bir miktar küfrün karıştığı imana sahip olmakla vasfedilebilsin. Nitekim şair şöyle demiştir:

“Artık ben, oldukça yaşlandım ve her tarafım kupkuru (kaskatı) kesildi- Nitekim

yaşıtlarım da öylece kaskatı kesildiler.”

“Kelimeleri yerlerinden oynatarak tahfif ederler.” yani, Allah’ın buyruk­larını olmadık şekilde te’vil ederler ve bunu avama böylece telkin ederler. Ke­limelerin harflerini değiştirdikleri anlamında olduğu da söylenmiştir,

“Tahrif ederler” buyruğu nasb ma ha 11 indedir. Yani Biz, onların kalplerini katı ve tahrif ediciler kıldık, demektir. es-Sülemi ve en-Nehaî “Kelimeleri” buyruğunu, şeklinde “elif ile (ve sözü anlamı­na gelecek şekilde) okumuştur. Çünkü onlar, Muhammed (sav)’ın nitelikle­rini ve recm âyetini değiştirmişlerdi

“Onlar, kendilerine verilenlerden bir pay almayı da unuttular.” Yani, peygamberlerin kendilerinden Muhammed (sav)’e iman etmeye ve nitelik­lerini açıklamaya dair aldıkları Allah’ın ahdini unuttular.

İçlerinden pek azı müstesna olmak üzere, sen onların dalma hainlik­lerini göreceksin.” Yani, Ey Muhammed, sen de şu anda onların hainlikle­rini gömmektesin.

Âyet-i kerimedeki hainlik demektir, Katade der ki: Sözlükte böy­le bir kullanım caizdir. Bu, araplann kaylûle anlamında kaile kelimesini kul­lanmalarına benzer. Bunun, hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olduğu da söy­lenmiştir. İfadenin: Hainlik eden bir kesim (in varlığını göreceksin) takdirin­de olduğu da söylenmiştir.

Tek bir kişi için de kullanılır. Nitekim, Çok iyi ne-seb bilgini ve çok alim bir kimse denildiği gibi. Bu açıklamaya göre ise bu

kelime, mübalağa ifade eder. Bir kimsenin hainliğinin ileri derecede oldu­ğunu anlatarak nitelemek istersek, deriz. Şair der ki:

“Sen, kendi kendine vefa göstermeyi telkin ettin ve hiç bir zaman olmadın. Ahdi bozmak için hainlik eden ve bir parmak kadar dahi ahdinde durmayan (sın).”

îbn Abbas der ki: “Hainlik burada masiyet anlamındadır. Bunun, yalan ve günahkârlık anlamına geldiği de söylenmiştir. Onların hainlikleri ise, kendileri ile Rasulullah (sav) arasındaki ahdi bozmaları ve Rasulullah (sav)’a karşı savaşmak hususunda müşriklere yardımcı olmaları idi. Ahzab (Hendek) günü (müşriklere yardımcı olmaları) ile bunun dışında Rasulullah (sav)’ı öl­dürmeye kalkışmaları ve ona dil uzatmaları gibi.

“İçlerinden pek aiı müstesna” onlar hainlik etmezler. Bu ise, “Onların hainliklerini” buyruğundaki “onlar” zamirinden muttasıl bir istisnadır.

“Sen yine onları affet, aldırış etme.” Buyruğunun anlamı ile ilgili olarak iki görüş belirtilmiştir: Seninle onlar arasında bir antlaşma bulunup zimmet ehli oldukları sürece onları affet, onlara aldırış etme. Diğer görüşe göre, bu buyruk kılıç âyeti ile nesh edilmiştir. Bunun, yüce Allah’ın: “Eğer bir kavmin hainliğinden kesin endişe edersen…” (el-Enfal, 8/58) buyruğuyla nesh oldu­ğu da söylenmiştir.[72]

14- Bîz nasrânîyiz” diyenlerin de sağlam bir şekilde sözlerini alınıp tık. Onlar da kendilerine verilen öğütlerden bir pay almayı unuttular. Biz de, kıyamet gününe kadar aralarına kin ve düş­manlığı yerleştirdik. Allah, yakında onlara yaptıklarını haber verecektir.

15- Ey kitab ehli, size, kltab (iniz) dan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp, birçoğunu da açıklamadan

geliveren Peygamberi­miz gelmiştir. Size, muhakkak ki Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap da gelmiştir.

16- Allah, onunla rızasına uyanları selâmet yollarına İletir. Onları, İzniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve kendilerini dosdoğ­ru yola iletir.

Yüce Allah’ın: “Biz nasrânîyiz diyenlerin de» sağlam bir şekilde sözle­rini almıştık” buyruğu, hıristiyanlardan da tevhid ve Muhammed (sav)’a ima­na dair söz almıştık, demektir. Çünkü bu husus İncil’de yazıtı idi.

“Onlar da… bir pay almayı unuttular.” Buyruğunda söz konusu bu pay ise, Muhammed (sav)’a iman etmektir. Yani, emrolunduklan gereğince amel etmediler, Kendi nevaları doğrultusunda yaptıklarını ve bu tahrifi, Muham­med (sav)’ı inkâra sebep kıldılar.

“Sözlerini almıştık” buyruğu ise, senin: Ben, Zeyd’den elbisesini ve dir­hemini aldım sözüne benzer. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Âyetin baş tarafının, takdiri şöyle olmalıdır: Biz, hıristiyariız diyenlerden de sözlerini al­mıştık. İfadenin Kûfelilere göre takdiri ise şöyledir: Biz hıristiyanız diyen kim­seler arasından sözlerini aldığımız kimseler vardır. Bu takdirlere sebep ise, nahivcilerin zamirin, zahirden (zamirin ait olduğu isimden) önce zikredilme­sini kabul etmeyişleridir

Hıristiyanların: “Biz nasrânîyiz” şeklindeki sözleri nakledilip, “biz nasra-nÜerdeniz” denümeyişi, onların nasraniliği bidat olarak ortaya attığına ve bu ismi böylece aldıklanna bir delil vardır. Bu anlamda bir açıklama el-Hasen’den rivayet edilmiştir.

“Biz de… aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik.” Yani» bunu körük­ledik. Bunu onlara yapışık kıldık, anlamına geldiği de söylenmiştir. O tak­dirde bu kelime, -tutkal anlamına gelen den alınmış olur. Bu ise zamk ve buna benzer, bir şeyi bir şeye yapıştıran demektir. ise, adeta yapışırcasına bir şeye alışmak anlamındadır. er-Rummânî’nîn nakletti­ğine göre “iğrâ” birbirlerine musallat edilmeleri demektir. Bunun kışkırtma anlamına geldiği de söylenmiştir. Asıl anlamı ise, yapışmak demektir.

Şair Küseyyir der ki:

“Artık yavaş ol» dendi mi, gözler kesintisiz yaş boşaltır. Birbirine yapışık (sicim gibi) damlalar halinde ve sağnak yaşlar onu besler durur.”

Yapıştırmak için kullanılan tutkal (el-Ğirâ) da buradan gelmektedir. Bir şe­ye iğrâ, üzerine musallat kılmak cihetiyle onu o şeye yapıştırmak demektir. Köpeğin iğrâsı ise, avlanmaya ahştırılması demektir,

“Aralarına ifadesi, düşmanlığın zarfıdır. (Yani, düşmanlık aralarına yer­leştirilmiştir).

Yüce Allah bununla, -daha önceden sözkonusu edildiklerinden ötürü- ya-hudi ve luristiyanlara işaret etmektedir. es-Süddî ve Katadeden; birbirlerine düşmandırlar diye açıklamada bulundukları nakledilmektedir. Şöyle de de­nilmiştir: Bu buyrukla, özel olarak hıristiyanlann fırkalara ayrılışına işaret edil­mektedir. Bu açıklamayı da er-Rabî’ b. Enes yapmıştır. Çünkü, bu buyrukta kendilerine en yakın işaret edilenler onlardır. Diğer taraftan, Hıristiyanlar, Ya­kubîler, Nasturîler ve Melkânîler olmak üzere ayrı fırkalara ayrılmışlardır. Ya­ni bunların biri ötekini tekfir etmiştir.

en-Nehhâs der ki: Yüce Allah’ın: “Biz de…aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik’1 buyruğunun anlamı ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en gü­zellerinden birisi de şudur: Yüce Allah, kâfirlere düşmanlık beslenilmesini ve onlara karşı kin duyulmasını emretmiştir. O bakımdan, her bir fırka, diğer fır­kaya düşmanlık edip ona kin beslemekle -kâfir oldukları gerekçesiyle- enir olunmuştur.

Yüce Allah’ın: “Allah, yakında onlara… haber verecektir” buyruğu, on­lara yönelik bir tehdittir. Yani, pek yakında, ahdi bozmalarının cezası ile kar­şılaşacaklardır.

“Ey kitab ehli” buyruğunda kitapt “kitaplar” anlamında cins ismidir. O ba­kımdan, bütün kitap ehli buna muhataptırlar.

“Size, kitabımilan yani, kitaplarınızdan. Muhammed (sav)’a iman ve recm âyeti, maymunlara dönüştürülen, cumartesi yasağını çiğneyenlere ait kıssa gi­bi -çünkü onlar bütün bunları gizliyorlardı- “gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp, birçoğunu da açıklamadan geçiveren.” Yani, açtklamaksızın bırakıveren, Peygamberimiz” Muhammed (sav) “gelmiştir.” O, sadece pey­gamberliğine delil teşkil eden hususları, onun doğruluğuna delalet eden ri-saletine tanıklık ihtiva eden hususları açıklıyor ve açıklanmasına bu açıdan gerek olmayan şeyleri bırakıyordu.

“Bir çoğunu da açıklamadan geçiveren” buyruğu ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Yani, birçok şeyi affedip bağışlayarak size onu haber vermemek­tedir. Nakledildiğine göre, hahamlarından birisi, Peygamber (savVa gelerek şöyle sordu: Ey Filan, sen bizi affettin mi?. Rasulullah (sav) ondan yüz çevir­di ve ona bir açıklamada bulunmadı. Yahudi ise, Hz. Peygamberin sözleri­nin çelişkili olduğunu ortaya çıkarmak istemişti. Rasulullah (sav) ona bu ko­nuda bir açıklamada bulunmayınca, Hz. Peygamberin huzurundan kalkıp git­ti ve arkadaşlarına şöyle dedi: Onun bu söylediklerinde doğru olduğunu zan­nediyorum. Çünkü o, Kitabında Hz. Peygamberin kendisine sorduğu soru­ya cevap vermeyeceğine dair bir açıklama bulmuştu.

“Size muhakkak ki Allah’tan bir nur* yani aydınlık “gelmiştir.” Bu nu­run İslam olduğu söylendiği gibi, ez-Zeccâc’dan Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir.

“Ve apaçık bir kitab da” Yani, Kur’ân-ı Kerim “de gelmiştir.” Çünkü Kur’ân-ı Kerim, ahkâmı açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar da daha ön­ceden (en-Nisâ, 4/174’de) geçmiş bulunmaktadır.

“Allah onunla rızasına uyanları” yani, Allah’ın razı olduğu şeyleri izle­yenleri, “selamet yollarına” yani, her türlü âfetten münezzeh, korkulacak her-şeyden güvenliğe kavuşturucu olan selâmet yurdu olan cennete götüren esen­lik yollarına “İletir.

el-Hasen ve es-Süddî der ki; “es-Selâm”, aziz ve celil olan Allah’tır. Bunun anlamı ise, Allah’ın dinine, yani İslama iletir demektir. Nitekim yüce Allah: “Mu­hakkak Allah katında din İslâm’dır” (ÂJ-i İmran, 3/19) diye buyurmuştur.

“Onları izniyle” yani, onları muvaffak kılmasıyla ve iradesiyle “karardık­lardan aydınlığa çıkarır.” Küfrün ve cehaletlerin karanlıklarından, İslâm’ın ve hidâyet yollarının aydınlığına çıkartır.[73]

17- Andolsun ki: “Allah, Meryem oğlu Mesihlir” diyenler kâfir ol­dular. De ki: “Şayet Meryem oğlu Mesih’i, anasını ve yeryüzün­de bulunanların hepsini helak etmek isterse Allah’a karşı kim birşey yapabilir? Göklerin» yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır O. Allah her şeye gücü yetendir.

Yüce Allah’ın: “Andolsun ki: Allah Meryem oğlu Mesihclr diyenler kâ­fir oldular* buyruğuna dair açıklamalar ve bu konu ile ilgili söylenecek söz­ler, en- Nisa sûresinin sonlarında (4/171,.âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır. Bu buyruğun delâletine göre, hıristiyanların küfre sapmaları, bunu din­lerinin bir esası kabul etmek suretiyle: “Muhakkak Allah, Meryem oğlu Me-slhin kendisidir” demeleridir. Çünkü onlar, bu sözü kabul etmemek şanıy­la sadece nakil etmek üzere söylemiş olsalardı, kâfir olmazlardı.

De ki;… Allah’a karşı kim birşey yapabilir.” Kim Allah’ın emrine kar­şı durabilir? Yani, kim Allah’ın yapmak istediklerinden herhangi bir şeyi ön­leyebilir, ona karşı durabilir. Böylelikle yüce Allah şunu bildirmektedir. Şa­yet Mesih bir ilâh olsaydı, gerek kendisinin gerek başkasının başına gelecek şeyleri önleyebilecek miydi. Yüce Allah, onun annesinin canını aldığı halde Of annesinin ölümünün önüne geçememiştir. Yine onu öldürecek olsa, on­dan ölümü kim geri çevirebilir yahut kim Önleyebilir?

“Göklerin, yerin ve aralarındaki herşeyin mülkü Allah’ındır.” Mesih ve onun annesi de göklerle yer arasında sınırlı ve İşgal ettikleri yer belli olan iki yaratıktır. Çevresini saran sınır belli olan ve sonucu olan bir varlık ise ilâh olamaz.

Yüce Allah burada: “İkisi arasında0 diye buyurmuş, “aralannda” diye bu-yurmamıştır. Çünkü O, iki tür ve iki sınıfı (yer ile gökleri) kastetmek istemiştir.

Bir çobarun söylediği şu beyitte olduğu gibi:

“işte kederlerimin ikisi de kapımı çalıp geldiler. Ben de ikisini ağırlıyorum. Genç devlerle ve yayı andıran hamile olan ve olmayan develerle.”

Şair burada “ikisi… çaldılar” dedikten sonra, “İşte benim kederlerim” di­ye çoğul İfade kullanmıştır.

“Dilediğini yaratır O.” Kullarına bir âyet (birliğine belge ve alâmet) olmak üzere İsa’yı babasız, anneden yaratması gibi. [74]

18- Yahudi ve hıristiyanlar: “Bk Allah m oğulları ve sevdikleriyiz” dediler. De ki: “Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin s İzi azap-landırıyor?n Hayır, siz O’nun yarattığı insanlardansınız. O, di­lediği kimseye mağfiret eder, dilediği kimseyi de azaplandırır. Göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki her şeyin mûikü Al­lah’ındır. Sonunda dönüş O’nadir.

Yüce Allah’ın: “Yahudi ve Hıristiyanlar: Diz Allah’ın oğulları ve sev­dikleriyiz dediler.” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şunları söylemekte­dir: Rasulullah (sav) yahudilerden bir topluluğu, Allah’ın cezalandırması ile korkutunca şöyle dediler: Biz korkmayız. Çünkü biz, Allah’ın oğullan ve sev­dikleriyiz. Bunun üzerine bu âyet-î kerime indi. İbn İs hâk der ki: Nu’man b. Edât Bahrî b. Amr ile Şas b. Adiy, Rasulullah (sav)1 in yanına geldiler. Ar­alarında karşılıklı konuşmalar oldu. Allah Rasulü kendilerini Allah’ın yolu­na çağırdı ve Allah’ın azabından korkuttu. Bunun üzerine: Sen bizi ne diye korkutuyorsun Ey Muhammed? Biz, Allah’ın oğullan ve sevdikleriyiz -hıris-tiyanlann dedikleri gibi- dediler. Bunun üzerine yüce Allah da onlar hakkın­da; “Yahudi ve hıristiyanlar: Biz, Allah’ın oğulları ve sevdikleriyim dediler. De ki: Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandıriyor?”

âyeti sonuna kadar nazil oldu. Bunun üzerine Muâz b. Cebel ile, Sa’d b. Uba-de ve Ukbe b. Vehb onlara: Ey yahudiler topluluğu Allah’tan korkunuz de­diler, Allah’a and olsun ki sizler, onun Allah’ın Rasulü olduğunu gerçekten biliyorsunuz. Gerçekten siz, peygamber olarak gönderilmeden önce ondan bize söz ediyordunuz ve bize onun niteliklerini anlatıyordunuz.

Bunun üzerine Rafı1 b. Hureymele ile Vehb b. Yehuza şöyle dediler: Ha­yır, biz size böyle bir şey demedik. Allah da Musa’dan sonra herhangi bir ki­tap göndermemiştir ve Musa’dan sonra uyarıcı ve müjdeci olmak üzere bir peygamber de göndermiş değildir. Bunun üzerine yüce Allah: “Ey kitab eh­li, peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size açıklayıp duran Rasulümüzgelmiştin,. Allah her §eye gücü yetendir.” (el-Maidef 5/19) âye­tini indirdi. [75]

es-Süddî der ki: Yahudiler, yüce Allah’ın, İsrail (Yakub) aleyhtsselama: Se­nin oğlun benim de ilk oğlumdur diye vahyettiğini iddia etmişlerdir. Süddîden başkaları da der ki: Hıristiyanlar da: Biz, Allah’ın oğullarıyız dediler. Çünkü İncil’de Hz. İsa’dan: “İşte ben, benim de babam, sizin de babanız olana gi­diyorum” dediği nakledilmektedir.

Bu buyruğun anlamının: Biz, Allah’ın elçilerinin oğullarıyız, şeklinde ol­duğu da söylenmiştir, O takdirde bir muzafin hazf edilmesi sözkonusudür. Özetle onlar, kendilerinin bir üstünlüğe sahip oldukları görüşünde idiler. Yü­ce Allah da onların bu iddialarını reddederek: “Öyleyse günahlarınız yüzün­den niçin sizi azaplandiriyor?” diye sormaktadır. Dolayısı ile, onlar iki şık­tan birisi ile karşı karşıya bulunuyorlardı. Ya, O bize azab edecektir diyecek­lerdi, o taktirde onlara: O halde siz, ne Allah’ın oğullarısınız, ne de sevdik­lerisiniz. Çünkü seven, sevdiğine azab etmez. Siz de O’nun sizi azaplandı-racağım ikrar etmektesiniz. Bu da sizin yalan söylediğinizin delilidir denilir­di. Bu ise, cedelciler nezdinde “burhan-ı halef diye bilinen usuldür. Veya: O bize azab etmeyecektir diyerek, kitaplarında bulunanı ve peygamberleri­nin getirdiklerini yalanlayacaklar, aralarından isyan edenlerin azaba uğratı­lacaklarını itiraf ettikleri halde masiyet islemeyi mubah göreceklerdi. Kitap­larının-hükümlerine bağlı kalmalarının sebebi de işte budur.

“Niçin sizi azaplandınyof” buyruğunun, niçin sizi azaplandırdı anla­mında olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu, mazi (geçmiş) anlamındadır. Yani, neden sizleri maymunlara ve domuzlara dönüştürdü. Ve niçin sizden önceki yahudi ve hıristiyanlan -onlar da sizin gibi oldukları halde- çeşitli azap­larla azaplandırdı? Çünkü yüce Allah, henüz meydana gelmemiş herhangi bir şeyi onlara karşı delil olarak getirmez. Zira, onlar böyle bir soruya: Yann bi­ze azab edilmeyecektir, diye cevap verebilirler, O bakımdan bildikleri şey­lerle onlara kargı delil getirilmiştir.

Daha sonra yüce Allah: “Hayır siz, O’nun yarattığı insanlardansınız” di­ye buyurmaktadır. Yani, sizler de O’nun diğer yaratıkları gibisiniz, ttaat ve masiyetiniz dolayısı ile sîzi hesaba çeker ve herkese yaptığı amelin karşılı­ğını verir.

“O, dilediği kimseye mağfiret eder.” Yani, yahudilerden tevbe eden kim­selere mağfiret eder. “Dilediği kimseyi Yahudilik üzere ölenleri de azapIandır ir.”

-Göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki her şeyi a mülkü Allah’ın­dır.” O’na karşı duracak, O’nun hiçbir ortağı yoktur “Sonunda dönüş O’nadır. Ahirette, kulların işleri yalnız O’na dönecektik. [76]

19- Ey kitab ehli, peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size (dini) açıklayıp duran Rasuhımüz gelmiştir. “Bize bir müj deleyici ve bir korkutucu gelmedi” demeyeslniz diye. İşte size gerçekten müjdeleyicl ve korkutucu bir peygamber gelmiş bu­lunuyor. Allah herşeye gücü yetendir.

Yüce Allah’ın: “Ey kitab ehli… size, Rasıüumüz gelmiştir* buyruğunda kas­tedilen Muhammed (savdır, “Sfre, (dini) açıklayıp duran” yann bize bir pey­gamber gelmedi diyemesinler diye, onlann ileri sürebilecekleri bir delilleri­nin kalmadığını açıklayan peygamberimiz “Peygamberlerin arasının kesil­diği bir zamanda geldi.”

(Arasının kesildiği anlamı verilen) Fetret; Sükûn demektir. Bunun, iki pey­gamber arasındaki kesinti süresi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama Ebû Ali ile ilim ehlinden bir guruptan rivayet edilmiştir. Bunu da er-Rummanî nak­letmektedir. Der ki: Fetrette aslolan, o zamana kadar gayretle yapılan çalış­manın kesintiye uğramasıdır. Ve bu; ” İşini kesti ve onu işin­den alıkoydum” tabirlerinden alınmıştır. Suyun sıcaklığının sona erip soğumaya başlaması (ılıması)nı anlatmak üzere kullanılan; tabiri de bu­radan gelmektedir. Keskin bakışı kalmamış kadın hakkında kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. Bedenin füturu da suyun fü­turu (.soğuması) gibidir. Fitr ise, şelıadet parmağı ile baş parmağın açılışı ha­linde aradaki boşluğun adıdır.

Buyruk: Peygamberler, ondan bir süre önce gelip geçmiştir anlamındadır, Bu fetret süresinin ne kadar olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Mu­hammed b. Sad, “et-labakat” adlı kitabında İbn Abbas’tan şöyle dediğini nak­letmektedir; îmran oğlu Musa ile Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun) arasında binyediyüz yıl geçmiştir. Her ikisi arasında fetret dönemi olmamış­tır. İkisi arasında -diğer kavimlerden gönderilen peygamberler müstesna- yal­nızca İsrail oğullarından bin peygamber gönderilmiştir. Hz. İsa’nın doğumu ile Peygamber (sav) arasında ise, beşyuz altmış dokuz yıl geçmiştir. Bu sü­renin baş taraflarında üç peygamber gönderilmiştir ki, yüce Allah’ın şu buy­ruğunda kendilerinden söz edilmektedir: “O zaman Biz onlara, iki elçi gön-dermiştik de, onlar da ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü birisi ile takviye etmiştik. (Yasin, 36/14) Takviye olarak gönderilen peygamber ise “Şem’ûn”dur, O da havarilerdendi, Allah’ın hiçbir peygamber göndermedi­ği fetret dönemi İse, dörtyüzotuzdört yıldır. [77] ‘ el-Kelbfnin naklettiğine gö­re ise, Hz. îsa ile Hz. Muhammed arasında beşyüzaltmışdokuz yıl geçmiş ve ikisi arasında dört peygamber gönderilmiştir. Bunlardan birisi, Absoğulların-dan Halid b. Sinan adında arap bir peygamberdir.

el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir şey ise, ancak sadık bir haber İle bilinebilen türden şeylerdir. Katade de der ki: Hz. îsa ile Hz. Muhammed arasında alto­yuz yıl geçmiştir. Mukalil. ed-Dahhâk ve Vehb b. Münebbih de bu görüşte­dir. Şu kadar var ki, Vehb buna yirmi yıl daha ilave etmektedir. Yine ed-Dah-hâk’tan dörtyüzotuz küsur yıl geçtiğini söylediği de nakledilmiştir.

İbn Sa’d, îkrime’den şöyle dediğini nakletmektedir: Adem île Nuh arasın­da on kam (nesil) geçmiştir ki, bunlann hepsi müsiüman idiler. Yine İbn Sa’d der ki: Bize, Muhammed b. Amr b, Vakid el-Eslemî, birden çok kişiden şöy­le dediklerini haber vermiştir: Adem ile Nuh arasında on kam (asır) geçmiş­tir Bir karn ise yüzyıldır. Nuh ile İbrahim arasında on asır geçmiştir. Yine her bir asır yüz yıldır. İbrahim ile İmran oğlu Musa arasında on asır geçmiştir. Her bir asır yüz yıldır.[78] İşte, Adem ile Muhammed (ikisine de selam olsun) ara­sında geçen asırlar ve yıllar bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Bize, bir müjdeleyici” müjde veren bir kimse “ve bir korkutucu” korku­tup uyaran bir kimse “gelmedi demeyesiniz diye.” Böyle demeniz istenme­diğinden dolayı anlamındadır. O bakımdan bu, nasb mahallinde d ir.

İbn Abbas der ki: Muaz b. Cebel ile Sa’d b. Ubade ve Ukbe b. Vehb, ya-hudllere: Ey yahudiler Allah’tan korkunuz. Allah’a yemin ederiz ki, hiç şüp­hesiz sizler Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğunu biliyorsunuz. Ve gerçek­ten sizler, peygamber olarak gönderilmeden önce, ondan bize söz ediyor ve bu nitelikleriyle bize onu anlatıyordunuz, dediler. Bunun üzerine yahudiler: Allah, Musa’dan sonra ne bir kitab indirdi, ne de ondan sonra herhangi bir müjdeci ve uyarıcı kimse gönderdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [79]

“Allah herşeye gücü yetendir.” Yarattıklarından dilediğini peygamber olarak göndermeye güç yetirendir. Müjdelediği ve uyarıp korkuttuğu şeyle­ri gerçekleştirmeye gücü yetendir, diye de açıklanmıştır. [80]

20- Hani Musa kavmine demişti ki: “Ey kavmim, Allah’ın üzeriniz­deki nimetini düşünün ki, içinizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmış, âlemlerden hiç kimseye vermedi­ğini de size vermişti.

21- “Ey kavmim» Allah’ın size yazdığı arz-ı mukaddese girin. Geri­sin geriye dönmeyin. Yoksa kaybedenler olarak geri dönersiniz.

22- Dediler ki: “Ey Musa, orada zorba bir topluluk var. Doğrusu on­lar oradan çıkmadıkça biz de oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o zaman gireriz.”

23- (Allah’tan) korkan kimselerden» Allah’ın kendilerine nimet verdiği iki kişi dedi ki: “Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdini/ mi, muhakkak siz galip gelirsiniz. Eğer İman edenler iseniz, yalnız O’na güvenip dayanınız.”

24- Onlar da dediler ki: “Ey Musa, onlar orada bulundukça biz as­la oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbin savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz.”

25- (Musa): “Rabbim ben, kendim ve kardeşimden başkasına sahip değilim. Artık bizim aramızla o fâsıklar topluluğunun arasım ayır” dedi.

26- (Allah) buyurdu ki: “Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. On­lar, o yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Artık sen de o fâsık­lar topluluğu için tasalanma.

Yüce Ali iri! n a: “Hani Musa kavmine demişti ki: Ey Kavmim, Allah’ın üze­rinizdeki nimetini düşünün…” buyruğu, yüce Allah tarafından onların

(Hz. Peygamberin çağdaşı olan yahudileriiv) geçmişlerinin Hz. Musa’ya kar­şı direndiklerini ve ona isyan ettiklerini beyan etmektedir. İşte bunlar da Muhammed (sav)’a karşı aynı tavırları sürdürmektedirler. Bu, Hz. Peygambere bir tesellidir. Yani, ey iman edenler, hem Allah’ın üzerinizdeki nimetini ha-

tırlayın, hem de Musa’nın başından geçen olayı hatırlayın.

Abdullah b. Kesir’den; “Ey kavmim… düşünün buyruğunu, “mim” harfini ötreli olarak şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Benzeri buyruklar da böyledir, ifadenin takdiri ise: Ey hitab ettiğim kavim, topluluk… anlamındadır,

“İçinizden peygamberler göndermiş” buyruğundaki peygamberler anla­mına gelen Gui) kelimesi, munsanf değildir. Çünkü sonunda müenneslik eli­fi bulunmaktadır.

“Ve sizi hükümdarlar yapmış” yani, kendi işinizin sahibi ve mâliki kılmış­tır. Daha önce Firavun’un mülkiyeti ve onun kahr u galebesi altında bulunu-yorken, şimdi size kimse galip gel eme inektedir. O, sizi firavundan, onu su­da boğmak suretiyle kurtarmış oldu. Bu anlamda onlar, hükümdarlar idiler.

es-Süddî, el-Hasen ve başkaları da buna yakıı* ifadelerle bu buyruğu açıklamışlardır. es-Süddî der ki: Onların herbirisi kendisine, aile halkına ve malına mâlik idi.

Katade de der ki: Yüce Allah, onlar hakkında: “Sizi hükümdarlar yapmış” diye buyurmuştur. Çünkü bizler, Ademoğulları arasında kendilerine ilk hiz­met edilen kimselerin onlar olduğundan söz ederdik.

İbn Atiyye der ki: Ancak bu açıklama zayıftır. Çünkü kiptiler, İsrailoğul-lannı kendi hizmetlerinde kullanmakta idiler, Ademoğullannın uygulamala­rından açıkça anlaşılan şu ki, nesilleri artıp çoğaldıkları zamandan bu yana, anlarm kimisi kimisinin emri altında çalışırdı. Ümmetlerin arasındaki farklı­lık sadece bu mâlik oluşun anlamı bakımındandı.

Âyetin bu bölümü şöyle de açıklanmıştır: O, sizi izin alınmaksızın yanını­za girilmeyecek şekilde ev ve mesken sahibi kimseler kıldı. Bu anlamdaki bir açıklama, ilim ehlinden bir topluluktan rivayet olunmuştur.

İbn Abbas der ki; Eğer bir kimsenin evine, kendisinin izni olmaksızın gi­rilmiyor ise, o bir melik (hükümdar) dır.

Yine el-Hasen’den ve Zeyd b. Eslem’den nakledildiğine göre, her kimin bir evi, hanımı ve hizmetçisi varsa o kimse bir hükümdardır. Bu aynı zamanda Müslim’in Salıihi’nde nakledildiği üzere Abdullah b, Amr’ın da görüşüdür. “

Müslim’in Sahlhi’nde Ebû Abdurrahman el-Hubullîden şöyle dediği nak­ledilmektedir: Ben, Abdullah b. Amr b. el-Âs’ı -bir adamın kendisine soru sor­ması üzerine- şöyle derken dinledim: Bizler, muhacirlerin fakirlerinden de­ğil miyiz? Abdullah ona: Senin yanında yattığın bir hanımın var mı? O, evet dedi. Yine Abdullah; Peki mesken olarak kullandığın bir evin var mı diye sor­du, adam evet dedi. Abdullah: O halde sen zenginlerdensin, dedi. Adam: Be­nim bir hizmetçim de var deyince, Abdullah b. Amr: O halde sen hükümdarlardansın, diye cevap verdi. [81]

Îbnü’l-Arabî der ki: Bunun faydası şu ki, kişi üzerine bir keffaret vacib olur­sa o da eve ve hizmetçiye sahip ise keffaretini yerine getirmek için bunla­rı satıp oruç tutması caiz olmaz. Çünkü, köle azad etmeye gücü yeten bir kim­sedir Hükümdarlar ise, oruç tutarak keffarette bulunmazlar. Köle azad etmek­ten aciz olmakla da nitelendirilmezler.

İbn Abbas ve Mücahid der ki: Allah, onları men, selva (suyun kendisinden fışkırdığı) taş ve onları gölgelendiren bulut ile hükümdarlar yapmıştı. Yani onlar, tıpkı hükümdarlar gibi kendilerine hizmet edilen kimselerdi.

Yine İbn Abbas’tan, bununla hizmetçi ve evin kastedildiği nakledilmiştir. Mücahid, îkrimet el-Hakeni b. Uyeyne de böyle demiş ve bunlar aynca ha­nımı da ilave etmişlerdir. Zeyd b. Eşlem de böyle demiştir. Şu kadar var ki, onun bunu Peygamber (sav)’dan naklettiği de bilinmektedir: “Her kimin için­de barınacağı bir evi, hanımı ve kendisine hizmet edecek bir hizmetçisi var­sa, o bir hükümdardır.” [82] Bunu en-Nehhâs nakletmİstir.

Şöyle de denilmektedir: Her kim, kendisinden başkasına muhtaç olmuyor­sa o kimse bir hükümdardır. Bu da Hz. Peygamberin şu buyruğunu andırmak­tadır “Her kim kafilesi (çoluk çocuğu arasında) güvenlik içerisinde, bede­nî afiyette sabahı eder ve günlük yiyeceğine de sahip bulunuyor ise, ona ade­ta dünya herşeyiyle verilmiş gibidir.” [83]

Yüce Allahın: “Alemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti.

buynığundaki hitap, müfessirlerin cumhuruna göre, Hz, Musa tarafından kav­mine yapılmıştır. İfadenin akışı da böyle olmasını gerektirir. Mücahid der ki: Burada verilenlerle kast edilen men, selva, (suyun kaynadığı) taş ve onları gölgeleyen buluttur. Verilenlerden kastın, aralanndaki çok peygamber ile ken­dilerine gelen âyetler olduğu da söylenmiştir. Kötülük ve aldatma niyetinden uzak, selim kalpler olduğu söylendiği gibi, ganimetlerin ve onlardan yarar­lanmanın helal kılınması olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Bu, red olunan bir görüştür. Çünkü ganimetler, sahih hadiste sa­bit olduğuna göre, bu ümmetten başka herhangi bir kimseye helal kılınmış değildir. Yüce Allah’ın izniyle buna dair açıklamalar ileride gelecektir.

Hz. Musa tarafından bu sözler izzet-i nefse sahip olmalarını ve zorbala-nn topraklarına kuvvet ile girme emrine uymalarını sağlamaya hazırlamak için söylenmiştir. Bu hususta Allah’ın aziz kıldığı ve şanını yücelttiği kimselerin davranışı gibi oraya girmelerine hazırlık olsun diyedır

“Alemlerden” buyruğu, el-Hasen’den nakledildiğine göre, çağdaşınız olan alemlerden anlamındadır. İbn Cübeyr ve Ebû Mâlik ise derler ki: Bura­da hitab Muhammed (sav)’ın ümmeti nedir. Bu ise, benzeri ifadelerin güzel kaçmadığı sözün zahirinden bir uzaklaşmadır.

Dimaşk’ın, zorbaların oturdukları yer olduğuna dair birbirini destekleyen haberler varid olmuştur,-

“Arzı mukaddes” demek, tertemiz kılınmış arz demektir. Mücahid ise, mü­barek kılınmış arz demektir der. Bereket ise, kıtlık, açlık ve benzeri şeyler­den arındırılmak anlamındadır, Katade der ki: Burası Şam (Suriye) memle­ketidir. Mücahid ise. Tür ve çevresidir demektedir. İbn Abbas, es-Süddî ve îbn Zeyd, burası Eriha’dır derler. ez-Zeccac der ki: Arz-ı mukaddes, Dimaşk, Filistin ve Ürdün’ün bir bölümüdür. Katade’nin sözü ise bütün bunları kap­samaktadır.

“Allah’ın size yazdığı* yani, içerisine girmeyi üzerinize farz kıhp, oraya girmeyi ve orayı size yerleşeceğiniz yurt kılmayı vadettiği arz demektir İs­rail oğulları, Mısır’dan çıkınca, yüce Allah onlara, Filistin topraklarında bu­lunan Erihalılar ile cihad etmeyi emretti. Onlar, biz bu ülkeyi bilmiyoruz de­diler. Bu sefer, (Hz. Musa) Allah’ın emri ile her bir koldan bir kişi olmak üze­re aralarından oniki nakîb gönderdi. Bunlar, -daha önce geçtiği gibi- haber toplayıp tecessüs edeceklerdi. O beldenin sakinlerinin Amal ikalılardan zor­ba kimseler olduklarını gördüler. Dehşet verecek iri yapıda olduklarını tes-bit ettiler. Hatta şöyle denilmiştir: Bu kimselerden birisi, bu nakîbleri gördü, onları alıp bahçesinden toplamış olduğu meyveler arasına elbisesinin yeni­ne koydu. Ve onları hükümdarın önüne getirip önüne saçtı ve dedi ki: Bun­lar bizimle savaşmak istiyorlar. Hükümdar kendilerine şöyle dedi: Haydi, ada­mınızın yanına geri dönün ve ona bizim durumumuzu -az önce geçtiği gi­bi- haber verin, dedi. Yine denildi ki: Geri döndüklerinde, o bölgenin üzü­münden bir salkım aldılar. Denildiğine göre bu salkımı bir kişi taşıdı, yine bu salkımı oniki nakîb’in birlikle taşıdığı da söylenmiştir. [84]

Derim ki: Bu doğruya daha yakın görünmektedir. Çünkü, denildiğine gö­re nakfbler, zorba topluluğun yanına varmışlar ve onlardan herhangi birisi­nin elbisenin yenine, kendilerinden iki ikisinin girecek kadar iri oldukları­nı, onlardan birisinin salkımını, nakîblerden ancak beş kişinin bîr tahta üze­rinde taşıyabildiğini, taneleri boşaltıldığı takdirde onlara ait bir nar kabuğu­nun yarısı içerisine beş ya da dört kişi girdiğini görmüşlerdir.

Derim ki: Bununla birincisi arasında herhangi bir çelişki yoktur Çünkü, onları elbisenin yeni içerisine alan zorba kişi -ki, kucağına aldığı da söylen­miştir- Uc b. Anâk’dır. Uc ise, aralarında boyu en uzun, yaratılışı en iri kim­se idi, -Yüce Allah’ın izniyle ileride anlatılacağı üzere-, diğerlerinin uzunlu­ğu ise, MukaüTin görüşüne göre, altıbuçuk zira idi. el-Kelbî der ki: Onlar­dan herbirisinin boyu sekiz zira idî. Doğrusunu en iyi bilen Aİlahtır. Yûşa İle Yukanna oğlu Kâlib dışında nakîbler bu haberi yayıp, İsrail oğullan cihada çıkmayı kabul etmeyince, bu isyankârlar ölüp de çocukları yetişinceye ka­dar kırk yıl süreyle Tih’de kalmakla cezalandırıldılar. Daha sonra bunların ye­tişen çocukları zorbalarla savaştı ve onları yenik düşürdüler.

“Gerisingeriye dönmeyin/1 Yani, bana itaat etmekten ve benim size em­retmiş olduğum bu zorbalarla savaşmaktan geri dönmeyin. Anlamının: Yü­ce Allah’a itaatten vazgeçip O’nun masîyetine dönmeyin şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin de anlamı birdir.

“Dediler ki; Ey Musa» orada zorba bir topluluk var.” Yani, iri yan, uzun boylu kimseler var. Buna dair açıklamalar az önce geçti. Uzun boylu hurma anlamında denilir. Cebbar, ululanan, zillet ve fakirlikten uzak ka­lan kimse demektir. ez-Zeccâc der ki^ İnsanlardan cebbar kişi zorba demek­tir. Bu da insanları istediği şeyi yapmaya cebreden (mecbur eden zorlayan) kimse demektir. Buna göre bu kelimenin aslı, zorlamak (ikrah) demek olan icbardan gelmektedir. Böyle bir kişi, başkalarını istediği şeyi yapmaya ceb­reder, zorlar.

Bunun, kemiğin cebredilmesinden alındığı da söylenmiştir. Buna göre ise “cebbardın asıl anlamı, kendi işini ıslah eden, düzelten demektir. Daha son­ra ise hak veya batıl olsun kendisine menfaat sağlayan her kimse hakkında kullanılır, olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Kemiğin cebredilmesi (kırık kemi­ğin kaynaması) da aynı şekilde zorlama anlamı ile alakalıdır

el-Ferrâ der ki: Ben, “fe’ârveznine vezninden sokulmuş yalnızca iki kelime biliyorum. Bunlardan birisi Cebbar, zorba kelimesi, elan, diğeri ise Yetişen kelimesi de den gelmiştir.

Diğer taraftan şöyle de denilmektedir: Bu zorba kimseler, Ad kavminin ka­lıntıları idi. Yine denildiğine göre bunlar, İshâk oğlu İso’nun soyundandır-lar. Bunlar Rumlardan idiler. Ûc b. el-Anek de beraberlerinde idi. Onun bo­yu ise, üçbin üçyüz otuzüç zira imiş. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Uc, elin­deki bastonu ile bulutlan çeker bulutlardan su içer, denizin dibinden balık­lan alır, güneşe doğru kaldırarak güneşin hareretinde balığı kızartır sonra da yermiş. Nuh (a.s)’ın tufanı olduğu sırada, yükselen sular, dizkapaklannı aş­mamıştı, O sırada ise, üçbin altıyüz yaşında idi. Hz. Musa’nın askerleri ka­dar bir kaya parçasını üzerlerine atmak için sökmüş, ancak yüce Allah bir kuş göndermiş bu kuş o kaya parçasını gagasına atmış ve bu kaya parçası Ucun boynuna düşerek onu yere yıkmış. On zira (arşın) uzunluğunda olan Hz. Mu­sa da yine on zira uzunluğundaki sopası ile gelmiş, ayrıca yukarı doğru on zira daha yükseltildiği balde ancak onun yere yıkılmış haliyle topuğuna ka­dar yükselebilmiş ve onu öldürmüştü.

Şöyle de denilmiştin Hz. Musa onu, topuğunun altındaki sinirine vurmuş, böylece onu yere yıkarak Ûc ölmüştü. Ûc, Mısır’daki Nil nehrine düşmüş ve bir sene boyunca nehirde onlara köprü vazifesini görmüştü. Bu anlamdaki rivayetleri, birtakım farklı lafızlarla birlikte Muhammed b. İshâk, Taberî, Mekkîve başkaları zikretmiştir. el-Kelbîder ki: Ûc, Harut İle Marutun zina ettikleri ve bunun sonucunda hamile kalmış kadının çocuklarındandı.[85] Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Doğrusu onlar, oradan çıkmadıkça* buyruğunda kast edilenin İlya bel­desi veya Eriha olduğu söylenmiştir; yani savaşsız, olarak orayı onlar bize tes­lim etmedikçe “bte de oraya asla girmeyiz.”

Şöyle de denilmiştir: Onlar, bu sözleri zorbalardan korktukları için söy­lemişlerdi. Yoksa, isyan kastı ile söylememişlerdi. Çünkü onlar: “Eğer ora­dan çıkarlarsa, biz de o zaman gireriz” demişlerdi.

“(Allah’tan) korkan kimselerden.,, iki kişi dedi ki: …” İbn Abbas ve başkaları şöyle demiştir: Bu iki kişi, Yûşa ile Yûkanna oğlu Kâlib’dir. Baba­sının adının Kâniyâ olduğu da söylenmektedir. Bunların ikisi de oniki nakîb-derı idiler.

“Korkan” yani, zorbalardan korkan kimseler. Katade ise, Allah’tan korkan kimseler, diye açıklamıştır. ed-Dahhâk da der ki: Burada sözü geçen iki ki­şi, zorbalar şehrinde ve Musa’nın dinini kabul etmiş iki kişi idiler. Bu görü­şe göre “korkan kimselerden” olanlar, Amali kal ilardan İdiler. Ve bunlar, ta­biatları gereği imanlarından haberdar, edilip dinleri dolayısıyla işkenceye ma­ruz kalmaktan korkmuşlar, fakat Allah’a güvenmişlerdi. Buradaki kork­maktan, kasıt, İsrail oğullarının zayıflık göstermesinden ve korkaklığa kapıl­masından korkan kimseler diye de açıklanmıştır,

Mücajıid ve îbn Cübeyr:” Korkan kimseler” kelimesini “ve” har­fi ötreli olarak Korkulan kimseler dîye okumuşlardır ki, bu da bu iki kişinin Musa’nın kavminden olmadıkları görüşünü pekiştirmektedir,

Allah’ın kendilerine” İslam ile yahut kesin inanç (.yakin) ve salah ile “ni­met verdiği iki kişi dedi ki: Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdi­niz mi, muhakkak siz galip gelirsiniz.” Bunlar, İsrail oğullarına şöyle dedilen Bunların cüsselerinin büyüklüğü sizi korkutmasın. Kalpleri sizden kor­ku ile dolup taşmış bulunuyor. Evet, cüsseleri iridir ama kalpleri güçsüzdür.

Çünkü bunlar daha önceden sözü geçen kapıdan üzerlerine girdikleri tak­dirde, girenlerin galip geleceklerini biliyorlardı.

Bu iki kişinin bu sözlerini, Allah’ın va’dine olan güvenleri dolayısıyla söylemiş olmaları da muhtemeldir.

Daha sonra bü iki kişi sözlerine şöyle devam etti: “Ejjer İman edenler ise­niz* yalnız O’na güvenip dayanınız.” Eğer O’nu tasdik eden kimseler ise­niz, O’na güvenip dayanınız. Çünkü O, muhakkak size yardıma olacaktır.

Diğer taraftan birinci görüşe göre şöyle de denilmiştir: Bu iki kişi bu söz­lerini söyleyince, İsrailoğullan onları taşa tutmak istediler ve ikinizi doğru-tayıp diğer on kişinin söylediklerini mi bırakacağız diye çıkışmışlar dır.

Daha sonra da Hz. Musa’ya: “Dediler ki; Ey Musa, onlar orada bulunduk­ça biz asla oraya girmeyiz.” Bu ise, bir inatlaşma ve savaşma emrinden yan çizme, Allah’ın yardımından da ümit kesmenin ifadesidir. Daha sonra, Şanı Yüce ve Mübarek Rabbimizın sıfatım bilmezlikten gelerek: “Git, sen ve Rabbin savaşın” diyerek, yüce Allah’ı -bundan yüce ve münezzeh olduğu hal­de- gitmek ve hareket etmek, intikal etmekle nitelendirdiler. Bu, da onlann müsebbibe’den olduklarının delilidir. el-Hasen’İn açıklamasının anlamı bu­dur, Çünkü el-Hasen şöyle demiştir Bu onların Allah’a kâfir olmalarının ifa­desidir. Bu sözlerden daha zahir olarak anlaşılan da budur.

Şöyle de denilmiştir: Senin Rabbinin sana yardım edip zafer vermesi, bi­zim sana yardımcı olmamızdan daha uygundur. Eğer sen O’nun Rasulü isen, O’nun seninle beraber savaşması, bizim savaşmamızdan daha uygun­dur. Buna göre de yine onların bu sözleri kütür olur. Çünkü Hx. Musa’nın ri-saletinden yana şüphe etmiş oluyorlardı.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Haydi git sen savaş ve Rabbin de sana yardım etsin.

Burada: “Rab” kelimesi ile Harun’u kastettikleri de söylenmiştir. Çünkü Ha­run, Hz. Musa’dan daha büyüktü ve Hz, Musa ona itaat ederdi. Özetle on­lar, bu sözleriyle fasıklık ettiler. (Doğru yoldan çıktılar). Çünkü yüce Allah: “Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma.” Yani, üzülme diye bu­yurmuştur.

Devamla: “Biz de buracıkta oturuyoruz” dediler. Yani, buradan ayrılma­yız ve savaşa da katılmayız. Oturuyoruat sözünün hal olarak Oturanlarız, olması da mümkündür. Çünkü bu buyruktan önceki ifa­deler tam bir anlam ifade etmektedir.

Yüce Allah’ın: “Rahbim, ben kendimle kardeşimden başkasına sahip değillm… dedi” buyruğuna gelince, bu sözleri söylemesinin sebebi, Hz Ha­run’un, Hz. Musa’ya itaat eden bir kimse oluşudur Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbim ben, kendimden başkasına sahip olamıyorum. Daha son­ra yeni bir cümle ile, “kardeşim de.” Yani, kardeşim de aynı şekilde kendi­sinden başkasına sahip olamamaktadır, dedi. Birinci görüşe göre “kardeşim” anlamındaki kelime, “kendime11 anlamındaki kelimeye atf edilmek suretiyle nasb mahallin dedir. İkinci görüşe göre ise, ref mahallindedir.

Bu kelime (.nin ismi olan “ya” (ben)e de atfedilebilir. Yani, ben de kar­deşim de herbirimiz ancak kendimize sahip olabiliyoruz. Arzu edildiği tak­dirde “sahip değilim” anlamındaki kelimede yer alan zamire de ati’ edilebi­lir. Yani, ben de kardeşim de ancak kendimize sahip olabiliyoruz, anlamın­da olur.

“Artık bizim aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır.” Hz. Musa,

yüce Allah’tan kendisiyle bu fasıklar topluluğunun arasını hangi yolla ayır­mak istemiştir, diye sorulacak bir soruya, birkaç türlü cevap verilebilir:

1) Onların haktan uzak kaldıklarına ve işledikleri bu masiyet dolayısı ile doğrudan alabildiğine uzklaştı ki arına delalet edecek bir şeyle. Bu da, Tîh’de karşı karşıya kaldıkları zorluklarla gerçekleşmiştir.

2) Kendileri iteiasıklar topluluğunu birbirinden ayırd etmek suretiyle. Ya­ni, bizi onların, genelinden ve onların cemaatinden ayırt et. Cezada bizi on­lara katma.

Anlamın; bizi, kendilerini mübtelâ ettiğin rnasiyetten korumak suretiyle bi­zimle onların arasında hükmünü ver, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yü­ce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: “O gecede her hikmetli bir iş bizden bir emir ile ayırd edilir.” (ed-Duhan, 44/4-5) Buradaki ayırd etmekten kasıt, hükmolunur şeklindedir. Yüce Allah da Tih’de onları öldürmek suretiyle bu­nu yerine getirmiştir. Buradaki ayırd etmenin âhirette olmasını kast ettiği de söylenmiştir. Yani, sen bizleri cennete koy ve cehennemde onlarla birlikte bizi bulundurma.

Bütün durumlarda uzak kalmaya delâlet eden “ayırt etme” anlamına kul­lanıldığına dair tanık da şairin şu beyitindeki ifadeleridir:

“Rabbîm, benimle onun arasını öyle bir ayır ki,

îki kişinin arasına ayırıp ayırt ettiğin en ileri derecede (olsun).

İbn Uyeyne de Amr b, Dinar’dan, o, Ubeyd b. Umeyr’den “ayır anlamın­daki kelimeyi “ra” harfini esreli olarak şeklinde okuduğunu rivayet etmektedir.

Yüce Allah’ın: “Buyurdu ki: Altık orası onlara kırk yıl haram edildi. On­lar o yerde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. buyruğunda dile getiren ! Mu­sa’nın duasını kabul buyurdu ve kırk yıl Tîh’de bırakmakla onları cezalan­dırdı.

Tlh, sözlükte asıl anlamı itibari ile şaşkınlık ve hayret demektir. Bu anlamda olmak üzere şaşıran kaybolan bir kimse hakkında) denilirşekillerinde “vav” ile de “ya” ile de kullanılır ise de “ya” ile kul­lanımı daha çoktur. Kendisinde şaşınlan ve doğru yolun buluna­madığı yer anlamındadır. de aynı manadadır. Şair (eJ-Accâc) bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:

“Sabredemeyen ve yol bulamayan kimseler için alabildiğine şaşırtıcı,

hayrette bırakıcıdır”

Bîr başka şair de şöyle demektedir:

“Kupkuru ve yol bulunamaz bîr yerde binekler ise adeta

Yumurtasından çıkmış yavruları bulunan, ele avuca gelmez keklikler gibiydi.”

İsrailoğullan, oldukça az miktarda fersahlar içerisinde yol alıp duruyorlar­dı. Bu miktarın altı fersah olduğu söylenmiştir. Gece gündüz bu alan içeri­sinde yol alıyorlar, akşamı ettikleri yerde sabah, sabahı ettikleri yerde de ak­şam oluyordu. Hiçbir şekilde dur durak bilmez, devamlı yol alıyorlardı.

Beraberlerinde Hz. Musa ile Hz. Harun’un bulunup bulunmadığı hususun­da da görüş ayrılığı vardır. Beraberlerinde olmadıkları söylenmiştir. Çünkü TüYte bulunmak bir ceza idi. Tîh’de kaldıkları yılların sayısı, buzağıya tap­tıkları günlerin sayısı kadardır. Buzağıya taptıkları her bir gün karşılığında bir yıl Tih’te kalmakla cezalandırıldılar. Hz. Musa da: “Artık bizim aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır* diye dua etmişti. (Duası kabul edilerek onlarla beraber bulundurulmamışlardı).

Hz. Musa ile Hz. Harun’un İsrailoğullan ile beraber oldukları, ancak tıp-

ki yüce Allah’ın, ateşi Hz. İbrahim için esenlikli ve serin kılışı gibi, bu Tîh’in İşini de onlara kolaylaştırdığı da söylenmiştir.

“Haram edildi buyruğu ise, onların oraya girmeleri engellenmiştir, demek­tir. Nitekim Allah yüzünü ateşe haram etsin, denirken senin ateşe girişin ha­ram kılınsın, (ateşe girmeyesin) denilmek istenir Buradaki haram kılış, en­gelleme anlamında bir haram kılıştır. Şer’î manada bir haram kılış değildir Nitekim şair de şöyle demiştir

“Beni yere düşürmek için bîr dolaştı, ben ona: Vazgeç bu işten, dedim. Çünkü ben, senin yıkman haram olan (imkânsız olan) birisiyim.”

Yani, ben iyi ata binen bir kimseyim. Sen beni kolay kolay yere yıkamazsın.

Ebû Ali de der ki: Buradaki haram kılışın, teabbudî bir haram kılış olma­sı da mümkündür. Şöyle sorulabilir: Aklı başında büyük bir topluluğun az miktardaki fersahlardan oluşan bir alan içerisinde yol alıp oradan çıkış yo­lunu bulamayışları nastl mümkün olabilir? Cevap: Ebû Ali dedi ki: Bu, yüce Allah’ın, üzerinde bulundukları toprağı, uyudukları vakit değiştirip böylelik­le onları başladıkları noktaya geri döndürmesi suretiyle mümkün olabilir. Bu­nun dışında, onları şüphe ve tereddüde düşürecek başka şekil ve oradan çı­kışlarım engelleyecek çeşitli sebeplerle harikulade bir mucize olmak üzere gerçekleştirilmesi de mümkündür.

Kırk kelimesi, el-Hasen ve Katade’nin görüşüne göre Tîh’in za­man zarfıdır. Derler ki: Onlardan hiçbir kimse o beldeye girmedi. Bu görü­şe göre kelimesi üzerinde vakıf yapılır. er-Rabi’ b. Enes ve başlan ise “Kırk sene” kelimesi, haram kılışın zarfıdır. Bu görüşe göre ise, vakıf üzerinde yapılır.

Birinci görüşe göre, onların çocukları oraya girmişlerdir. Bu görüşü İbn Ab-bas ifade etmiştir. Onlardan geriye ancak Yuşa ve Kâlib kalmıştır. Yûşa, on­ların soylarından gelen çocuklarla birlikte o şehre girdi ve o şehri fethetti. İkinci görüşe göre ise, kırk yıl sonrasında onlardan kalanlar o şehire de gir­miş oldular.

İbn Abbastan rivayet olunduğuna göre, Hz. Musa ile Hz. Harun Tflı’de ve­fat etmişlerdir. Başkası ise şöyle demiştir; Allah Hz. Yûşaa peygamberlik ver­di ve ona o zorbalarla savaşmayı emretti. İşte şehre girinceye kadar güneşin batması bu esnada olmuştu. Ganimetten çaldığını tesbit ettiği kişileri yakma­sı da. bu sırada olmuştur, Ganimet aldıkları vakit, semadan beyaz bir ateş iner ve ganimetleri yerdi. Bu da ganimetlerin kabul olunduğuna delildi. Eğer ganimetlerde bir hırsızlık yapılmışsa, bu ateş o ganimetleri yemezdi. Bunun yerine yırtıcı hayvanlarla yabani hayvanlar gelir, o ganimetleri yerdi.

Bu sırada ateş inmekle birlikte aldıkları ganimeti yakmadı. Bunun üzerin peygamberleri, aranızda ganimetten çalan vardır. Şimdi, her bir kabile gel­sin bana bey’at etsin. Her bir kabile gelip ona bey’at etti. Onlardan birisinin eli, peygamberin eline yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapan aranırdadır, dedi. Haydi, siain aranızdaki her bir kimse gelsin bana bey’at etsin, dedi. Nihayet onlardan birisinin eti, onun etine yapıştı, bu sefer şöyle dedi: Ganimetten ça­lan sensin. da altından inek başını andıran bir şey çıkardı. Bu sefer ateş indi ve ganimetleri yaktı.[86] Naklettiklerine göre, bu ağaç sesini andıran bir sesi ve kuş kanadı gibi bir kanadı bulunan, gümüş gibi beyaz bir ateşti. Yine naklettiklerine göre bu pey­gamber, ganimetten bu altını çalan kişiyi ve onun beraberindeki eşyayı, bu­gün “Ğavr Âciz” denilen yerde yaktı. Bu kişi, ganimet hırsızı anlamına gelen: el-Ğâll diye tanındı. Asıl adı Aciz idi

Derim ki: Bu rivayetten, bizden önce ganimetten hırsızlık yapanlann ce­zasının ne olduğu anlaşılmaktadır. Dinimizde ise, ganimet hırsızının hükmü-ne dair açıklamalar daha önceden (Âli-İmran, 3/161. âyet, 2 ve 3- başlıklar ile devamında) geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde, Ebû Hureyre’den gelen sahih hadiste sözü geçen ve adı müphem bırakılan peygamber ile ganimet­ten hırsızlık yapanın kimlikleri de açıklanmıştır. Söz konusu hadiste Rasulul-lah (sav) şöyle buyurmuştur: “Peygamberlerden bir peygamber gazaya çık­tı…” Bu hadisi Müslim rivayet etmiş ve bu rivayette şöyle denilmektedir: “Pey­gamber gazaya çıktı ve ikindi namazı vakti veya ona yakın bir vakitte kasa­baya yaklaştı. Güneşe: Sen de emir altındasın ben de emir altındayım, dedi. Alla hım, sen güneşi bir süre alıkoy. Güneş bunun üzerine, yüce Allah ona zafer verinceye kadar alıkonuldu… Nihayet aldıkları ganimeti topladılar. Ateş o ganimeti yakmak üzere geldi, fakat onu azıcık dahi olsa yakmaya ya­naşmadı. Bu sefer peygamberleri; Aranızda ganimet hırsızlığı yapan vardır. Her kabileden bir kişi gelsin, bana bey’at etsin. Ona gelip bey’at ettiler. Eli, iki ya da üç kişinin eline yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapanlar sizlersiniz, de­di… [87] deyip az önce geçen açıklamalara benzer şeyler zikretti.

İlim adamlarımız der ki: Erihalılar ile savaşıp, onu, cuma akşamına doğ­ru fethetmek üzere iken, güneşin hareketten alık onu İma sındaki ve onun da fetihten önce güneşin batışından korkma sındaki hikmet şudur: Eğer güneşin hareketi alıkonulmam iş olsaydı, cumartesi günü dolayısıy­la savaşması ona haram olacaktı. Böylelikle düşmanları da bu durumu bilip kılıçlarıyla onları doğrayıp kökten imha edecekti.

Bu ise, denildiğine göre, Musa (a.s)’ın haber vermesiyle onun peygamber­liğinin sabit oluşundan sonra, ona özel olarak verilen bir mucize idi. Doğ­rusunu en iyî bilen Allalıtır.

Sözü geçen hadis4 şerifte H2. Peygamber aynca şöyle buyurmaktadır; Ga­nimetler, bizden önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Çünkü yüce Al­lah bizim zayıflığımızı ve acizliğimizi bildiğinden, ganimetleri bize helal kılmıştır. Bu da yüce Allah’ın: “Âlemlerden hlçkimseye vermediğini de si­ze vermişti” (el-Maide, 5/20} buyruğu ile ilgili olarak; bu, ganimetlerin ve onlardan yararlanmanın helal kılınışıdır, şeklindeki açıklamayı reddetmek­tedir.

Hz, Musa’nın Tih’te vefat etliğini söyleyenlerden birisi de Amr b. Meymun el-Evdî’dir. Aynca o, Hz. Harun’un da Tih’de vefat ettiğini kaydeder. Her iki­si de Tih’de bir mağaraya çekilmiş, Hz. Harun vefat etmiş, Hz. Musa da onu defnedip İsrail oğullarına gitmişti. Harun ne yaptı diye sormaları üzerine, ve fat etti deyince, israil oğullan, yaîan söyledin, sen, bizim ona olan sevgimiz dolayısıyla onu öldürdün, dediler, Hz. Harun İsrail oğullan arasında sevilen bir kimse idi. Yüce Allah da Musa’ya; İsrail oğullarını al ve onları Harun’un kabrine götür. Ben onu, senin onu, öldürmediğini söyleyip eceliyle öldüğü­nü kendilerine haber vermesi için dirilteceğim, dedi. Hz. Musa, İsrail oğul­larını alıp Hz. Harun’un kabrine gitti. Ey Harun, diye seslendi. Kabirden ba­şım (topraklarını) silkeleyerek kalktı, Hz. Musa ona, seni ben mi öldürdüm diye sorunca, hayır ben öldüm, dedi. Bu sefer Hz. Musa, haydi yattığın ye­re geri dön, dedi ve yanından ayrılıp gitti.

el-Hasen der ki: Musa Tih’de ölmedi. Ondan başkası ise: Musa, Eriha’yı fet­hetti, dedi, Yûşa da öncü kuvvetler arasında idi. Erihada bulunan zorbalar­la savaştı, sonradan da Hz. Musa İsrail oğulları ile birlikte Eriha’ya girdi ve Allah’ın dilediği kadar orada ikamet etti. Daha sonra da yüce Allah onun ca­nını aldı. Kabrini, insanlardan hiçbir kimse bilmemektedir, es-Sa’lebî der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahihi budur.

Derim ki: Müslim, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ölüm meleği, Musa (a.s)’a gönderildi. Melek Hz, Musa’ya gelince, ona bir tokat vur­du, gözünü çıkardı. Melek Rabbine geri dönüp: “Sen, ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin” dedi. Allah, meleğe gözünü gerisin geri iade etti ve şöy­le buyurdu: “Ona dön ve elini bir öküzün sırtına koymasını söyle. Elinin ka­pattığı her bir kıl karşılığında onun için bir yıllık ömür verilecektir.” (Melek dönüp ona durumu anlatınca) Hz. Musa dedi ki: “Rabbim, sonra ne olacak?”

Yüce Allah: “Sonra ölüm” diye buyurunca, bu sefer Hz. Musa: “O halde şim­di (öleyim)” dedi. Yüce Allah’tan kendisini bir taş atımlık mesafe kadar Ârz-ı Mukaddese yaklaştırmasını diledi. Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Eğer orada olsaydım, şüphesiz sizlere, kırmızı (kum) tepeciğinin alt tarafındaki yo­lun kenarında kabrini gösterirdim.” [88]

İşte bizim Peygamberimiz, Hz. Musa’nın kabrinin nerede olduğunu bilmiş ve yerini onlara tavsif etmiştir. İsra İle ilgili hadiste de, onu orada kabrinde ayakta namaz kılarken görmüştüm,[89] Şu kadar var ki: Yüce Allah Hz. Mu­sa’nın kabrini, Peygamberimiz dışında diğer insanlardan saklı tutmuş ve onun bilinmesini engellemiş olabilir. Bunun böyle olması da ona ibadet edil­mesi ihtimali ile olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allahür.

Hadis-i şerifte, Hz. Peygamberin yoldan kastettiği, Beytül- Makdise giden yoldur. Bazı rivayetlerde ise yol tabiri yerine Tur’un yan tarafı denilmektedir.

İlim adamları, Hz. Musa’nın, ölüm meleğinin gözünü tokatlamasının tevi­li ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan birisi de şu­dur: Bu göz, hakiki anlamda bir göz değil, hayali bir gözdür. Ancak bu ba­tıl bir görüştür. Çünkü but peygamberlerin gördükleri melek suretlerinin ha­kikati olmayan suretler olduğu sonucuna götürür.

Bir diğer açıklamaya göre bu göz, manevi bir gözdü. O gözü yerinden çı­kartılması delil ile olmuştu. Bu ise, hakikati olmıyan mecazi bir anlatımdır. Bir diğer açıklama da şudur: Hz. Musa, onu ölüm meleği olarak tanımamış, kendisinden izinsiz olarak evine giren ve ona kastetmek isteyen bir kimse olarak görmüş, o da kendisini savunmak isterken gözüne bir tokat indirip gö­zünü çıkarmıştır. Böyle bir durumda ise, mümkün olan herbir yolla savun­maya girmek gerekir. Bu da güzel bir açıklamadır. Çünkü hern göz, hem de göze tokat vurmak hususunda hakiki bir anlatımı İfade etmektedir. Bu açık­lamayı, İmam Ebu Bekr b. Huzeyme yapmıştır. Şu kadar var kis hadisteki ifa­delerle ona itiraz edilmiştir. O da şudur. Ölüm meleği, yüce Allah’a dönün­ce şöyle demiştir: “Rabbim, ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin.” Eğer Hz. Musa onun kimliğini bilmemiş olsaydı, ölüm meleğinin bu sözü doğ­ru olamazdı. Yine bir başka rivayette: Melek, Hz. Musa’ya: “Rabbinin emri­ne icabet et” demiştir. Bu da meleğin kendisini tanıttığım göstermektedir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allahtır.

Bir diğer açıklama da şöyledir. Hz. Musa çabuk öfkelenen birisi idi. Öfke­lendiği vakit ise, başından duman gibi bir şey çıkar, vücudundaki (sertleşen) kılları> bedeni üzerindeki cübbesini kaldırırdı. Çabucak kızması ise, ölüm me­leğine böylece tokat vurmasına sebep teşkil etmişti. İbnü’l-Arabî der ki: Bu ise, gördüğün gibi (kıymetsiz bir görüştür). Çünkü peygamberler ister hoş­nut oldukları halde, ister kızgınlık halinde böyle bir işi yapmaktan masum­durlar.

Bu konudaki açıklamalardan birisi de -ki bu, görüşler arasında sahih ola­nıdır- şöyledir: Hz. Musa, ölüm meleğini tanımıştı. O meleğin ruhunu kab-zetmek üzere geldiğini de bilmişti. Fakat bu melek muhayyerlik sözkonusu olmaksızın Hz. Musa’nın ruhunu kabzetmekle erar olunduğunu ifade ederek, kati olarak ruhunu almakta kararlı bir eda ile gelmişti. Hz. Musa ise, Peygam­berimiz Muhammed (sav)’ın da açık bir şekilde ifade ettiği şekilde: “Şüphe­siz Allah, muhayyer bırakmadıkça hiçbir peygamberin ruhunu almaz” [90] hu­susunu da biliyordu. İşte bu melek, Hz. Musa’ya bildirilen bu şekilden baş­ka bir üslupla varınca, güçlü ruhi yapısı ve şehameüyle onu te’dibe kalkış­tı ve ona attığı bir tokat iler ölüm meleği için de bir imtihan olmak üzere, gö­zünü çıkardı. Zira bu ölüm meleği, Hz. Musa’ya muhayyer olduğunu açık­ça ifade etmemişti. Bu açıklamanın doğruluğuna delalet eden hususlardan bi­risi de şudur: Ölüm meleği tekrar Hz, Musa’ya geri dönünce, hayat ile ölüm arasında onu muhayyer bıraktı, Hz. Musa da ölümü tercih edip, bu emre tes­limiyetini gösterdi. Allah, gaybını daha doğru ve daha iyi bilendir.

Bu, Musa Ca.s)’ın vefatı ile ilgili olarak söylenenlerin en sahih olanıdır, Mü-fessirler bu hususta öyle bir takım kıssa ve haberler zikretmektedir ki, bun­ların sıhhat derecelerini Allah bilir. Sahih rivayetler ise onlara ihtiyaç bırak­mamaktadır.

Hz. Musa yüzyirmi yıl yaşadı. Rivayet olunduğuna göre Yûşa, vefalından sonra rüyasında onu görmüş ve ona: Ölümü nasıl buldun diye sormuş, o da: “Diri diri bir koyunun derisinin yüzülmesi gibi” diye buyurmuştur. Bu doğ­ru bir ifadedir. Çünkü Hz. Peygamber, sahih hadiste “et-Tezfcîre” adlı eseri­mizde açıkladığımız üzre: “Şüphesiz ölümün bir takım sekerâtı vardır” diye buyurmuştur. [91]

Yüce Allah’ın: -Artık sen de o Kısıklar topluluğu İçin tasalanma” buyru­ğu, üzülme demektir. Şair (îmriuu’l Kays) da bu kelimeyi bu anlamda şöy­lece-kullanmıştır:

“Derler ki: Üzüntü ve kederden helak etme kendini, katlan…” [92]

27- Bir de onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını hak İle oku. Hani onlar, birer kurban sunmuşlardı da, İkisinden blrinlnkl kabul olunmuş, öbürimünki kabul olunmamıştı. O: “Seni mutlaka öl­düreceğim” demişti. Öbürü: “Allah, ancak takvalılardan kabul eder demişti.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağcağız. [93]

1- Su Ayetin Önceki Buyruklarla İlişkisi ve Anlamı İle İki Âdemoğlunun Arasındaki Anlaşmazlığın Sebebi:

“Bir de onlara Âdem’in İki oğlunun kıssasını hak İle oku…” anlamında­ki bu âyet-i kerimenin, kendisinden önceki buyruklarla ilişki yönü, yüce Al­lah’ın, yahudilerin zulmünün, onların söz ve ahidlerini bozmalarının Hz. Âdem’in bir oğlunun kardeşine zulmünü andırdığına dikkat çekmektedir. Ya­ni, Ey Muhammed, yahudiler sana suikast yapmak istemiş olsalar bile şunu bil ki, senden Önce pek çok peygamber öldürmüşlerdir. Kabil de Habili öl­dürmüştür. Kötülüğün geçmişi çok eskilere dayanır. Yani, sen onlara bu kıs* sayı hatırlat. Çünkü bu doğru bir kıssadır. Uydurma sözler gibi değildir Bu­nunla İslam’a muhalefet edenler azarlandığı gibi, Peygamber (sav)’e de bir teselli vardır.

Adem’in iki oğlu ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hasan-i Bas-rî, iki oğlunun Hz. Âdem’in sulbünden çocukları olmadığını, İsrail oğulların­dan iki kişi olduğunu ve Allah’ın bunları yahudilerin kıskançlığını açıklamak üzere misal verdiğini belirtmiştir.

Bu iki kişi arasında bir anlaşmazlık vardı. Bunlar birer kurban sundular. Kurban sunmak ise ancak İsrail oğullan arasında görülen bir olaydır.

îbn Atiyye ise der ki: Bu bir yanılmadır. İsrail oğullarından bir kişi nasıl olur da ölüyü gömme şeklini bilmeyip bu hususta kargaya uyabilir Sahih olan bu iki oğlun, Hz, Âdem’in sulbünden çocukları olduğudur. Müfessirl erden bü­yük çoğunluğun görüşü bü olduğu gibi, îbn Abbas, İbn Ömer ve başkaları da bunu ifade etmiştir. Bu iki kişi, Kabil ve Habil idi.

Kabil’in sunduğu kurban, bir demet başaktı. Çünkü Kabil, ekini olan bir kimse idi. Bu demet başağı ekinleri arasında en bayağılardan seçmişti. Hat­ta bunlar arasında iyi bir başak görünce, onu alıp ovalamış, tanelerini çıkar­tıp yemişti.

Habü’in sunduğu kurban ise -koyun sahibi olduğundan dolayı- bir koç idi. O bunu, koyunlarının en iyileri arasından seçmişti.

-İkisinden birininki kabul olunmuş.” Cennete kaldırılıp yükseltilmişti. Bu koç, Hz. îsmaİlJe fidye olarak gönderilinceye kadar orada otlayıp durmuş­tu. Bunu, Said b. Cübeyr ve başkaları ifade etmiştir,

Mümin olduğu için Habil’in kurbanı kabul olunca, Kabil kendisine kıskanç­lıkla -çünkü o da kâfirdi- : Sen yeryüzünde yürüyeceksin ve insanlar da se­nin benden daha faziletli olduğunu görüp duracaklar ha! Bunun için: “Se­ni mutlaka öldüreceğim” demişti.

Bu kurbanın sunuluş sebebi, denildiğine göre şudur: Havva (Ona selam olsun) her batında biri erkek ve biri dişi olmak üzere ikiz doğururdu. Bun­dan tek istisna Hz. Şis (a.s) idi. O, Şis’i tek başına, ileride geleceği üzere Ha­bil’in yerine doğurmuştu. Adı ise, Hibetullah (Allah’ın bağışı) idi. Çünkü Hz, Cebrail, onu doğurunca Hz. Havva’ya: Bu, Habil’in yerine Allah’ın sana bir bağışıdır (Hibetullah), demişti. Hz. Adem de Hz. Şis’in doğduğu gün yüz otuz yaşında idi.

Hz. Adem, bir batında doğan erkeği, diğer batındaki kız ile evlendirirdi. Hiçbir erkeğe kendisi ile birlikte doğan ikizi helâl kılmıyordu. Hz. Havva, Ka­bil ile birlikte İklimiyâ adında güzel bir kız doğurmuş, Habil ile birlikte ise, Leyuza adında pek güzel olmayan bir kız daha doğurmuştu. Hz. Adem bun­ları evlendirmek isteyince, Kabil: Benimle doğan ikiz kız kardeşimle evlen­meye ben daha layıkım deyince, Hz. Adem ona böyle bir şey yapmamasını emrettiği halde o, bu emre uymadı. Onu azarlayarak vazgeçirmek istediyse de yine vazgeçmedi. Bunun üzerine kurban sunmak üzere ittifaka vardılar.

Bu açıklamayı aralarında İbn Mesud’un da bulunduğu müfessirlerden bir topluluk ifade etmiştir. Hz. Adem’in de kurban sunuluşu esnasında ha­zır bulunduğu rivayet edilmiştir Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yine, bu hususta Cafer-i Sadıktan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Âdem» hiçbir zaman kendi kız çocuğunu kendi oğlu ile evlendirmezdi. Böy­le bir şey yapmış olsaydı, Peygamber (sav) bu işten yüz çevirmezdi Âdem’in dini hiçbir zaman Peygamber (sav)’ın dininden farklı değildi. Yüce Allah, Adem ile Havva’yı yeryüzüne indirip onların bîr araya gelmesini sağlayınca, Hz. Havva bir kız çocuğu doğurdu. O da buna Anâk adını verdi. Bu kız fa­hişelik yaptı. Yeryüzünde ilk fahişelik yapan odur. Allah da üzerine onu öl­düren birisini musallat etti. Daha sonra Hz. Havva, Kabil’i doğurdu, sonra da Habil’i doğurdu. Kabil, olgunlaştnca Allah ona, cinlerin çocuklarından Ce­male adında bir kadını İnsan suretinde gösterdi. Hz. Adem’e de Bunu Kabil ile evlendir, diye vahyettL O da onunla evlendirdi. Habil yetişip olgunlaşın-ca, yüce Allah, Hz. Ademe yine insan suretinde bir huri indirdi. Btf huriye rahim yarattı. Bunun da adı Bezle idi. Habil onu görünce onu sevdi. Allah, Hz. Ademe, Bezle ile Habil’i evlendir diye vahyetti, o da bunu yaptı. Bu se­fer Kabil dedi ki: Babacığım, ben kardeşimden yaşça daha büyük değil mi­yim? Hz, Adem: Evet dedi. Bu sefer Kabil şöyle dedi: O halde ben, senin ona yaptığına ondan daha layık değil miydim? Hz, Adem ona: Oğlum, bana bu gekilde davranmayı Allah emretti. Lütuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine ve­rir. Kabil: Allah’a yemin ederimki hayır böyle değil, onu sen bana tercih et­tin deyince, Hz. Adem şöyle dedi: Haydi birer kurban sununuz. Hanginizin kurbanı kabul olunursa, o fazilete daha layıktır, dedi.

Derim ki: Hz. Cafer’den bu kıssanın sahih olarak nakledilmiş olacağını zan­netmiyorum. Bu konudaki uygun görüş» bizim de naklettiğimiz, bir batında doğan erkeğin, diğer batında doğan kız çocuğuyla evlendirilmesi olmalıdır. Kitab-ı Kerim’de bunun doğruluğuna delil yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Ey insanlar, sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her iki­sinden, de bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun…” (en-Nisa, 4/1) bu ise bu hususta bir nass gibidir. Ancak daha sonra el-Bakara sûre­sinde de önceden açıklanmış olduğu gibi- nesli olunmuştur,

Hz. Havva’dan doğan bütün çocuklar, erkek ve dişi olmak üzere yirmi ba­tından kırk çocuktur. Bunların birincisi Kabil’dir. İkizi, İklîmiyâ’dır. Sonun­cuları ise Abdulmuğîsdir. Daha sonra yüce Allah, Hz. Adem’in neslini müba­rek kıldı. İbn Abbas der ki: Adem, çocukları ve torunları kırk binini bulma­dan önce vefat etmedi. Cafer es-Sadik’tan rivayet olunan: Onun bir kız ço­cuğu oldu ve o fuhuş yaptı, şeklindeki sözüyle ilgili olarak: Peki, kiminle fu­huş yaptı? diye sorulur. Ona, İnsan gibi görünen bir cinni ile mi? Böyle bir şey ise, bu konuda ortada mazeret bırakmayacak bir şekilde sahih bir nak­li gerektirmektedir. Böyle bir nakil ise bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [94]

2- Amellerin Kabul Edilmesi:

Habil’in: “Allah ancak takvâlılardan kabul eder” şeklindeki sözünün makabli hazf edilmiştir. Çünkü Kabil kendisine: “Seni mutlaka öldüreceğim” dediğinde, Habil onaı Ben herhangi bir suç işlememiş olduğum halde ne di­ye beni öldüreceksin? Allah’ın benim kurbanımı kabul edişinde benim gü­nahım yoktur. Ben, O’ndan korktum ve açık hak üzere oldum. Allah da an­cak takva sahiplerinden kabul eder, demişti.

îbn Atiyye der ki: Burada takvadan kasıt, ehli sünnetin icmaı ile şirkten sa­kınmaktır. Her kim muvahhid olarak şirkten sakınırsa, samimi niyyet Üe yap­tığı bütün amelleri makbuldür. Şirk ve masiyetlerden birlikte sakınan takvâ-hya gelince, o kişi, kabulün en yüksek derecesine sahip olur ve son nefesin­de ilahî rahmete mazhar olur. Bu husus, şanı yüce Allah’ın haber vermesiy­le bilinmiştir. Yoksa bu, Allah Ü2erine aklen vacib olan bir şey değildir. Adiy b. Sabit ile başkaları der ki: Bu ümmetin takva sahibinin kurbanı (Allah’a ya­kınlaşması) namazdır.

Derim ki: Bu ise ibadetlerden yalnız bir tür hakkında özel olarak ifade edil­miştir. Bulıarî ise Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayei etmektedir: Rasu-lullah (say) buyurdu ki: “Muhakkak, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöy­le buyurmuştur: Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona savaş ilan etmiş olurum. Benim kulum, kendisine farz kıldığım şeyden daha çok sev­diğim herhangi bir şey ile bana yakınlaşmış olamaz. Kulum, nafileler ile ba­na yaklaşmaya devam eder. Nihayet Ben onu severim. Onu sevdim mi, kendisiyle işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle yakaladığı eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey İsteyecek olursa, an-dolsun ki ona veririm, Ve yine Bana sığınacak olursa, andolsun ben de onu himayeme alırım. Kendisi ölümden hoşlanmazken ona kötülük yapmayı hoşlanmadığım için mü’min bir kimsenin nefsini alırken tereddüt ettiğim ka­dar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmiş değilim,” [95]

28- (Hâbil Kabil’e demişti ki): “Yemin ederim eğer sen beni öldür­mek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi sa­na uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.

29- “Ben dilerim ki sen, kendi günahını da benim günahımı da yük­lenip cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [96]

1- Nefsi Müdafaa:

Yemin ederim eğer sen beni öldürmek İçin bana elini uzatsan da…”

âyetinin anlamı şudur: Sen, beni öldürmek İsteyecek olsan dahi, ben seni öl­dürmek istemem. Bu, onun bir teslimiyet gösterdiğini ifade eder. Haberde ise: “Fitne başgösterdiği takdirde Âdem’in iki oğlunun hayırlıları gibi olun” de­nildiği rivayet edilmiştir. Ebu Dâvud da Sa’d b. Ebi Vakkas’dan şöyle dedi­ğini rivayet eder: Ey Allah’ın RasuLü dedim. (Beni öldürmek kastıyla) evime girse ve beni öldürmek için elini uzatsa (ben ne yapayım)? Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Âdem’in iki oğlunun daha hayırlısı olan gibi ol.”

Sonra da şü: “Temin ederim, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzat-sanda…” âyetini okudu, [97] Mücahid der ki: O dönemlerde onların üzerindeki farz hüküm, herhangi birisinin kılıç çekmemesi ve buna karşılık kendini öldürmek isteyene karşı da korunmaması ve kendisini savunmaması şeklinde idi.

İlim adamlarımız der ki: Bu, Allah’ın kendisine bu şekilde ibadet edilme­si isteğine dair buyruğun varid olmasının caiz olduğu hususlardandır. Şu ka­dar var ki, bizim şeriatimizde saldırganı defetmek icma ile cate kabul edil­miştir. Saldırgana karşı savunmaya geçmenin vücubu hususunda ise görüş ay­rılığı vardır. Daha sahih olan bunun vacib olduğudur Çünkü böyle birşey bi­le münkerden sakındırmaktır. Haşviyye arasında saldırıya uğrayan kimsenin savunmaya geçmesini caiz kabul etmeyen kimseler vardır. Bunlar ise, Ebu Zer’in hadisini delil diye gösterirler. [98]

İlim adamları ise bunu, -et-Tezkıre adlı kitabımızda da açıkladığımız üze­re- fitne zamanında çarpışmayı terk etmeye ve şüpheli hallerde kendisini baş­kasına el uzatmaktan alıkoymaya yorumlamışlardır.

Abdullah b. Amr ile insanların büyük çoğunluğu şöyle demektedir: Habii, Kabil’den daha güçlü olmakla birlikte o, günaha girmekten kaçındı

İbn Atiyye der ki: Daha sahih olan da budur. İşte buradan Kabilin kâfir değil de, sadece bir isyankâr olduğu kanaati güç kazanmaktadır Çünkü, eğer Kabil kâfir bir kimse olsaydı, böyle bir durumda onu öldürmekten çekinme­nin açıklanır bir tarafı olmazdı. Bu gibi durumlarda çekinme, çekinen kim­senin muvahhid bir kimseyi öldürmekten kaçınması ve âhirette mükâfat görmek için de zulmedilmeye razı olması şeklinde açıklanabilir. İşte Osman (r.a) da böyle davranmıştır.

Buyruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Ben, seni öldürme kas­tını güdemem. Sadece kendimi savunma kastıyla davranabilirim. Buna bina­en şöyle denilmiştir: Habil uykuda iken, Kabil gelip -ileride açıklanacağı üze­re- bir taş ile kafasını ezdi.

însanın kendisini öldürmek isteyene karşı kendisini savunması, saldırga­nı öldürmek sonucunu verse dahi caizdir.

Yine şöyle denilmiştir: Sen, beni öldürmek için işe başlayacak olsan da­hi ben, öldürmeyi başlatan olmam. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, bu sözleriyle şunu kastetmek istemiştir: Sen, zulmen ve haksızca bana eli­ni uzatacak olsan dahi, andolsun ben, zulmedecek değilim. Çünkü, şüphe­siz ben, âlemlerin Rabbİ olan Allah’tan korkarım. [99]

  1. Zulmü Başlatmanın Cezası:

Yüce Allah’ın: MBen dilerim ki sen» kendi günahını da benim günahımı da yüklenip*..” buyruğunun anlamı ile ilgili olarak s.öyle denilmiştir: Bunun anlamı, Peygamber (sav)’ın şu hadisinde dile getirdiği anlamın kendisidir: “İki müslüman kılıçlarıyla karşılaşacak olurlarsa, katil de maktul de cehennem­dedir”. Ey Allah’ın Rasulü, katili anladık, maktul ne diye (cehennemde olsun)?. Şöyle buyurdu: “Çünkü o da karşısına çıkanı öldürmeye azmetmişti.”[100] Ade­ta Habil, bu sözleriyle şunu anlatmak istemiş gibidir: Ben seni öldürmek is­temiyorum, Eğer seni öldürmeyi istiyen birisi olsaydım, bana gelecek olan günah da, beni öldürme günahı ile birlikte senin yüklenmeni istiyorum

Anlamın: İşlediğim kusur ve hatalarım hususunda bana has olan günahı­mın da sana gelmesini İstiyorum. Yani benim günahlarım, senin bana zulmet­men sebebiyle alınıp sana verilmesini ve böylelikle beni öldürmen suretiy­le günahımı da yüklenmeni istiyorum. Bu yorumlamayı Hz, Peygamberin şu hadis-i şerifi desteklemektedir: *Kıyame.t gününde zalim ve mazlum getiri­lir. Zalimin iyiliklerinden alınarak, mazlumun iyiliklerine katılır. Tâ ki, ona hakkı verilinceye kadar. Eğer (zalimin) hasenatı yoksa, (yahut kalmazsa) maz­lumun günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır.” Bu hadisi Müslim bu an­lamda rivayet etmiştir. [101] Daha önce geçmiş bulunmaktadır. Bunu yüce Al­lah’ın şu buyruğu da desteklemektedir: ”Andolsun ki onlar, hem kendi (günah) yüklerini, hem de kendi yükleriyle birlikte de başka yükleri yüklene­ceklerdir.” (el-Ankebut, 29/13) Bu husus ise gayet açıktır ve bunun açıkla-namayacak bir tarafı yoktur.

Şöyle de denilmiştir: Bunun anlamı şudur Ben senin hem benim günahı­mı, hem de kendi günahını yüklenmeni istemiyorum. Yüce Allah’ın şu buy­ruklarında (mahzuf bir “enla” edatının varlığı kabul edildiği gibi); “O, sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sabit dağlar bıraktı.* (en-Nahl, 16/15) Ya­ni, sallamasın diye demektir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda da böyledir: “Al­lah size, yanılırsınız diye açıklıyor…* (en-Nisa, 4/176) Yani, yanılmayasınız diye…

Derim ki: Bu görüş zayıf bir görüştür. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyur­maktadır: “Haksız yere bir kişi Öldürüldü mü, mutlaka onun kanından (gü­nahından) o kadar bir pay Adem’in (kan döken) ilk oğluna da verilir. Çün­kü öldürme çığırını ilk açan odur.” [102] Böylelikle ‘(Ademin ilk oğlunun) öldür­mesinin günahının tahakkuk ettiği sabit olmaktadır. Bundan dolayı ilim adamlarının çoğunluğu şöyle demiştir: Buyruğun anlamı şudur: Ben, beni Öl­dürme günahın ile beni öldürmeden önce işlemiş olduğun günahların ile dön­meni istiyorum. es-Sa’lebî der ki; Müfessirlerin çoğunluğunun belirttikleri gö­rüş budur.

Bunun, soru anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani: Ben böyle bir şeyi ister miyim? diyerek bunu istemediğini ifade etmek istemiştir. Nitekim yüce Allah’ın: “Ve bu nimeti sen başıma kakıyorsun” (eş-Şuara, 26/22) buyruğu, sen bunu nimet diye başıma mı kakıyorsun? demektir Bunun böyle olması, Öldürmek istemenin bizzat masiyet olusundan dolayıdır. Bunu, el-Kuşeyrî nak­letmektedir. -Ebu’l Hasen b, Keysân’a da: Mü’min, kardeşinin günah kazan­masını ve cehenneme girmesini nasıl isteyebilir? diye sorulunca: Şu cevabı vermiş: Böyle bir istek, onu öldürmek üzere kendisine elini uzatmasından son­ra gerçekleşmiştir. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan, andolsun ben, sevap kazanmak isteği ile böyle bir şeyden uzak duracağım. Bu seter ona şöyle soruldu: Peki nasıl olur da: Sen kendi günahım da benim günahımı da diye söylemiş ? Öldürüldüğüne göre onun hangi günahı vardır? Dedi ki: Böyle bir soruya üç türlü cevap verilir: Bu cevapların biri şudur: Beni öldürmenin günahı ile kendisi sebebiyle kurbanının kabul olunmasını engelleyen günahın sebebiyle. Bu görüş, Mü-cahid’den de rivayet edilmektedir. İkincisi: Beni öldürmenin günahı ile bana saldırma günahım yüklenmeni istiyorum. Çünkü, fiilen öldürmese dahi, saldırmak dolayısıyla da günah kazanabilir. Üçüncü cevap: Ona, öldürmek için elini uzatacak olsaydı günah kazanırdı. Böylelikle bu işten vazgeçtiği tak­dirde, bu kazanacağı günahın kargı tarafa döneceği görüşüne sahip oldu. Bu ise kişinin şu sözünü andırıyor: Mal, onun ile Zeyd arasında (ortaklaşadır) Yani» her ikimizin günahını senin kazanmam İstiyorum, anlamındadır.

Aslında eve dönmek demektir. Yüce Allah’ın: Allak’tan bir gazap ile geri döndüler* (el-Bakara, 2/61) buyruğunda olduğu gibi Bakara sûresinde buna dair açıklamalar (işaret edilen âyetin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Şair de der ki:

“(Kısas dolayısıyla) kana karşılık kana dönülmesin, diye birtakım hükümdarlar bize saldırmaktan vazgeçmez, mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar,”

Cehennemliklerden olasın… buyruğu, o dönemlerde mükellef olduk­larına ve mükâfaat ve ceza va’dlerine muhatap olduklarına delildir. HabÜ’in kardeşi Kabil’e: “Cehennemliklerden olasın” sözü, onun kâfir olduğuna de­lil gösterilmiştir. Çünkü, cehennemliklerden ifadesi, Kurân-ı Kerimde nere­de geçmişse, kâfirler hakkında varid olmuştur. Ancak, bu görüş burada da­ha önce âyetin tevili ile ilgili olarak ilim ehlinden naklettiğimiz görüşlerle red-dolunur. Buna göre, “cehennemliklerden olasın” buyruğunun anlamı, sen orada olduğun sürece… şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [103]

30- Nihayet nefsi kendisine kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi. Onu öldürdü. O da hüsrana uğrayanlardan oluverdi.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [104]

1- Nefsin Kötü İsteklerine Uymanın Sonucu:

Yüce Allah’ın: “Nihayet nefsi kendisine… kolay gösterdi” buyruğu, nef­si kendisine işi kolay gösterdi, süsledi, buna teşvik etti, kardeşini öldürme­sinin kolay ve rahat yapılabilir birşey olduğunu canlandırdı, demektir. el-He-

revî der ki: ile “itaat etti” aynı anlamdadır. Birşeyi isteyerek yapma­yı anlatmak üzere, denilir. Anlamının Kardeşini öldürmek hususunda nefsi kendisine itaat etti şeklinde olduğu ve harfi cer hazf edildiği için, “öldürme” anlamındaki kelimenin mansub geldiği de söylenmiştir.

Rivayet olunduğuna göre, Kabil kardeşini nasıl öldüreceğini bilmiyordu. O bakımdan îblis, bir kuş -veya bir başka hayvan- getirip, Kabil kendisine ha hususta uysun diye, başını iki taş arasında ezdi. O da böyle yaptı. Bu açık­lamayı İbn Cüreyc, Mücahid ve başkaları yapmışlardır,

İbn Abbas ile îbn Mes’ud da derler ki: Kardeşini uyurken buldu, bîr taş ile kafasını ezdi. Bu olay ise, -Mekkede’ki bir dağ olan- Sevr’de olmuştu. Bunu da İbn Abbas söylemiştir. Bunun, Hıraya yakın olan Akabe yakınlarında ol­duğu da söylenmiştir. Bunu da Muhammed b. Cerjr et-Taberî nakletmiştir.

Caferes-Sadık ise der ki: Bu öldürme olayı, Basra’da Mescid-i Azamın bu­lunduğu yerde cereyan etmiştir. Habilt Kabil tarafından öldürüldüğünde yirmi yaşında idî.

Şöyle de denilmektedir: Kabil tabiatı gereği öldürmenin mahiyetini biliyor­du. Çünkü insanoğlu öldürmeyi fülen görmemiş olsa dahi, tabiatı dolayısıy­la insanın fani olduğunu ve canını telef etmenin mümkün olduğunu bilir. Bun­dan dolayı aldığı bir taş ile kardeşini Hindistan’da öldürdü. Doğrusunu en İyi bilen Allah’tır.

Kardeşini öldürdükten sonra pişman oldu. Oturup baş ucunda ağlamaya başladı. Bu sırada iki karga geldi, birbirleriyle kavgaya tutuştu. Kargaların bi­ri diğerini öldürdü. Daha sonra ona bir çukur kazıp gömdü. Katil de karde­şine aynı şeyi yaptı.

-Bir sonraki âyette geçecek ve “ceset” diye meali verilen kelime­si ile avret kastedilir Bu kelime ile maktulün leşinin kastedildiği de söylen­miştir.

Daha sonra Kabil, Yemen’de Aden topraklarına kaçıp gitti. İblis yanma va-np ona dedi ki: Ateş. senin kardeşinin kurbanını alıp götürdü. Çünkü o, ate­şe ibatlet eden bir kimse idi. Haydi sen de, hem senin, hem de soyundan ge­leceklerin mabudu olsun diye bir ateş yak. O da bunun üzerine ateş evi (ateş-gede) inşa etti. Denildiğine göre ateşe ilk lapan kişi odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

İbn Abbastan şöyle dediği rivayet edilmiştir; Kabil kardeşini öldürünce, Adem Mekke’de bulunuyordu. Bu öldürmenin akabinde, ağaçlarda diken ol-dut yiyeceklerin tadı değişti. Meyveler ekşidi, sular tuzlu oldu. Yeryüzü toz-toprağa bulandı. Bunun üzerine Adem (a.s) şöyle dedi: Yeryüzünde önemli bir olay meydana gelmiş olmalı. Hindistan’a gitti, Kabil’in Habil’i öldürmüş olduğunu gördü.

Yine şöyle denilmiştir: Adem’in yanma giden Kabil’in kendisidir. Yanına varınca ona Habil nerede diye sordu, o da: Bilemiyorum dedi. Sanki beni onu korumakla mı görevlendirdin? Adem ona dedi ki yoksa o kararlaştırdığını mı yapan? Allah’a yemin ederim onun kanı şöyle seslenir: Allah’ım, Habilin ka­nını içen bir arza lanet et. Rivayet olunduğuna göre, o andan itibaren yer, ka­nı çekmez oldu.

Daha sonra Adem, yüzyıl boyunca gülmedi. Nihayet bir melek ona gelip: “Hayyakellahu Ya Adem ve Beyyâk” dedi. Hz. Adem: Beyyâk da ne demek oluyor, deyincet güldürsün demektir, dedi. Bu açıklamayı da Mücahid ile Sa­lim b, Ebi’1-Ca’d yapmıştır.

-Habil’in öldürülüşünden beş yıl sonra- Adem yüzotuz yaşına basınca, Şi’â adındaki çocuğu dünyaya geldi. Bunun anlamı ise Hibetullah (Allah’ın ba­ğışı) demektir. Yani, Habil’in yerine Allah’ın bağışladığı.

Mukatil der ki: Kabil’in Habil’i öldürüşünden önce yırtıcı hayvanlar ve kuş­lar Hz. Ademden ürküp kaçmıyordu. Fakat Kabil, Habil’i öldürünce, hayvan­lar ondan kaçtı. Kuşlar havaya, yabani hayvanlar çöllere, yırtıcı hayvanlar da ormanlara çekildiler. Durumun değişmesi üzerine Hz. Adem’in, es-Sa’le-bi’nin de başkalarının da naklettiği ve şu beyitlerin de yer aldığı bir çok be­yitten oluşan bir şiir söylediği rivayet edilmektedir:

“Değişti yerler ve üzerindekiler Yeryüzü değiştirildi çirkinleşti Tadı ve rengi olan herşey değişti O güzel güleç yüz çok azaldı.”

el-Kuşeyri ve başkaları der ki: îbn Abbas dedi ki: Adem şiir söylememiş­tir Muhammed ve diğer bütün peygamberler de şiir yasağı konusunda ay­nı hükümdedir Fakat, Habil öldürülünce babası Adem, Süryanice konuştu­ğu için o dilde ona ağıt yaptı. O bakımdan bu, Süryanice bir ağıt olup, o bu­nu, oğlu Şişe vasiyet yoluyla vermiş ve şöyle demişti: Sen benim vasimsin. Nesilden nesile aktarılması için bu sözlerimi belle. Onun bu mersiyesi, Ya’rub b. Kah tan dönemine kadar bazı bölümleriyle ezberlenmiş oldu. Ya’rub bunları arapçaya tercüme edip şiir haline soktu. [105]

  1. Günahı İlk Olarak İşleyenlerin Durumu:

Enes yoluyla gelen bir hadiste şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygam­ber (sav)’a sah günü hakkında soru sorulunca şöyle buyurmuş: “O gün kan günüdür. Havva o günde ay hali oldu ve o günde Adem’in oğlu öbür karde­şini öldürdü.” [106]

Müslim’in Sahih’inde ve başkalarında Abdullah (b. MesJud)’ın şöyle dedi­ği sabittir: Ra sulu İlah (sav) buyurdu ki: “Haksız yere bir kişi öldürüldü mü, mutlaka onun kanından (günahından) o kadar bir pay, Âdem’in (kan döken) ilk oğluna da yazılır. Çünkü öldürme çığırını ilk açan odur.” [107]

Bu ise, böyle bir günahın ona da yazılışının illetini nass ile açıkça ortaya koymaktadır Bu itibarla secde etmemek suretiyle Allah’a asi gelen herkesin masiyeti ve günahı kadar İblis’e de günah verilmesi sözkonusudur. Çünkü, secde etmemekle Allah’a ilk isyan eden odur. Aynı şekilde Allah’ın dininde caiz olmayan bir takım bid’at ve hevalan ihdas eden herkesin durumu da böy­ledir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; “Her kim. lalamda güzel bir çığır açarsa, o kimseye hem onun ecri hem de Kıyamet gününe kadar onunla amel edeceklerin ecri (kadar ecir) verilir. Kim de İslamda kötü bir çığır açacak olur­sa, o kişiye hem o kötü işinin günahı, hem de Kıyamet gününe kadar onun­la amel edeceklerin günahı (kadar) günah yazılır.” [108]

Bu hadis-i şerif de hayır ve şer hususlarında açık bir nasstır. Yine Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: ‘Ümmetim için en çok korktuğum şey, saptırı­cı önderlerdir.” [109]

Bütün bunlar, âyet-i kerimenin anlamını dile getiren gayet açık ifadeler ve sahih naslardır. Bu husus iset böyle bir günahı işleyen kimsenin o masiyet-ten tevbe etmemesi halinde sözkonusudur, Çünkü Hz. Adem, kendisine yasak kılınan şeyi yemek hususunda emre ilk muhalefet eden kişi oldu. Bu­nunla birlikte ondan sonra gelenler arasında yasak kılınmış şeyleri yediği ve içtiğinden dolayı günah kazananların günahından Hz. Adem’e yazılmayaca­ğı icma ile kabul edilmiştir. Zira Adem, bu işten dolayı Allah’a tevbe etmiş, Allah da tevbesini kabul etmişti. Böylelikle o, hiçbir suç işlememiş gibi ol­du. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hz. Adem, bu konudaki sahih görüşe bi­naen unutarak yasak kılınan şeyi yemişti. Nitekim biz bu hususu el-Bakara sûresinde (2/35. ayet 10. başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Unutarak günah işleyen bir kimse ise, günahkâr da olmaz, sorgulanmaz da. [110]

3- Kıskancın Durumu:

Bu âyet-i kerime, kıskanç kimsenin durumuna dair açıklamalar da ihtiva etmektedir. Öyle ki, kıskançlık kişiyi bazan kendisine en yakın akrabayı, ken­disiyle akrabalık bağı en sıkı olan bir kimseyi, en çok şefkat göstermesi ve ona gelebilecek zaran herkesten çok önlemesi gereken, kendisine en yakın bir kimseyi öldürmek suretiyle telef etmeye kadar götürebilir. [111]

4- Hüsranın Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “O da hüsrana uğrayanlardan oluverdi” sevaplarım kay­bedenlerden oluverdi demektir. Mücahid der ki: Katilin ayağı, o günden iti­baren kıyamet gününe kadar bacağından baldırına asılı kalacaktır. Yüzü gü­neşin doğduğu tarafa döndürülecektir. Yazın üzerinde ateşten bir gölgelik, kışın da üzerinde kardan bir gölgelik vardır. İbn Atiyye der ki: Eğer bu sa­hih ise, işte yüce Allah’ın: “Hüsrana uğrayanlardan oluverdi* buyruğunun ihtiva ettiği hüsranın bir kısmı budur. Aksi takdirde hüsran, esasen hem dün­ya hem de âhiretteki hüsranı kapsar.

Derim ki: Belki de bu, o kâfir değil de isyankâr bir kimse idi, diyenlerin görüşlerine göre cezasıdır. O takdirde buyruğun anlamı: “O da” dünyada “hüs­rana uğrayanlardan oluverdi™ demek olur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [112]

  1. Sonra Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göster­mek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. “Yazıklar olsun ba­nal Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz mi oldum” dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [113]

1- Ademoğlunun Gömmeyi Öğrenmesi:

Yüce Allah’ın: “Sonra Allah ona… yeri eşeleyen bir karga gönderdi” buy­ruğu ile ilgili olarak Mücahid şöyle demiştin Allah iki karga gönderdi. Bun­lar birbirleriyle kavga ettiler. Sonunda biri diğerini öldürdü, sonra da yeri eşe­leyerek bir çukur kazıp onu gömdü, Hz. Adem’in bu oğlu ise ilk öldürülen kişi olmuştu.

Yine şöyle denilmiştir; Karga yeri, yiyeceğini ihtiyaç duyacağı zamana ka­dar gizlemek üzere eşelemişti. Çünkü böyle yapmak kargaların adederinden-dir. Kabil de bunu görünce kardeşini nasıl saklayıp gömeceğini anlamış oldu.

Rivayet olunduğuna göre Kabil, Habil’i öldürdükten sonra onu bir çuva­la koymuş ve omuzunda yüz yıl süreyle durmaksızın taşıyıp yol almıştır. Bu­nu Mücahid söylemiştir İbnül-Kasım ise Malikten bir sene taşıdığını rivayet etmektedir. îbn Abbas da böyle demiştir. Onun, kardeşinin cesedini kokun-caya kadar taşıdığı da söylenmiştir. O, -önceden de geçtiği üzere- bu husus­ta kargaya uyuncaya kadar ona ne yapacağım bilemiyordu.

Rivayet edilen haberde Enes’in şöyle dediği nakledilmektedir; Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah, Ademoğlu’na üç şeyden sonra üç şeyi lütfedip vermiştir. Nuh (un alınmasın) dan sonra kokmayı vermiştir. Eğer, Nuh’un alınışından sonra cesed kokmayacak olsaydı» hiçbir candan dost can­dan sevdiği kimseyi gömmezdi. Yine cesedde kurtlanmayı (lütfetmiştir). Eğer cesette kurtlanma olmasaydı, kırallar bu cesedleri hazine gibi saklardı. Kendileri için bunlar dinar ve dirhemlerden daha hayırlı olurdu. Yaşlılıktan sonra da ölümü (lütfetmiştir). Çünkü kişi yaşlanır ve öyle bir zaman gelir ki, kendisi kendisinden usanır, ailesi, çocukları ve yakınları dahi ondan usanır. O bakımdan ölüm onun için daha bir setredicidir.” [114]

Bazıları da şöyle demiştir: Kabil defnetmeyi bilirdi. Fakat kardeşini hafi­fe almak için onu açıkta bırakmış gömmemişti. Bunun üzerine yüce Allah, Habil’in üzerine gömmek kastıyla toprak saçan bir karga gönderdi. Bunun üzerine kardeşi: “Yazıklar olsun bana. Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum, dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu”. O, bu sözlerini yüce Allah’ın, Habil’e üstünü toprakla örtecek şe­kilde bir karga göndermek suretiyle lütufta bulunduğunu görünce söylemiş­ti. Bu pişmanlığı, tevbeden kaynaklanan bir pişmanlık değildi.

Yine denildiğine göre onun pişmanlığı, kardeşini öldürdüğü için değil, kay­bettiği içindi. Böyle bir pişmanlık duymuş olsaydı bile gerekli şartlarını ta­şımaktan uzak olurdu. Veya pişmanlık duymakla birlikte bu pişmanlığı devam etmedi. İbn Abbas der ki: Eğer onu öldürdüğü için pişmanlık duymuş olsaydı, onun bu pişmanlığı bir tevbe olurdu,

Yine şöyle denilmektedir: Adem ile Havva Habil’in kabrine gittiler ve gün­lerce onun kabri başında ağlayıp durdular. Daha sonra Kabil bir dağın tepe­sinde bulunuyorken, bir öküz gelip ona bir tos vurdu, o da aşağıya düştü ve paramparça oldu.

Şöyle de denilmektedir: Hz. Adem ona beddua etti, bunun üzerine yerin dibine geçti* Yine denildiğine göre, Kabil Habil’i öldürdükten sonra yabanî-leşti ve çöllere çıktı. Ancak, yabani hayvanlardan yiyeceklerini sağlayabili­yordu. O bakımdan yabani bir hayvan ele geçirdi mi, onu ölünceye kadar şid­detle, darbelerle vurur, sonra da onu yerdi. îbn Abbas der ki: O bakımdan Adem’in oğlu Kabilden bu yana darbe ile öldürülmüş hayvanı yemek haram olagelmiştir. İnsanoğullan arasında cehenneme ilk sürülecek olan kişi de odur Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunda ifade edilmektedir: “Rabbimiz> cinlerden ve insanlardan bizi saptıran o iki kişiyi bize göster.” (Fussilet, 41/29) İblis cinlerden kâfirlerin başı, Kabil de insanlar arasında günahın başıdır. Nitekim ileride buna dair açıklamalar yüce Allah’ın izniyle Fussilet sûresinde (belir­tilen âyet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. Şöyle de denilmiştir: O dönem­de pişmanlık tevbe sayılmıyordu. Bütün bunların gerçeğini ise yüce Allah en iyi ve en sağlam bilendir.

Âyetin zahirine göre Habil, Ademoğullan arasında ilk ölen kişidir. Bundan dolayı ölenlerin gömülmesine dair İşlemler bilinmemekte idi. Taberî de İbn İshâk’tan, o, geçmişlerin kitaplarında bulunanları bilen ilim ehli birisinden böylece nakletmiştir.

Yüce Allah’ın:” EşeleyetTin anlamı isef gagasıyla toprağı açıp ye­rinden kaldıran demektir. Bundan dolayı da Berâe (et Tevbe) sûresine (.ay­nı kökten gelen) el-Buhüs sûresi adı verilmiştir. Çünkü bu sûre, münafıkla­rı araştırıp açığa çıkarmıştır.

Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

“İnsanlar örtseler beni, ben de örtünerek saklanırım onlardan Şayet beni araştırıp açığa çıkaracak olurlarsa, onlar hakkında da

araştırmalar sözkonusııolur.”

Meselde de: (İnce şeyleri araştırmaktan kinaye ola­rak) Bıçağı dahi araştıran kimse gibi olma” denilmektedir. Şair de der ki:

“Toprak altında gömülü bir bıçağı, kalkıp ayağı ile toprağı eşeleyerek” çıkartan kötü bir dişi keçi gibidir.” [115]

2- Allah’ın Kargayı Gönderişindeki Hikmet ve Ölüyü Gömmenin Hükmü:

Yüce Allah, Âdemoğlu’na gömmenin keyfiyetini göstermek hikmetine bi­naen karga göndermişti. İşte şanı yüce Rabbimizin: “Sonra onu öldürüp kab­re koy (dur)du* (Abese, 80/21) buyruğunun anlamı budur. Böylelikle göm­me hususunda karganın yaptığı iş, insanlar arasında kalıcı bir sünnet oldu.

Bütün insanlar üzerine bu bir farz-ı kifayedir Onlardan bir bölümü bu işi yerine getirdiği takdirde, diğerlerinin üzerindeki Bil farziyet sakıt olur. İnsan­lar arasında özellikle bu işi yapması gerekenler, ölene en yakın olan akra­balarıdır. Sonra komşuları gelir, sonra diğer müslümanlar.

Kâfirleri gömmeye gelince, Ebu Dâvud, Hz. Ali’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (sav)’a dedik ki, senin yaşlı ve sapık amcan ölmüş bulunuyor. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Git ve babanı toprağın altına göm. Daha sonra da yanıma gelinceye kadar başka hiçbir iş yapma.” Gittim, onu gömdüm ve Hz. Peygamberin yanına geldiğimde bana yıkanmamı emretti ve bana dua etti.[116]

3- Kabir île İlgili Hükümler:

Kabrin geniş olması ve güzel kazılması müstehabtır. Çünkü İbn Mace, Hi-şam b. Âmir (r.a)’dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (say) buyur­du ki: “(Kabri) kazınız, genişletiniz ve güzel yapınız.” [117]

el-Edra’ es-Sülemî’den de şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir gece Pey­gamber (sav)’ı korumak üzere geldim. Yüksek sesle Kur’ân okuyan birisini işittim. Peygamber (sav) çıkınca, Ey Allah’ın Rasulü dedim. Bu, riyakârlık ya­pan birisidir. O kişi, Medine’de vefat etti. Techizirii bitirdiler, naaşım taşıdı­lar, Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ın ona şefkatle davrandığı gibi siz de ona şefkatli olunuz. Çünkü bu kişi Allah t ve Kasulünü seven bir kimse idi.” Hz. Peygamber, mezarının kazılmasında hazır bulundu ve şöyle dedi:

“Onun için (kabrini) geniş tutunuz.” Ashabından birisi, Ey Allah’ın Rasulü, onun için üzüldün mü deyince, Hz. Peygamber; Evet, diye buyurdu. Çünkü o, Allah’ı ve Rasulünü seven bir kimse idi,” Bu hadisi İbn Mace, Ebu Bekr b. Ebi Şeybe’den, o, Zeyd b. el-Hubâb’dan, of Musa b. Ubeyden o, Said b. Ebi Said yolu ile… rivayet etmiştir. [118]

Ebu Ömer b. Abdi’t-Berr der ki: Edrâ’s-Sülemî, Peygamber (sav)’den tek bir hadis rivayet etmiştir. Ondan da Said b, Ebi Said el-Makburi hadis riva­yet etmiştir. Hişam b. Âmir b. Umeyye b. el-Hashâs b. Âmir b. Ganm b. Adiy b. en~Neccâr el-Ensarî ise, cahiliye döneminde Şihab diye bilinirdi. Peygam­ber (sav) onun adını değiştirip ona Hİşam adını vermiştir. Babası Âmir, Uhud günü şehid düşmüştü. Hişam da Basra’da yerleşmiş ve orada ölmüş­tür. (İbn Abdi’l-Berr) bunu, “el-İsâbe fî-Temyizi’s Sahabe” adlı kitabında zikretmiştir. [119]

4- Kabrin Kazılış Keyfiyeti:

Şöyle de denilmiştir: Lahd yapmak, yarmaktan daha faziletlidir. Çünkü Ra-sulullalı (sav) için Allah’ın seçtiği odur. Zira Peygamber (sav) vefat ettiğin­de Medine’de iki kişi vardı. Bunlardan birisi lahd şeklinde kabir kazardı, öbü­rü de lahd yapmazdı, İlgililer; Bunlardan kim daha erken gelirse o kendi bil­diği şekilde kabir kazsın, dediler, Lahd şeklinde kabir kazan kişi geldi ve Ra-sulullah (sav)’a lahd şeklinde kabir kazdı. Bunu Malik Muvatta’ında, Hişam b- Urve’den, o babasından rivayet ettiği gibi, [120] İbn Mace de Enes b. Malik ve Aişe (r.anhuma)’dan rivayet etmiştir. [121]

Sözü geçen bu iki kişi ise, Ebu Talha ve Ebu Ubeyde idiler. Ebu Talha lahd şeklinde kabir kazar, Ebu Ubeyde ise yank şeklinde kabir açardı. Lahd; o top­rak sert ise kabrin yan tarafında ölünün içine bırakılacağı bir çukur kazmak şeklinde olur. Sonra bunun üzerine taş dizilir, sonra da toprak dökülür.

Sa’d b, Ebi Vakkas, vefatıyla neticelenen hastalığında şöyle demişti: Bana, Rasulullah (sav)a yapıldığı şekilde uygun bir lahd yapınız, sonra üzerime taş­lan dikiniz… Bunu da Müslim rivayet etmiştir. [122]

Yine İbn Mace ve başkaları İbn Abbastan şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Lahd bizim içindir, yarmak ise bizden başkaları içindir.” [123]

5- Cenazeyi Kabre Koyarken Yapılacak Dualar:

İbn Mace, Said b, el-Müseyyeb’den şöyle dediğin rivayet etmektedir: İbn Ömer ile birlikte bir cenazede hazır bulundum. Cenazeyi lahde koyunca şöy­le dua etti: Allah’ın adıyla, Allah yolunda ve Rasulullah (sav)’ın dini üzere.” Lahd’in üzerinde tablan düzgün bir şekilde düzeltmeye koyulunca da şöyle dedi:

Allahım, sen onu şeytandan ve kabir azabından muhafaza buyur. Allah’ım, her iki yanından da yeri ondan uzaklaştır kabrini genişlet. Ruhunu yücele­re çıkar ve onu nezdinden bir rıza ile karşıla.”

Dedim ki, Ey İbn Ömer» sen bunu Rasulullah (sav>’dan mı işittin, yoksa ken­di görüşüne göre mi bu sözleri söyledin. Dedi kî: Benim söz söylemeye gü­cüm yetebilir (mi)? Bu, aksine Rasulullah (.savadan işitmiş olduğum bir söz­dür. [124]

Ebu Hureyre’den de rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) bir cenaze­nin namazını kıldıktan sonra ölenin kabrine gitti ve başı tarafından üzerine üç defa toprak attı. [125] İşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili bulunan hükümlerdir.

Yazıklar olsun bana” kelimesinde aslolan şeklidir. Daha sonra “ya” harfi “elife değiştirilmiştir, el-Hasen ise, aslına uygun olarak “ya” ile okumuştur. Birincisi ise daha fasihtir Çünkü, nida halinde “ya” harfinin hazf edilmesi daha çok görülür. Bu iseT Arapların helak oluş halinde söyle­dikleri bir sözdür. Bu açıklama Sibeveyh’e aittir. el-Esmaî der kir Uzak­lık, demektir.

el-Hasen: “AcJz mi oldum” anlamındaki kelimenin “cim” harfini -üstün ye­rine- esreli olarak; diye okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu, şaz bir söy­leyiştir. Çünkü, kadının kalçaları büyük olduğu takdirde; denilir Ancak, birşeyden aciz olunması halinde ise; şeklinde “cim” harfi üs­tün olarak okunur. Mastarı da: şeklinde gelir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [126]

32- Bundan dolayı, İsrail oğullanna şunları yaddık: Kim bir kimse­yi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmak­sızın öldürürse, bütün İnsanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diriltirse, bütün İnsanları diriltmiş gibi olur. AndoLsım, peygamberlerimiz onlara apaçık âyetlerle gelmişlerdi. Sonra yi­ne de İçlerinden birçoğu bunların arkasından yeryüzünde taş­kınlık etmektedirler.

Yüce Allah’ın: “Bundan dolayı…” yani bu katilin ve onun işlediği cürmün bir sonucu olarak… ez-Zeccâc der ki: Onun işlediği cinayetinden dolayı de­mektir Nitekim cinayet işleyen bir kimse hakkında; Ki§i, ahalisinin aleyhine bir cinayet işledi denilir. Bab ve maştan itibariyle bu fiil; gibidir.

Şair el-Hİnnevt (veya Havvat b, Cübeyr) der ki:

“Ve aralarında bulunduğum kıldan çadır ahalisi

Hemen savaşa tutuştular ve o cinayetin sebebi ben idim.

Bunun anlamının, üzerlerine bu cinayeti çeken ben oldum şeklinde oldu­ğu da söylenmiştir. Adiy b. Zeyd de der ki:

“Evet, şüphesiz Allah sizi üstün kılmıştır. Bellerine sağlamca peştemal bağlayan herkesten.”

Bunun aslı “çekmek”dir. “Ecel” de buradan gelmektedir. Çünkü, her ki­şi önceden takdir edilmiş bir vakte doğru çekilmektedir. “Ayn” harfi ile “Âcil : çabuk, erken”in zıddı olarak; (hemze ile); “Âcil” de buradan gelmek­tedir. Bu ise, önceki bir hususun kendisine doğru çektiği şey anlamına ge­lir. Evet anlamına kullanılan “Ecel” de buradan gelmektedir. Çünkü bu da ken­disine doğru çekilen şeye bir bağlılığı ifade etmektedir. Yaban öküzü sürü­sü anlamına gelen * el-İcl” de buradan gelmektedir. Çünkü, bu öküzlerin bi­ri ötekine doğru çekilir. Bu açıklamaları er-Rummânî yapmıştır.

Yezid b. el-Ka’kâ Ebu Cafer de; Bundan dolaylı buyruğunu “nun” harfini esreli ve lıemze’yi hazfederek, şeklinde okumuş­tur ki, bu da bir söyleyiştir. Bu kıraate göre ifadenin asli; şeklin­de olup, hemze’nin esresi “nun”a verilerek hemze hazf edilmiştir. Diğer ta­raftan şöyle de denilmiştin Yüce Allah’ın: Bundan dolayı* buyruğunun daha önce geçen “pişmanlık duyanlardan” anlamında buyru­ğun taalluk etmesi de mümkündür. Bu durumda, üzerinde va­kıf yapılır. Bunun, kendisinden sonra gelen; yazdık” e taalluku da mümkündür. Buna göre; bir söz başlangıcı olur. Bundan önce ge­len, ile ifade tamamlanmış olur. İnsanların çoğu bu görüştedir. Ya­ni, bu musibet dolayısıyla biz bunu yazdık, anlamındadır.

Kendilerinden önce öldürmenin haram kılındığı bir takım ümmetler geç­miş olmakla birlikte özel olarak İsrail oğullarının anılmasının sebebi insan­ların öldürülmesi dolayısıyla azap tehdidinin yazılı olarak üzerlerine indiği ilk ümmetin kendileri oluşudur. Bundan önce bu tehdit, mutlak olarak söz şeklinde varid olmuştu. İsrail oğullarına bu emir, tuğyanları ve kan dökme­leri sebebiyle yazılı emir verilmek suretiyle iş daha bir ağırlaştırılmış oldu.

“Bîr kimseye… karşılık olmaksızın” buyruğunun anlamına gelince: Bir kimce, birisini öldürmek suretiyle öldürülmeyi hak etmeksizin demektir. Şanf yüce Allah, şu üç husus sebebiyle olması dışında bütün şeriatlerde öl­dürmeyi haram kılmıştır: İmandan sonra küfür, mulısan oluştan sonra zina etmek ve zulmen ve haksızca saldırarak birisini öldürmek.

“Veya yeryüzünde bozgunculuk olmaksızın.” buyruğundan kasıt, şirktir, Yolkesicilik olduğu da söylenmiştir.

el-Hasen; Veya bozgunculuğa” buyruğunu, şeklin­de nasb ile ifadenin baş tarafının delalet ettiği ve şu takdirde mahzuf bir fiil olduğunu var kabul ederek nasb ile okumuştur: Veya yeryüzünde bir fesat çıkartmaya karşılık… Buna delil ise, yüce Allah’ın: “Kim, bir kim­seyi bir kimseye… karşılık olmaksızın” buyruğudur. Zira bu, fesadın en bü­yü ki erindendir.

Ancak, genel olarak diğer kurra bu kelimeyi esreli olarak; şeklinde nefs kelimesine mana yoluyla matuf olarak, veyahut da; Bozgun­culuğa karşılık olmaksızın, takdirinde okumuşlardır.

“Bütün insanları öldürmüş gibi olur” buyruğundaki bu benzetmenin sıralanışı hususunda müfessirlerin ifadeleri birbirine uygun değildir. Çünkü, bütün insanları topluca öldüren kimsenin alacağı ceza, tek bir kişiyi öldüre­nin alacağı cezadan daha fazladır.

İbn Abbastan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bunun anlamı şudur: Kim bir peygamberi yahut adil bir yöneticiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gi­bidir. Kim de böyle birisini güçlendirmek ve ona yardımcı olmak suretiyle diri tutarsa, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Yine İbn Abbas’tan şöyle de­diği rivayet edilmiştir: Anlamı gudur: Her kim, tek bir kişiyi öldürür ve onun öldürülme yasağını çiğneyecek olursa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de Allah’tan korkarak bir canı öldürmeyi terkeder, onun öldürülme yasağı­nı çiğnemez ve hayatta kalmasına sebep teşkil ederse, bütün insanlığı dirilt­miş gibi olur.

Yine ondan başka gelen rivayete göre buyruğun anlamı şöyledir: Öldürül­müş olana göre bütün insanları öldürmüş gibi olur, onu hayatta bırakan ve helak olmaktan kurtaran kimse de o kurtarılan kimseye göre bütün insanla­rı diriltmiş gibi olur.

Mücahid de der ki: Yani, kasti olarak mümin bir kimseyi öldüren kimse­ye Allah cehennemi ceza olarak belirlemiş, ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır. Buyuruyor ki: Şayet bütün insan­ları öldürmüş olsaydı, böyle bir azaptan daha fazla ona azap edilmeyecek­ti. Kim de öldürmeyip bundan uzak durursa, onun sebebiyle de insanlar ha­yatta kalmış olurlar.

İbn Zeyd de der ki: Yani, her kim birisini öldürecek oiursa ona, adeta bü­tün insanları öldürmesi halinde gereken ceza gibi kısas cezası gerekir. Her kim de bir canı diriltirse, yani kendisi lehine başkasını öldürme hükmü sa­bit olduğu halde o kimseyi affederse dernektir. el-Hasen de böyle açıklamış­tır. Yant bu, güç yetirdikten sonra affetmek demektir

Şöyle de denilmiştir: Bu şu demektir: Kim birisini öldürürse, bütün mü’min-ler onun hasmıdırlar. Zira o, hepsini o mü’minden mahrum bırakmıştır. Kim de mü’min bir cam diriltirse, o da bütün insanları diriltmiş gibi olur. Yani, herkesin ona teşekkür etmesi gerekir. Şöyle de denilmiştir: Birtek katilin güna­hı, hepsini öldürenin günahı gibi değerlendirilmiştir. Yüce Allah ise diledi­ği hükmü koyabilir.

Bir başka açıklama da şöyledir: Bu hüküm, aleyhlerine cezanın daha da ağırlaştırılması için İsrail oğullarına hastır.

İbn Atiyye ise der ki: Özet olarak benzetme -söylenildiğine göre- bütü­nüyle vakidir. Bir kişi hakkında bu yasağı çiğneyen bir kimse, bizzat herkes hakkında aynı yasağı çiğnemiş gibi kabul edilir. Buna bir örnek verilecek olur­sa: İki kişi» meyvelerinden hiçbir şeyin tadına bakmamak üzere iki ağaç hak­kında yemin edecek olsalar, onlardan birisi kendi yemin ettiği ağacın mey­vesinden bir miktar yese, diğeri de ağacının meyvesinin tamamını yiyecek olsa, her ikisi de eşit olarak yeminlerini bozmuş olurlar.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Bic kişinin Öldürülmesini helal kabul eden, hepsinin öldürülmesini helal kabul etmiş demektir. Çünkü o, şe­riatı inkâr etmiş olur.

Yüce Allah’ın: “Kimde onu diriltirse…” buyruğunda mecazî bir ifade var­dır. Çünkü bu, ölümden kurtarmak ve öldürmeyi terk etmek anlamındadır. Aksi taktirde yaratmanın kendisi olan gerçek anlamda diriltmek yalnızca Al­lah’a aittir. Böyle bir diriltmek de, lanetli Nemrud’un söylediği: “Ben de di­riltir ve öldürürüm” (el-Bakara, 2/258) sözleri türündendir. O, öldürmeyi ter-ketmeye diriltmek adını vermiştir.

Daha sonra yüce Allah İsrail oğullarına, peygamberlerin apaçık delillerle geldiğini, onların çoğunun haddi aşan ve Allah’ın emrini terkeden kimseler olduklarını haber vermektedir. [127]

33- Allah’a ve Rasûlunc karşı savaşanlarla ve yeryüzünde fesat çı­karmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri yahut asılma­ları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya­hut yer derin) den sürülmeleridir. Bu onlara dünyada bir hor-luktur. Âhirette İse onlara pek büyük bir azap vardır.

  1. Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce, tevbe edenler müstesnadırlar. Bilin ki Allah, cok mağfiret edicidir, çok mer­hamet sahibidir.

Buyruklarına dair açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız: [128]

I. Nüzul Sebebi;

İnsanlar, bu âyeti kerimenin nüzul sebebi hususunda farklı görüşlere sa­hiptir. Cumhurun kabul ettiği görüş ise, bu âyet-i kerimenin UranHer hakkın­da nazil olduğudur

Lafız Ebu Davud’un olmak üzere, hadis imamlan Enes b. Malik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Ukl’den -veya Ureynelilerden de demiştir- bir topluluk, Rasûlullah (sav)’ın huzuruna geldi. Medine’nin havası kendilerini rahatsız etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) onlar için süt veren bir takım develeri tahsis etti. O develerin sidiklerinden ve sütlerinden içmelerini em­retti. Bunun üzerine onlar da kalkıp gittiler. Sağlıklarına kavuştukları vakit, Peygamber (sav)’m çobanını öldürdüler. Davarları önlerine katıp götürdüler. Sabah erken vakitte onların bu yaptıkları Peygamber (sav)’e ulaşınca, o da arkalarına takipçi gönderdi. Gün yükseldiği sırada yakalanıp getirildiler. Hz. Peygamberin verdiği emir üzerine el ve ayaklan kesildi, gözlerini çıkar-di. Medine’nin kara taşlığına bırakıldılar. Su istiyorlar, onlara su verilmiyor­du. Ebu Kılabe (Hadisi Enes b, Malikîten rivayet edendir) dedi ki: îşte bun­lar, hırsızlık yaptılar, adam öldürdüler, iman ettikten sonra kâfir oldular, Al­lah’a ve Rasûlune karşı savaş açtılar.[129]

Bir rivayette de şöyle dinilmektedir: (Hz, Peygamber) emir vererek, çivi­ler kızdınlıp gözlerine mü çekildi. Ellerini ve ayaklarını kestirdi, buna kar­şılık (kestirdiği yerlerinden akan kanın kesilmesi için) onları dağlamadı.[130]

Yine bir rivayette şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sav) onları takib edip yakalamak üzere iz takib etmeyi bilen bir takım kimseleri gönderdi ve on­lar yakalanıp getirildiler İşte bunun üzerine yüce Allah da: “Allah’a ve Ra-sülüne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların ce­zası, ancak….” âyeti nazil oldu.[131] Yine bir rivayette Enes şöyle demiştir: On­lardan birisinin susuzluktan yeri ısırdığım gördüm. Nihayet öldüler. [132]

Buharfde de şöyle denilmektedir-. Cerir b. Abdullah rivayet ettiği hadisin­de şöyle der: Rasulullah (sav) beni bir grup müslüman ile birlikte gönderdi. Nihayet onlara yetiştik. Kendi topraklarına varmak üzere idiler. Onları yaka­layıp Rasulullah (sav)’ın huzuruna getirdik. Cerir der ki; Onlar su diyorlar­dı, Rasulullah (sav) ise: “Âteş” diyordu.

Tarih ve Siyer alimlerin naklettiklerine göre bunlar, çobanın el ve ayakla­rını kesmişler» gözüne de diken batırmışlardı. Nihayet çoban da ölmüştü. Me­dine’ye ölü olarak getirildi. Adı Yesar idi. Aslen Nûbe’li (Sudanlı”) idi.

Mürtedlerin yaptıkları bu iş ise hicretin altıncı yılında olmuştu, Enes’ten ge­len bazı rivyetlerde ise şöyle denilmektedir: Rasulullah (sav) onları öldürdük­ten sonra ateşte yakmıştı. [133]

İbn Abbas ve ed-Dahhâk’tan rivayet edildiğine göre, bu âyet-i kerime, ki­tap ehlinden olan bir topluluk sebebiyle nazil olmuştu. Bunlarla Rasulullah (sav) arasında bîr antlaşma vardı. Kitab ehlinden olanlar bu antlaşmayı boz­dular, yol kestiler ve yeryüzünde fesat çıkardılar.

Ebu Davud’un Musannef inde de îbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edil­mektedir: “Allah’a ve Rasıüüne karşı savaşanların,*. Allah çok mağfiret edi­cidir, çok merhamet sahibidir” buyruğuna kadar olan iki âyet-i kerime, müş­rikler hakkında nazil olmuştur. Onlardan kendilerine güç yetirilmezden Ön­ce, (Ebu Dâvud’da Tevbe etmeden önce) yakalanan kimselerin bu durumu kendisine işlemiş olduğu suçun haddinin uygulanmasına engel teşkil etmi­yordu.[134]

Âyet-i kerime müşrikler hakkında nazil olmuştur diyenler arasında İkrime ve el-Hasen de vardır. Ancak bu, zayıf bir görüş olup, bunu yüce Allah’ın şu buyrukları reddetmektedir: “Sen, o kâfirlere de kî: Eğer vazgeçerlerse onla-rat geçmiş (günahları) mağfiret olunur” (el-Enfal, 8/38) Hz. Peygamber’in: “İslâm, kendisinden önceki şeyleri yıkar” -Müslim rivayet etmiştir.[135] hadi­si de bunu reddetmektedir.

Doğru olan ise, bu hususta sabit olan hadislerin açık ifadeleri (nassaları) dolayısıyla birincisidir.

Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve rey sahipleri derler ki: Âyet-i kerime, müslüman-lardan olup yol kesmeye, yeryüzünde fesat çıkarmaya çıkan kimseler hak­kında nazil olmuştur. İbnü’l-Münzir der ki: Malik’in görüşü sahihtir. Ebu Sevr de bu görüşün lehine delil getirmek üzere şöyle demektedir: Âyet-i kerime­nin kendisinde âyetin müşrik olmayanlar hakkında nazil olduğuna delil vardır. Bu da yüce Allah’ın: “Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tev-be edenler müstesnadır” buyruğudur. İcma ile, ilim adanılan şunu kabul et­mişlerdir ki, şirk ehli, ellerinize düşüp İslama girecek olurlarsa, artık kanla-n haram olur. İşte bu, ayeti kerimenin müsluman kimseler hakkında nazil olu-duğuna delildir,

Taberî de kimi ilim ehlinden sunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, Pey­gamber (sav)’ın Uranî’lere yaptığı uygulamayı neslfetmiş ve böylece bu ko­nudaki uygulama bu (âyetlerin getirdiği) sınırda durmuş oldu. Muhammed b. Sîrin de şöyle demektedir: Bu husus, hadlerin nazil oluşundan önce idi. Bununla Enes (r.a)’ın rivayet ettiği hadisi kastetmektedir. Bunu, Ebu Oâvud zikretmektedir, [136]

Aralarında el-Leys b. Sa’dın da bulunduğu bir topluluk şöyle demiştir: Pey­gamber (sav)ın UranHer hakkında yaptığı uygulama, sonradan nesli olunmuş­tur. Zira, irtidat eden bir kimseye müsle yapmak caiz değildir. Ebu’z-Zinad der ki: Rasulullah (sav), süt veren develeri çalan kimselerin el ve ayakları­nı kesip ateşle gözlerini dağlayınca, bu hususta yüce Allah ona sitem etti ve bununla ilgili olarak da: “Allah’a ve Kas ulu ne karşı savaşanların ve yeryü­zünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri» yahut asıl­maları…. dır” âyetini indirdi. Bunu da Ebu Dâvud rivayet etmiştir. [137]

Ebu’z-Zinad der ki: Hz. Peygambere öğüt verilip ona müsle yasak kılının­ca, bir daha bu işi yapmadı.

Bîr topluluktan nakledildiğine göre, bu âyet-i kerime, Hz, Peygamberin sö­zü geçen fiilini nesh etmiş değildir. Çünkü, onun bu uygulaması, mürted kim­seler hakkında vaki olmuştu, özellikle de Müslim’in Sahihi ile Nesafde ve başkalarında şöyle denildiği sabittir: Peygamber (sav,)’in bu kimselerin göz­lerini dağlamasının sebebi, onların da çobanların gözlerini dağlamaları idi.[138] O halde bu bir kısastı. Bu âyet-i kerime ise, mümin muharip (yol kesici) hak­kındadır.

Derim ki, bu güzel bir görüştür. Ayrıca Malik ve Şafiî’nin kabul ettiği gö­rüşün manası da budur. Bundan dolayı yüce Allah: “Yalnız kendilerine gü­cünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadırlar” diye buyurmaktadır. Bilindiği gibi kâfirlere güç yetirildikten sonra, tevbe ile cezalarının kalktığı gibi güç yetirilmeden önce de tevbe ile cezaları kalkar ve her her iki halde de hükümlerinde bir farklılık olmaz. Mürted ise -muharebe olmasa dahi- biz­zat irtidat dolayısıyla öldürülmeyi hak eder. Fakat, sürgüne gönderilmez, eli kesilmez^ ayağı kesilmez ve serbest bırakılmaz. Aksine, müslüman olmadı­ğı takdirde öldürülür. Çarmıha da gerilmez. İşte bu, âyetin ihtiva ettiği ceza­larla mürtedin kastedilmediğinin delilidir.

Yüce Allah ise kâfirler hakkında: *Sen>.o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçer­lerse, onlara geçmiş (günahları) mağfiret olunup,,, ” (el-Enfal, 8/38) diye bu-yurken, muharibler (yol kesiciler) hakkında: “Yalnız kendilerine… müstes­nadırlar” âyetini indirmiştir. Bu da (aradaki fark”) gayet açıkça ortadadır.

Bölümün baş tarafında yaptığımız açıklamalara göre de İçinden çıkılmıya-cak bir durum yoktur, bir kınama, bir sitem de sözkonusu değildir. Zira o, (Hz. Peygamberin yaptıkları) Kitab-ı Kerim’in nıuktezasıdır. Yüce Allah da: “Onun için size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi kar­şılık verin.” (el-Bakara, 2/194) diye buyurmuştur. Bunlar da (çobanlara) müsle yaptılar. O nedenle kendilerine de müsle yapıldı. Şu kadar var ki, eğer sitemde bulunulduğu rivayeti sahih ise, bunun öldürme hususunda aşırıya kaçılmış olmasından dolayı olması muhtemeldir. Zira, kızdırılmış çivilerle göz­lerine mil çekilip ölünceye kadar susuz olarak bırakıldılar ( bu onların yap­tıklarına bir fazlalığı ifade eder). Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Taberî de es-Süddîden şöyle dediğini nakletmektedir; Peygamber (sav) Ura-nîlerin gözlerine mil çekmedi. Ancak bunu yapmak istedi, bu âyet-i kerime de bunu yasaklamak üzere nazil oldu. Bu ise, oldukça zayıf bir görüştür. Çün­kü, bu konudaki sabit haberler, göklerine mil çekildiği şeklinde varid olmuş­tur Buharî’nin Sahihinde şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber emir verince, çiviler kızdırıldı ve gözlerine mil çekti.[139]

Âyet-i kerime her ne kadar mürtedler yahut yahudiler hakkında nazil ol­muş olsa dahi, bu ayetin ifade ettiği hükmün müslüman muharibler hakkın­da olduğu hususunda ilim ehli arasında görüş ayrılığı yoktur.

Yüce Allah’ın: “Allah’a ve Rasulüne karşı savaşanların… cezası ancak…”

buyruğunda> bir istiare ve bir mecaz vardır. Zira, yüce Allah’a karşı savaşı-lamaz ve kimse O’nu mağlup etmeye kalkışamaz. Çünkü O, kemal sıfatlarına sahiptir. Ve O, zıtlardan ve ortaklardan münezzehtir. But Allah’ın dostla­rına karşı savaşanlar… anlamındadır. Yüce Allah burada kendi Aziz zatını, ger­çek dostlarını anlatmak üzere ifade buyurmuştur. Böylelikle onlara yapıla­cak eziyetin ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek istemiştir. Nitekim şu buyruğunda kendi zatını zikrederek, fakir ve zayıf kimseleri kastettiği gibi: “Allah’a güzel bir şekilde ödünç verecek olan kimdir.” (el-Bakara, 2/245) Bu­nunla yüce Allah fakir ve zayıflara karşı duyguları harekete geçirmek ve teş­vik etmek istemiştir. Sahih hadiste varid olan: “Ey Ademoğlu, ben senden ba­na yemek yedirmeni istemiştim. Sen bana yedirmedin…” diye Müslim’in ri­vayet ettiği[140] hadis de bunun gibidir. Bu da daha önce el-Bakara sûresin­de (2/245. ayet, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [141]

2- Muharibin Tanımı:

İlim adamları, “muharib” adının kimlere verilmesinin uygun olacağı hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler

Malik der ki: Bize göre muhârib, ister şehirde olsun, ister meskûn olma­yan mahalde olsun, insanlara karşı silah taşıyan ve ortada bir karışıklık, bir intikam ve bir düşmanlık sözkonusu olmaksızın insanların mal ve canlarına karşı taarruzda bulunan kimsedir.

İbnü’l-Münzir der ki: Bu meselede Malik’ten gelen rivayetler farklıdır. O, kimi zaman Mısırda (yani yerleşik bölgelerde) muharebenin sözkonusu ol­duğunu kabul ederken, kimi rivayetlerde bunu kabul etmemektedir.

Bir kesim de şöyle demiştir; Bunun hükmü, şehirde (mısırda, meskûn ma­hallerde) yahut evlerde, yollarda, çöllerde, göçebe olarak yaşanan yerlerde ve kasabalarda olmasının hükmü birdir ve bu durumlarda muhariblere uy­gulanacak had aynıdır. Bu, Şafiî ve Ebu Sevr’in de görüşüdür.

İbnü’l-Münzir der ki: Böyle de olması gerekir. Çünkü, bunların hepsi hakkında muhârib tabiri kullanılabilir. Kitab Cm ifadeleri) ise umumidir. Heriıangi bir delil bulunmaksızın hiç bir kimse bir topluluğu ayetin genel kap­samı dışına çıkartamaz.

Bir b,aşka kesim ise şöyle demektedir: Mısır’da (yerleşik yerlerde) muha­rebe sözkonusu olmaz. Muharebe ancak Mısır’ın dışında olur. Bu da Süfyan es-Sevrî, İshâk ve Nu’man’ın (b, Sabit’in yani Ebu Hanife’nin) görüşüdür. Bir kimsenin malını almak kastıyla hileli bir yolla tuzak kurup suikast yapan kim­se (muğtâl) da muhârib gibidir. Şayet silah çekmeyip, birisinin evine girip yahm bir yolculukta onunla arkadaşlık kurup zehir verip öldürecek olursa, kı­sas olmak üzere değil de had olarak Öldürülür. [142]

3- Muharibin Hükmü:

Fukahâ, muharibin hükmü hakkında da farklı görüşlere sahiptirler.

Bir kesim işlediği fiil kadarıyla ona had uygulanır, demektedir. Bir kimse yolda korku salar ve mal alırsa, çaprazlama olarak el ve ayağı kesilir. Eğer mal alıp adam öldürürse, önce el ve ayağı kesilir, sonra çarmıha gerilerek ası-hr. Şayet adam öldürmekle birlikte mal almamışsa öldürülür. Şayet bizzat ken­disi mal da almamış, kimseyi de öldürmemişse, sürgüne gönderilir. Bunu İbn Abbas söylemiştir. Ayrıca bu, Ebu Miclez, en-Nehaî, Ata el-Horasanî ve baş­kalarından da rivayet edilmiştir.

Ebu Yûsuf der ki: Eğer mal almış ve adam öldurmüşse, önce çarmıha ge­rilir ve çarmıha gerildiği ağaç üzerinde öldürülür.

el-Leys der ki: Çarmıha gerili olduğu halde harbe ile öldürülür

Ebu Hanife der ki: Adam öldurmüşse öldürülür. Mal almış fakat adam öl­dürmemişse çaprazlama olarak el ve ayağı kesilir. Mal alıp adam öldürmüş ise, ona yapacağı uygulama hususunda sultan (devlet yöneticisi, ya da bu ce­zaları uygulama yetkisine sahip makam, otorite) ona yapacağı uygulamada muhayyerdir: Dilerse el ve ayağım (çaprazlama) keser, dilerse el ve ayağını kesmeyip onu öldürür ve çarmıha gererek asar.

Ebu Yûsuf der ki: Öldürmek, her şeyin (her türlü cezanın) üstüne gelebi­lir,[143] el-Evzafnin görüşü de buna yakındır,

Şafiî ise der ki: Mal almış ise, sağ eli kesilir ve dağlanır. Sonra da sol aya­ğı kesilir ve dağlanır, sonra da serbest bırakılır. Çünkü böyle bir cinayet, hi-râbe (yol kesmek) suretiyle hırsızlıktan daha fazla bir cinayettir. Eğer öldür­müş ise öldürülür Şayet mal alıp öldürmüşse, Öldürülür ve çarmıha gerile­rek asılır. Yine Şafiî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Üçgün süre ile asılır. Eğer yol kesicilerle hazır bulunur, onlann sayılarını artırır, giden gelenleri kor­kutur ve düşmana destek destek olmuş ise, bu sefer hapsedilir.

Ahmed der ki: Adam öldurmüşse öldürülür, eğer mal almışsa el ve ayağı kesilir. -Şafiî’nin dediği gibi.

Bir topluluk da şöyle demektedir: Öldürülmeden önce çarmıha gerilmek suretiyle namaz kılması, yemek yemesi ve içmesi engellenmemelidir. Şafiî’den de şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sav)’ın müsle’yi yasaklamış olma­sı dolayısıyla çarmıha gerilmiş halde öldürülmesini mekruh görmekteyim,

Ebu Sevr der ki: Âyetin zahirine göre imam (devlet yöneticisi), muhayyer­dir. Malik de böyle demiştir. Ayrıca bu görüş İbn Abbastan da rivayet edil­miştir. Aynı zamanda bu Said, b, el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Mücahid, ed-Dahhâk ve en-Nehaî’nin de görüşüdür. Hepsi şöyle demiştir: İmam, mu-haribler hakkında hüküm vermekte muhayyerdir. Ayetin zahirine göre, yol kesenler hakkında Allah’ın farz kılmış olduğu öldürmek, çarmıha germek ya­hut kesmek ya da sürgüne göndermek hükümlerden hangisini uygun görür­se onunla hüküm verir.

îbn Abbas der ki: Kur’ân-ı Kerim’de “veya” tabiri ile belirtilen hükümler­den, ilgili kimse dilediğini seçmekte muhayyerdir.

Bu görüş de âyetin zahirine daha uygun görünmektedir. Çünkü, “ev : ve-ya’nın -farklı görüşlere sahip olsalar dahi- tertip sıralama ifade ettiğini söyleyen birinci görüşün sahiplerinin ileri sürdükleri görüşleriyle bu suçu iş­leyen kimseye bir arada iki haddi uyguladıklanru ve öldürülür ve çarmıha ge­rilir dediklerini, bir diğer bölümünün ise çarmıha gerilir ve öldürülür; baş­kalarının, el ve ayaklan kesilir ve sürgüne gönderilir, dediklerini görmekte­yiz. Oysa, ayet-i kerime böyle değildir. Dilde “ev : veya”nın anlamı da böy­le değildir. Bunu en-Nelıhâs söylemiştir.

Birinci görüşün sahipleri ise, Taberî’nin Enes b. Malik’ten zikrettiği şu ri­vayeti delil gösterirler, Enes dedi ki: Rasulullah (sav) Hz, Cebrail’e muhari­be dair hüküm hakkında sordu, o da şöyle dedi: “Kim yolda korku salar ve mal alırsa, mal aldığı için elini kes, korku saldığı için de ayağını kes. Kim de öldürmüş ise, sen de onu öldür Hepsini yapanı ise çarmıha gererek as.”

İbn Atiyye der ki: Geriye yalnızca korkutan için ceza olarak sürgüne gön­dermek kalmaktadır. Korkutan kimse ise katıl hükmündedir. Bununla birlik­te, Malik bu hususta, istihsan yolu ile cezaların ve azabın daha hafif olanı­nı kabul etmektedir. [144]

4- Sürgüne Göndermenin Anlamı:

“Yahut yer Gerin) den sürülmeleridir buyruğunun anlamı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî der ki: Yerden sürülmenin anlamı, yakalanıp da üzerine Allah’ın haddi uygulanıncaya kadar süvari ve piyade olarak takib edilmesi yahut kendisini takib edenlerden kaçarken Dar-ı İslam’ın dışına çık­masıdır. Bu açıklama, îbn Abbas, Enes b. Malik, Malik b. Enes, el-Hasen, es-Süddî, ed-Dahhâk, Katade, Saîd b, Cübeyr, er-Rabî b. Enes ve ez-Zührî’den nakledilmiştir. Bunu, er-Rummânî “Kitab”ında nakletmektedir.

Şafiî’den nakledildiğine göre, bunlar bir beldeden bir başka beldeye çı­kartılıp gönderilir ve hadlerin üzerlerine uygulanması için de takib edilirler. Bunu, el-Leys b. Sa’d ve ez-Zülırî de ifade etmiştir. Yine Malik der ki: Bu işi yaptığı beldeden bir başkasına sürülür ve orada -zina eden gibi- haps edi­lir. Yine Malik ve Kûfeliler şöyle demektedir: Sürgüne gönderilmelerinden ka­sıt, bunların haps edilmeleridir. Onlar böylelikle, dünyanın genişliğinden dar­lığına sürülmüş olurlar. Hapse konulmak suretiyle yerleştirildiği yer müstes­na, yerden sürülmüş gibi olur. Onlar buna bu hususta mahpuslardan biri­sinin söylediği şu beyitleri delil göstermişlerdir:

“Biz dünya ehlinden olduğumuz halde dünyadan çıktık

Dünyada Ölüler arasında da degilife, diriler arasında da

Bir gün hapishane gardiyanı bîr ihtiyaç için yanımıza gelecek olursa

Hayrete düşeriz ve: Bu adam dünyadan geldi, deriş.”

Mekhûl’un de naklettiğine göret Ömer b. Hattab (r.a) hapislerde tutukla­ma yapan kişidir. O, şöyle demiştir: Ben onun tevbe edip etmediğini bilin-ceye kadar onu haps ederim. Bir beldeden bir beldeye sürgüne göndererek onlara da eziyet vermesine fırsat vermem.

tfadenin zahirinden anlaşılan o ki, âyet-i kerimede sözü geçen “yer”den kasıt, olayın meydana geldiği yerdir. İnsanlar, eskiden beri günah işledikle­ri yerden uzak durmuşlardır. “Göğsü ile kutsal arza doğru kendisini yönel­ten kişi*nin durumu ile ilgili hadis de bu muhtevayı ifade etmektedir.[145]

Bu muharib kişinin eğer tekrar muharebeye tyol kesiciliğe) döneceğinden, yahut fesada kalkışacağından korkuluyor ise, yabancı olarak sürgüne gön­derileceği yerde, İmamın bu kimseyi haps etmesi gerekir. Şayet bu şekilde davranacağından korkulmuyor ve tekrar bir cinayete dönmeyeceği kanaati hasıl olursa, o takdirde ele serbest bırakılır.

İbn Atiyye der ki: Malikin mezhebinden açıkça anlaşılan şu ki: O, yaban­cı olacağı bir yere sürgüne gönderilir ve haps edilir. Bu ise, böyle birilerinin çoğunlukla tehlikeli olacağından korkulan kimseler oluşundan dolayı böy­ledir. BunuT Taberî de tercih etmiştir, açıkça anlaşılan da budur. Zira, olayın gerçekleştiği yerden sürülmesi, ayetin lafzı ile ifade edilmiştir. Bundan son­ra lıaps edilmesi ise, onun tehlikeli olacağı korkusuna göre değişir. Şayet tev-be eder ve onun bu tevbesi halinden anlaşılırsa, serbest bırakılır. [146]

5- Nefyin (Sürgünün) Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Yahut yeKlerirOden sürülmeleridir” buyruğunda geçen sürmek anlamındaki nefy, aslında helak etmektir. Olumluluk (isbat) un zıddı olan nefy de buradan gelmektedir. Bu durumda nefy, idam etmek sure­tiyle helak etmek (öldürmek demektir). Kötü ve kalitesiz mala isim olarak ve­rilen “en-nifaye” de buradan gelmektedir. Kovadan etrafa sıçrayan su dam­lacıklarına nery demek de buradan gelmektedir. Şair der ki:

“Sırtı üzerindeki su damlacıkları sanki Kayaların üzerine düşmüş kuş pislikleri gibidir.” [147]

6- Hırsız île Yolkesici Arasındaki Farklar:

İbn Huveyzimendâd der ki: Muharibin aldığı malın, hırsızda göz önünde bulundurulduğu gibi nisab miktarına ulaşması gözönünde bulundurulmaz. Bu hususta, nisab olarak çeyrek dinarın göz önünde bulundurulacağı da söy­lenmiştir,

Îbnül-Arabi der kir Şafii ve rey sahipleri şöyle demişlerdir: Hırsızın elinin kesilmesini gerektiren miktar kadar alanlar müstesna, yol kesicilerin elleri ve ayaklan kesilmez.

Malik der ki: Böyle birisi hakkında muharib hükmü verilir, sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah, Peygamber (say)’ı vasıtası ile hırsızlıkta çeyrek di-nan elin kesilmesi için nisab olarak tesbit etmekle birlikte, hirâbede bunun için herhangi bir miktarı nisab olarak tesbit etmeyip, sadece muharibin cezasını zikretmekle yetinmiştir. Bu ise, bir habbe (buğday tanesi) dolayısıy­la dahi olsa muharebelerine karşılık olarak cezanın eksiksiz verilmesini gerektirmektedir Diğer taraftan bu, bir aslın bir diğer asla kıyasıdır ki, bu hususta (böyle bir kıyasın yerinde olup olmadığı hususunda) görüş ayrılığı vardır. Daha üstün olanın, daha aşağıda olana, daha aşağıda olanın da altta olana kıyasına gelince, bu kıyasın aks edilmesidir. Peki, muharib bir kim­se nasıl olur da sadece mal çalmak isteyip de fark edildiği zaman kaçan hırsi£a kıyas edilebilir. Hatta hırsız, silahlı olarak mal almak kastıyla bir yere gire­cek olsa, almak istediği mal engellense, yahut bağınlıp imdat istense, ken­disi de bunun için kavgaya tutuşacak olursa, böyle bir kimse artık muharib olur ve onun hakkında muharib hükmü verilir.

Kadı Îbnü’l-Arabî der ki: İnsanlar arasında (hakim olarak) hüküm verdiğim günlerde, bir kişi bana bir hırsız getirdi. Bu hırsız bir bıçak ile eve girmiş, bıçağı uyumakta olan ev sahibinin kalbine dayamış. Arkadaşları ise o adamın malını almışlardı. Ben de onlar hakkında mulıaribler hükmü ile hüküm ver­dim. Şunu kavrayın ki bu, dinin aslındandır. Ve böylelikle sizler de cahillerin bulunduğu aşağılık mertebelerden ilmin zirvelerine yükseliniz.[148]

7- Muharibin Öldürülmesi İçin Öldürdüğü Adamın Kendisine Denk Olması Şartı Aranmaz;

Hirâbede, öldüren kimsenin, -maktul kişi katile denk olmasa dahi- öl­dürüleceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Şafiî’nin bu hususta iki görüşü vardır. Birincisine göre, bu konuda denk­lik nazar-ı itibara alınır. Çünkü, muharib bir başkasını öldürmüştür, o bakım­dan kısasta olduğu gibi bu hususta da denklik nazarı itibara alınır.

Ancak bu zayıftır. Çünkü burada sözü geçen öldürme cezası, yalnızca baş­kasını öldürdüğü için değildir. Bu, etrafa korku salmak ve mal almak gibi genel fesada karşılık bir cezadır Yüce Allah ise: “Allah’a ve Rasuİiuıe kar­şı savaşanların ve yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeler i… dır” diye buyurmaktadır. Yüce Allah böylelikle, muharebe yoluyla ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmak suretiyle, iki şeyi bir arada işlediği takdirde muharibe hadlerin uygulanmasını emretmiş ve bu hususta üstün olan ile olmayan, yüksek konumda olan ile sıradan konumda bulunan arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir. [149]

8- Muhariblerin Öldürülmesi:

Muharibler, yol kesiciliğine çıkıp, kaille ile çarpışmaya koyulup, bir kıs­mı öldürülürken, bir kısmı öldürülmeyecek olursa, geri kalanların hepsi öl­dürülür.

Şafiî ise, ancak öldüren kimse öldürülür demektedir, bu da zayıf bir görüştür. Çünkü, aynı olayda hazır bulunan kimseler, hepsi fiilen öldürmeseler dahi elde edecekleri ganimette ortak olacaktı. Şafiî, öncü kuvvetlerin öl­dürüleceğini bizim gibi kabul ettiğine göre, muharibin öldürülmesi evveliyetle sözkonusudur. [150]

9- Muharibler île Savaşmanın Hükümleriz

Muharibler, yolda korku salacak, yol kesecek olurlarsa, imamın (tevbeye) çağırmak sızın onlarla çarpışması vacib olur. Müslümanların da onlara karşı savaşmak ve müslümanlara eziyet vermelerini engellemek için yardımlaşmaları vacib olur.

Şayet muharibler bozguna uğrayıp kaçacak olurlarsa, adam öldürmüş ve mal almış bir kimse olması dışında geri kaçanları takib edilmez. Eğer kaçan kişi adam öldürüp mal almış ise, yakalanması ve işlediği cinayet dolayısıy­la ona uygulanması gereken cezanın verilmesi için takıb edilir. Öldürmüş ol­ması hali dışında mulıariblerden yaralı olanlarının işleri bitirilmez.

Eğer yakalandıkları takdirde muayyen olarak herhangi bir kimseye ait bir mal ellerinde bulunacak olursa, o mal o kişiye ya da mirasçılarına geri ve­rilir. Şayet o malın sahibi bulunmayacak olursa beytülmale konulur.

Herhangi bir kimseye ait olup telef ettikleri malın tazminatını öderler. Tevbe etmelerinden önce ele geçirildikleri takdirde, öldürdükleri herhangi bir kimseye diyet vermeleri sözkonusu değildir.

Tevbe ederek gelmeleri hali ile ilgili hükümler ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [151]

10- Mukaribler Tevbe Edecek Olurlarsa:

Tevbe eden muharibler aleyhine imamın herhangi bir yolu yoktur. Artık, üzerlerinde bulunan Allah’a ait hadler sakıt olur ve yalnızca insanlara ait hak­lardan dolayı muaheze olunurlar. O bakımdan imam, adam öldürmüş yahut yaralanırlarsa onlara kısas uygular. Telef ettikleri herhangi bir mal veya kanın tazminatını hak sahiplerine ödemekle yükümlü olurlar. Hak sahiplerinin muharib olmayan diğer cinayet işlemiş kimseler gibi bunları da affetmeleri, yahud ‘da haklarını bağışlamaları mümkündür Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve rey sahiplerinin görüşü budur.

Ellerinde bulunan malların onlardan alınıp, telef ettiklerinin de kıymetinin tazminatını ödemelerinin sebebi ise, yaptıkları bu işin bir gasb olmasından ve bu mallan mülkiyetlerine atmalarının caiz olmayışından dolayıdır. Böyle bir mal ise, ya sahiplerine harcanır yahut da imam, sahibi belli oluncaya kadar onu yanında alıkoy ar.

Ashab ve tabiinden bir gurup şöyle derler; Muharibten yanında bulunan­dan başka bir mal istenmez. Telef edip tükettiğinden dolayı da sorumlu tutul­maz. Taberî bunu, el-Velid b. Müslim’in Malik’ten yaptığı bîr rivayet olarak kaydetmektedir. AH b. Ebi Taüb (r.a)’ın Harise b. Bedr el-Gudanî’ye yaptığı uygulamadan zahir olarak anlaşılan da budur. Harise, önce muharib bir kimse iken, ele geçirilemeden önce tevbe etmişti. Hz. Ali de ona, bu halin­de yazıh bir belge olarak, üzerindeki mal ve kan sorumluluklarının sakıt ol­duğunu bildirdi.

îbn Huveyzimendâd der ki: Kendisine had uygulanıp kendisine ait herhan­gi bir mal bulunmayan muharib hakkında İmam Malikten farklı rivayetler gel­miştir. Acaba böyle bir kimse aldıklarına karşılık borçlu mu olur, yoksa hır­sızdan bu yükümlülük kaldırıldığı gibi ondan da kaldırılır mı?

Bu hususta ; müslüman ile zıınmi arasında bir fark yoktur. [152]

11- Mukariblere Ceza Uygulama Yükümlülüğü İslam Devlet Başkanının Vazifesidir:

ÎHm adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: İslam devlet başkanı muha­rebe yapanların velisi (sorumluları) dır. Muharib bir kişi, herhangi bir kim­senin kardeşini, ya da babasını muharebe halinde öldürecek olursa, onların kanını talep etmek durumunda olan (maktullerin mirasçısı), muharibin ce­zası hususunda herhangi bir yetkiye sahip değillerdir. Kanım taleb etmek hak­kına sahip olan velilerinin, muharibi affetmeleri caiz olamaz. Bu hükmü uy­gulamakla yükümlü olan İmamdır. İlim adamları bunu, yüce Allah’ın hakkı olan hadlerden bir had ayarında kabul etmişlerdir

Derim ki: İşte, şimdiye kadar anlattıklanmız, önemli olanlarını bir araya ge­tirip, inci misali hükümlerini dizdiğimiz özet hükümlerdir. Muharebenin açıklaması (yorumu, tefsiri) hakkında ileri sürülen en garib iddialardan birisini de bîr sonraki başlıkta ele alalım: [153]

12- Mücahidin Muharebeyi Açıklaması:

Muharebe’ye dair en garip açıklama, Mücahidin yaptığı açıklamadır. Mü-cahid der ki: Bu ayet-i kerimedeki muharebeden kasıt, zina ve hırsızlıktır. An­cak bu doğru bir açıklama değildir Çünkü yüce Allah Kitab-ı keriminde ve Peygamberi’nin vasıtası ile hırsızın elinin kesileceğini, zina edenin de eğer evlenmemiş ise celde vurulup sürgüne gönderileceğini, eğer muhsan ise recm edileceğini beyan etmiştir. Bu âyet-i kertmede muharibe dair hükümler bunlardan farklıdır Şu kadar var ki, eğer namusa tasallut etmek kastı ile üs­tünlük sağlamak amacıyla silah çekmek suretiyle yolda korku uyandırmak istemesi bundan müstesnadır. Çünkü böyle bir i§, muharebenin en çirkin ve kötü olan şeklidir. Mal almaktan daha da kötüdür. Bu İse, şanı yüce Allah’ın: “Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların.,,” buyruğunun kapsamına gir­mektedir. [154]

13- Yol Kesiciye ve Hırsıza Karşı Malını Savunma:

İlim adamlarımız derler kî: Hırsıza, Allah adına (bu işten vazgeçmesi için) seslenilir. Vazgeçerse ona ilişilmez. Vazgeçmeyecek olursa onunla çarpışniaya girilir. Böyle birisini malını savunan kişi öldürecek olursa, o kişiler en kötü bir maktuldür ve kanı da hederdir.

Nesaînin Ebu Hureyre’den rivayetine göre bir adam Rasulullah (sav)’a ge­lip şöyle dedi; Ey Allah’ın Rasulü, eğer benim malıma saldırılacak olursa ne yapayım? Hz. Peygamber: “(Allah adına! ona vazgeçmesi için seslen.” Eğer kabul etmeyecek olurlarsa? diye sorunca Hz. Peygamber: “Allah adına ses­len” diye buyurdu. Adam yine: Şayet yine vazgeçmezlerse diye sorunca^ Hz. Peygamber yine: “Allah adına seslen” dedi. Adam: Yine vazgeçmeyecek olurlarsa deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onunla çarpış. Sen Öldü-rülürsen cennetliksin. Eğer onu öldürürsen o da cehennemdedir.” [155]

Bunu, Buharî ve Müslim de Ebu Hureyre’den rivayet etmekte, orada Al­lah adına vazgeçmesini söylemekten söz edilmemektedir. Ebu Hureyre der­di ki: Bir adam Rasulullah (sav)’a gelip şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasulü, bir adam gelip benim malımı almak isterse ne yapmamı emredersin? Hz. Peygam­ber: “Mahnı ona verme” diye buyurdu. Adam: Ya benimle çarpışmaya kal­kışacak olursa ne emredersin? Hz. Peygamber: “Sen de onunla çarpış” diye buyurdu. Adam: O beni öldürürse durumum nedir diye sordu, Hz. Peygam­ber: “Sen şehid olursun” dîye buyurdu. Yine adam: Peki, ya ben onu öldürür­sem ne olur? Hz. Peygamber: “O da cehennemdedir” diye buyurdu. [156]

İbnü’l-Münzir der ki: Biz, ilim ehlinden bir topluluktan, hırsızlar ile çar­pışıp da onlara karşı kişinin canını ve malım savunması görüşünde olduk­larını rivayet etmiş bulunuyoruz. İbn Ömer’in, Hasan-ı Basrî’nin, İbrahim en-Nehaî’nin, Katade’nin, Malik’in, Şafiî’nin, Alımed’in, İshâk’ın ve en-Nu’man’ın (Ebu Hanife’nin) da görüşü budur. Genel olarak ilim adamları bu görüştedir. Çünkü kişi, kendi canını, ailesini ve malım bunlara saldırıda bulunulmak is­tendiği takdirde çarpışmak suretiyle korumak hakkına sahiptir. Zira Peygamber (sav.)’den gelen haberler, bu hususta herhangi bir zamanı tahsis et­medikleri gibi herhangi bir hali de tahsis etmemişlerdir. Bundan tek istisna, sultan (devlet yöneticisi.) dir

Çünkü, hadis ehli adeta icma ile şunu kabul etmiş gibidirler: Bir kimse canını ve malını ancak sultana karşı hurûc ile (karşı çıkmak ve ayaklanmak ile) ve ona karşı savaşma, ile koruyabiliyor ise, o takdirde sultana karşı sa­vaşmak ona karşı hurûc etmez. Çünkü, yöneticilerin yaptıkları haksızlık ve zulme karşı sabrı emredip namazı kıldıkları sürece onlarla çarpışmayı ve on­lara karşı ayaklanmayı terk etmeye delalet eden Rasulullah’tan gelen haber­ler bunu ifade etmektedir.

Derim ki: Bizim mezhebimizde (Maliki mezhebinde) şu hususta farklı görüşler vardır: Elbise ve yiyecek gibi basit bir şey istenecek olursa, haksız­ca istekte bulunanlara bunlar verilir mi, yoksa_ onlarla çarpışılır mı? Bu, konu ile ilgili kabul edilen asıl kaideye mebni bir görüş ayrılığına sebeptir. O da şudur: Onlarla savaşmak emri bir münkeri değiştirmek olduğundan dolayı mı verilmiştir, yoksa zararı önlemek kabilinden mi verilmiştir? Yine bu görüş ayrılığı da, onlarla (muhariblerle) çarpışmadan önce, onları (bu işten vazgeçmeye) çağırmak hususundaki görüş ayrılığına mebnidir.

Doğrusunu en İyi bilen Allah’tır. [157]

  1. Muharibler İçin Öngörüleri Cezanın Hikmeti:

“Bu, onlara dünyada hit hofluktur.” Bu cezaları, muharebenin kötülüğü ve zararının büyüklüğü dolayısıyladır. Muharebenin zararının büyük oluşu, insanlar aleyhine kazanç yollarım kapatmasından ötürüdür.

Zira, kazanç yollarının büyük çoğunluğu ve büyük ticaretler ile bu yolların temeli ve ana direği, yüce Allah’ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi, yer­yüzünde dolaşmak, seyahat etmektir: “Diğer bir kısmı da Allah’ın lütfundan arayarak, yeryüzünde yol tepecekler…” (el-Müzzemmil, 73/20) Yolda korku ve dehşet saçılırsa, bu sefer insanlar yolculuk yapmaz olurlar. Evlerinden dışan çıkmazlar. Böylelikle aleyhlerine olmak üzere ticaret kapılan kapanır, kazanç yolları kesilir. Bu sebepten dolayı yüce AUah, yol kesiciler hakkında ağır had­ler teşri buyurmuştur. Dünyadaki bu horluk, onların yaptıkları kötü işlerden vazgeçmelerini sağlamak, Allah’ın dileyen kulları için mubah kıldığı ticaret kapısını açmaktır,

Ayrıca bu suça karşılık âhirette de büyük azap tehdidinde bulunmuştur. Böyle bir masiyet, diğer masiyetlerin dışındadır ve Ubade b. es-Samit yoluy­la geten Hz. Peygamberin “Her kim bu günahlardan herhangi birisini işler de dünyada onun karşılığında cezalandırılacak olursa, bu ceza onun için bir keffaret olur”[158] hadisinde zikredilen hükümden müstesnadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bununla birlikte korluğun dünyada cezalandırılan kimse için, âhiret aza­bının ise dünyada cezadan yakasını kurtaran İçin sözkonusu olması ve bu gü­nahın (bu bakımdan) diğer günahlar gibi olması da muhtemeldir. Daha ön­ceden de geçtiği üzere, hiçbir mü’min için cehennemde ebediyyen kalmak sözkonusu değildir. Fakat, günahın büyüklüğü dolayısıyla onun cezası da bü­yük olur. Bundan sonra ise, ya şefaat ile veya (ilgili buyruklarda) belirtildi­ği gibi ilâhi af ile cehennemden çıkar.

Diğer taraftan bu tehdit, yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi, ilâhî me-şietin bu doğrultuda tecelli etmesi şartına bağlıdır: “Şüphesiz Allah kendi sine e§ koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağ­firet eder.” (en-Nisa, 4/48 ve 116) Bununla birlikte böyle kimseler hakkında, yapılan tehdit ile işledikleri masiyetin büyüklüğü dolayısıyla (cehennemde azap edilmeleri) korkusu daha baskındır. [159]

15- Kendilerine Güç Yetirilmeden Önce Tevbe Edenler:

Yüce Allah’ın: “Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe eden Icr müstesnadırlar”1 buyruğunda, kendilerine güç yetirilmeden önce tevbe edenleri istisna etmekte ve: “Bilin ki Allah çok mağfiret edicidir, çok mer­hamet sahibidir” buyruğunda da onlar üzerindeki hakkını kaldırdığını ha­ber vermektedir. Kısas ve insanların sair hakları ise, sakıt olmaz.

Güç yetirildikten sonra (ele geçirilmesinden sonra) tevbe eden kimsele­re gelince, âyetin zahirine göre tevbenin faydası yoktur. -Önceden geçtiği gi­bi- böylesine hadler uygulanır, Şafiî’nin bu konuda tevbe üe hertürlü haddin kalkacağına dair bir görüşü vardır. Ancak, mezhebinde sahih olan görüş, is­ter kısas olsun, ister başkası olsun insanlara ait herhangi bir hakkın, güç ye­tirilmeden önce tevbe ile sakıt olmayacağı şeklindedir.

Şöyle de denilmiştir: Bu istisna ile yüce Allah, güç yetirilmeden önce tev­be edip iman eden müşrikin istisna edilmesini dilemiştir. Böylesinden had­ler sakıt olur. Ancak bu görüş zayıftır. Zira, güç yetirildikten sonra iman ede­cek olursa, yine böyle bir kimse icma ile öldürülmez.

Yine şöyle denilmiştir: Kendilerine güç ye tir il meşinden sonra muharîblerden had sakıt olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Çünkü imamın eline geçtikleri takdirde, bunların tevbe hususunda yalan söylemeleri ve bunu gös­teriş için yapmaları zanni altında bulunurlar. Veya artık imam onlara güç ye­tirdikten sonra’cezalandırılmak durumunda olurlar. O bakımdan tevbeleri ka­bul olunmaz. Bizden önceki ümmetlere vadedilen İlahi azabın gelişinden son­ra tevbeye kalkışmaları, yahut da can çekişip de canı boğazına geldiği sıra­da tevbe edenin durumuna benzerler. Şayet kendilerine güç yetîrilmeden ön­ce tevbe edecek olurlarsa, zan altında olmaları sözkonusu değildir ve ileri­de Yûnus sûresinde (Yûnus, 10/98. ayette) açıklanacağı üzere tevbenin fay­dası vardır

îçkîciler, zinakârlar ve hırsızlar ise, tevbe edip hallerini düzeltip bu du­rumları da çevrelerinde bulunanlar tarafından bilinir bundan sonra imama (suçlan.karşılığında cezalandırılmak için) götürülecek olurlarsa, imamın on­lara had vurması gerekmez. Şayet imama götürülüp de onlar Tevbe ettik, di­yecek olurlarsa, bırakılmazlar. Onlar, bu halleri ile yenik düşürülüp ele ge­çirilen muhariblerin durumundadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [160]

35- Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Ona (yaklaşmaya yol ara­yın. Ve yolunda cihad edin ki kumlasınız.

36- Şüphesiz, yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha kâ­firlerin olsa da, Kıyamet gönünün azabından kurtulmak için onu feda etseler, yine onlardan kabul olunmaz. Onlar için çok acık­lı bir azab da vardır.

Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Ona (yaklaşmaya) yol (vesilemi arayın” buyruğunda geçen vesile, Ebu Vail, el-Hasen, Mücahid, Katade, Ata, es-Süddî, İbn Zeyd ve Abdullah b. Kesirden gelen nakillere gö­re yakınlaşmak demektir. Bu kelime, bir şeye yakınlaşmak anlamını ihtiva

eder. “Tevessülden “faile” vezninde bir kelimedir. Mtere der ki:

“Şüphe yok ki yiğitlerin, sana vesileleri (yakınlaşmak istekleri) vardır Seni alacak olurlarsa, sen sürmelenirsin ve ellerine kına yakılır.

Çoğulu ise, “vesail” şeklindedir. Şair der ki:

“Jurnalciler gaflete daldılar mı, biz yine eskisi gibi yakın ilişkilerimize döneriz, Aramızdaki safa da, yakınlıklar da döner.”

Denildiğine göre, İstedim, isterim kelimeleri de buradan gelmek­tedir.ise, biri diğerinden istekte bulunur demektir. O halde kelime­nin asıl anlamı, talep etmek, istekte bulunmaktır.

Vesile, kendisi vasıtası İle istenmesi gereken yakınlık demektir. Vesile ay­nı zamanda cennette bir derecedir. Hz. Peygamberin zikrettiği: “Her kim be­nim için vesileyi isterse, benim şefaatim de onun için hak olur”[161] diye sa­hih hadiste geçen “vesile” de budur. [162]

  1. Ateşten çıkmak isterler. Ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azap vardır.

Yezid el-Fakir der ki: Cabir b. Abdullah’a şöyle denildi: Ey Muhammed’in ashabı, sizler bir takım kimselerin ateşten çıkacaklarım söylüyorsunuz Yü­ce Allah ise: “Ama oradan çıkacak değillerdir” diye buyurmaktadır. Cabir dedi ki: Sizler, umumi olan buyruğu hususi, hususi olanı da umumi gibi de gerindiriyorsunuz. Bu buyruk, özel olarak kâfirler hakkındadır. Bunun üzerine âyetin tamamını başından sonuna kadar okudu, gerçekten onun özel olarak kâfirler hakkında olduğunu gördüm.

Sürekli” buyruğunun anlamı, daimi, değişmez, sonu gelmez ve de­ğiştirilmez demektir. Şair der ki:

“Şi’b gününe karşılık olarak benden sizin, için Daimi ve kalıcı bir azap vardır.” [163]

  1. Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kaduu, o kazandıklarına bir karşılık ve Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah Azizdir, Hakimdir.
  2. Fakat, kim zulmettikten sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphe­si Allah, onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız: [164]

1- Hırsızın Elinin Kesilmesi ve Şartlan:

Yüce Allah’ın: “Hırsızlık eden erkekle hırsızlık eden kadını ellerini ke­sin1 buyruğuna gelince; yüce Allah, yeryüzünde fesat çıkarmak istemek yo­luyla malların alınmasını söz konusu ettikten sonra, ileride açıklaması gele­ceği üzere çarpışma sözkonusu olmaksızın hırsızlık yapanın hükmünü zik­retmektedir.

Yüce Allah, yine bu husustaki açıklamalarımızın son bölümlerinde belir­teceğimiz üzere zinanın aksine, hırsızlık yapan kadından öncet hırsızlık ya­pan erkeği zikretmekle başlamıştır.

Hırsızlık dolayısıyla cahillye döneminde de el kesme cezası uygulanmış­tır. Cahiliye döneminde bu cezayı ilk hükme bağlayan kişi, el-Velid b. eİ-Mu-ğire’dir. Yüce Allah da İsJamda hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Rasu-lullah (savVın İslam döneminde, elini kestiği ilk erkek hırsız, el-Hıyar b. Adiy b. Nevfel b. AbdimenaPtır. Kadınlardan ise, MahzumoğulJarından Süfyan b. Abdi’l- Esed kızı Mürre’dir. Hz. Ebu Bekir de, gerdanlık çalan Yemenli ada­mın elini kestiği gibi, Hz. Ömer, Abdurrahman b. Semura’nın kardeşi olan İbn Semura’nın elini kesmiştir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur.

Ayetin zahirinden hırsızlık yapan herkes hakkında umumi olduğu anlaşıl­maktadır. Ancak, durum böyle değildir. Çünkü Hz. Peygamber: ‘Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha yukarısı dolayısıyla kesilir”[165] diye buyurmuş­tur. Böylelikle Hz. Peygamber, yüce Allah’ın: “Hırsızlık eden erkekle, hır­sızlık eden kadın” buyruğunda bir takım niteliklere sahip hırsızları kastet­miş olduğunu beyan etmektedir, Dolayısı ile ancak çeyrek dinarlık bir mal yahut da kıymeti çeyrek dinara ulaşan bir malın çalınması halinde hırsızın eli kesilir. Ömer b. e|-Hattab( Osman b. Affan ve Ali (r, anhum)’ın görüşleri de budur. Ömer b. Abdülaziz, el-Leys, Şafiî ve Ebu Sevr de bu görüştedir. Ma­lik der ki: Ya bir dinarın çeyreği veya üç dirhem karşılığında el kesilir. Eğer fiyatların düşüklüğü dolayısıyla çeyrek dinara tekabül eden iki dirhem çala­cak olursa, bu iki dirhem sebebiyle hırsızın eli kesilmez. Çeşitli malların ça­lınması dolayısı ile para fiyatları az yada çok olsun üç dirheme ulaşmadık­ça el kesilmez. Malik, altın ve gümüşün herbirisini başlı başına asli bir kıy­met kabul etmiş ve malların kıymetlendiril meşinde dirhemleri ölçü kabul et­miştir. Ondan gelen meşhur görüş böyledir.

Ahmed ve İshâk der ki: Eğer altın çalacak olursa, miktar çeyrek dinardır. Altın ve gümüş dışında bir şey çalacak olur da, bunların değeri çeyrek dinar yahut üç gümüş dirheme ulaşacak otursa (el kesilir). Bu da son görüşünde Malik’in kabul ettiği görüşe yakındır.

Birinci görüşün delili, îbn Ömer yoluyla rivayet edilen hadistir. Buna gö­re adamın birisi, bir kalkan çalmıştı. Bu adam Peygamber (savVın huzuruna getirildi, Hz. Peygamber’in emri üzere bu kalkanın kıymetinin üç dirhem ol­duğu tesbit edildi.[166]

Şafiî ise Âişe (r.anha)’ın, çeyrek dinar hakkındaki hadisini asıl olarak ka­bul edip, altın ve gümüş dışındaki paraların değerlendirilmesinde onu esas kabul etmiş ve altının fiyatı ister yüksek, ister düşük olsun, üç dirhemi ölçü kabul etmiyerek, İbn Ömer’in hadisini delil almamıştır. Buna sebep ise -doğrusunu en iyi bilen ALlahtır ya- ashab-ı kiramın, RasululLah (sav)ın çalınma­sı sebebiyle el kesme cezasını uyguladığı kalkan hakkındaki farklı rivayet­leridir. Çünkü İbn Ömer üç dirhem derken, îbn Abbas on dirhem, Enes b. Ma­lik beş dirhem demektedir.[167] Hz. Aişe’nin çeyrek dinar ile ilgili olarak riva­yet ettiği hadisi ise sahih ve sabit bir hadistir. Hz. Aişe’den yapılan bu riva­yette herhangi bir İhtilâf sözkonusu değildir. Ancak, kimi raviter onu mev­kuf rivayet etmiştir. Diğer taraftan hıfz ve adaleti dolayısıyla, sözü gereğin­ce amel etmek gereken kimseler de onu merfu’ olarak da rivayet etmişler­dir. Bu açıklamayı Ebu Ömer Cb. Abdi’1-Berr) ve başkaları yapmıştır. [168]

Buna göre, çahnan mala kıymet biçildiği takdirde çeyrek dinara ulaşırsa o rnah çalanın eli kesilir. Bu, aynı zamanda İshâk’ın da görüşüdür. O bakım­dan bu iki asıl delile iyice vakıf olmak gerekir. Çünkü bu iki hadis de bu ko­nuda temel dayanaklardandır. Ve bunlar, bu hususta söylenenlerin en sahi­hidir.

Ebu Hanife, onun iki arkadaşı ve es-Sevrî ise derler ki: Hırsızın eli> ölçek ile ölçülen mallardan ise on dirheme ulaşmadıkça, aynî ya da vezni olarak da bir dinarı bulmadıkça hırsızın eli kesilmez. Ayrıca hırsız, malı sahibinin mülkiyetinden alıp çıkarmadıkça da kesilmez. Bu konudaki delilleri İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadistir. O şöyle demiştir: Peygamber (sav)’ın çalın­ması sebebiyle hırsızın elini kestiği kalkana on dirhem kıymet biçildi. Bunu, ayrıca Amr b, Şuayb babasından, o, dedesinden rivayet etmiştir. Amr b. Şu-ayb’ın dedesi, (Muhammed b. Abdullah) dedi ki: O sırada kalkanın değeri on dirhem idi. Bu iki hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivayet etmiştir. [169]

Bu meselede dördüncü bîr görüş daha vardır, o da Dârakutnî’nin kaydet­tiği Hz. Ömer’den gelen şu rivayettir: “Beş (parmaklı el) ancak beş (dirhem) den dolayı kesilir”. [170]

Süleyman b. Yesar, İbn Ebi Leyla ve îbn Şubrume de bu görüştedir. Enes b. Malik de der ki: Ebu Bekr -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- beş dirhem kıy­metinde bir kalkan dolayısıyla (hırsızın elini) kesmiştir. [171]

Beşinci bir görüş de şudur: Dört dirhem ve daha yukarısı dolayısıyla el kes­me cezası uygulanır. Bu görüş Ebu Hureyre ve Ebu Said el-Hudrî’den riva­yet edilmiştir.

Altıncı bir görüş: Bir dirhem ve daha fazlası dolayısıyla el kesilir. Bu gö­rüş, Osman el-Bettî’nîn görüşüdür Taberî’nin naklettiğine göre, Abdullah b. ez-Zübeyr de bir dirhem çalmaktan dolayı, çalanın elini kesmiştir.

Yedinci görüş: Âyetin zahirine göre bir değer taşıyan her mal dolayısıyla el kesilir Bu, Haricilerin görüşüdür. Hasan-ı Basrî’den de bu görüş rivayet edilmiştir. Ondan, bu hususta gelen üç rivayetten biri budur. Ondan gelen ikinci rivayet, Hz. Ömer’den gelen rivayet gibidir.

Üçüncüsünü ise Katade ondan şu şekilde nakletmişür: Ziyad’ın valiliği dö­neminde ne kadarhk bir mal çalma dolayısıyla elin kesileceği hususunda mü­nakaşa ettik ve iki dirhemden dolayı kesileceği hususu üzerinde ittifak ettik.

İşte bunlar, birbirine denk görüşlerdir. Bunlardan sahih olan ise, daha ön­ce sana takdim etmiş olduğumuz görüşlerdir.

Buharî, Müslim ve başkaları Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Rasulullalı (sav) buyurdu kir “Allah, bir yumurta çalıp da eli ke­silen hırsıza, yine bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin.”[172] Bu da az yada çok mal karşılığında el kesme cezasının uygulanacağını belirten aye­tin zahirine uygundur denilecek olursa, cevap verilir. Bu ifadeler, az bir şey zikredilerek çoktan sakındırmak kabilindendir Nitekim, Hz. Peygamber şu buyruğunda azı zikrederek çok şeyler yapmaya teşvik etmektedir: “Kim bir kekliğin yuniu it I ayacağı yer kadar dahi olsa Allah için bir mescid inşa ede­cek olursa, Allah da o kimse için cennette bir ev yapar.” [173]

Şöyle de denilmiştir: Bu, bir başka açıdan da mecazi bir ifadedir. Şöyle ki, az bîrşeyi çalmaya alıştı mı, bu sefer çok şeyleri çalar ve sonunda eli kesi­lir. Bundan daha güzel açıklama, el-A’meş’in yaptığı ve BuhârTnİn hadisi so­nunda bir açıklama gibi naklettiği şu sözleridir; Onlar, burada sözü geçen yu­murtadan, demir yumurta (miğfer) olduğu, ipten de birkaç dirheme eşit kıymette olan ip oluduğu görüşünde idiler.[174] Derim ki: Gemilerin halatları ve buna benzerleri buna örnektir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır. [175]

2- Çalman Malın Korunmuş Olduğu Yerden Çıkartılması Şartı:

İnsanların cumhuru, el kesmeyi gerektiren miktar “hirz” diye bilinen ko runrna yerinden çıkartılmadıkça el kesmenin sözkonusu olmayacağını ittifak la kabul etmişlerdir,

el-Hasen b, Ebi’l-Hasen der ki: Evde elbiseleri bir araya toplayacak ohar sa eli kesilir. Yine el-Hasen b. Ebi’l-Hasen, bir başka görüşünde diğer ilin adamları gibi görüş belirtmiştir Böylelikle bu, sahih bir ittifak olmaktadır. Al lah’a hamd olsun. [176]

3- Kotuma (Hirz) Yerinin Mahiyeti:

Hirz denilen şey adet olarak, insanların mallarını korumak için yapılan şey dir. Bu da herbir şeyde -ileride açıklanacağı üzere- durumuna göre farklünl gö ste r mektedir.

İbnü’l-Münzir der ki: Bu hususta ilim ehlinin hakkında ileri geri konuşma­dıkları sabit bir haber bulunmamaktadır. Ancak bu husus, ilim ehli tarafa»-dan icma ile kabul edilen bir şey gibidir.

el-Hasen ile zahir alimlerinden nakledildiğine göre, onlar hırsızlıkta hin altında bulunmayı şart görmezlermiş.

Malik’in Muvatta’ında, Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi’l-Hüseyn b. el-Mefe kî’den Rasulullah (sav)fın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Ağacında asılı duran meyvede, dağda korunan (yani henüz ağılına ulaşmamış) hay­vanda (çalmaktan dolayı) el kesme yoktur. Eğer onu (davarı) ağıl yahut (natot sulu) harman yerine getirilecek olursa, o takdirde kıymeti kalkanın kiyme-tine ulaşan şeyler dolayısıyla el kesilir.”[177]

Ebu Ömer (îbn. Abdİ’l-Berr) der ki: Bu hadis, manası itibari ile Abdullah b, Arnr b. el-As ve başkaları yoluyla muttasıl olarak rivayet edilen bir hadistir. [178] Bu Abdullah (b. Abdurrahman b. Ebi’l-Hüseyn b. el-Mekkî) ise, herkes­çe sika bir ravi olarak kabul edilmiştir. Ahmed (b. HanbeD ondan övgüyle söz ederdi.

Abdullah b. Amr’dan nakledildiğine göre, Rasulullah (sav.Va ağacında asılı {toplanmamış) mevye hakkında soru sorulmuş, O da şöyle buyurmuş­tur: “İhtiyaç sahibi olup da ondan birşeyler almakla beraber, cebine ya da ka­bına doldurmayan kimse için birşey gerekmez. Ancak, ondan birşey alıp çı­kartana ise, el kesme cezası vardır Kim bundan daha aşağı miktarda da alacak olursa onun iki mislini tazminat olarak öder ve ona ceza verilir.”[179] Bir başka rivayette ise “ceza verilir” in yerine “ona ibretli bîr ceza olmak üzere bir kaç celde vurulur” denilmektedir.[180] îlim adamları der ki: Dalıa sonra bu celd (sopa cezası) nesli olundu ve onun yerine el kesme cezası tesbit edildi.

Ebu Ömer der ki: Hadiste geçen: “İki mislini tazminat ödemesi” nesh ol­muştur. Fukahadan bu görüşü ifade eden bir kimse olduğunu bilmiyorum. Ancak, Hz. Ömer’den Hatıb b. Ebi Beltea’nin unu [181] ile ilgili ve Malik’in ri­vayet ettiği[182] olay ile Ahmed b. Hanbel’den gelen bir rivayet müstesnadır İnsanların tazminat hususunda kabul ettikleri görüş ise, tazminatın misliyle yapılacağı şeklindedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onun için si­ze kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin,” (el-Bakara, 2/194)

Ebu Dâvud da Safvan b. Umeyye’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mescİdde otuz dirhem kıymetinde nakışlı bir yün elbisem üzerinde yatmış uyuyordum. Adamın birisi gelip onu benden gizlice çaldı. Adam yakalandı, Peygamber (sav)’ın huzuruna götürüldü. Elinin kesilmesini emr etti. Ben, Pey­gamber (savVın yanına varıp; Otuz dirhem için elini mi keseceksin, dedim. Bu elbiseyi ben ona satayım ve yahut da onun değeri onun bana borcu ol­sun. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onu yanıma getirmeden önce neden bu işi yapmadın?”[183]

Aklî bakımdan düşünecek olursak: Mallar bütün insanlar için onlardan ya­rarlanılsın diye hazır olarak yaratılmışlardır. Diğer taraftan ezelî hikmet, şer’an mülk olan hususlarda o malların sahiplerine has olmasını hükme bağlamış ve insanlar bu mallara tama” edegelmişlerdir. Ona dair umutlar bağ­lanmıştır. O bakımdan, insanların az bir bölümü arasında mürüvvet ve din­darlık bunlara karşı saldırıda bulunmayı engellemekte, onlann çoğu hakkın­da ise, korumak ve hirz, bu malları başkalarına karşı koruyabilmektedir. Bir mala malik olan kimse, onu hirzi ile koruyacak olursa, insan için mümkün olan en ileri derecedeki koruma ve himaye bir arada gerçekleşmiş olur. Bu koruma ve himaye (hirz) çiğnenerek olursa, işlenen suç da ağır ve çirkin olur, o bakımdan cezası da ağırlaşır. Bu iki korumadan birisi olan mülkiyet çiğ-nenecek olduğu takdirde ise, yalnızca tazminat ve te’dip (cezası) gerekir. [184]

4- Ortaklaşa Hırsızlık:

Bîr topluluk ortaklaşa hareket ederek nisab miktarı bir malı» ona ait hirzinden (korumasından) dışarı çıkartmaları halinde ya onlardan birisi bu malı tek başına çıkartabilir yahut da ancak birbirleriyle dayanaşarak çıkar­tabilirler.

Birinci hal sözkonusu olduğu takdirde ilim adamlarımız, (Maliki alimleri) farklı iki görüş ortaya koymuşlardır: Birincisine göre, bu durumda elleri ke­silir. İkinci görüşe göre ise elleri kesilmez,

Ebu Hanife ve Şafiî de böyle demişlerdir: Ortaklasa hırsızlık yapmak ha­linde bu işe katılanların ellerinin kesilmesi ancak onlardan herbirisi için ni­sab miktan bir pay düşmesi halinde sözkonusu olur. Çünkü Peygamber (sav): “Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha yukarısında kesilir” diye bu­yurmuştur. Bu hırsızların herbirisi bu nisabı bulacak bir miktarda birşey çal­madığına göre elleri kesilmez.

İki rivayetten birisi olan ellerin kesilmesini öngören görüş şöylece açık­lanır: Bir suçta ortak hareket etmek, öldürmekte ortak hareket etmek halin­de olduğu gibi onun cezasını kaldırmaz.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu İki suç birbirine ne kadar da yakındır. Çünkü biz­ler, haksızca dökülen kanı önlemek kastı ile bir kişiye karşılık topluluğu öl­dürdüğümüze göre, -ta ki düşmanlar o haksızca kanı dökmemek için birbir­leriyle yardimlaşmasınlar- mallarda da bu durum aynı şekilde söakonusudur Özellikte de Şafiî, bir topluluk bir kişinin elinin kesilmesi için ortaklaşa ha­reket edecek olurlarsa hepsinin elleri kesilir diyerek; bu konuda bize des­tek vermiştir. Ve bu ikisi arasında bir fark yoktur.

Şayet ikinci durum sözkonusu olursa -ki, bu da ancak yardımlaşarak dı­şarı çıkartılması mümkün olan şeylerdir- ilim adamlarının ittifakıyla hepsinin elleri kesilir. Bunu da İbnü’l-Arabî zikretmiştir. [185]

5- Hırsızlıkta Ayrı îşler Yapmak Suretiyle Ortaklaşa Çalışmanın Hükmü;

Birisi, hirzi oymak suretiyle, diğeri de malı dışarı çıkartmak suretiyle hır­sızlıkta iki kişi ortaklaşa hareket etseler, eğer bunlar birbirleriyle karşılıklı ola­rak dayantşmış iseler, ikisinin de elleri kesilir.

Aralarında bir ittifak olmaksızın herkes tek başına kendi içini yapmış ise ve bu, birisinin gelip malı dtşan çıkartması şeklinde olursa, onlardan herhan­gi birisinin eli kesilmez.

Eğer, oymakta birbirleriyle yardımlaşıp, fakat onlardan birisi malı dışarı çıkartırsa, yalnızca malı çıkartanın eli kesilir.

Şafıf ise el kesme cezası yoktur der. Çünkü, birisi oymuş çalmamış, diğe­ri ise, hürmeti çiğnenmiş bir hirzden hırsızlık yapmıştır.

Ebu Hanife der ki: Eğer, oymakta ortak hareket eder ve girip de mal ça­larsa, eli kesilir Oymakta ortak hareket etmek için aynı aleti kullanmak şart değildir. Oyarken birinin ötekinden sonra darbe vurması ile ortaklık da gerçekleşir. [186]

6- Malın Bir Yerden Bir Yere Getirilmesi Suretiyle Ortaklaşa Hırsızlık:

İki kişiden birisi içeri girip malı, malın koyulduğu (hirzin) kapısına geti­rip çıkarsa, diğeri de elini uzatıp onu alsa elinin kesilmesi gerekir. Birincisi ise, cezalandırılır. Eşheb her ikisinin de eli kesilir demiştir.

Birisi malı, hirzin dışına bırakacak olursa, o malı hirzin dışına bırakanın eli kesilir, alana el kesme cezası yoktur Şayet oyulan yerin ortasına koyar. diğeri de onu alırken oyuktan elleri birbirlerine kavuşursa, her ikisinin de el leri kesilir. [187]

  1. Kabirden ve Mescidlerden Hırsızlık Yapmanın Hükmü:

Kabir de Mescid de hirzdir. O bakımdan çoğunluğun görüşüne göre, nebbâşın (kefen soyucusunun) eli kesilir. Ebu Hanife; nebbâşın eli kesilmez der. Çünkü o, sahibi bulunmayan ve telef olmaya maruz bir malı hirz olma­yan bir yerden çalmıştır. Çünkü ölü mülkiyet sahibi olamaz.

Kimisi de kabirde sakin olan bir kimse olmadığından dolayı bunun hırsız­lık olmadığını söyler. Çünkü hırsızlık, görünmekten sakınılacak bir şekilde olur ve hırsızlık yapılırken insanların görmesine karşı korunulur. Mavereaün-nehir alimleri, bunun hırsızlık olmayacağı görüşünü esas kabul etmişlerdi,

Cumhur ise şöyle demiştir: Böyle bir kişi hırsızdır. Zira o, geceyi elbise ola­rak giyinmiş ve insanların gözünden kendisini korumuştur. Kimsenin görme­diği ve yanından gidip gelmediği bir vakitte bu işi yapmayı kast etmiştir, O bakımdan, böyle bir kimse, insanların bayrama çıkıp, şehirde hiçbir kimse­nin kalmadığı bir zamanda hırsızlık yapmış gibi olur.

Kefen soymanın hırsızlık olmayacağını kabul edenlerin kabir, bir hirz değildir şeklindeki sözleri ise batıldır. Çünkü, her bir şeyin hirzi kendisi için mümkün olan haline uygun olur. Onun için, ölü hakkında mülkiyet sahibi olmak sözkonusu değildir, şeklindeki görüşleri de yine batıldır. Çünkü, ölü­nün çıplak bırakılması caiz değildir. Dolayısı ile buna duyulan ihtiyaç, kab­rin bir İıirz olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da buna şu buy­ruğu ile dikkat çekmektedir: “Biz yeri, dirilere de ölülere de bir toplanma ye­ri kılmadık mı?1* (el-Murselat, 77/25-26) Yani, orada İnsan hayatta iken ya­şasın, ölürken de oraya defnedilsin diye kılmadık mı?

Kefenin telef olmaya maruz olduğu şeklindeki sözlerine gelince, hayatta olan bir kimsenin de aynı şekilde giydiği her şey, giymesi sonucu telef ol­maya ve yıpranmaya mahkumdur. Şu kadar var ki, bunlardan birisi diğerin­den daha çabuk gerçekleşmektedir. Ebu Dâvud Ebû Zerr’in şöyle dediğini ri­vayet eder: Rasulullah (sav) beni çağırıp şöyle buyurdu: “İnsanların ölüm mu-sibetiyle karşı karşıya kalıp da, o sırada bir evin (kabrin) bir hizmetçiye mu­kabil satın alınacağı vakit halin nice olur.” Ben: Allah ve Rasulü daha iyi bi­lir dedim. Hz. Peygamber: “Sana sabrı tavsiye ederim” diye buyurdu.[188]

Hammâd b. Ebi Süleyman dedi ki: İşte hırsızın eli (kefen çalmaktan do­layı) kesilir, diyenler buna dayanarak demişlerdir. Çünkü bu kişi, ölünün evi­ne girmiş olur [189]

Mescide gelince, mescidin hasırlarını çalan kimsenin eli kesilir. Bunu İsa» İbnü’l-Kasım’dan rivayet etmiştir. Velev ki mescidin kapısı bulunmasın. Onun görüşüne göre bu hasırlar hirz altındadırlar. Eğer mescidin kapılarını çalacak olursa yine eli kesilir. Yine İbnü’l-Kasım’dan rivayet olunduğuna gö­re, eğer hasırları gündüzün çalmışsa eli kesilmez. Şayet geceleyin duvarı aşa­rak onları çalmışsa, eli kesilir.

Sahnûn’dan nakledildiğine göre, eğer mescidin hasırları birbirlerine dike-lerek bağlanmış ise eli kesilir, aksi takdirde kesilmez.

Esbağ der ki: Mescidin hasırlarım, kandillerini ve yer döşemelerini çalan kimsenin eli kesilir. Tıpkı, gizlice kapısını yahut çatısından kerestelerini, ya­da çatısından direklerini çalan gibi. Eşheb, “Kitabu MuhammedMe der ki: Mes­cidin hasırlan, kandilleri ve yer döşemelerinin çalınması dolayısıyla el kes­me cezası yoktur. [190]

8- El Kesme Cezası İle Birlikte Tazminat Ödettirilir mi?

El kesme cezası ile birlikte tazminatın ödettirilip ödettirilmeyeceği husu­sunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Ebu Hanife der ki: Hiçbir şekilde el kesme cezası ile tazminat bir arada olmaz. Çünkü şanı yüce Allah: “Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık-eden ka-dinın, o kazandıklarına bir karşılık ve Allah tarafından İbret verici bir ce­za olmak üzere ellerini kesin diye buyurmakta ve herhangi bir tazminat­tan söz etmemektedir,

Şafiî ise der ki: îster kolaylıkla ödeyebilecek durumda olsun, ister ödeme­de zorlansın, çaldığı malın kıymetini tazminat olarak öder. Eğer ödeme zor­luğu çekiyor ise, ödeyebileceği bir zamana kadar onun borcu olur. Bu, Ah-med ve İshâk’ın da görüşüdür.

Bizim ilim adamlarımız, Malik ve arkadaşları ise şöyle derler: Eğer mal ay­nî ile mevcut ise onu geri verir. Eğer telef olmuşsa, ödeyebiliyorsa tazmina­tını öder. Eğer ödeyemiyor ise, borç olarak ödemesi istenmez ve herhangi bir-şey ödemekle yükümlü olmaz. Malik bunun benzeri bir görüşü ez-Züh-rfden rivayet etmiştir.

Şeyh Ebu İshâk der ki: İster ödeyebilsin, ister ödeyemesin el kesme ceza­sı ile birlikte çaldığı malın bedelinin borç olarak ondan isteneceği de söylen­miştir. Devamla der ki: Bu, aynı zamanda Medine’li ilim adamlarımızdan bîr çok kişinin görüşüdür. Bu görüşün sıhhatine ise her ikisinin (el kesme ve taz­minatın) iki ayrı hak sahibine ait birer hak olduğu delil gösterilmiştir. Onlar­dan birisi, diğeri dolayısıyla sakıt olmaz. Diyet ve keffaret gibi. Daha sonra ben de bu görüşteyim, demektedir

Kadı Ebu’l-Hasen meşhur görüşün lehine, Hz, Peygamberin: “Hırsızlık ya­pana had uygulandığı takdirde artık onun için tazminat yükümlülüğü yoktur” hadisini delil göstermiş[191] ve Kitab’ında bunun senedini de kaydetmiştir.

Bazıları da şöyle demiştir: Tazminatını ödemeyi borç kabul etmek bir ce­zadır El kesmek de bir cezadır. İki ceza ise bir arada verilmez. Kadı Abdül-vahhab da (kendi görüşüne) bunu esas kabul etmiştir.

Doğru olan ise, Şafiî’nin ve ona uygun görüş belirtenlerin kanaatidir. Şa­fiî der ki: Hırsız ister ödeyebilecek durumda olsun, ister ödeyemesin, çaldı­ğı malın tazminatını öder Eli kesilsin yahut kesilmesin farketmez. Yol kes­mesi halinde de bu böyledir. (Yine Şafiî) der ki: Kullara ait olup telef ettiği şeyler, Allah’a ait olan haddi düşürmez.

İlim adamlarımızın delil olarak gösterdikleri: “Ödeme zorluğu çekiyor ise…” hadisine gelince, Kuleli alimler bu hadisi görüşlerine delil göstermişlerdir. Taberrnin görüşü de budur. Fakat bu hadiste onların lehine delil ola­cak bir şey yoktur. Bu hadisi Nesaî ve Dârakutnî, Abdurrahman b. Avf dan rivayet etmişlerdir.[192] Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) de şöyle demiştir: Bu hadis pek kuvvetli bir hadis değildir ve delil olmaya elverişli değildir, İbnü’1-Ara-bî ise der ki: Bu batıl bir hadistir. Taberî ise der ki: Kıyas tükettiği (çaldığı) malın tazminatını ödemesini gerektirir. Fakat bizler, bu husustaki rivayete uya­rak kıyası terkettik. Ebu Ömer der ki: Zayıf bir rivayet dolayısıyla kıyası ter-ketmek caiz değildir. Çünkü zayıf bîr rivayet hüküm gerektirmez.[193]

9- Hırsızdan Çalmak:

Hırsızlık yaparak bir mal çalmış olandan, çalanın elinin kesilmesi hususun­da görüş ayrılığı vardır. Bizim (mezhebimizin) ilim adamları eli kesilir, der­ler. Şafiî kesilmez demektedir. Çünkü o, hem malik .olmayan bir kimsede, hem de hirz sayılmayan bir yerden çalmıştır.

Yine ilim adamlarımız der ki: O malın malikinin hürmeti (saygınlığı, ona haksızca ilişmenin yasaklığı) yine bakidir, ondan ayrılmış değildir. Hırsızın eli altında bulunması ise, yok hükmündedir. Tıpkı, gasıp bir kimseden gasp etmiş olduğu malın çalınması halinde çalanın elinin kesildiği gibi. Eğer: Bu­nun korumasını korumasızmış gibi kabul edin denilecek olursa, biz de şöy­le deriz: Hirz de mevcuttur, mülkiyet de mevcuttur. O mal üzerinde mülki­yet henüz sona ermemiştir. O takdirde bize, hirzi iptal ediniz derler. (Bunu da iptale gerek yoktur). [194]

10- Elinin Kesilmesinden Sonra Aynı Malt Bir Daha Çalacak Olursa:

Aynı mal dolayısıyla eli kesildikten sonra bir daha o malı tekrar çalacak olursaj kesme cezası hususunda farklı görüşler vardır. Çoğunluk, yine kesi­lir derken, Ebu Hanife kesme cezası yoktur, der. Kur’ân’daki umumi ifade ise, ona kesme cezasının uygulanmasını gerektirmektedir. Bu da Ebu HanilVnin görüşünü red eder.

Yine Ebu Hanife, kesme cezasından Önce, çalınan malın satın almak ve­ya hibe yoluyla mülkiyetine geçiren bir kişi hakkında elinin kesilmeyeceği­ni söylemiştir. Yüce Allah ise: “Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadı­nın… ellerini kesin” diye buyurmaktadır. El kesme cezası, yüce Allah’a ait bir hak olarak vacib olduğu takdirde bunu hiçbir şey kaldırmaz. [195]

11- “es-Sârik” Kelimesinin Kıraati ve Bu Kıraatlerin Açıklaması:

Cumhur, “Hırsız” kelimesini, ref ile okumuştur. Sibeveyh der ki; Buyruğun anlamı şudur: Size farz kılınan şeyler arasında, hırsız erkek ve hır­sız kadının… şeklindedir. Her iki kelimenin de (es-Sâriku ve’s-Sârikatu ke­limelerinin) merfu’ olarak okunmaları, mübtedâ oldukları içindir. Haber ise: Ellerini kesin” buyruğudur. Maksat, muayyen bir kimse değil­dir. Çünkü muayyen bir kimse (hırsızlık yapan muayyen kişi) kastedilmiş ol­saydı, bu kelimenin mansub okunması icabederdi. Nitekim “Zeyd’i vur” demek gibi.

Ancak, bu buyruk burada: “Hırsızlık yapanın elini kes” demek kabilindendir ez-Zeccâc der ki: Bu, tercih edilen görüştür.

Bu kelime; şeklinde mansub olarak da okunmuştur. Bunun tak­diri ise: Hırsız erkek ve hırsız kadının ellerini kesiniz şek­lindedir. Sibeveyhin tercihi de budur. Çünkü burada, fiilin emrin kipi daha uygundur. Sibeveyh -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Arap dilin­de uygun olanı bunun mansub okunuşudur. Nitekim Zeyd’i vur, demek de böyledir. Şu kadar var ki, genel olarak bunun merfu1 okunması ka­bul edilmiştir. Yani, kıraat alimlerinin büyük çoğunluğu ve hepsi demek is­temektedir. Sibeveyh kabul ettiği görüşüyle, hırsız türünü muayyen kişi gi­bi değerlendirmiştir.

İbn Mes’ud ise: “Hırsızlık yapan erkeklerle, hırsızlık yapan kadınların sağ ellerini kesiniz” diye okumuştur ki, bu da ço­ğunluğun kıraatini güçlendirmektedir.

şeklinde “râ” harfi esreli olarak, çalınanın adıdır.Fi­ilinin mastarı ise “re” harfi üstün olarak; şeklindedir. Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır. Bu lafzın aslı, gözlerden saklı olarak bir şeyi almak anla­mını ifade eder. Hırsızlama bir şeyler dinlemek demek olan de­yimi ile Çaktırmadan baktı, deyimleri de buradan gelmektedir.

İbn Arefe der ki: Araplara göre sârik, bir hirze gizli ve saklı bir şekilde ge­lip oradan kendisine ait olmayan bir şeyi alan kimsedir.

Eğer açıktan alacak olursa, bu kişi; Yankesici, zor­la alan» talan eden ve dağda koruma altında bulunan davar ve benzeri şey­leri çalan kimse, olur Eğer elindeki şeyle (silahla) kendisini koruyacak olur­sa, o da gasıp olur.

Derim ki: Rasulullah (sav)’dan gelen rivayette şöyle buyurulduğu nakle­dilmektedir: “Hırsızlığın en kötüsü namazından çalanınkidir.” Dediler ki: ki şi namazından nasıl hırsızlık yapar? Hz. Peygamber: “Namazının rükû ve sücudunu tamam yapmamak suretiyle” buyurdu. Bu hadisi Muvatta ve başka­ları rivayet etmiştir. [196]

Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber, bu şekilde namaz kılan bir kimseyi,- ke­limenin türeyişi açısından hırsız olmadığı halde -hırsız diye adlandırmakta­dır. Çünkü, böyle bir namaz kılmakta çoğunlukla gözlerden uzak bir şey yap­mak sözkonusu olmaz. [197]

12- El Kesme Cezası Hangi Şartlar Altında Uygulanır;

Yüce Allah’ın: “Ellerini kesin” buyruğunda geçen “kesmek’in anlamı, ayır­mak ve izale etmektir. Kesmek ise ancak hırsızda, çalınan şeyde çalmanın ger­çekleştiği yerde ve çalmanın niteliğinde birtakım sıfatların bir arada bulun­ması halinde icabeder.

Hırsızda aranan nitelikler beş tanedir. Bunlar buluğ, akıl, kendisinden hır­sızlık yaptığı kimsenin mülkiyeti altında (kölesi, cariyesi) olmamak, o kim­senin lehinde veya aleyhinde velayet yetkisinin bulunmamasıdır. Buna gö­re köle, efendisinin malından hırsızlık yapacak olursa eli kesilmez. Aynı şe­kilde efendi, kölesinin malını alacak olursa, yine el kesme cezası uygulan­maz. Çünkü köle, malı ile birlikte efendisine aittir. Hiçbir kimsenin eli kö­lesine ait malı aldı diye kesilmez. Çünkü o, kendisine ait olan bir malı al­mıştır, Ashabı Kiramın icrnaı ve halifenin (Ömer b. el-Hattab’ın): Sizin kö­leniz, size ait olan bir malı çalmıştır[198] ifadesinin de gösterdiği gibi, icma ile kölenin elinin kesilme cezası düşmüştür.

Dârakutnİ, İbn Abbas’tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Kaçmış köle için hırsızlık yaptığı takdirde el kesme cezası yoktur, Zımmi için de yoktur.” Der ki: Bu hadisi Fehd b. Süleyman’dan baş­kası merfu1 olarak rivayet etmemiştir Doğrusu bu hadisin mevkut’ olduğu­dur.[199]

İbn Mace de Ebu Hureyre’den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Köle, hırsızlık yaptığı takdirde onu, cüz’i bir şey muka­bilinde olsa dahi satınız.” Bu hadisi Ebu Bekr b. Ebi Şeybe yoluyla rivayet etmiştir. Ebu Bekr dedi ki: Bize, Ebu Usame, Ebu Avâne’den anlattı. Ebu Avâne, Ömer b. Ebi Seleme’den, o, babasından, o da Ebu Hureyre’den… [200]

Yine İbn Mace der ki: Bize, Cubare b. el-Muğallis anlattı: Bize, Haccâc b. Temim anlattı. Haccâc, Meymun b. Mehran’dan, o, İbn Abbas’tan nakletti ki, humsa (ganimetlerin beşte biri) ait bir köle, yine humsdan bir şeyler çaldı. Peygamber (savYın huzuruna getirildi, Hz. Peygamber elini kesmeyip: “Al­lah’ın malının bir bölümü onun bir kısmını çaldı”[201] diye buyurdu Cubâre b. el-Muğallis, Ebu Zur’a er-Razi!nin dediğine göre, metruk bir ravidir.[202]

Çocuğun da, delinin de eli kesilmez. Ancak, zınıminin ve İslam yurduna eman ile girmeleri halinde muâhid ile harbinin elleri kesilir.

Çalınan malda aranan niteliklere gelince, bunlar da dört tanedir: Bunlar­dan biri nisabdır, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Diğeri ise, mal olarak edinilen, mülkiyet altına alınabilen ve satışı helal olan bir şey ol­masıdır. Eğer mal olarak edinilemeyen şarap ve domuz gibi satışı helal ol­mayan bir şey olursa, ittifakla bundan dolayı el kesilmez.

Bundan tek istisna, Malik ve İbnü’l-Kasıma göre (çalınan) küçük hür ço­cuktur. Bundan dolayı el kesme sözkonusu olmadığı da söylenmiştir. Şafiî ve Ebu Hanife de bu görüştedir Çünkü hür küçük çocuk mal değildir.

Bizim ilim adamlarımız ise şöyle demektedir: Aksine o, en büyük bir maldır. Hırsızın muayyen bir mal dolayısıyla eli kesilmez. Elinin kesiliş se­bebi, insanoğlunun o şeye meyi etmesidir. İnsan nefsinin hür bir kimseye mey­letmesi ise, köleye meyletmesinden daha fazladır.

Şayet çalınan şey, beslenilmesine izin verilmiş köpek ve kurbanlık etleri gibi mülk edinilmesi caiz olmakla birlikte satışı caiz olmayan şeylerden olursa, bu hususta İbnül-Kasım ve Eşheb arasında farklı görüşler vardır. Ib-nü’1-Kasım der ki: Köpek çalanın eli kesilmez. Eşheb ise el kesmeme, barın­dırılması yasak kılınmış köpek için sözkonusudur. Edinilmesine izin verilmiş olan köpeği çalanın ise eli kesilir. Yine Eşheb der ki: Her kim, kurbanlık eti­ni yahut derisini çalacak olursa, onun bu çaldığının kıymeti yüz dirhemi bul­duğu takdirde eli kesilir.

İbn Habib de der ki: Esbağ dedi ki: Eğer kurbanlık hayvanı kesimden ön­ce çalacak olursa eli kesilir. Kesildikten sonra çalındığı takdirde ise eli ke­silmez.

Eğer çalınan şey aslı itibari ile edinilmesi ve satışı caiz olan şeylerden olup, ondan kullanılması caiz olmayan bir şey yapılırsa, -tambur, zurna, ud ve bu­na benzer eğlence aletleri gibi- duruma bakılır. Şayet bunların şekilleri bo­zulup onlardan gözetilen maksat elde edilemeyecek hale getirilmelerinden sonra çeyrek dinarlık ve daha fazla kıymet taşıyan bir şey kalıyorsa, el ke­silir. Kullanımı cate olmayıp kırılması emr olunan altın ve gümüş kaplarda da hüküm böyledir. Bunlar arasında bulunan alan ve gümüşe işçilik eklenmek-sizin kıymet biçilir. Altın ya da gümüşten yapılmış haç da böyledir. Necis ol­muş zeytinyağın» şayet necis olmakla birlikte kıymeti nîsab miktarını bulu­yorsa, bundan dolayı el kesilir.

(Çalınan malda aranan üçüncü nitelik),-başkasına rehin bıraktığı veya üc­retle verdiği malını çalan kimse gibi- hırsızın çaldığı şeyde mülkiyetinin ve mülkiyet şüphesinin sözkonusu olmaması gerekir. Bu hususta mülkiyet şüp­hesinin nazar-ı itibara alınması açısından bizim mezheb ilim adamları ile di­ğerleri arasında görüş ayrılığı vardır. Mesela, bir kimse, ganimetten veya bey-tülrnalden hırsızlık yapacak olur ise, mülkiyet şüphesi bulunan bir şeyden çal­mış olur. Çünkü, o kimse için o malda bir pay vardır. Ali (r,a)’dan rivayet olun­duğuna göre, ona Hums’dan (devletin ganimetteki beşte bir payından) bir miğfer çalmış bir kişi getirilidi. Hz, Ali, elinin kesilmeyeceği görüşünü izhar ederek: Bunun da onda bir payı vardır, demiştir. Beytülmal hususunda da ce­maatin ffukahamn büyük çoğunluğunun) görüşü bu şekildedir. Böyle bir kim­seye hırsızlık ile ilgili âyetin lafzındaki umum İleri sürülerek el kesme ceza­sının uygulanacağı da söylenmiştir.

(Çalınan malda aranan dördüncü nitelik ise), küçük köle ile arap olmayan büyük köle gibi çalınması sahih olan şeylerden olmasıdır. Çünkü, arapça ko­nuşabilen köle gibi çalınması sahih olmayan şeyler dolayısıyla el kesme ce­zası uygulanmaz.

Malın çalındığı yerde aranan nitelik ise, sadece bir tanedir. O da o çalınan şeyin benzeri için o yerin hirzi (malı koruyabilecek mekanı) Özelliğinde ol­masıdır.

Bu hususta söylenecek şeylerin özeti şudur: Her bir şey İçin bilinen bel­li bir yer vardır, İşte onun o yeri, o şeyin hirzi kabul edilir. Beraberinde ko­ruyucu (muhafaza) bulunan her bir şeyin de koruyucusu onun hirzidir. Ev­ler, konaklar, dükkânlar İçlerinde bulunan şeyler için birer hirzdir Sahiple­ri ister bulunsunlar, ister bulunmasınlar.

Aynı şekilde beytülmal de müslümanlann hirzidir. Hırsız kimse ise onda herhangi bir hak sahibi değildir İsterse hırsızlık yapmazdan önce, imamın kendisine beytülmalden birşeyler vermesi mümkün olan bir kimse olsun. Çün­kü, her müslümanın beytülmaldeki hakkı ona Fiilen verilen atiyye ile teay-yün eder. Nitekim imamı, beytülmahn tamamını müslümanlann menfeatine olan herhangi bir alanda harcayıp insanlar arasında onu dağıtmayabilir. Ve­ya bir beldede onu dağıtırken, bir başka yerde dağıtmayabilir bir topluluğa verirken, bir başka topluluğa vermeyebilir. Böyle bir varsayıma göre bu hırsizlik yapan kişi beytülmalde hakkı olmayan kimselerdendir.

Ganimetler de böyledir. Ya paylaştırmakla teayün ederler, -bu ise beytül-mal hakkında yaptığımız açıklamalar gibidir- ya da savaşta fiilen hazır bulu­nan kimselerin o malı ellerine almak suretiyle sahibi teayün eder. Böyle bir durumda {teayünden önce) çalan kişinin çaldığı miktar göz önünde bulun­durulmalıdır. Eğer hakettiğinden fazlasını çalmışsa eli kesilir, aksi takdirde eli kesilmez. [203]

14- Ev ve Dükkânların Dışında Bulundurulan Malların Hirz Altında Olmaları:

Bineklerin sırtı, taşıdıkları şeylerin hirzidir. Dükkânların önü, satış yerin­de konulan şeyler için bir biredir. İsterse ortada fiilen dükkan bulunmasın. O malla birlikte sahipleri olsun ya da olmasın ve bu mal ister gece ister gün­düz çalınmış olsun farketmez.

Aynı şekilde pazarda koyunların durdukları yer de, koyunlar ister bağlı bu­lunsun ister bulunmasın hirz alandadırlar Binekler de bağlandıkları yerler­de hirz altındadırlar. Beraberlerinde sahipleri olsun ya da olmasın farketmez.

Eğer binek, mescidin kapısında veya pazarda ise, beraberinde koruyucu bulunması hali dışında hirz altında kabul edilmezler. Kendi avlusuna bine­ğini bağlayan, ya da binekleri için bir yeri ağıl olarak kullanan bir kimse, bu bağlaması ve o yeri ağıl olarak kullanması binekleri için bir hirzdir.

Gemi de içinde bulunulan şeyler için bir hirzdir. Bağlı olup olmaması ara­sında bir fark yoktur. Bizzat geminin kendisi çalınacak olursa, o da binek gi­bi değerlendirilir. Eğer bağlı değilse, hirz altında değit demektir. Şayet sahi­bi gemiyi bir yere bağlamış yahut o yerde demirlemiş ise, gemiyi bağlama­sı bir hirzdir. Gemi ile birlikte herhangi bir kimse bulunuyor ise, nerede, ne şekilde bulunursa bulunsun, aynı şekilde gemi hirz altında demektir. Tıpkı mescidin kapısında beraberinde koruyucusu bulunan binek gibidir. Ancak yolculuk esnasında gemileriyle bîr yerde konaklayıp gemilerini bağlayacak olurlarsa bu da o gemi için bir hirz kabul edilir. Gemi sahibinin gemi île bir­likte olması ile olmaması arasında bir fark yoktur. [204]

15- Otel ve Benzeri Umumun Kaldığı Yerlerden Hırsızlık:

Herkesin kendi bağımsız odasında kaldığı otel gibi tek bir yerde sakin olan kimselerden herhangi birisi arkadaşının odasından bir şey çalıp o çaldığı şey­ler ile otelin açık salonuna (avlusuna) çıkacak olursa, bu çaldığı malı ken­di odasına sokmasa ve onu alıp otelin dışına çıkmamış olsa dahi, böyle bi­risinin elinin kesileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.

Yine burada kalanlardan herhangi bir kimse, otelin umuma açık salonun­da bir şey çalacak olursa, velev ki o çaldığı şeyi kendi odasına sokmuş, ya­hut otelin dışına çıkartmış olsa bile elinin kesilmeyeceği hususunda da gö­rüş ayrılığı yoktur. Çünkü, umuma açık salon, herkes için alışverişin yapı­labildiği bîr yerdir. Şu kadar var ki, bineğin bağlandığı yerinden veya onun benzeri bir eşyanın korunma altındaki yerinden alınmış olması hali müstes­nadır. [205]

16- Yakın Akrabaların Birbirlerinden Çalmaları:

Çocuklarının malını çaldıklarından dolayı anne-babanın elleri kesilmez. Çün­kü Hz. Peygamber: “Sen de malın da babana aitsiniz” diye buyurmuştur.[206]

Ancak, anne-b ab asından çalan çocuğun eli kesilir. Zira, o malın kendisi­ne ait olması hususunda herhangi bir şüphenin varlığı sözkomısu değildir.

Elinin kesilmeyeceği de söylenmiştir. Bu da İbn Vehb ve Eşheb’in görüşü­dür. Çünkü oğul, adeten babasının malını alabildiğine ve rahat bir şekilde kul­lanabilir. Nitekim köle efendisinin malını çaldığından dolayı eli kesilmez. Do­layısıyla oğlun babasının malını çalmaktan dolayı elinin kesilmemesi önce­likle sözkonusudur,

Dedenin (torunundan) çalması hususunda farklı görüşler vardır. Malik ve îbnü1-Kasım eli kesilmez derken, Eşheb kesilir, demektedir. Malik’in görü­şü daha sahihtir. Çünkü dede de bir nevi babadır. Malik der ki: Baba ve an­ne tarafından dedelere nafaka vermek icab etmiyorsa dahi ellerinin kesilme­mesi daha hoşuma gider. İbnü’l~Kasun ve Eşheb der ki: Bu ikisi dışında (de­de ve baba dışında) kalan akrabaların (çalmaları halinde) elleri kesilir,

İbnü’l’Kasım der ki: Kendisine isabet eden açlıktan dolayı çalan kimsenin eli kesilmez.

Ebu Hanife ise der ki: Hala, teyze, kızkardeş ve onların dışında kalan mah­remlerden herhangi bir kimse hakkında el kesme cezası uygulanmaz. Buf es-Sevrî’nin de görüşüdür.

Malik, Şafiî, Ahmed ve İshâk der kî: Bunlardan çalan kim olursa olsun eli kesilir. Ebu Sevr de der ki: Kim olursa olsun, el kesmeyi gerektiren bir miktar çalacak olursa, eli kesilir. Ancak, fukaha herhangi bir husus üze­rinde icma etmiş isef o icma dolayısıyla o takdirde el kesme cezasından kurtulur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [207]

17- Mushaf Çalanın ve Yankesicinin Hükmü:

Mushaf çalanın hükmü hususunda fukalıâ farklı görüşlere sahiptir Şafiî, Ebu Yûsuf ve Ebu Sevr, eğer mushafın kıymeti el kesmeyi gerektiren mikta­rı buluyorsa el kesilir, derler. Îbnü’l-Kasım da bu görüştedir. en-Nu’man (Ebu Hanife) ise mushaf çalan kimsenin eli kesilmez, demektedir. İbnü’l-Münzir ise mushaf çalanın eli kesilir, der.

Kişinin yeninden (cebinden) nafakasını çalan (tarrar) yankesici hakkında da fukalıâ farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim şöyle demektedir İster yenin içinden ister dışından çalsın, yankesicinin eli kesilir. Bu, Malik, Evzaî, Ebu Sevr ve Yaküb (Ebu YûsuO’un görüşüdür.

Ebu Hanife, Muhammed b. el-Hasen ve İshâk ise şöyle demektedir: Eğer ça­lınan dirhemler, yeninin dış tarafında bağlı bulunup, yan kesici de bunları giz­lice ahp gitmişse eli kesilmez. Şayet yeninin iç tarafında bağlı olup o da eli­ni içeriye sokup paralan çalmışsa eli kesilir. el-Hasen de eli kesilir demektedir. İbnü’l-Münzir der ki: Hangi şekilde yankesicilik yaparsa yapsın eli kesilir. [208]

18- Seferde Elin Kesilmesi ve Darı Harpte Hadlerin Uygulanması:

Fukalıâ, seferde elin kesilip, dar-ı harpte hadlerin uygulanması hususla­rında farklı görüşlere sahiptir. Malik ve el-Leys b. Sa’d der ki: Harb divan top­raklarında hadler uygulanır. Dâr-ı harp ile dâr-ı islam arasında bir fark yok­tur. el-Evzaî der ki: Bir ordu kumandanı olarak savaşa çıkan bir kimse -her­hangi bir bölgenin (.eyaletin) emirî olmasa dahi- el kesme cezası dışında as­kerleri arasında hadleri uygular.

Ebu Hanife de der kî: Asker, harp diyarı topraklarında gazada bulunsa ve başlarında emir varsa bu emir askerleri arasında hadleri uygulamaz. Ancak, Mısır, Şam, Irak veya buna benzer bir bölgenin de valisi ise, askerleri arasın­da hadleri uygular.

Evzaî ve onun gibi görüş beyan edenler, Cünâde b. Ebi Ümeyye hadisini delil göstermişlerdir. Cünâde dedi ki: Bizler, Busr b. Ertae ile denizde (ga­zada) bulunuyorduk. Buhü diye bilinen uzun boylu bir dişi deve çalmış Mis-dar adındaki bir hırsızı ona getirdiler. O da şöyle dedi: Ben Rasulullah (sav)’i şöyle buyururken dinledim; “Gaza esnasında el kesme cezası uygu­lanmaz.”

Eğer bu durum olmasaydı, şüphesiz onun elini keserdim.[209]

Burada sözü geçen Busr, denildiğine göre Peygamber (.sav) döneminde dünyaya gelmiş ve Hz. Alî ile onun taraftarları arasında kötü haberleri bu­lunan bir kimse idi. Abdullah b. Abbas’ın iki küçük çocuğunu kesen odur. Bundan dolayı çocukların anneleri tamarmyle aklını kaybetmiş, ne yaptığı­nı bilmez hale gelmişti. Ali (r.a) ona, Allah’ın ömrünü uzatması ve aklını da başından alması için beddua etmişti. Öyle de olmuştu. Yahya b. Maîn der ki: Busr b. Ertae kötü bir adamdı.

Bu durumda el kesme cezasının uygulanacağını söyleyen kimseler, Kur’an-ı Kerim’in lafzının umumiliğini delil göstermişlerdir. Yüce Allah’ın izniyle sa­hih olan da budur. Harp diyarında hadlerin ve el kesme cezasının uygulan­mayacağını söyleyenlerin ileri sürebilecekleri en uygun delil, ceza uygula­nan kimsenin müşriklere katılabileceği korkusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [210]

19- El ve Ayak Nereden Kesilir:

El ya da ayak kesilecek olursa, nereye kadar kesilebilir? Genelde herkes elin bilekten, ayağın da eklem yerinden kesileceğini söylemiştir Ayak, ke­sildiği takdirde dağlanır. Bazıları da elin dirsekten kesileceğini söylemiştir. Omuzdan kesileceği de söylenmiştir. Çünkü (arapçada) el (yed) bunu kap­sar. Ali (r.a) der ki: Ayak, ayağın ortasından kesilir ve topuk kısmı bırakılır. Ahmed ve Ebu Sevr de bu görüştedir.

İbnü’l-Münzir der ki: Biz, Peygamber (sav)’dan bir adamın elinin kesilme­sini emr ettikten sonra: “Onu dağlayınız” dediğini rivayet ediyoruz. Ancak se­nedi hakkında söylenecek sözler vardır.

Aralarında Şafiî, Ebu Sevr ve başkalarının da bulunduğu bir topluluk bu­nu müstehab görmüşlerdir. Bu daha güzeldir, iyileşme ihtimali daha yüksek­tir, kişiyi telef olmaktan daha bir koruyucudur. [211]

20- Kesme Sırası:

Öncelikle kesilecek olanın sağ el olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İkinci bir defa çalması halinde ise fukahânın farklı görüşleri vardır. Malik, Me­dine alimleri, Şafiî, Ebu Sevr ve diğerleri der ki: Sol ayağı kesilir. Üçüncü de­fa çalarsa, sol eli kesilir. Dördüncü defa çalacak olursa, sağ ayağı kesilir. Eğer beşinci defa çalacak olursa, ta’zir edilir ve hapse konukır.

Bizim (mezhebimiz) alimlerimizden Ebu Musab der ki: Dördüncü defa çal­dıktan sonra öldürülür. Bunu söylerken, Nesaî’nin el-Haris b. Hatıb’dan ri­vayet ettiği bir hadisi delil göstermektedir, el-Haris’İn dediğine göre, Rasu-lullah (sav)’m huzuruna bir hırsız getirildi, Hz. Peygamber: “Onu öldürünüz”

dedi. Yanındakiler: Ey Allah’ın Rasulü, sadece hırsızlık yaptı deyince, Hz. Pey­gamber: “Onu öldürünüz” dedi. Yine : Ey Allah’ın Rasulü sadece hırsızlık yap­tı dediler. Yine Hz. Peygamber: “Onun elini kesiniz” diye buyurdu. Daha son­ra bir daha hırsızlık yaptı, ayağı kesildi, sonra Ebu Bekr (r.a) döneminde yi­ne hırsızlık yaptı, el ve ayaklan tamamen kesildi. Sonra beşinci bir defa da­ha hırsızlık yaptı, bu sefer Ebu Bekr (r.a) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav) “Onu öldürünüz” diye buyururken bunları daha iyi biliyordu. Daha sonra Ebu Bekr o adamı, öldürsünler diye Kureyş’in gençlerine teslim etti. Abdullah b. ez-Zübeyr de onlardan birisi idi. Abdullah başkan olmayı seven birisiydi. O ba­kımdan: Beni başınıza emir tayin ediniz, dedi. Onlar da onu başlarına emir tayin ettiler. Abdullah bir darbe vurdu mu, diğer gençler de o hırsıza bir dar­be indiriyorlardı. Nihayet onu öldürdüler [212] Beşinci defa çalması halinde hır­sızın öldürüleceğini kabul edenler, ayrıca Hz Cabir’in rivayet ettiği hadisi de delil gösterirler Buna göre Peygamber (sav) beşinci defa hırsızlık yapan bir kimse hakkında: “Onu öldürünüz” diye emir vermiştir. Hz. Cabir der ki: Biz de onu alıp götürdük ve sonra öldürdük. Sonra da onu sürükleyip bir kuyu­ya attık, üzerine de taş attık. Bunu Ebu Dâvud rivayet etmiştir. [213] Nesaî de bunu rivayet eder ve şöyle der: Bu, münker bîr hadistir, ravilerinden birisi olan Mus’ab b. Sabit pek kuvvetli bir ravi değildir. Ben, bu konuda sahih bir hadis bilmiyorum.[214]

Îbnü’l-Münzir der ki: Ebu Bekir ve Ömer (r. anhuma)’in bir elden sonra öbür eli ve bir ayaktan sonra da öbür ayağı kestikleri sabittir.

Şöyle de denilmiştir: İkinci defa hırsızlık yaptığı takdirde sol ayağı kesi­lir, bundan başka hırsızlık yaptığı takdirde ise kesme cezası yoktur. Tekrar hırsızlık yapacak olursa ta’z edilir ve haps edilir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib (r.a)’dan rivayet edilmiştir. ez-Zührî, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Alımed b. Hanbel de bu görüştedir. ez-Zührî der ki: Sünnette, bize bir ei ve bir ayak dışında kesme cezası uygulanacağına dair bir haber ulaşmış değildir.

Ata da der ki: Sadece sağ eli kesilir, bundan sonra da ona kesme cezası uy­gulanmaz. Ata’nın bu sözünü İbnü’l-Arabî zikreder ve der ki: Ata’nın bu gö­rüşüne gelince, sahabe-i kiram ondan önce buna muhalif kanaatlerini belirt­mişlerdir. [215]

21- Sağ Eli Kesilmesi Gerekirken, Yanlışlıkla Sol Eli Kesmenin Hükmü:

Hakim hırsızın sağ elinin kesilmesini emretmekle birlikte, so] elinin kesilmesi halinde durumun ne olacağı hususunda fukahânm farklı görüşleri var­dır. Kalade der ki: Buna had uygulanmış oldu. Ona Fazla birşey yapılmaz. Malik de, el kesen yanılıp (sağ yerine) solunu kesecek olursa aynı görüşte­dir. Rey ashabı da istihsanen bu görüşü kabul etmişlerdir,

Ebu Sevr der ki: El kesme cezası uygulayana diyet ödemek düşer. Çünkü o, yanlışlık yapmıştır. Diğer taraftan hırsızın da sağ eli kesilir. Ancak bu ko­nuda kesilmeyeceğine dair icmaun tesbit edilmesi hali müstesnadır.

İbnül-Münzir ise der ki: Hırsızın sol elinin kesilmesi iki şekilden birisiy­le olur. Ya elini kesen bunu kasten yapmıştır O takdirde ona kısas uygula­nır. Yahut da bunu hata yoluyla yapmıştır. O taktirde kesenin âkilesine onun diyetini ödemek icabeder. Diğer taraftan hırsızın sağ elinin kesilmesi de vacibtir. Yüce Allah’ın farz kıldığı bir şeyin, herhangi bir kimsenin hak­sızca tasarrufu veya hata edenin hatası dolayısıyla ortadan kaldırılması caiz olamaz,

es-Sevrî de sağ eline kısas uygulanması gerekirken, sol elini uzatıp kesi­len kimse hakkında sağ eli de kesilir demiştir. İbnü’l-Münzir der ki: Bu doğrudur.

Bir kesim de şöyle demektedir: iyileştiği takdirde sağ eli kesilir. Çünkü, biz­zat kendisi sol elini telef ettirmiştir. Rey ashabının görüşüne göre, kesene bir-şey düşmez,

Şafiî’nin görüşüne kıyasen sol eli iyileştiği takdirde sağ eli de kesilir. Ka-tade ve Şa’bî der ki: Bu durumda kesene birşey düşmez ve eli kesilenin sol eli ile yetinilir. [216]

22- Hırsızın Elinin Boynuna Asılması:

Hırsızın eli boynuna asılır. Abdullah b. Muhayrîz der ki: Ben, Fedale’ye, hırsızın elinin boynuna asılması sünnetten midir? diye sordum, şöyle dedi: Rasulullah (sav) ‘a bir hırsız getirildi, eli kesildi. Daha sonra emir yererek eli boynuna asıldı. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup, hadis, basen ve garip­tir, demiştir. Bunu Ebu Dâvud ve Nesaî de rivayet etmişlerdir.[217]

23- Hırsıza El Kesme Cezası Uygulanmadan Önce Birisini Öldürürse:

Hırsızlık cezasının uygulanması gereken bir halde hırsız birisini öldürecek olursa, Malik der ki: Sadece öldürülür, el kesme cezası da onun kapsamına girer. Şafiî ise der ki: Önce eli kesilir sonra da öldürülür. Çünkü bunlar, iki hak sahibine ait iki haktır Dolayısıyla onlardan herbirisinin hakkını alması icabeder. Yüce Allah’ın izniyle sahih olan da budur. İbnü’l-Arabî’nin tercih ettiği görüş de budur.[218]

24- Nakvî Bir Mesele:

Yüce Allah’ın; “İkisinin ellerini…” diye buyurup bunun yerine İkisinin (birerden) iki elini, diye buyurmaması dolayısıyla, bu hu­susta dil bilginleri bazı açıklamalarda bulunmuşlardır, İbnül-Arabî der ki; Fu-kahâ da bu dil bilginleri hakkında hüsnü zan besledikleri için onların yap­tıkları açıklamalarda izlerini takip etmişlerdir.

Halil b. Ahmed ve el-Ferrâ der ki: İnsanın hilkatinde bulunan o şey iki kişi­ye izafe edilecek olursa çoğul yapılır. Buna göre;” Onların başlarını yardım, kannlarını doyurdum; denilir.” Nitekim yüce Allah da: “Eğer herikiniz Allah’a tevbe ederseniz (ne âlâ). Çün­kü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor” (et-Tahrim, 66/4) diye buyurmaktadır. İş­te bundan dolayı burada da yüce Allah ikisinin (birerden) iki elini kesiniz di­ye buyurmayıp; “(İkisinin) ellerini kesişiz” diye buyurmuştur. Maksat ise bu­nun (erkeğin de) sağ elini, berikinin (hırsızlık yapan kadının) da sağ elini ke-sinizdir. Dilde bu kullanılabilir. Ancak; İkisinin (birerden) iki eli­ni kesiniz, söyleyişi asıl olandır. Şair işe,-bu iki türlü söyleyişi bir arada şu be-yitinde zikretmektedir:

“Oldukça uzak, suyu da bulunmayan korku verici iki kurak yerin ikisinin de tümsek yerleri iki kalkanın sırt tarafı (tümsekçe olan ve rakibe karşı görünen bir bölümü.) gibidir.

Bu hususta bir yanlış anlama sözkonusu olmayacağından dolayı bir bir ifa­de kullanıldığı da söylenilmiştir. Sibeveyh de der ki: Eğer bu organ tek bir Eane İse, sen onunla tesntye kastedecek olursan, cetni’de yapılabilir. Arap-lar’da: Her ikisi de yüklerini indirdiler, ifadesini kullandıkları nak­ledilmiştir. Bununla, her biri kendi bineğinin sırtındaki yükü indirdiği kas­tedilmektedir.

İbnü’l-Arabî der ki: İşte bu, tek başına sağ elin kesileceği görüşüne bina­en doğrudur. Ancak durum böyle değildir. Aksine etler ve ayaklar kesilebi­lir. Bu durumda yüce Allah’ın “eUerini™ buyruğu, dörde raci olur. Dört ise her iki kişide bulunan ellerin toplamıdır. Burada da eller teşriiye olarak zikredil­miştir. O bakımdan ifade fasih olarak varid olmuştur. Eğer: Onların ellerini ke­siniz demiş olsaydı, yine de bu sahih bir ifade olurdu. Çünkü hırsız erkek ile hırsız kadın ifadelerinden özel olarak sadece iki şahıs kast edilmemiştir. Ak­sine bunlar, sayılamayacak kadar çok kişiyi kapsayan bir cins ismidir.[219]

25- Allak, Hükmüne Karşı Konulamayandır:

Yüce Allah’ın:” Kazandıklarına bir karşılık… olmak üzere” buyruğu mefulün leh’dir. Bu, mastar (mefulü mutlak) olarak da kabul edi­lebilir. “Allak tarafından İbret verici bir ceza olmak üzere” buy­ruğu da böyledir.

Bir kimseye, yaptığı bir işten vazgeçip yüz çevirmesini gerektirecek bir iş yapmayı ifade etmek üzere; “Onu ten kilittim” denilir.

“Allah Azîzdir.” Yani, yenik düşürülemeyen, mağlub edilemeyendir.

“Hakimdir” Yaptıkları hikmetli ve sapasağlam olandır. Bu güzel isimlere dair açıklamalar daha Önceden de geçmiş bulunmaktadır.[220]

26- Hirsizın Tevbe Edip Halini Düzeltmesi:

Yüce Allah’ın: “Fakat kim zulmettikten sonra tevbe eder re (kendisini) düzeltirse” buyruğu şarttır. Cevabı da: “Şüphesiz Allah, onun tevbesini ka­bul eder” buyruğudur.

“Zulmettikten sonra” buyruğu hırsızlıktan sonra demektir. Allah, tevbe et­tiği takdirde onu affeder Fakat tevbe ile el kesme cezası kalkmaz. Âta ve bir topluluk şöyle demiştir: Hırsızın ele geçirilmesinden önce el kesme cezası, tevbe ile kalkar. Bunu bazı Şafiîler ileri sürmüş ve Şafiî’nin bir görüşü ola­rak ifade etmişlerdir. Yüce Allah’ın: “Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadır” (el-Maide, 5/34) buyruğuna yapışmışlardır. İşte bu, uygulanması icabeden cezadan bir istisnadır. Dolayısıyla bütün hadlerin buna göre ele alınması gerekmektedir. Bizim ilim adamlarımız da şöyle derler: Bizzat aynı buyruk bizim de delilimizdir. Çünkü şanı yüce Al­lah, yol kesicinin cezasını zikrettikten sonra: “Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler müstesnadırlar diye buyurmakta, daha sonra hırsıza uygulanacak cezayı buna atfettikten sonra hırsız hakkında da: “Fakat kim zulmettikten sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder diye buyurmaktadır. Eğer, hüküm itibariyle hırsız da yol kesici gibi olsaydı, haklarında farklı hükümleri zikretmezdi.

İbnü’l-Arabî der ki: Ey Şafiîier topluluğu, nerede meselelerin kapalı taraflanndan istinbat ettiğiniz şer’î hikmetler ve fikhî incelikler? Şuna dikkat et­mez misiniz? Yol kesen (muharib), bizzat kendisi istibdada yönelmekte, si­lahı iie saldırılarda bulunmaktadır. İmam (islâm devlet başkanı) ona karşı koy­mak için atları ve bineklileri üzerlerine sürmek ihtiyacını hisseder. Yüce Al­lah, burada tevbe dolayısıyla böyle bir durumdan vazgeçsin diye cezasını kal­dırmıştır. Nitekim onu İslâm’a ısındırmak kastıyla, kâfirin geçmişte bütün yap­tıklarının mağfirete mazhar olacağını da ifade ettiği gibi. Hırsız ve zina ede­ne gelince, bunların ikisi de müslümanların avucu içinde, imamın hükmü al­tındadırlar. Onlara uygulanması icabeden hükmü üzerlerinden kaldıran ne olabilir ki? Yahut, bunlar da muharibe kıyas edilir, demek nasıl mümkün ola­bilir? Oysa hikmet de durumları da bunların birbirlerinden ayrı olduklarını ortaya koymaktadır. Böyle bir yaklaşım, -ey muhakkikler topluluğu- sizin gi­bilere yakışmaz. Haddin tevbe ile sakıt olmayacağı sabit olduğuna göre, tev­be Allah tarafından makbuldür, el kesme cezası da o kimsenin günahı için bir keffaret olur.

“Ve düzeltirse” yani, nasıl hırsızlıktan tevbe ettiyse, her günahtan da öy­lece tevbe ederse demektir. “Ve diizeltirsewnin, yani o masiyeti tamamiyle terkederse anlamında olduğu da söylenmiştir. Zinaya yöneldiği için hırsız­lığı terkeden, hiristiyanhğa girdiği için yahudilıği terkedene gelince, böyle birisinin bu yaptığı tevbe değildir. Allah’ın, kulunun tevbesini kabul etmesi ise, kulunu gerçekten tevbe etmeye muvaffak kılmasıdır. Ondan tevbesinin kabul edilmesi demektir, diye de açıklanmıştır. [221]

  1. Bu Âyette, Erkek Hırsızın. Daha Önce, Zina île İlgili Ayette de Zina Eden Kadının Daha Önce Zikredilişinin Hikmeti:

Şöyle denilmektedir: Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede hırsız kadından önce hırsız erkekten sözetmektedir. Zina ile ilgili âyette de zina eden kadı­nı zina eden erkekten önce zikretmiştir. Bundaki hikmet nedir? Buna şöyle cevap verilir: Mal sevgisi erkeklerde daha baskın, cinsel şehvet ise kadınlar­da daha baskın olduğundan dolayı her yerde onlardan uygun olanı zikrede­rek başlanmıştır. Bu ise, ileride en-Nûr sûresinde (24/2. âyet, 5. başlıkta) zi­na eden kadının zina eden erkekten önce zikredilmesinin hikmetine dair ge­lecek açıklamalarda da -inşaallah- görüleceği gibi, kadının öncelikle anılma­sı ile ilgili açıklamalardan bir tanesidir.

Diğer taraftan yüce Allah, hırsızlığın cezasını malı alan el olduğu için el kesmek olarak tesbit etmiştir. Zinanın cezasını ise, fuhşu işleyen U2uv olu-duğu halde, o uzvun kesilmesi olarak tesbit etmemiştir.

Bunun üç sebebi vardır: Hırsızın kesilen eli gibi bir başka eli daha vardır. Eğer eli kesildiği için vazgeçecek olursa, onun yerine kalan ikinci elini kulanabilir. Zina edenin ise, eğer organı kesilecek olursa ve kesilmesi dolayı­sıyla da bu işten vazgeçecek olursa, onun yerine geçecek başka bir organı yoktur.

İkinci husus; had, kendisine had uygulanana da başkasına da bir azardır ve bu işten vazgeçirmek içindir Hırsızlıkta elin kesilmesi açıkça ortada gö­rülür. Zinada organın kesilmesi ise görülmez. (Dolayısıyla ibret hasıl olmaz).

Üçüncü husus; erkeklik organının kesilmesi sonucunda nesil kesilir. Elin kesilmesinde ise neslin kesilmesi sözkonusu değildir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [222]

  1. Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır? O, dile­diğini azapiandırır, dilediğine mağfiret eder. Allah, her şeye güç yetirendir.

Yüce Allah’ın: “Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır…”

âyetindeki hitab, Peygamber (sav)’a ve başkal a rinadır. Yani, herhangi bir kim­senin: Biz, Allah’ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz demelerini gerektirecek ve bu­na bağlı olarak iltimas geçmesini sağlayacak şekilde yüce Allah ile hiç bir ya­kınlık, bir akrabağı yoktur. Hadler de haddi gerektiren bir işi işleyen herke­se uygulanır.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: O, dilediği hükmü vermek hak­kına sahiptir. İşte bundan dolayı yol kesici ile yolkesîci olmayıp hırsızlık ya­pan kimse arasında (had bakımından) fark gözetmiştir. Bu âyet-i kerimenin benzeri âyetler de, bunlara dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulun­maktadır. O bakımdan bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Başarıya ulaş­tıran Allah’tır,

İşte hırsızlık âyeti ile ilgili olarak hırsızlığa dair bir takım hükümler bun­lardır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [223]

  1. Ey Peygamber! Kalpleriyle İman etmedikleri halde ağızlarıyla: İnandık deyip de küfür içinde koşuşup duranlar seni kederlen­dirmesin. Yahudilerden durmadan yalana kulak veren, huzuru­na gelmeyen diğer bir kavim lebine dinleyen (casusluk eden) ler vardır. Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler ve: “Eğer size şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının” derler. Allah’ın fitneye düşürmek istediği kimse İçin sen, Allah’a karşı birşey yapamazsın. Onlar, Allah’ın kalplerini temizle­mek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet vardır, Âhirette de onlara pek büyük bir azap vardır.

Bu buyruğa dair açıkla ma lanmızı sekiz başlık halinde sunacağız: [224]

1- Bu Âyeti Kerimenin Nüzul Sebebi İle İlgili Görüşler:

“Ey Peygamber seni kederlendirmesin” âyetinin nüzul sebebiyle İlgi­li olarak üç görüş vardır. Denildiğine göre bu âyet-i kerime, Kurayla ve Nadiroğullan hakkında inmiştir. Kurayzalı birisi, Nadiroğullanndan birisini öl­dürdü. Nadiroğullan, Kurayzal il ardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygu­lamalarına fırsat vermezlerdi. -İleride açıklanacağı üzere- onlara (Kurayza-Iiiara) sadece diyet vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sav)’ın hakemliğine başvurdular. Hz. Peygamber, Kurayzalı ile Nadiroğullanna mensub iki kişi arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü verdi. Bu ise, Nadiroğullannın hoşuna gitmedi ve kabul etmediler. [225]

Bîr diğer görüşe göre bu âyet-t kerime, Peygamber (.sav)’in Ebu Lubâbe’yi Kurayzaoğullanna gönderip kendilerine uygulanacak cezanın boğazlarının kesilmesi olduğuna işaret etmesi dolayısıyla Ebu Lubâbe hakkında inmiştir. [226]

Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerime, yahudi erkek ve kadının zinası ile recim olayı hakkında nazil olmuştur. Bu da konu ile ilgili görüşlerin en sa­hih olanıdır. Bunu, hadis imamları, Malik, Buharı, Müslim, Tirmizî ve Ebu Dâ-vud rivayet etmişlerdir.

Ebu Dâvud, Cabir b. Abdullah’tan rivayetine göre, Peygamber (sav) onla­ra (yahudilere): “Aranızdan en bilgili iki kişiyi yanıma getiriniz” demiş, bu­nun üzerine onlar da Suriya adındaki birisinin ijsi oğlunu getirmişlerdi. Hz. Peygamber onlara yüce Allah adına yemin verdirerek: “Bu iki kişinin duru­munu Tevrat’ta nasıl bulmaktasınız” dîye sordu? İkisi de: Bizim Tevrat’ta bul­duğumuz şudur: Dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıkta-ki mil gibi görecek olurlarsa ikisi de recm olunurlar. Hz. Peygamber sordu: “Peki, sizi bunları recmetmekten alıkoyan nedir”? İkisi de: Otoritemiz elden gitti, o bakımdan biz de öldürmekten hoşlanmadık. Peygamber (sav) şahit­leri çağırdı. Şahidler gelip, erkeğin organının kadının fercinde sürmedanhk-taki mil gibi gördüklerine dair şahidlik ettiler Peygamber (sav); ikisinin de recm edilmesi emrini verdi.[227]

Buharî ile Müslim’in dışındaki eserlerde de eş-Şa’bî’den, Cabir b. Abdul­lah’tan nakledilerek Cabir’in şöyle dediği kaydedilmektedir: Fedeklilerden bir erkek zina etti. Bunun üzerine Fedekliler, Medine’de bulunan yahudi bazı kimselere: Muhammed’e bu hususa dair soru sorunuz. Eğer size celde vur­mayı emrederse, onu kabul ediniz. Şayet size recmedilmeleri emrini verirse onu kabul etmeyiniz. Durumu Hz. Peygamber’e sordular, o da İbn Suriyayı çağırdı. Aralarında en bilgin kişi oydu. Bir gözü de görmüyordu. Rasulullah (sav) ona şöyle sordu: “Sana Allah adına yemin verdiriyorum. Kitabınızda zi­na edenin cezasını ne şekilde buluyorsunuz ?” İbn Suriya ona şöyle dedi: Al­lah adına bana and verdirdiğine göre, şunu söyleyeyim. Biz Tevrat’ta, bak­manın bir zina, kucaklaşmanın bir zina, öpmenin bir zina olduğunu görüyo­ruz. Eğer dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktakl mil gi­bi gördüklerine dair şahidlik edecek olurlarsa, o takdirde (erkeği) recmetmek icabeder. Bunun üzerine Peygamber (sav): “İşte bu böyledir” buyurdu. [228]

Müslim’in Sahihinde de el-Berâ b. Âzib’den şöyle dediği nakledilmekte­dir: Peygamber (sav)’in yanına yüzü kömürle karartılmış bir yahudi getiril­di. Hz. Peygamber yahudileri çağırıp şöyle dedi: “Sizler Kitabınızda zina ede­nin cezasının böyie olduğunu mu görüyorsunuz? Onlar, evet deyince, Hz. Peygamber ilim adamlarından birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: Tevratı Mu­sa’ya indiren Allah adına bana söyle. Kitabınızda zina edenin haddini böy­le mi buluyorsunuz?” Kişi Hayır dedi. Eğer bu şekilde bana yemin verdirme-seydin sana bildirmeyecektim. Biz, cezanın recm olduğunu görüyoruz. Fa­kat zina, soylularımız arasında çoğaldı O bakımdan soytu bir kimseyi yaka-iadık mı, onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle dedik: Gelin ortaklaşa bir ceza tesbit edelim ve bunu, soyluya da böyle olmayana da uygulayalım. Sonunda recm yerine yüzü kömürle karart­mayı ve sopa vurmaya tesbit ettik. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle bu­yurdu: “Allah’ını kendilerinin öldürdükleri bir zamanda senin emrini ihya eden ilk kişi ben oluyorum” dedi ve recm edilmesini emretti. Bunun üzerine yü­ce Allah da: “Ey Peygamberi Küfür içinde koşuşup duranlar seni keder­lendirmesin” buyruğunu: “Eğer size şu verilirse onu alın” buyruğuna ka­dar indirdi. Yani, diyorlar ki: Muhammed’e gidiniz. Eğer o sizlere yüze kö­mür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul ediniz. Şayet size recm cezası uygulanması fetvasını verirse, ondan sakınınız. Bunun üzerine şanı yü­ce Allah: “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir” (el-Maide, 5/44); “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, iş­te onlar zalimlerin ta kendileridir” (el-Maide, 5/45); “Kim Allah’ın, indirdi­ği ile hükmetmezse, işte onlar fasıkların tâ kendileridir” (el-Maide, 5/47) âyetlerini indirdi. Bunların hepsi de kâfirler hakkındadır. [229]

Bu rivayette bu şekilde: “Peygamber (savTın yanından… geçirildi” lafzı ile zikredilmiştir.

İbn Ömer tarafından rivayet edilen hadiste de şöyle denilmektedir: Zina etmiş yahudi bir erkek ve bir kadın getirildi- Rasulullah (sav) yahudilerm ya­nına varıncaya kadar yola koyuldu. Dedi ki: “Tevrat’ta zina edene uygulan­mak üzere bulduğunuz ceza nedir?”[230] Bir başka rivayette de şöyle denil­mektedir: Yahudiler, Rasulullah (sav)’m yanına zina etmiş bir erkek ve bir ka­dın getirdiler. [231] Fbu Davud’un Kitabında (Süneninde) İbn Ömer tarafından rivayet edilen hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Yahudilerden bir top­luluk gelip Rasulullah (sav)’ı el-Kuf denilen vadiye çağırdılar. Peygamber (sav) da onların yanına Beytu’l- Midras (diye bilinen Tevrat okuyup öğrendikle­ri) yere gitti. Şöyle dediler: Ey Ebe’l-Kasım, bizden bir erkek bir kadın ile zi­na etti. Sen aramızda hüküm ver… [232]

Bütün bunlarda herhangi bir hususta tearuz (çatışma) sözkonusu değil­dir. Bunların hepsi de aynı olayı nakletmektedir. Ebu Dâvud bu olayı, Ebu Hureyre yoluyla güzel bir şekilde nakletmiş bulunuyor. Ebu Hureyre der ki: Yahudilerden bir adam bir kadın ile zina etti. Aralarında birbirlerine şöyle de­diler: Haydi şu peygambere gidelim. Çünkü bu, hükümleri hafifletmek özel­liği ile gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer, recmden daha aşağı bir fetva ve­recek olursa, onu kabul ederiz, Allah huzurunda da onu delil gösteririz. Ve deriz ki: Bu, senin peygamberlerinden bir peygamberin fetvasıdır. Bunun üze­rine, mescidde ashabı arasında oturmakta iken Peygamber (sav)’m yanına ge­lip şöyle dediler:

Ey Ebe’l-Kasım, kendilerinden zina etmiş bir erkek ve bir kadın hakkın­daki görüşün nedir? Peygamber (sav) onlara ait Beytül- Midraslarına varın­caya kadar onlarla konuşmadı. Kapıda durup şöyle dedi: “Musa üzerine Tev-ratı indiren Allah adına size and verdiriyorum. Tevratta muhsan olduğu tak­dirde zina eden kimseye uygulanmasını gerekli bulduğunuz ceza nedir?” Şu cevabı verdiler: Yüzü kömür ile karartılır, zina eden İki kişi bir merkebe sırt­ları birbirine dönük olarak bindirilip gezdirilir ve onlara sopa vurulur. Ara­larından genç birisi ise susuyordu. Peygamber (sav) onun susmakta olduğu­nu görünce, ona da ısrarla aynı şekilde and verdirip soru sordu, o genç şu cevabı verdi: Madem bize and verdirdin, bizim Tevrat’ta bulduğumuz ceza bil ki, recmdir… Daha sonra hadisin geri kalan kısmını zikretti ve nihayet şöy­le dedi: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “O halde ben de Tevratta bulunan hüküm gereğince hüküm veriyorum.” Sonra da emir vererek ikisi de recm edildiler.[233]

2- Zimmet Ehlinin Müslümanların Hakemliğine Baş Vurmaları:

Bu rivayetlerden çıkan sunuç şudur: Yahudiler, Peygamber (savVın hük­müne başvurmuş, o da Tevrat’ta bulunan hüküm gereğince haklarında hü­küm vermiştir. Bu hususta da Suriya denilen birisinin iki oğlunun söyledik­lerine dayanmıştır. Yahudilerin şahitliklerini dinlemiş ve gereğince uygulama yapmıştır. Aynca muhsan sayılmak için İslam da şart değildir. İşte bun­lar, (bu rivayetlerden özetle anlaşılan) dört meseledir.

Zimmet ehli, İslam devlet başkanının huzurunda davalaşacak olurlarsa, on­ların getirdikleri bu dava, öldürmek, saldırı ve gasb gibi haksızlığı ilgilendi­ren bir dava ise, aralarında hüküm verir ve bu haksızlıktan onları ahkoyar. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur.

Eğer dava konusu bu türden değilse, -İmam -Malik ve Şafiî’ye göre- ara­larında hüküm vermek hususunda muhayyerdir, Şu kadar var ki Malik, hük-metmeyip yüzçevirmeyi daha uygun görür. Şayet hüküm verecek olursa, ara­larında İslam hükmü ile hüküm verir. Şafiî ise şöyle demektedir: Hadler ile ilgili hususlarda aralarında hüküm vermez.

Ebu Hanife de şöyle demektedir: Durum ne olursa olsun, aralannda hüküm verir. Bu, aynı zamanda ez-Zührî, Ömer b. Abdulaziz ve el-Hakem’in de gö­rüşüdür. İbn Abbas’tan da bu görüş rivayet edilmiştir, Şafiî’nin konu ile ilgi­li iki görüşünden birisi de budur. Çünkü ileride açıklanacağı üzere yüce Al­lah’ın: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” (el-Maide, 5/49) buyruğu bunu gerektirmektedir. Malik de yıice Allah’ın: “Eğer sana gelirlerse, arala­rında hükmet ya da onlardan yüz çevir” (el-Maide, 5/42) âyetini delil göster­miştir. Bu da hükmetmekte muhayyerlik hususunda açık bir nasstır.

İbnü’l-Kasım der ki: Piskoposlarla zina eden iki kişi birlikte gelecek olur­sa, hakim muhayyerdir. Çünkü o hükmü yürürlüğe koymak piskoposların bir hakkıdır.

Muhalif görüşü savunanlar da derler ki: Piskoposların gelmesine itibar et­mez. İbnül-Arabî der ki: Bu, daha sahih olan görüştür. Çünkü müslümanlar, aratannda bir kimsenin hakemliğini kabul edecek olurlarsa hakemin hükmü geçerli olur. Ve bu hususta hakimin rızasına itibar olunmaz. Kitab ehli hak­kında bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur.

İsa ise İbnü’l-Kasım’dan naklen şöyle demektedir: O vakit, bu konuda hü­küm vermesi için gelenler zimmet ehli değildiler. Harb ehliydiler. İbnü’1-Ara-bı der ki: îsanm İbnü’l-Kasım’dan naklettiği bu görüş, Taberî ve diğerlerinin rivayet ettiği: Zina eden kişi Hayber ya da Fedeklilerden idiler. Ve o sırada onlar, Râsulullah (sav) ile (antlaşması bulunmayan) harbi kimseler idiler, ifa­desinden çıkarılmıştır.

Zina eden o kadının adı Busra idi. Bunlar, Medine’de bulunan yahudüere haber gönderip şöyle demişlerdi: Muhammede buna tiair soru sorunuz. Eğer size recinden başka birşey ile fetva verirse onu alıp kabul ediniz. Şayet recin­le fetva verirse, onu kabul etmekten sakınınız… İbnü’l-Arabî derki: İşte bu eğer sahih ise, zina edenleri beraberlerinde getirip soru sormaları, bir ahki ve bir eman olarak değerlendirilir. Eğer bu bir ahid bir zimmet, ve bir dâr Cda ya­şamak demek) değil ise, o takdirde haklarında hüküm vermemek ve verdiği takdirde de haklarında adaletli hüküm vermek hakkına sahip olurdu. O bakım­dan bu hususta İsa’nın kaydettiği rivayetinin delil olacak bir tarafı yoktur. İş­te yüce Allah, onlar hakkında şöylece haber vermiştir: “Yahudiler durmadan yalana kulak veren, huzuruna gelmeyen bir kavm lehine dinleyenlerdir.” Peygamber (“say)’in hakemliğine baş vurunca, onlarm verdiği hüküm hakların­da yürürlüğe girdi ve onların geri dönme haklan kalmadı.

Buna göre çeşitli meselelerde başkalarının hakemliğine başvurmak husu­su; bir sonraki başlığın konusudur.[234]

3- Hakemin Hükmüne Başvurmak:

Aradaki anlaşmazlıklarda bir başkasının hükmüne başvurmanın asıl deli­li bu âyet-l kerimedir. Malik der ki; Bir kişi, bir başkasını hakem tayin ede­cek olursa, onun hükmü geçerlidir. Bu hüküm hakime götürülecek olursa, hakim de onu yürürlüğe koyar. Apaçık bir zulüm olması hali müstesna. Suh-nün der ki: O hükmü doğru verecek olursa, onu yürürlüğe koyar.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu ise mali konularda ve hakkını taleb eden kişiyi il­gilendiren haklar ile ilgilidir. Hadler ile ilgili ise3 ancak sultanın (hüküm ver­meye yetkili makamın) hüküm vermek yetkisi vardır İlke şudur; İki davacı­ya has olan her bir hak ile ilgili hususlarda, başkasının hakem tayin edilme­si caizdir, hakem tayin edilenin o hususta verdiği hüküm de geçerlidir. Bu­nun tahkikine gelince: İnsanlar arasında hakem tayini, onlara ait bir haktır. Hakimin hakkı değildir Şu kadar var ki, tahkim meselesini alabildiğine ge­niş çerçevelerde kullanmak, velayet ilkesini delmektir, Ve bu, eşeklerin ge­lişi güzel davranmaları gibi, insanların da gelişi güzel hareket etmeleri sonu­cunu verir. O bakımdan, meseleyi nihai olarak kestirip atacak bir otoritenin varlığı da kaçınılmazdır. Bundan dolayı şeriat, karmaşıklığın temelini kökten yıkmak için, veliyülemr tayin edilmesini emr etmiş, bununla birlikte onun yü­künü hafifletmek için ve diğer taraftan anlaşmazlık halinde olanlar üzerin­den de davalarını hakime götürmek sıkıntısını kaldırmak ve böylelikle her iki maslahatı gerçekleştirip faydayı temin etmek için de tahkime müsaade et­miştir.

Şafiî ve başkaları der ki: Tahkim caizdir ve bunun sonucunda verilen hü­küm, ancak bir fetva hükmündedir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Peygamber (sav)’ın yalıudiler hakkın­da recm hükmünü vermesi, onların kitaplarındaki bir hükmü uygulamaktı, Onların tahrif ettikleri, gizledikleri ve uygulamayı terkettikleri bir hükmü uygulamaktı. Nitekim Hz. Peygamber’in: “Allah’ım, onlann öldürdükleri bir za­manda, ben Senin emrini ilk dirilten kişiyim” dediğine dikkat etmek gerekir. Bu ise onun Medine’ye geldiği sırada olmuştu. Bundan dolayı Hz. Peygam­ber, Suriya adındaki kişinin iki oğlundan Tevrat’taki hükmü sağlam bir şe­kilde öğrenmek yoluna gitmiş ve bu hususta onlara yemin verdirmişti.

Ashnda kâfirlerin hadler ile ilgili sözleriyle bu husustaki şahitlikleri îcma ile makbul değildir Fakat, Hz. Peygamberin bunu yapması, onların bağlı ka-lacaklannı belirttikleri ve gereğince amel ettikleri bir hususu kabul ettirmek üzere yapmıştı.

Diğer taraftan bu konudaki bilginin Hz. Peygamber için vahiy yoluyla hu­sule gelmiş olması, yahut da yüce Allah’ın Hz. Peygamberin kalbine Suriya’nın iki oğlunun bu hususla söylediklerinin doğru olduğuna dair bir ilham ilka et­mesi yoluyla -sadece onlar söyledi diye değil- bilgi sahibi olmuş olması da ihtimal dahilindedir. Hz. Peygambere vahiy ya da illiâm yoluyla gelen bu bil­gi, ona hükmü gereği gibi açıklamış ve recmin meşruiyetini haber vermiş olur. Bunun başlangıcı tâ o vakit gerçekleşmiş olur. Böylelikle Hz. Peygamber, yap­tığı ile Tevrat’ın hükmünü uygulamış ve aynı zamanda bunun şeriatinin hükmü olduğunu da beyan etmiş olur. Zaten Tevrat da yüce Allah’ın hükmü­dür. Çünkü, şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Tevrat’ı Biz indirdik ki, onda bir hidayet ve bir nur vardır. Teslim olmuş olan peygamberler… onunla ya-kudilere hükmederlerdi.” (el-Maide, 5/44) Bu şekilde hüküm verenler de pey­gamberlerdendi.[235]

Ebu Hureyre de Hz. Peygamber’den: “İşte ben de Tevrat’ta bulunan hü­küm gereğince hüküm veriyorum” dediğini rivayet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [236]

4- Zimmînin Şahidliği:

Cumhur, zimmînin şahidliğinin reddedileceği görüşündedir. Çünkü o, şa-hidlik etmek ehliyetine sahip değildir, O bakımdan zımminin» müslüman hak­kında olsun, kâfir hakkında olsun şahidliği kabul olunmaz. Tabiînden ve on­ların dışından bir topluluk ise, sûrenin son taraflarında açıklanacağı üzere, müslüman bir kimse bulunmadığı takdirde zimmilerin şahitliğini kabul etmiş­tir.

Denilse ki: Hz. Peygamber zimmilerin şahidliği gereğince hüküm vermiş ve zina edenleri recmetmiştir. Şu cevap verilir: Hz, Peygamber Tevrat’ın hük­mü olarak bildiği şeyi onlara uygulamış ve Tevrat gereğince uygulamaya onlan mecbur etmiştir. İsrail oğullarının bağlayıcı delil gereğince uygulamaya onları mecbur etmçk ve tahrif ve değiştirmelerde bulunduklarını ortaya koymak suretiyle olmuştu. O bakımdan Hz. Peygamber hakim değil de hükmü uygulayıcı bir kimse idi. Bu ise, birinci şekildeki yoruma göredir.

Naklettiğimiz ihtimale göre ise, o takdirde bu, o vakaya has bir durum olur. Zira, ilk asırda selef arasında böyle bir durumda sahiciliklerini kabul eden kim­senin bulunduğu işitilmemiştir. [237]

5- Bir Kıraat Farkı ve Kederlenme”nin Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Seni kederlendirraesin” buyruğunu, Nail’ “yâ” harfini ötreli, “ze” harfini de esreli olarak okumuştur. Diğerleri ise, “ya” har­fini üstün, “ze” harfini de esreli olarak okumuşlardır.Hüzün, se­vincin zıddıdır. el-Yezidî der ki: Onu kederlendirdi, söyleyişi Kureyş şivesi, söyleyişi ise Temimlilerin söyleyişidir. Bu iki söyleyişe göre de kıraat vardır.

Âyet-i kerimenin anlamı ise: Peygamber Csav)a bir tesellidir. YaniT onla­rın küfür içerisinde koşuşup durmaları seni kederlendirmesin. Çünkü, şüp­hesiz ki Allah, onlara karşı sana zaferi va’detmiştir. [238]

6- Casusluk Yapan Münafıklar:

Yüce Allah’ın: “Kalpleriyle İman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de…” buyruğunda kastedilenler münafıklardır. Bunlar, dillerinin açık­ça ifade ettiği gibi imanı kalplerinde bulundurmayan kimselerdir.

“Yahudilerden” yani, Medine’deki yahu dilerden. Burada söz (cümle) ta­mam olmaktadır. (Buna göre) âyetin anlamı şöyle olur: “Kalpleriyle… şuşup duranlar ve yahudilerden olan bazı kimseler On yaptıkları) seni ke­derlendirmesin.”

Daha sonra yüce Allah yeni bir cümleye başlayarak şöyle buyurmaktadır: “Durmadan yalana kulak veren” yani, onlar durmadan yalana kulak veren­lerdir. Yüce Allah’ın: Yanınıza gidip gelenlerdir” (en-Nûr, 24/58) buyruğu da fiil kipi itibarıyla bunu andırmaktadır.

Yeni cümle başının, yüce Allah’ın: Yahudilerden …” oldu­ğu da söylenmiştir. (Meal buna göre yapılmıştır.) Yani, yahudller arasından çokça yalan dinleyen bir topluluk vardır Yani bunlar, ele başlarının Tevrat’ı tahrif etmek suretiyle söyledikleri yalanlarını kabul etmektedirler.

Şöyle de denilmiştir: Ey Muhammed, bunlar sana yalan iftira etmek için, senin söylediklerini dinlerler. Çünkü, aralarında Peygamber (sav)’ın huzurunda bulunup sonra da yalrudiler arasında avama karşı Hz, Peygambere iftira eden ve onu gözlerinde çirkin gösteren kimseler vardır. İşte yüce Allah’ın: “Huzuruna gelmeyen diğer bir kavim lehine dinleyenler vardır” buyruğu­nun anlamı da budur. Münafıklar arasında da bu işi yapanlar vardı.

el-Ferrâ der ki: Burada (yani, en-Nûr, 24/58. ayet ile bu âyet-î kerimede geçen) Kulak verenler, gidip gelenler olarak şeklinde okun­ması da caizdir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır;

Onlar, lanete uğramışlardır. Nerede ele geçirilirlerse…” (el-Ahzab, 33/61)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak tak­va sahipleri cennetlerde ve nimetler içindedirler.” (et-Tûrt 52/17) Daha son­ra: “Neşeliler olarak” (et-TÜr, 52/18) ile; “Atanlar olarak” (ez-Zariyât, 51/16) diye buyurmuştur.

Süfyan b. Uyeyne der ki: Şam yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde: “Huzuruna gelmeyen bir kavim lehine dinleyenler vardır” buyruğunda casuslardan söz etmîş, fakat Peygamber (sav) da onları bilmekle birlikte onlara (üstü kapa­lı dahi olsa) işaret etmemiştir. Zira o sırada henüz ilgili hükümler gelmemiş ve İslam da tam manasıyla güç ve iktidarı eline geçirmemişti.

Yüce Allah’ın izniyle, casusa dair hükümler el-Mümtahine sûresinde âyetin tefsirinde) gelecektir. [239]

7- İlahi Buyrukları Tahrif Etmek:

Yüce Allah’ın: -Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler” buy­ruğun anlamı şudur: Onlar, sözleri senden anlayıp kavradıktan , yüce Allah’ın murad ettiği yerlerini bilip apaçık hükümlerini de öğrendikten sonra, onu ol­madık şekilde te’vil ederler ve şöyle derler: Onun da getirdiği şeriat, recmi terketmek şeklindedir Muhsan olanı recmetmek yerine, yüce Allah’ın hük­münü değiştirerek kırk celde vurmak da onların bu değiştirmelerindendir.

“Değiştirirler” ifadesi, yüce Allah’ın: Dinleyenler” buyruğunun sıfatı mahaUindedir Ve bu “Sana gel (mey) en” deki za­mirden hal değildir. Çünkü onlar, sana gelmeyecek olurlarsa, ne söylediği­ni de işitemezler. Tahrif ise, ancak bir şeye tanık olup onu işiten kimse ta­rafından yapılır ve böyle bir kimse tahrif yapabilir. Yahudiler arasından tah­rif ve değişiklik yapanlar onların bir kısmıdır. Hepsi değildir. Bundan dola­yı “yahudilerden” bir topluluk dinleyenler vardır, şeklinde anlamın anlaşıl­ması daha uygundur.

Derler” ise, “Değiştirirler deki zamirden hal mahal­li ndedir.

“Eğer stee şu verilirse onu alın” buyruğu Muhamined (sav) size sopa cezasını bildirirse onu kabul edin, aksi takdirde kabul etmeyin» demektir. [240]

8- Allah’ın Kalplerini Temizlemek İstemediği Kimseler ve Cezaları:

“Allah’ın fitneye düşürmek İstediği kimse” dünyada saptırmak, ahiret-te de cezalandırmak istediği kimse “için sen, Allah’a karşı birsey yapamaz­sın” asla ona fayda veremezsin. “Onlar, Allah’ın kalplerini temizlemek İs­temediği kimselerdir” buyruğuyla yüce Allah, aleyhlerine kâfir kalmak hük­münü verdiğini açıklamaktadır.

Âyet-i kerime saptırmanın yüce Allah’ın meşieti ile olduğuna delalet etmek­tedir. Bununla daha önce geçtiği üzere buna muhalif kanaat belirtenlerin gö­rümleri de reddedilmektedir. Yani, yüce Allah müminlerin kalplerini onları mü­kâfatlandırmak üzere temizlediği gibi, bu kâfirlerin kalplerini üzerine bastı­ğı mühürlerden temizlemek, arındırmak istemez.

“Dünyada onlara zillet vardır.” Bu zilletin, recm’i inkâr etmelerinden son­ra Tevrat’ın getirtilip orada recm cezasının bulunduğunun ortaya çıkması suretiyle iç yüzlerinin açığa çıkması ve rezil olmaları olduğu, söylendiği gibi, dünyadaki zilletlerinin, kendilerinden cizye alınıp alçaltılmalan olduğu da söy­lenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [241]

  1. Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çe­vir. Şayet onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremez­ler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Al­lah, adaletli olanları serer.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [242]

1- Yalan Dinleyenler:

Yüce Allah: “”Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler…” buyruğunu, tehdit ve daha bir vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna dair açık­lamalar önceden C41, âyet-i kerimede) geçti. [243]

2- Haram Yiyiciler:

Yüce Allah’ın: “Çokça haram yiyenlerdir” buyruğu, çokluk ifade eder: Haram kelimesi, sözlükte aslında helak olmak ve sıkın­tı anlamındadır. Yüce Allah da (aynı kökten olmak üzere)sizi azab ile helak eder” (Tâ-Hâ, 20/ 61) diye buyurmaktadır. el-Ferezdak da şöyle demiştir:

“Ey Mervan oğlu, zamanın darlık ve sıkıntıları bırakmadı

Geriye maldan hiçbir şey, ufak tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında.

Beyit bu şekilde diye merfu’ olarak manaya atfedilmek suretiy­le rivayet edilmiştir.

Kökten tıraş eden hakkında da: Kökten kazıdı, denilir.

Haram mala (bu kökten gelmek üzere): Suht denilmesi ise, itaatleri silip süpürmesi yani onları giderip kökten imha etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ der ki: Bunun anlamı, açlıktan dolayı yemeğe saldırmaktır. de­yimi, çok yemek yiyen kimse hakkında kullanılır. Rüşvet ve haram yiyen bir kimse, kendisine verilen şeylere karşı duyduğu aç gözlülük, aşırı istinasın­dan dolayı midesine çokça yemek dolduran kimseye benzetilmiş gibidir. Ha­rama “suht” deniliş sebebinin, insanın insanlığını kökten alıp götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir.

Derim ki: Ancak birinci görüş daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle bir­likte insanlık da gider. Dini olmayanın insanlığı da yoktur.

tbn Mes’ud ve başkaları suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: Hakimin aldığı rüşvet suht kabil indendir. Peygamber (sav)’ın da şöyle dediği nakledilmektedir: “Suht yemekten dolayı insan vücudunda artan her bir et parçasına ateş daha bir layiktır.” Ey Allah’ın Rasulü, suht nedir diye sordu­lar, Hz. Peygamber: “Hüküm vermek için -alınan rüşvettir” diye cevap verdi.[244]

Yine İbn Mes’ud’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin karde­şinin bir İhtiyacını görmesi, diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı göre­nin de bu hediyeyi kabul etmesidir,

İbn Huveyzimendâd da der ki: Kişinin makam ve mevkisî dolayısıyla bir-şeyler yemesi, “sulu” kapsamı içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nez-dinde böyle bir yerinin olması dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını karşılamasını istemesi üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın gör­memesi suretiyle olur. Bir hakkı iptal etmek yahut da caiz olmayan bir şey karşılığında rüşvet almanın suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş ayrılığı yoktur.

Ebu Hanife der ki: Hakim rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden tarafın­dan azledilmese dahi derhal azlolur ve o andan itibaren vermiş, olduğu bü­tün hükümler bâtıl olur.

Derim ki: Bu hususta iıigaallah görüş ayrılığı caiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet alması bir fasıkhktır. Fasikın hüküm vermesi ise caiz değildir. Doğru­sunu en iyi bilen Allahtır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: “Allah rüş­vet vereni de, rüşvet alanı da lanetlemiştir.”[245]

Ali (r.aVdan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kâhinin al­dığı ücret ve bir mesele hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere) aceleci­lik göstermektir.

Vehb b. Münebbih’den de rivayet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde mi haramdır? diye sorulmuş, o: Hayır demiştir Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağlamak, yahut yerine getirmen gereken hakkı üzerinden kal­dırmak için verdiğin rüşvet hoş karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebu’I-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz de bunu kabul ediyoruz. Çünkü ki­şinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına gelecek bir zaran önlemesin­de bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud’un Habeşistanda iken İki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil, bunu kabzedenedir dediğine dair gelen rivayeti andırmaktadır. el-Mehdevî der ki: Hacamat ya­panın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen (benzeri helal kazançları) suht diye adlandıranlann bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi kazançların bu işi yapanların insaf ve insanlık duygularını atıp götürmesidir.

Derim ki: Sahih olan, hacamat yapanın kazancının helal olduğudur. Helal olan bir şeyi alan bir kimsenin ise mürüvveti (insanlığı) sakıt olmaz ve mer­tebesi de düşmez.

Malik, Humeyd et-Tavîl den, oT Enes’dert şöyle dediğini rivayet eder: Ra-sulullah (sav) hacamat yaptırdı, Ebu Taybe adındaki birisi ona hacamat yap­tı. Rasulullah (sav) ona bir sa’ lıurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını hafifletmelerini de emretti.[246]

tbn AbdTl-Berr der ki: İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal olduğu­na delildir. Çünkü Rasulullah (sav) batıl herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükâfat, ne de bir karşılık tesbit eder. Enes (r.a)’ın rivayet ettiği bu hadis, Peygamber (savVın daha önceki hadislerinde haram kılmış oldu­ğu kanın bedeli ile ilgili hadisi neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücre­ti hoş görmediğini ifade eden hadisi de nesh etmektedir

Buharî ve Ebu Dâvud da İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: Rasulullah (sav) hacamat yaptırdı ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram (sulu) olsaydı, bunu ona vermezdi. [247]

Bu kelime suht ve suhut şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuş­tur. Ebu Amr, İbn Kesir ve el-Kisaî “suhut” şeklinde, diğerleri ise, “suht” di­ye okumuşlardır.

el-Abbas b, Ebi Fadl da Hârice b. Mus’ab’dan, o da Nafiden bu kelimeyi “sent” şeklinde “sin” harfini üstün “haMyı da sakin olarak okumuştur. ez-Zec-câc, bunun azar azar gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir. [248]

Müslüman Olmayanlar Arasında Hüküm Vermek:

“Eğer sana gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir” an­lamındaki bu buyruk, yüce Allah tarafından bir muhayyerlik olduğunu orta­ya koymaktadır. Bunu el-Kuşeyrî söylemiştir. Daha önceden bunun manası­nın burada sözü edilenlerin zimmi kimseler değil de antlasmalı (olarak İslam yurduna girmiş) kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu. Çünkü Peygamber (sav) Medine’ye gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı.

Zimmet ehli olmadıkları takdirde kâfirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir. Aksine dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir.

Zimmet ehline gelince, davalannı biâm hakimimize getirdikleri takdirde ara­larında hüküm vermek bizim İçin vacip midir? Bu hususta Şafiî’nin iki görü­şü vardır: Eğer dava, bir müstüman ile alakalı ise hüküm vermek vaciptir.

el-Mehdevî der ki: ilim adamları, hakimin müslürnan ile zimmi arasında hü­küm vermesi gerektiğini icma île ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasın­daki davalarda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları, âyet-i kerimenin muh­kem olduğunu, hakimin de hüküm verip vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş, Nehaî, Şa’bî ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Malik, Şafiî ve diğerlerinin de görüşüdür. Zina halinde, ki­tap ehline had uygulamayı terk etmeye dair Malik’ten gelen rivayet bunun dışındadır. Çünkü (ona göre), müslüman bir erkek, kitap ehli bir kadınla zi­na edecek olursa, erkeğe had uygulanır, fakat kadına had uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi iseler, ikisine de had yoktur. Aynı za­manda bu, Ebu Hanife, Mühammed b. el-Hasan ve başkalarının da görüşü­dür.

Yine Ebu Hanife’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zimmilere celde uy­gulanır, fakat recm cezası uygulanmaz. Şafiî, Ebu Yusuf, Ebu Sevr ve başka­ları ise şöyle demiştir: Eğer bizim hükmümüze rıza göstererek mahkememi­ze gelecek olurlarsa, her ikisine de had uygulanır,

İbn Huveyzimendâd der ki: Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna ben­zer kendileri sebebiyle fesadın yayginlaşabildiği haksızlıklar Üe alakalı olma­sı hali dışında imam, onlardan birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber gönderir, ne de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, bo­şamak ve sair muamelat ile ilgili davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez. Hüküm vermemek hususunda o, muhayyerdir Hü­küm vermeyecek olursa, onları kendi hakimlerine geri gönderir Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü ile hükmeder.

Fesadın yaygınlaşmasına sebep teşkil edecek meselelerde, onları müslü-manlann hükmünü kabul etmeye cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat üzere ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister on­lar taralından ister başkaları tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onlann malları ve kanlan muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu gibi şeyler mubah görülebilir, o takdirde bundan ötü­rü aramızda fesat yaygınlık kazanır. İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şa­rap satmalarına, açıktan zina etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yap­malarına mani olduk. Tâ ki, müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fe­sat bulmasın.

Boşama, zina ve buna benzer dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hak­kında hüküm vermeye gelince, bu gibi konularda onların bizim dinimizi uy­gulamak zorunlulukları yoktur. Bizim dinimize göre aralarında hüküm ver­mek ise, onların hakimlerine bir zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlan­malarla muamelât ise böyle değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit me­zalim (umuma taalluk eden haksızlıklar ve fesadın yayılması) sözkonusudur. [249]

Zimmiler Arasında Hüküm Vermede Muhayyerlik Nash Olmuş mudur?

Âyet-Î kerime ile ilgili olarak ikinci bir görüş daha vardır. Bu da Ömer b. Abdülaziz ve yine en-Nehaî’den rivayet edilmiştir. Buna göre âyet-i kerime­de sözü geçen muhayyer bırakma, yüce Allah’ın: “O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” (el-Maide, 5/48) buyruğu île nesli olmuş olup, hakim aralarında hüküm vermekle mükelleftir. Bu, aynı zamanda Ata el-Horasanî’nin, Ebu Hanife ve arkadaşlarının ve başkalarının da görüşüdür. İkrime’den de şöy­le dediği rivayet edilmiştir: “Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir” buyruğunu bir başka ayet neshetmiştir. O da; “O hal­de aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” buyruğudur, el- Mücahid de şöyle demektedir; Maide’den yalnızca iki âyet nesh olmuştur. Bunlar da, yü­ce Allah’ın: “Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevlr™ buyruğunu: “O halde aralarında Allah’ın indirdiği İle hükmet” ayeti neshetmiştir ”Al­lah’ın şeairine… saygısızlık etmeyin” (el-Maide, 5/2) âyetini ise: “Artık o müş­rikleri nerede bulursanız öldürün* (et-Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.

ez-Zührî der ki: Sünnet (uygulama) şu şekilde görülegelmiştir: Kitab eh­li, aralarındaki karşılıklı haklarda ve miras konularında kendi dinlerine men-sub hakimlere geri döndürülür. Ancak, Allah’ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde aralannda Allah’ın Kitabı gereğince hükmeder.

es-Semerkandî der ki: Bu görüş, Ebu Hanife’nin, onlar bizim hükmümü­ze rıza göstermedikleri sürece aralarında hüküm vermez, seklindeki görüşü­ne uygun düşmektedir.

en-Nehhâs, aen-Nasih vel-Mensuh” adlı eserinde şöyle demektedir: Yüce Allah’ın; “Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzcevir” buyruğu nesh olmuştur. Çünkü bu buyruk, Peygamber (sav)’ın Medine’ye ilk geldiği sıralarda nazil olmuştur. O sırada yahudiler Medine’de sayıca çok­tular. Onların İslama ıstndırılmalan için daha uygun ve daha yerinde olan dav­ranış, kendi hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanın­ca, yüce Allah: *O halde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet’1 âyetini indirdi. îbn Abbas, Mücahid, İkrime, ez-Zührî, Ömer b. Abdülaziz ve es-Süd-dî de bu görüştedir. Şafiî den gelen sahih görüş de budur. Şafiî “Kitabu’l-Cizye”de şöyle demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde hakimin muhayyer­liği sözkonusu değildir. Çünkü yüce Allah: Küçülmüşler olarak kendi elleriy­le cizyeyi verinceye ftarfor,,”(et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. en-Nehhâs der ki: Bu ise, konu ile ilgili delil gösterme şekilleri arasında en sahih olanlar­dandır. Zira, “küçülmüşler olarak” buyruğunun anlamı, İslam hükümlerinin kendilerine uygulanması demek olduğuna göre, kendi hükümlerine geri çe-virilmemeleri icabeder. Bu ise (aralarında hüküm vermek) vacip olduğuna gö­re, o halde bu âyet-i kerime de mensuhrur. Bu aynı zamanda, Kûfeİilerden Ebu Hanife, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed’in de görüşüdür, Kitab ehli, imamın hükmüne başvurduklan takdirde, imamın onlardan yüzçevîrmek hakkına sa­hip olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, Ebu Hanife şöyle demektedir: Kan-koca gelecek olurlarsa, aralarında adaletle hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı de­ğilse, aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir.

Böylelikle ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre, âyet-i kerime­nin mensuh olduğu sabit olmaktadır, Bununla birlikte, (bu ayet hakkında) îbn Abbas’ın (mensuh olduğuna dair az önce geçen} rivayeti de sabit olmuştur. Eğer İbn Abbas’tan bu konuda rivayet gelmemiş olsaydı bile mantıken bu aye­tin mensuh olması gerekirdi. Çünkü ilim adamları icma İle şunu kabul etmiş­lerdir Kitab ehli, imamın hükmüne başvuracak olurlarsa o, aralarındaki da­vaya bakmak hakkına sahiptir. Aralarındaki davaya bakacak olursa, hepsi­ne göre isabet etmiş olur. Onlardan yüz çevirmemelidir. Yüz çevirecek olur­sa, kimi ilim adamlarına göre bir farzı terketmiş ve kendisi için helal olma­yan ve yapmaması gereken bir işi yapmış olur.

en-Nehhâs {devamla) der ki: Kûfeİilerden bu ayetin mensuh olduğunu söy­leyenlerin bir diğer görüşü daha vardır. Onlardan kimisi şöyle demektedir: îmam, kitap ehlinin, yüce Allah’ın hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek olursa, o haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar imamın hükmüne başvurmamış olsunlar. Bu görüşün sahibi, yüce Al­lah’ın: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” buyruğunu delil göster­mekte ve bu buyruğun iki anlama gelme ihtimali vardır demektedir:

Birincisi, senin hükmüne baş vurdukları takdirde sen aralarında hükmet anlamıdır.

Diğeri ise: Senin hükmüne başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında -böyle bir hüküm vermeni gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz yüce Allah’ın Kitabında da, Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze başvurmayacak olsalar dahi, üzerlerine hakkı uygula­mayı gerektiren buyruklar bulmaktayız. Yüce Allah’ın Kitabındaki buyruk şu: “Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ue Allah için şakidlik edenler olun.” (en-Nisa, 4/135) Sünneti seniyyedeki buyruk da; el-Berâ b. Azib yoluyla gelen hadis-i şeriftir. O, şöyle demektedir: Rasulullah CsavVıo huzurunda celde vurulmuş ve yüzü kömür ile karartılmış bir yahudi getiril­di, şöyle buyurdu: “Size göre zina edenin haddi böyle midir? Onlar: Evet de­yince, Hz. Peygamber ilim adamlarından birisini çağırarak şöyle dedi: “Allah adına senden soruyorum, aranızda zina edenin haddi böyle midir?” Adam: Hayır dedi.- ve hadisin geri kalan kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[250]

en-Nehhâs (devamla) der ki: Peygamber (sav)’ın bu hadiste görüldüğü gi­bi kendisinin hükmüne başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş ol­duğunu delil göstermektedirler. Birisi kalkıp: Malik’in Nafi’den, onun İbn Ömer’den rivayet ettiği hadise göre, yahudiler Peygamber (sav)a geldiler[251]; diyecek olursa, ona şöyle denilir: Yine Malik’in naklettiği hadiste zina eden o iki kişinin Peygamberin kendilerini recmetme hükmüne razı olduklarına da­ir bir ifade yoktur. Ebu Ömer b. AbdiJl-Berr ise der ki; el-Berâ’nın hadisini de­lil diye gösterenler, aynı hadis üzerinde düşünecek olurlarsa, onu hiç de de­lil göstermezler. Çünkü hadisin muhtevasında yüce Allah’ın: “Eğer size şu ve­rilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının” (el-Maide, 5/41) buyruğunun açık­lanması vardır. Söylemek istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yü­zü kömürle karartmak şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme fetvasını verecek olursa ondan sakının. İşte bu, yahudilerin Hz. Peygambe­ri hakem tayin ettiklerine, hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da ge­rek İbn Ömer’in rivayet ettiği hadisten, gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde görülmektedir.

Birisi kalkıp: İbn Ömer’in hadisinde zina eden iki kişi Rasulullah (sav)’ın hükmüne başvurmadıktan gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir di­yecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Zina edenin haddit hakimin uygulamak­la yükümlü olduğu, yüce Allah’ın haklarından bir haktır. Bilindiği gibi, ya­hudilerin aralarında hüküm veren ve üzerlerine hadleri ikâme eden bir ha­kimleri vardı. İşte Rasulullah (sav)’ın hükmüne başvuran da odur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yüce.AIlalıın: “Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet” buyru­ğuna gelince, Nesâî, İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kuray-zaogulları ile, Nadiroğullan diye iki yahudi kabilesi vardı. Nadiroğullan Ku-rayzaoğullarından daha üstün kabul edilirdi. Bundan dolayı Kurayzaoğulla andan bir kişi, Nadiroğullanndan birisini öldürecek olursa, ona karşılık Ku-rayzalı öldürülürdü. Şayet Nadiroğullanndan birisi Kurayzaoğullaundan bi­risini öldürecek olsaydı, buna karşılık yüz vesk (altmış sa1 eder) hurma di­yet öderdi. Rasulullah (sav) peygamber olarak gönderildikten sonra (Medi­ne’ye hicretten sonra) Nadiroğullanndan birisi, Kurayzaoğullarından birisi­ni öldürdü. Bunun üzerine (Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize tes­lim ediniz, dediler. Bu sefer (Nadiroğullan): Bizimle sizin aranızda Pey­gamber (sav) hakemlik etsin deyince, şu: “Eğer hükmedersen aralarında ada­letle hükmet” yani, cana karşılık can hükmünü ver ayeti ile: “Onlar kâlâ cahiliyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar?” tel-Maidç, 5/50) ayeti nazil ol­du.[252]

43- İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar? Yine de bundan sonra yüz çevirirler, Onlar İnanmış kimseler degillerdü1.

Yüce Allah’ın: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında İken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar?*1 buyruğunda, Tevratın hük­münden kasıt, el-Hasen’in dediğine göre recm’dir. Katade ise kısastır demek­tedir.

Yüce Allah’ın: “İçinde Allah’ın hükmü bulunan” buyruğu recm’in nesh olmadığına delalet midir diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Ebu Alî der ki: Evet, çünkü nesh olmuş olsaydı nesilden sonra o Allah’ın hükmüdür, de­nilmezdi Nitekim, şarabın helal olması, yahut cumartesi günü (çalışmanın) haram kılınmasının Allah’ın hükmü olduğu söylenemez.

Yüce Allah’ın: “Onlar inanmış kimseler değillerdir” yani senin verdiğin hükmün Allah’tan gelen hüküm olduğunu kabul etmiyor, ona inanmıyorlar. Ebu Ali de der ki: Ona razı olmamak suretiyle Allah’ın hükmünden başka bir hükmü istiyen kişi kâfir olur. Yahudilerin durumu da budur. [253]

  1. Şüphesiz Tevrat’ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur var­dır. Teslim olmuş olan peygamberler, rabbaniler ve bilginler de Allah’ın Kitabını korumaları istendiğinden onunla yahudilere hükmederlerdi. Hepsi de onun üzerine şahiddiler. O halde in­sanlardan korkmayın, Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir.

“Şüphesiz Tevrat’ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır” ya­ni, onda açıklama, bir ziya (aydınlık) ve Muhammed (sav)’ın hak olduğuna dair bilgi vardır.

Hidayet”, mübteda olarak ref mahallindedir. Ve nur” da ona atfedilmiş, tir.

“Teslim olmuş olan peygamber… onunla yahudilere hükmederler-

di.”buyruğun “peygamberIer”den kastın, Muhammed (sav) olduğu ve on­dan çoğul lafzı ile söz edildiği söylendiği gibi, Hz. Musa’dan sonra Tevrat’ı uygulamak üzere gönderilen bütün peygamberler olduğu da söylenmiştir. Yahudiler* peygamberler yahudl idiler dedikleri gibi, hıristiyanlar da: hıristiyan İdiler dediler. Burada yüce Allah her iki kesimin de yalan söylediklerini be­yan etmektedir.

“Teslim olmuş olan…lar” buyruğunun anlamı ise, Musa (a.sTdan, İsa (a-sVın dönemine kadar Tevrat’ı tasdik etmiş olanlar demektir. Aralarında, bin peygamber gelip geçmiştir. Dörtbin peygamber olduğu da söylenmiştir Bundan daha fazla geldiği de bildirilmiştir. Bunların hepsi de Tevrat’ta bu­lunan hükümlerle hükmediyorlardı. “Teslim olmuş otan-.lar” buyruğunun, kendileriyle gönderilen hususlarda Allah’ın emirlerine boyun eğerek itaat edenler demek olduğu da söylenmiştir. İbrahim (as)’ın dini üzere bu­lunan peygamberler Tevrat ile hükmederlerdi anlamına geldiği de söylenmiş­tir ki, her İkisinin de anlamı birdir.

“Yahudilere” buyruğu ise, yahudiler hakkında, yahudiler arasında demek­tir Teslim olmuş olan peygamberler, gerek yahudilerin lehine, gerekse on­ların aleyhine bulunan bütün hususlarda onunla hüküm verirlerdi, anlamın­da, olduğu da söylenmiş ve burada “aleyhlerine “anlamına gelen kelimesi hazf edilmiştir de denilmiştir.

“Teslim olmuş olanlar” İfadesi burada “Bismillahirrahmanir-rahim” İfadesinde olduğu gibi övgü anlamında bir sıfattır.ise, (meal­de yahudiler) küfürden tevbe edip dönenler, demektir. [254]

Rabbaniler ve Ahbâr:

Bu buyrukta takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri şöy­ledir: Biz, Tevrat’ı içinde hidayet ve nur olduğu halde yahudilere indirdik. Peygamberler, rabbaniler ve bilginler onunla hüküm verirlerdi, Yani, ilim ile insanları idare eden ve onları büyük meselelerden önce ilmin küçük mesel-leleri ile terbiye edip eğiten rabbaniler onunla hüküm verirlerdi. “Rabbânî-ler” anlamına dair bu şekildeki açıklama, İbn Abbas ve başkalarından nak­ledilmiştir. Buna dair açıklamalar daha önce Âl-i İmran sûresinde (3/79- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Rezin der ki: Rabbânîlerden kasıt, bilge ilim adamları ve hahamları­dır, îbn Abbas bunlardan kasıt fakihleridir, demiştir, Hibr ve habr kelimesi, bilgin kişi demektir. Bu, güzelleştirmek anlamına gelen “et-Talıbu^den alın­mıştır. Onlar, ilmî tahbîr ettikleri, yani onu açıklayıp güzel ve süslü bir şe­kilde sundukları için ve bu ilim kalplerinde muhabber (güzelleştirilmiş) ol­duğu için bu adı almışlardır.

Mücahid der ki; Rabbânîler ulamadan üstündürler. Kelimenin başına gel­miş olan elif-lam ise mübalağa içindir.

el-Cevherî der ki: Hibr ve habr kelimesi, yahudilerin Ahbartnın birisine (te­kil) verilen isimdir. Esreli olarak (hibr şeklinde) okunuşu daha fasihtir. Çün­kü, bu kelimenin çoğulu efâl (ahbâr) vezninde gelir, (habr kelimesinin ço­ğulunun gelmesi gereken şekil olan) fuûi şeklinde gelmemektedir. el-Ferrâ da der ki: Bu kelimenin tekili hibr şeklinde olup bu, ilim adamına verilen bir isimdir.

es-Sevrîder ki: Ben, el-Ferrâya hibre neden bu ismin verildiğini sordum, şöyle dedi: İlim adamı kimseye hibr ve habr denilir. Bunun anlamı ise, “midâdu hibr: yazı mürekkebi” demektir. Daha sonra “kasaba halkı” anlamında: “Sen o kasabaya sor” (Yûsuf, 12/82) buyruğunda olduğu gibi bir kelimesi hazf edilmiştir. Yine es-Sevrî der ki: el-Esmarye de sordum, o, bu açıklamanın de­ğeri yoktur dedi. Ona lıabr denilmesi etkisi dolayısıyladır, “Dişleri üzerinde habr vardır” denildiği zaman dişleri sararmış veya kararmış demektir. Ebu’I-Abbas da der ki: Yazıda kullanılan mürekkebe hibr denilmesinin sebebi, onun­la yazı gerçekleştirildiğinden dolayıdır,

Ebu Ubeyd de der ki: Benim bildiğime göre ahbâr kelimesinin tekili “habr* diye gelmelidir. Bu ise, sözü ve bilgiyi nasıl tahbir edip güzelleştire­ceğini iyi bilen kimse demektir. Devamla der ki: Bütün muhaddisler bu ke­limeyi fethalı olarak (habr şeklinde) rivayet etmektedirler. Hokkada bulun­durulan ve kendisi ile yazı yazılan şey ise (mürekkeb) esreli olarak “hibr” di­ye söylenir. Hibr, aynı şekilde iz ve etki anlamına da gelir. Çoğulu ise hu-bûrdur.

Bu açıklamalar Yakub’dan nakledilmiştir

“Allah’ın kitabını korumaları istendiğinden” yani, Allah’ın Kitabına da İr kendilerine verilmiş bulunan emanet, bırakılan bilgiden dolayı… demektir.

deki “be” harfi “Rabbaniler ve Ahbâr : bilginlerde taalluk etmektedir. Şöyle denilmiş gibidir: Ve bilginler de… korumaları istendiğinden… Yahut da bu harf, “Hükmederlerdi buyruğu ile alakalı muallak olabilir. Ya­ni, korumaları istendiğinden hükmederlerdi, demek olur.

“Hepsi de onun üzerine şahittiler” yani Kitabın Allah’tan geldiğine şahtd-lik ederlerdi. İbn Abbas der ki: Peygamber (sav)’ın verdiği hükmün Tevrat’ta bulunduğuna dair şahidlik ederlerdi, demektir.

“O halde insanlardan korkmayın” Muhammed (sav)’ın niteliğini ve rec-mi açıkça ifade etmekten çekinmeyin.”Benden korkun.” Bunları gizlemek halinde Benden korkunuz.

Burada hitab, buna göre yahudi ilim adatnlarınadır. Mana itibari ile de bu buyruğun üzerine açığa çıkarması vacib olan bir hakkı gizleyen herkes de bu buyruğun kapsamına girer.

“Âyetlerimi az bir pahaya satmayın” buyruğunun anlamı da daha önce­den (el-Bakara, 2/41. âyetin tefsirinde) yeterince açıklanmış bulunmaktadır. [255]

Allah’ın İndirdiği ile Hukmetmeyenler;

“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ ken­dileridir.” Diğer âyetlerde de “zalimlerin, fasıkların ta kendileridir” dîye

buyurulmaktadır. Bu âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nazil olmuştur. Bu da Müslim’in Sahih’inde el-Berâ yoluyla gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu ha­dis daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[256] Büyük çoğunluk da bu görüş­tedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi kâfir olmaz.

Âyet-i kerimede hazf edilmiş ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani, kim Kur’ânı reddetmek suretiyle Hz. Rasulün de sözünü inkâr yoluyla Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu, İbn Abbas ve Mü-cahid söylemiştir. Bu açıklamaya göre âyet umumidir.

îbn Mes’ud ve el-Hasen der ki: Bu âyet-i kerime ister müslüman, ister ya-hudi, ister katır olsun Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen herkes hakkında umumidir. Yani, bunun doğruluğuna inanarak ve bu şekilde aykm hüküm ver­menin helal olduğuna kanaat getirerek…

Ancak, kendisinin haram işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, müs-lümanların fasıklan arasında yer alır. İşi de Allalı!a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse de ona mağfiret eder.

İbn Abbas da kendisinden nakledilen bir rivayete göre söyle demektedir: Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin işine benze­yen bir iş yapmıştır.

Şöyle de denilmiştir: Yani, kim Allah’ın bütün indirdi ki eriyle hükmet­mezse, o kimse kâfirdir Ancak, tevhid İle hükmetmekle birlikte, serî bazı hü­kümler gereğince hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez.

Doğru olan birinci görüştür. Şu kadar var ki Şa’bî: Bu âyet-i kerime yahu-diler hakkında has (özel) dir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş ve şöy­le demiştir Bunun böyle olduğuna da üç husus delâlet etmektedir. Bunlar­dan birisi, yahudiler bu buyruktan önce: “Onunla yahudilere hükmederler­di” buyruğu zikredilmişlerdir Dolayısıyla zamir onlara aittir. Diğer bir hu­sus, ifadelerin akışı (siyakı) da buna delalet etmektedir. Nitekim bundan son­ra: “Biz, onda onlara şunu yazdık…” denilmektedir. Buradaki zamir de ic-ma ile yahudilere aittir. Yine yahudiler, recmi ve kısası inkâr edenlerdir.

Birisi kalkıp: Kim” edatı şart edatı olarak zikredilecek olursa, onun tahsis edildiğine dair bir delilin vâki olması hali dışında umumidir, di­yecek olursa, ona şöyle cevap verilir: Burada bu edat, zikretmiş bulunduğu­muz diğer delillerle birlikte O kimse ki, anlamındadır. İfadenin tak­diri de şöyle olur: Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen o yahudiler, işte on­lar kâfirlerin tâ kendileridir. Bu da bu hususta yapılan açıklamaların en gü­zelidir.

Rivayet olunduğuna göre, Huzeyfe’ye sorulmuş: Bu âyet-i kerimeler İsra­il oğullan hakkında mıdır? o da şöyle demiş: Evet, onlar hakkındadır. Fakat, andolsun ki, onların yollarını iki ayakkabı tekinin birbirine benzediği ve ay­nı hizada olduğu gibi izleyeceksiniz.

“Kâfirlerin tâ kendileridir” ifadesinin müslümanlar, “zalimlerin tâ ken­dileridir” ifadesinin yahudiler, “fasiklann tâ kendileridir” ifadesinin ise hı-ristiyanJar hakkında olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekr b. el-Arabî’nin tercih ettiği görüş de budur. Devamla der ki: Çünkü âyetlerin zahirinden anlaşılan budur. Ayrıca İbn Abbas’ın, Cabir b. Zeyd’in, İbn Ebi Zâide’nin ve İbn Şubrurne ile Şa’bî’nin de tercih ettiği görüş budur.

Tavus ve başkalan da der ki: Bu, kişiyi dinden çıkartan bir küfür değildir. Fakat, küfrün altında kalan bir kütür çeşididir. Ancak, bunda farklı durum­lar sözkonusudur. Eğer yanındaki hükmü verirken, o hüküm Allah’ın yanından gelmiştir diye verecek olursa bu, küfrü gerektiren, Allah’ın hükmünü bir değiştirmedir. Şayet hevası gereği ve masiyet yoluyla başka hükümle hükmedecek olursa, elü-i sünnetin günahkârlar için mağfiret ile ilgili kabul ettikleri asıl delillerine binaen mağfiret sözkonusu olabilecek bir günahtır, el-Kuseyrî der ki: Haricilerin görüşüne göre, bir kimse rüşvet alıp Allah’ın hükmünden başka bir hükümle hüküm verecek olursa o kâfirdir. Bu görüş, ayrıca el-Hasen ve es-Süddİ’ye de izafe edilmiştir.

Yine el-Hasen der ki: Yüce Allah, hakimlerden nevalarına uymamayı, in­sanlardan korkmayıp kendisinden korkmaları ve Allah’ın âyetlerini az bir be­dele satmamaları şeklinde üç alıid almıştır. [257]

45- Biz onda, onlara şunu yazdık: “Cana can, göze göz, buruna bu­run, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da birbirine kısastır.” Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona kefföret olur. Kim Al­lah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin tâ ken­dileridir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuz başlık lı al inde sunacağız: [258]

1- Aynı Din Mensubu Olmayanlar Arasında Kısas:

Yüce Allah: “Biz onda, onlara şunu yazdık; Cana can1 buyruğu ile, Tev­rat’ta canlar arasmda eşitlik gözetmiş olduğunu, fakat onların buna muhale­fet ederek sapıtmış olduklarını beyan etmektedir. Nadiroğullarına mensub kimsenin diyeti daha fazla idi. Üstelik, Nadiroğullanna mensub bir kişi, Ku-rayza oğullarından birisine karşılık olarak Öldürülmüyor, ama Nadiroğulla-nndan öldürülen bir kimse karşılığında Kurayzaoğu İla rina mensub katil öl­dürülüyor idî. İslam gelince, Kurayzaoğu İlan Rasulullah (sav)’a bu hususta baş vurdular. O da aralarında eşitlikle hüküm verdi. Nadiroğulları; sen bi­zim hakettiğimiz bir şeyi aşağıya çektin dediler. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu.[259]

“Yazdık”, farz kıldık anlamındadır. Önceden de açıklandığı gibi. Onların şeriatı, kısas veya affetmek şeklindeydi. Aralarında diyet yoktu. Nitekim el -Bakara sûresinde daha önceden (2/17S. âyet, 1. başlıkta) açıklanmış bulun­maktadır.

Ebu Hanife ve başkaları, bu âyet-i kerimeyi delil diye iteri sürerek şöyle demişlerdir: Zimmi karşılığında müslüman öldürülür. Çünkü, bu da cana can demektir. Yine buna dair açıklamalar daha Önceden el-Bakara sûresinde (2/178. âyet, 5- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Dâvud, Tirmizî ve Nesaî, Ali (r.a)’a şöyle sorulduğunu rivayet etmek­tedirler Easulullalı (sav) sana özel olarak bir şey tahsis etti mi? Hz. Ali :Ha-yır, şu sahifede bulunan müstesna, dedi ve kılıcının kınında bulunan bir ya­zılı belge çıkardı. Onda şunlar yazılıydı: “Mü’minlerin kanları birbirine denk­tir. Onlar kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldir, Hiçbir müslüman bir kâfire karşılık Öldürülmez ve ahid sahibi de ahid (eman) altında iken (öldü­rülmez).”[260]

Aynı şekilde âyeti kerime, yahudilerin kabileler arasındaki üstünlük uy­gulamalarını ve bir kabileden bir kişiye karşılık bir kişiyi kısas olarak kabul ederken bir diğerinden bir kişi karşılığında iki kişiye kısas uygulamalarını red­detmektedir.

Şafiîler der ki: Bu, bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir. Bizden öncekilerin şeriati ise bizim için şeriat değildir. Bu konuda onların görüşleri­ni reddetmek hususundaki yeterli açıklamalar, el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, orada bu hususa müracaat edilebilir

Dördüncü bir açıklama da şöyledir: Yüce Allah: “Bfcc onda, onlara şunu yazdık: Cana can»*,” Bu, Tevrat’a iman edenler üzerine farz olarak yazılmış­tı. Bunlar aynı dinin sahibidirler. Müslümanların zimmet ehli oldukları gibi, onların zimmet ehli yoktu. Çünkü cizye, yüce Allah’ın mü’minlere vermiş ol­duğu bir fey ve bir ganimettir.

Fey ve ganimet; bu ümmetten önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Geçmişte gönderilmiş bütün peygamberler ancak kendi kavimlerine peygam­ber olarak gönderilmişlerdi. O bakımdan bu âyet-İ kerime, İsrail oğullarına bu hükmü uygulamayı farz kılmaktadır.

Çünkü onlann kanlan birbirine denk idi. Bu da, bizden bir kimsenin, müs-lüman olmayan kimseler İle ilgili cinayetlerde cana can demesi gibidir. Zira bununla muayyen bir topluluğa işaret etmektedir. Diğer taraftan: Bu kimse­ler hakkındaki hüküm, onlardan bir canın, yine onlardan bir can karşılığın­da olduğu şeklindedir. Bu âyetin hükmü gereğince, Kur’ân ehli (Kur âna iman eden) ümmete vacib olana hüküm şöylece ifade edilir: Onların aralarında­ki hüküm, cana can karşılığında dır, şeklindedir. Esasen yüce Allah’ın Kita­bında, dinlerin farklılığına rağmen, canın cana karşılık öldürüleceğine delâ­let eden bir husus yoktur. [261]

2- Bir Kimse Bir Diğerinin Önce Birtakım Azalarını Kesse, Sonra da Öldürse Ona Ne Şekilde Kısas Uygulanır:

Şafiî mezhebine mensub ilim adamları İle Ebu Hanife der ki: Önce yara-lasa, yahut kulağını veya elini kesse, sonra da öldürse aynı şey ona da uy­gulanır. Zira, yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Biz onda onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun…” böylelikle onun başkasından aldığı aza, ondan da alınır ve o başkasına ne yaptıysa, onun gibisi ona da yapılır.

Bizim (Maliki mezhebine mensub) alimlerimiz de derler ki: Bunu yapar­ken, müsle kastıyla yapmışsa ona da aynısı yapılır. Eğer böyle bir durum çar­pışması ve kendisini savunması esnasında yapılmış ise (ve ondan sonra öl-dürmüşse) kılıçla öldürülür. Böyle bir şeyin müsle kastıyla yapılması halin­de, kısasın icabettiğini söylemelerine gelince, Peygamber (sav)’ın daha ön­ce bu sûrede (5/33-34 âyet; 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere Uranîlerİn gözlerine ateşte kızdırılmış çiviler ile mil çekmiştir. [262]

3- Kıraat Farkları:

Yüce Allah’ın; “Göze göz” diye başlayan buyrukları, Nâfî’,

Asım, A’meş ve Hamza, hepsinde (,nefs:cana) atfen hep nasb İle okumuşlar­dır. Ancak, edatı şeddesiz okunarak hepsinin mübteda ve atf ile mer­fu’ okunması da mümkündür İbn Kesir, İbn Âmir, Ebu Amr ve Ebû Cafer ise, “Yaralar” kelimesi dışındaki kelimelerin hepsini nasb ile okumuş­lardır. el-Kisaî ve Ebu Ubeyd ise, bu buyrukları: Göze göz, buruna burun, kula­ğa kulak, dişe diş ve yaralar…” şeklinde, hep merfu’ okurlardı.

Ebu Ubeyd der ki: Bize Haccâc, Harun’dan nakletti, Harun Abbâd b. Ke-sir’den, o, Akîl’den, o, ez-Zührf den, o, Enes’ten Peygamber (sav)’ın:

Biz onda, onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kula­ğa kulak, dişe diş. Yaralar da bir birine kısastır” diye okuduğunu rivayet et­mişlerdir.[263]

Bu buyrukların merfu’ okunmaları üç bakımdan mümkündür. Evvela mübteda ve haber olmaları, diğeri ise, Can kelimesinin, mahallen manasının merfu olması dolayısıyla. Çünkü bunun anlamı şöyledir: Biz onlara dedik ki: Can, can karşılığıdır Üçüncü şekil ise, ez-Zeccâc’ın açıklamasıdır, bu da “can : nefs”deki zamire atıf ile olur. Çün­kü, ondaki zamir ref mahallindedir. Zira ifadenin takdiri şöyledir:

Her bir nefs, öbür (öldürdüğü) can karşılığında alı­nır.” Buna göre bütün isimler zamirine atfedil mi ştîr.

İbnü’l-Münzir der ki: Bu kelimeleri merfu1 olarak okuyanlar, mübteda kabul ederek, müslümanlar hakkında bir hükmün açıklaması olarak okurlar. Bu da bu husustaki iki görüşün daha sahili olanıdır Çünkü bu,: Göze göz… şeklindeki okuyuş, Rasulullah (.savVın okuyuşudur. Ondan sonrakiler de bu şe­kildedir. Hitab, müslümanlaradır, onlar bununla emrolunmuşlardır.

Özel olarak Yaralar” kelimesini merfu olarak okuyan kimseler ise, kendisinden önceki buyruklardan kat’ ve yeni bir cümle başlangıcı ola­rak bu şekilde okurlar. Adeta müslümanlar özel olarak bununla emrolunmuş ve bundan önceki buyruklar ile karşı karşıya bırakılmamışlar gibi bir mana ifade eder. [264]

4- Yaralamalarda Kısas:

Bu âyet-i kerime sözü geçen organlarda kısasın cereyan ettiğine delâlet et­mektedir. İbn Şubrume, yüce Allah’ın: “Göze göz” buyruğunu ileri sürerek, sağ gözün sol göz karşılığında çıkartılabileceğini, bunun aksinin de mümkün olacağını söylemiştir. Aynı şeyi, sağ el ve sol el hakkında da söyler ve şöy­le der: Öğütücü dişe karşılık, ön kesici dişr ön kesici dişe karşılık öğütücü diş alınabilir. Çünkü yüce Allah’ın; “Dişe diş* buyruğunun umumi oluşu bu­nu gerektirmektedir.

Buna muhalefet edenler ise – ki bunlar ümmetin bütün ilim adamlarıdır-şöyle demektedirler: Eğer varsa, sağ göze karşılık sağ göz alınır ve rıza ile -olmadıkça[265] sağ göz bırakılıp, sol göze kısas uygulanarak alınmaz. Bu ise, bize yüce Allah’ın: “Gözegöz buyruğu ile kast edilenin cinayeti isteyenden cinayetinin misli organının alınacağını açıklamaktadır. Buna göre hiçbir du­rumda ayağa kısas uygulanması gerekirken, ele kısas uygulanması sözkonu-5ü olmadığı gibi, bir organ bırakılıp diğerine kısas uygulamak caiz değildir ve bu hususta hiç bir şüphe yoktur. [266]

5- Hata Yoluyla Gözün Çıkartılması:

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Eğer gözler hata yoluyla isa­bet alıp çıkartılacak olur ise, buna karşılık tam bir diyet gerekir. Tek gözde ise yarım diyet verilmelidir. Bir gözü olmayanın diğer gözü çıkartılacak olur ise, onda da tam diyet ödemek gerekir. Su husus, Hz. Ömer ile Hz. Os­man’dan rivayet edilmiştir Abdülmeİik b. Mervan, ez-Zührî, Katade, Malik, Leys b. Sa’d, Ahmed ve İshâk da bu görüştedir.

Yanm diyet ödeneceği de söylenilmiştir. Bu ise Abdullah b. el-Muğaffel, Mes’ruk ve Nehaîden de rivayet edilmiş; es-Sevrî, Şafiî İle en-Nu’man (b. Sa­bit, Ebu Hanife) bu şekilde görüş belirtmişlerdir.

Îbnü’l-Münzir der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, hadis-i şerifte: “Gözler­de tam bir diyet vardır” diye buyurulmuştur. Bu böyle olduğuna göre, göz­lerden birisinde yarım diyetin sözkonusu olması ise, akla uygun olandır.

İbnü’l Arabî der ki: Zahir (olan) kıyas da bunu gerektirmektedir. Ancak, bizim (Maliki mezhebine mensub) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Tek gözü olmayanın bir gözü ile görme menfaati, sağlıklı (iki gözü olan) kimse­nin gözlerinden sağladığı menfaat gibi veya ona yakındır. İşte bundan do­layı tek gözü olan birisinin gözünü hataen çıkartan kimsenin ona tam diyet ödemesi icabeder[267].

6- Tek Gözü Gören Bir Kimse, Sağlıklı Birisinin Gözünü Çıkartırsa:

Tek gözü gören bir kimsenin sağlıklı birisinin gözünü çıkarması hususun­da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Ömer, Osman ve Ali (r.anhum) dan böyle bir kimseye kısas uygulanmayıp tam diyet ödeyeceği kabul edilmiştir. Ata, Said b. el-Müseyyeb ve AUmed b. Hanbel de bu görüştedir.

Malik der ki: Dilediği takdirde kısas uygular-ve onu kör bırakabilir. Di­lediği takdirde de iki gözü de gören bir kimsenin diyeti olarak tam bir diyet alabilir,

en-Nehaî der ki: Dilerse kısas yapar, dilerse yarım diyet alır.

Şafiî, Ebu Hanİfe ve es-Sevrî derler ki: Ona (yani tek gözü görmeyen ca­niye ) kısas uygulanır. Bu husus, aynı zamanda Hz. Aliden de rivayet edil­miştir. Bu, Mes’rûk, İbn Sîrin ve îbn Mâkil’in de görüşü olduğu gibi, îbnü’l-Munzir ile İbnü’l-Arabî’nin de tercih ettiği görüş budur. Çünkü şanı yüce Al­lah: “Göze göz” diye buyurmuştur. Peygamber (sav) da iki göz karşılığında diyet ödeneceğini tesbit etmiştir. Tek gözde ise yarım diyet sozkonusudur. Gözleri sağlam olan bir kimse ile tek gözü gören bir kimse arasında kısas­ta, diğer insanlar arasındaki gibidir,

AUmed b. Hanbel’in dayanağı şudur; Tek gözü gören bir kimseye kısas uy­gulanacak olursa, görmenin bir bölümü (iki görenin çıkan tek gözü) karşı­lığında görmenin tamamını almaktır. Bu ise eşitlik olmaz. Yine bu hususta Hz. Ömer, Hz, Osman ve Hz. Ali’den gelen rivayete de dayanır.

Malik’in dayandığı delil ise şudur: Deliller birbirleriyle çatışacak olurlar­sa, cinayetten mağdur olan kimse muhayyer bırakılır. İbnü’l-Arabî ise der ki: Ancak, Kur’ân’ın umumi buyruklarının gereğini kabul etmek daha uygundur. Çünkü böylesi yüce Allah nezdinde daha çok selâmete çıkartıcıdır. [268]

7- Tek Gözü Olup O Gözü île Görmeyenin Durumu:

Tek gözü bulunmakla birlikte onunla da görmeyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Zeyd b. Sabit’ten rivayet olunduğuna göre böyle bir kimsenin gözüne karşılık yüz dinar ödenir.

Ömer b. el-Hattab’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Böyle bir göze kar­şılık o gözün diyetinin üçtebirİ verilir. İshâk da bu görüştedir. Mücahid ise, o gözün diyetinin yarısının verileceğini söylemiştir. Mesruk, ez-Zührî, Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve en-Nu’man (Ebu Hanife) ise, bu hususta bilir kişinin ka­rarına başvurulur demişlerdir. İbnü’l-Münzir de der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü bu konudaki görüşler arasında en asgariyi İfade eden budur. [269]

8- Gözbebeği Kalmakla Birlikte İki Gözün de Görmesinin Ortadan Kaldırılması:

Gözbebekleri kalmakla birlikte iki gözün de görmesinin giderilmesi halin­de tam diyet sözkonusudur. Bu konuda görmesi zayıf (A’meş) ile gündüzün görmeyip geceleyin gören (Âhfeş) arasında bir fark yoktur.

Yine gözbebeği kalmakla birlikte iki gözden birisinin görmesinin gideril­mesinde de yarım diyet sözkonusudur

İbnü’l-Münzir der ki: Bu hususta ileri sürülen görüşlerin en güzeli, Ali b. Ebi Talibin şu şekildeki uygulamasıdır: Sağlam olan gözünün örtülmesini emr etti . Sonra da bir başkasına bir yumurta verip onu uzaklaştırmasını söyledi. Gözünü kapatan kişi de o yumurtaya görebileceği son noktaya kadar bakma­ya devam eder. Görebileceği son noktaya geldiğinde oraya bir çizgi çizdir­di. Daha sonra diğer gözünün örtülmesini emredip sağlıklı gözünü açtırdı. Yine bir adama bir yumurta verip, o da o yumurtayı alıp uzaklaştırdı. Mağ­dur kişi de o yumurtaya bakmaya devam etti. Görebileceği son naktaya va­rınca orada da bir çizgi çizdirdi- Daha sonra bir başka yerde aynı işlemin ya­pılmasını emretti: Çizgilerin aynı olduğunu tesbit edince, görme imkânından azalan miktar kadarını ötekinin malından ödetti. Bu, Şafiî mezhebine göre de böyledir. Bizim (Maliki mezhebinin) alimlerimizin görüşü de budur. [270]

9- Görmenin Kısmen Giderilmesi, Göze Kısasın Nasıl Uygulanacağı ve Göz Kapağı:

Görmenin kısmen giderilmesi dolayısıyla kısas uygulanmayacağı hususun­da ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Zira, böyle bir miktarda eşit olarak’kısası gerçekleştirmek imkânsızdır

Göze kısas uygulama keyfiyeti de şöyle olur: Bir ayna kızdırılır, diğer gö­ze bir pamuk konulur. Daha sonra ayna gözbebeği akıncaya kadar onun gö­züne ya kini aştı nlır. el-Mehdevî ve İbnü’l-Arabî, bunun Ali (r.a)’dan rivayet edildiğini zikretmişlerdir.

Göz kapağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Zeyd b. Sabit, gözkapağında diyetin dörttebir olduğunu söylemiştir ki bu, eş-Şa’bî, el-Hasen, Katade, Ebu Haşim, es-Sevrî, Şafiî ve rey sahihlerinin görüşüdür. Yine eş Şa’bî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Gözün üst kapağında diyetin üçtebiri, alt ka­pağında ise diyetin üçteikisi vardır. Mâlik de bu görüştedir. [271]

10- Burunda Kısas:

Yüce Allah’ın: “Buruna burun” buyruğu ile ilgili olarak hadis-i şeritte Ra-sulûllah (sav)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Burun kökten kesilecek olursa, karşılığında tam bir diyet ödenir”[272]

İbnü’l-Münzir der kî: Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile bunu ifa­de etmiştir Buruna kısas uygulanması, yüce Allah’ın Kitabına uygun olarak sair organlarda olduğu gibi, cinayetin kastî olarak işlenmesi halinde uygu­lanır.

İlim adamları, burnun kırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Malik, burnun kasten kırılması halinde kısas, hata ile kırılması halinde ise Icü’had (bilirkişi takdiri) olacağı görüşünde idi. İbn Nafi’in rivayetine göre burun, kök­ten koparılmadığı sürece diyeti yoktur. Ebu îshâk et-Tunisî ise, bu görüş şaz­dır. Bilinen birinci görüştür, demektedir.

Bilinen birinci görüşü esas alarak fert bir takım hususları sözkonusu edecek olursak: Burnun yumuşak tarafının bir kısmı kesilecek olursa, genel bölümüne oranla tam diyetten bir miktar verilir. İbnü’l-Münzir der ki: Burun­dan kesilen karşılığında, oranına göre hesab edilerek diyetten verilir. Bu, Ömer b. Abdulaziz ve eş-Şa’bf den rivayet edilmiş olup, Şafiî de bu görüş­tedir.

Ebu Ömer (b. Abdil-Berr) der ki: Burnun yumuşak bölümü kesilir de bu­run kökten kopartılmamış ise, fıkıh alimleri bu hususta farklı görüşlere sa­hiptir. Malik, Şafiî, Ebu Hanife ve bunların arkadaşları bu durumda tam bir diyet ödeneceğini kabul etmişlerdir. Bundan sonra onun bir bölümü kesile­cek olursa, o takdirde bilirkişinin takdirine başvurulur.

Malik ise der ki; Burunda diyet ödenmesini gerektiren cinayet, yumuşa­ğın kesilmesidir. Bu da kemiğin alt bölümünde kalan kısımdır.

İbnü’l-Kasım der ki: Yumuşağın kemik tarafından kesilmesi ile burnun göz­lerin alt tarafından kemikten kökten koparılması arasında bir fark yoktur, bu­nun için diyet ödenir. Nitekim, haşefenin kesilmesi halinde de diyet gerek­tiği gibi, erkeklik organının kökten kopartılması halinde de diyet ödemek ge­rekir. [273]

11- Burundaki Küçük Yaralamalar;

Îbnü’l-Kasım der ki: Burundan bir parça kesilir yahut kırılır da iyileşmek­le birlikte eskisi gibi düzgün bîr halde yerine oturmamışsa, bilirkişi takdiri söz-konusudur. Bu durumda bilinen bîr diyet yoktur. Şayet eskisi gibi iyileşmiş İse herhangi bir şey ödemek gerekmez. Yine İbrtü’l-Kasım der ki; Bunun ya­rılıp da eskisi gibi düzgün bir şekilde iyileşmesi, başta kemiğe kadar varan yaranın açılıp eskisi gibi iyileşmesi ve bunun karşılığında diyetinin ödenme­sine benzemez. Çünkü, baştaki bu tür yaralama (mudilıa) ile ilgili hüküm, sün­nette rivayet varid olmuştur. Burnun yaralanması hususunda ise herhangi bir rivayet bulunmamaktadır. Ayrıca burun, tek başına bîr kemiktir. Onun hak­kında mudiha (sadece derisinin yaralanması) diye birşey sözkonusu değildir.

Malik, Şafiî ve arkadaşları, burunda câife (göğüs, karın ve benzeri organ­larda vücudun iç tarafına kadar ulaşan yara) söz konusu değildir. Yine bun­lara güre câife, ancak karm bölgesinde sözkonusudur. el-Mârin; burnun yumuşak tarafına verilen addır. el-Halil ve başkaları da böyle demiştir.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Zannederim ki, burun için revse tabiri onun yumuşak tarafı, (el-mârin) emebe tabiri ise onun yan tarafına verilen addır. Er-nebe, revse ve arteroenin burnun yan tarafı olduğu da söylenmiştir. Malik, Şa­fiî ve Kûfelilerle onlara tabi olan fukahanın kabul ettikleri görüşe göre, eğer koklama eksilir veya tamamen giderse, bunda bilirkişi takdirine gidilir. [274]

12- Kulakta Kısas:

Yüce Allah’ın: “Kulağa kulak” buyruğu ile ilgili olarak ilim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun), bir adamın iki kulağını kesen kimse hak­kında, bilirkişi takdirine gidileceğini söylemişlerdir.

Tam diyet ödenmesi ise, işitmenin gitmesi halinde sözkonusudur İşitmenin eksilmesi halinde ise, tıpkı görmede yapılan mukayese gibi burada da yapılır.

İşitmenin iki kulaktan birisinde iptal edilmesi halinde yanm diyet ödenir. İsterse daha önceden yalnızca o kulakla işiten olsun. Bu ise, daha önceden de geçtiği üzere çıkartılması halinde tam diyet gerektiren ve gören tek göz ile ilgili hükümden farklıdır.

Eşheb de der ki: Eğer işitme ile ilgili olarak iki kulaktan birisi, ikisinin de işittiği kadar işitiyor ise, bana göre gören tek göz gibidir. Şayet bu hususta şüpheye düşülürse, değişik yerlerden ona seslenilmek suretiyle denenir ve bu husus tesbit edilir. Eğer değişik yerlerden seslenmeleri işitmesi, eşit ve­ya birbirine yakın ise, işitmesinden giden miktar kadar ona diyetten hesab edilip verilir ve bu hususta ona yemin de verdirilir.

Yine Eşheb der ki: Bu hesaplama onun ayarındaki adamların ortalama işit­mesine göre hesap edilir. Eğer denenmekle birlikte yaptığı açıklamalar fark­lı olursa, o zaman ona bir şey verilmez. İsa b. Dinar ise der ki: Eğer bu ko­nuda söyledikleri birbirini tutmazsa, yemini ile birlikte ona (işitmesinden gi­den miktarına tekabül eden) diyetin asgarisi verilir. [275]

13- Dişlerde Kısas:

Yüce Allah’ın: “Dişe diş” buyruğu ile ilgili olarak İbnü’l-Münzir der ki: Ra-sulullah (sav)’dan diş dolayısıyla kısas uyguladığı ve: “Allah’ın farz yazdığı şey kısastır”[276] dediği sabittir. Yine hadis-i şerifte Rasulullah (sav)’ın şöyle bu­yurduğu rivayet edilmektedir: “Dişte de beş deve vardır.”[277] İbnü’l-Münzir der ki: Biz de bu hadisin zahirini kabul ediyoruz. Buna göre, ön kesici diş­lerin, köpek dişleri, öğütücü dişler ve diğer yan kesici dişler üzerine herhan­gi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi de hadisin zahirine girmektedir. İlim ehlinin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Hadisin zahiri gereği görüş be­lirtip, dişler arasında herhangi bir ayrım gözetmeyenler arasında Urve b. ez-Zübeyr, Tavus, ez-Zührî, Katade, Malik, es-Sevrî, Şafiî, Ahmed, İshâk, en-Nu’man ve İbnü’l-Hasan da vardır. Bu görüş aynı şekilde Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas ve Muaviye’den de rivayet edilmiştir.

Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, biz bunu Ömer b. el-Hattab’dan rivayet etmekteyiz. Ömer b. el-Hattab, ağzın ön tarafındaki dişleri için be­şer “fariza” tesbit etmiştir ki bu, toplam olarak her bir “fariza” on dinar kıy­metinde olduğundan dolayı elli dinar eder. Öğütücü dişlerin her birisi için de bir deve verilmesini hükmetmiştir. Ata şöyle derdi: Ön kesici dişlerden kö­pek dişlerinin yanında olan dişlerin her birisi ile köpek dişlerinin her birisi için beşer deve, geri kalanların her birisi için de ikişer deve vardır. Üst çe­nedeki dişler ile alt çenedeki dişler arasında bir fark yoktur. Öğütücü dişler de aynıdır.

Ebu Ömer der ki: Malik’in Muvatta’ında Yahya b. Said’den, o, Said b. el-Müseyyeb’den naklettiği, Hz. Ömer’in öğütücü dişlerde birer deve diyet hükmettiğine dair naklettiği rivayete gelince, [278] bunun anlamı şudur: Öğü­tücü dişler yirmi tanedir. Geri kalan dişler ise on iki tanedir. Bunlardan dört tanesi en ortadaki kesici dişler, diğer dördü ise onların yan tarafında ve kö­pek dişlerinin yanında bulunan diğer dişler ile, dört tanesi de köpek dişidir. Hz. Ömer’in görüşüne göre, böylelikle diyet, seksen deveyi bulmaktadır. Öğütücü dişlerin herbirisinde birer deve, diğerlerinde ise beşer deve.

Muaviye’nin görüşüne göre ise, öğütücü dişler ile diğer dişlerin her biri­si için beşer deve diyet vardır.[279] Bu durumda da diyet yüzaltmış deve olur.

Said b. el-Müseyyeb’in görüşüne göre ise, öğütücü dişlerde ikişer deve ve­rilir. Öğütücü dişler ise yirmi tanedir. Hepsi için kırk deve verilmesi gerekir. Diğer dişlerin herbiri için beşer deve verilmelidir. Bunlar da altmış deve ed-T er. Böylelikle yüz deve olur. İşte bu da deve türünden tam bir diyet eder. Ara­larındaki görüş ayrılıkları ise, öğütücü dişlerdedir. Diğer dişlerde değil.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Sahabe ve tabiinin ilim adamlarının diş­lere dair diyetteki görüş ayrılıkları ve bunlardan birini diğerinden üstün tut­maları oldukça çoktur. Malik, Ebu Hanife ve es-Sevrî gibi fukahanın kabul ettiği görüşün delili ise, Rasulullah (sav)’ın: “Her bir dişte beş deve vardır” buyruğudur. Buyruğun zahiri onların lehine delil teşkil etmektedir. Öğütü­cü diş de dişlerden bir diştir.

İbn Abbas da Rasulullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Parmaklar birbirine eşittir. Dişler de birbirine eşittir. Kesici diş ile öğütücü diş birbirine eşittir, bu da buna eşittir”. Bu ise açık bir nasstır ve bunu Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[280] Yine Ebu Dâvud îbn Abbas’tan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Rasulullah (sav) ellerin ve ayakların parmaklarını eşit ola­rak değerlendirmiştir. [281]

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fu-kaha topluluğu ile ilim ehlinin büyük çoğunluğu bu eserlerin ifade ettiği gö­rüşe bağlı kalarak bütün parmaklann diyet hususunda birbirlerine eşit olduk­larını, dişlerin de diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, ön dişler ile öğütücü dişlerle köpek dişleri arasında fark olmadığını, bunlardan birinin öte­kine üstün tutulmayacağını belirtmişlerdir. Amr b. Hazm’ın Kitabı’nda kay­dettiğine göre bu böyledir.

es-Sevrî de Ezher b. Muhâribden şöyle dediğini nakletmektedir: Kadı Şu-reyh’e iki kişi gelip davalaştı. Onlardan birisi diğerinin ön kesici dişine bir darbe indirmiş, diğeri de onun öğütücü dişine isabet ettirmişti. Şureyh de­di ki: Ön kesici diş ve güzelliği, diğer tarafta ise öğütücü diş ve bunun fay­dası. Her bir diş diğer dişe karşılıktır. Ebu Ömer der ki: Bugüne kadar her tarafta uygulama buna göredir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [282]

14- Vurduğu Darbe île Dişi Karartırsa:

Dişine bir darbe vurup karartırsa, Malik ve Leys b. Sa1dJın görüşüne göre tam bir diş diyeti Öder. Ebu Hanife de bu görüştedir. Bu görüş Zeyd b. Sa-bitten de rivayet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, ez-Zührî, el-Hasen, İbn Sî-rin ve Şureyh’in de görüşü budur. Ömer b. el-Hattab (r.a)’dan bu durumda dişin diyetinin üçtebiri verileceğini söylediği rivayet edilmiştir. Ahmed ve İs-lıâk da bu görüştedir.

Şafiî ve Ebu Sevr der ki; Böyle bir durumda bilirkişi takdirine gidilir.

İbnü’l-Arabî der ki: Bana göre bu, bir noktada uzlaşması mümkün olabi­len bir görüş ayrılığıdır. Çünkü, eğer dişin kararması dişin sağladığı fayda­yı ortadan kaldırıp geriye sadece çolak el ve kör göz gibi yalnızca şekli kal­mış ise, diyetin gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan eğer dişin sağladığı menfaatin bir bölümü veya tamarry geriye kalmış ise, ancak menfaatin eksilen miktarı kadar ve bilir kişi takdiri ile tesbit edilecek bir di­şin diyetinin bir bölümünün verilmesi gerekir. Ömer (r.a)’dan rivayet edilen diyetin üçte birinin verileceğine dair rivayet ise, ne senet bakımından, ne de fıkhî açıdan ondan sahih olarak gelmiş değildir. [283]

15- Süt Dişlerinin Durumu:

Dökülmeden önce, küçüğün süt dişlerinin hükmü hususunda farklı görüş­ler vardır. Malik, Şafiî ve rey ashabı şöyle derler: Küçüğün süt dişi sökülür daha sonra onun yerine dişi gelirse o dişi şokene birşey düşmez, Şu kadar var ki, Malik ile Şafiî şöyle demişlerdir: Eğer o dişin yanındaki diğer dişten daha kısa çıkacak olur iset eksikliği miktarınca onun için diyet alınır.

Bîr başka kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda bilirkişi takdirine gi­dilir. Bu görüş eş-Şa’bîden de rivayet edildiği gibi, en-Nu’man (Ebu Hanife) da bu görüştedir. Îbnü’l-Münzir der ki: Bu konuda bilgi sahibi olan kimse­lerin artık bu diş bir daha gelmeyecektir diyecekleri vakte kadar beklenir. Du­rum böyle olursa, o takdirde hadisin zahirine binaen o dişin tam diyeti ödenir. Daha sonra o diş bitecek olursa, alınmış olan diyet geri ödenir. İlim ehlinden kendilerinden görüş bellenilen kimselerin çoğunluğu ise şöyle der; Bunun için bir sene beklenilir. Bu görüş, Ali, Zeyd, Ömer b. Abdulaziz, Şureyh, en-Nehaî, Katade, Malik ve rey sahiplerinden rivayet edilmiştir. Şa­fiî ise bu hususta belli bir süre tesbit etmiş değildir. [284]

16- Büyüğün Sökülen Dişi Yerine Diş Gelirse:

Büyüğün dişi sökülüp diyetini aldıktan sonra o dişinin yerine diş gelecek olursa, Malik aldığını geri vermez demektedir.

Küfe alimleri İse, yerine başka bir diş gelecek olursa aldığını geri Öder, der­ler. Şafiî’nin ise, geri öder ve ödemez şeklinde iki görüşü vardır, Çünkü bu adeten görülen bir şey değildir Nadiren görülen şeyler için ise hüküm tes-bit edilemez. Bu, bizim ilim adamlarımızın da görüşüdür. Kûfeliler ise şunu delil gösterirler: Sökülen dişin yerini tutacak bir başka diş gelmiştir, o bakım­dan aldığı diyeti geri ödemelidir. Bu konudaki görüşlerinin asıl dayanağı ise, küçüğün dişi ile ilgili meseledir.

Şafû der ki: O diş, sağlıklı bir şekilde eskisinin yerine çıktıktan sonra, bir kişi ona karşı bir cinayet İşleyecek olursa, o dişe mukabil tam bir diş diye­ti ödenir. İbnü’l-Münzir der ki: Bu, iki görüşün daha sahih olanıdır. Çünkü, mütecavizlerin her birisi başlı başına bir diş sokmuştur. Peygamber (sav) da her bir diş için beş deve diyet tesbit etmiştir. [285]

17- Sökülen Dişini Yerine Koymak:

Bir kişi bir diğerinin dişini sökse, dişi sökülen de hemen onu yerine ko­yup diş yerine kaynayacak olsa, bize göre herhangi bir şey ödemek gerek­mez.

Şafiî ise der ki; Necis olduğundan dolayı, sökülen dişini geriye iade ede­mez. İbnül-Müseyyeb ve Ata da böyle demiştir Şayet dişini yerine iade ede­cek olursa, o dişi meyte hükmünde olduğundan dolayı bu şekilde kıldığı her bir namazı İade etmelidir.

Aynı şekilde kulağı da kesilecek ve henüz kanı sıcakken yerine koyup, ku­lağı yerine yapışacak olursa, yine aynı hüküm sözkonusudur. Ata der ki: Bu durumda sultan (devlet yöneticisi veya yetkili otorite) onu yerinden sökme­ye mecbur eder Çünkü o, yerine yapıştkrdığı bir mevtedir.

İbnü’l-Arabî der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü bu görüşü ileri süren kişi, bunu geri çevirmenin ve o organın eski haline gelmesinin, (necaset) hükmü­nün de geri dönmesini gerektirdiğini farkedememiş, bilememiştir. Zira bu or­ganda necaset, yerinden ayrıldığından dolayı sözkonusudur. Fakat bilahare eski yerine bitişmiştir Şeriatin hükümleri ise, aynî şeylerin nitelikleri değil­dir. Şeriatin hükümleri, o hususta yüce Allah’ın söylediklerine ve bu konu­da verdiği haberlere göre ortaya çıkar.

Derim ki: İbnü’l-Arabînin Ata’dan naklettiği ile, Îbnü’l-Münzir’in ondan nak­lettiği arasında farklılık vardır. Îbnü’l-Münzir der ki: Kısas olmak üzere sö­külen bîr diş, daha sonra eski yerine döndürülüp bu diş yerine kaynayacak olursa, hükmün ne olacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahip­tirler. Ata el-Horasanî ile Ata b. Ebi Rabah bunda bir mahzur yoktur derken, es-Sevrî, Ahmed ve İshâk bu diş bir daha sökülür, demişlerdir. Çünkü kısas, bu hususta kişiyi te’dip içindir. Şafiî de der ki: Necis olduğundan dolayı onu eski haline geri çevîremez. Çevirecek olursa, sultan onu yerinden sökmeye mecbur eder. [286]

18- Fazla Dişin Sökülmesi:

Fazla digi olan birisinin o dişi sökülecek olursa, bunun diyetini bilirkişi tak­dir eder. İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fükahâlan da bu görüştedir. Zeyd b. Sabit ise, bir dişin üçtebir diyeti verilir, demektedir. İbnü’l-Arabi der kir Bu konuda diyet miktarım tesbit etmek için herhangi bir delil yoktur. O bakımdan bilirkişi takdirine gitmek daha adaletlidir. İbnü’I-Münzir de der ki: Zeyd b. Sabit’ten gelen rivayet sahih değildir. Ali (r.a)’dan ise şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir kısmı kınlan diş için, kıran kimse dişi kırılana o dişten eksilen miktara göre diyet verir.

Bur Malik, Şafiî ve diğerlerinin de görüşüdür.

Derim ki: Yüce Allah’ın, âyet-i kerimenin nassı ile zikretmiş olduğu organ­lar burada sona. ermektedir. Ayet-i kerimede dudaklar ve dil zikredilmemiştir ki bunlar da sonraki başlıkların konusudur. [287]

19- Dudakların ve Dilin Diyeti:

Cumhur der ki: Duduklarda tam bîr diyet vardır. Her bir dudak için , ya­rım diyet verilir. Üst dudağın alt dudağa üstünlüğü yoktur.

Zeyd b. Sabit, Said b, el-Müseyyeb ve ez-Zührî’den şöyle dedikleri rivayet edilmiştin Üst dudak karşılığında üçtebir diyet, alt dudak karşılığında ise, üç-teiki diyet verilir. İbnü’l-Mün2ir der ki: Ben de birinci görüşteyim. Çünkü, Ra-sulullah (sav)’dan gelen merfu’ hadiste O: “İki dudakta da bir diyet vardır”[288] diye buyurmuştur. Diğer taraftan iki elde de -sağladıkları faydalar farklı olsa dahi- bir diyet vardır. İki dudaktan kesilen miktar ise, bütüne oranına göre hesap edilir.

Dil ile ilgili olarak da Peygamber (sav)’dan: “Dilde de diyet vardır”[289] ha­disi varid olmuştur. Medineli ve Kûfeli ilim ehli ile hadis ashabı ve rey asha­bı dajcma ile bu görüştedirler. Bunu da İbnü’l-Münzir ifade etmiştir. [290]

20- Dilin Bir Bölümü Kesilecek Olursa:

Bir kimse, bir başkasının dilinin bir parçasını kesecek ve konuşma yeteneğinin bir bölümü gidecek olursa, hükmün ne olduğu hususunda fark­lı görüşler vardır. İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demiştir: (Arapçadaki) yirmi-sekiz harften kaçını konuşamadığına bakılır. Onun konuşma imkânının git­tiği miktarda diyet verir. Şayet tamamiyle konuşamayacak İıaİe gelirse, tam bir diyet öder. Buf Malik, Şafiî, Ahmed, İsi ki k ve rey ashabının da görüşüdür. Malik der ki: Tam bir kısas mümkün olamadığından dolayı dilde kısas yok­tur. Eğer kısas mümkün ise, kısas uygulamak asıl olandır. [291]

21- Lâl Kimsenin Dilini Kesmek:

Konuşamayan lâl kimsenin dilinin kesilmesi hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şa’bî, Malik, Medineli alimler, Sevrî, Iraklılar, Şafiî, Ebu Sevr, Nu’man (Ebu Hanife) ve iki arkadaşı bu durumda bilirkişi takdirine gi­dilir, derler.

İbnü’l-Münzir der ki: Bu hususta şaz iki görüş de vardır. Birisi Nehaînin görüşüdür bu durumda tam bir diyet ödenir derken, diğeri Katade’nin görü­şüdür. Bu görüşe göre ise diyetin üçtebiri verilir.

İbnü’l-Münzir der ki: Birinci görüş daha sahihtir, çünkü bu konuda söy­lenenlerin asgarisi odur. İbnü’l-Arabî der ki: Şanı yüce Allah, temel azalan nass ile zekrettikten sonra, diğerlerini de bunlara kıyas yapılsın diye zikret-memiştif: Buna göre, kısasın sözkonusu olduğu herbir organda eğer kısas uy­gulama imkânı var ve burîdan dolayı da kişinin öleceğinden korkulmuyor ise, kısas uygulanır. Sağladığı menfaat tamamiyle ortadan kalkıp geriye sadece şekli kalan her bir organda ise, kısas yoktur. Bunda kısasa imkân bulunma­dığından dolayı diyet ödenir. [292]

22- Yaralamalarda Kısas:

Yüce Allah’ın: “Yaı-alar da birbirine kısastır.” yani, birbiriyle takas edi­lir dernektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsi­rinde) geçmiş bulunmaktadır.

Daha ileri boyutlara varmasından korkulan yaralar ile kısası uygulayacak olanın hata etmeksizin yahut daha fazlasına götürmeksizin ya da eksik yap­maksızın uygulaması mümkün olmayacak şeylerde de kısas sözkonusu ol­maz. Kısas uygulamanın mümkün olduğu kasti yaralamalarda ise kısas ya­pılır. Bütün bunlar, yaralamaların kasti olması halinde böyledir. Hata ile ol­ması halinde ise diyet sözkonusudur. Hata ile öldürmede diyet sözkonusu ol­duğu gibi, yaralamalarda da diyet sözkonusudur.

Müslim’in Sahih’inde, Enes’den rivayete göre, er-Rubeyy”ın kız kardeşi -Um Harise- birisini yaralamıştı. Bunun üzerine Peygamber (sav)’ın huzurunda davalaştılar. Rasulullah (sav): “Kısas, kısas” diye buyurdu. Um er-Rubeyy: Ey Allah’ın Rasulü dedi, filana kısas mı uygulanacak? Allah’a yemin ederim ki, ona kısas uygulanmayacaktır. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle bu-yurdu: “Allah, Allah. Ey Um er-Rubeyy kısas Allah’ın Kitabı (farz kıldığı hü­küm) dır.” Um er-Rubeyy hayır, Allah’a yemin ederim ebediyyen ona kısas uygulanmayacaktır, dedi. Hak sahipleri diyeti kabul edinceye kadar o da böy­lece ısrar edip durdu. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ın kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, mutlaka Al­lah da onun yeminini gerçekleştirir.”[293]

Derim ki: Bu hadiste sözü edilen, yaralanan kişi bir cariye idi. Yarası ise ön dişinin kırılması şeklinde idi. Bunu, Nesaî yine Enes’ten şöylece rivayet etmiştir: Enes’in anası bir cariyenin dişini kırmıştı. Allah’ın Peygamberi (sav) kısas yapılacağı hükmünü verdi. Kardeşi Enes b. en-Nadr ise: Filanın ön di­şini mi kıracaksın? Hayır, seni hak ile gönderene yemin ederim onun dişi kı­rılmayacaktır, dedi. Bundan önce ise, yakınlarından af edip diyet almaları­nı istemişlerdi. Kardeşi olan Enes’in amcası, -ki bu, Uhud günü şehid düş­müştü- yemin edince, onlar da affetmeye razı oldular. Bunun üzerine Pey­gamber (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz Allah’ın kullan arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, Allah onun yeminini yerine geti­rir. “[294] Bunu Ebu Dâvud da rivayet etmiştir. Ebu Dâvud devamla der ki: “Ben, Ahmed b. Hanbel’e diş dolayısıyla nasıl kısas uygulanır diye sorulurken, Onun da: “Törpülenmesi suretiyle diye cevap verdiğini dinledim.” [295]

Derim ki: Her iki hadis arasında her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü, on­ların her birisinin ayrı ayrı yemin etmiş olmaları, Allah’ın da bu yeminlerini gerçekleştirmiş olması muhtemeldir. Bu olayda, ileride yüce Allah’ın izniyle, Hızır (a.s) kıssasında açıklanacağı üzere (el-Kehf, 18/66. âyet ve devamının tefsirinde) evliyanın kerametine de delalet vardır. Yüce Allah’tan onlann ke­rametlerine iman etmek üzere bize sebat vermesini ve herhangi bir mihnet ve fitneye maruz bırakmaksızın, bizleri de onlann arasına katmasını dileriz. [296]

23- Kemiklerin Kırılması:

İlim adamları, yüce Allah’ın: “Dişe diş” buyruğunda sözü geçen kısasın kas­ti hallerde sözkonusu olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Bir kişi, bir diğerinin dişini kasti olarak kıracak olursa, Enesin hadisine göre ona kısas uygulanır.

Fakat, ilim adamları, vücuddaki diğer kemiklerin kasti olarak kırılması ha-İinde farklı görüşlere sahiptirler. Malik der ki: Uyluk kemiği, omurga, me’rau-me, münakkıle ve hâşime (tanımlan biraz sonra gelecektir) gibi daha ileri de­recelere ulaşacağından korkulanlar dışında, bedendeki bütün kemiklerde kı­sas uygulanır. Ancak tehlikeli olan bu gibi hallerde diyet sözkonusudur.

Küfe alimleri ise derler ki: Diş dışında kırılan hiçbir kemikte kısas sözko-nusu olmaz. Çünkü yüce Allah: “Dişe diş” diye buyurmuştur. Bu aynı zaman­da el-Leys ve Şafiî’nin de görüşüdür. Şafiî der ki: Hiçbir zaman bir kırık bir diğer kırık gibi olamaz. O halde kemiklerde kısas yasaktır.

Tahavî der ki: Baş kemiğinin kırılmasında kısas olmayacağı hususunu fa-kihler ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer kemiklerde de durum böyledir.

Malik’in lehine delil ise, Enes yoluyla rivayet edilen dişte kısasa dair ha-dis-i şeriftir Diş de bir kemiktir. O halde, ölüm ile neticelenir korkusuyla kı­sas uygulanması mümkün olmayacağı icma ile kafîul edilmiş bir kemik ol­ması dışında sair bütün kemikler de böyledir.

İbnü’İ-Münzir der ki: Hiçbir kemikte kısas uygulanmaz diyen kimse, ha-dis-i şerife muhalefet etmektedir. Haberin varlığına rağmen, onu bırakıp kı­yasa başvurmak ise caiz değildir.

Derim ki: Yine yüce Allah’ın: “Artık size kim saldırırsa, siz de tıpkı on­ların size saldırdıkları gibi karşılık verin” (el-Bakara, 2/124); “Şayet bir ce­za ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan saldırının benzeri ile karşılık verin” (en-Nahl, 16/126) buyrukları da buna delalet etmektedir. Fu-kahanın icma ile kısas uygulanamayacağını söyledikleri bu âyetin kapsamı­na girmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ve başarı da Allah’tandır. [297]

24- Başta ve Vücudun Diğer Bölgelerindeki Yaralamalar;

Peygamber (savVın mûdiha ile, onun dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalar (şicâç)Je dair hadisi hakkında Ebu Ubeyd şöyle demektedir: el-Esmaî ve başkaları der ki: {Dilcilerin) bu husustaki açıklamaları birbirine ka­rışmıştır. Şicâc (baş ve yündeki) yaralamaların birincisi, hârisa di­ye bilinir. Bu ise, deride az miktarda açılan yaraya denilir. İşte elbiseyi ağartan kimse, kumaşı yardığı zaman denmesi buradan gel­mektedir. Bu tür yaralamaya el-Harsa da denilir.

“Bundan sonra badia gelir. Bu da deriyi yardıktan sonra eti de ya­ralayan yaranın adıdır

Arkasından, mütelâhime gelir. Bu da deriyi yaralamakla birlik­te, et ile kemik arasındaki simhak diye bilinen ince zara kadar ulaşmayan ya­radır, el-Vakidî der ki: Bu yaralamaya biz miltâ demekteyiz. Başkası ise bu, miltât diye bilinen yaralamadır, demektedir. İşte hadis-i şerif­te hakkında: “MiJtâtda ise kanına göre hüküm verilir (kan akıtıldığı andaki haline göre takdire gidilir[298]” denilen yaralamada da bu kas­tedilmektedir

Bundan sonra Mûdiha gelmektedir. Bu ise, kemiğin beyazlığı gö-rününceye kadar kemik üzerindeki ince zan sıyıran veya yaran yaralama şek­lîdir. İşte buna Mûdiha denilir, Ebu Ubeyd der ki: Baş ve yüzdeki yaralama­lar arasında özel olarak mûdiha dışında hiçbirisinde kısas sözkonusu değil­dir, Çünkü, bunun dışında ulaşılabilecek, sınırı belli bir yaralama sözkonu­su değildir. Bu mûdiha dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda di­yetleri neyse o verilir.

Bundan sonra kâşime gelir. Bu ise, kemiğin kırılmasına yol açanyaralamadır.

Bundan sonra, münakkıle gelir. El-Cevherî bunu “kaf harfinin es-relisi ile nakletmiştik Bu da kemiği yerinden çıkartmaya neden olan yara­lamadır.

Bundan sonra,âmme gelir. Buna, me’mume de denilmektedir. Bu ise, beyine kadar ulaşan yaralamadır. Ebu Ubeyd der ki: “Mil-tât’da da kanına göre verilir” hadisi hakkında şöyle denilmektedir: Kişi böy­le bir yara açacak olursa, o yara açanın aleyhine, yaralanan kimsenin lehi­ne yaraladığı anda, derhal o yaranın diyetini ödemesi hükmü verilir ve bu hususta erteleme yapılmaz. Yine (Ebu Ubeyd) der ki: Bize göre, baş ve yüz­deki diğer yaralamalarda işin nereye varılacağı görülünceye kadar beklenir. İşin varacağı yer ortaya çıktıktan sonra, o vakit o yara hakkında hüküm ve­rilir. Ebu Ubeyd der ki: Bize göre yüz ve baştaki bütün yaralamalar ile be­dendeki sair yaralamalarda da beklenir: Bize Huşeym, Husayn’dan naklede­rek dedi ki: Ömer b. Abdulaziz dedi ki: (Kemiğe kadar ulaşan yaralama olan) Mûdiha’dan aşağısında ki yaralamalar bir takım çiziklerden ibarettir, bunlar karşılığında sulh sözkonusudur

Hasan-ı Basrî der ki: Mûdiha’dan aşağısındaki yaralamalarda kısas sözko­nusu olmaz. Malik de der ki: Zan ortaya çıkartan mûdiha ile dâ-miye, bâdia ve buna benzer yaralamaların aşağısındakilerde kısas uygulanır. Kûfeliler de böyle demişler ve bunlar buna ayrıca simhâk (kemik üstünde­ki zara kadar ulaşan yaralama) da eklemişlerdir. Bunu İbnü’l-Münzir nak­letmektedir.

Ebu Ubeyd der ki: Dâmiye kan akmaksızın kanatan yaralamadır.

Dâmia ise, böyle bir yaradan kanın akması halinde verilen isimdir. Mûdiha’dan aşağisındaki yaralamalarda kısas yoktur.

eİ-Cevherî ise der ki: Dâmiye, kanatan fakat kam akmayan baş ve yüzde­ki yaralamadır.

Bizim (Maliki mezhebi) alimlerimiz der ki: Dâmiye, kanın aktığı yaradır.

Mûdiha’dan derin yaralamalarda da kısas sözkonusu değildir. Kemiği kı­ran (hâşime) ile munakkile (kemiği yerinden ayıran) -özel olarak bundaki gö­rül ayrılığı ile birlikte- ve beyine kadar ulaşan yara olan âmme ile beyin za­rını da yararak beyine kadar ulasan dâmiğada kısas sözkonusu değildir.

Bedendeki hâşimelerde ise kısas vardır. Ancak baldır ve buna benzer da­ha tehlikeli sonuçlara ulaşacağından korkulan kemik kırmalar müstesnadır. Baştaki haşime ile ilgili olarak İbnü’i-Kasım der ki: Bunda kısas sözkonusu olmaz. Çünkü bunun, hâşimeden çıkıp munâkkıle’ye kadar ulaşması kaçınıl­maz bir şeydir, Eşheb ise der ki: Hâşimede kısas uygulanır. Ancak bu hâşi­me munakkile derecesine ulaşacak olursa onda kısas uygulanmaz.

Azalara gelince, ölüm tehlikesinden korkulanlar dışında bütün eklemler­de kısas uygulanır. Burnun yumuşak bölümü, kulaklar, erkeklik organı, gözkapaklan ve dudaklar da eklem hükmündedir. Çünkü bunlar, belli bir şe­kilde ölçülüp takdir edilebilirler.

Dil hususunda ise iki rivayet vardır

Kemiklerin kırılmasında kısas sözkonusudur Ancak, göğüs, boyun, omur­ga, uyluk ve buna benzer insanı ölüme kadar götürebilecek olanları müstes­nadır. Pazu kemiğinin kırılmasında da kısas vardır. Ebu Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, bir başkasının uyluğunu kıran kimseye7 yine uyluğunun kı-nlması hükmünü vermiş; Abdulaziz b. Abdullah b. Halid b. Esid de Mekke’de bunu uygulamıştır. Ömer b. Abdulaziz’den de böyle bir uygulama yaptığı ri­vayet edilmiştir. Daha önce naklettiğimiz gibi Malik’in görüşü budur ve şöyle demiştir: Bu, onlar tarafından tema ile kabul edilmiştir; bizim beldemiz­de bir kişiye bir darbe vurunca, diğeri eliyle kendisini ondan korumak ister­ken, elini kırarsa, ona kısas uygulanması şekHndedir. [299]

25- Baş, Yüz ve Vücudun Sair Bölgelerindeki Yaralamaların Diyetleri:

ilim adamları der ki: Şicâc, baştaki yaralamalar hakkında, cirâh da vücu­dun sair bölgelerindeki yaralamalar hakkında kullanılan tabirlerdir.

İbnü’l-Münzir’in naklettiğine göre, ilim adamları mûdihadan aşağıdaki baş yar alama lannda erş (yaralama diyeti”) olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu diyetin miktan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mûdihadan aşağıdaki yaralamalar ise beş tane olup, bunlar; dârniye, dâmia, bâdia, mü-telahime ve simhâk diye bilinir. CMütelâhime, badiadan dalıa çok derine va­ran fakat kemiğe de yaklaşmayan yaralamanın adıdır.)

Malik, Şafiî, Ahmed, îshâk ve rey sahipleri, dâmiye, bâdia ve müteîahime hakkında da bilirkişi takdiri sözkonusudur derler.

Abdurrezzak ise Zeyd b. Sabit’ten şöyle dediğini nakletmektedir; Damiye’de bir deve, bâdiada iki deve, mütelahimede de üç deve verilir. Sirnhâkta; dört deve, mûdilıada beş deve, hâşimede on deve, münakkılede onheş deve var­dır. Me’mûmede tam diyetin üçtebiri verilir. Bir kimseye aklım kaybedecek kadar vuran kişi, tam bir diyet ödeyeceği gibi, bir kimseye vurduğu darbe ile sesinin burnundan çıkmasına ve sözünün anlaşılma ması na sebep teşkil eden de tam bir diyet öder. Ya da sesi kısılıp, söylediği söz anlaşılmayacak hale gelirse, yine tam diyet ödemesi sözkonusudur. Göz kapağında diyetin dörttebiri vardır Memenin ucunda da tam diyetin dörttebiri vardır,

İbnül-Münzir der ki: Ali (r.a)’dan, simhak hakkında Zeyd’in dediği gibi bir görüş nakledilmiştir. Hz. Ömer ile Hz. Osman’dan da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Simhâkda mûdiha diyetinin yarısı verilir, Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdulaziz ve Nehaî ise, simhak’da bilirkişi takdirine gidilir, derler. Malik, Şa­fiî ve Ahmed de böyle demiştir. İlim adamları mûdihada Anır b. Hazm’ın ri­vayet ettiği hadiste belirtildiği üzere beş deve verileceği hususunda ihtilâf et­memişlerdir. Çünkü o hadiste Mûdihada da beş deve vardır, denilmektedir.[300] Yine ilim ehli îcma ile mûdiha’mn başta da yüzde de olabileceğini kabul et­mişlerdir Ancak, yüzdeki mûdihanın baştaki mûdihadan daha üstün olup ol­madığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Bekr ve Ömer’den ikisi­nin de eşit olduğuna dair görüş rivayet edilmiştir. Tabiinden bir topluluk da onların görüşlerini kabul ettiği gibi, Şafiî ve İshak da bu görüştedir.

Said b. el-Müseyyeb’den ise yüzdeki mûdihanın diyetini, baştaki mûdiha­nın iki katı kabul ettiğine dair rivayet gelmiştir. Ahmed de der ki: Yüzdeki mûdihanın diyetinin artırılması daha uygundur.

Malik der ki: Me’mûme, mûnakkıle ve mûdiha ancak baş ve yüzde olur. Me’mûme ise, yara beyine ulaşacak olursa, yalnızca başta sözkonusu olur. Yi­ne Malik der ki: Mûdiha, kafa tasında olur. Ondan aşağısındaki yaralar ise bo­yun bölgesinde olur ve bunlarda mûdiha yarası sözkonusu değildir. Yine Ma­lik der ki: Burun baştan sayılmaz. Burunda da mûdiha sözkonusu değildir. Alt çenede de aynı şekilde mûdiha olmaz.

İlim adamları, bag ve yüzün dışında mûdilıa hususunda farklı görüşlere sa­hiptirler. Eşheb ve İbnül-Kasım der ki: Bedendeki mûdiha, munakkıle ve me’mûme’de, içtihad ile diyet takdirinden başka bir yol yoktur. Bu yaralar hakkında bilinen bir diyet (erş) sözkonusu değildir.

İbnü’l-Munzir der ki: Malik, Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshâk’ıiı görüşü budur. Biz de böyle diyoruz. Ata el-Horasânrden rivayet edildiğine göre mûdiha in­sanın bedeninde olursa, yirmibeş dinar cezası vardır.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Malik, Şafiî ve arkadaşları, bir kişiye iki me’mûme yahut iki mûdiha veya üç me’mûme, yada üç mûdiha yahut bun­dan da fazla miktarda yarayı tek bir darbede açacak olursa, bütün bunlarda -isterse bunlar genişleyip tek bir yara haline gelsinler- tam bir diyet vardır. Hâşime için, bize göre diyet sözkonusu değildir, bilirkişi takdirine gidilir.

îbnü’I-Münzir der ki: Ben, Medinelilerin kitaplarında hâşimeden söz edil­diğini tesbît edemedim. Bunun yerine Malik, bir kişinin burnunu kıran bir kimse hakkında, eğer bu hata yoluyla olmuşsa içtihad ile takdire gidileceği­ni söylemiştir. Hasan-ı Basrî ise, hâşime hususunda herhangi bir miktar tak­dir etmezdi. Ebu Sevr de der ki: Eğer bu hususta ihtilâfa düşülecek olursa, hâşimenin cezası bilirkişi tarafından takdir edilir. İbnü’l-Münzir der ki: Kıyas da buna delalet etmektedir. Zira bu hususta ne sünnet vardır, ne de icma. Ka­dı Ebu’l-Velid el-Bâcî der ki: Hatimenin cezası, mûdihanın cezası gibidir Eğer hâşime, münakkıleye dönüşecek olursa onbeş deve, şayet me’mûme olursa bu sefer tam bir diyetin üçtebiri verilir. İbnü’l-Münzir der ki: îlim ehlinden karşılaştıklarımızın ve kendisinden bize bilgi ulaşanların çoğunun hâşimede on deve takdir ettiklerini tesbit ettik. Biz bu görüşü, Zeyd b. Sabit’ten de rivayet ettik. Katade, Ubeydullah b. el-Hasen ve Şafiî de bu görüştedir. Sev­rî ve rey sahipleri ise; Hâşimede bin dirhem vardır demektedirler. Bundan kasıtları İse tam bir diyetin ondabiridir.

Münakkıleye gelince, İbnü’l-Münzir der ki; Peygamber (say)’dan gelen hadiste şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Munakkılede onbeş deve vardır.[301] İlim ehli de bunu icma ile kabul etmiştir.

Îbnül-Münzir der ki: İlim ehli arasından kendisinden ilim bellenen herkes, munattkılenin, kemiği yerinden oynatan yara olduğunu ifade etmişlerdir. Ma­lik, Şafîîi, Ahmed ve rey ashabı -bu, aynı zamanda Katade ve İbn Şub-rume’nin de görüşüdür- munakkılede kısas yoktur, demişlerdir ez-Zübeyr’den ise -ki ondan sabit olmamıştır- munakkılede kısas uyguladığını rivayet etmiş bulunuyoruz. İbnü’l-Münzir der kî: Fakat birinci görüş daha uygundur. Zira ben, bu hususta muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyorum.

Me’mûmeye gelince, Îbnü’l-Münzir der ki: Peygamber (savVdan: “Me’mumede diyetin üçtebiri vardır”[302] dediği varid olmuştur. İlim ehli de genel olarak bu görüşü kabul etmiştir. Bu hususta Mekhul dışında muhale­fet eden bir kimse olduğunu da bilmiyoruz. Mekhul der ki: Me’mûme kasti olarak yapılırsa cezası tam diyetin üçteikisidir. Eğer hata yoluyla yapılırsa, tam diyetin üçtebiridir. Bu ise şaz bir görüştür, ben birinci görüşü kabul ediyo­rum.

Me’mûme dolayısıyla kısas hususunda farklı görüşler vardır, İlim ehlinin çoğunluğu şöyle demektedir: Bunda kısas sözkonusu olmaz. İbn ez-Zübeyr’dert ise, me’mûme dolayısıyla kısas uyguladığı rivayet edilmiş ise de insanlar bunu tepki ile karşılamışlardır. Ata der ki: İbn ez-Zübeyr’den önce biz, me’mûme dolayısıyla kısas uygulayan kimse olduğunu bilmiyoruz.

Câife [303] ‘ye gelince; Amr b. Hazm yoluyla gelen hadise binaen câifede tam diyetin üçteikisi vardır. Eğer hata yoluyla yapılmışsa, diyetin üçtebiri vardır. Câife ise, bir iğne girecek kadar dahi olsa vücudun kann bölgesine delerek ulaşan hertürlü yaradır. Şayet iki taraftan oraya ulaşacak olursa, fukahaya göre bu iki tane câife olur ve herbirisinde tam diyetin üçteikisi verilir. Eşheb der ki: Ebu Bekr es-Sıddik (r.a) vücudun öbür yan tarafından çıkan bir câife hak­kında İki câîfe kadar diyet Ödenmesi hükmünü vermiştir. Ata, Malik, Şafiî ve rey ashabının hepsi, câifede kısas yoktur demektedirler. İbnü’l-Münzir der ki: Biz de böyle diyoruz. [304]

  1. Tokat ve Benzeri Cinayetlerde Kısas:

Tokat ve benzeri cinayetlerde kısas hususunda ilim adamları farklı görüş­lere sahiptirler. Buharı, Ebu Bekir, Ali, İbnüz’-Zübeyr ve Süveyd b. Mukar-rin (r.anhum)’dan tokat ve benzerlerinden dolayı kısas uyguladıklarını zik­retmektedir. [305]

Osman ile Halid b. el-Veiid (r. anhuma)’dan da buna benzer rivayetlerde bulunulmuştur. Bu, aynı zamanda Şa’bî ve ilim ehlinden bir topluluğun da görüşüdür

el-Leys der ki: Şayet tokat göze vurulmuş ise bunda kısas yoktur. Çünkü, kısas uygulanacak olan kimsenin gözüne bir tehlike gelmesinden korkulur. Bunun yerine sultan onu cezalandırır. Eğer tokat yanağa vurulmuşsa bunda kısas uygulanır. Bir kesim de tokatta kısas yoktur, demektedir. Bu görüş, el-Hasen ve Katade’den rivayet edildiği gibi, Malikin, Kûfelilerin ve Şafiî’nin de görüşüdür. Malik bu hususta şu sözleriyle delil getirmektedir: Zayıf ve has­ta bir kimsenin vuracağı tokat, güçlü bir kimsenin tokatı gibi değildir. Belli bîr konum ve mevkii bulunan bir kimsenin tokatı ile siyah kölenin tokatı da bir değildir. İşte bizim tokatın miktarı hususundaki bilgisizliğimiz dolayısıy­la bütün bu gibi durumlarda içtihada gidilir. [306]

27- Kamçı Darbesi Dolayısıyla Kısas:

Kamçı darbesi dolayısıyla kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. el-Leys ve el-Hasen kamçı ile vurana kısas uygulanır ve ayrıca yap­tığı saldırganlığı dolayısıyla ona fazlası da vurulur derler. İbnü’l-Kasım ise ona sadece kısas uygulanır, demektedir.

Kûfeliler ile Şafiîlere göre ise, yaralaması hali dışında ona kısas uygulan­maz. Şafiî der ki: Eğer kamçı yaralayacak olursa, bunda bilirkişi takdirine gidilir. İbnü’l-Münzir der ki: Kamçı, sopa veya taş ile isabet alıp ölümden da­ha aşağı yaralamalar sözkonusu olursa, bu kasti bir yaralamadır ve bunda kısas sözkonusudur. Hadis ehlinin çoğunluğu bu görüştedir.

Buharî’de iser Hz. Ömer’in eldeki asa dolayısıyla vurulan darbeden kısas uyguladığı, Ali b. Ebi Talib (r.a)’in da üç kamçıdan dolayı kısas uyguladığı kay­dedilmektedir. Kadı Şureyh’fn de bir kamçı ve bir kaç tırmalama İzi dolayısıy­la kısas uyguladığı belirtilmiştir.[307] İbn Battal der ki: Peygamber (sav)”ın ken­disine ilaç içiren bütün hane halkına aynı şekilde ilaç İçirilmesİni emrettiğine dair hadisi,[308] hertürlü acıdan dolayı -yaralama sözkonusu olmasa dahi- kısas uygulanacağını kabul eden kimseler lehine bir delildir. [309]

28- Kadınların Yaralanmalarının Diyeti:

Kadınların yaralanmalarına karşılık alınacak diyet hususunda ilim adam­larının farklı görüşleri vardır. Muvatta’da Malik’ten, onunt Yahya b. Said’den, onun, 6aid b.el-Müseyyeb’den rivayetine göre Said şöyle dermig: Erkeğin diyetinin üçtebirine kadar, kadın erkekten diyet alır. Kadının parmağı, erkeğin parmağı, dişi erkeğin dişi gibidir. Kadının mûdihası erkeğin mâdihası gibi, munakkılesi de erkeğin munakkılesi gibidir. [310]

İbn Bukeyr der ki: Malik dedi ki: Eğer kadının alması gereken diyet, er­keğin diyetinin üçtebirine ulaşacak olursa, o takdirde erkeğin hakettiği diyetin yarasını alabilir. İbnü’l-Münzir de der ki: Biz bu görüşü, Ömer ile Zeyd b. Sabitten rivayet ettiğimiz gibi, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr, ez-Zührî, Katade, İbn Hurmuz, Malik, Ahmed b. Hanbel ve Abdulrnelik b. el-Macişûn da bu şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir: Az olsun, çok olsun her hususta kadının diyeti erkeğin diyetinin yansıdır. Biz bunu, Ali b, Ebi Talib’den rivayet ettik. es-Sevrf, Şafiî, Ebu Sevr, en-Nu’man (,b. Sabit, Ebu HanifeJ ve iki arkadaşı da bu görüştedir. Delil olarak da şunu göstermişlerdir: Çok olan tam diyet hususunda (kadının diyetinin erkeğinkinin yansı olacağı üzerinde icm’a ettiklerine göre, ondan az olan’ miktarın da böyle olması gerekmektedir. Biz de bu görüşteyiz. [311]

29- Önemli Bir Faydası Olmayıp, însan Vücudunda Güzellik Arzeden Organlar:

Kadı Abdulvehhab der ki: Hiçbir şekilde menfaati bulunmayıp güzelliği bu­lunan her şeyde hükümet (bilirkişi takdiri) vardır. Kaşlar, sakal, saçın gitmesi, erkeğin memesi ve kalçaları gibi. Bilirkişinin takdiri ise şöyle yapılır: Ken­disine karşı suç işlenen kişi eğer kusursuz bir köle olsaydı ne ederdi, diye ona kıymet biçilir. Ondan sonra cinayet sonucu meydana gelen eksik durumu Üe ona kıymet biçilir. Kıymetinden eksilen miktar onun diyetine oranlanır, miktar ne olursa olsun o oran ödenir.

İbnül-Münzir bunu, kendisinden ilim bellenen ilim ehli herkesten nakletmiştir. Ve şöyle demiştir: Bu hususta ise, işi bilen güvenilir iki kişinin sözleri kabul edilir. Hatta adaletli tek bir kişinin sözü kabul edilir de denilmiştir. Şanı yüce Allah en iyi bilendir.

îşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamının ihtiva ettiği vücud ve azalardaki yaralamalara dair hükümlerin bir özetidir. Bu kadarı ile yetinen kimseler için bu açıklamalar yeterlidir. Lütuf ve keremiyle hidâyete ileten Allah’tır. [312]

30- Kısas Hakkını Bağışlamak Bir Sadakadır:

Yüce Allah’ın: “Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona kef-foret ohır” buyruğu, şart ve cevaptır. Yani, kim kısas hakkıru tasadduk edip affederse buf bu hakkını tasadduk eden kimse için bir keffaret olur. Bunun yaralayan kimse için keffaret olacağı ve âhirette işlediği bu cinayeti sebebiy­le sorumlu tutulmayacağı anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü böyle bir af, yaralayan kimseden hakkın alınmasının yerini tutmaktadır. Ona bu hak­kı bağışlayan da ecir alır, İbn Abbas, bu iki görücü de zikretmekle birlikte, ashabın ve onlardan sonra gelenlerin çoğunluğu birinci görüşü kabul etmiş­lerdir. İkinci görüş ise, İbn Abbas ve Mücahid’den rivayet edilmiştir. İbrahim en-Nehaî ve eş-Şa’bî’den de bu görüşle birlikte farklı rivayet de gelmiştir. An­cak birincisi daha güçlüdür, Çünkü, birinci görüşe göre zamir zikredilmiş bir isme racidir ki, o da; “Kim” lafzıdır. Ebu’d-Derdadan Peygamber (sav)’ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Herhangi bir müslümana vücudunda bir musibet gelip çatar, o da bunu (kendisine o zararı verene) ba-ğışhyacak olursa, mutlaka Allah bundan dolayı onu bir dereceye yükseltir ve yine bunun karşılığında onun bir günahını kaldırır.”[313]

İbnü’l-Arabî der ki: Yaralanan kişi yaralayanı affettiği takdirde, Allah da onu (yaralayanı) affeder diyen kimsenin bu sözünü destekleyecek bir delil yok­tur. O bakımdan bu görüşün bir anlamı da olmaz. [314]

  1. Ardlarından da izletince, kendinden önceki Tevratı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. Biz ona, içinde hidayet ve nur bulunan İncil’i de -kendinden önce inen Tevrat’ı doğ­rulayıcı, takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olmak üzere-verdik.
  2. İncil sahipleri de Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin. Kim Al­lah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, fa sıkların tâ ken­dileridir.

“Ardlarından da İzletince, kendinden önceki Tevratı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa’yı gönderdik.1* Yani Biz, İsa’yı onların izletince gönderdik. Bunlardan kasıt ise, Allah’a teslim olmuş olan peygamberlerdir. Hz. İsa, ken­disinden önce indirilmiş bulunan Tevrat’ı tasdik etmişti. Yani, Tevrat’ı hak bir kitap olarak kabul etmişti. Onu neshedici bir hüküm gelinceye kadar Tev­rat gereğince amel etmenin vacib olduğunu kabul etmişti.

Doğrulayıcı olarak” kelimesi, Hz. İsa’dan hal olmak üzere man-sub’dur. “İçinde hidayet… bulunan” kelimesi ise mübteda olmak üzere merfu’dur. “Ve nur” kelimesi ise ona atfedilmiştir.

“Doğrulayıcı olmak üzere” ise, iki şekilde anlaşılabilir. Bunun Hz. isa’ya ait kabul edilerek, ilk geçen “doğrulayıcı olarak” kelimesine atfedilmesi mümkün olduğu gibir İncil için hal olarak kabul edilmesi de müm­kündür. O takdirde ifade şöyle anlaşılmalıdır: Biz ona, içinde hidâyet ve nur bulunan ve doğrulayıcı olmak üzere İncil’i verdik.

“Bir hidayet ve öğüt olmak üzere” kelimeleri, daha önce geçen “doğ­rulayıcı” kelimesine atfedilmiştir. Yani, hidâyete ileten ve öğüt olan (bir ki­tap.) olarak.

“Takva sahipleri için” buyruğunda özellikle zikredilmeleri öğüt ve hidâyetten yararlananların onlar olacağından dolayıdır,

“Hidayet ve öğüt” kelimelerinin daha önce geçen: “İçinde hidayet ve nur bulunan” buyruğuna atfedilmiş olmaları da mümkündür. .

Yüce Allah’ın: “İncil sahipleri de Allah’ın onda indirdiği ile hükmetsin” buyruğundaki fiili, el-A’meş ve Hamza, baştaki “lam” harfini,”lâm-ı key” olmak üzere mansub, diğerleri ise emir lâm’ı olmak üzere fiili cezm ile okumuşlardır.

Birinci okuyuşa göre buradaki “lâm”, yüce Allah’ın; “ona… ver­dik” buyruğuna taalluk eder ve bu durumda durak caiz olmaz. Yani, Biz ona İncili, kendisine iman edenler, Allah’ın o İncil’de indirdikleri gereğince hük­metsinler diye indirdik, demek olur.

Baştaki bu “lâm” harfini emir “lâm”i olarak okuyanların kıraatine göre ise, bu da yüce Allah’ın: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” (el-Maide, 5/49) buyruğunu andırmaktadır. O bakımdan bu, yeni bir cümle (istinaf) gibi olup, bir yükümlülük ifade eder, Yani, İncii sahipleri, onunla hükmetsinler.

Bu da, o dönemde sözkonusu idi. Ama şimdi (yani Kur’anın nüzulünden son­ra) o, nesh olmuştur.

Şöyle de denilmiştir: Buf hıristiyanlara şu andan itibaren, Muhammed (sav)’a iman etmeleri için verilmiş bir emirdir. Çünkü İncil’de ona iman et­meyi vacip kılan hükümler vardır. Nesh ise, Usulü’d-DinJde (itikadı hüküm­lerde ), de fer’İ hususlarda düşünülebilir.

Mekkî der ki: Tercih edilen okuyuş, tîilin cezm ile okunmasıdır. (Yani, baş­taki “lâm’ın emir “lâm”ı olmasıdır). Çünkü cemaat (çoğunluk) bu görüştedir Diğer taraftan ondan sonraki tehdit ifadeleri de, yüce Allah’ın tncil sahipleri için bağlayıcı bir emir verdiğine delalet etmektedir,

en-Nehhâs der ki: Kanaatimce doğru olan her ikisinin de güzel birer kıraat olduklarıdır. Çünkü şanı yüce Allah, ne kadar kitap indirmiş ise, mut­laka gereğinci amel olunsun diye indirmiş ve o kitabın içindeki hükümler gereğince amel edilmesini emretmiştir. Dolayısıyla,’aynı anda her iki kıraat de sahihtir. [315]

  1. Biz sana Kitabı hak ile -kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahid olmak üzere- İndirdik. O-halde, aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Sana gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dikseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi. Öyleyse, hayırlı işlere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Ve 0, hakkında ayrılığa düştüğü­nüz.şeyleri size haber verecektir.

Yüce Allah’ın: “Biz «ana” buyruğunda hitab, Muhammed (sav)’a dır. Ki-tabı” Kur’an-ı kerimi, “hak ile” hak emir ile “Kendinden önce İndirilen ki­tapları.1 Maksat, kitapların cinsi (türü) dir. “Doğrulayıcı” buyruğu, haldir. “Ve onlara karşı bir şahJd” onların üstünde ve onlardan yukarda “olmak üze­re indirdik.” îşte bu, sevabın çokluğu bakımından Kur’an-ı kerimin fazile­tinin üstünlüğüne delalet ettiğini kabul edenlerin görüşüne delil teşkil etmek­tedir.

Nitekim daha önce el-Fatiha sûresinde {faziletlerine dair bölümde) buna işaret edilmişti Bu, aynı zamanda Îbnül-Hassar’ın “Şerkü’s-Sünne adlı eserindeki tercihidir. Yine onun bu naklettiklerini biz de “Şerhü’l-Esmai’t-Hüsnâ* adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Allah’a hamd olsun.

Katade der ki: el-Mülıeymin kelimesinin anlamı, şahidlîk edendir. Koru­yucu demek olduğu da söylenmiştir. el-Hasent doğrulayıcı demektir, der. Şa­irin şu beyiti de bu kabildendin

“Şüphesiz ki, Kitab Peygamberimize bir muheymin’dir {şahıd ve doğrulayıcıdır) Hakkı ise, özlü. akıl sahipleri bilir

İbn Abbas der ki: Burada “müheymin” kendisine güvenilen demektir. Sa-id b. Cübeyr der ki: Kur’ân-ı kerim, kendisinden önceki kitaplar hususunda güven duyulan bir kitaptır. İbn Abbas ve yine el-Hasen şöyle demektedir: Mü­heymin, güvenilir (emin) demektir.

el-Müberred der ki: Bu kelimenin aslı olup bunun hemzesi, “he”ye değiştirilmiştir. Nitekim, Suyu döktüm derken, hemze yerine “he” kullanılarak, denilir. ez-Zeccâc da böyle demiştir, Ebu Ali de böy­le demiştir.

Bu kelimenin (ibdalden sonra) çekimi şu şekilde yapılır: Îsm-i faili de şeklinde güvenilir, güven duyulan anlamında olur.

el-Cevherî der ki: Bu kelime, başkasına korkudan yana emniyet ve güven­lik veren kimse demektir. Bunun aslı ise, iki hemzeli olarak; şek­lindedir İkinci hemze, iki hemze yanyana gelmesi hog olmadığından dolayı “ye” harfine dönüştürülünce; şeklinde olmuştur. Daha sonra da birin­ci hemze “he”ye inkilab etmiştir. Nitekim, Suyu döktü, deni­lin (Ve hemze ile “he” harfleri biri diğerinin yerine kullanılır) Bir şeye koru­yuculuk yaptığı takdirde; denilir, ism-i faili de; şeklinde gelir. Bu açıklamalar Ebu Ubeyd’den nakledilmiştir.

Mücahid ile İbn Muhaysm, bu kelimeyi “müheymen” şeklinde, “mim” harfini üstün olarak okumuşlardır. Mücahid der ki; Yani, Muhammed (sav)’a Kur’an hususunda güven duyulur. O, bu hususta güvenilir kimse demektir.

Yüce Allah’ın: “O halde aralarında Allah’ın İndirdiği ile hükmet” buy­ruğu, kitaptaki hükümler gereğince hükmetmeyi farz kılmakladır. Bunun, yü­ce Allah’ın: “Aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir” (el-Maide, 5/42) buyruğundaki muhayyerliği nesli edici olduğu da söylenmiştir.

Bu âyetteki bu buyruğun vucub ifade etmediği de söylenmiştir. Buyruğun anlamı: Dilersen aralarında hükmet, şeklindedir. Zira, kâfirler zimmet ehlin­den olmadıkları takdirde aralarında hükmetmek bizim İçin farz değildir. Zimmet ehli hakkında ise, farklı görüşler vardır ki, buna dair açıklamalar da­ha önceden geçmiş bulunmaktadır.

Bu buyruk ile insanlar arasında hükmetmenin kastedildiği de söylenmiş­tir. İşte, insanlar arasında hükmetmek, onun üzerine bir farzdır.

Yüce Allah’ın: “Onların heveslerine uyma” buyruğuna dair açıklamala­rımızı da iki başlık halinde sunacağız.[316]

1- Hevâya Uymak Yasaktır:

Yüce Allah’ın: “Onların heveslerine uyma” buyruğu şu demektir: Sana ge­len hakkı bırakıp, onların hevâ ve hevesleri gereğince, onların istekleri doğrultusunda iş görme. Yani, yüce Allah’ın Kur’ân-ı kerim’de hakka ve ah­kâma dair beyanlar gereğince hüküm vermeyi terk etme.

Ehvâ kelimesi, lıevânın çoğuludur. Hevâ kelimesi, ehviye şeklinde çoğul yapılmaz. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/87. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah Peygamberine, kendisini çekmek istedikleri noktalarda onla­ra tabi olmayı yasaklamaktadır. Bu da şu görüşte olanların sözlerinin batıl ol­duğuna delalet etmektedir: Zimmilere ait şarabı telef eden bir kimsenin o şa­rabın kıymetini onlara ödemesi gerekir. Bu sözün batıl olması ise, şarabın on­lar için mal olmamasından dolayıdır. Mal olmadığı İçindir ki, şarabı telef eden kimse onun tazminatını ödemez. Zira, telef edenin onun tazminatını ödemek­le yükümlü tutulması, yahudilerm hevaları gereğince hüküm vermek demek­tir. Oysa biz, onların nevalarına uymamakla emrolunmuşuzdur.

Yüce Allah’ın: “Sana gelen hakkı bırakıp… sana gelen hakka rağmen… demektir. [317]

2- Her Bir Ümmefin Şerâtini ve Yolunu Belirleyen Yüce Allah’tır;

“Sizden herbirinlz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik” buyruğu İse, ön­cekilerin şeriatlerine bağlanmamak gerektiğine delâlet etmektedir, şirat ve şeriat, kendisi vasıtasıyla kurtuluşa erişilen apaçık yol demektir. Sözlükte şe­riat: Kendisiyle suya ulaşılan yol demektir. Şeriat, Allah’ın kulları için din di­ye indirdiği hükümlerdir. Onlara şeriat yaptı, yapar demek, Sünnet, yasa yaptı, anlamındadır. Sâri’ ise en büyük yol demektir. Yi­ne, şirat, yay kirişi demektir. Çoğulu da şeklinde gelir ise, çoğulun da çoğuludur. Bu açıklamalar Ebu Ubeyd’den nakledilmiştir, O halde bu kelime, müşterek bir lafızdır.

Minh&c ise, devam eden yol demektir. Nehc ve menhec de aynı şeydir. Bu­nun anlamı da açık ve seçik olmak demektir. Şair recez vezninde şöyle de­miştir:

“Kimin bir şüpheai var ki, işte bu Felç (adındaki nehirdir) Oldukça tatlı bir su ve devam edip giden bir yol.”

Ebu’l-Abbas ile Mulıammed b. Yezid der ki: Şeriat yolun başı, rainhâc ise devam edip giden yol demektir. İbn Abbas, el-Hasen ve diğerlerinden ise: “Bir şeriat ve bir yol” buyruğunu, bir sünnet ve bir yol diye açıkladıkları ri­vayet edilmiştir.

Âyet-i kerimenin anlamına gelince: O, Tevrat’ı tevrat sahipleri, İncili incil sahipleri, Kur’ânı da Kur’ân sahipleri için bir şeriat ve bir yol tayin etmiştir. Bunlar ise şeriat ve ibadetlerde böyledir. Aslı teşkil eden tevhidde ise hiçbir ayrılık sözkonusu değildir. Bu anlamda Katade’den de açıklamalar rivayet edil­miştir.

Mücahid ise der ki: Şir’at ve minlıac, Muhammed (sav)’ın dinidir. O, bu din ile onun dışındaki bütün dinleri nesh etmiştir.

Yüce Allah’ın: “Eğer Allah dileseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapar­dı” buyruğu, sizin şeriatinizi tek bir şeriat yapar, siz de hak üzere olurdunuz demektir. Böylelikle yüce Allah, bu ayrılık ile bir topluluğun iman etmesini, bir diğer topluluğun da küfre sapmasını irade buyurduğunu açıklamaktadır.

Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi” ifa­desinde, fiilin başındaki Mkey lâmHına taalluk eden hazf edilmiş ifade var­dır. Yani, fakat O, sizi denemek için sizin şeriatlerinizi çeşitli çeşitli kıldı, de­mektir.

İmtihan etmek (ibtilâ) ise, denemek demektir.

Yüce Allah’ın: “Öyle ise hayırlı işlere koşuşun”: İtaatleri işlemekte çabuk olun, demektir.” Bu, farz olan ibadetleri erken yapmanın onları ertelemek­ten daha faziletli olduğuna delildir. Farz ibadetlerin, vaktin ilk demlerinde eda edilmesi gerektiği hususunda, namaz müstesna bütün ibadetlerde bu ba­kımdan hiçbir görüş ayrılığı yoktur

Ebu Hanife, namazın telıir edilmesinin daha uygun olduğu görüşündedir, Ancak, âyet-i kerimenin umum ifadesi ona karşı bir delildir. Bu açıklamayı el-Kiyâ et-Taberî yapmıştır. Yine bu buyrukta, yolculukta oruç tutmanın oruç açmaktan daha uygun olduğuna dair de delil vardır. Bütün bu husus­lara dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/183-184. ayetler, 4, başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

“Hepinizin dönüşü Allah’adır ve O, hakkında ayrılığa düştüğünüz şey­leri size haber verecektir.” Yani, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecek ve böylelikle bütün şüpheler zail olacaktır. [318]

  1. Onların hevâ ve heveslerine uymayarak aralarında Allah’ın in­dirdiği ile hükmet ve Allah’ın sana indirdiğinin bîr kısmından seni vazgeçirirler diye sakın onlardan. Şayet yüzçevirirlerse bil ki, bazı günahlarından dolayı Allah onları cezalandırmak ister. Gerçekten insanların çoğu fösıktırlar.

Yüce Allah’ın: “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet” buyruğuna ve bunun, Hz, Peygamberi (hükmedip etmemek hususunda) muhayyer bı­rakan buyruğu neshedici olduğuna dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Ibnü’l-Arabî der ki: Bu, büyük bir iddiadır. Çünkü, nesh’in şartlan dört tanedir. Bunlardan birisi de hangisinin önce, hangisinin de son­ra indiğini tesbiE ederek nüzul tarihini bilmektir. Bu iki âyet hakkında bilin­memektedir. O halde bunlardan birisinin ötekini nesh ettiğini iddia etmeye imkân kalmamış ve böylelikle bu emir olduğu halde kalmış bulunmaktadır.

Derim ki: Ebu Cafer en-Nehhâs’dan bu âyet-i kerimenin nüzulünün daha sonra olduğuna dair açıklamayı zikretmiş bulunuyoruz. Buna göre bu âyet-i kerime nâsihtir. Şu kadar var kî, ifadede: Dilediğin takdirde “aralarında Allah’ın İndirdiği Ue hükmet” diye bir takdire gitme hali müstesnadır. Çünkü, bundan önce Hz. Feygamber’in bu hususta muhayyer olduğuna da­ir açıklamalar geçmişti. Burada muhayyerlik ifade eden ibare, önceki buy­ruğun buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiş bulunmaktadır. Bu hazfın sebe­bi ise bu buyruğun öncekine atfedilmiş olmasıdır. Buna göre muhayyerliğin hükmü, tıpkı üzerine atfedilmiş olanın hükmü gibidir. Her ikisi de bu husus­ta muhayyerlikte ortaktır. Sonraki buyruk, öncekinden kopuk değildir. Ko­puk olursa bunun bir anlamı da olmaz, sahih de olmaz. O halde, buna gö­re yüce Allah’ın: “Aralarında Allah’ın İndirdiği île hükmet” buyruğunun, daha önce geçen: “Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet” (el-Ma-ide, 5/42) buyruğu ile: “Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da on­lardan yüzçevir” (el-Maide, 5/42) buyruklarına atfedilmiş olması kaçınılmaz­dır. Buna göre> buradaki: “Aralarında Allah’ın indirdiği üe hükmet* buy­ruğunun anlamı şudur: Sen, hükmedecek olursan ve hükmetmeyi tercih edecek olursan, bu şekilde (yani adaletle) hükmet. O halde bütün bu buy­ruklar muhkem olur, mensuh değildir. Zira nâsih hiçbir zaman mensuba at­fedilmek suretiyle mensûhla irtibatlı olmaz. Peygamber (savVın buna göre bu hususta muhayyer bırakılması mensûh değil, muhkemdir. Bu açıklamayı Mekkî rahimehullah yapmıştır

Hükmet” buyruğu, nasb mahallinde ve: “Sana da Kitabı… in­dirdik” buyruğundaki Kitaba atfedil mistir. Yani, ve Biz sana, aralarında Al­lah’ın indirdiği ile hükmet diye hüküm indirdik. Bunun da anlamı şudur: Ya­ni, Allah’ın Kitabında sana indirdiği gereğince aralarında hükmet demektir.

Ve.., seni vafcgeçlrlrler diye sakın onlardan” buyru­ğundaki; Sakın onlardan* buyruğunda yer alan ve “onlar” an­lamına gelen “he ile mim” zamirinden bedeldir. Bu, ya bedet-i istimaldir, ve­ya mefulün leh’dir. Yani, seni sakındırmak istiyecekleri için… demektir.

İbn İshâk’dan nakledildiğine göre o, şöyle demiştir: İbn Abbas dedi ki: Ara­larında İbn Suriya, Kâ’b b. Esed, İbn Salûbâ , Şâs b. Adyy’in de bulunduğu yahudi ilim adamlarından bir topluluk bir araya gelerek şöyle dediler: Ge­lin Muhammed’e gidelim Belki onu dininden uzaklaştırabiliriz. Çünkü, o da bir insandır. Onun yanına gidip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen de bilir­sin ki biz, yahudilerin bilginleriyiz. Sana uyacak olursak, yahudilerden hiç­bir kimse bize muhalefet etmez. Ancak bizimle bir topluluk arasında bir an­laşmazlık vardır. Biz, onları da getirir senin hükmüne başvururuz. Sen de sa­na iman etmemiz için bizim lehimize ve onların aleyhine hükmet. Rasulullalı (sav) bunu kabul etmeyince, bu âyet-i kerime nazil oldu.[319]

(Burada, “vazgeçirmek” anlamı verilen) “fitnenin asıl anlamı, önceden de geçtiği gibi denemek, sınamak demektir. Diğer taraftan bunun farklı rnana-lan da vardır. Burada yüce Allah’ın: “Seni vazgeçirirler buyruğunun anlamı, seni ahkoyarlar, geri döndürürler şeklindedir. Fitne, şirk anlamına da kullanılır. Yüce Allah’ın: “Fitne, katilden de büyüktür” (el-Bakara, 2/217) buy­ruğu ile: “Hiçbir fitne katmayıncaya kadar onlarla savaşınız’ (el-Enfal, S/39) buyruğunda olduğu gibi. Yine fitne, ibret anlamına da gelebilir Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Rabbimiz, bizi kâfirlere fitne (konu­su) yapma” (el-Mümtehine, 60/5); “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuna fit­ne (konusu) yapma.”

Fitne, bu âyette de görüldüğü gibi, doğru yoldan alıkoymak şeklinde de olabilir.

Yüce Allah’ım “Aralarında Allah’ın indirdiği île hükmet” buyruğunun tek­rarlanması ise, ya tekid içindir veya yüce Allah’ın, herbirisinde ayrı ayrı Al­lah’ın indirdiği gereğince hükmetmesini emretmiş olduğu farklı birtakım du­rumlar ve hükümler ile ilgilidir.

Âyet-i kerimede Peygamber (sav)1ın unutmasının mümkün olduğuna da­ir delil de vardır. Çünkü yüce Allah: “Seni vazgeçirirler diye” diye buyur­maktadır. Bu ise, onun ancak unutması halinde sözkonusu olabilir, kasten mümkün olamaz.

Burada hitab ona olmakla birlikte maksat ondan bankasıdır, da denilmiş­tir. Buna dair açıklamalar, yüce Allah’ın izniyle ileride el-En’âm sûresinde ge­lecektir.

Yüce Allah’ın: “Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından… buyruğunun anlamı ise, Allah’ın sana indirdiğinin tümünden.,, demektir. Çünkü bazan, ba­zı (bir “kısım”) kelimesi, bütün anlamında da kullanılabilir. Şairin şu mısra­ında oluduğu gibi:

Veya kimi canları ölüm vakitsiz gelip alır.”

Burada Vakitsiz ahrf yerine : Ona ulanır, şeklinde de rivayet edilmiştir. Şair “burada kimi canlar” İle bütün canlan kastetmiştir. Yüce Al­lah’ın: *Ben size, ihtilaf ettiğiniz şeylerin bazısını açıklayayım diye geldim”

(ez-Zuhruf, 43/63) buyruğunu da bu şekilde açıklamışlardır. İbnii’i-Arabi der ki: Doğrusu, “bazı” kelimesinin bu âyet-İ kerimede asıl anlamında kullanıl­dığı ve bununla maksat ise ;recm veya onların istedikleri şekilde hüküm ver­mesi olduğudur!, Çünkü onlar, Hz. Peygamberi kendisine indirilenlerin tümün­den vazgeçirmek maksadında değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yüce Allah’ın: “Şayet yüz çevirirlerse” buyruğu: Eğer senin hükmünü ka­bul etmeyip hükmünden yüz çevirecek olurlarsa, “bil ki, bazı günahların­dan dolayı Allah onları cezalandırmak ister” yani, sürgüne göndermek, ciz­ye ve öldürmek suretiyle onları azaplandırmak ister, demektir. Nitekim böy­le de olmuştur

Yüce Allah’ın: “Bazı” diye buyurması ise, bazı günahları karşılığında ce­zalandırılmalarının, onların mülklerinin başlarına yıkılıp geçirilmesi için ye­terli oluşundan dolayı idi.

“Gerçekten insanların çoğu fâsıktırlar” buyruğu ile de yahudileri kastet­mektedir. [320]

  1. Onlar hâlâ cahiüyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar? Yakın sa-hibi (hakka kesin inanan) bir toplum için» kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir?

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [321]

1- Güçlü İle Zayıf Arasında Ayırım Cakiliye Hükmüdür:

Yüce Allah’ın: “Onlar hâlâ cahili ye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar”

buyruğunda “Hükmünü mü” kelimesi, “Arıyorlar” Fiili ile mansubtur. Buyruğun anlamı da şöyledir: Cahiliye döneminde soylu olanın hükmü ile aşağı tabakalarda olanların hükmü farklı farklı idi. Nitekim, daha önce birkaç yerde bu açıklamalar geçmişti. Yahudiler de zayıf ve fakirlere had­leri uyguluyor, ancak güçlü ve zenginlere uygulamıyordu. İşte bu davranış­ta onlar da cahiliyeye benzemiş oluyorlardı. [322]

2- Çocuklar Arasında Ayırım Gözetmek de Cahili Bir Uygulamadır:

Süfyân b. Uyeyne, İbn Ebî Necih’den, o, Tâvus’dan şöyle dediğini rivayet eder: Tivus’a, çocuklarından birisini diğerinden üstün tutan kişinin durumu hakkında soru sorduklarında, şu: “Onlar hâlâ cahiüyye (devrinin) hükmü­nü mü İstiyorlar?” âyetini okurdu. Tavus şöyle derdi: Kimse bir çocuğunu diğerinden üstün tutamaz. Böyle bir şey yapacak olursa, onun bu uygulama­sı geçerli değildir ve fesh olunur Zahirîlerde bu görüştedir. Ahmed b. Han-bel’den de buna benzer bir görüş rivayet edilmiştir. es-Sevrî, tbnü’l-Mübârek ve İshâk ise bunu mekruh görmüşlerdir. Buna göre bir kimse böyle bir şe­yi yapacak olursa, geçerli olur ve (mahkeme kararıyla) reddolunmaz. Malik, es-Sevrî, Leys, Şafiî ve rey sahipleri de bunu caiz kabul etmişler ve Hz. Ebu Bekir’in diğer çocukları arasından Hz. Âişe’ye bağışta bulunması şeklinde­ki uygulamasını, bir de Hz. Peygamberin: “Onu geri çevir” hadisi ile: “Sen buna benden başkasını şalüd tut” sözünü delil göstermişlerdir.[323]

Bunu kabul etmeyen birinci görüşün sahipleri ise, Hz. Peygamberin şu ha­disini delil gösterirler: Hz. Peygamber, Beşir b. Sa’d’a: “Senin bundan başka çocuğun var mı?” deyince, Beşir: Evet, var demişti.”Bu sefer Hz. Peygamber: “Peki onların hepsine bunun gibi bir bağışta bulundun mu?” diye sormuş, o da; Hayır, deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: “O halde sen beni şa-lıid tutma, Çünkü ben haksızlığa şahidlik etmem.” Bir başka rivayette de: “Ben ancak hak olan bir şeye şahidlik ederim” diye buyurduğu rivayet edilmek­tedir.[324]

Bu görüşün sahipleri derler ki, zulüm olup hak olmayan bir şey ise batıl­dır, caiz olmaz- Hz. Peygamberin: “Buna benden başkasını şahid tut” demiş olması, şahidi i kte bir izin değildir. Bu, ancak böyle bir şeye şahidlik etmek için bir azardır. Zira, Hz. Peygamber buna zulüm adını vermiş ve böyle bir şeye şahidliği kabul etmemiştir O halde, mü si umanlardan herhangi bir kim­senin herhangi bir şekilde böyle bir şeye şahidlik etmesine imkân yoktur. Hz. Ebu Bekir’in uygulamasına gelince, onun uygulaması Peygamber (sav)’ın buyruğuna karşı delil diye ileri sürülemez. Bir de onun, diğer çocuklarına Hz. Aişe’ye yaptığına denk bir takım bağışlarda bulunmuş olması da muhtemeldir.

Denilse ki- Asloîan insanın malında mutlak tasarruf sahibi olmasıdır. Böy­le diyene şu şekilde cevap verilir: Genel asıl ile bu asla muhalif olan muay­yen vakıa arasında umum ve husus naslarda olduğu gibi, tearuz (çatışma) söz-konusu değildir- Usulde şu kaide vardır: Sahih olan, umumu hususi olana bina etmektir. Diğer taraftan böyle bir uygulama sonucunda anne-babaya karşı itaatsizlik ortaya çıkar ki, bu da büyük günahların büyüğüdür, bu haram­dır. Harama götüren birşey de yasaktır. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: “Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin.” en-Nu’man b. Beşir der ki: Bunun üzerine babam geri döndü ve o sadakayı (ba-ğışO geri çevirdi.

Baba çocuğuna verdiği sadakayı çocuğu eğer harcamış ise, babası onu ge­ri istemez, Hz. Peygamberin: “Onu geri çevir” buyruğu, onu reddet anlamın­dadır. Red ise, fesh hakkında zahir bir lafızdır. Nitekim Hz. Peygamber şöy­le buyurmuştur: “Kim bizim bu işimize uygun düşmeyen bir iş yaparsa o, mer-duttur.” Yani, fesh olunur. Bütün bunlar, gayet zahir ve güçlü delillerdir. Böy­le bir uygulamanın yasaklığı hususunda açık bir tercihi ortaya koymaktadır. [325]

3- Hükmü Allah’tan Daha Güzel Kimse Olamaz;

İbn Vessâb en-Nehaî Hükmünü mü? buyruğunu, ref ile öy­le bir hükmü mü arıyorlar anlamında okumuştur. Burada “he” zamiri Ebu’n-Necm’in şu beyitinde olduğu gibi hazf etmiştir:

“Um el-Hıyar iddia eder oldu

Aleyhime “bütünüyle işlemediğim bir günahı/

Bu ise, buradaki («Is): Bütünüyle kelimesini merru’ olarak rivayet eden­lere göre, îbn Vessâb ile en-Nehaî’nin kıraatine delil olabilir. Burda ifadenin takdirinin, Cahiliyenin hükmümüdür aradıkları o hüküm? şeklinde olması mümkündür ve burada mevsuf olan ikinci “hüküm” kelimesi hazfedilmiş de olabilir

el-Hasen, Katade, el-A’rec ve el-A’meş ise, Hakiminin, şeklinde “hâ, kâf ve mim” harflerinin üstün okunuşu şeklinde de okumuştur. Bu İse, çoğun­luğun okuyuşunun anlamına racîdir Zira, burada maksat bizzat hüküm veren hakim değildir. Maksat, hükmün kendisidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Yoksa onlar, cahiliye hakeminin hükmünü mü arıyorlar?

Sözlükte hakem ve hakim aynı anlamda olabilir. Onlar, bununla kâhinin ve buna benzer cahiliye döneminde hüküm veren kimselerin hakimliğini ara­mak istiyorlar gibi bir anlam vardır. Bu durumda, hakimden kasıt yaygınlık ve cins isimdir. Zira, bununla muayyen bir hakim kastedilmiş olamaz.

Burada muzâfın cins isim olması; “Mısır irdebbini (bir ölçek) artık ver­miyor” ifadesinde ve benzerlerinde olduğu gibi caizdir.

İbn Âmir Oyj) : Arıyorsunuz şeklinde “te” harfi ile okurken, diğerleri ise, (arıyorlar anlamını vermek üzere) “ya” harfi ile okumuşlardır.

Yüce Allah’ın: “Yakîn sahibi bir toplum İçin kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir?” buyruğundaki soru, inkâr içindir. Yani, hükmü ondan daha güzel hiçbir kimse yoktur. Ve bu, mübteda ve haberdir.

Hükmü” kelimesi ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiş­tir. Zira, yüce Allah’ın: “Yakln sahibi bir toplum için” buyruğu, yakîn sahi­bi bir toplum nezdinde, anlamındadır. [326]

  1. Ey iman edenler, Yahudileri de hıristlyanları da veliler edinme­yiniz. Odlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları ve­li edinirse, muhakkak o da onlardandır. Şüphesiz Allah /alim­ler topluluğunu hidâyete erdirmez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [327]

1- Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerinin Velileridirler:

Yahudileri ve hırlstiyanlari veliler ../ buyrukları, “Edin (me) yin fiiline ait iki mePuldür, Bu, Şer’ân onlarla velayet (dostluk, bağlılık) ilişkisini kesmenin gerektiğine delildir. Âl-i İmran sûresin­de (3/118. Âyet-in tefsirinde) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır

Bu buyrukta veli edinilmeleri yasaklananların münafıklar olduğu söylen­miştir. Yani, ey zahiren iman edenler… Bunlar, müşrikleri veli edinmekte ve müslümanlann sırlarını onlara bildirmektedirler.

Âyetjn Ebû Lubâbe hakkında nazil olduğu da İkrime’den bir görüş olarak nakledilmiştir. es-Süddî der ki: Âyet-i kerime, müslümanlann Uhud günü kor­kuya kapılarak sonunda aralarından bazılarının yahudi ve hıristiyanları ve­li edinmeyi içinden kararlaştırmaları şeklinde meydana gelen olay hakkın­da nâzii olmuştur. Yine bu âyet-i kerimenin Ubâde b, es-Samit ile Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Ubâde (r.a), bunun üzerine yahudileri veli edinmekten vazgeçmiş, buna karşılık İbn Ubeyd de onları dost edinmeye devam ederek: Ben, zamanla birtakım musibetlerin or­taya çıkmasından korkuyorum, demişti.

“Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar” buyruğu da mübtedâ ve haberdir. Bu

ise, şeriatın yahudi ile hıristiyanların kendi aralarındaki velayet ilişkilerini ka­bul ettiğine; o kadar ki, yahudi ile hıri s Uyanların birbirlerine mirasçı olacak­larına delâlet etmektedir. [328]

2- Onları Veli Edinen Mü’minlerin Durumu;

Yüce Allah’ın: “İçinizden kim onları veli edinirse” buyruğu, kim onla­ra müslümanlar aleyhine destek verirse, “muhakkak o da onlardandır “de­mektir. Şanı yüce Allah bu buyrukla, böylesinin hükmünün onlann hükmü gibi olacağını beyan etmektedir. Bu da müslümanın mürtedden miras alma­sına engel olması anlamına gelir. Uz. Peygamber döneminde onları veli edinen kişi, İbn Ubeyy idi. Diğer taraftan bu hüküm, onlarla müvâlât ilişki­sini koparmak hususunda Kıyamet gününe kadar bakidir. Nitekim Yüce Al­lah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: “Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur.” CHûd, 11/113)

Yüce Allah Âli İmran sûresinde de şöyle buyurmaktadır: “Mü’minler, müzminleri bırakıp kâfirleri veli edinmesin.” (Âl-i İmran, 3/28) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, kendinizden başkalarım sır­daş edinmeyin…” (Âl-i îmran, 3/118) Buna dair açıklamalar Cadı geçen ayet­lerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah’ın: “Onlar, birbirlerinin dostlarıdır­lar” buyruğu ile yardımlaşmak hususu kast edilmektedir. “İçinizden kim on­ları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır” buyruğu da şart ve ceva­bıdır. Yani, bunun böyle olmasına sebep, onlan veli edinen kimsenin bizzat yahudi ve hıristiyanların muhalefetleri gibi, Allah’a ve Rasuîüne muhalefet et­miş olmasıdır. Onlara düşmanlık beslemek vacib olduğu gibi, artık ona da düşmanlık beslemek vacib olmuştur. Onlar için cehennem nasıl vacib olduy­sa, böylesi için de cehennem vacib olmuştur. Bunun sonucunda o da onlar­dan, yani onların arkadaşlarından olmuştur. [329]

  1. Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin: “Devrin aleyhimize dönmesinden korkuyoruz” diye aralarında koşuştuklarını gö­rürsün. Olur ki Allah, fetih nasib eder veya kendi katından bir emir verir de onlar da içlerinde gizlediklerine pişman olacak­lardır.

53- İman edenler de derler ki: “Olanca güçleriyle sizinle beraber ola­caklarına dair Allah adına yemin edenler bunlar mı?” Bütün amelleri boşuna gitti ve bundan ötürü en büyük zarara uğrayan­lar oldular.

“Kalplerinde hastalık bulunan kimselerin” buyruğundakî hastalıktan kasıt, şüphe ve münafıklıktır. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/10. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise, İbn Ubeyy ve arkadaşlarıdır.

“… Devrin aleyhimize dönmesinden” yani, ya kıtlık suretiyle zamanın aleyhimize dönerek onlar da bize erzak vermeyip bize ihsanda bulunmamak suretiyle, ya obryahudilerin müslümanlara karşı zafer kazanıp Muhammed (sav)’in lehine olan bu durumun devam etmeyeceğinden “korkuyoruz diye aralarında” yani, yahudilerî veli ve dost edinerek onlarla dayanışmak husu­sunda “koşuştuklarını görürsün.”

“Devrin aleyhimize dönmesi” ifadesinin bu şekilde açıklanması, mana­ya daha uygun düşmektedir. Çünkü, buradaki (ijjütl^îöf): Devrin aleyhimi­ze dönmesinden tabiri, “Döndü, döner”den alınmış gibidir. Yani, işin dönüvermesinden korkarız, demektir. Bu anlamın doğruluğuna, yüce Al­lah’ın: “Olur ki, Allah fetih nasibeder” buyruğu delalet etmektedir. Şair de şöyle demiştir:

“Senden takdir edilmiş, mukadder kaderi çevirir Ve zamanın, musibetlerinin dönüp dolaşmasını.”

Burada, zamanın musibetlerinin bir toplumdan bir diğer topluma geçme­si, değişip durması kastedilmektedir.

“Feth”in anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Feth’in, hükmedip, hak­lı ile haksızı ayırd etmek ve hüküm vermek anlamına geldiği söylenmiştir. Ka-tade ve başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. İbn Abbas da der ki: Al­lah, fethi nasib etti ve Kurayzaoğu Harının savaşçıları öldürülüp, kadın ve çocukları esir edildi, Nadiroğullan da sürgün edildi. Ebu Ali de der ki: Bura­da fetihden kasıt, müşriklerin topraklarının müslü manlar a fetih İle açılması­dır. es-Süddî de der ki: Burada fetihten kasıt, Mekke’nin fethidir.

“Veya kendi katından bir emir verir.” es-Süddî der ki: Bundan kasıt da cizyedir, el-Hasen de şöyle demiştir: Münafıkların gerçek durumlarının açı­ğa çıkartılması, isimlerinin bildirilmesi ve öldürülmelerinin emredilme sidir. Bundan maksadın, bol mahsul gelmesiyle müslümanlann geniş maddi İmkân­lara kavuşması olduğu da söylenmiştir.

“Onlar da içlerinde gizledikler ine pişman olacaklardır.” Yani, Allah’ın müminlere yardımını görüp, ölüm esnasında da âhiretteki yerlerini görerek azaplarının müjdesi kendilerine verileceği vakit, kâfirleri veli edinmelerinden ötürü pişman olacaklardır.

Yüce Allah’ın: ” İmaa edenler dejterler ki” buyruğunu, Me-dindiler ve Şamlılar, başta “vavH harfi olmaksızın, Derler ki…” diye okumuşlardır. Ebu Amr ve İbn Ebi îshâk ise, baş tarafta “vav” harfi ile vç na-hivdlerin çoğunluğunun görüşüne uygun olarak Nasib eder” buy­ruğuna atf ederek okumuşlardır, ifadenin takdiri ise şöyle olur: Olur ki Al­lah fetih nasib eder ve iman edenlerde derler ki… Bunun, manaya atıf oldu­ğu da söylenmiştir.

Çünkü; buyruğunun anlamı; “Olur ki Al­lah fetih nasip eder şeklindedir. Zira; Umulur ki, Zeyd’in gelmesi ve Âmr’ın kalkması demek uygun değildir. Çünkü; umulur ki Zeyd, Amr kalkar; demek uygun değildir. Ama; Zeyd’in kalması ve Amr’ın gelmesi umulur; denilmesi ha­linde ifade güzel olur.

Buna göre,”Nasib eder” buyruğunun; Olur ki..” yanında takdim edildiğini kabul etmemiz, güzel olur. Çünkü, o takdirde ifade; Gelmesi umulur, kakması umulur; takdirinde olur, ve bu haliyle şairin şu beytini andırır.

“Kocanı savaşta gördüm

Bir kılıç kuşanmış ve mızrak (tutunmuş) olarak.”

Bu hususta üçüncü bir görüş daha vardır ki, bu okuyuşa göre buyruğu ya­ni 53 âyetin başındaki vav harfi ile “feuYe atfetmektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“Şüphesiz bir aba giyinmek ve gözümün aydın olması…”

Bununla birlikte Naslb eder” ifadesinin, şanı yüce Allah’ın ismi ce­lalinden bedel olması da mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Umulur ki, Allah (in) yardımı gelir ve iman edenler şöyle der…

Kûfeliler ise, birinci âyet-i kerimeyle ilişkisi olmamak üzere meifu’ olarak “… derler” ki diye okumuşlardır,

“Olanca güçleriyle sizinle beraber olacaklarına dair Allah adına yemin edenler” ve yeminlerini alabildiğine pekiştirirler, “bunlar mı?” buyruğu ile münafıklara işaret edilmektedir. Yani müminler, yahudilere onları azarlamak yoluyla şöyle dediler: Bütün güçleriyle Muhammet’e karşı size yardımcı ola­caklarına dair yemin edenler bunlar mıdır?

Bunun, mü’minlerin birbirlerine söyledikleri söz olması da muhtemeldir. Yani, kendilerinin mümin olduklarına dair yemin edenler bunlar mıydı? İş­te yüce Allah, bugün onların gizlediklerini açığa çıkarmış bulunmaktadır

“Bütün amelleri boş gitti.” Münafıklıkları sebebiyle batıl oldu. “Bundan ötürü ea büyük zarara uğrayanlar oldular.” Yani, sevap kazanma imkânı­nı kaybettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Yahudileri veli edinmekle zarara uğra­dılar. Artık, yahudilerin öldürülüp sürgüne gönderilmelerinden sonra onlar, bunun herhangi bir faydasını elde edemediler. [330]

  1. Ey İman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah, mü’tnin-lere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli ken­disinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir top­luluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah’ın lütfudur ki, onu diledi­ği kimseye verir. Allah, lütfü bol olandır, her şeyi en iyi bilen­dir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [331]

1- îrtidat Edenler:

Yüce Allah’ın: “İçinizden kim dininden dönerse1 buyruğu, bir şarttır. Bu­nun cevabı ise ” : … çektir” buyruğudur. Medineİüerle Şamlılar ” K3mirtidatederse” buyruğunu, iki “dal” harfi ile diye oku­muşlardır. Diğerleri ise, şeddeli “dal” harfi ile okumuşlardır.

Bu buyruk, Kur’an-ı kerimin i’ca2i, Peygamber (sav)ın da mucizesidir. Zi­ra, henüz onun döneminde böyle bîr şey olmamışken İrtidat edeceklerini ha­ber vermiştir. Ve bu durum, o zaman bir gaybtı. Bir süre sonra haber verdi­ği şekilde ortaya çıktı. İrtidat edenler, Peygamber (sav)ın vefatından sonra irtidat ettiler

İbn İshâk der ki: Rasuİullah (sav) vefat ettikten sonra, üç mescid sahiple­ri müstesna, araplar hep irtidat ettiler. Bunlar, Medine mescidi, Mekke mes­cidi ve Cuvasa mescididir. Araplardan irtidat edenler de iki türlüdür: Bir bö­lümü şeriatı bütünüyle bir kenara attı ve şeriatın dışma çıktı. Bir bölümü ise zekâtın vücubunu kabul etmemekle birlikte, onun dışındaki yükümlülükle-rin vücubunu ikrar etti ve dediler ki: Biz, oruç tutar namaz ktlarız fakat ze­kât vermeyiz. Ebu Bekr es-Sıddık İse onların hepsiyle savaştı. Halid b. el-Velid’i üzerlerine ordularla gönderdi ve bu hususta bilinen haberlerde de be­lirtildiği gibi, onlarla savaştı ve onları esir aldı. [332]

2- Allah’ı Sevenler ve Allah’ın Sevdikleri:

Yüce Allah’ın: “Allah… kendisinin onları seveceği, onların da kendisi­ni seveceği bir topluluk getirir” buyruğu sıfat durumundadır.

d-Hasen, Katade ve başkaları derler ki: Bu âyet-i kerime Ebu Bekir es-Sıd-dik ve arkadaşları hakkında inmiştir.

es-Süddî der ki: Ensar hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var ol­mayan bir topluluk hakkında işaret olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekir de mür-tedlerle âyetin nüzulü sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla savaşmış­tır. Bunlar ise, Yemen’li Kinde’li, Becile’li ve Eşcalı bir takım kabilelere men-sub kimselerdi. Âyet-i kerimenin Eş’ariler hakkında nazil olduğu da söylen­miştir. Çünkü, haberde varid olduğuna göre, bu âyet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra deniz yoluyla Eş’arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla geldiler. Rasulullah (sav)’in döneminde İslama bağ­lılık noktasında güzel sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (r.a) döneminde ve Yemen’li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Hakim Ebu Abdullah da “el-müstedrek”6tz isnadı ile şu rivâyet-i kaydetmek­tedir; Peygamber (sav) bu âyet-i kerime nazil oluncat Ebu Musa el-Eşfarî’ye işaret ederek: “İşte bunlar bunun kavmidirler” diye buyurmuştur.[333]

el-Kuşey-rî der ki: Ebu Musa’ya tabi olanlar da onun kavmindendirler Çünkü, bir kav­min, bir peygambere izafe edildiği her yerde maksat, ona tabı olanlardır. [334]

3- Mü’minterin Vasıflarından: Mü’minlere Karşı Alçak Gönüllü, Kâfirlere Karşı da Onurlu ve Şiddetli Olmakr

Yüce Allah’ın: “Mü’minlere karşı alçak gönüllü” buyrugundaki, “alçak gö­nüllü” anlamına gelen ifadesi “topluluk”in sıfatıdır. Aynı şekilde “onur­lu ve şiddetli” de böyledir. Yani bunlar, mü’minlere karşı şefkatli, merhamet-H ve yumuşak davranırlar. Bu kelime araplann yularından kolaylıkla çekİİe-bilen binek hakkında kullandıkları tabirinden alınmıştır. Zilletle her­hangi bir ilgisi yoktur. İşte bu şekilde olan mü’minler, kâfirlere karşı sert dav­ranırlar, onlara düşmanlık beslerler. İbn Abbas der ki: Bunlar, mü’minlere kar­şı, babanın çocuğuna, efendinin kölesine davrandığı gibi davranırlar. Kâfir­lere karşı sertlikleri ise, bir aslanın avına karşı durumu gibidir. Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: “Kâfirlerekarşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.” (el-Feth, 48/29)

Bu kelimenin hal olarak nasb edilmek suretiyle şeklinde okunması da mümkündür. Yani, bu halde Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Yüce AUah’ın kullarını sevmesi ile, kullannın O’nu sevmesinin anlamına da­ir açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. (Bk. Âl-i İmran, 3/31 âyet-in tefsiri) [335]

4- Allah Yolunda Cihad Edenler ve Allah’tan Başkasından Korkmayanlar:

Yüce Allah’ın: Allah yolunda cthad ederler” buyruğu da aynı şekilde sı­fat mahaUindedir. “Ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar.” Zama­nın musibetlerinden korkan münafıklardan farklıdırlar. îşte bu, Ebu Bekir,

Ömer, Osman ve Ali (Allah hepsinden razı olsun )nin imametlerinin sübutu-na delalet etmektedir. Çünkü hepsi de yüce Allah yolunda Rasulullah (sav)’ın hayatta olduğu dönemlerde cihad ettikleri gibi, ondan sonra da mürtedler-le de savaşmışlardır. Bilindiği gibi bu sıfatlara sahip olan, yüce Allah’ın ger­çek velîsi, dostudur.

Âyet-i kerimenin kıyamet gününe kadar kâfirlerle cihad eden herkes hak­kında umumi olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en İyi bilen Ailahtır.

Bu, Allah’ın tütnuhır ki, onu dilediği kimseye verir.‘ Müpteda ve haberdir.

“Alîah vasi’dir” yani, lütfü bol olandır, “alimdir”» kullarının maslahatını, menfaatini çok iyi bilendir. [336]

  1. Sizin asıl veliniz ancak Allah’tır. O’nun peygamberidir ve nama­zını kılan ve rükû halinde İken zekâtını veren müzminlerdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı İki başlık halinde sunacağız: [337]

  1. Nüzul Sebebi ve Buyruğun Kapsamı:

Yüce Allah’ın: “Sizin asıl veliniz ancak Allah’tır» O’nun peygamberidir”

buyruğu hakkında Cabir b. Abdullah dedi ki; Abdullah b. Selam, Peygamber (sav)’a şöyle dedi; Kurayza ve Nadiriilerden oîan bizim kavmimiz (müslüman olduk diye) bizden danldılar. Bizimle oturmamak üzere yemin ettiler. Evle­rin uzaklığı sebebiyle de ashabın ile birlikte oturup kalkamıyoruz. Bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu, Ö da şöyle dedi: Biz, veli olarak Allah’tan, Rasulünden ve mü’minlerden razıyız,

… ler, bütün müminler hakkında umumidir. Ebu Cafer, Muham-med.b. Ali b, el-Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib (r.anhum)’a: “Sizin asıl veliniz ancak Allahtır, Onun peygamberidir ve… mü’minderdir” buyruğunun an­lamı hakkında burada kastedilen Ali b. Ebi Talib midir diye sorulmuş, O da: Ali’de mü’mirilerdendir diyerek bu buyruğun bütün mü’minler için sözkonu-su olduğu kanaatinde olduğunu ortaya koymuştur.

en-Nehhâs der ki: Bu görüş gayet açıktır. Çünkü ( ji-üı ):… ler, bir toplu­luk hakkında kullanılır.

İbn Abbas da der ki: Bu âyet-i kerime, Ebu Bekr (r.a) hakkında nazil ol­muştur. Bir başka rivayette de şöyle demiştir: Su âyet-İ kerime Ali b. Ebi Ta-llb (r.a) hakkında nazil olmuştur. Mücahid ve es-Süddî de böyle demiştir. On­ları bu şekilde görüş beyan etmeye iten yüce Allah’ın: “Namazını kılan ve rükû halinde iken zekâlını veren aıü’mirilerdir” buyruğudur. Bunu da bir sonraki başlıkta ele alalım. [338]

2- Rükû Halinde İken Zekât Vermekten Kasıt:

Dilencinin biri, Peygamber (sav)’m mescidinde birşeyler dilendiği halde kimse ona birşey vermemişti. O sırada Hz. Ali namazda ve rükû halinde bu­lunuyordu. Sağ elinde de bir yüzük vardı. Dilenciye eliyle işaret etti ve ni­hayet dilenci de o yüzüğü aldı.[339] el-Kiya et-Taberî der ki: İşte bu, az ame­lin namazı iptal etmediğine delalet etmektedir. Çünkü, rükû halinde iken yü­züğünü sadaka olarak vermek, namazda yapılan bir iş olup, bundan dolayı namazım iptal etmedi. Yüce Allah’ın:wVe rükû halinde İken zekâtını veren mü’minler* buyruğu ise, nafile sadakaya da zekât adının verileceğine dela­let etmektedir. Çünkü, Hz. Ali rükû halinde iken yüzüğünü sadaka olarak ver­mişti. Bu da yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Fakat, kendisi ile Allafcm rızasını istemek kastıyla verdiğiniz zekât ise, işte onlar Mat kat ar­tırılanlardır.” (er-Rûm, 30/39) İşte burada farz ve nafile de zekâtın kapsa­mına girmektedir. Buna göre zekat adı, hem farzı hem de nafile sadakayı kap­sayan bir isim olmaktadır. Tıpkı, sadaka ve salat isimlerinin her ikisini de (farz olanı da nafile olanı da) kapsaması gibi.

Derim ki: Buna göre, burada zekattan kasıt, yüzüğünü sadaka olarak vermektir. Zekat lafzının, yüzüğü sadaka olarak vermek şeklinde yorumlan­ması ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü zekât, ancak kendisi için has olan lafzı ile kullanılır. Bu da, daha önce Bakara sûresinin baş taraflarında (2/3- ayet, 25- başlıkta) geçtiği gibi, farz olan zekattır Aynı şekilde bundan önce geçen: “Namazını kılan” ifadesinin anlamı da böyledir. Namazın ikâme edilmesinin anlamı ise, namazı vakitlerinde ve bütün hukukuna riayet ederek kılmaktır, Bundan kasıt da farz olan namazdır. Daha sonra yüce Allah: “Ve rükû halin­de iken” diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise nafile namazdır. Şöyle de denilmiştir: Rükû’un tek başına zikredilmesi, onun şerefline dikkat çekmek İçindir. Yine denildiğine göre mü’minler, bu âyetin nüzulü esnasında kimi­leri namazım tamamlamış, kimileri ise rükû halinde bulunuyordu.

İbn Huveyzimertdâd der ki: Yüce Allah’ın: “Ve rükû halinde İken zekâtı­nı veren mü’minler” buyruğut namaz esnasında ameli yesir diye bilinen az miktardaki amelîn caiz olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü, burada bu ifade övgü sadedindedir. Övgü ile ilgili asgari hüküm ise, övülen şeyin mubah oluşudur. AH b. Ebi Talib (r.a)’ın dilenciye kendisi namazda iken bîr-şeyler verdiği rivayet edilmektedir. Bunun, nafile namazda iken yapılmış ol­ması da mümkündür. Zira, farz namazda böyle bir şey yapmak mekruh gö­rülmüştür. Övgünün, her iki halin bir arada olmasına yönelik olma ihtimali de vardır. Adeta namaz ve zekâtın vücubuna inanan kimseyi nitelendirerek, namazdan rükû diye sözetmis, bunların farz oluşuna inanmayı da bunlann fiilen yapılması diye ifade etmiştir. Nitekim müslümanlâr namaz kılanlardır der-, ken, onlann bu halde iken namaz kılan.kimseler olduklarını kastetmediğin gi­bi yalnızca namaz halinde iken onlan övülmüş olmuyor. Bu ifade ile, bu dav­ranışı yapıp, onun farziyetine inanan kimseler kastedilmektedir. [340]

  1. Kim Allah’ı, Rasulümî ve mii’nıinlori veli edinirse, şüphe yokkl hizbullah, galip olacakların ta kendileridir.

Yüce Allah’ın: “Kim Allahı, Kasülünü ve müzminleri veli edinirse.” Ya­ni, kim işini Allah’a havale eder, Rasulünün emrine uyar, müslümanlan da ve­li edinirse, işte o kimse hizbullahtandır.

Şöyle de denilmiştir: Yani kim Allah’a itaati, Rasulüne ve müzminlere yar-, dimi kendisine görev olarak bellerse, işte o, hizbullahtandır demektir. uşöp-he yok ki lıizbullah, galip olacakların tâ kendileridir.” el-Hasen der ki: lliz-bullah demek, cundullah (Allah’ın askerlerO demektir. Başkası ise, Allah’ın (dininin) yardımcılarıdır demektedir. Şair de şöyle demiştir:

“Ben nasıl olur da zaynaüşürüîebuirim, Bilal benim Biin îken.”

O Bana yardım ediyorken demektir.

Mü’minler hizbuİlahtır. Şüphesiz onlar yahudileri, kadın ve çocukları esir ederek, savaşçılarını öldürerek, onları sürgün ederek ve onları cizyeye mah­kum ederek yenik düşürmüşlerdir. Hizb, insanlardan bir sınıf demektir. Bu

kelime, asıl itibariyle araplarm kullandıkları deyim olan şu musi­bet başına geldi anlamında musibet kelimesi ile alakalıdır. Adeta hizibleşen-ler, bir musibete uğrayan kimselerin o musibet dolayısıyla bir araya toplan­mış kimselere benzetilmiş gibidir.[341] Bir kişinin hizbi onun arkadaşlaradır. Hizb, aynı zamanda, vird (yapmayı İtiyat haline getirdiği ibadet”) demektir.

Her im geceleyin hizbini geçirecek olursa…”[342] hadi-sindeki hizb kelimesi bu manadadır. Kur’anı Iıizblere ayırdım derken de bu kök­ten gelen lafız kullanılmaktadır. Hizb, bölük ve kesim demektir. Hizibleştiler der­ken, toplandılar demektir/ Ahzab ise Peygamberlerle savaşmak üzere bir ara­ya gelen kesimler demektir.

İse, bu iş gelip ona çattt demektir. [343]

  1. Ey iman edenler, sizden evvel kendilerine kitab verilenlerden dininizi hir eğlence ve bir oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin. Şayet iman edenlerseniz Allah’tan korkun.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [344]

1- Nüzul Sebebi ve Dine Karşı Olanların Veli Edinilemeyeceği:

İbn Abbas (r.a)’dan rivayete göre, yahudiler ve müşriklerden bir topluluk, secde ettikleri sırada müslümanlann bu hallerinden dolayı gülmeye başladı­lar. Bunun üzerine yüce Allah: “Ey iman edenler… dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin” diye başlayan âyetle­ri indirdi.

“Alay edinmenin” anlamına dair açıklamalar daha önce el-Bakara sûre­sinde (2/67. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

” Sizden evvel kendilerine kltab verilenler­den.- ve kâfirleri buyruğunu, Ebû Amr ve el-Kisaî Kâfirler kelime­sini esreli olarak okumuşlardır.[345] el-Kisaî der ki: Ubey (Allah’ın rahmeti üze­rine olsun)’in Mushaf’ında bu, şeklindedir. Burada ” …den” eda­tı cinsin beyanı içindir. Ancak bu kelimenin nasb île okunması daha açıktır,

Şöyle de denilmiştir: Bu buyruk, kendisinden önce gelen iki amilden da­ha yakın olanına atfedilrniştir ki, o da yüce Allah’ın: Kendilerine kitap verilenlerden” buyruğudur. Yüce Allah bununla onlara, yahudi ve müşrikleri veli edinmeyi yasakladığı gibi, her iki kesimin de mü’minlerin dinlerini eğlenceye aldıklarını, onu oyuncak edindiklerini bil­dirmektedir. “Kâfirler1 anlamındaki kelimeyi mansub olarak okuyanlar ise bunu, “Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenenleri ve kafirleri veli edinmeyin” buyruğunda yer alan; … lere atf etmiştir. Ya­ni, bunları da ötekilerini de veli edinmeyiniz. Bu kıraate göre, dini eğlence ve oyuncak edinmekle nitelendirilenler yalnızca yahudilerdir, başkaları de­ğildir. Veli edinilmeleri yasak kılananlar ise, yahudiler ve müşriklerdir. Fakat, “kâfirler” anlamındaki kelimenin esreli okunuşuna göre ise, her iki kesim de dini eğlenceye alıp oyuncak etmekle nitelendirilmektedirler.

Mekkî der ki: Eğer çoğunluk nasb ile kıraat üzerine ittifak etmemiş olsay­dı, i’rabı, anlamı, tefsirdeki gücü ve matufun aleyhe yakınlığı dolayısıyla es­reli okuyuşu tercih edecektim.

Şöyle de denilmiştir: Anlamı, müşriklerle münafıktan veliler edinmeyin şek­lindedir. Buna delil ise: “Biz ancak alay edenleriz” (el-Bakara, 2/14) deme­leridir. Müşriklerin tümü ise kâfirdir. Fakat kâfir lafzı, çoğunlukla müşrikler hakkında da kullanılır. İşte bundan dolayı, kitap ehli kâfirlerden ayn olarak zikredilmiştir. [346]

2- Kâfir ve Müşriklerden Yardım Almanın Hükmü:

İbn Huveyzimendâd der ki: Bu âyeti kerime yüce Allah’ın: “Yahudileri de hıristiyanlan da veliler edinmeyiniz- Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar” (eh Maide, 5/51) buyruğu ile; “Ey iman edenler, kendinizden başkalarım sırdaş edinmeyin” (Âli İmran, 3/118) buyrukları gibidir. Bu da o âyetler gibi, müşriklerin desteklerini almayı, onlardan yardım almayı ve benzeri hususlan yasaklamayı ihtiva etmektedir. Cabir (r.a)’ın rivayetine göre, Peygamber (sav) Uhud’a çıkmak istediğinde, yahudilerden bir topluluk gelip: Biz de se­ninle beraber sefere gelmek istiyoruz dedikleri halde, Peygamber (sav): “Bizler, işimizde müşriklerin yardımını almayız” diye buyurdu. ^ Şafiî mez­hebinde sahih olan görüş de budur Ebu Hanife ise, müslümanlar lehine ve müşriklere karşı onların (kitap ehli kâfirlerinin) yardımlarını almayı caiz kabul etmiştir. Yüce Allah’ın Kitabı ise, bu hususta sünneti senivyede varid olanlarla beraber onların söylediklerinin aksine delalet etmektedir. [347]

  1. Namaza çağırdığın ada onu alaya ve eğlenceye alırlar. Bu, onla­rın akılları ermeyen bir topluluk olmalarındandır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onîki başlık halinde sunacağız: [348]

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

el-Kelbî der ki: Müezzin ezan okuyup da müslümanlar namaz kılmak için kalktıklarında yahudiler, :Kalktılar, kalkmaz olasıcalar derler ve müslü­manlar rükû ve secde yapüklannda gülüp, ezan hakkında da şöyle derler­di: Andolsun sen, geçmiş ümmetler arasında benzerini işitmediğimiz bir şe­yi uydurdun. Bu şekilde kervancıların bağırıp çağırması gibi bağırıp çağır­mayı nerden çıkardın.? Bu ne kadar çirkin bir ses ve ne kadar kötü bir îştir.[349]

Yine denildiğine göre yahudiler, müezzin namaz için ezan okuduğunda aralarında gülüşür, hafif ve çirkin görmek maksadıyla birbirlerine kaş-göz işa­retleri yaparlardı. Bununla da namaz kılanlan cahil gördüklerini ifade etmek istiyor, diğer insanları namazdan, namaza çağırandan uzaklaştırmak maksa­dını güdüyorlardı.

Yine denildiğine göre yahudiler, namaz için ezan okuyan kimseyi, bu iş ite alay eden, oynayan bir kimse da görüyorlardı. Çünkü onlar, namazın ye­rini bilmeyen cahillerdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerimeyle, şanı yüce Allah’ın: “Allah’a davet eden ve salik amel işleyen kimseden daha güzel söz­lü kim olabilir”(Fussilet, 41/33) buyruğu nazil oldu. Nida (çağırmak), yük­sek sesle davet etmek demektir, Bu, “nuda” şeklinde de okunabilir. Yüksek sesle birisini çağırmayı anlatmak için; kullanılır. Biri diğe­rine nida eden kimseler hakkında da kipi kullanılır. Yine bu şekliy­le, nâdîde (mecliste) birbirleriyle oturdular anlamına da gelir, da, nâ-dîde (mecliste) onunla birlikte oturdu demek, olur. Şanı yüce Allah’ın Kita­bında, bu âyet-i kerime dışında ezan sözkonusu edilmemektedir. Cumua sü­resinde ise özellikle Cuma namazı ezanı söz konusu edilmektedir. [350]

2- Ezan’ın Meşru Kılınışı:

İlim adamları derler ki; Hicretten önce Mekke’de ezan yoktu. Namaz için: “Topluca namaza” diye seslenirlerdi. Peygamber (sav) Me­dine’ye hicret edip, kıble Mescid-i Aksa’dan Kabe’ye doğru çevrilince, ezan emri de verildi. Bu sefer (u-Ur sV-aJO: Topluca namaza nidası, anz olan her­hangi bir iş hakkında kullanılmaya başlandı.

Peygamber (sav)’ı ezan hususu oldukça düşündürmüştü. Nihayet ezan, Ab­dullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattab ve Ebu Bekr es-Siddik (r. anhum)’a rü­yada gösterildi. Peygamber (sav) da İsra gecesi semada ezanı işitmişti. Haz­redi ve Ensar’a mensub Abdullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattab (r. anhuma)’ın rüyalan meşhurdur Abdullah b. Zeyd, Peygamber (sav)a geceleyin gidip Pey­gamber (sav)’a rüyasında ezanı gördüğünü haber vermişti. Ömer (r.a) ise şöy­le demişti: Sabah olunca Peygamber (savVa haber verdim. Peygamber (sav) da Hz, Bilal’e emrederek, o da bugün insanların okudukları ezan şeklinde namaz için ezan okudu.[351]

Daha sonra Bilal (r.a) sabah namazında “essalatû hayrun minennevmr na­maz uykudan hayırlıdır” ibaresini ekledi, Rasulullah (sav) da bunu takrir et­ti (itiraz etmeyip kabul etti). Yoksa bu ibare, Abdullah b. Zeyd el-Ensarî’ye gösterilen rüyada yoktu. Bunu, İbn Sa’d, İbn Ömer’den nakletmiştir.

Dârakutnî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun)’nın de zikrettiğine göre, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)’a da ezan rüyasında gösterilmiş ve o da bunu Peygam­ber (sav)’a haber vermiş, Abdullah b. Zeyd el-Ensarî, Hz. Peygambere bu­nu haber vermeden önce Peygamber Bilal’e ezan okumasını emretmişti. Dâ­rakutnî bunu, “el-Mudebbec” adlı eserinde, Peygamber (sav)’ın Ebû Bekir es-Sıddîk’teri hadis nakletmesiyle Ebu Bekir’in ondan hadis nakletmesi bölümün­de zikretmiştir. [352]

3- Ezan ve Kamet Getirmenin Hükmü:

İlim adamları, ezan okumak ve kamet getirmenin vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Malik ve arkadaşlarına göre ezan, cemaat namazları için insanların toplan­dıkları mescicHerde vacifetir. Malik bunu Muvâtta’ında açıkça ifade etmekte­dir.[353] halikı mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarının ise farklı iki gö­rüşü yardır. Birincisine göre, Mısr ($ehir) ve onun hükmünde kasabalarda ezan, müekked bir sünnet ye kifaî bir vacibtir. Bazılan da şöyle demiştir. Ezan farz-i kifayedir.

Şafiî mezhebine mensub ilim adamları da bu şekilde farklı görüşlere sa­hiptir. Taberî, Malikten şöyle dediğini nakletmektedir: Bir belde halkı, kas-tî olarak ezanı terkedecek olurlarsa .namazı iade ederler.

Ebu Ömer de âer ki: Bir şehir halkının genel olarak ezan okumalarının vacib olduğu hususunda görüş ayrılığı bilmiyorum. Çünkü ezan, Darı îsİam ile dar-ı küfrün arasını ayırt eden ve buna delâlet eden bir alamettir[354]. Ra-sulullah (sav) da bir seriyye gönderdiğinde onlara şöyle derdi: “Ezan okun­duğunu işitecek olursanız, onlara baskın yapmayınız ve ellerinizi onlardan çekiniz! Şayet ezan okunduğunu işitmeyecek olursanız, o takdirde onlara bas­kın yapınız.” Bir diğer rivayette de: “Onlara baskın düzenleyiniz diye buyur­du. [355]

Müslim’in Sahilı’inde de şöyle denilmektedir: Rasulullah (sav) tan yeri ağar-dığında baskın yapardı. Eğer ezan sesi işitecek olursa baskınını durdurur, de­ğilse baskınım devam ettirirdi…[356]

Ata, Mücahid, el-Evzaî ve Dâvud ezan farzdır, demişler ve kifaye kaydını zikretmemiçlerdir,

Taberî der ki: Ezan bir sünnettir. Vacib (farz) değildir. Ayaca Eşheb’deh, o’, Malik’tert şöyle dediğini nakletmektedir: Yolcu, kastî olarak ezanı terke­decek olursa, namazı iade etmesi gerekir. .

Kûfeliler ise yokunun ez.ansız ve kametsiz namaz kılmasını mekruh kabul eder ve şöyle derler: Şehirde bulunan kimsenin ise, ezan okuyup kamet ge­tirmesi, müstehabtır. Şayet başkalarının okuduğu ezan ve kamet ile yetinecek olursa, bu kadarı da onıin için yeterli olur.

es-Sevrî der ki: Yolculuk halinde kamet getirmesi, ezan getirmesine ihti­yaç bırakmaz. Eğer, arzu ederse .ezan da okuyabilir, kamet de getirebilir. Ahmed b. Hanbel de der ki: Yolcu kimse, Malik. el-Huveyris hadisine binaen ezan okur. Dâvud da der ki; Ezan, bütün yolcular için de özel olarak ken­disi hakkında vacib olduğu gibi kamet de böyledir. Çünkü Rasuluüah (sav) Malik br el-Huveyris ve arkadaşına şöyle demiştir: “Bîr yolculukta bulunur­sanız ezan okuyun, kamet getirin ve içinizden yaşça büyük olanınız size imam olsun” Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir.[357] Bu, zahirilerin de görüşüdür.

Îbnü’l-Münzir der ki: Rasulullah (sav)’ın, Malik b. el-Huveyris ile onun bir amcası oğluna şöyle dediği sabittin “Yolculuğa çıktığınızda ezan okuyun ve kamet getirin. Yaşça büyük olanınız da size imam olsun” îbnü’UMünzir der ki: Gerek ikamet halinde olsun, gerek yolculuk halinde olsun, ezan okuyup kamet getirmek, her cemaat için vacibtir. Çünkü Peygamber (sav) ezan okunmasını emretmiştir. Onun emri ise vücub ifacle eder.

Ebu Ömer (b. Abdil-Berr.) der ki: Şafiî, Ebu Hanife ve ikisinin arkadaş­ları, Sevrî, Ahmed, İshâk, Ebu Sevr ve Taberî, yolcu eğer kasti olarak ya da unutarak ezan okumayı terkedecek olursa, kıldığı namazın yeterli olacağı­nı ittifakla kabul etmişlerdir. Onlara göre kameti terketmesi halinde de hü­küm böyledir. Bununla birlikte onlar, kameti terketmesini daha ağır bir k-râhat olarak görmektedirler. Şafiî, ezanın namazın farzlarından bir farz olma­dığına ve vacib de olmadığına, Arefe ve Müzdelifede namazları cem eden tek kişi üzerinden ezanın sakıt olacağını delil göstermişlerdir. Yolculukta ezan hususunda Malikin mezhebine uygun olarak varılacak sonuç, tıpkı Şafiî’nin bu konudaki görüşü gibidir. [358]

4- Ezan ve Kametin Keyfiyeti:

Malik, Şafiî ve arkadaşları, ezanın lafızlarının ikişer ikişer, kametin lafız­larının birer defa söylenileceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak, Şafiî ilk tekbiri dört defa tekrarlamaktadır. Bu ise, Ebu Mahzüre hadisi ile Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste sika (güvenilir) kimselerin rivayetlerinde tesbit edilmiş bir husustur. [359]

Şafiî der ki: Bu İse kabul edilmesi gereken bir fazlalıktır Yine Şafii’nin id­diasına göre, Mekkelilerin müezzinleri hâlâ Ebu Mahzûre soyundan gelen­lerdir. Kendi çağına ve dönemine kadar bu böylece devam ede gelmiştir. Şa­fiî mezhebine mensub alimler ise şöyle demişlerdir: Şu anda da yine Mek­ke müezzinleri onun soyundan gelenlerdir. Malik’in kabul ettiği görüş de ay­nı şekilde Ebu Mahzure ezanı ile Abdullah b. Zeyd ezam ile ilgili sahih ha­dis rivayetlerinde mevcuttur, Medine’de onlara göre uygulama, kendi dönem­lerine kadar Sa’d el-Kurazî soyundan gelenler arasında bu şekildeydi.

Malik ve Şafiî ezanda terci1 yapılacağını ittifakla kabul ederler. Terci’ ise, müezzinin: îki defa “eşhed’ü enlailâhe illallah” dedikten sonra, yine iki de­fa: “eşhedü enne Muhammede’r-Rasulullah” deyip, tekrar fterci’ yaparak) bü­tün gücü ile sesini yükselterek söylenmesedir İkamet hususunda da Malik ile Şafiî arasında “kad kametissalah” ifadesi dışında görüş, ayrılığı yoktur. Ma­lik, bunu bir defa söylerken, Şafiî bunu îki defa tekrarlamaktadır. İlim adam­larının çoğunluğu ise, Şafiî’nin dediğini kabul etmektedir. Rivayetler de bu doğrultuda gelmiştir.

Ebu Hanife, arkadaşlan, es-Sevrî ve el-Hasen b. Hayy derler ki: Ezan da kamet de ikişerlidir. Onlara göre, gerek ezanın başında gerekse kametin ba­şında “Allahuekber” dört defa tekrarlanır. Ezanda onlara göre terci’ yoktur. Bu husustaki delilleri ise» Abdurrahman b, Ebi Leyla yoluyla rivayet edilen şu hadistin Abdurrahman dedi ki: Bize, Muhammed (sav)’ın ashabının anlat­tığına göre, Abdullah b. Zeyd Peygamber (sav)’a gelip şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasulü, ben rüyamda, bir duvar üzerinde durmuş, üzerinde yeşil renkli iki elbise bulunan bir adamın ayağa kalkarak ikişerli ezan okuduğunu, yine iki­şerli kamet getirdiğini, ikisi arasında da bir süre oturduğunu gördüm. Bilal, bunu işitince kalktı, ikişerli ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu ve kalkıp yine ikişerli kamet getirdi.[360] Bunu, el-A’meş ve başkalan, Amr b. Murre’den, o, îbn Ebi Leyla yoluyla rivayet etmiştir. Aynı zamanda bu, Irak’taki tabiin ve fukaha topluluğunun da görüşüdür.

Ebu îshâk es-Sebi’î der ki: AH ile Abdullah’ın (b. Mes’ud’un) arkadaşları, ezan ve ikameti ikişer defa tekrarlardı. İşte, nasıl ki Hicazlılar ezan ve kamet­lerini geçmişlerinden miras olarak devr aldüarsa, Kûfeliler de bu şekildeki ezan okuyuşlarını ve buna göre uygulamayı, aynı şekilde nesilden nesile mi­ras olarak devr almışlardır, onların ezanı da Mekkelilerinki gibi, tekbiri dört defa tekrarlamak şeklindedir. Bundan sonra bir defe eşhedü enlâilahe illal­lah” yine bir defa, “ve eşhedü enne Muhammede’r Basulullah” denilir, Sonra, bir defa “hayyealesselah”, yine bir defa “hayyaal el felah” denilir. Bundan sonra müezzin, döner fterci’ yapar), sesini yükselterek “e§hedü enlaîlahe İl­lallah der” ve ezanın tamamını ikişer defa olmak üzere sonuna kadar okur.

Ebu- Ömer (b. Abdi’I-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Rahaveyh, Dâvud b. Ali, Mulıammed b, Gerir et-Taberî de Rasulullah (sav)’dan rivayet edilen bütün rivayetler doğrultusunda görüş belirtmenin caiz olduğunu ifa­de etmişler ve bu farklı rivayetleri, mübahlık ve muhayyerlik şeklinde anla­yarak şöyle derler: Bütün bunlar caizdir Çünkü Rasulullah (savVdan bütün bunlar sabit olmuştur, ashabı da bunlarla amel etmiştir. İsteyen ezanın ba­şında iki defa, Allahuekber der, isteyen bunu dört defa tekrarlar. İsteyen ezan okurken terci’ yapar, isteyen terci’ yapmaz. İsteyen kamet getirirken de bunları ikişerli getirir, isteyen teker teker söyler. Ancak bundan: “üâdkame-tissalah” müstesnadır. Çünkü bu söz, herhalûkârda İki defa tekrar edilir. [361]

5- Tesvîb (es-Sâlatu Hayrun Mine’ru-nevm Demek):

İlim adamları Tesvîb’in hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Tesvîb, ise, müezzinin “es-salatu hayrun minen-nevm” demesidîr.

Maljk, Sevrî ve el-Leys derler ki: Müezzin, sabah namazında iki defa Hay-ye ala’l-felâh dedikten sonra, iki defa;:es-Salatu hayrun mine’n-nevm der. Bu, ŞafîFnin de Irak’taki görüşüdür. Mısır’da ise: Böyle demez, demiştir.

Ebu Hanife ve arkadaşlan derler ki: Dilediği takdirde ezanı bitirdikten son­ra bunu söyleyebilir. Onlardan bunu, ezanın içinde söyleyeceğine dair rivayet de gelmiştir. Sabah namazında insanların uygu layagel dikleri budur

Ebu Ömer der ki: Peygamber (sav)’dan, Ebu Mahzure hadisinde Hz. Peygamberjn Ebu Mahzûre’ye sabah ezanında: “es-Salâtu hayrun mine’n-nevm” demesini emrettiği rivayet edilmiştir.[362] Yine Hz. Peygamberden bunu, Ab­dullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste söylediği de rivayet edilmiştir.[363] Enes’ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sabah ezanında: “es-salâtu hayrun mi­ne’n-nevm” denilmesi sünnettendir. İbn Ömer’den de bunu söylediğ rivayet edilmiştir, Malîk’in Muvattamda söylediği şu ifadesine gelince; bana ulaştı­ğına göre müezzin, sabah namazını haber vermek üzere Ömer b. el-Hattab’m yanına varmış. Uyuduğunu görünce, es-Savalâtu hayrun mine’n-nevrn demig. Ömer de sabah ezanında bunu söylemesini emretmiş.[364] (Ebu Ömer) der ki: Ben bunun, Ömer’den delil gösterilebilecek şekilde ve sıhhati biUnen bir yolla rivayet edilmiş olduğunu bilmiyorum, Bu hususta, Hişam b. Urve’nin, İs­mail diye anılan.ve tanımış olduğum[365] bir kişiden bir rivayet vardır, İbn Ebi Şeybe şunu nakletmektedir: Bize, Abde b Süleyman, Hişam b. Urve’den, o, İs­mail diye anılan bir adamdan şöyle dediğini nakletmiştir: Müezzin gelip Ömer’e sabah namazını haber vermek istedi ve “es-sala tu hayrun mine’n-nevm” dedi, Ömer bunu beğendi ve müezzine: “Sen bunu, ezanında söyle” dedi.

Ebu Ömer (b-Abdi’1-Berr) der ki: Kanaatimce Ömer’in ona söylediği sö­zün anlamı şudur: Bu sözün söyleneceği yer sabah ezanıdır Burası değildir. Sanki Ömer, dah*a sonra emirlerin ihdas ettikleri gibi emirin kapısı yanında bir başka nidanın (namaz için seslenişin) yapılmasını hoş görmemiş gibidir. Yine Ebu Ömer der ki: Haberin zahiri her ne kadar bunun hilafına ise be­ni böyle bir açıklamaya iten – de- sebep şudur: Sabah namazında tesvib, Hz. Ömer’in bu konuda Rasulullah (sav)’ın sünnetini ve bunu Medine’deki Bilal ve Mekke’de de Ebu Mahzûre diye bilinen müezzinlerine emretmiş olduğu­nu bilmediğinin sanılması sözkonusu olmayacak kadar durum İlim adamla­rınca ve avam nezdinde de yaygınlık kazanmıştır. Çünkü bu, gerek Bilal’ın ezan okuyuşunda bilinen ve tesbit edilmiş bir husustur, gerekse de Ebu Mah-zûre’nîn sabah namazında Peygambere ezan okuyuşunda bilinen bir husus­tur. İlim adamları nezdinde de meşhurdur. Veki’, Süfyan’dan, o, İmran b. Müs­lim’den, o Suveyd b. Gafele’den rivÂyet-ine göre o, (Hz. Peygamber) mü­ezzinine: “Havyealelfeİah”‘a geldiğinde: “es-Salatu hayrun mine’n-nevm de” diye haber gönderdi. İşte bu, Bilal’ın ezandır. Bilindiği gibi Bilal, Hz. Ömer’e hiçbir vakit ezan okumamıştır, Hz. Ömer, Rasulullah (savVclan son-.ra da yalnızca bir defa Şam’a girdiği vakit Biİalin ezanını işitmiştir. [366]

6- Ezanın Okunacağı Vakit:

İlim adamları icrna ile şunu kabul emişlerdir: Sabah namazı dışında ka­lan namazlar için sünnet olan, namaz vakti girmeden ezan okuriıamaktır Yal­nız sabah namazı için, Mâlik, Şafiî, Alırried, îsliâk ve Ebu Sevr’in görüşüne göre, tan yerinin ağarmasından önce ezan okunabilir. Bu konudaki delille­ri ise, Rasulullah (sav)!ın şu buyruğudur: “Şüphesiz Bilâl, henüz gece iken ezan okur. O bakımdan İbn Um Mektum ezan okuyuncaya kadar yemenize içmenize devam ediniz”[367]

Ebu Hanife, es-Sevrî ve Muhammed b. el-Hasen ise derler ki: Vakti girme­dikçe sabah namazı için ezan okunmaz. Çünkü Rasulullah (sav), Malik b. el-Huveyris ve arkadaşına şöyle demiştir: “Namaz vakti girdi mit ezan okuyunuz. Sonra kamet getiriniz, sonra da yaşça büyük olanınız size imam olsun. [368] Ay­rıca diğer namazlara sabah namazını kıyas etmek de bunu gerektirir. Hadis ehlinden bir kesim ise şöyle demiştir: Eğer mescidin iki tane müezzini varsa, onlardan birisi tan yeri ağarmadan önce ezan okur, diğeri ise, tan yeri ağardıktan sonra ezan okur. [369]

7- Ezan Okuyan ile Kamet Getirenin Ayrı Kimseler Olmaları;

Ezan okuyan müezzinden başkasının kamet getirmesi hususunda fukaha farklı görüşlere sahiptir. Malik, Ebu Hanife ve arkadaşları bunda bir mahzur olmadığı görüşündedirler. Çünkü, Muhammed b. Abdullah b, Zeyd’in, baba­sı (Abdullah)’dan rivÂyet-ine göre Rasulullah (sav) rüyasında gördüğü eza­nı Bilâl’e öğretmesini emretmiş, bunun üzerine Bilâl de ezan okumuştu. Da­ha sonra da Hz. Peygamberin, Abdullah b. Zeyd’e emretmesi üzerine Abdul­lah da kamet getirdi. [370]

es-SevrîT el-Leys ve Şafiî ise, kim ezan okursa, o kamet getirir demişlerdir. Çünkü, Abdurrahman b. Ziyad b. En’um, Ziyad b. Nuaymdan, onun, Ziyad b. el-Haris es-Sudâî’den naklettiği hadiste, Ziyad şöyle demiştir: RasuLullah (savVa gittim. Sabahın ilk vakti girince, bana emir verdi ben de ezan okudum. Sonra namaza kalkü. Kamet getirmek üzere Bilal geldi, fakat Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Sudahlann kardeşi (yani Sudah olan) ezan okudu. Kim ezan okursa o kamet getirir. [371]

Ebu Ömer der ki: Abdurrahman b, Ziyad, el-İfrıkî diye anılır. Hadis alim­lerinin çoğu onu zayıf kabul ederler. Bu hadisi de ondan başkası rivayet et­memektedir. Önceki hadis ise, inşaallah sened bakımından daha iyidir. Eğer, el-İfnkînin hadisi sahih ise, -şunu da belirtelim ki, ilim ehli arasından onun sika olduğunu kabul eden ve ondan övgüyle söz edenler de vardır- o tak­dirde o hadis gereğince görüş belirtmek daha uygundur. Çünkü bu hadis, görüş ayrılığı konusunda açık bir nastır. Ayrıca bu hadis, Abdullah b. Zeyd’in Bilal ile başından geçen olaydan daha sonradır. Sonraki bir olaydır. Rasulul-lah (sav)’ın sonra verdiği emrine uymak daha uygundur. Bununla birlikçe ben, müezzinin muayyen tek kişi olması halinde kameti de onun getirmesini müstehab görmekteyim. Bir başkası kamet getirecek olursa, yine icma ile namaz geçerlidir. Allah’a hamd olsun.

8- Ezan Okumanın Adabı:

Ezan okuyan kimse ezanını ağır ağır okuması ve bugün birçok cahil kim­senin yaptığı gibi, ezanı kelimeleri uzatarak ve nağmeli bir şekilde okumamasıdır. Hatta, sıradan ve avamdan pek çok kimse, ezanı nağme sınırından da çıkartmış bulunuyorlar. Ezan okurken tekrarlar yapmakta ve neye kalkış­tığı bilinmeyecek şekilde ezan okurken, çokça kesintilere uğratmaktadır.

Dârakutnî’nin ibn Cüreyc’den, onun, Ata’dan, onun da İbn Abbas’tan ri-vâyet-ine göre, İbn Abbas şöyle demiş: Rasulullah (sav)’ın nağmeli ezan oku­yan bir müezzini vardı. Rasulullah (sav) ona şöyle buyurdu: “Ezan kolay” ve rahattır Eğer senin de ezanın kolay ve rahat olursa (ezan okumaya devam edebilirsin) aksi takdirde ezan okuma.”[2]

Müezzin ezan okurken, ilim adamlarından bir topluluğa göre kıbleye yö­nelir, “Hayyealessalâh” ve “hayyealelfelâh” dediği takdirde de yine ilim adamlannın çoğunluğuna göre, başını sağa ve sok döndürür. Ahmed der ki: İnsanlara ezanı duyurmak kastı ile minarede olması hali dışında dönmez. İs-hâk da bu görüştedir.

Taharet üzere (abdestli) olması, efdal olandır. [3]

9- Ezan Dinlemenin Adabı:

Ezanı duyan bir kimsenin, iki teşehhüdün sonuna kadar müezzinin söy­lediğini tekrarlaması, müstehabür Tamamlayacak olsa da caizdir Çünkü, Ebu Said yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir.[4]

Müslim’in Sahih’inde de Ömer b, el-Hattab’dan şöyle dediği kaydedilmek­tedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Müezzin, Allahuekber, Allahuekber de­diğinde, sizden herhangi bir kimse de Allahuekber, Allahuekber dese, sonra müeezzin: Eşhedü enlâilâhe illallah dese, sizden herhangi bir kimse de eş-hedü eltailatıe illallah dese, müezzin daha sonra: Eşhedü enne Muhamme-de’r-Rasulullah dese, sizden herhangi bir kimse de eşhedü enne Muhamnıe-de’r-Rasuluîlah dese, sonra müezzin hayyealesselâhdese, sizden herhangi bir kimse lâ havle velâ kuvvete illâ billâh dese, müezzin daha sonra: Hayyealel-felâlı desensizden herhangi bir kimse de: Lâ havle velâ kuvvete illa billâh de­se, sonra müezzin Allahuekber, Allahuekber dese, yine sizden herhangi bir kimse AHahuekber, Allahuekber dese, sonra müezzin lâ ilahe illallah dese, siz­den herhangi bir kimse de kalbinden la ilahe illallah dese cennete girer.”[5] Yine Müslim’de, Sa’d b. Ebi Vakkas’ın Rasulullah (savadan naklettiği şu buy­ruğu da yer almaktadır: “Her kim, müezzinin ezanını işittiğinde: “Allah’tan başka ilah olmadığına, bîr ve-tek olduğuna, ortağı bulunmadığına, Muham-med’in O’nun kulu ve Eusutü olduğuna şahidltk ederim, Rabb olarak Al­lah’tan, Rasul olarak Mulıammed’den, Din olarak da îslamdan razı.oldum” diyecek olsa, geçmiş (küçük.) günahları ona bağışlanır.” [6]

10- Ezanın ve Müezzinin Fazileti:

Ezan ve müezzinin Fa^ilejtine gelince, bu hususta da sahih bir takım riva­yetler gelmiş bulunmaktadır: Bunlardan birisini Müslim; Ebu Hureyre’den ri­vayet etmiştir, Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Namaz için ezan okunduğunda, Şeytan, ezan sesini işitmeyeceği yere varıncaya kadar ses­li yellenerek arkasını döner kaçar.”[7]

Önceden de geçtiği üzere ezanın İslamın şiarı ve imanın alâmeti olması fa­ziletini anlamak için yeterlidir.

Müezzinin faziletine gelince, Müslim, Muaviye’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben, Rasulullah (savj’ı şöyle buyururken dinledim: “Müezzinler, kıyamet gününde boylan en uzun olacak kimselerdir.” [8]

İşte bu, o günün dehşetlerinden güvenlik altında olmaya bir işarettir, Çünkü araplar, boyuncun) uzunluğunu, kavmin şereflileri ve efendileri hak­kında kinaye yoluyla kullanmışlardır. Nitekim, şairlerinden birisi şöyle de­miştir:

“Onlar, öyle kimselerdir ki, boyunları da uzundur, kulak yumuşaklarına varan saçları da.”

Muvatta’da da Ebu Said el-Hudrî’den, Rasuhillah (sav.Vı şöyle buyururken dinlediği kaydedilmektedir: “Müezzinin sesinin ulaştığı yere kadar olan böl­gede, cin olsun, insan olsun, başka herhangi bir şey olsun onun sesini işi­ten her şey, mutlaka Kıyamet gününde onun lehine şahitlik edecektir.”[9]

İbn Mace’nin Sünen’inde de İbn Abbas’tan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Her kim yedi yıl süreyle ecrini Allah’tan uma­rak ezan okursa, ona cehennemden kurtuluş beratı yazılır.” [10]

Yine İbn Mace’de İbn Ömer’den, Rasulullah {savftn şöyle buyurduğu nak­ledilmektedir: “Kim oniki yıl süreyle ezan okuyacak olursa, cennet ona va-cib olur. Ve her gün okuduğu ezanlara mukabil, ona altmış hasene ve her bir kamet karşılığında da otuz hasene yazılır.” [11]

Ebu Hatim der ki: Bu hadisin senedi münkerdîr ama hadisin kendisi sa­hihtir.

Osman b. Ebi’l-Âs’dan da şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)’m bana son ahdi, e2anına karşılık ücret alacak bir müezzin edinmemem şeklinde idi. Bu hadis de sabit bir hadistir. [12]

11- Ezan Karşılığında Ücret Almak:

Ezan karşılığında ücret almanın hükmü hususunda fukahanın farklı görüş­leri vardır. el-Kasım b. Abdurrahman ve rey sahipleri, bunu mekruh gördük­leri halde, Malik buna müsaade etmiş ve bunda mahzur yoktur, demiştir.

el-Evzaî de der ki: Bu, mekruhtur. Ancak, buna karşılık beytülmalden ma­işetine yetecek kadarını almakta d%bir mahzur yoktur.

Şafiî de der ki: Müezzine, ancak; Peygamber (sav)’ın ganimetteki payı olan beştebirin beştebirinden verilir.

İbnüff-Münzir der ki: EzaffVkarşılığında ücret almak caiz değildir. İlim adamlarınız, Ebu Mahzûre’nin hadisin delil göstererek ücret almanın lehine delil göstermişi erse de bu delillendirrne su götürür. Bu hadisi, Nesaî, İbn Ma-ce ve başkaları rivayet etmiştir.

Ebu Mahzûre der ki: Bir gurupla birlikte yola çıkmıştık. Yolun bir bölümün­de iken Rasululah (sav)’ın müezzini, Rasulullah’ın yakınında namaz için ezan okudu. Biz de ondan uzaklarda yüzçevirmiş olduğumuz halde müez­zinin sesini işittik. Onunla alay etmek üzere yüksele sesle onu taklid etme­ye başladık.

Rasulullah (sav) bunu işitti. Bize , bazı kimseleri elçi gönderdi. Onlar bi­zi götürüp Peygamberin önüne oturttular. Şöyle buyurdu:

“Sesinin yükseldiğini işittiğim kişi hanginizdi?” Beraberimdekilerin hepsi beni işaret ettiler. Doğru da söylediler. Bunun üzerine o da hepsini sahver-di, beni alıkoydu ve bana:

Kalk ve ezan oku” dedi. Ben de kalktım. Fakat o sırada Rasulullah (sav)’ın bana verdiği emirden ve onun bana emrettiği şeyden daha fazla hiçbir şey­den tiksinmiyordum, Rasulullah (sav)’ın önünde, ayakta durdum. RasuluHah bizzat ezanı bana telkin ederek şöyle dedi:

“De ki: AHahûekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Eşhedü eti­ne Muhammederra sulu İlah, Eşhedü enne MuhammedenresuluUah. Sonra bana dedi ki: “Sesini yükselt ve uzat: Eşhedü enlailahe illallah, eşhedü ell-lailahe illallah. Eşhedü enne Muhammederresulullah, eşhedü enne Muharnmederresulullah. Hayyaalesselah, hayyealesselah.Hayyealelfelah, hayyealel-felah. Allahuekber, Allahuekber. La İlahe illallah. Sonra ezan okumayı biti­rince beni çağırdı. Bana içinde bir miktar gümüş bulunan ağzı bağlı bir ke­se verdi. Sonra elini Ebu Mahzûre’nin alnı ürerine koydu. Daha sonra elini yüzünün üzerinde gezdirdi, sonra göğüslerinde gezdirdi. Sonra da kara ci­ğerinin bulunduğu yerin üzerinde bıraktı. Nihayet Rasulullah (sav)’ın eli, Ebu Mahzûre’nin göbeğine kadar vardı, sonra Rasulullah (sav) “Allah sana bere­ketler ihsan etsin, üzerine bereket yağdırsın” diye buyurdu Ben, Ey Allah’ın rasulü, Mekke’de ezan okumak için bana emret dedim, o da: “Sana böyle yap­manı emir veriyorum” diye buyurdu. İçimde Rasulullah (sav)’ın emri üzeri­ne onunla birlikte namaz İçin ezan okudum. Hadisin bu rivayeti İbn Mace’nin lafzıdır.[13]

  1. Namazla Alay, Akıllıların Yapacağı Bir îş Değildir:

Yüce Allah’ın: “Bu onların akılları ermeyen bir topluluk olmalarından­dır” buyruğunun anlamı şudur; Yani onlar, kendilerini çirkin işlerden alıko­yacak aklı bulunmayan kimseler ayarındadırlar. Rivayet olunduğuna göre, hı-risüyanlardan bir kişi, Medine’de müezzinin: “Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın Rasulüdür” dediğini işittiğinde, yalan söyleyen ateşte yansın dermiş. Kendisi uykuda iken bir kıvılcım evine düşmüş, evini yakmış ve evi ile bir­likte o kâfiri de yakmıştı. Böylelikle bu, diğer insanlara ibret olmuştu.[14]

“Bela, kişinin taşıdığı mantığı ile alakalıdır” denilmiştir. Peygamber (sav) ile birlikte, hakkı anlayacakları vakte kadar kendilerine mühlet verilirdi. Fakat bundan sonra ise ertelenmezlerdi. Bunu İbnü’l-Arabî zikretmiştir. [15]

  1. De ki: “Ey kitab ehil, sizin bizi ayıplamanız (veya: Bizden hoş­lanmamanız) Allah’a, btee indirilene, daha önce indirilenlere iman etmemizden ve şüphesiz çoğunuzun fasıklar olmanızdan başka bir sebebi var mı?”
  2. De ki: “Allah nezdlnde bundan daha kötü bir cezanın (kimlere) olduğunu size haber vereyim mi? Allah’ın kendilerine lanet ettiği» üzerlerine gazab ettiği ve onlardan bir kısmını maymun ve domuz suretine soktuğu kişiler ve tâğûta tapanlardır. İşte bun­lar, yerleri daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış olan kim­selerdir.”

Yüce Allah’ın: De ki: Ey kitab ehli, sizin bizi ayıplamanız…” buyruğu nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir; Aralannda Ebû Yasir b. Alıtab ile, Rafı’ b, Ebî Rafi’nin de bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Peygamber (sav)’ın yanına gelerek, ona, peygamberlerden kime iman etliğine dair soru sordular. O da şöyle buyurdu: “Biz, Allah’a, bize indirilene, İbrahim’e ismail’e… indirilenlere” buyruğundan itibaren, “biz ona testim olmuşlarız” (el-Bakara, 2/136) buyruğunu okudu. Fakat İsa (as) anılınca, onun peygamberliğini inkâr ederek şöyle dediler: Allah’a yemin ed­eriz, biz dünyada da âhirette de nasibi sizden daha az din mensubu kimseler olduğunu bilmiyoruz. Dininizden daha kötü bir din de bilmiyoruz. Bunun üz­erine bu âyet-i kerimeyle bir sonraki âyet-i kerime nazil oldu. [16]

Bu ise, onların daha önce geçen âyet-İ kerimede ezanı inkâr etmelerini ifade eden buyruklarla da ilişkilidir. Çünkü ezan, bir taraftan Allah’ın tevhidine dair şahidliği, diğer taraftan Muhammed (sav)’ın peygamberliğine şahidliği ihtiva etmektedir. Çelişki içerisinde olan ise, Allah’ın peygamberleri arasın­da ayırım gözetenlerin dinleridir. Yoksa, bütün-peygamberlere iman eden­lerin dini değildir.

mı? edatındaki “lam” harfinin Ayıplamanız, hoşlanmamanız kelimesinin başındaki “te” harfi (mahreç) ile yakınlıkları dolayısıyla idğam edilmeleri caizdir. Bunun anlamı, bize karşı öfke duymanız, gazaplanmamz demektir. Hoşlanmamanız anlamına geldiği söylendiği gibi, tepki göstermeniz anlamına geldiği de söylenmiştir, anlamlar biribirlerine yakındır.

Bu fiilin mazi ve muzari şekilleri; sekilerinde kullanıl­makla birlikte, birinci şekil (yani, aynu’l fiilin mazide üstün, muzaride esreli gelmesi) daha çok kullanılır. Abdullah b. Kays er-Rukayya der ki:

*Ümeyye oğullarından hoşl anmayı şiarının tek sebebi Onların, öfkelendikleri vakit tahammül göstermeleridir.”

Kur”an-ı Kerimde de: “Onlar… onlardan… intikam almadılar” (el-Burûc, 85/8) buyruğunda bu şekilde kullanılmıştır. Kişiye sitemde bulunulduğunda: şeklinde “kaT harfi esreli olarak kullanılır. îse, onun ism-i failidir. el-Kisaî der ki “Kaf harfinin esreli kullanılışı bir ağızdır. Aynı şekil­de birşeyden hoşlanmamayı ifade etmek üzere mazi için: diyerek “kaf harfi üstün kullanıldığı gibi, esreli olarak da kullanılır. İntikam da buradan gelmekte olup, cezalandırmak anlamındadır. İsmi Nikmet şekünde gelir. Çoğulu da: şeklindedir. İstendiği takdirde, “kaf harfi sakin kılınıp harekesi “nün” harfine nakledilebilir. O takdirde nikmet, tekil için, nikam da çoğul için kullanılır.

Allah’a… iman etmemizden başka bir sebebi” ise. “ayıp­lamanız” ile nasb mahailindedir. Yani siz, bizim ancak Allah’a iman edişimizi ayıplıyorsunuz. Halbuki bizim hak Ü2ere olduğumuzu da bilmektesiniz

“Ve şüphesiz çoğunuzun fâsıklar olmanızdan” yani, imam terketmek suretiyle doğru yoldan çıkmanızdan, Allah’ın emrine uyma çerçevesinin dışına çıkmanızdan,,. başka bir sebebi mi var?

Denildiğine göre bu, birisinin diğerine söylediği şu söz kabiÜndendir: Sen, beni ancak, ben afif bir kimse, sen ise tacir bir kimse olduğun için ayıplı­yorsun. Şöyle de denilmiştir: Yani sizler, çoğunuz fâsık olduğunuzdan dola­yı, bizim bu durumumuzu ayıplamaktasınız.

Yüce Allah’ın: “De ki: Allah nezdinde bundan daha kötü bir cezanın (kim­lere) olduğunu haber vereyim mi?” buyruğu ise Sizin, bizi ayıplamanızdan daha kötüsünü size bildireyim mi demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Bizim için istediğiniz hoş olmayan şeylerden daha kötüsünü bildireyim mi? Bu ise on­ların: Sizin dininizden daha kötü bir din bilmiyoruz, şeklindeki sözlerine bir cevaptır

“Ceza’nın (ceza bakımından) ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Bu kelime, asıl itibariyle veznindedir. “Vav” harfinin harekesi (peltek) “se harfine verilince, “vav” harfi sakin kaldı. Ondan son­raki “vav” da sakin olduğundan dolayı, bu “vav”lardan birisi hazfedildi. Mas­tar anlamı ile; kelimeleri de bu kabildendir. Şairin şu beyitln-de olduğu gibi:

“Ve ben, komşum beni zor ve korkulacak bir şeye çağırdığı vakit Elbiselerimi etekler uyluğumun ortasına varıncaya kadar toplardım.

Bu kelimenin vezninde ve kelimeleri ile aynı kalıpta ol­duğu da söylenmiştir.

Allah’ın kendilerine lanet ettiği” buyruğunda, Ken­dileri” ref mahailindedir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde: “Bundan da­ha kötüsünü size haber vereyim mi? (O) ateştir” (el-Hac, 22/72) diye buyur­muştur. Burada ifadenin takdiri de şöyledir: ÎŞte o, Allah’ın lanetlediği kimsenin uğradığı lanettir” Bununla birlikte şu anlamda, nasb mahallinde olması da mümkündür: De ki: Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah’ın kendilerine lanet ettiği…

“KÖtü”den bedel olmak üzere cer mahallinde olması da mümkündür ve ifadenin takdiri şöyle olur: Ben size Allah’ın kime lanet ettiğini haber verev­im mi? Burada kastedilenler de yahudilerdir.

Tâğûta dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakarat 2/25Ğ. âyetin tefsirh de) geçmiş bulunmaktadır.

Yani, ve Allah’ın aralarından tâğûta ibadet eden kimseler kıldığı kim selerdir.. el-Ferrâ’ya göre burada, ^kimseler” anlamı verilen İsm-i mev-sulü hazf edilmiştir. Basraklar ise İsm-i mevsulün hazf edilmesi caiz değildir, o bakımdan anlam şöyle olur, demektedirler: ‘Allah’ın kendilerine lanet et­tiği, kişiler ve tâğûta tapanlardır.”

İbn Vessâb ve en-Nehaî; Size haber vereyim” buyruğunu “nun” har­fini sakin olarak, diye okumuşlardır. “Tâğûta tapanlar” buy­ruğunu ise Hamza, “be” harfini ötreli olarak “tâğût* kelimesinin sonundaki “te” harfini de esreli olarak okuvupv (ibadet kelimesini) “feul” vezninde mübalağa ve çokluk ifade eden bir kip halinde okumuştur. Çokça uyanık davrandı, çok iyi anladı, çok iyi sakındı kelimelerinde olduğu gibi. Bu kip ise, asıl itibari ile sıfattır.

Nabiğa’nın şu beyiti de bu kabildendir:

“Vecra denilen yerin siyah beyaz ayaklı ve oldukça keskin eşsiz kılıcı andıran kılıç gibi zayıf vahşi hayvanlarını.

Görüldüğü gibi şair, bu beyitin son kelimesinin “re” harfini de ötreli kullanmıştır.

“Çokça ibadet edenler” anlamına gelen kelime; soktuğu anlamında­ki kelimeyle nasb olmuştur. Yani, Onlardan tağuta çokça ibadet eden kimseler kılmıştır; anlamındadır. Diğer taraftan, kelimesini kelimesine izafe etmek suretiyle tağut kelimesini esreli okumuştur.

ise yarattıt varetti anlamındadır. Buyruğun anlamı şöyle olur: Ve O, aralarından tâğûta ibadette aşırıya kaçan kimseler yaratmıştır. Diğerleri ise, bu iki kelimenin birinci kelimedeki “be” harfini Üstün, ikinci kelimenin sonundaki “te” harfini de üstün olarak okumuşlar ve tapma anlamına gelen kelimeyi mazi bir fiil olarak daha önce geçmiş mazi diğer fiillere (gazab et­ti ve lanet etti fillerine) atfetmiştir. Bu şekilde okuyanlara göre de buy-

ruğun anlamı şöyle olur: Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimseler ile, tâğûta ibadet eden kimselerdir.

Ya da bu buyruk ile mansub olabilir. Yani: Aralarından maymunlar, domuzlar ve tağuta ibadet edenler yaratmıştır Tapan kelimesindeki zamiri ise; Kişi, kimse kelimesinin lafzı­na -manasına değil- hamlederek tekit gelmiştir. Ubeyy ve İbn Mesud ise ma­naya hamlederek; Tâğûta tapan kimseler diye okumuşlardır.

İbn Abbas Tâğûta tapanlar, diye okumuştur. Bu Abd (kul) kelimesinin çoğulu olabilir. Rehin, rehineler ile Ta­van, tavanlar kelimesi gibi. Yine bu kelimesinin çoğulu da olabilir. Nitekim Örnek, örnekler denildiği gibi. Bunun; kelimesinin çoğulu olması da mümkündür, Bir ekmek, ekmekler gibi. in çoğulu da olabilir. Sekiz yada dokuz yadında azı dişi çıkan deve, develer. Anlamı ise tâğûtun hizmetkârları demektir.

Yine îbn Abbas’dan; şeklinde okuduğu da nakledilmiştir. Bu durumda bu kelimeyi “ibadet eden” anlamına gelen “âbid”in çoğulu kabul etmiştir. Hazır bulunan, Hazır bulunanlar, gaib ve gaib-ler denildiği gibi.

Ebû Vâkid’den denildiğine göre Tâğûta İbadet edenler kipi, mübalağa içindir ve yine bu da “abid”in çoğuludur. işçiler, vuran vuranlar kelimelerinde olduğu gibi. Mahbub’un naklettiğine göre Basralılar, yine “âbid” kelimesinin çoğulu olmak üzere Tâğûta tapanlar diye okumuşlardır. Ayrıca bunun kul anlamına gelen “abd” kelimesiniir çoğulu olması da mümkündür. Ebu Cafer er-Rüâsî ise, meçhul kip şeklinde diye okumuştur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Ve aralarında tâğûta ibadeE olunanlar… Amr el-Ukaylî ile İbn Bureyde ise tekil olarak şeklinde tâğûta tapan, diye okumuştur ki, bu çoğul an­lamını da vermektedir. Yine İbn Mes’ud bunu, diye okuduğu ri­vayet edildiği gibi, hem ondan, hem de Ubeyy’den şeklinde çoğul ve müennes olarak da okumuştur. Yüce Allah’ın: “Bedevi araplar de-dilerki…” (el-Hucurat, 49/14) buyruğunda olduğu gibi. Ubeyy b, Umeyr ise, şeklinde okumuştur. Bu da Köpek ve köpekler şek­lini hatırlatmaktadır. Böylelikle bu iki kelime oniki ayn şekilde okunmuş ol­maktadır.

Yüce Allah’ın: “İşte bunlar, yerleri daha fena… olan kimselerdir” buy­ruğuna gelince; çünkü onların yeri cehennemdir. Mü’minlerin ise kalacakları yerlerde bir kötülük yoktur.

ez-Zeccâc der ki: İşte onlar, sizin söylediğinize göre bile yerleri en kötü olanlardır, demektir. en-Nehhâs da şöyle demektedir: Bu hususta yapılan en güzel açıklamalardan birisi de şudur: İşte Allah’ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, âhiretteki yerleri itibariyle sizin dünyadaki yerinizden -yakanıza yapışan kötülükler dolayısıyla- daha kötüdür.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah’ın kendilerine lanet ettiği o kimseler, yer itibariyle sizi ayıplayanlardan daha kötüdürler. Yine şöyle açıklanmıştır; İş­te sizi ayıplayan o kimselerin yerleri, Allah’ın kendilerine lanet ettiği kim­selerin yerlerinden daha da kötüdür.

Bu âyet-i kerime nazil olunca, müslümanlar onlara: Ey maymun ve domuzların kardeşleri diye hitab ettiler, onlar da içyüzleri ortaya çıkıp rezil olduklarından dolayı başlarını önlerine eğdiler. Şair de onlar hakkında şöy­le demektedir:

Allah’ın laneti yahudiler üzerinedir

Çünkü yahudiler maymunların kardeşleridir.” [17]

  1. Sâze geldikleri zaman “îman ettik” derler. Halbuki onlar, küfürle girdiler yine küfürle çıkmışlardır. Allah gizlediklerini çok iyi bilendir.
  2. Onlardan pek çok kimsenin günah işlemekte, düşmanlık yap­makta ve haram yemekte birbirleriyle yatıştıklarını görürsün. Yaptıkları şey ne kadar da kötüdürî
  3. Onları günah sol söylemekten ve haram yemekten rabbaniler ve hahamlar alıkoysaİar ya… Yaptıkları şey ne kadar kötü bir İş­tir!

Yüce Allah’ın: “Size geldikleri zaman İman ettik derler.4 Âyetinde belir­tilen bu husus, münafıkların bir niteliğidir. Yani onlar, işittikleri hiçbir şey­den yararlanamazlar. Aksine, kâfir girdiler, kâfir olarak çıkıp gittiler.

“Allah, gizlediklerini çok iyi bilendir. Onların gizledikleri nifaklarını kas­tetmektedir.

Şöyle de denilmiştir: Burada kastedilenler, “Medine’ye girdiğiniz vakit, günün erken saatlerinde iman edenlere indirilen şeylere iman ediniz. Ev­lerinize döndüğünüz günün son vakitlerinde de onu inkâr ediniz, diyen, yahudîlerdir. Bunlarla kastedilenlerin yahudiler olduklarına delâlet eden ise, daha önce onların sözkonusu edilmeleri ve ileride de onlardan söz edileceğidir.

Yüce Allah’ın: “Onlardan pek çok kimsenin” buyruğunda kastedilenler, yahudilerdir. ”Günah İşlemekte, düşmanlık yapmakta yani, mu si ye t ve zulümde “ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını görürsün. Yaptık­ları şey ne kadar da kötü.”

Yüce Allah’ın: “Onları», rabbaniler ve hahamlar alıkoymalar ya” buyruğu,

alıkoymak değiller miydi? demektir. Neden alıkoymadılar? demektir. “Onları alıkoymalarından kasıt ise, bu işten onları vazgeçirmeleridir

uRabbanUer”den kasıt, hıristjyan alimleri, “hahamlar (el- Ah barodan ka­sıt ise yahudi alimleridir. Hepsi ile de yalıudi alimleri kastedilmektedir, di­yenler de vardır. Çünkü bu âyetler yahudiler hakkındadır.

Daha sonra yüce Allah, bu alimleri onlara bu işleri yasaklamayı terk et­meleri dolayısıyla azarlamakta ve şöyle buyurmaktadır; “Yaptıkları şey ne kadar kötü bir iştir!” Nitekim, “yaptıkları şey ne kadar da kötü” buyruğu ile günah işlemekte yarışanları da azarlamıştır.

Âyet-i kerime münkeri yasaklamayı terk eden kimsenin, tıpkı münkeri işleyen kimse gibi olduğuna delalet etmektedir. O halde âyeti kerime iyiliği emredip kötülükten sakındırmayt terketmek hususunda ilim adamlarına bir azar ihtiva etmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar, daha önceden el-Bakara sûresi {.2/44. âyetin tefsiri.) ile Âl-i İmran sûresi (3/21-22. âyetin tefsirleri)’nde geçmiş bulunmaktadır. Süfyan b. Uyeyne rivayetle der ki: Bana Süfyan b. Said, Mis’ar’dan anlam, dedi ki: Bana ulaştığına göre, bir meleğe bir kasabayı ele geçirmesi emredilmiş, o da şöyle demiş: Rabbim, o kasabada filan âbid kişi vardır. Yüce Allah da ona: “Sen, ondan başla. Çünkü (gördüğü münkerden dolayı) Benim rızanı için yüzünde bir an olsun herhangi bir değişiklik olmamış bîr kimsedir.”

Tîrmizî’nin Sahihinde de şöyle bir hadis vardır: “İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden çekmeyecek olurlarsa» aradan fazla zaman geçmeksizin

“Yüce Allah kendi katından onların hepsini bir ceza ile cezalandırır.[18] İle­ride gelecektir, (63 âyetin) sonundaki: “Yaptıkları fiilinde geçen “sun” (62. âyetin) sonunda geçen iyaptıklarT kelimesinin maştan olan “amel” ile ay­nı anlamdadır. Şü kadar var ki, “sun’ iyi bir şekilde yapılmayı gerektirir. Bir kılıç çok güzel ve kaliteli bir şekilde imal edilecek olursa, onun hakkında; tabiri kullanılır. [19]

  1. Yahudiler: “Allah’ın eli bağlıdır” dediler. Söylediklerinden ötü­rü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah’ın iki eli de açıktır. O, nasıl dilerse öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onların çoğunun küfür ve tuğyanla­rını artıracaktır. Bununla beraber aralarında kıyamet gününe kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık. Onlar ne zaman bir savaş ateşi yakmak isteseler, Allah onu söndürür. Yeryüzünde fesada koşarlar. Allah ise fesatçıları sevmez.

Yüce Allah’ın: “Yahudiler, Allah’ın eli bağlıdır, dediler” buyruğu ile il giti olarak İkrime şöyle der: Bu sözü Fînhâs b Âzûrâ -Allah’ın laneti üzeri ne oısun- ve arkadaşları söylemişti. Bunlar, varlıklı kimselerdi. Muhammet (sav)’ı inkâr edince, malları azaldı ve şöyle dediler: Şüphesiz Allah cimridir Ve Allah’ın eli bize birşeyler vermek noktasında kapalıdır (cimridir). Buna gö re âyet-i kerime yahudilerin bir kısmı hakkında hususidir. Şöyle de denilmiş tir: Bir topluluk bu sözü söyleyince, diğerleri de buna karşı çıkmayınca, hep birlikte bu sözü söylemiş gibi oldular.

el-Hasen der ki: Buyruğun anlamı şudur: Allah azab için bize etini uzatmaz. Yine şöyle denilmiştir: Peygamber (sav)’ın fakir ve malı az olduğunu diğer taraftan yüce Allah’ın: “Allah’a güzel bir ödünç verecek olan kimdir” (el-Bakara, 2/245) buyruğunu da işitip, Peygamber (sav)’ın da diyetler hu­susunda kendilerinden yardım istediğini görünce: Muhakkak Muhammed’in ilahı fakirdir, dediler. Cimridir, dedikleri de olmuştur. İşte onların: “Allah’ın eli bağlıdır” şeklindeki sözlerinin anlamı budur. Bu ifade; “Elini boynuna bağlanmış kılma.” (el-İsra, 17/29) buyruğunda olduğu gibi temsili bir ifade­dir. Cimri olan kimseye temsilî ifade kabilinden olmak üzere: Parmak uçları içe doğru çekik, avucu yumuk, kapalı, parmakları yumuk, eli bağh” gibi tabirler kullanılır.

Şair de der ki:

“Yezid orada olduğu sırada Horasan öyle bir yerdi ki

Onun her türlü hayır kapıları sonuna kadar açıktı.

Ondan sonra oraya onun yerine parmakları içe dûğru yumuk birisi geçti

Sanki yüzüne sirke serpilmiş gibi”

Arap dilinde el anlamına gelen “yed”, yüce Allah’ın şu buyruğunda oldu­ğu gibi bilinen organ hakkında kullanılır: “Eline bir demet ot al” (Sa’ad, 38/41) Ancak, bu anlamın Allah için düşünülmesi imkânsızdır.

Aynı kelime, nimet anlamında da kullanılır, Araplar: Fi­lanın nezdinde benim nice elim vardır” derler. Benim kendisine bol bol ih­san ettiğim nice nimet vardır, demektir.

Yine el, kuvvet anlamında da kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve kuvvet sahibi kulumuz Davud’u yâdet. (Sâ’d, 38/17) Görüldüğü gibi burada elt kuvvet anlamındadır Malik olmak ve kudret ma­nasına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak lü­tuf Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir.” (Âl-i İmran, 3/73) Yine bu ke­lime, sıla (zâid zamir) anlamında da kullanılır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:” Bizim, onlar için ken­di ellerimizle… yaptıklarımızdan.” (yasın, 36/71) Yani, bizzat bizim yaptık­larımızdan anlamındadır. Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Veya nikâh akdi elinde bulunan kimse bağışlamış olsun.” Cel-Bakara, 2/237) Yani, ni­kâh akdini yapmak hakkı kendisinin olan demektir. Bu kelime, desteklemek ve yardım etmek manasına da kullanılır.

Hz. Peygamberin: “Hakim hükmünü verinceye, Kasim (paylaştırıcı) da paylaştırmasını bitirinceye kadar Allah’ın eli onlarla birliktedir” hadisi de bu kabildendir.[20]

Bu kelimenin kendisinden haber verilen zatın şerefine işaret etmek, onun şanını yükseltmek için fiilin o kimseye izafe edilmesi için kullanıldığı da olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:”Ey îblis, kendi ellerimle yarattığım şeye secdeden seni ne alıkoydu? (Sa’d, 38/75) O halde, burada elin organa hamledilmesi mümkün değildir Çünkü, şanı yüce Allah bir ve tektir. O’nun için bölümleme mümkün değildir. Yine buradaki anlamın güç, mülkiyet, nimet ve sıla olarak anlaşılması da düşünü­lemez. Zira, o takdirde Allah’ın dostu Âdem île O’nun düşmanı İblis arasın­da bu nitelikler ortaklaşa sözkonusu olur ve sözü edilen şekilde onun İbli­se üstün kılındığı da -Ona bahşedilen özel hususun batıl oluşu sebebiyle- bu da batıl olur. O halde, geriye İblisin yaratılışı ile değil de, yalnızca Âdem’in şereflendirilmesi için yaratılması ile alakalı iki sıfata hamledilmesi ihtimalin­den başka bir şey kalmıyor. Bu iki sıfatın Hz, Âdem’in yaratılışı ile ilgisi ise kudretin makdüra (kudret sonucu var edilene) taalluk etmesi kabilindendir. Direkt bir taalluk ile doğrudan doğruya temas bakımından taalluk kabilin­den değildir. İşte, O şanı yüce ve Mübarek Rabbimizin “O, Tevrati kendi eliy­le yazdı, keramet yurdunu cennetlikler için bizzat kendi eliyle dikti” şeklin­de gelen rivayetler ile, benzer diğer buyruklar da bu şekildedir, her bir sı-fatm kendi muktezâsına taalluku kabilindendir.

Yüce Allah’ın: “Söylediklerinden ötürü kendi elle­ri bağlandı” buyruğunda “yâ” lıarfı üzerinde görülmesi gereken ötre, “ya” üze­rinde ağır geldiğinden hazf edilmiştir. Anlamı, ahrette bağlanacaktır, şeklin­dedir. Bunun kendilerine beddua olması da mümkündür. Aynı şekilde “söy-lediklerinden ötürü… onlara lanet edildi” buyruğu da böyledir. Maksat, bi­ze su buyruklarında olduğu gibi bunu öğretmektir: “Andolsunt inşaatlah el­bette Mescid-iHaram’agireceksiniz.” (el-Feth, 48/27) Yüce Allah burada, gö­rüldüğü gibi istisna yapmayı, (yani, gelecekte yapılacak şeyleri inşa ali ab kay­dına bağlamayı) öğretmektedir. Nitekim “Ebu Leheb’in iki eli kurusun.” (el-Mesed, 111/1) buyruğunda da bize, Ebu Lehebe beddua etmemizi öğret­miştir:

Şöyle de denilmiştir: Maksat, onların insanların en cimrileri olduklarını an­latmaktır. Adi ve hakir olmayan hiçbir yahudi göremezsiniz. Bu görüşe gö­re “vav” harfi hazf edilmiştir. Yani onlar: “Allah’ın eli bağlıdır, dediler. Halbuki asıl onların elleri bağlanmıştır.” “Lanet etmek” ise uzaklaştırmak demektir, buna dair açıklamalar daha önceden yapılmıştı.

Yüce Allah’ın: “Hayır Allah’ın iki eli de açıktır1 buyruğu mübteda ve haberdir Hayır, O’nun nimeti yaygın ve açıktır, demektir. Burada “el” nimet an­lamındadır.

Kimisi de şöyle demiştir: Yüce Allah’ın: “Hayır, Allah’ın İki eli de açıktır” buyruğu dolayısıyla bu yanlıştır. Zira yüce Allah’ın nimetleri sayılamayacak ka­dar çoktur. Nasıl olur da O’nun yalnızca yaygın iki nimetinden söz edilebilir.

Buna şöyle cevap verilmiştir Bunun, cins için tesniye olup muayyen iki şeyi ifade eden tesniye olmaması da mümkündür. Bu da Hz, Peygamber’im “Münafık, iki sürü koyun arasında şaşkın kalmış kararsız koyun gibidir.[21] m buyruğuna benzer. Bu iki nimetin birisinin cinsi dünya nimeti, diğerinînki ise ahiret nimetidir. Bu iki nimetin de biri dünyanın zahir, diğerininki de; batın olmak üzere dünyanın nimetleri olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve açık ve gizli nimetlerini üzerinize tamamladı.” (Lukman, 31/20)

İbn Abbas da Peygamber (sav)’ın bü hususta şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: “Zahir nimet, senin güzel hilkatindir. Batın nimet ise, senin için setre-dîp gizlediği kötü amelindir.”[22]

Şöyle de denilmiştir: Allah’ın iki nimeti, bütün nimetlerin kendileri vası­tasıyla ve kendilerinden meydana geldiği yağmur ve bitki nimetleridir. Bu­rada sözü geçen nimet (el), mübalağa içindir, Nitekim Araplar,:Buyur seni dinliyorum derken, (kullandıkları bu tesniye lafızlanyla) yalnız­ca, bunu iki defa yapmayı kast etmiyorlar. Bazân kişi, bu iş benim elimden gelmez diyerek, gücüm buna yetmez de demek istemektedir.

es-Süddî der ki: Yüce Allah’ın: “İki eli” buyruğunun anlamı, sevap ve ce­za vermeye dair güçleridir. Ve yahudilerin: O’nun eli kendilerine azap etmek­ten yana çekilmiştir kendilerine azap etmeyecektir. Şeklindeki sözlerinin tam zıddı nadir.

Müslim’in Sahilı’inde Ebu Hureyre’den Peygamber (savVın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmektedir: “Yüce Allah buyurdu ki: İnfak et, Ben de sana in-fak edeyim.”[23] Yine Rasululİah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın sağı dopdoludur. Hiçbir şey onu eksiltmez. Gece gündüz O, bol bol ihsan eder.

Gökleri ve yeri yarattığı günden itibaren infak ettiğini bir düşünün. Bütün bun­lar, O’nun sağında bulunanları eksiltmemiştir. (Yine Hz. Peygamber) buyur­du ki: Arşı su üstündedir. Diğer elinde ise, kabz (ölüm) vardır. O, yükseltir ve alçaltır.”[24]

Bu hadisin bir benzeri de şanı yüce Allah’ın: “Allah kabzeder (daraltır) ve genişletir” (ei-Bakara, 2/245) buyruğudur.

Bu (tefsirini yaptığımız) âyete gelince, İbn Mes’üd’un kıraatinde; şeklindedir ki, bunu el-Ahfeş nakletmiştir. el-Ahfeş der ki: tabiri kullanılır. Yani, Onun eli açık ve serbesttir demektir.

“O, nasıl dilerse öyle İnfak eder.” Dilediği gibi nzık verir. Bu âyet-i ke­rimede “eKîn kudret anlamına gelmesi de mümkündür. Yani, O’nun kudre­ti kapsamlıdır. Dilerse genişletir, dilerse kısar.

“Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen” yani, Rabbinden sana indirile­ne andolsun ki bu, “onların çoğunun küfür ve tuğyanlarını arttıracaktır.” Yani, Kur’ao-ı kerimden bir bölüm nazil oldu mu, onlar da bunu inkâr ede­rek küfürleri daha bir artar.

“Bununla beraber aralarında… kin ve düşmanlık bıraktık.” Mücahid der ki: Yani, yahudilerle hıristiy anların arasında. Zira, bundan önce şöyle buyu-rulmuştu: “Yahudileri ue kıristiyanları veli edinmeyiniz.” (Maide, 5/54)

Şöylİe de denilmiştir: Biz, yahurîi taifeleri arasında kin ve düşmanlığı bı­raktık, demektir. Nitekim, yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Sen onları bir arada sanırsın. Halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (el-Haşr, 59/14) O bakımdan onlar, ittifak lıalinde değil, birbirine buğzeden kim­selerdir. Diğer taraftan, Allah’ın bütün yarattıkları arasında insanların en çok buğz ettikleri kimseler onlardır.

“Onlar” yahudileri kastetmektedir, “ne zaman bir savaş ateşi yakmak is­teseler yani, ne zaman bu iş için güçlerini bir araya getirip hazırlıklarını yap­salar, Allah onların topluluklarını darmadağınık etmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Yahudiler, fesat çıkartıp, Allah’ın Kitabı olan Tevra-ta muhalefet edince, Allah da üzerlerine Buht Nassar’ı gönderdi. Sonra bir daha. fesat çıkardılar. Bu sefer üzerlerine Romalı Petrus’u gönderdi. Bir da­ha fesat çıkartmaları üzerine, üzerlerine ateşperestleri gönderdi. Sonra yine fesat çıkartınca, Allah da üzerlerine müslümanları gönderdi. Böylelikle ne za­man işleri yoluna koyulacak olduysa, Allah da onları darmadağın etti.

Buna göre ne zaman bir ateş yaksalar ne zaman bir kötülüğü körüklemek isteseler ve Peygamber (sav)’a kargı savaşmak üzere karar verseler, demek­tir. “Allah onu söndürür.” Onları kahreder ve bu kararlarını zayıflatıp güç-süzleştirir. Burada “ateş” istiare yoluyla kullanılmıştır. Katade der ki; Her se­ferinde Allah onları zelit etmiştir. Yüce Allah, Peygamber (sav)’ı gönderdi­ğinde, onlar mecusüerin elleri altında idiler.

Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde fesada koşar­lar” İslamı iptal etmeye çalışırlar. Bu ise, fesadın en büyüğüdür. Doğrusu­nu en iyi bilen Allahtır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada ateşten kasıt, kızgınlık ateşidir. Yani onlar, kendi nefislerinde ne zaman kızgınlık ateşini yakıp körükleseler, bedenleriy­le ve içten verdikleri kararlarıyla da bu kızgınlık ateşini daha bir alevlendir­mek İçin bir araya gelip toplanmışlarsa, zayıf ve güçsüz düşecekleri vakte ka­dar, Allah bu ateşi söndürmüştür. Bunu da -yüce Allah Peygamber (sav): in önünde kendisine gönderdiği yardım olmak üzere’kalplerine saldığı, yerleş­tirdiği korku ile gerçekleştirmiştir. [25]

  1. Eğer Kitab ehli iman edip de sakınsâLardt, elbette Biz de onların günahlarını bağışlar ve onları Naîm cennetlerine koyardık.
  2. Ve eğer onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbleri katından kendilerine İndirileni gereği gibi uygulasalardı, şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından (rızıklanru) yerlerdi İçlerinden orta yolu tutan bir zümre varsa da, bir çoğunun yapmakta oldukları be pek kö­tüdür.

Şanı yüce Allah’ın: “Eğer Kitap ehli…” buyruğunda yer alan edatı ref mahallindedir. Aynı şekilde -bir sonraki âyette gelecek olan: “Ve eğer onlar Tevratı… uygulasalardı” buyruğunda da böyledir.

“îman edip” tasdik edip, “sakınsalardı” yani, şirk ve günahlardan uzak dursalardı “Elbette Bîz de onlann…bağışlardık” buyruğunun baş tarafındaki “lam” harfi eğer’in cevabıdır, m(ujs): Bağışlardık” örter­dik anlamındadır ki, buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

Tevrat’ın ve İncil’in gereği gibi ayakta tutulmasından kasıt ise, onların muk-tezası gereğince amel etmek ve onlan tahrif etmemektir. Bu anlamdaki açıklamalar, el-Bakara Sûresi’nde (2/63-64. âyetlerin tefsirinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

“Rablerl katından kendilerine indirileni.” Yani, Kur’an-ı Kerim’i. Kaste­dilenin peygamberlere verilen kitaplar olduğu da söylenmiştir

“Şüphesiz üstlerinden ve ayakları altından yerlerdi” İbn Abbas ve baş­kaları der ki: Bununla yağmur ve bitkiler kast edilmektedir. Bu da onlann kıt­lık ve kuraklık içerisinde bulunduklarına delalet etmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Anlamı şudur: O takdirde Biz, onlann nzıklannı ge­nişletir ve ardı arkasına nzıklannı yerlerdi. “Alt ve üstün” anılmasından ka­sıt ise, dünyada onlara ihsan edilecek nimetlerin çokluğunu ifade etmek için mübalağalı bir ifade kullanmaktır.

Şu buyruklar da bu âyeti andırmaktadır: “Kim Allah’tan korkarsa, ona bir kurtuluş yeri ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir” (et-Talak 65/2-3); “Ve eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette Biz de onlara bol bol su içirirdik” (el-Cin, 72/16); “Eğer o ülkeler halkı iman edip de sakın­mış olsalardı, üzerlerine gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık.” (el-A’raf, 7/96) Böylelikle yüce Allah -bu âyetlerde de görüldüğü gibi- takva sa­hibi olmayı, nzık sebeplerinden birisi olarak değerlendirmiş ve şükreden kim­seye de üzerindeki nimetini daha da artıracağını vadederek: “Andolsun ki şük­rederseniz, elbette size artırırım1* (İbrahim, 14/7) diye buyurmuştur.

Daha sonra yüce Allah, onların aralarından orta yolu seçen kimseler olduk­larını haber vermektedir. Bunlar ise, Necaşî, Selman ve Abdullah b. Selam gi­bi aralarından İman eden mü’minlerdir. Bu gibi kimselert orta yolu seçerek, İsa ve Muhammed {ikisine de selam olsun) hakkında ancak onlara yakışan şeyleri söylediler.

Orta yolu seçenlerin iman etmedikleri halde (Peygamber ve mü’minlere) eziyet etmeyen, onlarla alay etmeyen kimseler oldukları da söylenmiştir.

Orta yolu seçmek (iktisad), amelde mu’tedil olmaktır. Ve bu kelime, kasd’dan gelmektedir ki, kasd da bir şeyi yapmak istemektir. Bu kelime, ay­nı anlamda olmak üzere harf-i cersiz mefule geçiş yaptığı gibi, “lam” ve “ila” harf-i cerleriyle de geçişi yapılır ve mana değişmez.

“Yapmakta oldukları ise pek kötüdür!” Onlar, ne kötü iş yaptılar! Pey­gamberleri yalanladılar ilahi kitapları tahrif ettiler ve haram yediler. [26]

67- Ey Peygamberi Rabbinden «ana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O’nun risâletinİ tebliğ etmemiş olursun. Allah, se­ni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğu­na hidâyet vermez.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [27]

1- Rasutün Görevi Tebliğ Etmektir:

Yüce Allah’ın: “Ey peygamber, Rabblnden sana indirileni tebliğ et” buy­ruğunun tebliği açıkça yap demek olduğu söylenmiştir. Çünkü Hz. Peygam-ber> İslam’ın ilk dönemlerinde müşriklerin korkusu ile tebliğini gizliyordu. Da­ha sonra bu âyet-i kerimede tebliğini açıkça yapması emrolundu. Allah da onu insanlardan koruyacağını bildirdi. Ömer (r.a), müslüman olduğunu ilk ola­rak açığa vuran ve: “Gizlice Allah’a İbadet etmeyiz” diyen kimsedir. İşte yü­ce Allah’ın: aEy peygamber! Sana da, mü’minlerden sana uyanlara da Allah yeter” (el-Enfal, 8/64) âyeti de bu hususta nazil olmuştur.

Böylelikle âyet-İ kerime: Peygamber (sav) din ile ilgili herhangi bir husu­su takiye olmak üzere gizlemiştir, diyenlerin görüşlerinin reddolunduğuna, bu görüşlerin batıl olduğuna delalet etmektedir. Böyle diyenler, Râfizîlerdir.

Yine âyet-i kerime, Hz Peygamber’in herhangi bir kimseye din ile ilgili herhangi bir hususu gizlice bildirmemiş olduğuna da delalat etmektedir. Çün­kü, âyet sana indirilenlerin tamamını açıktan açığa tebliğ et demektir. Eğer böyle olmasaydı yüce Allajı’ın: wEğer böyle yapmazsan O’nun risaletinl teb­liğ etmemiş olursun” buyruğunun herhangi bir anlam ifade etmesi sözko-nusu olmazdı.

Şu açıklama da yapılmıştır: Esedoğullarından Cahş kızı Zeynep ile ilgili, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bundan başka açıklamalar da yapılmış­tır. Ancak, doğru olan, âyetin umum ifade ettiği görüşüdür.

îbn Abbas der ki: Buyruğun anlamı şudur: Rabbinden sana indirilenlerin tümünü tebliğ et. Eğer ondan herhangi bir şey gizleyecek olursan, O’nun ri-sâleüni tebliğ etmemiş olursun. Bu, hem Peygamber (sav)’a, hem de onun ümmeti arasında ilim taşıyıcılarına Peygamberin şeriati ile İlgili hiçbir şeyi giz­lememelerine dair bir direktiftir. Yüce Allah, Peygamberinin kendisine bildirmiş olduğu vahiyden hiçbir şey gizlemeyeceğini bilmiştir.

Müslim’in Sahihinde de Mesruk yoluyla Hz. Aişe’den şöyle dediği kayde­dilmektedir: Her kim sana Muhammed (sav)’ın vahiyden herhangi bir şey giz­lediğini söyleyecek olursa, şunu bil ki o kimse yalan söylemiştir Yüce Allah ise: “Ey peygamber, RabbLnden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yap­mazsan, O’nun risâletini tebliğ etmemiş olursun” diye buyurmaktadır.[28]

Allah; Muhammed Allah’ın kendisine vahyettiği şeyler arasından insanla­rın muhtaç oldukları birşeyi gizlemiştir, diyen Rafitlerin müstehakkını ver­sin. [29]

2- Hz, Peygamberdin Allah Tarafından Korunması:

Yüce Allah’ın: “Allah seni insanlardan koruyacaktor” buyruğu, Onun pey­gamberliğine bir delildir Çünkü Yüce Allah, Orrun masum olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah tarafından masumiyeti teminat altına alınan -kimse­nin Allah’ın kendisine emretmiş olduklarından herhangi bir şeyi terketmiş ol­ması mümkün değildir.

Bu âyetin nüzul sebebine gelince, Peygamber (sav) bir ağaç altında konak­lamış iken, bedevi bir arap gelip Hz. Peygamberin kılıcını çekti ve Peygam­bere: Seni benden kim kurtarabilir? diye sordu.Hz. Peygamber Allah cevabı­nı verince, bedevi arabm korkudan eli titredi ve kılıç elinden düştü. Başını beyni dağılıncaya kadar ağaca vurdu. Bunu, el-Mehdevî nakletmektedir. Kadı lyad da bunu “eş-Şifa adlı kitabında zikrederek şöyle der: Bu olay, Sa-hih’te de rivayet edilmiş[30] ve sözü geçen kimsenin Gavres b. Haris olduğu, Peygamber (sav)’ın kendisini affetmesi üzerine kavmine dönüp: Ben size in­sanların en hayırlılarının yanından geliyorum, dediği de zikredilmiştir. Bu an­lamdaki açıklamalar da yine bu sûrede yüce Allah’ın: “Hani bir topluluk si­ze ellerini uzatmak istemişlerdi (el-Maide, 5/11) âyeti ile, yine en-Ni-sa sûresinde korku namazı (en-Nisa, 4/102. âyet, 11. başlıkta) sözkonusu edi­lirken yeterince açıklanmış bulunmaktadır.

Müslim’in Sahih’inde de Cabir b. Abdullah’tan şöyle dediği kaydedilmek­tedir.: Rasulullah (sav) ile birlikte Necid taraflarına tl< .£ru bir gaza yaptık. Ra-sulullah (sav) oldukça dikenli ve büyük bir ağaç türü olup, el-Idah diye bi­linen ağaçlardan pekçok ağacın bulunduğu bir vadide bize yetişti. Rasulul­lah (sav) bir ağacın altına indi ve o ağacın dallarından birisine kılıcını astı. İnsanlar da ağaçların gölgeleri altına sığınmak üzere vadinin değişik yerlerine dağıldılar. Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Ben uyuyorken bir adam yanı­ma geldi, kılıcımı aldı. Ot tepemde duruyorken uyandım. Bir de baktım ki kılıcım elinde kınından sıyrılmış olarak duruyor. Bana: Seni benden kira ko­ruyabilir? dedi. Ben de Allah, dedim. İkinci bir defa seni benden kim koru­yabilir? dedi, ben yine: Allah dedim. Bu sefer, kılıcı tutup kınına soktu. İşte o adam su oturan kişidir, dedi,” Daha sonra Rasulullah (sav) ona herhangi bir şey demedi.[31]

İbn Abbas da şöyle demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Allah ba­na risaletini gönderince, ben bunu yerine getirememekten korktum. İnsan­lar arasında beni yalanlayacakların da bulunacağını bildim. Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi.”[32]

Ebu Talib, her gün Rasulullah (sav) ile birlikte onu korumak üzere Haşim oğullarından bazı kimseler gönderirdi. Nihayet: “Allah seni insanlardan ko­ruyacaktır” buyruğu nazil olunca, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Amca­cığım, Allah beni cinlerden de insanlardan da korumuş bulunuyor. O bakım­dan, beni koruyacak kimselere ihtiyacım yok.”[33]

Derim ki: Bu rivayetler bütün bunların Mekke’de cereyan etmiş olmasını, âyet-i kerimenin de Mekke’de inmiş olmasını gerektirmektedir. Oysa durum böyle değildir. Çünkü bu sûrenin icma ile Medine’de indiğine dair açıklama­lar da önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerimenin Medine’de indi­ğine delâlet eden hususlardan birisi de Müslim’in Sahih’inde Hz. Aise’den ri­vayet ettiği şu sözleridir: Rasulullah (sav) Medine’ye gelişinden sonra bir ge­ce uyuyamadı ve şöyle buyurdu; “Keşke ashabımdan salih bir adam bu ge­ce gelip beni korusa.” Hz. Aişe der ki: Biz bu durumda iken, birbirine de­ğen silahların seslerini işittik. Hz. Peygamber: “Kim o?” deyince, O, Sa’d b. Ebi Vakkas dedi, Easulullalı (sav): [Ne diye geldin” deyince, şöyle dedi: İçi­me Rasulullah (sav) adına bir korku düştü. Onu korumaya geldim. Rasulul­lah (sav) Ona dua etti, sonra da uyudu.[34]

Müslim’in Sahih’inden başkalarında da şöyle denmektedir: Aişe dedi ki: Biz bu durumda iken silah sesi duydum. Hz. Peygamber: “Kim o” deyince, ge­lenler: Biz Saad ve Huzeyfe’yiz seni korumaya geldik, dediler. Bunun üze­rine Peygamber uykuya daldı öyle ki, onun derin uykudan mütevellîd ses çı­kardığını dahi duydum. Ve sonra bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu sefer Ra­sulullah (sav) başını deriden yapılmış çadırından dışarı çıkartıp; “Ey insan-lar, haydi gidiniz. Artık Allah beni korumasına aidi” diye buyurdu.[35]

Medineliler; “Risaletlerini” diye çoğul olarak okumuşlardır. Ebu Amr ile Kûfeliler ise, “Risaletinî1′ şeklinde tekil olarak okumuşlardır. en-Nehhas der kî: Her iki kıraat de güzeldir. Fakat çoğul daha açıktır. Çün­kü Rasulullah (sav)’a vahiy önce kısım kısım iniyor, sonra onu beyan ediyor­du. Tekil gelmesi de çokluğa delâlet eder. Çünkü bu burada mastar kipidir. Mastar ise, çoğunlukla lafzı ile türüne delaleti dolayısıyla çoğul ve ikil ola­rak zikredilmez. Yüce Allah’ın: “Eğer Allah’ın nime­tini birer birer saymak isterseniz, siz onları sayamazsınız”(İbrahim, 14/34) buyruğunda olduğu gibi.

şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna hidayet vermez” yani, onları doğ­ruya iletmez. Hidâyete dair açıklamalar Önceden geçmiş bulunmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Sen tebliğ et, hidâyete elince o Bize aittir. Bu buy­ruğun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Rasule düşen ancak tebliğdir” (el-Ma-ide, 5/99) buyruğudur, Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [36]

  1. De ki: “Ey kitap ehil, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indi­rileni gereği gibi uygulamadıkça bir şeye sahip olamazsınız.” An-dolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır. O halde artık o kâfirler topluluğuna üzülme.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç bağlık halinde sunacağız: [37]

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

İbn Abbas der ki: Yahudilerden bir topluluk Peygamber <sav)’e gelip şöyle dediler: Sen, Tevrat’ın Allah’tan gelmiş hak bir kitap olduğunu kabul etmiyor musun? Hz. Peygamber ediyorum, deyince şöyle dediler: Biz de ona iman ediyoruz. Fakat onun dışında kalan kitaplara iman etmiyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yani sizler, her iki kitapta (Tevrat ve İncil’de) yer alan Muhammed (sav)’a iman edip, her iki kitabın belirttiği bu hüküm gereğince de ameî etmedik­çe, din namına bir şeye sahip olamazsınız. Ebu Alî el-Farisî der ki: Bunun, her iki kitabın nesli edilmeden önceki halleri hakkında sözkonusu olması mümkündür. [38]

2- Allah’tan Gelen Hak, Kitap Ektinin Ancak înkârlarını Arttırmıştır:

Yüce Allah’ın: “Andolsun ki, Kabbinden

sana İndirilen, onlardan çoğu­nun küfür ve tuğyanlarını elbette arttıracaktır.” Yani, sana indirilene kâ­fir olacaklar ve böylelikle küfürlerine küfür katmış olacaklardır.

Tuğyan; zulümde haddi aşmak ve bu konuda ilerice gitmek demektir. Çün­kü, zulmün kimisi büyük, kimisi küçüktür. Her kim, küçük zulmün sınırını aşacak olursa, artık tuğyan etmiş olur. Yüce Allah’ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: Sakın… çünkü insan gerçekten tuğyan eder.” (el-Alak, 96/6) Yani, hakkın dışına çıkmak hususunda sının aşar. [39]

3- Kâfirler îçin Üzülme:

Yüce Allah’ın: “O halde artık o kafirler topluluğuna üzülme” buyruğu on­lar için kederlenme demektir. fiili, üzülmeyi ifade etmek için kullanılır Şair der ki:

“Ve aşırı kederinden gözlerinden yaş süzüldü.”

Bu buyruk, Peygamber (sav)’a bir tesellidir. Üzülmesini yasaklamak için değildir. Zira o, bunun önüne geçemezdi. Ancak, bir teselli ve kendisini üzün­tüye manız bırakmayı yasaklamaktadır. Bu anlamdaki açıklamalar daha ön­ce Âl-i İmran Sûresi’nin son taraflarında (3/176) yeterince geçmiş bulunmak­tadır. [40]

  1. İman edenlerle yahudiler, sabiîler ve hıristiyanlaridan), kim Al­lah’a ve âhlret gününe iman edip de iyi amellerde bulunursa, on­lar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir.

Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Bunları tekrarlamanın bir anlamı yoktur.

“Yahudiler” daha önce geçen “iman edenler”e atf olduğu gibi, “sabiîler” de-el-Kisaî ve el-Ahteşin görüşlerine göre- daha önce geçen “yahudiler” ke­limesindeki zamire atf edilmiştir. en-Nehhâs der ki: Ben, ez-Zeccâc’ı kendi­sine el-Ahfeş. ve eUKisaî’nin görüşlerinin zikredildiği sırada şöyle derken din­ledim: Bu, iki bakımdan bir yanlışlıktır.

Birincisi, te’kid edilmedikçe, merfu’ zamire atıf çirkin bir şeydir. İkincisi ise, atıf edilen kendisine atıf edilenle ortaktır. Buna göre mana itibariyle : Sa­biîler de yahudiliğin kapsamına girmiş olur. Ancak bu imkânsız bir şeydir. el-Ferrâ ise şöyle demiştir: “Sâbifler” kelimesinin merfu1 gelmesinin caiz olu­şunun sebebi: (öl”) edatı amel bakımından Zayıftır Bu nedenle ancak isme etki eder, amele etki etmezler, kimseler kelimesinde ise i’rab açık­ça gözükmemektedir. O nedenle irab bu iki husustan birisi üzerinde cere­yan etmiştir. Bu nedenle sözün aslına dönülerek “Sabiîler” kelimesinin mer-fû gelmesi caiz olmuştur.

ez-Zeccâc der ki: Üzerinde t’rabın etkisinin görüldüğü İle i’rabın görülme­diği kelimenin durumu aslında aynıdır. el-Halil ve Sibeveyh ise şöyle demiş­lerdir: Burada “sâblîler” kelimesinin merfu olması takdim ve tehire hamle­dilir, İfadenin takdiri şöyledir:

“İman edenlerle yahudiler (den) kim Allah’a ve âhiret gününe iman edip de iyi amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir. Sabiîler ve hıristiyanlann durumu da böyledir.” Sibeveyh de buna benzer (takdim ve tehir’in bulunduğu) şöyle bir beyiti nakletmektedir:

“Aksi takdirde şunu biliniz ki, muhakkak M bizler ve sizler.

Ayrılık içerisinde kaldığımız sürece bâğî (yani fesatçılık yapan,) kimseleriz.’

Dabi’ el-el-Buruumi der ki:

“Kim yükü ve bineği ile birlikte Medine’de gecelemişee

Şüphesiz ki ben ve Kayyâr (atının veya devesinin adıdır)da orada yabancıyızdır.”

Âyet-i kerimedeki Muhakkak” edatı “evet” anlamına gelen an­lamında kullanılmıştır. Buna göre, “sabitler” anlamındaki kelime mübteda ola­rak merfu’dur. Haberi ise, ikincisinin ona delâleti dolayısıyla hazıf edilmiş­tir. Buna göre, “sâbiîler” kelimesinin atf edilmesi, sözün tamam oluşundan ve isim ile haberin de sona erişinden sonra tahakkuk etmiştir.

Şair Kays er-Rukayyat da der ki:

“Kınayıcı kadınlar sabahleyin

Erkenden başladılar beni kınamaya. Ben de kınarım onlara

Derler ki: Senin başın ağardı

Ve yaşlandın. Ben de:Evet öyledir, dedim.”

el-Ahfeş der ki: Burada ; evet anlamındadır. Sonundaki “he” harfi ise, sekt (yani susarak durak yapmak) İçin gelmis.tir. [41]

  1. Andolsun Biz, İsralloğullarından sapasağlam bir söz almış ve on­lara peygamberler göndermiştik. Onlara, hoşlarına gitmeyen şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini yalanladılar, kimisini de öldürdüler.

Yüce Allah’ın: “Andolsun Biz, İsralloğullanndan sapasağlam bir söz atmış ve onlara peygamberler göndermiştik” buyruğunda sözü geçen söz almanın mahiyetine dair açıklamalar daha önce, el-Bakara Sûresi’nde (2/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu söz Allah’tan başkasına ibadet etmemek ve diğer hususlan kapsar.

Bu âyet-E kerimedeki anlam da şudur: Sen, kâfirler topluluğuna üzülme! Çünkü Biz, onların ileri sürebilecekleri bir mazeret bırakmadık. Onlara pey­gamberler gönderdiğimiz halde sözlerini bozdular. Bütün bunlar ise, sûre­nin başlangıcını teşkil eden: “Akidleri yerine getirin” (e-Mâide, 5/1) buyru­ğu ile alakalıdır.

“Onlara” yani, yahudilere “hoşlarına gitmeyen” hevâlanna uygun düş­meyen “şeyleri getiren bir peygamberin geldiği her seferinde kimisini ya­lanladılar, kimisini de öldürdüler.” Yani, kimi peygamberleri yalanlayıp ki­mi peygamberleri öldürdüler. İsa ve onun gibf diğer peygamberleri yalanla­dıkları gibi, Zekeriyya, Yahya ve bunlar dışında birtakım peygamberleri de öldürdüler.

Burada ful şeklinde: Öldürürler, öldürüyorlar” diye kul­lanılması, âyetin başına riâyet içindir Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, kimi pey­gamberleri yalanladılar. Kimilerini de öldürdüler Kimi peygamberleri yalan­larlar, kimi peygamberleri öldürürler. Yani buf onların alışkanlıkları ve adet­leridir. Böylelikle ifade daha özlü bir şekilde kullanılmış olmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Kimi peygamberleri yalanladılar öldürmediler, ki­mi peygamberleri hem öldürdüler, hem yalanladılar. Buna göre; Öl­dürdüler kelimesi, Kimi” kelimesinin sıfaüdır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [42]

  1. Bir belâ gelmeyecek sandılar da (hakkı) görmez ve işitmez ol­dular. Sonra Allah onların tevbelerinl kabul etti. Sonra onlar­dan bir çoğu yine (hakkı) görmez ve işitmez oldular. Allah, yaptıklarını görendir.

Yüce Allah’ın: *Bir belâ gelmeyecek sandılar” buyruğunun anlamı şudur: Kendilerinden söz alınmış olan bu kimseler, aziz ve celil olan Allah tarafından çeşitli zorluk ve sıkıntılar ile denenmeyeceklerîni ve belalarla karşılaş­mayacaklarım zannettiler. Onlar bir taraftan: Biz, Allah’ın oğullan ve sevgi­lileriyiz sözlerine üİcbmdiklan için, diğer taraftan uzun süre kendilerine ve­rilen mühlete kandıkları için böyle düşündüler,

Ebû Amr, Hamza ve el-Kisaî; Olmayacak (mealde: gelmeyecek) ke­limesini merfu’ olarak okudukları halde, diğerleri bunu mansub okumuşlar­dır. Merfu’ okuyuş ise, Sandı kelimesinin; Bildi, kesin ola­rak bildi, anlamlarına göredir. İse, şeddeli (ve muhakkak anlamım ifa­de eden.) den tahfif edilmiştir. olumsuzluk edatının gelmesi ise, bunun şeddesiz oluşu dolayısıyla yerini tutmak için (ivaz) gelmiştir Zamirin hazf edilmesi de nahivcilerin, hemen akabinde fiilin gelmesini hoş görmeyişlerin-den ve bu edatın hemen fiilin başına gelme özelliğini taşımayışından dola­yıdır. O bakımdan, bu edat ile fiilin arasına gelmiştir.

Sözü geçen fiili, mansub olarak okuyanlar ise, fiili nasb eden edat­lardan kabul etmişlerdir. Buna göre; “Sandı” fiilini de asıl anlamı olan şüphe ve diğer manaları üzere kabul etmişlerdir.

Sibeveyh der ki: denilirse, “ben onun bunu söylediğini zannettim” anlamına gelir. Dilersen bunu (yani muzari fiili) nasb da edebi­lirsin. en-Nehhas ise der ki:”Sandı” ve benzerlerinde, nahivcilere gö­re daha güzeldir.

Şairin şu beyiünde olduğu gibi:

“Şuan bilin ki, Besbâae (adlı kadın) iddia etti ki, bugün gerçekten ben Yaşlandım ve benim gibileri eğlencelerde hazır bulunmazlar.”

Burada da olduğu gibi ref edilmesinin daha güzel oluşu ve ben­zeri olan diğer fiillerin, kesin bilmek ayarında bir anlam ifade edişleri dola-yısıyladır. Çünkü bu, fiilen sabit olan bir şeydir.

Yüce Allah’ın: GÖrmez ve işitmez oldular.” Yani, hidâyeti görmez, hak­kı da işitmez hale geldiler. Zira onlar, ne gördükl erinde nt ne de işittiklerin­den yararlandılar.

‘”Sonra Allah, onların tövbelerini kabul etti” buyruğunda hazfedilmiş ke­limeler vardır. Yani, Ben başlarına bela getirdim. Bunun üzerine tevbe etti­ler, Allah da kıtlığı sona erdirmek, yahut da iman ettikleri takdirde Allah’ın tevbelerini kabul edeceğine dair kendilerine haber verecek olan Muhammed (sav)’ı göndermek suretiyle tevbelerini kabul etti. İşte “Allah onların tevbe­lerini kabul etti1 buyruğunun açıklaması budur. Yani, iman edip tasdik et­tikleri takdirde Allah tevbelerini kabul eder Yoksa onlar gerçekten tevbe et­mişler, anlamında değildir.

“Sonra onlardan birçoğu yine görmez ve işitmez oldular.” Yani, Muham­med (sav) vasıtasıyla, hakkın kendilerine besbelli oluşundan sonra, “onla­rın pekçoğu görmez oldular, işitmez oldular.” “Bir çok” kelimesinin merfu’ olması, “vav”dan (görmez ve işitmez oldular anlamındaki kelimeler­deki çoğul zamirden) bedel oluşundandır.

el-Ahfeş Said der ki: (Bu) bir kimsenin, Kavmini, onların üçteikisini gördüm, demek gibidir. Arzu edilecek olursa, Bir mübtedâ takdi­ri dolayısıyla da merfu’ olduğu kabul edilebilir. Yani: ya da Körler ve sağırlar aralarında pek çoktur, takdirinde de olabilir.[43]

Dördüncü bir cevap da bunu Beni pireler yediler, şeklin­de söyleyenlerin söyleyişine göre olabilir. Nitekim şairin şu beyitİ de bu kabildendir:

“Ama onun annesi de babası da Diyarıdırlar Havran’da onun akrabaları zeytin yağı sıkarlar.”

Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: ” Zul­medenler, aralarında gizlice danıştılar…” (el-Enbfyâ, 21/3) Kur’an’dan baş­ka yerlerde, Bir çok kelimesinin (benzer cümle kuruluşlarında) hazf edilmiş bir mastarın sıiatı olmak üzere mansûb gelmesi de mümkündür. [44]

  1. Andolsım ki: “Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah’ın kendisi­dir” diyenler kâfir oldular. Halbuki Mesih: “Ey İsrailoğullanl be­nim de Rabbim, sizin de Rabblnlz olan Allah’a ibadet edin” de-mîşti. Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz Allah, cenne­ti ona haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir. Zulmeden­lerin de hiçbir yardımcıları yoktur.

Yüce Allah’ın: “Andolaun ki: ‘Meryem oğlu Mesih, hakikaten Allah’ın kendisidir” diyenler kâfir oldular** buyruğunda sözü geçen, bu sözü söy­leyen fırka Yakubîlerdir.

Yüce Allah onların da kabul ettikleri kafi bir delille bu iddialarını redde­derek şöyle buyurmaktadır: “Halbuki Mesih: Ey İsrailoğullanî benim de Rab­bim sizin de Rabbiniz olan Allah’a İbadet edin” demişti.

Yani Mesih’in kendisi: Rabbim, Ey Allah’ım diyen bir kimse olduğuna gö­re, nasıl olur da kendi kendisine dua edebilir ve kendisinden isteklerde bu­lunabilir? Bu imkânsız bir şeydir.

“Çünkü kim Allah’a ortak koşarsa…” Bir görüşe göre bu buyruklar da Hz. İsa’nın sözleri arasında yer alır. Bir diğer görüşe göre, yüce Allah Hz. İsa’nın sözünü naklettikten sonra kendisi söze devam buyurmuştur. Şirk koşmak ise, O’nunla birlikte bir var edicinin varlığına inanmak demektir.

“Mesih” kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar daha önce Âl-i îmran Sû-resi’nde (3/45-46. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunduğundan tekrarlamanın anlamı yoktur.

“Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur. [45]

  1. “Allah, gerçekten üçün üçüncüsüdür, diyenler1′ de andolsun kâ­fir oldular. Halbuki, bir tek ilâhtan başka hiçbir İlâh yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara an dolsun ki, pek acıklı bir azap dokunacaktır.

74- Hâlâ Allah’a tevbe etmeyecek ve O’ndan mağfiret dilemeyecek­ler mi? Halbuki Allah, günahları bağışlayandır, mağfiret edendir.

Yüce Allah’ın: “Allah, gerçekten üçün üçüncûsüdvr, diyenler de an­dolsun kâfir oldular.” Üç ilahın biridir, anlamındadır. Burada üçün­cü kelimesinin tenvinli okunması, ez-Zeccâc ve başkalarından nakledildiği­ne göre caiz değildir. Ancak, bu hususta araplarm bir başka kullanımları da vardır. Onlar: Üçün dördüncüsü derler Buna göre, cer ve nasb da caizdir. Zira, bunun anlamı, onlardan birisi olmak suretiyle üçü dört yapan kişi dernektir. Aynı şekilde; İkinin üçüncüsü denilmesi halinde de tenvinli gelmesi caizdir.

Bu görüş, hıristiyan fırkalarından olan Melkânî, Nasturî ve Yakubîlerin gö­rüşüdür Çünkü bu fırkalar, Baba, Oğul ve Ruhul- kudüs bir tek ilahtır, der­ler Bunlar, ayrı ayn üç ilahtır demezler, Mezheblerinden anlaşılan budur. An­cak bunu kabul etmek ve itiraf etmek onlar için kaçınılmaz olduğu halde> bu­nu sözlü olarak ifade etmekten kaçınırlar. Bu durumda olan kimselerin ise, söylemeleri gereken ifadeyi de dile getirmeleri gerekir. Zira onlar, oğul bir ilah, baba bir ilah ve Ruhu’ul kudüs bir ilahtır, derler. Bu husustaki açıkla­malar, daha önce en-Nisâ Sûresi’nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır

Allah bu sözü söyledikleri için onların kâfir olduklarını ifade ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“Halbuki bir tek ilahtan başka hiçbir İlâh yoktur.” Yani, az önce geçti­ği gibi, onların iddîalanna göre -bunu *özlü olarak açıkça ifade etmeseler da­hi- üç ilâhı kabul ettiklerini söylemek zorunda olmakla birlikte, ilâh birden

çok değildir. eUBakara Sûresinde “vâhid : bir, tek” kelimesinin anlamına da­ir açıklamalar, (2/163- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Buradaki; (5-) edatı zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur). Kur’ân-t Kerîm dışında benzer ibarelerde istisna olmak üzere Bir tek ilah denilmesi mümkündür. eUKisaî, bedel olmak üzere; esreli okuyuşa da uygun kabul etmiştir.

  • Eğer vazgeçmezlerse” yani, testîsi söylemekten geri durmayacak olurlar­sa, andolsun ki dünyada da ahirette de onlara pek acıklı bir azap dokuna­caktır.

“Hâlâ… tevbe etmeyecekler mi”? Bu, hem onların durumunu anlatmak­ta, hem de onlara bir azardır. Yani, artık Ona tevbe etsinler ve Ondan gü­nahlarım bağışlayıp örtmesini dilesinler. Maksat, aralarından kâfir olanlar, kü­fürde İsrar edenlerdir. Özellikle kâfirlerin sözkonusu edilmesi ise, bu sözle­ri söyleyenlerin (aralarından iman edenlerin değil de) kâfirler oluşundan dolayıdır. [46]

  1. Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bizim, âyetleri onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da onların nasıl döndürüldükle­rine bir bakî

Yüce Allah’ın: “Meryem oğlu Mesih, bir rasûlden başka bir şey değildi. Ondan,önce de rasûller gelip geçmiştir” buyruğu, mübtedâ ve haberdir. Ya­ni Mesih, her ne kadar mucizeler göstermiş bir kimse ise de bütün peygam­berler mucize göstermişlerdir. Eğer o bir ilah olsaydı, o halde bütün peygam­berlerin de ilah kabul edilmesi gerekirdi. İşte bununla, hem onların sözle­ri reddedilmekte, hem de onlara karşı bir delil gösterilmektedir.

Daha sonra, delil getirmekte işi ileriye götürerek şöyle buyurmaktadır: “Anası ise sıddîka (dosdoğru) bir kadındı.” Bu da mübtedâ ve haberdir. “İki­si de yemek yerlerdi.” Yani o, hem bîr anadan doğmuştur, hem de onun RabbiT sahibi vardır. Analar tarafından doğurulup yemek yiyen bîr kimse ise, di­ğer yaratıklar gibi sonradan varedilmiş, sonradan yaratılmış demektir. Onlar­dan hiçbir kimse bunu reddedememektedir. Peki, kendisi Rabbe kul olan bir kimse, nasıl Rabb olabilir?

Hıristiyanların iddia ettikleri: O, Nasûtu (insan kimliği (ile) yemek yerdi, lahûtu (ilah kimliği ile) değil şeklindeki sözlerine gelince bu, onların işi ka­tışıklığa götürmeleridir. Hiçbir şekilde ilah olan ilah olmayana karışmaz. Eğer kadimin muhdese (ezelî olanın sonradan yaratılmışa) karışması mümkün ol­saydı, kadimin de muhdes olması mümkün olurdu. îsa hakkında bu düşünülebilirse, başkası hakkında da düşünülebilmelidir. Öyle ki: Lahût, her muhdese karışmıştır denilebilmelidir.

Bazı müfessirler de yüce Allah’ın: “İkisi de yemek yerlerdi” buyruğunun büyük ve küçük abdest yaptıklarından kinaye olduğunu söylemişlerdir. İş­te bunda da her ikisinin de birer beşer olduğuna delalet vardır, Meryem, ka­dın bir peygamber değildi diyenler de, yüce Allah’ın: “Anası ise sıtldîkabir kadındı” buyruğunu delil göstermişlerdir.

Derim ki: Ancak bunun delil olması tartışılabilir. Çünkü, İdris (a.s) gibi; peygamber bir kadın olmakla birlikte sıddîka olması da mümkündür. Nite­kim Âl-i tmran Sûresi’nde (3/42. âyetin tefsirinde) buna delâlet eden açık­lamalar geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Ona “sıddîka1′ denilişinin sebebine gelince, Rabbinin âyetlerini çokça tas­dik etmesi ve oğlunun kendisine haber verdiği hususları da aynı şekilde doğ­rulaması idi. Bu açıklamalar el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allahtır.

“Bizim, âyetleri (kesin delillerO onlara nasıl açıkladığımı/a bir baki. Son rada onların nasıl döndürüldüklerine bir baki” Yani, bu açıklamalardan sonra haktan nasıl çevirildiklerini bir gör. Döndürme fiilini ifade eden keli­me Onu döndürdü, döndürür, şeklinde kullanılır.

Bu buyruklar, Kaderiyye ve Mu’tezile’nin kanaatlerini reddetmektedir. [47]

  1. De ki: “Allah’ı bırakıp da sizt hiçbir fayda ve hiçbir zarar ver­meye gücü yetmeyen şeye ibadet mi ediyorsunuz? Halbuki Al­lah, işitendir, hakkıyla bilendir.”

Yüce Allah’ın: “De ki: Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda ve hiçbir za­rar vermeye gücü yetmeyen şeye mi ibadet ediyorsunuz?” buyruğu, açık­lamaları ve onlara karşı delil ortaya koymayı daha da ileriye götürmektedir. Yani sizler, İsa’nın bir zamanlar annesinin karnında bir cenin olduğunu, hiç­bir kimseye bir fayda ve bir zarar veremediğini kabul etmektesiniz. İsa’nın geçirdiği hallerden bir halde, işitmez, görmez, birşey bilmez, fayda sağlamaz, zarar vermez bir durumda olduğunu kabul ettiğinize göre, siz onu nasıl ilâh edindiniz?

“Halbuki Allah, işitendir, hakkıyla bilendir. Yani Of ezelden beri işiten­dir, bilendir. Fayda ve zarar verebilendir. İşte ancak bu niteliğe sahip olan gerçek aniamda ilâh olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [48]

  1. De ki: “Ey kltab ehli, dinînizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan önce sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve son­ra da dümdüz bir yoldan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın!”

Yüce Allah’ın: “De ki: Ey kitab ehli, dininizde haksız yere haddi aşma­yın** yani, yahudi ve hıristiyanların İsa hakkında aşırıya gittikleri gibi siz de aşın gitmeyin.

Yahudilerin aşırıya gitmeleri, Hz. İsa hakkında onun nikâhlı evlilik sonu­cu dünyaya gelmiş bir çocuk olmadığını söylemeleridir. Hıristiyanların aşı­rıya gitmeleri ise, O’nun ilâh olduğunu iddia etmeleridir.

Aşırıya gitmek (ğuluv), haddi aşmak, sınırı çiğneyip geçmek demektir. Bu­na dair açıklamalar, en-Nİsa Sûresi’nde (4/171. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah’ın:”… Bir kavmin hevâlarına uymayın” buyruğundaki hevâ-lar (ehvâ), hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar el- Bakara su­resinde (2/87. âyetin tefsirinde”) geçmiş bulunmaktadır. Hevâ’ya bu adın ve­riliş sebebi, sahibini ateşe kadar götürmesinden (aynı kökten gelen ve uçu­rumdan yuvarlamak anlamını veren yelıvî fiili ile İzah etmektedir) dolayıdır.

“Bundan önce sapıklığa düşmüş” buyruğuyla yahudiler kastedilmektedir. “Bir çok kimseyi saptırmış” yani insanların çoğunu da sapıklığa götürmüş, “ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın.’

Yani, Muhammed (savVın doğru ve mutedil yolundan sapagelmiş bir kavmin nevalarına uymayın. “Sapıklığa düşmüş” anlamının tekrarlanması şu demek­tir: Bunlar, önceden sapıtmış oldukları gibi sonradan da sapıtmışiardır. Mak­sat ise, sapıklığı ilk olarak ortaya koyan ve sapıklığın gereğini yapan, böy­lelikle de sapıklık yolunu açan yahudi ve hıristi yani arın geçmişteki ileri ge­lenleri, önderleridir.[49]

  1. İsraİloğuüanndan kâfir olanlar, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı idi.

Yüce Allah’ın; “İsrailoğullarındaa kâfir olanlar, Davud’un ve Meryem oğ­lu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir” buyruğu ile ilgili açıklanacak tek bir hu­sus vardır. O da; peygamberlerin soyundan gelenler olsalar dahi, kâfirlere la­net okumanın caiz olduğu nesebin kazandırdığı şerefin, bu gibi kâfirler hakkında mutlak olarak lanetlemeye engel olmadığıdır.

“Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle” buyruğunun anlamı ise: Ze-burada da İncil’de de bunlara lanet edilmiştir demektir. Çünkü Zebur Hz. Da­vud’un dili, İncil de Hz. İsa’nın dili demektir. Yani Allah onlara her iki kitap-da da lanet etmiştir. Bu kelimelerin (Zebur ve İncil’in) türeyişleri daha ön­ceden açıklanmıştır.

Mücahid, Katade ve başkaları der ki: Onlara lanet edilmesi, maymunlara ve domuzlara dönüştürülmeleri demektir. Ebu Malik de der ki: Hz. Da­vud’un diliyle lanete uğrayanlar maymunlara dönüştürüldüler. Hz. İsa’nın di­liyle lanete uğrayanlar ise domuzlara dönüştürüldüler.

İbn Abbas da der ki: Dâvud diliyle lanet edilenler Ashabu’s-Sebt yani, cu­martesi yasağını çiğneyenlerdir. Hz. İsa’nın diliyle lanet edilenler ise, Hz. İsa’ya sofranın (Maidenin) indirilişinden sonra o mucizeyi inkâr edenlerdir. Buna benzer bir rivayet, Peygamber (sav)’den de nakledilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Muhammed (sav)’ı inkâr eden önct.-kiler de sonrakiler de Dâvud ve İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdir. Çünkü, bunların hepsine Muhammed (sav)’ın Allah tarafından gönderilecek bir peygamber olduğu bil­dirilmişti. O bakımdan bu iki peygamber de Muhammed (sav)’a kâfir olan­ları la netle mislerdir.

Yüce Allah’ın: “Bu onların isyan etmeleri…nden dolayı idi” buyruğuna gelince, buradaki Bu, mübtedâ olarak ref mahallindedir. Yani, onla­ra yapılan bu lanet, isyan etmelerinden ötürüdür. Bir mübtedâ takdiri de müm­kündür. Yani, durumun böyle olması, onların isyan etmelerinden dolayıdır. Nasb mahallinde olması da mümkündür. Yani: İsyanları ve haddi aşmaların­dan dolayı Biz onlara bunu yaptık, demektir. [50]

79- Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçir­meye çalışmazlardı. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötü bir şeydi!

Yüce Allah’ın: «Onlar, işledikleri herhangi bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı” buyruğuna dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [51]

1- Münkerden Sakındırmanın Gereği:

Yüce Allah’ın: “Onlar… birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı.” Yani, biri ötekini kötülükten vazgeçirmeye gayret etmezdi. “Onlartn yapmakta ol­dukları gerçekten ne kötü bir şeydi” buyruğu da kötülükten sakındırmayı terkettiklerinden dolayı bir yergidir. Onlardan sonra gelenler de onlar gibi davranacak olurlarsa, aynı şekilde yerilirler.

Ebu Dâvud Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sulullah (sav) buyurdu ki: “îsrailoğullanrun ilk eksikliği şöyle başlamıştı. On­lardan birileri (münker işleyen) birisini ilk gördüğünde ona: Ey filan, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şu işi terket. Çünkü bu işi yapmak senin için he­lal değildir der, fakat ertesi günü onunla karşılaşır, ancak bu durumu, onun­la birlikte oturup yiyip içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bu işi yapınca, Allah da onların kalplerini birbirine çarptı.” Daha sonra Hz, Peygamber: “İs-railoğullarından kâfir olanlar Davud’un ve Meryem oğul İsa’nın diliyle la­netlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayı İdi.” (el-Maide, 5/78) buyruğundan itibaren: “Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir” (el-Maide, 5/Sl) âyetine kadar olan bölümleri okuduktan son­ra göyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim kî hayır (böyle olmaz), ya iyiliği em­reder, kötülükten alıkoyar, zalimin elini tutarak onun hakkın dışına çıkma­sına fırsat vermez, yalnızca hak işlemeye mecbur edersiniz, yahut da Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar ve onları lanetlediği gibi sizi de lanet­ler.” Bu hadisi Tirmizî de rivayet etmiştir.[52]

2- Münkerden Alıkoymanın Hükmü:

İbn Atiyye der ki: Gücü yeten, kendisine ve müslümanlara zarar gelmeye­ceğinden emin olan kimse için kötülüğü sakındırmanın (nehy anil münker yapmanın) farz olduğu hususunda icma gerçekleşmiştir. Şayet bir kötülük gel­mesinden korkacak olursa, kalbiyle ona karşı çıkar ve o münker işleyen kim­seden uzak kalır, onunla birlikte oturup kalkmaz. İleri derecedeki ilim sahi­bi kimseler de şöyle demiştir: Kötülükten alıkoyan kimsenin hiçbir masiyet işlemeyen bir kimse olması şartı yoktur. Aksine, isyankâr kimseler de birbir­lerini kötülükten alıkoymaya çalışmalıdırlar.

Kimi usul alimleri de : Birbirleriyle kadeh tokuşturanların da bu işten vaz­geçirmeye çalışmaları bir farzdır, der bu âyet-i kerimeyi delil göstererek şu­nu söylerler: Çünkü yüce Allah’ın: “Onlar işledikleri herhangi bir kötülük­ten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı” buyruğu, bu işi işlemekte ortak olmalarını ve birbirlerini bu kötülükten vazgeçirmeyi terkleri dolayı­sıyla yerilmiş olmalarını gerektirmektedir.

Yine âyet-i kerimede, günahkârlarla oturup kalkmanın yasaklığına ve on­ları terk edip onlardan uzaklaşmanın emredildiğine delil vardır. Yüce Allah bunu, yahudilerin yaptıklarını reddeden bir üslup İle indirdiği şu buyruğun­da daha da pekiştirmektedir: “Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün.”

“Oldukları şey” buyruğundaki “O): Şey” lafzının nasb mahallin­de ondan sonraki ifadelerinde ona sıfat olması mümkündür. İfade: “Onların yaptıkları o şey, gerçekten de kötü idi” takdirin de otur. Ya da ret’ mahallinde ve; anlamında olması da mümkündür. [53]

  1. Onlardan birçok kimsenin kâfirleri veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı şey ne kötü şeydir! Çünkü Allah onlara gazap etmiştir. Azapta da ebedi kalıcıdırlar.

Yüce Allah’ın: “Onlardan yani, yahudilerden “birçok kimsenin” Kâ’b b. el-Eşref ve arkadaşları diye açıklandığı gibi, Mücahid, münafıkların kastedil­diğini ifade etmiştir. “Kâfirleri” yani, dinleri üzerinde olmadıkları halde müd­rikleri, “veli edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine hazırladığı

şey” yani, güzel ve süslü gösterdiği şey “ne çirkin şeydir!” Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kendileri için ve öldükten sonraki hayatları için dün­yadan gönderdikleri şey ne kadar kötüdür.

Yüce Allah’ın: “Çünkü Allah onlara gazab etmiştir”

buyruğundak edatı şu sözde olduğu gibi birjmibteda takdirine bina­en ref mahallindedir: “Zeyd ne kötü bir adamdır.”

Şöyle de denilmiştir: Bu, yüce Allah’ın; “Ne kötü” (den) sonra ge­len O) dan bedeldir. Ancak, bu edatın nekire kabul edilmesi gerekir ve yi­ne o takdirde ref mahallinde olur.

Bunun “Çünkü Allah onlara gazab etmiştir” anlamın­da nasb mahallinde olması da mümkündür. (Meal buna göre yapılmıştır).

“Azapta da ebedi kalıcıdırlar” buyruğu da mübtedâ ve haberdir.[54]

  1. Eğer Allah’a, Peygamber’e ve O’na indirilene iman etmiş olsa­lardı, onları veli edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir.”

Yüce Allah’ın: “Eğer Allah’a, Peygamber’e ve O’na indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi” buyruğu; bir kâfiri veli edinen bir kim

senin onun inandığı gibi inanması ve yaptığı işlerden razı olması, halinde; kâfir olduğuna delâlet etmektedir.

“Fakat onların birçoğu fa sık kimselerdir.” Yani, getirdiği buyrukları tahrif ettikleri için kendi peygamberlerine iman etmenin dışına çıkmış, yahut da münafıklıkları dolayısıyla, Mulıammed (sav)’a imanın dışına çıkmış kimselerdir. [55]

  1. Andolsun, insanlar arastada iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacak­sın. İman edenlere sevgi (beslemeleri) bakımından en yakınla­rını da: “Biz hıristiyanlarız” diyenleri bulacaksın. Bu, arala­rında keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük tas-lamamalarındandtr.

Yüce Allah’ın: “Andolsun, İnsanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler… ol­duğunu bulacaksın” buyruğunda geçen ‘İâm” harfi, kasem (yemin) la­mı’dır. el-Hali! ve Sibevyeh’in görüşüne göre, fiilin sonunda gelen “nun” ise, hal ile müstakbel (gelecek) arasındaki farkı göstermek için gelmiştir.

“Düşmanlık (bakımından)” buyruğu ise temyiz olarak mansub gel­miştir. Aynı şekilde: “İman edenle­re sevgi bakımından en yakınlarını da: Biz hıristiyanlarız, diyenleri bu­lacaksın” buyruğu da böyledir. [56]

Âyetin Nüzul Sebebi:

îbn İshâk’ın Sîyret’i ve diğerlerinde meşhur olduğuna göre bu âyet-i ke­rime, müşriklerden ve onların işkencelerinden korkarak müslümanlann bi­rinci Habeşistan Hicreti diye bilinen hicretleri esnasında Necaşî’nin ve ar­kadaşlarının yanına gitmeleri üzerine; onlar hakkında nazil olmuştur. Sayı­ca az değillerdi. Daha sonra Rasulullah (sav) Medine’ye hicret etti, fakat ken­dileri Hz. Peygamber’e ulaşamadılar. Çünkü Rasulullah (say) ile kendileri ara­sına (yani yanma gitmelerine) ortadaki savaş hali engel olmuştu.

Bedir vakasında Allah’ın takdiri ile kâfirlerin ileri gelenleri öldürülünce, Kureyş kâfirleri şöyle dediler. Sız, intikamınızı Habeşistan topraklarında alabilirsiniz. Necaşî’ye bir takım hediyeler ile aranızdaki görüş sahibi kimselerden iki kişi gönderiniz. Belki yanında bulunanları size verir ve siz de Bedirde siz den öldürülenlere karşılık onları öldürebilirsiniz. Bunun üzerine Kureyş kâ­firleri, Amr b. el-Âs ile Abdullah b. Ebi Rebia’yı bir takım hediyelerle gönder­diler. Peygamber Csav) da bunu işitince, Amr b, Umeyye ed-Damrfyi (Habe­şistan’a) gönderdi ve onunla bidikte Necaşîye verilmek üzere bir mektup ver­di. Amr b. Umeyye, Necaşî’nin yanına vardı. Ona Rasulullah (sav)’m mektu­bunu okudu. Daha sonra da Cafer b, Ebi Talib ile Muhacirleri çağırdı. Ayn-ca, rahiplere ve keşişlere de haber göndererek onları bir araya topladı. Arka­sından Cafer’e bunlara Kur:ân-ı Kerim okumasını emretti. O da Meryem Sû-resi’ni okudu. Yerlerinden gözleri yaşla dola dola kalktılar. İşte yüce Allah: İman edenlere sevgi beslemeleri bakım nidan en yakınlarını da: Bi/ hris-tîyanlanz diyenleri bulacaksın âyetini bunlar hakkında indirdi. Bunu: “Ar­tık bizi şakid olanlarla beraber yaz” (el-Mâide 5, 83) buyruğunu okudu.

Bu hadisi Ebu Dâvud şöylece senedini zikrederek rivayet etmiştir: Bize, Mu-oanımed b. Seleme el-Muradî anlattı, dedi ki: Bize İbn Vehb anlattı dedi ki: Bana Yunus, İbn Şihab’dan haber verdi, fbn Şihab, Ebu Bekr b. Abdurrah-man b. el-Haris b. Hişam ile Said b. el-Müseyyeb ve Urve b. ez-Zübeyr’den naklettiğine göre ilk hicret, müslü mani arın Habeşistan’a yaptıkları hicrettir.., dedikten sonra hadisi uzun uzadıya nakletti.[57]

Beyhakî de İbn îslıâk’tan naklederek der ki: Peygamber (sav) Mekke’de bulunduğu sırada Habeşistanda durumunun duyulması üzerine yirmi veya ona yakın sayıda hıristiyan, huzurana gelmişlerdi. Onu Mescidde buldular. Onun­la konuştular, sorular sordular. Kureyş’ten bazı kimseler de Kâ’benin etrafın­daki sohbet meclislerinde oturuyorlardı. Bu hırisUyanlar, Rasuîulİah tsav)’a sormak istedikleri sorulan bitirince, Rasulullah (sav) onları çağırdı, onlara Kur’an-ı Kerim okudu. Kur’an-ı Kerim’i dinleyince, gözleri yaşla doldu. Son­ra Hz. Peygamberin davetini kabul edip ona iman ettiler, onu tasdik ettiler. Kitaplarında durumuna ait niteliklerin onda bulunduğunu gördüler. Hz. Peygamberin yanından kalkıp gittiklerinde Ebu Cehil, Kureyşli bir gurup ile birlikte karşılarına çıkıp onlara şöyle dediler: Allah sizin gibi kafileyi iflah et­tirmesin. Geride bıraktığınız sizin dindaşlarınız sizi kendileri adına bu ada­ma dair haberleri kendilerine götürmek üzere gönderdiler. Fakat siz, onun-h oturur oturmaz hemen dininizi bıraktınız ve size söyledikleri şeylerde onu doğruladınız. Sizden daha ahmak bir kafile bilmiyoruz dediler; -ya da buna benzer şeyler söylediler. Bunun üzerine şu cevabı verdiler: Selam sizlere. Biz, sizinle cahillik yarışına girmeyeceğiz. Bizim amellerimiz bizim, sizin amel­leriniz sizindir. Biz, kendi adımıza iyilik yapmaktan geri durmayız.

Denildiğine göre, bu gelen kafile Necranlı hıristiyanlardan idi. İşte: “Ön­ceden kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar… Size selam ol­sun. Biz cahilleri aramayız” (el-Kasas, 28/52-55) âyetlerinin, bu kimseler hak­kında nazil olduğu da söylenmektedir.

Yine denildiğine göre, Cafer ve arkadaşları, Peygamber (sav)’ın huzuru­na üzerlerinde yün elbiseler bulunduğu halde yetmiş kişi ile birlikte geldi­ler. Aralarında altmış ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şamlı idiler. Şamlı olanlar ise, Rahib Bahira, İdris, Eşref, Ebrehe, Sümame, Rusem, Dureyd ve Eymen adındaki kimseler idiler. Rasulullah (sav) bunlara Yâsîn Sûresi’ni sonuna ka­dar okudu. Onlar da Kur’an-ı Kerimi dinleyince ağladılar ve iman edip şöy­le dediler: Bu, İsa’ya inenlere ne kadar da benziyor. Bunun üzerine hakla­rında: “Andolsun insanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddet­li olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu bulacaksın. îman edenlere sevgi bakımından en yakınların ı da: Biz lııristiyanlarız diyenleri bulacak­sın” âyeti nazil oldu. Yani, Necaşî’nin gönderdiği heyet hakkında bu buyruk nazil olmuştur. Bunlar ise manastırlarda yaşayan kimselerdi.

Said b. Cübeyr de der ki: Yine yüce Allah bunlar hakkında; “Ondan önce kendilerine kitap verdiğimiz kimseler ona inanıyorlar… işte bunlara iki ke re ecirleri verilir…” (el-Kasas, 28/52-54.) âyetlerini indirdi.

Mukatil ve el-Kelbî der ki: Bunlar, Necran’lı Haris b, Ki’boğullanndan, kırk, Habeşistanlılardan otuz iki, Şam halkından da altmış sekiz kişi idiler.

Katade ise der ki: Bu âyet-i kerime kitab ehlinden olup, İsa’nın getirmiş olduğu hak şeriat üzere bulunan bir takım kimseler hakkında inmiştir.. Al­lah, Muhammed (sav)’ı peygamber olarak gonderince ona iman ettiler, Yü­ce Allah da onlardan övgü ile sözetti.

Yüce Allah’ın Bu, aralarında keşişlerin, rahiple­rin olmasından…” buyruğunda geçen; Kesifler lafzının tekili; ‘dır. Kutrub bu açıklamayı yapmıştır. Keşiş (Kıssis), bilgin demek­tir. Bu kelimenin aslı, bir şeyi izleyip onu ele geçirmek İstemek demek olan; den gelmektedir.

Şair recez vezninde şöyle demiştir:

0 kadınlar eziyet verici {laf alıp götürme) lerden, bunların arkasına takılmaktan habersizdirler.”

İse, geceleyin seslerine ne söylediklerini anlamak için kulak verdim demektir. Nemime (laf alıp götürmek) demektir. Yine kiss, din ve ilim bakımından hıristiyanlıkta bir makamın adıdır Çoğulu şeklinde gelir. da böyledir. Buna göre, Âlim ve âbidiere tabi olanlar, onlann arkalarından gidenler demektir. kelime­sinin çoğulu kırık şeklinde de kullanılır. Burada çoğulda gelmesi gereken iki “sin”den birisi “vav”a değiştirilmiştir. Bunun aslı ise, şek­lindedir İki “sineden birisini “sin”lerin çokluğu dolayısıyla “vav”a dönüştür­müşlerdir.

lafzı ya arapçadır veya rumca olup, araplar bunu dillerine katmış­lar; böylelikle bu kelime de onlann dillerinden bir kelime haline gelmiştir. Zira Kitab-ı Kerimde (mukkaddime bölümünde) geçtiği üzere arapça olma­yan bir kelime yoktur. Ebu Bekr el-Enbârî der ki; Bize babam anlattı: Bize, Nasr b. Dâvud anlattı: Bize Ebu Ubeyde anlattı dedi, Tel: Muaviye b, Hişam’dan bana nakledildiğine göre, Muaviye, Nusayr et-Tai’den, ot es-Salt’dan, o. Ha­miye b. Rebat’tan naklen dedi ki; Ben, Selman’a: “Bu aralarında keşişlerin ve rahiplerin olmasından….dır* buyruğunu okudum dedi ki: Şu keşişleri manastırlarda ve mihrablarda bırak da onu bana Rasulullah (sav): Bu, aralarında sıddîklerin ve rahiplerin olmasından..,dır” diye okuttu,”

Urve b. ez-Zübeyr de der ki: Hıristiyanlar İncil’i kaybettiler. Ve ona İncil’den olmayan şeyleri sokuşturdular. İncil’i değiştirenler dört kişi idiler. Bunlar ise, Lükas, Markos, Yuhannas ve Mekbus’dur, CMinyos diye bilinen Matta olma­lıdır), geriye ise bir tek keşiş hak ve istikâmet üzere kaldı. İşte kim onun di­ni ve yolu üzere kalmaya devam ettiyse, ona da keşiş Ckıssîs) denilir.

Yüce Allah’ın: “Rahiblerin” buyruğuna gelince, Rahibler (er-Ruhbân)t râhib kelimesinin çoğuludur. Şair Nâbiğa söyle demiştir:

“Eğer o (kadın) yaşım başım almış ve kadınlardan kendisini uzak

Tutarak ilâha ibadete yönelmiş bir rahibe görünecek olursa,

Uzun uzun ona bakıp durur ve tatlı sözünü (dinlemeye koyulur) ve o,

Bununla doğru yol üzre olmasa dahi, bu yaptığının doği-u olduğunu zannederdi.”

Bu isimden fiil şeklinde yapılır. Allah’tan korktu, demektir. Mastarları da şeklinde gelir.

Ruhbanlık (rahbaniyet) ve ruhbanlık etmek (terahhub) ise, bir manastır­da ibadete çekilmek anlamındadır. Ebu Ubeyd der ki: Bazan “ruhban” keli­mesi hem tekil, hem de çoğul İçin de kullanılır, el-Ferrâ ise der ki; Eğer ruh­ban kelimesi tekil için kullanılırsa çoğulu -kurban ve karabin kelimesinde ol­duğu gibi- Rehabine ve Rehâbîn şeklinde gelir. Cerir de bu kelimenin ço­ğulunu şöylece kullanmaktadır:

“Seni görseler eğer Medyen’in rahipleri de inerler Ayaklarının bir bölümü beyaz olan dağların zirvelerindeki yaşlanmış dağ keçileri de inerler.”

Bir diğeri de ruhbanı tekil kullanarak şöyle demektedir:

“Şayet dağlardaki manastırda bulunan rahibi görecek olsa, O raMb dağdan dua ede ede yürüyerek aşağı inerdi.”

Rahâbet ise, karnın üst tarafında, şekli dili andıran göğüsteki bir kemiğin adıdır.

Bu buyruk, aynı zamanda aralarından küfürleri üzere ısrar edenler İçin de-ğil de yalnızca Muham.med’e iman edenler için bir övgüdür, İşte bundan do­layı: “Ve onların büyüklük taslamamalanodandır* yani, hakka bağlanmak­ta büyüklük taslamamalanndandır, diye buyurmuştur. [58]

83- Peygambere indirileni işittiklerinde hakkı bildiklerinden göz­lerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz, İman ettik. Artık bizi şah id olanlarla beraber yaz.”

Şanı yüce Allah’ın: “Peygambere indirileni işittiklerinde, hakkı bildik-

lerinden, gözlerinin yaşla dolup taktığını görürsün” buyruğundaki:

“Yaşla” ifadesi hal konumundadır.

“Derler ki” buyruğu da böyledir. Şair İmruu’1-Kays der ki:

“Özlem duyarak gözyaşlarını taştı da

Bağrıma düştü, hatta gözyaşlarını kılıcımın kınını dahi ıslattı.”

Yine aynı kökten gelen “müstefl(d) haber” de çokluktan dolayı suyun taş­ması gibi çoğalan ve yayılan haber demektir.

İşte ilim adamlarının hali budur. Onlar ağlarlar, fakat baygın düşmezler. Al­lah’tan dilerler. Fakat, feryad ve figan etmezler. Üzüntülü görünürler, fakat cenaze imiş gibi bir görüntü vermezler.

Nitekim yüce Allah: “Allak sözün en güzelini:, müteşabih, tekrar tekrar edi­len bir kitap halinde indirmiştir. Ondan ötürü Rabblerinden korkanların derileri titrer. Sonra Allah’ın zikrine derileri ve kalpleri yumuşar” (e^Zü-mer, 39/23) diye buyurmaktadır.

Bir başka yerde de: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı za­man kalpleri titrer…” (el-Enfal, 8/2) diye buyurmuştur. Yüce Allah’ın izniy­le ileride en-Enfal Sûresi’nde (sözü geçen âyetin tefsirinde) buna dair açık­lamalar gelecektir. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerimelerde, kâfirler arasında müslümanlara karşı en katı, inatçı ve ileri derecede düşman olan kimselerin yahudiler olduklarını, müşriklerin de bunlara benzediklerini açıkladığı gibi, sevgi bakımından onlara daha yakın olanlarının ise hıristiyanlar olduklarını açıklamaktadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Yüce Allah’ın: wArtik bizi şahid olanlarla beraber yaz” buyruğuna gelin­ce, bizi de hakk ile şahidlik yapan Muhammed (sav)’ın ümmeti ile birlikte yaz demektir. Bununla kendilerini yüce Allah’ın: “Böylece sizi vasat bir üm­met kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız” (et-Bakara, 2/143) buyruğunda geçen şahidler arasına katmasını istemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas ve îbn Güreyc’den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: İman ile şahid­lik eden kimselerle beraber yaz, demektir, Ebu Ali de der ki: Peygamberim ve Kitabım doğrulayarak şahidlik eden kimselerle beraber yaz, demektir,

“Bizi… yaz kılr demektir. O bakımdan bu, yazılıp tedvin edilen şey gi­bi bir anlam ifade eder. [59]

  1. Rabbİmizin bizi de salihler topluluğu ile birlikte (cennete) sok­masını ütnid edip dururken, ne diye Allah’a ve bize gelen hak­ka iman etmeyelim?

Şanı yüce Allah’ın: “… ne diye Allah’a ve bize gelen hakka iman yelim” buyruğu, onların din hususundaki basiretlerini açıklamaktadır. Yani, biz ne diye iman etmeyelim? Yani, ne diye imam terkedelim; derler. Buna gö­re “(£rfjJ): İman ederiz” kelimesi, burada hal olajak nasb mahallin dedir

“Rabbimizln bizi de sal i hler topluluğu ile birlikte (cennete) sobrnüi ümidedlp dururken.” Yani, Muhammed ümmeti ile birlikle … demektir. Buı-na delil de yüce Allah’ın: “Muhakkak arza Benim satıh kullarım ryıirasçı ala­caktır” (.el-Enbiya, 21/105) buyruğunda Muhammed ümmetini kastetmiş el­masıdır.

Bu ifadelerde hazf edilmiş kelimeler vardır. Yani biz, Rabbimizin bm. cennete sokmasını ümid edip dururken…. demektir.

Buradaki “Birlikte” lafzının, “Arasında” anlamında olduğun söylenmiştir. Emiri karşılayanlarla birlikte idim, anlamam­da kullanılması gibi, tttlmid etmek anlamındaki tama’ın masum şekillerinde gelebilir. [60]

  1. Allah da onları söylediklerinden dolayı, altından nehirler akan cennetleri, orada ebedî kalmak üzere onlara mükâfat olarak ih­san etti. İşte ihsan edenlerin mükâfatı budur.
  2. Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ate­şin arkadaşlarıdırlar.

Yüce Allah’ın; “Allah da onları söylediklerİaden dolayı… cennetleri… onlara mükâfat olarak İhsan etti” buyruğu, onların imanlarının îhlasına ve

sözlerinin doğruluğuna bir delildir. Yüce Allah, onların dileklerini kabul et­ti, umduklarını gerçekleştirdi, îşte ihlaslı bir şekilde iman edip, doğru sami­mi bir yakîne sahip olan herkesin mükâfatı cennet olur.

“Kâflrohıp” yalıudi, hıristiyan ve müşrikler arasından küfürde kalıp, “âyet­lerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o çılgın ateşin arkadaşlarıdırlar.” Çılgın ateş (el-Cahîm) oldukça şiddetli yanan ateş demektir. Ateşi şiddet­le yakmayı ifade etmek üzere Filan kişi ateşi kızıştırdı, deni-iir. Aynı şekilde aşın derecede parıldadığından dolayı arslanın gözüne de; denilir. Aynı tabir, savaş hakkında da kullanılır. Şair der ki:

“Savaş öyle bir şey ki, onun alevli ateşi içerisinde kalanın Ne hayal kurması olur, ne de sevinip coşması, Ancak tehlikeli hallerde çok dirençli yiğitler ile Tırnağı sağlam at kalır. [61]

  1. Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı o en temiz ve en gü­zel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah had­di aşanları sevmez.

Yüce Allah’ın; “Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın” buyruğuna dair açık­lamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [62]

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Taberî’nin, İbn Abbas’a kadar ulaşan bir sened ile naklettiğine göre âyet-i kerime, Peygamber (say)’a gelip şöyle diyen bir kişi hakkında nazil olmuştur: Ey Allah’ın Rasulü, ben et yedim mi, cinsi isteğim harekete geçer ve şehvetim bana galip gelir. O bakımdan et yemeyi haram kıldım. Bu-nun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Yine denildiğine göre bu âyet-i kerime, aralarında Ebu Bekir, Ali, İbn Mes’ud, Abdullah b. Ömer, Ebu Zer el-Ğıfarî, Ebu Huzeyfe’nin azadh köle­si Salim, el-Mikdad b. el-Esved, Selman-i Farisî ve Mâ’kil b. Mukarrin (Allah hepsinden razı olsunVin de bulunduğu, Rasulullah ashabından bir topluluk dolayısıyla nazil olmuştur. Bunlar, Osman b, Maz’un’un evinde bir araya gel­diler vç gündüzün oruç tutup, geceleyin namaz kılmak, döşek üzerinde uyu­mamak, et ve yağlı şeyler yememek, kadınlara yaklaşmamak, koku sürünme­mek; buna karşılık kıldan elbiseler giyip dünyayı reddetmek, yeryüzünde do­laşmak, rahipliğe yönelmek ve erkeklik organlarını da kesmek üzere ittifak ettiler, Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Her ne kadar nüzul sebebinden söz edilmiyorsa da bu anlamdaki rivayet­ler pek çoktur. Bu rivayetler de bir sonraki başlığımızın konusudur. [63]

2- Dünyayı Terk Edip Ruhbanlığa Yönelmeye Dair

Ashabı Kiram’ın Eğilimi ve Hz. Peygamberin Bunu Reddi:

Müslim, Enes’den rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav)’ın ashabından bir gurup, Peygamber (sav)’ın hanımlanndan onun gizlice işlediği amellere da­ir soru sordular. Daha sonra onlardan birisi: Ben kadınlarla evlenmeyeceğim dedi. Bir diğerleri: Ben de et yemeyeceğim, dedi. Bir başkası ise: Döşek üze­rinde uyumayacağım dedi. Peygamber (sav) Allah’a hamd-ü senada bulun­duktan sonra şöyle buyurdu: “Şöyle şöyle diyen bir topluluğa ne oluyor ki, îşte ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da. Oruç da tutuyorum, orucumu aç­tığım da oluyor. Kadınlarla da evleniyorum- Benim sünnetimden yüz çevi­ren benden değildir.”[64]

Bu hadisi Buhari de yine Enes’den rivayet etmiştir. Lafzı da şöyledir: Enes dedi ki: Peygamber Csav)’ın hanımlarının odalarına üç kişi gelerek Peygamber efendimizin ibadetine dair soru sordular. Onlara (bu hususta is­tekleri) haber verilince, bunu (kendileri İçin) azımsar gibi oldular ve şöyle dediler: Biz nerede, Peygamber (sav) nerede.? Allah onun geçmiş ve gele­cek bütün günahlarını bağışlamış bulunuyor. Onlardan birisi şöyle dedi: Ben ebediyyen gece namazı kılacağım. Diğeri ise: Ben de sene boyunca oruç tu­tacağım ve asla oruç açmayacağım dedi, öteki de: Ben de kadınlardan uzak duracağım, ebediyyen evlenmeyeceğim dedi. Rasulullah (sav) gelip şöyle bu­yurdu: “Şöyle şöyle diyenler sizler misiniz?. Bana gelince, Allah’a yemin ederim aranızda Allah’tan en çok korkanınız, OJna karşı en takvah olanınız be­nim. Ama ben, oruç da tutarım, oruç açarım da. Namaz da kılarım, uyurum da. Hanımlarla da evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirecek olursa o, benden değildir.”[65]

Buharî ve Müslim’de Sa’d b. Ebi Vakkas’dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: Osman b. Maz’un, kadınlardan temelli olarak uzaklaşmayı ve evlen­memeyi istedi de, Peygamber (sav) ona böyle yapmasını yasakladı. Şayet bu işi için ona cevaz vermiş olsaydı, biz de kendimizi buracaktik.[66]

İmam Ahmed b. Hanbel (r.a) da Müsned’inde şunu rivayet etmektedir: Bi­ze Ebu’l-Muğîre anlattı dedi ki: Bize, Muan b. Riraa anlattı, dedi ki: Bana, Ali b. Yezİd, el-Kasım’dan anlattı. O, Ebu Umame el-Bahilf (raydan şöyle dedi­ğini nakletti: Rasulullah (sav) ile sedyelerinden birisinde beraber çıktık. Adamlardan birisi, içinde bir miktar su bulunan bir mağaranın yanından geç­ti. Bu mağarada kalarak oradaki sudan İçip, etrafında bulunan bakliyattan yemeyi ve böylelikle dünyadan el etek çekmeyi içinden geçirdi. Sonra de­di ki: Peygamber (savVa gidip ona bundan söz etsem (iyi olur). Bana izin verirse yaparım, aksi takdirde yapmam. Bunun üzerine Hz, Peygamber’in yanına varıp şöyle dedi: Ey Allah’ın Peygamberi ben, beni yaşatacak kadar suyu ve bakliyatı bulunan bir mağaranın yanından geçtim. İçimden bu mağarada kalıp dünyadan el etek çekmek geçti. Peygamber (sav) ona şöy­le buyurdu: “Ben, ne yahudilik ile gönderildim, ne de Hıristiyanlıkla. Aksine ben, müsamahakâr hanif dini ile gönderildim. Muhammed’in nefsi elinde bu­lunana yemin olsun ki, Allah yolunda sabahleyin bir yola çıkış, yahut da ak­şamleyin bir yola kovuluş, dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha hayır­lıdır. Sizden herhangi birinizin (savaş için, ya da cemaatle namaz için) saf­ta durması, altmış yıl (kendi başına nafile) namazından hayırlıdır.”[67]

  1. Zühdü Yanlış Anlayanlar İle Safilerden Boş İşlerle Uğraşanlar:

İlim adamlarımız (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Bu âyet-I ke­rime ile, ona benzeyen diğer âyetler ve bu anlamda varid olmuş hadis-i şe­rifler, aşın giden zühd taslayıcıları ile mutasavvıflar arasından işi tembelliğe vuranların yaklaşımları reddedilmektedir. Zira bunların her birisi kendi yo­lundan uzaklaşmış ve maksadını gerçekleştirmekten uzak düşmüştür.

Taberî der ki: Bir müslüman bunlan kullanmaktan dolayı bir dereceye kadar zorluk ve sıkıntılar ile karşıla1? a cağından korksa bile Allah’ın mü’min kullan için helal kılmış olduğu şeylerden herhangi bir hoş ve temiz yiyeceği, giyeceği veya evlenmeyi haram kılması hiçbir müslüman için caiz değildir. İşte bundan dolayı Peygamber (sav) Osman b. Maz’un’un kadınlardan uzak durmak isteğini reddetmiştir. İşte, bununla da Allah’ın kulları için helal kıl­mış olduğu herhangi bir şeyi terk etmekte fazilet olmadığı sabit olmaktadır. Fazilet ve iyilik, Allah’ın kullarını teşvik ettiği şeyleri, Rasulullah (sav)’ın yapıp, ümmeti için sünnet kıldığı ve raşit imamların (halifelerin) izinden giderek tabi oldukları şeyleri yapmaktır. Zira yolun en hayırlısı Peygamberimiz Muhammed (sav)’ın yoludur.

Durum böyle olduğuna göre, helalinden pamuk ve ketenden yapılmış el­bise giymeye gücü yettiği halde kıldan ve yünden yapılmış elbiseleri tercih edenlerin, aynı şekilde kadınlara ihtiyacının arız olmasından çekindiği için ve benzeri yiyecekleri terk edip bayağı şeyleri yemeyi tercih edenlerin yan­lışlığı böylelikle ortaya çıkmaktadır,

Yine Taberî der ki: Kaba şeyleri giyip, yemenin, nefse ağır gelmesi ve ikisinden artan değeri ihtiyaç sahiplerine harcamak dolayısıyla haynn söy­lediğimizden başka yolda olduğunu kim zannederse, hiç şüphesiz yanılmış olur. Çünkü, insana öncelikle gerekli olan, kendi nefsinin salâhı ve Rabbine itaat hususunda nefsine yardımcı olmasıdır, Bayağı şeyler yemekten daha çok vücuda zararlı hiçbir şey yoktur. Çünkü, bu bayağı şeyler kişinin aklını bozar, Allah’ın kendisine itaate sebep kıldığı organlarını zayıf düşürür.

Bir adam Hasan-ı Basrî’nin yanına gelerek şöyle demiş: Benim bir kom­şum var, bir türlü pekmez peltesi yemiyor. Hasadı Basrî: Neden diye sorun­ca adam, o, bunun şükrünü eeta edemeyeceğinTsöylüyor. Hasan der ki: Pe­ki o kişi soğuk su içiyor mu? Soruyu soran: Evet deyince, şu cevabı verdi: Senin komşun cahilmiş» Çünkü, yüce Allah’ın soğuk su nimeti onun üzerin­de pekmez peltesi nimetinden daha fazladır.

İbnü’l-Arabî de der ki: İlim adamlarımız şöyle demiştir; Bu, dinin dos doğ­ru uygulanması ve malın haram olmaması halinde böyledir. Şayet insanların dini fesada uğrar, haram yaygınlık kazanırsa, bu sefer evlenmekten uzak dur-mak.daha efdal, lezzetleri terketmek daha uygundur. Helalinden bulacak olur­sa, Peygamber (sav)’ın haline uygun hareket daha faziletli ve daha üstündür.

el-Mühelleb der ki: Peygamber (sav)’ın evlilikten uzak durmayı ve ruhban­lığı yasaklaması, kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı kendi ümmetinin çokluğuyla övünmesi, dünyada da onları yanına alarak kâfir taifeleriyle çar-pışmasıdır. Kıyamet gününde de onun ümmeti Deccal ile çarpışacaktır, İşte Peygamber (sav) bundan dolayı ümmetin neslinin çoğalmasını istemiştir. [68]

4- Haddi Aşmanın Mahiyeti:

Yüce Allah’ın: “Ve haddi aşmayın” buyruğunun anlamı şöyle açıklanmış­tır: Haddi aşarak Allah’ın haram kıldıklarını helâl kılmayınız. Buna göre, bura­daki iki nehiy her iki yolu kapsamaktadır. Yani, işi sıkı tutarak helâl bir şeyi haram kılmayınız. Ruhsata kadar götürerek haram olanı da helal kılmayınız. Bu açıklamayı Hasan-ı Basrî yapmıştır. Bunun anlamının: “Haram kılmayın” buyruğunu te’kid etmektir. Bu açıklamayı da es-Süddî, İkrime ve başkaları yapmıştır. Yani, Allah’ın helâl kıldığı, meşru kıldığı bir şeyi haram kıl­mayınız. Ancak birinci anlam daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [69]

5- Helâl Bir Şeyi Kendisine Haram Kılanın Hükmü:

Kim kendisine yiyecek, içecek veya kendisine ait bir cariyeyi, ya da Allah’ın kendisi için helâl kılmış olduğu herhangi bir şeyi haram kılacak olursa, Ma-Ük’e göre ona bir şey düşmez ve bunların herhangi birisi dolayısıyla ona kef-faret de düşmez. Şu kadar var ki, o, cariyeyi kendisine haram kılmakla onu azad etmeyi niyet etmişse, o carîye hür olur ve onu azad ettikten sonra yeni bir nikâh ile nikahlamadıkça onunla ilişki kurması haram olur.

Aynı şekilde hanımına: Sen bana haramsın diyecek, olursa, o istemese de üç talak ile boşanmış olur. Çünkü, yüce Allah açık ve kinaye lafızlar ile boşamak suretiyle hanımını kendisine haram kılmasını mubah kılmıştır. “Haram” lafzı ise, boşamadaki kinaye lafızları arasındadır.

Yüce Allah’ın izniyle, et-Tahrîm sûresinde (66/1. âyet, 4. baslıkta) ilim adamlarının bu husustaki görüşleri açıklanacaktır.

Ebu Hanife der ki: Kim bir şeyi kendisine haram kılarsa, o şey kendisine haram olur. O şeyi ahp kullanacak olursa, keffâret vermesi gerekir Bu ise uzak bir İhtimaldir, âyet de onun görüşünü reddetmektedir.

Said b. Cubeyr ise der ki: Yemindeki lağıv (lağv yemini) haramı helal kıl­maktır (yani, boş anlamsız bir davranıştır). Şafiî’nin ileride geleceği üzere konu ile ilgili görüşünün de anlamı budur.[70]

88- Allah’ın size verdiği rızıktan helâl ve tertemiz olarak yiyin. Ve siz, iman ettiğiniz Allah’tan korkunuz.

Yüce Allah’ın: “Allah’ın sim: verdiği rızıktan helal ve temiz olarak yiyin”

buyruğu ile ilgili olarak tek bir hususu açıklayacağız:

Bu âyet-i kerimede “yemek”; yemek, içmek, giyinmek, binmek ve buna benzer yollarla faydalanmaktan ibarettir. Özellikle “yemerinin sözkonusu edilmesi ise, insan için en önemli maksat ve en özel yararlanma yolların­dan biri oluşu dolayısıyladır. İleride el-A’raf sûresinde (7/31- âyetin tefsirin­de) yemenin, içmenin ve giyinmenin hükmüne dair açıklamalar yüce Allah’ın izniyle gelecektir.

Lezzet veren şeylere karşı arzu duyup, canın çektiği çeşitli şeyleri elde et­mek hususunda nefse karşı direnmeye gelince, bu hususta nefse imkân tanımak konusunda insanların farklı yaklaşımları vardır, Onlardan kimisi, nef­si bu işlerden alıkoyup arzuladığı şeylerin arkasından gitmekten alıkoymanın, nefsinin dizginlerini ete geçirebilmesi ve inadını hafifletmesi açısından da­ha uygun olduğu görüşündedir. Çünkü, eğer nefsinin isteğini gerçekleştirecek olursa, nefsinin arzularının esiri olur ve nefsi onu istediği yere götürür Nakledildiğine göre Ebu Hâzim, meyvenin yanından geçer, canı onu yemek İster, fakat: Senin bunlarla buluşma yerin cennettir, dermiş.

Başkaları da şöyle demektedir: Zevk aldığı şeyleri ele geçirmesi için nef­se imkân tanımak, nefsi rahatlatacağından, istediği şeyi elde etmekle daha bir canlanacağından böylesi daha uygundur.

Başka bir kesim de şöyle demektedir: Bu hususta orta yolu tutmak daha uygundur. Çünkü nefsine istediği şeyleri kimi zaman verip kimi zaman ver­memek, her iki yolu da telif etmektir. Bu ise, kusursuz bir orta yoldur.

Haddi aşmak (i’tidâ) ve rızkın anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (Haddi aşmak: 2/62. âyetin tefsirinde, nzık ise 2/3. âyetin tefsiri, 23- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, Allah’a hamd olsun. [71]

  1. Allah sizi yemhılcrhıizdeki lağlvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sorumlu tutar. Bunun keffâretî, ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri doyurmak yahut onları giydirmek, ya da bir köle azad et­mektir. Fakat kim bulamazsa üç gün oruç tutsun. İşte yemin et­tiğiniz takdirde yeminlerinizin keöareti budur. Yeminlerinizi koruyun, şükredersiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı kırkyedi başlık halinde sunacağız: [72]

1- Lağv Yemini ve Yemin:

Yüce Allah’ın: Allah sizi, yeminler in izdeki lağivden dolayı sorumlu tut­maz” buyruğunda geçen “Iağ”vin anlamı, el-Bakara Sûresi’nde (.2/225. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kfifctfj)’. yeminlerinizde” buyruğu İse, yeminlerinizden dolayı demektir. “Eyman: yeminler” yemin kelimesinin çoğuludur. Yemin kelimesinin hayır ve bereket anlamına gelen “yumrTden fail vezninde isim olduğu söylenmiştir.

Yüce Allah yemine bu adı, kakları koruduğundan dolayı vermiştir. Yemin kelimesi hem müzekker, hem müennes olup, cem’i “eymân ve eymun” şek­linde gelir. Şair Züheyr der ki;

“Bizden de, sizden de yeminler toplanıp bir araya gelir. [73]

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler vardır. İbn Abbas der ki: Âyetin nüzul sebebi, helâl ve temi2 olan yiyecek, giyecek ve hanımları ken­dilerine haram kılan kimselerdir- Onlar, bu hususa (bu helâlleri kendilerine haram kılmaya) yemin ettiler. Fakat: “Allah’ın size helâl kıldığı o en temiz ve en güzel şeyleri haram kılmayın” (el-Maide, 5/87) âyet-i nazil olunca, pe­ki yeminlerimizi ne yapacağız dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzü oldu.

Bu görüşe göre buyruğun anlamı şöyle olur: Sizler, önce yemin eder, son­ra da o yemininizi İağv ederseniz. Yani, keffarette bulunmak suretiyle hük­münü kaldırır ve keffârette bulunacak olursanız, bundan dolayı Allah sizâ sorumlu tutmaz. O, yeminlerinizi devam ettirip, yeminlerinizi İağv eı~ memeniz, yani keffaretini yerine getirmememz^sebebiyle sizi sorumlu tutar.

Bununla, yeminin herhangi bir şeyi haram kılmadığı açıkça ortaya çıkmak­tadır. Bu, aynı zamanda Şafiî’nin de yemin ile haramı helal kılmanın bir il­gisinin bulunmadığı ve helal olan bir şeyi haram kılmanın İağv (boş bir iş> olduğu görüşüne delildir. Tıpkı, haram olan bir şeyi helal kılmanın İağv ol­ması gibi. Mesela bir kimse: Ben, şarap içmeyi helal kıldım, diyecek olursa, bu görüşe göre âyet-i kerime sunu gerektirmektedir: Yüce Allah, helal olan bir şeyi haram kılmaya dair sözür o hela] bir şey haram kılanamayacağından dolayı İağv kabul etmiştir. O bakımdan: “Allah sizi yeminlerinizdeki lağir-den dolayı sorumlu tutmaz” yani, helâli haram kılmak suretiyle boş yemin­den dolayı sorumlu tutmaz, demektir.

Rivayet olunduğuna göre, Abdullah b. Revâha’nın yetimleri vardı. Ona mis­afir gelmişti. Gece bir miktar ilerledikten sonra işinden döndü ve misafirime yemek yedirdiniz mi dedi. Onlar: Seni bekledik dediler. Bu sefer: Allah’a yenıin olsun bu gece onu yemiyeceğim, dedi. Misafiri de: Ben de yiyecek değil­im, dedi. Yetimleri de: Biz de yemeyiz, dediler. Dunumun böyle olduğunu görün­ce, o da yedi, diğerleri de yediler. Daha sonra Peygamber (sav)’ın yanına varıp durumu ona haber verince, Hz. Peygamber ona; “Sen, rahmana itaat et­tin, şeytana da asi oldun” dedi ve bunun üzerine de bu âyet-İ kerime indi.[74]

3- Yeminlerin Kısımları:

Şeriatte yeminler dört kısımdır: İki kısmında keffâret vardır, iki kısmında da keffâret yoktur.

Dârakutnî, Sünen’inde şöyle bir rivayet kaydetmektedir: Bize, Abdullah b. Muhammed b. Abdülaziz anlattı. Bize, Halef b. Hişam anlattı. Bize, Abser, Leys’den anlattı, o, Hammad’dan, of İbrahim’den, o, Alkame’den, o da Ab­dullah b. Mes’dan şöyle dediğini nakletti: Yeminler dört türlüdür. İki yemin için keffaret vardır, iki yemin için de keffaret yoktur. Keffareti gerektiren iki yemin şunlardır: Bir kimse Allah adına yemin olsun şunu şunu yapmayacağım diye yemin edip o işi yaparsa keffaıette bulunur. Yine bir adam, Allah’a yemin ederim, mutlaka şu şu işi yapacağım dediği halde yapmazsa, bunun için de keffaret gerekir. Keffareti gerektirmeyen iki yemine gelince; Bir kimse Allah’a yemin ederim ben, şunu şunu yapmadım dediği halde, eğer o işi yapmışsa (keffaret) gerekmez. Yine bir adam yemin eder ve and olsun ben şu şu işi yaptım, dediği halde yapmamış ise, (yine keffaret) gerekmez.[75]

İbn Abdi’1-Berr dedi ki: Hem “Camİ'”nde hem Mervez?nin de kendisin­den naklettiğine göre Süfyan es-Sevrî şöyle demiş: Yeminler dörttür. İki ye­min için keffaret vardır. O da bir kimsenin, Allah’a yemin ederim yapmam deyip yapması veya Allah’a yemin ederim mutlaka yapacağım deyip sonra da yapmaması şeklindeki yeminlerdir. İki yeminin de keffareti yoktur. Bu da bir kimsenin Allah’a yemin ederim ben yapmadım dediği halde, yapmış ol­ması, ya da Allah’a yemin ederim ben bunu gerçekten yaptım dediği halde yapmamış olması halidir. el-Mervezî der ki: İlk iki yemin hususunda, ilim adamlan arasında Sütyan’ın dediğinden farklı bir görüş beyan eden olmamış­tır Ancak, son iki yemin ile ilgili olarak ilim adamlarının farklı görüşleri var­dır. Şayet, yemin eden kişi eğer şu şu işi yapmadığına dair yemin etmiş, ya­hut şu şu işi yaptığına dair yemin etmiş ve kendi kanaatine göre o, doğru söylediğini düşünüyor doğrunun da yemin ettiği gibi olduğu görüşünde ise, bundan dolayı onun için günah da yoktur, keffaret de yoktur. Malik, Süryan-1 Sevrî ve rey sahiplerinin görüşüne göre bu böyledir. Ahmed ve Ebu Ubeyd de böyle demiştir. Şafiî tse onun için günah yoksa da keffarette bu­lunması gerekir, demektedir el-Mervezî der ki: Şafiî’nin bu görüşü pek kuv­vetli değildir. (el-Mervezî) devamla der kî: Şayet şu şu işi yapmadığına da­ir yemin eden kişi eğer o işi yapmış olmakla birlikte kasten yalan söylemiş ise, günahkârdır ve onun için yine keffaret gerekmez. Genel olarak ilim adamlarının görüşü budur. Malik, Süfyan-ı Sevrî, Rey sahipleri, Ahmed b. Hanbel, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd bu görüştedirler. Şafiî ise, keffaret gerekir, demektedir.

(Yine el-Mervezî) der ki: Bazı tabiinden Şafiî’nin görüşüne benzer rivayet­ler kaydedilmiştir. el-Mervezî der ki: Ben, Malik ve Ahmed’in görüşüne meyletmekteyim. Genel olarak ilim adamlarının ittifakla lağv olduğunu ka­bul ettikleri lağv yeminine gelince, o da bir kimsenin, yemin akdetmek (yeminine bağlı kalmak) kastı olmaksızın ve böyle bir istekte de bulunmak­sızın, konuşması esnasında: Hayır vallahi, evet vallahi demesidir. Şafiî der kt Bunun böyle olması tartışma, kızgınlık ve acele halinde sözkonusudur. [76]

4- Yemin Çeşitlerinden Yemin-i Mün’akide:

Yüce Allah’ın: “Fakat bağlanmış olduğunuz yeminlerinizden sizi sorumlu tutar” buyruğunda “kar harfi deo gelmek üzere şeddesizdir. Akd ise, ipi düğümlemek gibi maddi ve sattş akdi gibi hükmî (akid) olmak üzere iki türlüdür. Şair der ki:

BOnlar, öyle bir topluluktur ki, himaye ettikleri

tümse lehine bir akidle bağlanacak olurlarsa alttan da düğüm atıp bağlarlar.

üstten de düğüm, atıp bağlarlar.”

Mün’akide yemindeki “münâkide” kelimesi, akdden münfaile veznindedir. Bu ise, kalbin gelecekte herhangi bir işi yapmamak üzere karar verip, son­radan o işi yapması yahut bir işi mutlaka yapmak üzere karar vermekle bir­likte yap mama sidir. Az önce geçtiği gibi.

İşte ileride de geleceği üzere istisna “(inşaallah” demek) ve keffaretin çözdüğü yemin budur.

Bu kelime, “ayırfdan sonra “elif getirilerek laale vezni üzere; şek­linde okunmuştur. Bu ise, çoğunlukla iki kişi tarafından karşılıklı olarak (müşâreke) halinde yapılır. Bu durumda ikinci kişi, kendisiyle yapılan konuşma esnasında kendisi sebebiyle yemin olunan kişi de olabilir, mana: Üzerinde yemin akidlerîni yaptığınız şeylerden sizi sorumlu tutar, şeklinde de olabilir. Çünkü akdetti; ahitleşti, anlamına yakındır. Bun­dan” dolayı harf-i cer ile teaddi etmiş (geçiş yapmışldir. Zira bu kelime anlamım da ihtiva etmektedir. Bu ise, ikincileri harf-i cer ile olmak üzere iki mefule teaddi eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kim de Allak ile ahd ettiği şeye bağlı kalırsa…” (el-Feth, 48/10) Bu da; Namaza çağırdığınızda” (el-Mâide, 5/58) buyruğunun edatı ile teaddi etmesi gibidir. Oysa bu, Zeyd’e seslendim, demek gibi (harf-i cersiz olarak) teaddi etmelidir. Nitekim: “ona Tafun sağ tarafından seslendik” (Meryem, 19/52) buyruğunda da böyledir. Şu kadar var kî, burada seslenmek, davet et­mek anlamına kullanıldığından dolayı; harfi ile teaddi etmiştir. Nitekim yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Alllah’a davet edenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet, 41/33) Daha son­ra yüce Allah’ın; “Fakat üzerine bağlanmış olduğunuz yemin­lerinizden..,” şeklindeki buyruğundan harf-i cer hazf edilerek fiil hemen mef’ule geçiş yapmakta ve; Hakkında akid yaptığınız, bağlandığınız…. haline gelmiş, arkasından yüce Allah’ın: “Emrotunduğunu açıkça bildir” (el-Hicr, 15/94) buyruğundan hazf edildiği gibi bundan da “he” zamiri hazf edilmiştir

Ya da burada; “vezni, O anlamında da olabilir. Yüce Allah’ın: “Allah onları kahretsin” buyruğunda olduğu gibi. Nitekim Arapça-da müşâreke (.işteşlik) için kullanılan bu vezin, kimi zaman müşâreke vez­ni anlamı olmaksızın tek kişi tarafından yapılan i§ hakkında da kullanılır Yolculuk yaptım, yardımcı oldum, demek gibi.

“Bağlanmış olduğunuz” anlamına gelen kelime, “kaf harfi şeddeli olarak; diye de okunmuştur.

Mücahid der ki: Bu okuyuşun anlamı, kastî olarak bilerek yaptığınız yeminler demektir. îbn Ömer’den rivayet edildiğine göre şeddeli kıraat tekrarı gerektirir. O bakımdan böyle bir kimse yeminini tekrarlamadıkça (ve tekrar bir daha bozmadıkça) keffârette bulunması gerekmez. Ancak, Peygam­ber (sav)’dan şöyle dediğine dair gelen rivayet bunu reddetmektedir: “Şüph­esiz ki ben Allah adına bir hususa dair yemin edersem de ondan bir başkasının o işten daha hayırlı olduğunu görürsem, -inşallah- mutlaka hayırlı olanı yaparım ve yeminimin keffaretini yerine getiririm.”[77]

Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber tekrar yapılmayan yeminde kef» faretin vacip olduğundan sözetmektedir.

Ebu Ubeyd der ki; Bu kıraate göre “karın şeddeli okunuşu defalarca ardı arkasına tekrarlanmasını gerektirir. Ben, bu şekilde okuyan kimsenin tek bir yeminini birkaç defa tekrarlamadığı sürece ona keffaretin gerekmeyeceği hususundan emin değilim. Ancakt bu icmaa aykın bir görüştür. Nâfi’nin ri­vayetine göre İbn Ömer, yeminini pekiştirmeksizin bozacak olursa, on yok­sul yedirirdi. Yeminini pekiştirdikten sonra bozacak olursa da bir köle azad ederdi. Nafi’a :Yeminini pekiştirmesinin (te’kid etmesinin) anlamı nedir, diye sorulunca, şu cevabı verdi: Bir şeye defalarca yemin etmesi demektir. [78]

5- Yemin-i Gamûs:

Ğamûs yemini diye bilinen t kasten yalan yere) yeminin, münâkide yemi­ni olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır.

Cumhurun kabul ettiği görüşe göre ğamûs yemini bîr hile, bir aldatma ve bir yalan yemindir. O bakımdan böyle bîr yemin münâkid olmaz ve bunda keft’âret de yoktur. Şafiî der kî: Bu, münâkide bir yemindir. Çünkü, kalp vasıtasıyla kast edilmiştir. Ve bir habere bağlı olarak; yüce Allah’ın ismiyle birlikte yapılmıştır, O bakımdan onda keffaret gerekmektedir. Ancak sahih olan birinci görüştür.

İbnü’l-Münzir der ki: Malik b. Enes ve Medinelilerden ona tabi olanların görüşü de budur. Evzaî ve ona muvafakat eden Şamlılar da böyle demişlerdir. es-Sevrî ve Iraklıların görüşü de budur. Ahmed, Islıâk, Ebu Sevr ve Ebu Ubeyd ile Küfe halkından hadis ashabı İle rey ashabı fla böyle demiştir. Ebu Bekr der ki: Peygamber (sav)’ın: “‘Her kim bir yemin eder de başkasının ondan da­ha hayırlı olduğunu görürse, daha hayırlı olanı yapsın ve yeminine keffarette bulunsun” ile: “Yemininin keffaret ini yerine getirsin ve hayırlı olan şey ne ise onu yapsın”[79] buyrukları, keft’aretin gelecekte bir işi yapmak üzere yemin ettiği halde yapmayan, yahut yine gelecekte bir işi yapmamak üzere yemin edip de onu yapan hakkında gerekli olduğuna delâlet etmektedir.

Bu meselede ikinci bir görüş daha vardır ki r o da kastî olarak Allah adına yalan yere yemin edip günah İşlemekle birlikte keftarette bulunması gerek­tiğidir. Bu da Şafiî’nin görüşüdür. Ebu Bekir devamla der ki: Ancak biz, buna delil olabilecek bir haber bilmiyoruz. Kitap ve sünnet birinci görüşün lehine delalet etmektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı yemin­lerinizle iyilik etmenize, sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yap-mayın.” (el-Bakara, 2/224″) İbn Abbas der ki: Kişi akrabalarını gözetmemek üzere yemin eder, ancak Allah da ona kelfarette bulunmak suretiyle bir çıkış yolu göstermektedir. Allah adını gerekçe göstermemesini ve yemininin kef-faretini yerine getirmesini emretmektedir Konu ite ilgili haberler, kendisine haram olan bir malı (bu yolla) kesip almasını sağlayacak bir yeminin keffaret olan şeylerle keffaret olunmayacak kadar büyük olduğunu göstermektedir.

İbnü’l-Arabî der ki: Âyet-i kerime iki kısım yeminden sözetmektedir: Lağv yemini ve münâkide yemini. Çoğunlukla insanların yeminlerinde görülenler de bunlardır. Bunların dışında kalan yeminler isterse yüz kısım olsun, bun­ların herhangi birisine keffaret taalluk etmez.

Derim ki: Buharı, Abdullah b. Amr’dan şöyle dediğini nakletmektedir: Be­devi bir arap gelip Peygamber (sav)’a: Ey Allah’ın Rasûlu, büyük günahlar (kebâir.) hangileridir, diye sormuş, Hz. Peygamber: “Allah’a ortak koşmak” diye buyurmuş. Bedevi: Daha sonra hangisidir diye sorunca, Hz. Peygamber: “Anne babaya karşı gelmektir” diye buyurmuş. Yine bedevi: Sonra hangisidir diye sorunca, Hz. Peygamber; “Ğamûs yeminidir” diye buyurmuş. Ben: Ğamûs yemini nedir, diye sordum, şöyle buyurdu: “Yaptığı yeminde yalan söylemekle birlikte müslüman bir kimseye ait olan bir malı o yemin vasıtasıyla kesip almaktır.”[80]

Müslim’de Ebu Umâme’den Rasulullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: “Her kim yaptığı yemini ile müslüman bir kimsenin hakkını kesip alırsa, Allah o kimseye cehennem ateşini vacip kılar, cenneti de ona haram kılar.” Adam: Ey Allah’ın Rasulü, ya bu aldığı şey önemsiz bir şeyse de mi? dîye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “İsterse erak (misvak.) ağacından bir çubuk olsun.”[81]

Abdullah b. Mes’ud’un rivayet ettiği hadise göre de Rasulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kim yalan yere ve kasfî olarak yemin edip de o yemin vasıtasıyla müslüman bir kimsenin malını haksızca alacak olursa, yüce Allah’a, kendisine gazap etmiş olduğu halde kavuşur.” Bunun üzerine: “Şüphesiz Al­lah’a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler…” (Ali İmran, 3/77) âyeti sonuna kadar nazil oldu.[82]

Görüldüğü gibi burada keffaretten söz edilmemektedir. Eğer biz, böyle­sine kefîarette bulunmayı gerekli görecek olursak, onun işlediği cürüm or­tadan kalkar. Allah’ın huzuruna da kendisinden razı olmuş olarak çıkar. Böyle­likle tehdit olunduğu azabı da hak etmez. Hem bu niye böyle olmasın ki ? Çünkü, bu şekilde yemin eden bir kimse hem yalan söylemiş, hem başkasının malını bu yolla kendisine helal kabul etmiştir. Yüce Allah adına yemin etmeyi de hafife almıştır. Onu küçüınsemiştir. Buna karşılık dünyayı da ta’zim edip büyütmüştür. Allah da onun tazim ettiği şeyi tahkir etmiş, onun küçük gördüğü şeyi de ta’zim etmiştir. îşte bu kadarı yeterlidir. Bundan dolayı da şöyle denilmiştir; Ğamûs yeminine bu adın veriliş sebebi, sahibini cehenneme ğams etmesi (yani bandırması J’nden ötürüdür. [83]

6- Bir İşi Yapmamak Üzere Yemin Eden

Bir işi yapmamak üzere yemin eden bir kimse, o işi yapmadığı sürece yem­inine bağlı demektir. Eğer o işi yapacak olursa, yeminini bozmuş ve keffârette bulunması gerekir. Çünkü yemine muhalefet etmiştir. Şayet “yapacak olur­sam” demiş olsa da durum aynıdır. Eğer mutlaka yapmak üzere yemin ed­erse, anında yeminini bozmuş demektir. Çünkü, muhalefet sözkonusudur. Eğer dediğini yaparsa, yeminini yerine getirmiş olur. Şayet “yapmazsam” diye­cek olursa yine aynı durum sözkonusdur. [84]

7- Olumlu ve Olumsuz Yeminlerin Kapsamı:

Yemin eden bir kimsenin; “mutlaka yapacağım ve eğer yapmazsam…” şek­lindeki sözleri emir gibi, “yapmayacağım ve eğer yaparsam,..” şeklindeki söz­leri de nehîy {.yasak) gibi değerlendirilir.

Birinci durumda, hakkında, yemin ettiği şeyin tamamını yapmadığı sürece yeminini yerine getirmiş olmaz. Meselâ, şu ekmeği yiyeceğim diye yemin edip onun bir bölümünü yerse tamamını yemediği sürecej yeminini yerine getir­miş olmaz. Çünkü o ekmeğin herbir parçası hakkında yemin edilmiştir. Şayet -mutlak olarak- Allah’a yemin ederim ki muhakkak yiyeceğim diyecek olursa, yeme isminin hakkında kullanılabileceği asgari miktarını yerine ge­tirmekle yeminini gerçekleştirmiş olur Çünkü, yeme mahiyeti fiilen ortaya konulmuştur.

Nehiy (olumsuz yemin) durumunda ise, o ismin hakkında kullanıla­bileceği asgari şeyi yapmakla yeminini bozmuş olur. Çünkü, nehyin muktezası gereğince nehyedilen şeylerin birimlerinden herhangi birisinin ortaya çıkma­ması gerekir. Eğer bir eve girmemek üzere yemin etse de iki ayağından birisi­ni o eve soksa yeminini bozmuş olur Buna delil de şudur: Biz, yüce Allah’ın şu buyruğunda ismin, işin başlangıcı hakkında kullanılabilmesiyle haram hük­münü ağırlaştırdığını görüyoruz: “Babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayınız.” (en-Nisa, 4/22) Buna göre, bir kimse bir kadınla nikâh ak­di yapacak olsa, onunla gerdeğe girmeyecek olsa dahi o kadın hem babasına, hem oğluna haram olur. Fakat (üç talak dolayısıyla ilk kocasına haram olmuş, bir-kadının) tahli (hülle, ikinci bir koca ile evlenmesin)den sonra ilk kocasına helal olabilmesi için ismin ilk kullanılabildiği durum ile yetinmeyerek: “Hayır, sen onun balcağızından tatmadıkça, (olmaz)” diye buyurmuştur.[85]

8- Kimin Adına Yemin Edilir?

Adına yemin edilen (el-mahlüfu bili ) §anı yüce Allah ve O’nun, Rahman, Ralıîm, Sem?, Alîm, Halîm gibi güzel isimleri ile buna benzer diğer isim ve yüce sıfatlarıdır İzzeti, Kudreti, timi, İradesi, Kibriyâsı, Azameti, Ahdi, Misa-kı ve zatının diğer sıfatları gibi. Çünkü bütün bunlara yapılan yemin mahlûk olmayan Rahim olan yüce Zat’a. yemindir. Bunları zikrederek yemin eden kim­se, yüce Allah’ın zatına yemin etmiş gibi olur. Tirmizî, Nesaî ve başkalarının rivayetine göre, Cebrail (a.s) cennete bakıp yüce Allah’ın huzuruna geri dö­nünce şöyle demiş: İzzetine and olsun ki, bunun varlığını(ve bu halini) işi­ten herkes mutlaka buraya girer. Cehennem hakkında da şöyle demiştir: İz­zetin hakkı için onu(n bu halini) işitip de oraya giren kimse bulunmaz.[86] Yine Tirmizî ve Nesaî ile başkaları da İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (sav) “Kalpleri evirip çeviren hak­kı için hayır” diye; bir diğer rivayete göre de: “Kalpleri evi­rip çeviren hakkı için hayır” diye yemin ederdi.[87]

İlim adamları icma ile vallahi, yahut billahi, ya da tallahi diye yemin edip yeminini bozan kimsenin keffâretle yükümlü olduğunu kabul etmişlerdir. İbnü’l-Münzir der ki: Malik, Şafiî, Ebu Ubeyd, Ebu Sevr, îshâk ve Rey sahip­leri şöyle derlerdi: Her kim Allah’ın isimlerinden bir ismi zikrederek yemin eder de sonra yeminini bozarsa, ona keffaret düşer. Biz de bu görüşteyiz. Bu hususta bir görüş ayrılığı olduğunu da bilmiyorum.

Derim ki: Bununla birlikte “Kur’âna yemin etme” başlığında da şöyle de­mektedir: Yakub (b. İbrahim, Ebu Yusuf) der ki: Kim Rahman adına yemin eder de yeminini bozarsa, onun için keffaret gerekmez.[88]

Derim ki: Rahman da yüce Allah’ın i simi erindendir, bu hususta icma vardır ve bunda görüş ayrılığı yoktur. [89]

9- Allah’ın Hakkına, Azametine, Kudretine, îlmine… Yeminin Hükmü:

Allah’ın hakkı için, azameti için, kudreti için, ilmi İçin, Allah’ın hayat sıfatı

için Oe amrullahi”), Allah adına yemin ederim ( eymullahi ) lafızları île yemin

hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Malik der ki: Bunların hepsi yemindir ve bunlar dolayısıyla keffaret gerekir.

Şafiî der ki: Allah’ın hakkı, celali, azameti ve kudreti de, eğer bunlarla ye­mini niyet ederse birer yemindir. Eğer yemin kastı gütmezse bunlar yemin değildir. Çünkü bu ibarenin; Allah’ın hakkı vaciptir, kudreti yerini bulur an­lamına gelme ihtimali de vardır, Allah’ın emaneti hakkında da Şafiî şöyle de­miştir: Bu yemin değildir. Le amnılllahi ve eymullahi lafızlarına gelince, eğer bunlarla yemin kastedilmezse yemin değildir.

Rey sahipleri de derler ki: Kişi, Allah’ın azameti, izzeti, celali, kibriyası ve emâneti hakkı İçin deyip de yeminini yerine getirmeyecek olursa, keffarette bulunması gerekir.

el-Hasen der ki: Allah hakkı için (ve hakkullahi) yemin değildir, bunda kef-iaret de gerekmez. Ebu Hanife’nin de görüşü budur. Bu görüşü ondan er-Razi (el-Cessâs) nakletmiştir. Aynı şekilde Allah’ın ahdf, misakı, emaneti de yemin değildir. Mezhebine mensub kimi ilim adamı, bu bir yemindir, demektedir Tahavî der ki: Yemin değildir. Aynı şekilde Allah’ın ilmi hakkı için diyecek ol­sa bile bu da, Ebu Hanife’nin görüşüne göre yemin değildir. Fakat arkadaşı Ebu Yusuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle demektedir: Bu bir yemin olur

İbnü’l-Arabî der ki: Ebu Hanife’yi bu hususta yanıltan “ilirrTin bazan “malûm” hakkında da kullanılmasıdır. Malûm ise muhdes (sonradan yaratılmış şey) dir. O bakımdan böyle bir tabir de yemin olmaz. Fakat kudretin de mak-dur (kudret İle var edilen) şey hakkında kullanıldığını hatırlanmamıştır. Onun makdur hakkında söyleyeceği her söz, bizim de malum hakkındaki delil­im izdir.

İbnü’l-Münzİr der ki: Rasutullalı (sav)’ın da şöyle dediği sabit olmuştur: “Al­lah’a yemin olsun (ye eymullah) o, gerçekten emirliğe layıktır.”[90] şeklindeki sözünü Zeyd ve oğlu Üsame ile ilgili olay münasebetiyle söylemiştir.

îbn Abbas da: Ve eymullah diye yemin eder, İbn Ömer de böyle dermiş. İshâk der ki: Eğer kişi eymullah lafzı ile yemin etmeyi murad ederse bu, irade­si dolayısıyla ve kalbinin bu konudaki kastı dolayısıyla o da bir yemin olur. [91]

10- Kur’ân’a Yemin Etmek:

Kur’ân’a yemin hususunda ilim adamlarının farktı görüşleri vardır. îbn Mes’ud der ki: Her bir âyeti dolayısıyla bir yemin etmiş gibidir. Hasan-ı Bas-rî ve İbn el-mübarek de böyle demişlerdir.

Ahmed de der ki: Ben bu kanaati reddedecek herhangi birşey bilmiyorum. Ebu Ubeyd der ki: Tek bir yemin olur. Ebu Hanife ise, bunda keffâret yok­tur, der Katade de mushafa yemin edermiş. Ahmed ve İshak da biz bunu (mushafa yemin etmeyi) mekruh görmüyoruz demişlerdir.[92]

11- Allah’tan Başkası Adına Yemin:

Yüce Allah’tan, Onun isim ve sıfatlarından başkası ile yemin, yemin ol­maz. Ahmed b. Hanbel der ki; Peygamber (sav) adına yemin edecek olursa, yemini olur. Zira, kendisine iman olmaksızın imanın tamam olmayacağı bir şeye yemin etmiştir. Tıpkı Allah adına yemin etmiş gibi (yeminini bozacak olursa), keffarette bulunması gerekir.

Ancak bu görüşü, Bulıarî, Müslim ve diğerlerinde sabit olan şu rivayet red­detmektedir. Rasulullah (sav) bir kafile ile birlikte bulunan Ömer b. eİ-Hat-tab’a yetişti. O sırada Ömer babası adına yemin ediyordu, Rasulullah (sav) onlara şöyle seslendi: “Şunu bilin ki, muhakkak Allah sizlere babalarınız adı­na yemin etmeyi yasaklamaktadır. Kim yemin edecek olursa, ya Allah adı­na etsin, yahut sussun.”[93]

Bu İse, az önce zikrettiğimiz gibi, yeminin yalnızca Allah adına, isimleri­ne ve sıfatlarına yemin edilebileceğini göstermekte, O’ndan başka hiçbir şe­ye yemin etmemeyi gerektirmektedir. Bunu tahkik eden hususlardan birisi de, Ebu Dâvud, Nesaî ve başkalarının Ebu Hureyre’den şöyle dediğine da­ir kaydettikleri şu rivayettir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Babalarınız adı­na da, anneleriniz adına da, ortaklar adına da yemin etmeyiniz. Ancak Allah adına yemin ediniz. Allah adına da ancak siz doğru söylediğiniz halde ye­min edebilirsiniz.” [94]

Diğer taraftan: Adem, İbrahim adına yemin edenlere de -kendilerine iman edilmeksizin imanın tamam olmayacağı kişiler adına yemin etmiş olduğu halde- keffâret yoktur, diyenlerin görüşlerini de Ahmed b. Hanbel’in (Hz. Peygamber hakkındaki bu özel görüşü) ile çelişmektedir. [95]

  1. Putlar Adına Yemin:

Lafız “Müslim5in olmak üzere, hadis imamlan Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet ederler: Rasulullah (sav) buyurdu ki: “Sizden her kim yemin eder, ye­mininde de: Lat hakkı için diyecek olursa, Lâ ilahe illallah desin. Her kim de arkadaşına; Gel seninle kumar oynayalım, diyecek olursa, sadaka versin.[96]

Nesaî de Mus’ab b. Sa’d’dan, onun da babasından rivayetine göre Sa’d şöy­le demiş: Bir husustan söz ediyorduk. O sırada ben, cahiliyyeyi henüz yemi bırakmıştım. Lat ve Uzza adına yemin ettim. Rasululiah (savj’ın ashabından birisi bana: Ne kötü bir söz söyledin! dedi. Bir diğer rivayette de: Sen terke-dilmesi gereken bir sözü kullandın, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (sav) m yanına vardım ve bunu ona nakledince şöyle buyurdu: De ki: “Allah’tan baş-ka hiçbir ilah yoktur. O, bir ve tektir, O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd da O’nundur. O, herşeye gücü yetendir. Sonra da sol tarafına üç de­fa tükürür gibi yap ve şeytandan Allah’a sığın, bundan sonra da bir daha av-nı şeyi yapma.”[97]

îlim adamları derler ki: Rasulullah (sav)’ın böyle bir söz söyleyene bu sözü söyledikten sonra lâilahe illallah demesini emretmesi o söze keffâret, gafleı-ten uyandırıp hatırlatmak ve nimeti tamamlamak İçindir. Özel olarak Lat’dan söz edilmesi ise, çoğunlukla dillerinde dolaşan put adının o olmasından ötürüdür. Diğer ilahlarının isimleri de aynı durumdadır. Zira, Lat İle diğer put­lar arasında hiçbir fark yoktur.

Arkadaşına: Gel seninle kumar oynayalım diyene tasadduk etme emrini ver­mesine gelince, bu hususta yapılacak açıklamalar da Lat hakkında yapılan açıklamalar gibidir. Çünkü onlar, kumar oynamayı itiyat haline getirmişler­di. Ayrıca kumar, malın batıl yollarla yenilmesine sebep teşkil eden yollardan birisidir. [98]

13- Allah’ın Dininden Çıkmayı İfade Eden Sözler Söylemenin Hükmü:

Yahudi olayım, hıristiyan olayım, yahut İslamdan, Peygamberden, Kur’ân’dan uzak olayım, yahut Allah’a şirk koşmuş, Allah’ı inkâr etmiş olayım gibi sözler söyleyen bir kişi hakkında Ebu Hanife der ki: Bu sözler birer yemindir ve bunlardan dolayı da keffâret gerekir. Fakat, yahudilik, hıris-tiyanlık hakkı için, Peygamber ve Kâ’be hakkı için deyip, bunlar yemin kipinde kullanırsa keffâret gerekmez.

Bu hususta dayanağı, Dârakutnî tarafından Ebû Rân” yoluyla gelen şu ri­vayettir: Ebû Rafı’in sahibi olan kadın, hanımı ile kendisini ayırmak istemiş ve; “eğer onları birbirinden ayırmayacak olursa, birgün yahudi, birgün hıristiyan olsun, bütün köleleri hür olsun. Ne kadar malı varsa, Allalı yolun­da olsun” diye yemin etmiş ve durumu Aişe, Hafsa, İbn Ömer, İbn Abbas ve Um Seleme’ye sormuş, hepsi de ona: Senf Harut ile Marut gibi mi olmak is­tiyorsun (bunun için mi onu hanımından ayırmak istiyorsun) demişler, ye­minine keffârette bulunup onları serbest bırakmasını emretmişler.[99]

Yine Dârakutnî, Ebu Rafi’den şöyle dediğini nakletmektedir: Efendim olan hanım, mutlaka seni hanımından ayıracağım demiş. Sahip olduğu bütün mallan Kâ’be kapısında (sebil) olsun ve bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım eğer seni ve hanımını birbirinden ayırmıyacak olur­sam. (Ebu Rafı) der ki: Ben de müminlerin annesi Um Seleme’nin yanına git­tim ve dedim ki: Benim efendim olan kadın beni hanımımdan ayırmak istiyor. Um Seleme bana şöyle dedi: Efendin olan kadına git ve ona şöyle de: Böyle bir şey yapmak senin için helal değildir. Ben de ona gittim. Sonra İbn Ömer’in yanına vardım. Ona durumu haber verdim. O da kapıya kadar gel­di ve şöyle dedi: Harut ile Marut burada mıdırlar? Elendim olan kadın dedi ki: Ben,(.eğer onları birbirinden ayırmayacak otursam) bana ait olan bütün malı Kâ’be’nin kapısına sebil olarak göndereceğimi söyledim. İbn Ömer, pe­ki neden yiyeceksin diye sorunca, efendim tekrar: Ayrıca bir gün yahudi, bir gün hıristiyan, bir gün mecusî olayım diye de yemin ettim. Bu sefer İbn Ömer şöyle dedi: Eğer yahudi olursan öldürülürsün. Hıristiyan olursan öldürülürsün, mecusî olursan yine öldürülürsün. Bu sefer: Peki, bana ne yapmamı em­redersin deyince, İbn Ömer şöyle dedi: Yeminine keffârette bulunursun ve kölen olan bu adamı ve cariyeyi yine bir araya getirirsin.[100]

İlim adamları, yemin eden bir kimse, eğer “Uksîmubillah; AHalı adına ka­sem ederim” diyecek olursa, bunun yemin olacağını icma ile kabul etmek­le birlikte “billah” demeksizin, “uksimu ya da eşhedu: kasem ederim, şahid-lik ederim ki”, şöyle şöyle mutlaka olmalıdır diyecek olursa, farklı görüşle­re sahiptirler. Malik’e göre böyle demekJ eğer AHalı adına demeyi murad et­mişse yemin olur. Eğer Allah adına demeyi kastetmemişse, bunlar keffâreti gerektiren yemin olmazlar.

Ebu Hanife, el-Evzaî, el-Hasen ve en-Nehaî ise, her iki durumda da bun­lar birer yemindir, demişlerdir

Şafiî de şöyle demektedir: Yüce Allah’ın adını anmadıkça bunlar yemin olmazlar. Bu, Müzenî’nin ondan yaptığı rivayettir. er-Rabih ise, Malikin görüşü gibi ondan bir rivayet nakletmektedir. [101]

14- Başkasına And Vermek:

Bir kimse: Sana and veriyorum mutlaka şunu yapmalısın, diyecek olursa, eğer ondan bir şey istemek kastıyla bunu demişse, bu hususta bir keffâret yok­tur ve bu yemin değildir. Eğer, yemin etmeyi kastetmişse, az önce sözünü et­tiğimiz hususlar sözkonusu olur. [102]

15- Alak’a İzafe Edilen Şeylere Yemin:

Biz kimsenin “Allah’ın yaratması nzık vermesi ve Beyti hakkı için” gibi Al­lah’a izafe eden sözlerle yemin etmesi halinde ona keffâret gerekmez, Çünkü bunlar caiz olmayan yeminlerdir ve Allah’tan başkası adına yemin etmektir. [103]

16- Akdolan Yeminin Çözülmesi (Bozulması):

Yemin akd oldu mu, onu keffâret veya îstisnâ-inşaallah çözer. İbnü’1-Mâ-cisûn der ki: İstisna keffâretten bedeldir. Yoksa, yemini çözmek değildir. İbnü’l-Kasırn da der ki: Yemini çözmektir. İbnü’I-Arabî der ki: İslam alemi­nin değişik bölgelerdeki fukahasının görüşü budurs sahih olan da budur.

İstisnanın şartı İse, onun (yemine) muttasıl olması ve lafzan söylenmiş ol­masıdır. Çünkü Nesaî ve Ebu Dâvud, İbn Ömer’den Peygamber fsav.)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler: “Her kim yemin eder de istisnada bulunursa, dilerse buna devam eder, dilerse de (yeminine bağlılığı) yeminini bozması sözkonusu olmaksızın terk eder,”[104]

Şayet diliyle söylemeksizîn istisnayı niyet ederse veya özürsüz olarak is­tisnayı yemininden ayrı söyleyecek olursav bunun kendisine bir faydası ol­maz. Muhammed b. el-Mevvâz da der ki: İstisna, yemin ile itikaden (kalbin­de) birlikte bulunmalıdır. Velevki yemininin son harfi ile birlikte olsun. Eğer yeminini tamamladıktan sonra istisna yapacak olursa, bunun kendisi­ne bir faydası olmaz. Çünkü yemin, istisnadan ayrı olarak bitirilmiş olur. îs-tisnânın yeminden sonra varid olması ise, tıpkı arada zaman fasılası geçmiş gibi bir etki yapmaz. Ancak bu görüşü: Kim yemin eder de akabinde istisnada bulunursa” lıadisi ıed etmektedir. Çünkü bu ifadedeki “fe” harfi takib içindir. (Yani, yemininin tamamlanmasından sonra istisna etme­si gerekir.) İlim adamlarının cumhuru (çoğunluğu) da bu görüştedir. Aynı şe­kilde böyle bir kanaat, baştan yapılmış bir yeminin hiçbir şekilde çözülme­mesi gibi bir sonuç verir ki, böyle bir şey batıldır

İbn Huveyzimendâd der ki: Mezhebimiz alimleri içinden ne zaman istisna yaparsa bunun, yemin ettiği şeyi tahsis edeceği hususlarında farklı görüşlere sahiptirler. Kimi mezheb alimlerimiz şöyle demiştir İstisnası sahi­htir, bununla da lehine yemin ettiği kimseye haksızlık etmiş olur. Kimisi de şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kişi bunu işitmedikçe istisnası sahih ol­maz. Bazıları da şöyle demiştir: Lehine yemin ettiği kimse işitmeyecek olsa dahi, İstisna yaparken dilini ve dudaklarım kıpırdatması sahih olur. îbn Hu-veyzimendâd der ki: Bizim, kendi içinde yaptığı istisna sahihtir, dememizin sebebi, yeminlerin niyetler İîe muteber oluşundan dolayıdır. İstisna ya­parken dilini ve duduklannı kıptrdatmadıkça sahih olmaz, deyişimiz ise şundan Ötürüdür: Bu istisnayı söyleyip dilini ve dudaklarını kıpırdatmayan kimse söz söylemiş olmaz. İstisna da bir sözdür ve ancak söz ile vaki olur. Hiçbir şekilde istisna sahih olmaz, derken ise, bunun, lehine yemin edilen kişinin hakkı oluşundan ve hakimin yemini lehine istediği duruma göre bu yemin vaki oluşundan dolayıdır. Yemin, yemin edenin tercihi ile olmayacağına göre, aksine bu, ondan istenen birsey okluğuna göre, onun bu hususta herhangi bir hükmünün olmaması icabetmektedir.

İbn Abbas ise der ki: Bir sene sonra bile yeminden istisna yapmak mümkündür. Bu hususta Ebu’l-Âliye ve el-Hasen de ona tabi olmuşlardır. Bu görüşünü, yüce Allah’tn şu buyruğu İle demlendirmektedir: “Onlar ki, Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler,..” (el-Furkan, 25/68) buyruğun­un inişinden bir sene sonra; “Ancak tevbe edenler… müstesnadır” (el-Furkan, 25/70) buyruğu inmiştir. Mücahid der ki: Her kim iki sene sonra dahi inşaallah diyecek olsa, bu bile onun için yeterlidir. Said b. Cübeyr de der ki; Dört ay sonra istisna yapacak olsa, onun İçin yeter.

Tavus da der ki: Meclisinde bulunduğu sürece istisna yapma hakkı vardır. Katade der ki: Şayet yerinden kalkmadan veya konuşmadan önce istisna ya­pacak olursa, onun leiıine bu istisnası geçerlidir. Ahmed b. Hanbel ve İshâk da derler ki; O mesele ve sadedde devam ettiği sürece istisna yapabilir. Ata da der ki: Bol süt veren bir devenin sağımlığı kadarlık bir süre zarfında İs­tisna yapma hakkı vardır. [105]

17- îbnAbbas’ın İstisna île Görüşünün Değerlendirilmesi:

İbnül-Arabîder ki: Âyet-i kerimede İbn Abbas’in görüşüne delil diye ile­ri sürdüğü hususta onun lehine delil olabilecek bir taraf yoktur: Çünkü her iki âyet-i kerime, yüce Allah’ın indinde ve Levh-i Mahfuz’unda bir aradadır. Allah’ın bu hususta bildiği bîr hikmeti dolayısıyla nüzulü ertelenmiştir. Bu­nunla birlikte nüzuldeki bu fasıladan güzel bir fer! hüküm ortaya çıkmak­tadır. O da şudur: Yemin eden bir kimse Allah’a yemin olsun eve girmeye­ceğim ve eğer sen eve girecek olursan boğsun; diyecek olsa ve birinci yeminincie kalbinde inşaallah diye istisna yapsa, ikinci yeminde de yine kalbin­de belli bir süre veya bir sebep, yahut herhangi bir kimsenin dilemesi gibi yemini kaldırıp istisnaya elverişli olan bir şeyi geçirecek olursa ve bu istis­nayı kendisi için yemin olunanı korkutmak kastıyla herhangi bir şekilde açık-İamayacak olursa, böyle bir tutumun ona faydası olur ve onun aleyhine her iki yemin de münâkid olmaz. Talâkta kendisine karşı beyyine getirilmediği sürece bunun bir faydası vardır. Eğer ona karşı delil getirilecek olursa, istis­na iddiası ondan kabul olunmaz. Fetva sormak üzere geldiği takdirde böy­le bir istisna niyetinin ona faydası olur.

Derim kir istisnanın ona fayda vereceği şöyle açıklanır: Şam yüce Allah, birinci âyeti açıklamış, diğerini ise, (bir yıl süre ile) saklı tutmuştur. Yemin eden de aynı şekilde korkutmak kastıyla yemin eder ve istisnayı gizlerse, aynı durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

İbnü’l-Arabî der ki: Ebul-Fadl el-Merağî, Medinetü’s-Selâm (BağdaO’ta ders okuyordu. Şehrinden kendisine gelen mektupları bir sandığa koyar ve ken­disini rahatsız edecek ve ilim talebini kesmesine sebep teşkil edecek bir haber alırım, korkusuyla hiçbir mektubu okumazdı. Aradan beş yıl geçip de ilim talebi maksadını bir dereceye kadar gerçekleştirdikten ve geri dönmeyi kararlaştırdıktan sonra, yüklerini bağladı, kitaplannı ortaya koyup o mek­tupları çıkardı. Mektuplarında okudukları arasından yalnızca bir tanesini dahi eğer kendisine ulaştıktan sonra okumuş olsaydı, artık ardından bir harf dahi ilim tahsil edemezdi. Bundan dolayı Allah’a hamd etti ve ev eşyasını bir bineğe yükleyerek, Horasan yolunun başladığı Babü’l-Halbe’ye çıktı. Bineğini ücretle tuttuğu delili önden gitti. Kendisi ise, yol azığını satın almak üzere fırıncının kapısına dikildi. O, azığını almak için uğraşırken, ekmekçinin bir başkasıyla konuşurken şöyle dediğini işitti: Sen ilim adamının -vaizi kaste­diyor-: Ibn Abbas bir sene sonra dahi istisna yapmayı caiz kabul etmektedir, dediğini duymadın mı? Bu sözü ondan işittiğimden beri hatınmdan çıkmadı. Üzerinde düşünmeye devam edip durdum. Fakat bu görüş doğru olsaydı, Yüce Allah da Hz. Eyyub’a: “Eline bir demet (ot) al ve onunla vur ve yemi­ninde de durmamazhk etme” CSa’d, 38/44) diye buyurmazdı. Niye Allah ona: “İnşaallah de1h demedi.

el-Merağî, fırıncının bu şekilde konuştuğunu duyunca, kendi kendisine şöyle dedi: Fırıncılarının bile bu derece ilimden pay sahibi olduğu bu seviyede bulunduğu bir şehri bırakıp Merağa’ya mı gideyim? Ebediyen böyle bir şey yapamam.

Daha sonra, ücretle tuttuğu binek sahibinin arkasından gitti ve ona ver­diği ücreti de helâl edip, ölünceye kadar Bağdat’ta ikâmet etti.

18- İstisnanın Yemine Etkisi:

İstisna, Allah adına yapılan yemini kaldırır. Zira bu, yüce Allah’tan veril­miş bir ruhsattır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur

Ancak Allah’tan başkası adına yapılan yeminde istisnanın durumu hakkında görüş ayrılığı vardır. Şafiî ve Ebu Hanife der ki: İstisna, her yeminde sözkonusudur Talak, köle azad etmek ve bundan başka diğer yeminlerde tıpkı yüce Allah’ın yeminini kaldırdığı gibi (bunları da kaldırır). Ebu Ömer der ki: İcma ile kabul ettikleri haktır. Çünkü, yalnızca Allah adına yapılan yeminlerde istisna ile ilgili rivayet varid olmuştur. Bunun dışındaki hususlarda vârid olmuş bir rivayet yoktur. [107]

19- Yemin Keffareti Ne Zaman Yerine Getirilir:

Yüce Allah’ın: “Bunun keffâretİ…” buyruğu ile ilgili olarak ilim adamları keffârette bulunmadan önce yemini bozmanın mubah ve güzel bir şey olduğunu, hatta bunun daha uygun olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte, yemini bozmadan önce keffârette bulunmanın yeterli olup olmayacağı hususunda üç farklı görüşleri vardır:

1- Mutlak olarak (yani yemini bozmadan önce ya da sonra) keffârette bu­lunmak yeterlidir Buf ashab-ı kiramdan ondört kişinin, fukahânın cumhuru­nun kabul ettiği bir görüştür. Malik’in mezhebinde meşhur olan görüş de budur

2- Ebû Hanife ve arkadaşları ise, keffâret yeminden sonra olmadıkça”) hiçbir şekilde yeterli olmaz derler. Bu, aynı zamanda Eşheb’in Malik’ten rivayetidir.

Caiz oluşu şöyle açıklanır: Ebu Musa el-Eşârî der ki: Rasulullah (sav) buyurdu kî: “Şüphe yok ki ben Allah’a yemin ederim -inşaallah- herhangi bir hususta yemin edip de ondan başkasının o husustan daha hayırlı olduğunu görecek olursam, mutlaka yeminimin keffâretinî yerine getirir ve daha hayırlı olanı yaparım.” Bunu Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[108]

Anlam bakımından da şöyle açıklanır: Yemin, keffârete sebeptir. Çünkü yüce Allah: “İşte yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefföreti budur”

buyurmakta ve keffâreti yemine izafe etmektedir. Anlam ile ilgili manevi hususlar ise, onlara sebep teşkil eden şeylere izafe edilirler. Aynı şekilde kef­fâret yeminin gereğini yerine getirmemenin bedelidir. Dolayısıyla yeminin bozulmasından önce yapılması da caiz olur.

Daha önce keffâret vermeyi kabul etmeyenlerin görüşü de şöylece açıklanır: Müslim, Adiy lx Hatimeden şöyle dediğini rivayet etmektedir; Ben RasuLullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Her kim bir hususa dair yemin eder, sonra ondan başkasının ondatvhayırlı olduğunu görürse, hayırlı olanı yapsın.”[109] Nesaî: “Ve yemininin kefaretini yapsın”[110] diye ilave etmiştir.

Mana cihetinden bakılacak olursa; keiîareı günahı kaldırmak içindir. Kişi yeminine muhalefet etmediği sürece ortadan kaldırılması gereken birşey yok demektir. O halde keffâret t yerine getirmenin bir anlamı olmaz. Diğer taraftan yüce Allah’ın: “İşte yemin ettiğiniz takdirde” buyruğunun anlamı da; yemin edip de yemininizi bozduğunuz takdirde, demektir. Diğer taraitan vücubundan önce yapılan her bir ibadet, -namaz ve sair ibadetler nazarı itibara alındığı takdirde,- sahih değildir.

3- Şafiî ise şöyle demektedir: Yemek yedirmek, köle azad etmek ve elbise giydirmek halinde, (daha Önce keffârette bulunulursa) yerini buîur. Ancak oruçla kerrarette bulunulursa yerini bulmaz. Çünkü, bedeni bir amel vaktinden öncesine alınmaz. Fakat bunun dışındaki hallerde keffâretin daha önce yapılması yeterli olur, bu da üçüncü görüştür. [111]

20- Yemin Keffaretleri:

Şanı yüce Allah, yemin keffâretinde önce üç hususu zikrettikten sonra, bun­lardan birisini yapmakta muhayyer bıraktı, akabinde de bunların mümkün olmaması halinde de oruç tutmayı emretti. Önce yemek yedirmekle başladı. Çünkü Hicaz topraklarında yemeğe olan ileri derecedeki ihtiyaç ve karınlarım duyuramamaları dolayısıyla bu daha faziletli idi. Bununla birlikte yemin keffâreti hususunda muhayyerlik bulunduğunda görüş ayrılığı yoktur.

İbnü’l-Arabî der ki: Benim kanaatime göre keffâret duruma göre olur. Eğer muhtaç birisi bulunduğunu biliyorsan, yemek yedirmen daha faziletlidir. Çünkü sen, köle azad ettiğin takdirde yemeğe muhtaçların ihtiyacını gider­miş olmazsın. Bunlara (yemek yedireceğin on kişiye) bir onbirinci kişiyi da­ha eklemiş olursun. Giydirmek de aynı şekilde bundan sonra gelir. Şanı yüce Allah, neye muhtaç olunduğunu bildiğinden dolayı öncelikli ve önemli olanı daha önce zikretmiştir. [112]

21- Yemin Keffâreti Olarak Yoksul Yedirmek:

Yüce Allah’ın: “Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan on fakiri dovurmak onlara yemek yedirmek” buyruğu ile ilgili olarak, bize ve Şafiî’ye göre, yoksullara çıkardığı yiyeceği temlik etmesi vç bunu mülk edinip on­da tasarruf edecek şekilde onlara teslim etmesi kaçınılmazdır. Çünkü, yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “O, yediriyor, kendisi ise yedirilmiyor.” (el-En’âm, 6/14) Hadîste de şöyle buyurulmuştur “Rasûlullah (sav) dedeye al-tıdabir yedirdi”[113] Çünkü bu, keffaretin iki çeşidinden birisidir. Bunda da tem­likten başka türlüsü cafo olmaz. Ve bunun aslı (bu hükme varmaya esas teş­kil eden hükmü) elbise giydirmek yoluyla keffârettir

Ebû Hanİfe ise şöyle demektedir: Sabahlı akşamlı yoksulları doyuracak olur­sa bü da caizdir. Bizim (Maliki mezhebi) alimlerimizinden İbnül-Mâcişûn’un tercihi de budur. İbnü’l-Mâcişûn der ki: Yemek yemeğe imkân tanımak yemek yedirmektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar yemeği ona olan sevgilerine rağmen fakire, yetime ve esire yedirirler.” (el-İnsan, 76/8) Buna göre, hangi yolla yoksula yemek yedirirse, âyetm kapsamına girmiş olur. [114]

  1. Yemek Yedirmenin Niteliği:

Yüce Allah’ın: “Ailenize yedirdiğinizin orta yoüusuudan buyruğu ile il­gili olarak el-Bakara suresinde (2/143 âyet-i kerimenin tefsirinde) “vasai (or­talamadın en üstün ve iyi anlamına geldiğine dair açıklamalar geçmişti. Bu­rada ise “vasat” iki konumun arasındaki orta yer ve iki uç arasındaki orta nok­ta demektir. “İşlerin en hayırlıları orta yollu (evsâtuhâ) olanlarıdır” hadisi de buradan gelmektedir.[115]

İbn Mace şöyle bir hadis nakletmektedir: Bize Muhammed b. Yahya anlat­tı: Bize Abdurrahman b. Mehdi anlattı; Bize Süryan b. Uyeyne, Süleyman b, Ebil-Muğire’den anlattı: Süleyman, Said b. Cübeyr’den, o, İbn Abbastan şöy­le dediğini nakletti: Kimisi aile halkının yiyecek ihtiyacını bol bol karşılar­ken, kimisi de ailesinin yiyecek ihtiyacını kısarak karşılıyordu. Bunun üze­rine: “Ailenize yedirdiğinizin orta yollusundan” buyruğu nazil oldu.[116]

İş­te bu, (burada) “vasat”ın belirttiğimiz gibi ve iki şey arasında ortada bulu­nan olduğunu göstermektedir. [117]

23- ifedirilecek Yemeğin Miktarı:

Malik’e göre, yedirilecek miktar, eğer keffârette bulunacak kişi, Peygamber (sav.)’in Medine’sinde bulunuyor ise, on yoksuldan her birisine bir mud’dur, Şafiî ve Medİnelİler de bu görüştedir. Süleyman b. Yesâr der ki: Ben, insanları yemin keffâreti için yiyecek verirken, küçük mud ile bir mud buğ­day verdiklerini ve bunun kendileri İçin yeterli olacağı görüşünde oldukla­rını gördüm. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Abbas ve Zeyd b. Sabit’in de görüşüdür. Atâ b. Ebî Rebâh da böyle demiştir. Ancak, Peygamber Medine-si’nden başka bir yerde ise, durum farklıdır. İbnu’l-Kasım der ki: Her yerde bir mud, keffârette bulunana yeterli gelir.

İbnü’l-Mevvâz da şöyle der: İbn Velıb, Mısırda bunun bir buçuk mud, Eşheb ise bir mud ve bir muddun üçtebiri kadar verir demiştir, (Eşheb) der kî: Bir tam mud ile üçtebir mud, sabah akçam yemeğinde çeşitli bölgelerdeki geçimin ortala maşıdır.

Ebû Hanife de şöyle demektedir: Buğday verecekse yarım sa’, hurma ve arpa verecekse bir sa.’ verir. Bunu da Abdullah b. Sa’lebe b. Suayr’ın babasından yaptığı rivayete dayanarak söylemiştir. Abdullah’ın babası Salebe b. Suayr der ki: RasûlulJah (sav) hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı ve fıtır sadakası olarak kişi başına bir sa’ hurma, yahut iki kişi adına bir sa’ arpa, ya­da bir sa’ buğdayı vermeyi emr etti.[118]

Süfyan ve îbnü’l-Mübarek de bunu delil almış, bu görüşü kabul etmişlerdir. Ayrıca bu görüş, Âli, Ömer, İbn Ömer ve Aişe (r.anhumVdan da rivayet edil­miştir. Said b. el-Müseyyeb de bu görüştedir, İrak fukahâsının genel olarak görüşü budur. Çünkü İbn Abbas şöyle demiştir: Ra sulu Hah (sav) bir sa1 hur­ma ile keffârette bulunmuş ve insanlara böylece keffârette bulunmayı em­retmiştir. Bunu bulamayan ise, aile halkınıza yedirdiğinizin orta yollusundan yarım sa’ buğday versin. Bunu, îbn Mace Sünen’inde rivayet etmiştir.[119]

24- Yemin Keffâretinde Kendilerine Yemek Verilmeleri Caiz Olmayanlar:

Yemin keffâretinde bulunan bir kimsenin zengin bir kimse ile nafakasını vermek zorunda olduğu yakın akrabasına yemek yedirmesi caiz değildir. Eğer nafakasını sağlamakla yükümlü olduğu kimselerden olursa, Malik der ki: Böyle birisine yemek yedirmesi hoşuma gitmez. Fakat, yapacak olursa ve bu akrabası da fakir ise yerini bulur. Şayet zengin olduğunu bilmediği halde zen­gin birisine yemek yedirecek olursaT el-Müdewene ile başka bir kitapta bunun yeterli olmayacağı belirtilmekle birlikte, el-Esediyye de bunun yeterli ola­cağı kaydedilmektedir. [120]

25- Keffâret Kişinin Yediği Cinsten Verilir:

Kişi yediğinden keffâret verir İbnü’l-Arabî der ki: Bu noktada bir gurup ilim adamı yanılarak şöyle demiştir; Eğer kendisi arpa yerken insanlar buğday yiyorsa, sair insanların yediğinden keffâretini versin. Ancak, bu apaçık bir yanılgıdır. Çünkü, ketîârette bulunacak kişi, eğer bizzat arpadan başkasını yiyemiyor ise, başkasına bundan başkasını vermesi ile mükellef tu­tulamaz. Peygamber (sav) da: “‘Bir sa’ buğday ve bir sa] arpa…” diye buyur­muştur. Bunlan ayrı ayrı zikretmiş ki? herkes yediğinden üzerine düşeni versin diye. Bu hususta ise anlaşılmayacak kapalı bir taraf yoktur. [121]

26- Yemek Yedirmek Sabahlı Akşamlıdır:

Malik der ki: Şayet on yoksulu sabahlı akşamlı yedirecek olursa, bu (kef­fâret olarak) o kimse için yeterli olur. Şafiî ise der ki: Hepsine bir arada yemek yedirmesi caiz değildir. Çünkü, yemekte bibirbûieri arasında fark vardır. Bunun yerine her bir yoksula bir mud verir.

Ali b. Ebi Talib (r.aydan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: On yoksu­la yalnızca bir öğün yedirmek yeterli olmaz. Yani, akşam yedirmeksizin yalnızca sabah, yahut sabah yedirmeksizin yalnızca akşam yemeği vermek yeterli olmaz. Mutlaka sabahlı akşamlı yedirmelidir. Ebû Ömer der ki: Değişik bölgelerde fetva önderlerinin görüşü de budur. [122]

27- Keffâret Olarak Katıksız Ekmek Verilmez:

İbn Habib der ki: Katıksız yalnız başına ekmek yeterli olmaz. Ekmekle bir­likte katık olarak zeytin yağı, keşk veya kameh[123] veya mümkün olan her­hangi bir şey verilmelidir. İbnü’l-Arabî der ki: Bu, görüşüme göre vacib ol­mayan bir fazlalıktır. Ekmekle birlikte çeker vermesi, et vermesinin müstehap olmasına gelince, bu doğrudur. Fakat, yemek için belli bir katığı tayin etmenin ise herhangi bir yolu yoktur Zira, “yiyecek” lafzı bunu ihtiva etmez.

Derim ki: Âyetin ortalama yeme hakkında nazil oluşu, ekmekle beraber zeytinyağı veya sirke vermeyi ya da buna benzer peynir, yahut îbn Habib’in dediği gibi keşk vermeyi gerektirmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Rasulullah (say) da şöyle buyurmuştur: “Sirke ne güzel katıktır!”[124]

Hasan-ı Basrî de der ki: Eğer yoksullara ekmek ve et, yahut ekmek ve zey­tin yağı günde bir defa doyuncaya kadar yedirecek olursa, bu dahi onun için yeterlidir. Bu, İbn Şîrîn, Cabir b, Zeyd ve Mekhûl’ün görücüdür Bu görüş Enes b. Malik’ten de rivayet edilmi§tir. [125]

28- Kefaretin Tek Bir Yoksula Verilmesi:

Bize göre keffâretin tek bir yoksula verilmesi caiz değildir. Şafiî de bu görüştedir. Ebu Hanife’nin arkadaşları da keffâretin tümünün bir kimiye tek bir defada verilmesini kabul etmemekle birlikte, keffâretin tümünü bir günde fakat değişik miktarlarda ve ödemelerde vermesi halinde farklı görüşlere sahiptirler.

Kimisi bunu caiz görür ve eğer fiil bir kaç defa tekerrür etmişse, ikinci fi­il ile ilgili olarak kendisine ilk olarak ketfâretten bir pay verilene bir daha ver­ilmesine mani yoktur. Çünkü, miskîn (yoksul) adı hâlâ onun için kullanıla­bilmektedir, demek yerinde olur.

Başkaları ise şöyle demektedir: Keffâreti (aynı günde değil de) birden çok günlerde aynı kişiye ödemek caizdir. Çünkü günlerin birden çok olması, yok­sulların sayılarının yerini tutmaktadır. Ebû Hanifeye göre bu şekilde bir ödeme onun İçin yeterli olur. Çünkü âyeti kerimeden maksat, yedirilecek miktarı bildirmektir. O, bu miktarı tek bir kişiye verecek olsa dahi onun için yeterli olur.

Bizim delilimiz^ yüce Allah’ın, on kişiyi Kitabının nassında zikretmiş ol­masıdır. Bundan vazgeçmek caiz değildir. Aynı şekilde böyle bir uygulama ile müslüinanlardan bir topluluk canlandırılır ve bir gün dahi onların yete­cek kadar ihtiyaçları karşılanır. Böylelikle onlar, bu zaman zarfında kendi­lerini yüce Allah’a ibadete ve duaya verebilirler. Bu sebepten ötürü de keffârette bulunana mağfiret olunur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. [126]

29- Keffâretin Sebebi:

Yüce Allah’ın: “Bunun keffaretl” buyruğundaki zamir, nahvî tekniklere göre ya racidir. Bu durumda bu edatın; anlamına gelme ihtimali olduğu gibi masdariye olması ihtimali de vardır.[127] Ya da zamir de her ne kadar açıktan açığa ondan söz edilmiyorsa bile, yemini bozma gü­nahına raci olur Çünkü anlam, bunun böyle olmasını gerektirmektedir. [128]

30- Aileniz

Yüce Allah’ın: buyruğu, in kınk olmayan (salim) çoğuludur. Cafer b. Muhammed es-Sadık ise bu kelimeyi, diye okumuştur. Bu ise mükesser (kınk) bir çoğuldur. Ebul-Feth şöyle demiştir: gibi olup, kelimelerinin de çoğullarıdırlar. Araplar, şek­linde, (müzekker ve müennes olarak) kullanırlar. Şair der ki:

Ve sevgiye ehil nice kimse vardır ki, ben de onları sevmeye kalktım. Ve bu hususta onlara bütün gücümle övgülerde, iltifatlarda bulundum.” [129]

31- Keffâret Şekillerinden Birisi Olarak Yoksulları Giydirmek:

Yüce Allah’ın: Yahut onları giydirmek” buyruğunda, “keP harfi hem esreli, hem de ötreli olarak okunmuştur Bunlar iki ayrı söy­leyiştir. Örnek” kelimesi gibi. Said b. Cübeyr ile Muhammad b. es-Semeyka el-Yemanî bunu: “Onlar gibi, onlara benzer şekilde” diye okumuştur ki, aile halkın gibi onları da giydir, anlamındadır.

Erkekter için giyim, bütün vücudu örten tek bir elbisedir. Kadınlar için gi­yim ise, namazda onlar için yeterli gelen asgari miktardır. Bu da vücudunu boydan boya örten elbise ( manto ve benzeri) ile başörtüsüdür. Küçüklerin hükmü de böyledir.

İbnü’l-Kasım el-Utabiyye” de şöyle demektedir: Küçük kız, büyük kadın gibi geydirilir, küçük çocuk da büyük gibi gevdirilir. Bu da yedirmeye kıyasen böyledir.

Şafiî, Ebu Hanife, es-Sevrî ve el-Evzat de şöyle derler: Bu ismin, hakkında kullanılabileceği asgari miktar olmalıdır. Bu da tek bir örtüdür. Ebu’l-Ferec’in Malik’ten rivayetinde -ki, ibrahim en-Nehaî ve Muğire de böyle demiştir- şöyle denilmektedir; Bedenin tamamını örten miktar verilir. Namazın bundan da­ha aşağısı bir elbise ile caiz olamayacağına binaen böyle denilmiştir.

Selmân (r.a) dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: İç elbise elbise olarak ne iyidir! Taberî bunu, kesintisiz bir senetle rivayet etmiştir. d-Hakem b. Uyeyne de şöyle demektedir: Başını saracak bir sarık yeterlidir. Aynı zamanda bu, es-Sevrfnin de görüşüdür.

ibnü’l-Arabî der ki: Ben şöyle denilmiş olmasını çok arzu ederdim: Kişiyi sıcak ve soğuğun rahatsız edici durumundan kurtaracak kadar örtecek el­biseden başkası yeterli olmaz, Nitekim, yemek hususunda kişiyi açlıktan kurtanp doyuracak kadar vermekle yükümlü oluşu gibi. (Böyle denilmiş olsaydı) ben de böyle diyecektim. Sadece belden aşağısını örten bir izar verileceği görüşüne gelince, ben bunun nereden geldiğini bilmiyorum. Allah, yardımı ile bana da size de bilmenin yollarını açsın.

Derim ki: Elbise miktarı belirlenirken, bazıları alışılagelmiş ve örf haline gelmiş elbise ve giyimi gözönünde bulundurmuş, bazdan da şöyle demiştir: Tek bir elbise, ancak vücudun tamamını örten>-bir örtü olmadıkça yeterli ol­maz.

Ebu Hanife ve arkadaşları da derler ki: Yemin keffâretinde giydirmek, her yoksul için bir sevb ve izar (yani vücudun belden aşağısını ve yukarısını örten iki örtü) yahut bir rida (aba veya cübbe gibi üstten giyilen elbise gibi), yahut kamîs (iç gömlek ve elbise), yahut kaba’ (kaftan) veya bir kisâ (tam elbise) şeklindedir Ebu Musa el-E§ârf den de kendisi adına ikişer elbise verilmesi­ni emrettiği rivayet edilmiştir. el-Hasen ve İbn SÎrîn de bu görüştedir. İbnü’l-Arabî’nin tercih ettiği görüşün anlamı da budur- Doğrusunu en iyi bilen Al-lahtır. [130]

32- Keffarette Bulunan Kimsenin Yiyecek Ya da Giyeceğin Kıymetini Vermesi:

Yiyecek ve giyeceğin kıymetini vermek yeterli olmaz. Şafiî de bu görüşte­dir. Ebu Hanife ise yeterli olur, demiştir Çünkü o, zekâtta bile kıymet geçer­lidir, keffarette nasıl geçerli olmaz demiştir.

İbnÜl-Arabî ise der ki: Onun dayanağı, maksat ihtiyacın giderilmesidir, ih­tiyacın ortadan kaldırılmasıdır. Kıymet bu hususta yeterli iş görmektedir, der. Biz ise şöyle deriz: Eğer sizler, ihtiyacın giderilmesini göz önünde bulundu­racak olursanız, ibadet nerede kalır? Kur’ân-ı Kerimin muayyen üç şeyi nass ile tesbit etmesi nerede kalır. Kur’ân’ın beyanının bir türden öbür türe geçi­şinin anlamı ne olur? [131]

33- Keffarette Zımmî Ya da Köleyi Giydirmek:

Keffarette bulunan kişi elbiseyi, bir zimmi ya da bir köleye verecek olur­sa bu onun için yeterli olmaz. Ebu Hanife ise yeterli olur, demiştir. Çünkü o da bir miskîn (yoksul) dur. Miskîn lafzı onu da kapsamaktadır. Âyetin umu­mu onu da kapsamına almaktadır.

Deriz ki: Bunun, şu ifade ile tahsis edildiğini açıklayabiliriz: Bu, yoksul­lar için çıkartılıp verilmesi gereken bir bölüm maldır. Bunun kâfire verilme­si caiz değildir, bu görüşün asıl dayanağı ise zekâttır. Diğer taraftan biz, {Ebu Hanife ile) böyle bir malın mürtede ödenmesinin caiz olmadığını ittifakla kabu! etmekteyiz. Mürteddi tahsis ettiğini kabul ettiği her bir delil, zimmî hu­susunda bizim de del ilimizdir.

Köle ise, yoksul olamaz. Çünkü köle, efendisinin kendisine sağladığı nafaka ile ihtiyaçtan kurtulmuştur. Zengin gibi, ona da keffâret verilmez. [132]

34- Köle Âzâd Etmek:

Yüce Allah’ın: “Yahut bir köle azad etmektir” buyuruğunda, “âzâd etmek (.tahrîr)” kölelikten çıkarmak demektir. Esirlik, zorluk ve sıkın­tı, dünyanın yoruculuklan ve benzerlerinden kurtarmak hakkında da kulla­nılır. Hz. Meryem’in annesinin: “Rabbim, karnım-dakini azadlı bir kul olarak yalnız sana adadım” (Âl-i İmran, 3/35) buyru-ğundaki “m