49 – Hucurat Suresi | Tefsir’ul Munir
Hucurat Suresi | Tefsir’ul Munir ( Vehbe Zuhayli )
Allah’a Ve Rasulullah’a İtaat, Rasulullah’a Hitap Ederken Edebe Riayet Etmek:
1- Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan korkun; çünkü Allah hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.
2- Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi ona yüksek sözle bağırmayın. Yoksa hiç farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir.
3- Rasulullah’ın yanında seslerini alçaltanlar gerçekte Allah’ın takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
4- Hücrelerin arkasından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez.
5- Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
Açıklaması:
Müminlerin, peygamberleri ile olan münasebetlerinde riayet etmeleri gereken ihtiram, tazim ve saygı esasına dayanan özel edep kuralları şunlardır:
1- “Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün huzurunda öne geçmeyin. Allah’tan korkun. Çünkü Allah hakkıyla işiten ve her şeyi bilendir.” Yani ey gerçek imana sahip müminler! Allah ve Rasulü bir konuda hüküm vermeden önce siz söz söylemede yahut hüküm vermede veya bir iş yapmada acele davranmayın ve öne geçmeyin. Belki siz haksız olarak bir hüküm verebilirsiniz. Bütün işlerinizde Allah’tan korkun. Allah ve Rasulünün (s.a.) izin vermediği bir konuda haddi aşmaktan sakının. Zira Allah sözlerinizi çok iyi bir şekilde duyar, fiillerinizi ve niyetlerinizi de çok iyi bilir. Yaptığınız hiçbir şey ona gizli kalmaz.
Bu ayet açıkça Allah’ın kitabına ve Rasulullah’m (s.a.) sünnetine ma-halefeti yasaklamaktadır. Allah’ın dinini tebliğ ettiği için burada Rasulullah (s.a.) da özellikle zikredilmiştir.
İbni Abbas bu ayetin “kitap ve sünnetin zıddmı söylemeyen” manasına geldiğini söylemiştir. Dahhak da “Allah ve Rasulü dışında siz dini bir mesele hakkında hükmetmeyin.” manasına geldiğini söylemiştir.
Bu ayet, ictihad kaynaklarının hüküm vermede öncelik sırasını da göstermektedir. Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Mace Muaz b. Cebelden şöyle rivayet etmektedirler:
Yemen’e gönderirken Rasulullah (s.a.) ona “Neyle hükmedeceksin?” diye sordu. Muaz “Allah’ın kitabıyla.” dedi. Rasulullah (s.a.) “Peki onda bula-mazsan?” deyince Muaz “Rasulullah’m (s.a.) sünnetiyle.” dedi. Rasulullah “Peki onda da bulamazsan?” dedi. Muaz “O zaman kendi görüşümle ictihad ederim” deyince, Rasulullah (s.a.) onun göğsüne vurdu ve “Rasulünün elçisini Allah Rasulünün hoşnut olduğu bir şeye muvaffak kılan Allah ‘a ham-dolsun.” buyurdular.
Yani Muaz b. Cebel kendi görüşünü ve içtihadını Kitap ve Sünnet’ten sonraya bırakmıştır. Şayet önce söyleseydi işte o zaman Allah ve Rasulünün (s.a.) önüne geçmiş olurdu. Özetle onun bu sözü, içtihadı içine alan bir edep örneğidir. Bundan sonra Allah Tealâ konuşmada riayet edilmesi gereken edep kurallarından bahsederek şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın.” Yani ey Allah ve Rasulüne iman eden müminler! Rasulullah (s.a.) ile konuştuğunuz zaman seslerinizi onun sesinin üstüne çıkarmayın. Çünkü yüksek sesle konuşmak ihtiramın azlığına, yavaş sesle konuşmak ise tazim ve saygıya delâlet etmektedir. Allah’ın müminlere öğrettiği ikinci edep de şudur: “Birbirinize bağırdığınız gibi ona yüksek sözle (sesle) bağırmayın.” Yani onunla konuştuğunuz zaman, kendi aranızda alışkanlık haline getirdiğiniz gibi, yüksek sesle konuşmanın aksine ona sakin bir edayla ve teenni ile hitap edin. Ona saygı göstererek sizi sıkmadan ve usandırmadan yavaş bir eda ile tebliğ ettiği peygamberlik vazifesinin kadrini takdir ederek “Ya Rasulullah! veya Ya Nebiyyallah!” diye ona hitap ediniz.
“Yoksa hiç farkında olmadan amelleriniz boşa gidiverir.” Yani Allah Tealâ sizi alışılmışın dışında sesinizi yükseltmekten nehyetmiştir. Zira bunda farkında olmadan sevabın gitme veya Rasulullah’ı küçümsemenin küfre götürme endişesi ve korkusu vardır. Nitekim Malik, Ahmed, Tirmizi, Nesai ve diğerlerinin Bilal b. Haristen rivayet ettikleri sahih bir hadiste şöyle denilmiştir: “Muhakkak bir kimse Allah’ı razı edecek bir söz söyler de pek üzerinde durmazsa, karşılık olarak Allah o kimse için cenneti farz kılar. Bir kimse de Allah ‘ı kızdıracak bir söz söyler ve ona pek aldırış etmezse, cehennemde göklerle yer arasından daha uzak bir derinliğin içine düşer.”
Allah, Rasulüne (s.a.) aykırı hareket etmenin tehlikelerinden sakındırdıktan sonra “Rasulullah’in yanında seslerin alçaltanlar gerçekte Allah ‘m takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” buyurarak Rasulullah’ın huzurunda yavaş konuşmayı emretmiştir. Ayetin manası şöyledir: Rasulullah (s.a.) ile konuşurken, onun meclislerinde bulunurken seslerini kısanların kalplerini Allah elbette takva için halis kılmış, temizlemiş ve ona uygun bir mahal kılmıştır. Nasıl altın, ateşle diğer maddelerden arıtılıp iyisi kötüsünden ayrılmışsa, aynı şekilde Rasulullah’ın (s.a.) huzurunda edepli bir şekilde bulunanların da Allah kalplerini kötü olan her şeyden temizlemiştir. Ayrıca edepli bir halde seslerini kısmalarına ve diğer itaatlanna karşılık onlara büyük bir sevap verilecek ve günahları da affedilecektir. Bunun bir benzeri de şu ayet-i ke-rime’dir: “(Muhammed’i (s.a.) size gördermemiz) Allah’a ve Rasulüne (s.a.) inanmanız, onun dinine yardımcı olmanız ve ona saygı duymanız ve sabah akşam onu teşbih etmeniz içindir.” (Fetih, 48/9)
İmam Ahmed, Mücahid’in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hz. Ömer’e “Ey müminlerin emiri! Günah işlemeye istek duymayan ve günah işlemeyen bir adan hakkında ne dersiniz?” diye yazılı olarak soru soruldu. Hz. Ömer de cevap olarak, “masiyete istek duyup da onu yapmayanlar, “gerçekte Allah’ın takva için kalplerini seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” dedi.
Sonra Allah Tealâ, Rasulullah’ın (s.a.) evi olan hücrelerin arkasından ve önünden bedevi Arapların yaptığı gibi Rasulullah’a (s.a.) seslenenleri kınamıştır. Allah Tealâ onları en iyi ve en üstün şekilde irşad ederek şöyle buyurmuştur:
“Hücrelerin arkasından seni çağıranlar (var ya) onların çoğunun akılları ermez.” Yani uzaktan, Rasulullah’ın (s.a.) hanımlarına ait hücrelerin (evlerin) arkasından sana bağıranların -ki onlar Temim kabilesinin kaba insanlarıdır- çoğunun toplum kurallarına, adaba ve buna benzer şeylere akıllan ermez. Onlar sana gösterilmesi vacib olan saygı ve ihtiramı idrak edemezler.
“Onların çoğunun” deyimi ile ya onların tamamı kastedilmiştir (zira Araplar yalandan sakınmak ve ihtiyatlı konuşmak için bir şeyin çoğunluğunu zikrederek tamamını kastetmektedir), yahut da maksat onların çoğunlukla akıllarının ermediğini ifade etmektir.
“Eğer sen çıkıncaya kadar onlar sabretselerdi elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. (Bununla beraber) Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.” Yani her zaman ki gibi sen çıkıncaya kadar sabretselerdi bu hususta dünya ve ahirette kendileri için hayır ve maslahat gerçekleşirdi. Çünkü böyle bir harekette Rasulullah’a (s.a.) karşı güzel edebe riayet edilmiş ve lâyık olduğu tazim ve saygı gösterilmiş olur. Allah Tealâ kulların günahlarını bağışlayıcıdır. Onlara çok merhamet eder. Böylece onlar tevbe ve istiğfara teşvik edilmişlerdir. [1]
Genel Edep Kuralları -1- Gelen Haberin Araştırılması Gerekliliği:
6- Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
7- Hem biliniz ki aranızda Allah’ın peygamberi vardır. Şayet o birçok konuda size uysaydı elbetteki sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah imanı size sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.
8- (Bu size) Allah’ın bir lütfü ve nimetidir. Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
Açıklaması:
“Ey iman edenler! Eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” Yani ey Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik eden müminler! Şayet bir şeyin yalan olup olmadığına dikkat etmeyen bir fasık size başka bir kimseye zarar verme mahiyetinde olan bir haber getirirse gerçeği iyice araştırarak, o konuda kesin bilgiye sahip olun. Gerçeğin iyice ortaya çıkması için o haberi ve olayı derinlemesine araştırmadan, hüküm vermede acele davranmayın. Zira bunda durumunu bilmeden bir kavme hak etmedikleri bir zararı verme ve onlara eza etme ihtimali vardır. Sonra da onlar hakkında hatalı hüküm verdiğiniz için pişman olursunuz. Böyle bir şeyin hiç olmamasını temenni ederek buna çok üzülürsünüz.
“Fasık” kelimesi ile haber manasına gelen “nebe” kelimesinin nekre getirilmesi bu hükmün bütün fasık ve haberlere şamil olduğuna delâlet etmektedir. Ayet-i kerimede sanki şöyle söylenmiştir: Herhangi bir fasık size herhangi bir haberi getirirse durup onu araştırın, işin açıklanmasını ve hakikatin ortaya çıkmasını isteyin. Sadece fasık kimsenin sözüne itimat etmeyin. Zira kim fasıklıktan sakınmazsa fasıklığm bir çeşidi olan yalan söylemekten de sakınmaz.[2]
Bu ayet adil olan bir kimsenin verdiği haberin hüccet olduğuna ve fasık kimsenin yaptığı şehadetin kabul edilmeyeceğine delâlet etmektedir.
Sonra Allah Tealâ meselelerini saygı ve hürmetle sormaları için aralarında Allah Rasulünün bulunduğunu müslümanlara hatırlatmıştır. Allah şöyle buyurmuştur:
“Hem biliniz ki aranızda Allah ‘in peygamberi bulunmaktadır. Eğer o birçok konuda size uyacak olsaydı kesinlikle sıkıntıya düşerdiniz.” Yani biliniz ki beraberinizde Allah Rasulü (s..) bulunmaktadır. Dolayısıyla ona hürmet gösterin ve emrine boyun eğin. Çünkü o size fayda verecek şeyleri daha iyi bilir. Hakka uymayan söz söylemeyin. Haberin doğruluğunu iyice araştırmadan, insanlar hakkında hüküm vermede acele etmeyin. Eğer o verdiğiniz haberler ile ima ettiğiniz isabetsiz görüşlerin çoğuna uysaydı, bu sizin sıkıntı, günah ve helake uğramanıza sebep olurdu. Fakat o iyice araştırmadan ve üzerinde derinlemesine düşünmeden, kendisine ulaştırılan haber veya görüşle hemen amel etmez.
Allah Tealâ nakledilen haberleri iyice araştırma emrinin devam ettiğini göstermek için “size itaat etseydi” demiş, “size uyacak olsaydı.” diyerek gelecek zaman sigasını kullanmıştır. Bunun delili “birçok konuda” sözüdür. Yani devamlı olarak kendileri için ortaya çıkan görüşlerin çoğunda Rasu-lullah’ın kendilerine uymasını isteseler o takdirde günaha girer ve helak olurlardı.
“birçok konuda” sözünde bütün görüş ve düşüncelerin hataya nispet edilmemesi açısından müminlere de iltifat edilmiştir.
Bu ayette konuşma adabı güzel bir şekilde öğretilmiş ve azınlık da olsa bir kısım insanların görüşlerinin doğru olabileceğine işaret edilmiştir. Bu sebeple “Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. İnkarcılığı, fasıklığı ve isyanı da kötü gösterdi. İşte doğru yolu bulanlar bunlardır.” buyurularak bazılarının Beni Mustalik’in durumu anlaşılmca-ya kadar beklemenin zaruri olduğuna dair görüşüne işaret edilmiştir.
Allah size imanı her şeyden çok sevdirecek ve onu kalplerinizin derinliklerine yerleştirerek tevfikiyle imanı size güzel göstermiş ve yaratıcıyı inkâr, peygamberi yalanlama manasına gelen küfrü, din sınırından çıkmak manasına gelen fasıklık ve aykırı davranma ve itaatsizlik manasına gelen isyanı size çirkin göstermiştir.
İşte bütün bu sıfatlara sahip olanlar dinin gerektirdiği şeyleri yaparak, dinî edebe riayet ederek hak yolunda istikamet üzere bulunanlardır. İyice araştırmadan başkalarının ithamına meyletmezler. “(Bu size) Allah’ın bir lütfü ve nimetidir. Allah hakkıyla bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”
İlâhi bir lütuf ve katından bir nimet olsun diye, imanı size Allah sevdirdi ve daha önce geçen üç şeyi de çirkin gösterdi. Allah olmuş ve ileride vuku bulacak bütün işleri en iyi bilendir. Mahlukâtın işlerini düzenleyip idare etmede, sözlerinde, yaptıklarında, koyduğu hükümlerde ve takdirinde hüküm ve hikmet sahibidir. [3]
Dahili Anlaşmazlıkları Çözme Yolları Ve Bağilere Uygulanacak Hükümler:
9- Eğer müminlerden iki zümre birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Şayet onlardan biri ötekine karşı halâ tecavüz ederse Allah’ın emrine donunceye kadar sız o tecavüz edenle savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever.
10- Muminler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin. Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız.
Açıklaması:
“Eğer müminlerden iki zümre birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin.” Yani şayet müslüman iki grup birbirleriyle savaşırlarsa idarecilerin nasihat ederek, onları Allah’ın hükmüne çağırarak, onlara doğruyu gösterip şüphe ve ihtilâf sebeplerini ortadan kaldırarak onları barıştırması gerekir.
Ayette “in” (şayet) edatının kullanılması, müslümanlar arasında savaş meydana gelmesinin uygun olmadığına, olsa bile bunun çok nadir olduğuna işaret içindir. Burada idarecilere hitap edilmiştir. Ayette kullanılan emir sigası bunun vacip olduğunu ifade etmektedir.
Buhari ve diğerleri büyük günah bile olsa masiyetin kişiyi imandan çıkartmayacağına bu ayeti delil getirmişlerdir.
Buhari’nin Sahih’inde Ebû Bekre’nin şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) bir gün hutbe irad ediyordu. Hasan b. Ali (r.a.) da onun yanındaydı. Bir ona bir de insanlara bakmaya başladı. Şöyle diyordu: “Benim bu oğlum seyyiddir. Umulur ki Allah Tealâ onun sebebiyle müslümanlar-dan iki büyük zümreyi barıştırır.” Rasulullah’ın (s.a.) buyurduğu gibi uzun savaşlardan sonra Allah Tealâ onun vasıtasıyla Iraklılar ve Şamlıların arasını ıslah etmiştir.
“Şayet onlardan biri halâ ötekine tecavüz ederse Allah’ın emrine dönün-ceye kadar siz o tecavüz edenlerle savaşın.” Yani gruplardan biri diğerine karşı haddi aşar, ona zulmeder, nasihate ve Allah’ın emrine boyun eğmez ise Allah’ın hükmüne ve isyan çıkarmama emrine dönünceye kadar müslü-manların bu zalim gruba karşı savaşmaları gerekmektedir. Onlara karşı yapılan harp silahlı veya başka yollarla olabilir. Onlara karşı maslahatı, yani Allah’ın hükmüne dönmelerini gerçekleştirecek uygun bir yol takip edilir. Silahsız olarak bu maksat gerçekleştirildiği takdirde fazlası taşkınlığa yol açar. Ancak onları yola getirecek bir vesile olarak silah kullanma zorunlu hale gelmişse, onlar Allah’ın hükmüne dönünceye kadar bu yapılır.
“Eğer (Allah’ın emrine) dönerse artık aralarını adaletle düzeltin. (Her işinizde) adil davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever.” Yani zalim olan taraf savaştan sonra zulmünden vazgeçer, Allah’ın emrine ve hükmüne razı olursa müslümanların bu iki grup arasında adaletle hükmetmesi, Allah’ın hükmüne uygun doğru hükmü araştırması ve zulümden vazgeçmesi için zulme uğrayan tarafın hakkını vermesi gerekir.
Ey aracılar! Onların arasında hükmederken adaletli olun. Şüphesiz Allah adil olanları sever ve onları en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Bununla Allah her hususta adil davranmayı emretmiştir.
İbni Ebi Hatim ve Nesai Abdullah b. Amr’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Dünyada adil davrananlar, Rahman’ın huzurunda bu davranışlarına karşılık inciden yapılmış minberlerde oturacaklardır.[4]
Müslim ve Nesai Abdullah b. Amr’dan, oda Rasulullah’dan (s.a.) şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Verdikleri hükümlerde, yetkili tayin edildikleri hususlarda ve ahalileri hakkında adil davranan kimseler Allah katında arşın sağındaki nurdan minberler üzerindedirler.”
Sonra Allah Tealâ harp dışında en küçük bir anlaşmazlık bile olsa müslümanların birbirlerini barıştırmalarını emretmiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır:
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin. Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız.”
Doğruyu tam olarak göstermek için Allah Tealâ müminlerin kardeş olduğunu, iman gibi tek bir aslın onları bir araya getirdiğini bu yüzden kavgalı iki kardeşin arasını düzeltmenin gerektiğini zikretmiş, iki kardeşin arasını düzeltmeye önem vermelerine ek olarak da onlara Allah’tan korkmalarını emretmiştir. Mana şöyledir: Onların arasını düzeltin. Bu arabuluculukta ve diğer bütün konularda Allah’tan sakınmak ve O’na karşı korku ve haşyet duymak prensibiniz olsun. Şöyle ki: Her ikisi de kardeşiniz olduğu, İslâm’da herkes haklar konusunda eşit olduğu, herhangi bir üstünlük ve fark olmadığı için, onlardan birine meyletmeyip sadece hak ve adaleti gerçekleştirmeye çalışın. Emirlere uymak, yasaklardan sakınmak manasına gelen takva sebebiyle belki size merhamet edilir.
Burada şu husus dikkat çekmektedir: Allah Tealâ iki kişinin birbiriyle nizalaşmasından (çekişme ve kavgasından) bahsederken “Allah’tan korkun” demiştir. İki grubun arasını düzeltmeden bahsederken böyle dememiştir. Bunun sebebi şudur: İki kişinin birbiriyle kavgalı olması durumunda bu kavganın genişleme korkusu vardır. İki grubun kavga etmesi durumunda ise fitne ve mefsedetin eseri zaten herkesi içine almakta olduğu için geneldir.
“innemâ: ancak” kelimesi hasr içindir. Kardeşliğin ancak müminler arasında olabileceğini, mümin ve kâfir arasında kardeşlik olamayacağını ifade etmektedir. Zira İslâm, kendisine tabi olan fertler arasındaki ortak bağdır. “innema” edatı aynı şekilde arabuluculuk emri ve onun vacip olmasının ancak İslâm kardeşliğinin bulunması durumunda söz konusu olduğunu ifade eder. Yoksa kâfirler arasında söz konusu değildir. Şayet kâfir zımmi veya müste’men (eman dilemiş ve ona eman verilmiş) ise ona yardım etmek, onu korumak ve ondan zulmü gidermek vaciptir. Hasmı harbî (harp durumunda) olduğundan müslümana da mutlak olarak yardım etmek gerekir.
Din kardeşliğini vurgulayan birçok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Sa-hih-i Buharı de gelen diğer bir hadis de şöyledir:
“Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah Tealâ da ona yardım eder.”
Yine Buhari’de şöyle rivayet edilmiştir: “Birbirlerini sevmede ve birbirlerine acımada müminler bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hastalandığında diğer uzuvlar da uykusuzluk ve ateş ile onun acısına iştirak ederler. ” “Mümin mümin için bir bina gibidir. Onlar birbirlerini tutarlar.” Rasu-lullah (s.a.) bunu söylerken parmaklarını bir birine geçirdi.”
Ahmed Sehl b. Sa’d es-Saidi’den Rasulullah’m (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Müminler içinde bir mümin bedendeki bir başa benzer. Nasıl beden, başta olan bir rahatsızlık sebebiyle elem duyarsa mümin de iman ehli için öyle elem duyar.” [5]
Müminlerin Birbirlerine Ve Diğer İnsanlara Karşı Göstermeleri Gereken Davranış Kuralları:
11- Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki (alay edilenler) kendilerinden daha hayırlıdır. Bir- birinizi ayıplamayın ve kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir addır! Artık kim tevbe etmezse, işte onlar zalim- lerin ta kendileridir.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çokaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusu- runu araştırmayın. Birbirinizin gıy- betini yapmayın. Hiç sizden birisi kardeşinin etini yemekten hoş- lamr mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkunuz. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edici ve Ç°k merhamet edicidir.
13- Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanış- manız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız, şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.
Mücahid şöyle demiştir: Ayette geçen alay etme işi zenginin fakir ile alay etmesidir.
İbni Zeyd demiştir ki “Allah’ın günahlarını kapattığı kimse Allah’ın günahlarını açığa çıkardığı kimse ile alay etmesin. Belki de dünyada onun günahlarının açığa çıkarılması, ahirette kendisi için daha hayırlıdır.
Açıklaması:
İslam Ahlakı ve Allah’ın Mü’min Kullarına Tedip İçin Koyduğu Kaideler:
1- İnsanlarla alay etmenin yasaklanması.
“Ey iman edenler! Bir kavim diğer bir kavimle alay etmesin. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasın. Belki (alay edilenler) kendilerinden daha hayırlıdır.” Yani ey Allah ve Rasulüne (s.a.) iman edenler! Erkeklerden oluşan bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki alay edilenler Allah katında alay edenlerden daha hayırlıdır. Yahut Allah nezdinde hakir görülenin kadri, kendisini hakir görüp alay edenden daha büyüktür. Belki Allah onu daha çok sevmektedir. İşte bu hareket kesin olarak haramdır. Şu sözde olduğu gibi bu ayette de yasaklama ve haram kılma hükmünün illeti zikredilmiştir:
Şiir: Fakiri küçük görme sakın, belki zaman yükseltirken onu, eğilir diz çökersin sen.
“Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdır.” sözü yasaklama hükmünün illet ve sebebini ortaya koymaktadır.
Hakim ve Hilye’de Ebu Nu’am’m Ebu Hüreyre’den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Saçı başı dağınık, toz içerisinde, elbisesi yırtık ve insanların gözlerinden ırak nice insanlar vardır ki Allah için bir şey yapacağına yemin etse (Allah) onu muhakkak yerine getirir.”
Ahmed ve Müslim’in rivayetinde hadisin lafzı şöyledir: “Kapılardan kovulmuş, saçı başı dağınık nice insanlar vardır ki Allah için bir şey yapmaya yemin etse (Allah) onu mutlaka yerine getirir.”
Normalde kadınlar da erkeklerle birlikte buradaki hitabın şümulüne girseler de söz konusu yasaklamanın onlara şamil olmadığı vehmini gidermek için yasaklama onlar için de ayrıca zikredilmiş ve böylece yasaklamanın manası kadınlar için de vurgulanmıştır. Bu yapılırken şöyle bir üslûp kullanılmıştır. Önce erkekler hakkındaki yasaklama nass olarak zikredilmiş, kadınlar hakkındaki yasaklama ise ona atfedilmiştir. Alay etmek çoğunlukla bir topluluk içinde yapıldığı için burada çokluk kipi kullanılmıştır. Ayette kadınlar da kadınlarla alay etmesin denilmiştir. Belki onlardan alaya maruz kalanlar alay edenlerden daha hayırlıdır.
Buradaki yasaklama hükmü sadece erkek ve kadın topluluklarına tahsis edilmiş değildir. Tek tek fertlere de şamildir. Zira yasaklamanın illeti geneldir. İllet umumi olduğu için hükmün de umumi olması gerekir.
Müslim İbni Mace Ebu Hüreyre’nin şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir:
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.” Dolayısıyla ayrıcalık ancak kalbin ihlâsı, gönül temizliği ve amellerin sadece Allah için yapılmasıyla elde edilebilir. Ne dış görünüş ve servetle, ne renk ve suretle, ne de soy ve cinsle bir ayrıcalık kazanılabilir.
2- İşaretle ve sözle ayıplamanın yasaklanması.
“Birbirinizi ayıplamayın.” Yani insanları ayıplamayın, birbirinize kötü söylemeyin, söz ve fiille veya işaretle alay etmeyin. Allah Tealâ kaş göz hareketleriyle veya söz ve fiille müminlerin ayıplanmasını, insanın kendisini ayıplaması gibi kabul etmiştir. Zira müminler tek bir nefis gibidirler. Bir mümin kardeşini ayıpladığında sanki kendisini ayıplamış gibidir.
Bunun bir benzeri de şu ayettir: “Nefislerinizi öldürmeyin.” (Nisa, 4/29). Yani birbirinizi öldürmeyin.
Ahmed ve Müslim Numan b. Beşir’den O da Rasulullah (s.a.)’dan şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: “Müminler bir insan gibidirler. Baş acı çektiğinde hepsi acı çekerler, göz acı çektiğinde yine hepsi acı çekerler.”
Sözle ve fiil ile alay edenler kötülenmişlerdir. Nitekim Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
“Sözle ve fiille alay edenlere yazıklar olsun.” Hemz fiille, lemz ise sözle olur. Allah Tealâ “Çokça ayıplayan ve durmadan laf götürüp getiren kimselerden hiçbirine itaat etme.” (Kalem, 68/11) ayetinde bu vasıfla muttasıf olan kimseleri ayıplamıştır. Bu ayetin manası şöyledir: Bunlar insanları hakir görüp kötü söz söyler ve onlarla alay ederler ve sözle ayıplama manasına gelen koğuculuk için insanlar arasında koşuştururlar.[6]
“Suhriyye” kelimesi ile “lemz” kelimeleri arasında şöyle bir fark vardır: Güldürücü bir şekilde bir şahsı onun yanında mutlak olarak hakir görmek suhriyyedir. Lemz ise ister onun yanında ister arkasından olsun güldürücü veya başka bir tarzda bir kimsenin kusurlarına dikkatleri çekmektir. Buna göre lemz, suhriye kelimesinden daha geneldir. Genellik ifade etmesi için âmm (umumi) olan şeyin hâss (özel) olan şeye atfedilmesi kabilinden lemz, suhriye kelimesine atfedilmiştir.
3- Bir şahsı işittiğinde hoşlanmayacağı kötü lakaplarla çağırma.
“Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” Yani bir müslümanın kardeşine fasık, münafık diye hitap etmesi veya müslüman olan birine Yahudi veya Hristiyan demesi yahut bir kimseye köpek, eşek, domuz diye hitap edilmesi gibi birbirinize kızdırıcı kötü lakaplar takmayın. Sözü geçen ifadelerle hitap eden kişi tazir cezasına çarptırılır. Âlimler ister kendisinin veya babasının, isterse annesinin veya kendisine nispet edilen herhangi bir şahsın bir vasfı olsun, bir insana hoşlanmadığı bir lakabın verilmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmişlerdir. Ayette geçen tenabüz bu ad takma fiilinin birden fazla kişi arasında olduğunu gösterir. Bu kelimenin kullanılmasının sebebi şudur: Onlardan her biri diğerine hemen kötü bir lakapla mukabelede bulunur. Yani bir kimseye kötü lakapla çağırma onun da aynı şekilde mukabelede bulunmasına yol açar. Sözlü ayıplama böyle değildir. Zira çoğunlukla bir taraf böyle bir davranışta bulunur.
Bu genel hükümden bir kimsenin kendisinin kötü kabul etmediği bir lakapla meşhur olması durumu istisna edilmiştir. Bu durumda böyle lakapların bir şahıs için kullanılması caizdir. Hadis ravilerinden A’meş (şaşı) ve A’rac (topal) isimleri buna misal gösterilebilir.
Övgü ifade eden lakapların verilmesi haram ve mekruh değildir. Nitekim Hz. Ebu Bekir’e (r.a.) eski manasına gelen “Atik” lakabı, Hz. Ömer’e (r.a.) hakla batılı ayıran manasına gelen “Faruk”, Hz. Osman’a iki nur sahibi manasına gelen “Zünnureyn”, Hz. Ali’ye de toprak sahibi manasına gelen “Ebu Türab[7] Halid b. Velid”e Allah’ın kılıcı manasına gelen “Seyful-lah”, Amr b. Assa İslâm’ın dahisi manasına gelen “Dahiyet’ül-İslâm” lakabı verilmiştir.
“imandan sonra faşıklık ne kötü bir isimdir.” Yani iman ettikten ve tevbe ettikten sonra bir kimseye fasık, kâfir veya zinakâr denilmesi veya imana girdikten sonra fasık diye zikredilmesi çok çirkin bir vasıftır. Buradaki fasıklıktan maksat, cahiliye ehlinin İslâm’a girdikten ve İslâm’ı iyice anladıktan sonra yaptıkları gibi çirkin lakaplarla insanların birbirlerini çağırmalarıdır. Burada özellikle bir kimseye çirkin lakaplarla hitap edilmesinden hasıl olan fasıklık sıfatının imanla bir arada bulunması zemme-dilmiştir. Söz konusu davranış fasıklık kabul edilerek bunun kötülüğü ortaya konmuş ve bu davranış çok iğrenç gösterilmiştir. Böylece söz konusu yasaklamanın illet ve sebebi ortaya konmuştur.
“Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” Allah’ın yasak kıldığı bu üç davranıştan dolayı (alay etme, ayıplama, kötü lakaplarla çağırma) tevbe etmeyen kimseler zalimlerdendir. İtaattan sonra isyan etmeleri ve kendi nefislerini azaba maruz bırakmaları yüzünden başkaları değil de nefislerine zulmedenler bizzat onlardır.
Asilerin burada zulüm sıfatıyla vasfedilmelerinin sebebi şudur: Bir kimsenin yasak olan şeyi yapmada ısrar etmesi küfürdür. Zira yasaklanan bir hususu emredilen bir şeymiş gibi yapması sebebiyle bir şeyi konulması gereken yerin dışında başka bir yere koymuş olmaktadır.
4- Suizannm yasaklanması ve haram kılınması:
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” Yani Ey Allah ve Rasulünü (s.a.) tasdik edenler! Zannın çoğundan uzak durun. Çünkü bunlar arasında hayır sahibi kimseler hakkında suizanda bulunmak gibi bazıları vardır ki işte bizzat bunlar kötüdür. Zira bu, dış görünüş itibariyle doğru, salih ve emin olan bir kimseyle alâkalıdır.
Açıktan sarhoş olan veya fahişelerle zina edenler gibi açıktan günah işleyen kimseler hakkında onlardan uzak durmak ve onların tuttuğu yoldan sakınmak ve sakındırmak için suizan beslemek caizdir. Ancak bu zannın sözle ifade edilmesi gerekir. Çünkü içteki zannın söylenip açığa vurulması günahtır.
Sonra Allah Tealâ hayır yapan kimseler hakkında suizanda bulunmak veya mümin bir kimse hakkında kötü bir düşünceye sahip olmak gibi bir kısım zanlann günaha düşürmesini zanda bulunma yasağının illeti olarak göstermiştir. Nitekim Allah Tealâ başka bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Böylece siz kötü bir zanda bulundunuz ve helak olmayı hak eden bir kavim oldunuz.” (Fetih, 48/12).
Mümin kimseler hakkında suizanda bulunulmasını haram kılan birçok hadis-i şerif varid olmuştur:
İbni Mace Abdullah b. Ömer’in şöyle dediğini rivayet etmiştir: Rasu-lullah’ı (s.a.) Kabe’yi tavaf ederken gördüm. Şöyle diyordu: “Sen ne hoşsun, kokun da ne kadar hoş. Sen ne büyüksün, hürmetin de ne kadar büyük. Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki müminin hürmeti onun mal ve canı Allah katından senin hürmetinden daha büyüktür.” Bir mümin hakkında ancak hüsnüzanda bulunmak gerekir.
İbni Abbas bu ayet hakkında şöyle demiştir:
Allah Tealâ bir müminin bir mümin hakkında hüsnüzan dışında bir düşünceye sahip olmasını yasaklamıştır.
İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu Davud Ebu Hüreyre’nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: “Zandan sakının ha. Çünkü zan sözlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin mahrem hallerini araştırıp soruşturmayın, birbirinizle çekişmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize kızmayın ve birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz.”
Müslim ve Tirmizi’nin başka bir rivayeti de şöyledir: “Birbirinizle alâkanızı kesmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinize kızmayın, birbirinize haset etmeyin. Kardeş olun ey Allah’ın kulları! Bir müslümana diğer bir müslüman kardeşine üç günden fazla dargın durması helâl olmaz.”
5- Mahrem hallerin araştırılmasının haram kılınması:
“Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın.” Yani müslümanların mahrem hallerini ve kusurlarını araştırıp da onların gizlediği şeyleri açığa çıkarmaya çalışmayın. Onların sırlarına muttali olmak istemeyin. Tecessüs, gizli olan kusurların ve mahrem şeylerin araştırılmasıdır. Tahassüs ise haber araştırmak, hoşlanmadıkları halde bir topluluğun sözlerini dinlemek veya kapı arkasından konuşulanlara kulak vermektir.
Ebu Davud, Ebu Berze el-Eslemi’nin şöyle dediğini nakletmiştir: Rasulullah (s.a.) bize bir hutbe irad etti ve şöyle buyurdu: “Ey kalplerine iman girmediği halde dilleriyle mümin olduklarını söyleyenler! Müslümanların mahrem hallerini araştırmayın. Müslümanların mahrem hallerini araştıran kimseyi, Allah, kendi evinde rezil rüsvay eder.”
Taberani Harise b. en-Numan’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimin (hoş olmayan) üç huyu vardır: Uğursuz sayma,[8] haset etme ve suizanda bulunma.” Bir adam “Ya Rasulallah! Bu özelliklere sahip kimselerin bunlardan kurtulmalarını sağlayacak şeyler nelerdir?” deyince Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: “Haset etmişsen Allah’a istiğfar et. Zanda
bulunmuşsan onun zaten hakikati yoktur. Bir kuşun uçmasını uğursuz say-mışsan geç git.”
Yine Ebu Davud, Ebu Ümame ve diğer sahabelerden Rasulullah’ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bir hükümdar insanlardan şüphe duyarsa şüphesiz onları ifsad eder.”
Ebu Gılabe şöyle demiştir: Hz. Ömer e Ebu Mihcen es-Sakafi’nin evinde arkadaşlarıyla içki içtiği haber verilince derhal oraya gitti. İçeri girince bir de baktı ki onun yanında sadece bir kimse var. Ebu Mihcen Hz. Ömer’e “Senin böyle yapman helâl değildir. Çünkü Allah tecessüsü yasaklamıştır.” deyince Hz. Ömer dışarı çıkıp orayı terketti.
6- Bir kimsenin arkasından hoşlanmadığı şeyleri söylemek manasına gelen gıybetin haram kılınması:
“Birbirinizin gıybetini yapmayın. Hiç sizden bı^nı olu kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan tiksindiniz… Yan: birbirinizin arkasından hoşlanılmayan şeyleri söylemeyin. İster bu arkadan konuşma açıktan ister işaret vb. şeylerle olsun farketmez. Gıybeti yapılan kimse bundan rahatsızlık duyar. Bu hüküm bir kimsenin din ve dünyasında ahlâk ve fıtratında, malı, evlâdı, zevcesi, hizmetçisi, giysisi vb. hakkında hoşuna gitmeyen her sözü içine alır.
Ebu Davud, Tirmizi ve İbni Cerir’in Ebu Hureyre’den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) gıybetin ne olduğunu açıklamıştır. “Rasulul-lah’a Ya Rasulallah! Gıybet nedir?” denildi Rasulullah (s.a.): “Kardeşini hoşlanmadığı bir şekilde zikretmendir.’ buyurdu. Peki söylediğim şey kardeşimde varsa?” denilince Rasulullah (s.a.) ‘Şayet söylediğin şey onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Yok söylediğin şey onda mevcud değilse ona iftira etmiş olursun.” buyurdu.
Ebu Davud Hz. Aişe’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.)’e “Safiyye’nin şu şu özellikleri (kusur olarak! sana yeter. Yani o kısa boyludur.” dedim. Bunun üzerine Rasulullah s.a. şöyle buyurdu: “Sen öyle bir şey söyledin ki bu sözün deniz suyuna karıştırılacak olsa onu bulandırırdı.”
Sonra Allah Tealâ gıybetten nefret ettirmek için gıybeti ölü insanın etini yemeye benzetmiştir. Sizden birisi hiç ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Bundan nasıl tiksindiyseniz bir kimsenin arkasından kötü konuşmaktan da aynı şekilde kaçının. Allah Tealâ gıybeti ölü insanın bedenini yemeğe benzetmiştir. Bu teşbihi insanları gıybetten tiksindirmek için yapmıştır. Zira insan etinin yenmesinin dinen haram olması bir yana zaten insanın tabiatı buna karşı bir tiksinti duyar.
Bu ayet gıybetin dinen haram ve çirkin olduğuna delâlet etmektedir. Bu sebeple gıybetin haramlığı konusunda icma vardır. Gıybet eden kimsenin Allah’a tevbe etmesi ve gıybet ettiği kimseden de helâllik dilemesi ge-
rekmektedir. Bu hükümden ancak cerh ve tadil ile vaaz ve nasihatte olduğu gibi fayda tarafı ağır basan konular istisna edilmiştir. Buhari’nin Ai-şe’den rivayet ettiği bir hadis buna misal gösterilebilir: Günahkâr bir adam huzuruna gelmek için izin istediğinde Rasulullah (s.a.) “Aşiretinin ne kötü bir mensubudur! Ona izin verin.” buyurmuştur. Aynı şekilde Rasulullah’m (s.a.) Fatıma b. Kays’a söylediği sözü de fayda tarafı ağır bastığında bir kimsenin arkasından konuşulabileceğine misaldir. Rasulullah şöyle buyurdu: “Ebu Cehm’e gelince o sopasını omuzundan indirmez. Muaviye ise malı olmayan bir fakirdir.[9]
Gıybetin haram kılınması, insanlık onurunun korunmasıyla yakından alâkalıdır. Bu durum birçok sahih hadiste değişik açılardan ifade edilmektedir.
Buhari ve Müslim’in Ebu Bekre’den rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah (s.a.) veda hutbesinde şunları söylemiştir: “Şu içinde bulunduğunuz gün, şu ay ve şu belde nasıl muhterem ise şüphesiz kanlarınız, mallarınız ve namuslarınız da öyle size muhterem ve mukaddestir.”
Ebu Davud ve Tirmizi Ebu Hüreyre’nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Müslümanın malı, namusu ve canı başka bir müslümana haramdır. Bir müslüman kardeşini tahkir etmesi, bir kimseye şer olarak yeter.”
Yine Ebu Davud, Ebi Bürde el-Belvi’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Ey kalplerine iman girmediği halde dilleriyle iman ettiklerini söyleyenler! Müslümanların gıybetini yapmayın ve onların gizli hallerini araştırmayın. Müslümanların mahrem hallerini araştıran kimsenin de Allah mahrem hallerini araştırır. Allah kimin mahrem hallerini anştırırsa kendi evinde onu rezil rüsvay eder.”
“Öyleyse Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edici ve çok merhamet edicidir.” Yani size emrettiği ve yasak ettiği şeylerde Allah’tan sakının Allah’ı gözetip O’ndan korkun. Gıybetten tiksinip uzaklasın: Şüphesiz Allah Tealâ kendisine tevbe edenin tevbesini kabul eder ve tekrar kendisine yönelen kimseye de çok merhamet eder.
Alimlerin çoğunluğuna göre gıybet eden kimsenin tevbe ederken takip edeceği yol şöyledir:
a) Gıybet etmeyi terketmeli.
b) Bir daha o günaha dönmemeye kesin olarak karar vermeli.
c) Yaptığına pişman olmalı,
d) Gıybetini ettiği kimseden helâllik dilemeli.
Bazı alimler ise şöyle demişlerdir: Gıybet edenin gıybetini yaptığı kimseden helâllik dilemesi şart değildir. Zira gıybetini yaptığını ona bildirmesi halinde belki de öncekinden daha çok o kişiye rahatsızlık vermiş olabilir. Öyleyse gıybet eden kimsenin gıybet ettiği meclislerde aynı şahsı övmesi ve mümkün oldukça gıybete konu olan hususun onda bulunmadığını söylemesi gerekir.
Nitekim Ahmed ve Ebu Davud Muaz b. Enes el-Cüheni’den şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Gıybet eden bir münafığa karşı bir mümini koruyan kimseye Allah kıyamet günü onu cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kötülemek maksadıyla bir mümin hakkında bir şey uyduran kimseyi Allah, söylediği şeyden sıyrılıp çıkıncaya kadar cehennem köprüsünde hapseder.
7- Kök ve yaratılış itibariyle insanlar arasında eşitliğin olması ve takvanın üstünlük ölçüsü kabul edilmesi:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sızı bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışmanız için de sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sızın Allah nezdinde en üstün olanınız şüphesiz takvaca en iteri olanınızdır. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden hakkıyla haberdar olandır. Daha önceki ayetlerde üstün ahlâk ile edeplenmeleri için iman sahibi kimselere hitap edilmiştir. Burada ise Allah, muhataplardan istenen şeyin beyanına münasip olması, önceki ayette yasaklanan hususların, vurgulanması ve insanlarla alay etme, kaş göz hareketleri ve söz ile onlan ayıplama vb. mutlak yasaklar hakkındaki hitabın bütün insanlara genelleştirilmesi için Ey insanlar!” diyerek, insan cinsinin vasfı olan insanlık sıfatıyla nida etmiştir.
Buna göre mana şudur: Ey insanoğlu’ Şüphesiz sizi bir asıldan, yani Adem ve Havva’dan yarattık. O halde şovunuz aynı olduğu için siz eşitsiniz. Bir ana ve bir babadan meydana geldiğiniz için soylarınız ile övünmeye mahal yoktur. Dolayısıyla bu konuda herkes müsavidir. O halde birbiri-niz ile alay etmeniz ve birbirinizi ayıplamanız doğru değildir. Siz soy itibariyle kardeşsiniz.
Birbirinizi bilmezlikten gelmeniz ve birbirinize muhalefet etmeniz için değil sizi birbirinizle tanışasmız diye milletler ve onun bir alt birimi olan kabileler halinde yarattık. Ayette kastedilen mana şudur: Allah Tealâ sizi tanışmanız için yaratmıştır; soylar ile övünmeniz için değil. Zira aranızda üstünlük ölçüsü ancak takvadır. Öyleyse kim takva sıfatıyla muttasıf olursa en değerli, en üstün ve en şerefli olan ancak odur. Allah sizi ve yaptıklarınızı çok iyi bilmektedir. İçinizde sakladığınız düşüncelerden, durumlardan ve yaptığınız işlerden de çok iyi haberdardır.
Bu ayet evlilikte din birliği dışında küfür=denklik şartı ileri sürmeyen Malikiler için bir delildir. Zira “Sizin Allah nezdinde en üstün olanınız takvaca en ileri olanınızdır.” sözü buna delâlet etmektedir. Bu konuda birçok sahih hadis vardır.
Ebu Bekir el-Bezzar Müsned’inde Huzeyfe’den şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurmuşlardır ki: “Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Vallahi bir kavim ya babalarıyla övünmeyi terkeder yahut…”
İbni Ebi Hatim ve Tirmizi İbni Ömer’in şöyle söylediğini rivayet etmişlerdir: Mekke’nin fethedildiği gün Rasulullah (s.a.) devesi Kasva’nm üzerinde elindeki asa ile rükünleri selamlayarak Kabe’yi tavaf etti. Mes-cid-i Haram’da devesini çöktürecek bir yer bulamadı. Neticede kendisi insanların önüne gelip durduktan sonra deveyi oradan çıkartıp Batn-ı Mesire götürdü. Ve deve oraya çöktürüldü. Bir müddet sonra Rasulullah bineğinin üzerinde insanlara bir hutbe irad etti. Allah’a hamdedip lâyıkı veçhile ona sena ettikten sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Allah Tealâ şüphesiz cahiliye ayıbını ve atalarla, ecdatla büyüklenmeyi sizden gidermiştir. İnsanlar iki kısımdır: Bir kısmı iyilik sahibi, muttaki ve Allah nezdinde çok değerlidir. Bir kısmı ise günahkâr, şaki ve Allah o göre değersizdir.” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Sizin Allah katında en üstün olanınız şüphesiz takvaca en ileri olanınızdır. Muhakkak ki Allah her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.” Rasulullah (s.a.) sonra “Ben bu sözümü söylüyor, kendim için ve sizin için Allah’tan mağfiret diliyorum.” buyurdular.[10]
Taberi Âdabu’n-Nüfus’da şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) Teşrik günlerinin ortasında Mina’da devesinin üstünde şöyle bir hutbe irad
etmiştir:
“Ey insanlar! Dikkat edin. Şüphesiz Rabbiniz tektir, babanız da tektir. Dikkat edin. Ne Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a ne de siyahın kızıl deriliye, kızıl derilinin de siyaha bir üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük ancak takva ile olur. Dikkat edin. Tebliğ ettim mi?” Orada bulunanlar “Evet” deyince Rasulullah (s.a.) “Burada hazır bulunanlar, bunları burada olmayanlara tebliğ etsinler.” buyurdu.
Müslim ve İbni Mace’nin Ebu Hüreyre’den rivayet ettikleri şu hadis daha önce geçmiştir:
“Allah Tealâ sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat kalplerinize ve amellerinize bakar.”
Taberani’nin Ebu Malik el-Eşari’den rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a. şöyle buyurmuştur: “Allah sizin ne soyunuza sopunuza ne de beden ve mallarınıza bakar. Fakat o sizin kalplerinize bakar. Doğru ve temiz bir kalbe sahip olana Allah Tealâ sevgi ve şefkat gösterir. Adem’in evlâtlarısınız siz. Sizin Allah tarafından en çok sevileniniz şüphesiz en muttaki ola-nınızdır.” [11]
Gerçek İmanın Esasları
14- Bedeviler ‘İman ettik” dediler. De ki: Siz iman etmediniz. Fakat “Teslim olduk” deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız amellerden hiçbir şey ekşitilmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı çok merhametlidir.
15- Müminler ancak Allah’a, Rasulüne iman edip sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir, işte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır.
16- De ki: Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?! Halbuki Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bi
lir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir.
17- Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı başıma kakmayın. Aksine, şayet gerçekten de iman sahibi iseniz sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder.
18- Şüphesiz ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.
Açıklaması
Bedeviler: “İman ettik dediler. De ki: Sız iman etmediniz. Fakat “Teslim olduk” deyin. Zira henüz iman kalplerinize girmedi.” Yani çölde hayat sürenlerden bir topluluk -ki onlar kendilerinin iman makamında oldukların iddia ederek İslâm’a girenlerin ilklerinden olan Esed oğullarıdır- “Biz Allah’ı ve Rasulünü (s.a.) tasdik ettik, artık iman tam olarak kalplerimize yerleşmiştir.” demişlerdi.
Allah Tealâ onların kâmil bir imana sahip olmadıklarını, tasdiklerinin ise ihlâs, gönül huzuru ve Allah’a tam olarak güven duygusundan doğan sahih bir tasdik olmadığını açıklayarak onların bu sözlerini reddetmiş ve onların “Ya Rasulallah! Biz sana boyun eğdik ve teslim olduk. Bundan sonra seninle savaşmayacağız.” demelerini emretmiştir. Onlara imanın henüz kalplerine yerleşmediğini, aksine onların iddilarmm gerçek bir itikad ve halis bir niyet taşımayan sırf dille söylenmiş bir söz olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple onların iman etmedikleri haber verildiği zamana kadar olumsuz bir manaya delâlet eden “lemmâ” cezim harfiyle ifade edilmiştir, “siz iman etmediniz” sözüyle sadece geçmişte onların mümin olmadıkları kaste-dilmemiştir. Aksine onların imansızlık halleri bu haberin verildiği zamanda da devam etmektedir.
Bu ayet imanın İslâm’dan daha hususi olduğuna delâlet etmektedir. Ehl-i Sünnet mezhebi bu görüştedir. Nitekim Cebrail hadisi buna delâlet etmektedir. Bu hadiste Cebrail (a.s.) Rasulullah’a (s.a.) önce İslâm’ı, sonra imanı, sonra da ihsanı sorarak genel olandan özel olana sonra da en özel olana yükselmiştir. Bundan dolayıdır ki iman ancak kalp ile gerçekleşir. İman gönül huzuru ve Allah’a güven duygusu ile kalbin tasdikidir. Mücer-red olarak dilin şehadet getirmesi ve Rasulullah’m (s.a.) getirdiklerine zahiren boyun eğmek manasına gelen İslâm daha geneldir.
Bu görüş bazı Ehl-i Sünnet alimlerine[12] göre iman ve İslâm’ın bir kabul edilmesine mani değildir. Bunun delili Allah’ın Lût (a.s.) ve beraberindeki müminler hakkındaki şu sözüdür:
“Biz oradaki bütün müminleri çıkardık. Orada bir ev dışında hiç müs-lüman bulamadık.” (Zariyat, 51/35, 36).
Sonra Allah Tealâ “Eğer Allah’a ve Rasulüne itaat ederseniz yaptığınız amellerden hiçbir şey eksiltilmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” buyurarak onları gerçek imana teşvik etmiştir. Yani eğer Allah ve Rasulüne (s.a.) tam olarak iman eder, sahih bir şekilde onları tasdik eder ve ihlâsla amel ederseniz, yaptığınız amellerinizin mükâfatından hiçbir şey eksiltmez. O halde ihlâssız yaparak amellerinizi zayi etmeyin. Allah Tealâ kendisine yönelip tevbe eden ve ihlâsla amel eden kimselerin günahlarını örter ve onları affeder. Onlara acır ve tevbe ettikten sonra onlara azap etmez. Bu ayetle daha önce işlenen günahlardan tevbe etmeye müminler teşvik edilmiş ve sonradan iman etmiş olanların gönülleri teselli edilmiştir. Bunun bir benzeri de şu ayettir: “Biz onların amellerinden hiç eksiltmedik.” (Tur. 52/21).
Sonra Allah Tealâ müminlerin sahip olması gereken sıfatları ve imanın hakikatini beyan buyurmuştur: “Müminler ancak Allah ‘a ve Rasulüne iman edip sonra da asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte imanlarında sadık olanlar bizzat onlardır.” Yani sahih ve halis imana sahip kâmil müminler o kimselerdir ki Allah’ı ve onun Rasulü Muhammed (s.a.)’i tam olarak kalbiyle tasdik edip bunu diliyle ikrar eder, sonra da bundan asla şüphe duymaz ve imanı asla sarsılmaz. Bilakis tek bir hal üzere, yani tasdik hali üzere sabit kalırlar. Gerçek müminler Allah’a itaat etmek ve onun rızasına nail olmak için Allah’ın dinini yüceltmek maksadıyla mallarıyla ve canlarıyla hakkıyla cihad ederler. İşte söz konusu bu vasıflara sahip olan kimseler gerçekten iman sıfatına sahip ve müminlerin arasına girmeye lâyık doğru sözlü kimselerdir. Bu kimseler, iman ile kalpleri dolmadığı halde rnuslüman olduklarını açıklayan bir kısım bedeviler gibi değildirler.
İmam Ahmed Ebu Said el-Hudri’nin şöyle dediğin: rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurmuştur ki: “Müminler dünyada uç kısma ayrılmıştır: a) Allah ve Rasulüne (s.a.) iman edip bu hususta asla şüpheye düşmeyen ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler. b> Kendileri sebebiyle insanların mallarına karşı güvende olduğu kimseler, o Bir şeye aşırı istek duyduğunda Allah Tealâ’nın terkettiği kimseler.
Allah Tealâ onlara, yaptıkları işlerin hakikatini bildiğini şöyle bildirmiştir:
“De ki: Siz dinînizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?! Hc’.b^k: Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah şüphesiz her şeyi bilendir.” Ey peygamber onlara şöyle söyle: İman ettik diyerek içinizdeki dindarlığı Allah’a mı haber veriyorsunuz. Halbuki O her şeyi bilir. Hiçbir şey O na gizli değildir. Allah göklerde ve yerde bulunan cansız varlıkları, bitkileri, hayvanları, insanları ve cinleri bilmekte iken sizin varlığını iddia ettiğiniz imanın gerçekliğini nasıl bilmez? O halde kalplerinizde bulunanın aksini ileri sürmekten sakının.
Bu ayette dinin sadece Allah için olması gerektiğine işaret edilmiştir. Yani sanki şöyle denmiştir: Siz dine Allah için değil de kendi menfaatiniz için girdiniz. Bu davranışınız asla makbul değildir
Daha sonra Allah Tealâ onların müslürnanlığının Allah için olmadığını şu kavliyle açıklamıştır:
“Müslüman olmalarını senin basma kakıyorlar.” Yani ey Peygamber! Onlar “Bütün sahip olduğumuz şeyler ve ailelerimizle sana geldik. Falan filan kabileler gibi sana karşı savaşmadık da.” diyerek müslüman olmalarını sana yapılmış bir iyilik olarak görüyorlar.
Onların bu davranışını Allah Tealâ şöyle reddetmiştir: “De ki: Müslüman olmanızı başıma kakmayın. Aksine gerçekten de iman sahibi iseniz sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder.” Yani Ey Peygamber! De ki: Ey bedeviler, İslâm dinine girmeyi bana yapılmış bir iyilik saymayın. Zira imanın faydası yine size dönecektir. Dolayısıyla Allah’ın bunu başınıza kakma hakkı vardır. Zira şayet sizin mümin olduğunuz iddiası doğru ise, sizi imana irşad edip imanın yolunu göstermesi ve İslâm dinini ka-bule sizi muvaffak kılması sebebiyle asıl size nimet verip minnet eden, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tır. Burada onların iman iddiasında yalancı olduklarına da işaret edilmiştir.
Rasulullah (s.a.)’ın Huneyn günü Ensar’a söylediği şu sözler de buna benzer: “Ey Ensar! Sizi dalâlet içinde bulmuştum Allah benim sayemde sizi hidayete ulaştırmadı mı? Darmadağınık bir haldeydiniz. Benim sayemde Allah sizi bir araya getirmedi mi? Siz aç ve fakir bir halde bulunuyorken benim sayemde Allah sizi zenginleştirmedi mi?” deyince Ensar: “Evet ya Rasulullah! Allah ve Rasulü en büyük nimeti vermiş ve en büyük ihsanda bulunmuştur.” demiştir.
Daha sonra da Cenab-ı Allah şöyle buyurarak her şeyi bildiğini vurgulamıştır:
“Şüphesiz ki Allah göklerde ve yerdeki gaybı bilmektedir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” Yani Allah Tealâ göklerin ve yerin her tarafındaki görünen ve görünmeyen her şeyi çok iyi bilmektedir. İnsanın içinde gizlediği düşünceler de bu cümledendir. Allah Tealâ yaptığınız bütün amellere muttalidir. Bu sebeple yapılan bir iyiliğe iyilikle, kötülüğe de kötülükle karşılık verecektir.
Zihinlerde ve kalplerin derinliklerinde iyice yerleşsin ve daima gönüllerde ifadesini bulsun diye, ayette Allah’ın bütün kâinatı bildiği gerçeği tekrar edilip vurgulanmıştır.
Hucurat Suresi