Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

49 – Hucurat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Rahman ve Rahim Allah’ın adı île
Medine’de inmiş olduğu hususunda icma vardır. Onsekiz âyettir.

49 – Hucurat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Hucurat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

  1. Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçme­yin ve Allah’tan korkun. Muhakkak Allah çok işitendir, çok iyi bİ-lendİr.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başiık halinde sunacağız:

1- Allah’ın ve Rasûlünün Önüne Geçilemez:

“Ey İman edenler! Allah’ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin!”

buyruğu hakkında ilim adamları şöyle demişlerdir; Araplar gerek Peygamber (sav)’a hitablarında, gerekse insanlara verdikleri lakaplarda katı idiler ve edep ölçülerine göre de hareket etmiyorlardı. O bakımdan bu sûre üstün ahlaki değerleri ve adaba riayeti emretmektedir.

ed-Dahhak ve Yakub el-Hadramî: “Öne geçmeyin” anlamındaki buyru­ğu “tekaddüm: öne geçmek”den gelen bir fiil olarak şeklinde “le” ve “dal” harflerini üstün okumuştur. Diğerleri ise “takdim”den gelen bir fiil olarak :’te” harfini Ötreli, “dal” harfini de esreli; ) diye okumuşlardır. Her ikisinin de anlamı açıktır. Yani sizler Allah’ın huzurunda ve Rasûlünün sö­zü ve fiili bulunup da sizin alıp uygulamanız gereken din ve dünya emirle­rine dair hallerde sözünüzle de, davranışlarınızla da öne geçmeyesiniz. Her kim sözünü ve davranışını Rasûlullah (sav)’ın önünde tutarsa, o bunu Allah’ın da önüne geçirmiş olur. Çünkü Rasûlullah (sav), ancak Allah’tan aldığı emirlerden hareketle emir verir. [1]

2- Bu Âyetin Nüzul Sebebi:

Bu âyetin nüzul sebebi ile ilgili altı ayrı görüş vardır.

1- el-Vahidî’nin sözünü etliği İbn Cüreye yoluyla gelen hadis. îbn Cüreyc dedi ki: Bana İbn Ebi Müleyke’nin anlattığına göre Abdullah b. ez-Zübeyr ken­disine şunu haber vermiş: Rasûlullah (sav)’ın yanına Temimoğullarından bir kafile gelmişti. Ebu Bekir: el-Ka’ka’ b. Mabedi bunlara emir tayin et, dedi. Ömer de; elAkra’ b. Habis’i emir tayin et, dedi. Bu sefer Ebu Bekir: Senin maksadın sadece bana muhalefet etmektir, dedi. Ömer: Hayır, sana muha­lefet etmek istemedim, dedi. Tartışmaları böylece sürüp gitti ve nihayet seslerini yükselttiler. Bunun üzerine: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasûlü­nün huzurunda öne geçmeyin… Eğer onlar sen kendilerine çıkana kadar sab-retselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu” (el-Hucurat, 49/1-5) buy­rukları nazil oldu. Bunu Buhari, el-Hasen b. Muhammed b, es-Sabbah’ian di­ye rivayet etmiştir. [2] el-Mehdevî de bunu ayrıca zikretmiş bulunmaktadır.

2- Peygamber (sav)’dan rivayete güre o Haybere gittiği sırada Medi­ne’ye bir adamı yerine bırakmak istedi. Ömer ise ona bir başka adamı bırak­masını tavsiye etti. Bunun üzerine: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasûlü­nün huzurunda öne geçmeyin!” buyruğu nazil oldu. Bunu da el-Mehclevî zikretmiş bulunmaktadır.

3- el-Maverdî’nin ed-Dahhak’tan, onun İbn Ahbas’tan (r.anhuma) naklet­tiğine güre Peygamber (sav) ashabından yirmidön kişiyi Amiroğulları üze­rine gönderdi ve onlar da o sırada bulamadıkları üç kişi dışında Amiroğul-larmı öldürdüler. Bu üç kişi kurtularak Medine’ye döndüler. Süleymoğulla-rından İki kişi ile karşılaştılar. Onlara neseblerini sordular, bunlar da Amir oğullarındanız, dediler. Çünkü Amiroğulları Süleymoğullarından daha güçlü idiler. Amiroğullarında olanlar Süleymanoğullarından olan bu İki kişiyi öl­dürdüler. Süleymoğullarmdan bir grub Rasûlullah (sav)’a gelerek şöyle de­diler: Bizimle senin aranda bir antlaşma var. Bununla birlikte bizden iki ki­şi öldürülmüş bulunuyor, Bu sefer Peygamber (sav) onlara karşılık diyet olarak yüz deve verdi. İşte bu âyei-i kerime iki kişiyi öldürmeleri üzerine in­miştir. [3]

4- Katade dedi ki: Bazı kimseler, keşke benim hakkımda şöyle bir vahiy inse, keşke benim hakkımda böyle bir vahiy inse, diyordu. Bunun üzerine bu âyet indi.

5- İbn A*bbas dedi ki: Bu buyrukla ondan önce konuşmaları yasaklanmış olmaktadır. Mücahid dedi ki: Aiiah Rasûlü vasıtası ile hükmünü verinceye ka­dar siz Allah’ın ve Rasûlünün ününe geçerek yeni bir söz söylemeye kalkış­mayınız, demektir. Bunu da Buharı zikretmiş bulunmaktadır. [4]

6- el-Hasen dedi ki: Bu Rasûlullah (sav) bayram namazını kılmadan ön­ce kurbanlarını kesen bir kesim hakkında inmiştir. Bu buyrukla onlara ye­ni bir kurban kesmelerini emretmektedir. İbn Güreye dedi ki: Sizler itaat olan amellerinizi Allah’ın ve Rasûlünün emretmiş olduğu vakitten önce yapmaya kalkışmayınız.

Derim ki: Bu son beş görüşü [5] Kadı Ebu Bekr İbnu’l-Arabî zikretmiş olup, ondan önce el -Maverdî kaydetmiş bulunmaktadır.

Kadı (Ebu Bekr İbnu’l-Arabî) dedi ki; Hepsi de sahihtir ve genel buyru­ğun kapsamına girmektedir. Hangisinin âyetin inmesine sebeb teşkil ettiği­ni en İyi bilen yüce Allah’tır. Herhangi bir sebeb olmaksızın da inmiş olabi­lir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Yine Kadı dedi ki: Eğer biz bu âyet-i ke­rimenin itaatlerin vaktinden önce yapılması (yapılmaması gerektiği) hususun­da indiğini kabul edecek olursak, bu doğru bir görüştür. Çünkü belirli bir va­kitte yapılması istenmiş her bir İbadetin -namaz, oruç ve hac gibi- vaktinden önce yapılması caiz değildir. Bu da açıkça bilinen bir husustur. Şu kadar var ki; ilim adamları zekat hususunda farklı görüşlere sahihtirler. Çünkü zekat mali bir ibadettir ve aklen anlaşılması mümkün olan bir husus dolayısıyla ye­rine geçirilmesi istenmiştir. Bu da fakirin ihtiyacını karşılamaktır. Diğer taraf­tan Peygamber (sav) HazreÜ Abbas’tan iki yıllık zekatım peşinen almıştır. Ay­rıca fıtır sadakasının ramazan bayramının birinci gününden önce toplanaca­ğına dair rivayetler de geimiş bulunmaktadır, ta ki; ödenmesi vacib olan ra­mazanın birinci günü hak sahiplerine ödenebilsin. İşte bütün bunlar zeka­tın bir iki sene öncesinden verilmesinin caiz olmasını gerektirmektedir. Şâyet sene dolduğunda nisab önceki halinde duruyor ise zekat yerini bulmuş demektir. Eğer sene başı gelmekle birlikte nisabta bir değişiklik olmuşsa (azal­mışsa) o vakit bunun bir talavvu (nafile) sadakayı olduğu ortaya çıkmış olur. Eşheb dedi ki: Zekatın tıpkı namaz gibi sene dolmadan bir an önce da­hi verilmesi caiz değildir. O bu kanaatiyle ibadetlerdeki asli kaideyi burada da geçerli kabul etmiş ve zekatın İslâm’ın temel esaslarından biri olduğunu kabul ettiğinden nizam ve güzel bir tertip açısından ona da hakettiği değe­ri vermek istemiş gibidir. Diğer ilim adamlarımızın görüşüne göre ise zeka­tın kısa bir süre önce verilmesi caizdir. Çünkü uzun bir sürenin hilafına şe-riatte bu gibi şeyler affedilir, Bununla birlikte Eşheb’in dediği daha sahihtir. Çünkü şeriatın esasları açısından az bir miktarda çok olandan ayrı düşmek sahihtir. Şu kadar var ki, çoğu dışında az olana mahsus birtakım hususlar do­layısıyla olmalıdır. Bizim meselemizde ise bir gün bir ay gibidir, bir ay da bir sene gibidir. Yani ya Ebu Hanife ve Şafiî’nin dediği gibi külli bir takdim ile verilebilir yahutta Eşheb’in dediği gibi ibadetin vaktinde yapılması noktasın­da gereken titizliğin gösterilmesi gerekir. [6]

3- Allah ve Rasûlünün Önüne Geçmeye Dair Bazı Örnekler:

Allah’ın ve Rasûlünün huzurunda öne geçmeyin!” buyruğu Peygamber (sav)’in sözlerine karşı itirazı terkedip ona uyup onun izinden gitmenin va-cib oluşu hususunda asli bir dayanaktır. Nitekim Peygamber (sav) hastalığı sırasında: “Ebu Bekir’e emredin insanlara namaz kıldırsın.” diye buyurduğun­da, Aişe (r.anha), Hafsa (r,anha)’ya şöyle demişti: Sen ona de ki: Ebu Bekir çok yumuşak kalbli birisidir, o ne zaman senin yerinde duracak olursa, ağ­layacağından dolayı insanlara sesini işitüremeyt;cekür. O bakımdan insanla­ra namaz kıldırmak üzere Ömer’e emret. Bunun üzerine Peygamber (sav): “Şüphesiz ki sizler Yusuf’un yanındaki kadınlar gibisiniz. (İçinizdekini oldu­ğu gibi dışa vurmuyorsunuz.) Haydi Ebu Bekir’e emredin, insanlara namaz kıldırsın'[7]’ buyruğunda da bu gerçeği dile getirmektedir.

Peygamber (sav)’ın; “Yusuf un etrafındaki kadınlar” tabirinin anlamı, ca­iz olan ile karşılık verirken caiz oJmayana düşmek gibi bir fitne korkusudur.

Kıyasa karşı olanlar bu âyeti delil gösterebilirler. Ancak bu batıl bir de-lillendirmedir. Çünkü delaleti açıkça ortada olan bir hususta uygulama ya­pan kimse bununla Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmiş olmaz. Diğer taraf­tan Kitab ve sünnet şeriatın fer’î hükümlerinde kıyas gereğince görüş belirtti menin gereğine dair açıkça deliller ihtiva etmekledir. O halde (kıyasa baş­vurmak suretiyle) Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmek sözkonusu değildir. “Ve” size yasak kılınan öne geçmek hususunda “Allah’tan korkun.” “Muhakkak Allah” sözlerinizi “çok iyi işitendir” yaptıklarınızı “çok iyi bilendir.” [8]

  1. Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltme­yin! Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek ses­le hitab etmeyin! Yoksa haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

1- Müminler Seslerini Peygamberin Sesinden Yükseltmemelidir:

“Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltme­yin!” buyruğu ile ilgili olarak Buharı ve Tirmizî şu rivayeti kaydetmektedir­ler: İbn Ebi Müleyke’den dedi ki: Bana Abdullah b. ez-Zübeyr’in anlattığına göre Akra’ b. Habis, Peygamber (sav)’ın huzuruna geldi, Ebu Bekir: Ey Al­lah’ın Ra-sûlü! Sen bunu kavmine başkan tayın el, dedi. Ömer de: Hayır, ey Allah’ın Rasûlü sen bunu başkan tayin etme dedi. Peygamber (sav)’ın huzu­runda bu şekilde karşılıklı konuştular ve nihayet seslerini yükselttiler. Ebu Bekir Ömer’e: Senin bütün islediğin bana muhalefet etmektir. Ömer ise: Ha­yır ben sana muhalefet etmek istemedim, dedi. Bunun üzerine şu: “Ey iman edenler! Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin’ âyeti indi. (Ab­dullah b. ez-Zübeyr) dedi ki: Bundan sonra Ömer Peygamber (sav)’ın huzu­runda konuştu mu ne dediğini açık söylemesini (yüksek sesle tekrarlaması­nı) istemedikçe konuşmasını duyamıyordum. (tbn Ebi Müleyke) dedi ki: Ab­dullah b. ez-Zübeyr dedesinin -yani Ebu Bekir’in- sözünü etmedi. (Tirmizî) dedi ki; Bu garib, hasen bir hadistir. Bazıları da bu hadisi İbn Ebi Müleyke’den mürsel olarak rivayet etmiş olup, bu hadisin senedinde: “Abdullah b. ez-Zübeyr’den” diye zikretmemişlerdır. [9]

Derim ki: Sözünü ettiği kişi Buharı’dir. O şöyle demiştir: İbn Ebi Müley-ke dedi ki: Hayırlı iki sahabi Ebu Bekir ve Ömer neredeyse helak olacaklar­dı. Onlar Peygamber (sav)’ın huzurunda Teini moğullan kafilesi geldiği sıra­da seslerini yükseltmişlerdi. Birileri Mücaşîoğullanndan olan el-Akra’ b. Ha-bis’in (emir tayin edilmesi için) diğeri ise bir başka adamın (emir tayin edil­mesi için) görüş belirtmişti. Nafî’ dedi ki: Bu diğer adamın adını bilemiyorum. Ebu Bekir, Ömer’e: Sen bana muhalefet etmekten başka bir maksal güt­müyorsun, dedi: Sana muhalefet etmek istemedim, dedi. Bu hususta sesle­ri yükseldi, yüce Allah da: “Ey İman edenler! Sesinizi peygamberin sesin­den fazla yükseltmeyin” âyetini indirdi. İbn ez-Zübeyr dedi ki: Bu âyet-i ke­rimeden sonra Ömer, Rasûluüah (sav) ne dediğini tekrar sormadıkça, Rasû-lullah’a sesini işittirmiyordu. (Abdullah b. ez-Zübeyr) aynı hususta babasını -Ebu Bekir es-Sıddîk’i kastediyor (çünkü Ebu Bekir annesi Esma’run babası idi)- aynı şekilde sözkonusu etmemektedir[10]

el-Mehdevînin, kaydettiği bir rivayete göre-, Ali (r.a) şöyle demiştir: Yü­ce Allah’ın: “Sesinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin” buyruğu benim, Cafer’in ve Zeyd b. Harise’nin sesi yükselmesi üzerine, bizim hakkı­mızda inmiştir. Biz Zeyd’in Mekke’den Hamza’nın kızını getirmesi üzerine tar­tışmaya koyulmuştuk. Rasûlullah (sav) da bu hususta Cafer’in lehine hüküm vermişti. Çünkü kızın teyzesi onun hanımı idi. Daha önce bu hadis Al-i İm-ran Sûresi’nde (3/44. âyet, 4. başlıkla) geçmiş bulunmaktadır.

Buharı ve Müslim’de de Enes b, Malik’ten gelen rivayete göre Peygamber (sav) Sabit b. Kays’i göremeyince bir adam: Ey Allah’ın Rasûlü! Ben senin için onun durumunu öğreneyim, dedi. Sabit’in yanına gitti, onu evinde başını önü­ne eğmiş oturuyor görünce, ona: Durumun nedir diye sordu. Sabit: Çok kö­tü dedi. O (kendisini kastediyor) sesini Peygamberin sesinden yüksek çıkar­tıyordu. O bakımdan onun ameli boşa gitmiş bulunuyor, o cehennemlikler­dendir. Adam Peygamber (sav)’a gelerek durum şöyle şöyledir, diye haber verdi. (Senetteki ravilerden birisi olan Musa b. Enes) dedi ki: İkinci bir de­fa ona pek büyük bir müjde ile geri döndü, dedi ki: “Git ona ve de ki: Sen cehennemliklerden değilsin. Aksine sen cennetliklerdensin.” [11] Buharînin laf­zı ile hadis böyledir.

Burada sözü edilen kişi Sabit b. Kays b, Şemmas’dır. Hazreçli olup, oğlu Muhammed’in adı ile Ebu Muhaiiınued künyelidir. Ebu Abdurrahman oldu­ğu da söylenmiştir. Harre gününde Muhammed, Yahya ve Abdullah adında üç çocuğu öldürüldü. Oldukça beliğ bir hitabeti vardı. Bu özelliğiyle tanınır­dı. Kendisine Rasûlullah (sav)’ın hatibi denilirdi. Tıpkı Hassan’a Rasûluüah (sav)’ın şaui denildiği gibi. Temimoğulları heyeti Rasûlullah (sav)’ın huzu­runa gelip de müfahare (karşılıklı öğünme) talebinde bulunduklarında on­ların hatibi kalktı ve kendilerini övdü. Sonra Sabit b. Kays kalktı, oldukça be­liğ, akıcı bir hutbe verdi. Onları yenik düşürdü. Daha sunra Temimlİlerin şa­iri Akra’ b. Habis ayağa kalktp şu beyitleri okudu:

“İnsanlar üstünlüğümüzü bilsin diye geldik sana,

Üstün ahlaki değerler sözkonusu. edildiğinde bize muhalefet ettiklerinde,

Biz herbir topluluğun arasından insanların başlarıyız,

Esasen Hicaz topraklarında Darimliler gibileri yoktur.

Yaptığımız herbir baskında ganimetin dörtte biri bizimdir.

İster Necid’de olsun, ister Tîhame topraklarında.”

Bunun üzerine Hassan ayağa kalkarak şunları söyledi:

“Ey Darimoğullan öğünmeyiniz, çünkü öğünmeniz

Üstün ahlaki değerler sözkonuau olunca aleyhinize bir vebal olarak döner. Yanımıza geldiniz öğünerek halbuki siz Ya bir süt annelik olarak yahut bir hizmetkar olarak bizim

emrimizde çalışanlardınız.”

şeklinde birkaç beyit devam eden şiirler söylediler.

Bunun üzerine Temimliler: Hatibleri bizimkinden daha hatib, şairleri şa­irimizden daha şair, dediler. Derken seslerinin perdesi yükseldi. Bunun üzerine yüce Allah: “Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin.

Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek sesle hitab et­meyin” buyruğunu indirdi.

Ata el-Horasanî dedi ki: Sabit b. Kays’ın kızı bana anlatarak dedi ki: Yü­ce Allah’ın: “Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yük­seltmeyin” âyeti nazil olunca babası odasına girdi ve kapısını üzerine kapat­tı. Peygajnber (sav) onu göremeyince durumunun ne olduğunu öğrenmek üzere ona bir elçi gönderdi. Sabit: Ben sesi gür çıkan birisiyim, amelimin bo­şa çıkmış oimasından korkarım, dedi. Peygamber: “Hayır, sen onlardan değilsin. Hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin” diye buyurdu. Sonra yüce Al­lah: “Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez” (Lukman, 31/18) buyruğunu indirdi. Yine kapısını kapatıp, ağlamaya koyul­du. Peygamber (sav) onu göremeyince, yine ona bir eiçi gönderip haberini sordu. Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Ben güzelliği seven birisiyim. Kavmimin de önde olduğunu göstermeyi severim, dedi. Peygamber: “Sen onlardan değil­sin. Bilakis sen hep öğülen bir kişi olarak yaşayacak, şehid olarak öldürü­lecek ve cennete gireceksin.” Kızı dedi ki: Yemame gününde Halid b. el-Ve-iid ile birlikle Müseylime’nin üzerine gitmek üzere yola çıktım. İki ordu kar­şılaştıklarında müslümanlar çekilir oldular. Bunun üzerine Sabit ile Ebu Hu-zeyfe’nin azatlısı Salim: Biz Rasûlullah (sav) ile birlikte böyle savaşmıyorduk, dediler. Sonra onların herbirisi kendisi için bir çukur kazdı ve orada sağlam­ca kaldılar. Öldürülünceye kadar çarpışmalarını sürdürdüler. O gün Sahit’in üzerinde çok nefis bir zırh vardı. Müslümanlardan bir kişi onun yanından geç­ti ve o zırhı aldı. Yine bir müslüman uykuda iken Sabit rüyasında ona: Sa­na bir vasiyette bulunacağım. Sakın bu bir rüyadır diyerek bunu yerine ge-tirmemezlik etme. Dün ben öldürüldüğümde müslümanlardan bir kişi yanım­dan geçti, benim zırhımı aldı. Onun kaldığı yer insanların en uzak yerinde­dir. Çadırı yanında ipi kazığa bağlı bir at vardır. Zırhın üzerine bir toprak çöm­lek yerleştirmiş, onun üstünde de eğeri koymuştur. Haydi Halid’e git, biri­sini gönderip, zırhımı aldırmasını söyle. Medine’ye Rasûlullah (sav)’ın hali­fesine -Ebu Bekir’i kastediyor- ulaşacak olursan, ona da şöyle de: Üzerim­de şu kadar şu kadar borç var. Kölelerimden filanı ve filanı da azad ediyo­rum. Adam Halid’e gidip, durumu haber verdi, o da birisini göndererek zır­hı aldırıp getirdi. Ebu Bekir’e gördüğü rüyayı anlattı, o da onun vasiyetini uy­gulamaya koydu. (Ala el-Horasanî) dedi ki: Biz Sabiı’in dışında ölümünden sonra vasiyeti yerine getirilmiş bir kimse bilmiyoruz. Allah’ın rahmeti üzeri­ne olsun. Bunu Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr), el-İstiab (fi Marifeti’1-Ashab) ad­lı eserinde zikretmiş bulunmaktadır[12]*[13]

2- Peygambere Hitabın Edebi:

“Birbirinize yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi, ona da yüksek sesle hitab etmeyin!” Yani ona ey Muhammed, ey Ahmed diye hitab etmeyin. Ey Allah’ın Peygamberi, Rasûlullah diye ona gereken saygıyı göstererek hitab edin.

Denildiğine göre münafıklar Peygamber (sav)’ın huzurunda zayjf müslü-manlar kendilerini taklid etsin diye seslerini yükseltiyorlardı. Bu şekilde dav­ranış müs)umanlara yasak kılındı.

“Ona da yüksek sesle hitab etmeyin.” buyruğunu lam harf-i cerri yeri­ne ala harf-i cerri kullanılarak: “Ona yüksek sesle hitab etme­yin” dernek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: “Ağzı üzerine düştü” demek için: denilebildiği gibi da denilebilir.

“Birbirinizle yüksek sesle hitab ettiğiniz gibi” buyruğundaki “kef (gibi)” benzetme edatı olup, nasb mahallindedir. “Siz ona birbirinizle yüksek sesle bağırdığınız gibi öyle bir yüksek sesle ba­ğırmayınız.” Bu buyrukta onlara kendi aralarında ancak fısıltı ve gizli bir şe­kilde konuşabilecek şekilde yüksek sesle konuşmanın mutlak olarak yasak­lanmadığına, onlara belli bir nicelikte kayıtlı olmak üzere özel bir şekildeki bağırmanın yasaklandığına delil vardır. Yani onlara yasak kılınan, kendi ara­larında alışageldikleri şekilde nitelikleri belli yüksek sesle bağırmaktır. Bu şe­kildeki bir davranışta ise peygamberiiğin parlak makamına riayetsizlik, onun üstün mevkiine -istediği kadar yüksek olsun diğer bütün rütbelerin onun mer­tebesinden aşağıda oluşuna- uygun olmayan bir davranış şeklidir

“Yoksa haberiniz olmadan amelleriniz boşa gidiverir.” Basralılann açıklamasına göre; amelleriniz boşa gideceğinden (böyle davranmayın) de­mektir. Kufelilere göre ise amelleriniz boşa gitmesin diye (böyle davranma­malısınız) demektir. [14]

3- Âyetin Anlamı ve Peygamber Efendimizle Konuşurken Ses Tonunun Sınırı:

Ayet-i kerimenin anlamı Rasûlullah (sav)’ın tazim edilmesi, ona gereken saygının gösterilmesi, onunla konuşurken huzurunda sesi alçaltmanın em-redümesidir. Yani o konuşurken siz de konuşacak olursanız, sesinizin sesi­nin ulaştığı sınırı aşmamasına dikkat etmelisiniz. Sesinizi öyle kısmalısınız ki, onun sözleri sizin sözlerin perdesinden daha yüksek, onun sesini yükseltme­si sizinkinden üstün olmalıdır; ta ki onun size üstünlüğü açıkça ortaya çık­sın, sizin önderiniz olduğu belirgin bir şekilde görülsün, yüksek sesiyle, si­yah beyaz renkli bir atın farklı renkleri gibi, sizin kalabalığınızdan ayrı ol­duğu ortaya çıksın. Gürültünüzle sesini bastırmamalısınız, birbirine karışan seslerinizle onun konuşmasını gölgelememelisiniz,

Abdullah b. Mesud’un kıraatinde: “Sesinizi… fazla yükseltmeyin” anla­mındaki buyruk şeklinde (“be” harfi ziyadesiyle)dir.

Bazı ilim adamları Peygamber (sav)’ın kabrinin yanında sesi yükseltme­yi mekruh görmüşlerdir. Kimi ilim adamı da alimlerin meclislerinde -onların şereflerinin üstünlüğüne işaret olmak üzere- sesi yükseltmeyi mekruh kabul etmiştir. Çünkü onlar peygamberlerin mirasçılarıdır. [15]

4- Peygamberin Hadislerine Karşı Takmûması Gereken Tavır:

Kadı Ebu Bekir İbnu’l-Arabî dedi ki: Peygamber (sav)’ın saygınlığı hayat­ta iken nasılsa, vefatından sonra da öyledir. Ölümünden sonra ondan nak­ledilen sözler derece itibariyle ondan lafız olarak işitilen sözleri gibidir. Onun sözleri okunduğu takdirde huzurda bulunan herkesin sesini ondan da­ha yükseltmemesi, ondan yüz çevirmemesi icab eder. Tıpkı bizzat o sözü la­fız olarak söylemesi esnasında onun meclisindeymiş gibi davranması gere­kir. Şanı yüce Allah sözü edilen bu saygının çağlar boyunca devam edece­ğine: “Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun…” (el-Araf, 7/204) buy­ruğu ile dikkatimizi çekmektedir. Peygamber (sav)’ın sözü de zaten vahyin bir parçasıdır. Açıklaması, fıkıh kiıablarında yer alan birtakım istisnalar dı­şında, Kur’ân-ı Kerim’in hikmeti gibi onun sözünün de hikmetleri vardır. [16]

5- Küçümsemek Maksadıyla Peygambere Karşı Sesi Yükseltmek Küfür Olduğundan Buyrukta Asıl Maksat, Mücerred Sesi Yükseltmektir:

Sesi yükseltmek ya da bağırmaktan maksat hafife almak ve küçümsemek kastı ile sesin yükseltilmesi değildir. Çünkü böyie bir davranış küfürdür. Bu buyruğa muhatab olanlar ise müminlerdir. Burada maksat bizatihi sesin ken­disidir. Büyük şahsiyetien; karşı saygı ve onlara karşı gösterilmesi gereken ta­zime uygun düşmeyen yüksek ton ile çıkartılan sesin kendisidir. Bundan do­layı kişi sesini kısmaya çalışarak emrolunduğu saygı ve ihtiramı açıkça ona­ya koyacak bir sınıra çekmelidir. Buradaki nehy aynı zamanda Rasûlullah (sav)’ın rahatsız olacağı sesi yükseltmeyi de kapsamaz, Bu da savaşta yahut inatçı bir kimseyle tartışırken, bir düşmanı korkuturken ya da buna benzer hal­lerdeki seslerini yükseltmeleridir. Hadis-İ şerifte belirtildiğine göre Peygam­ber (sav) Huneyn günü insanlar bozguna uğrayıp kaçtıklarında Abdu’1-Mut-taiib oğlu Abbas (r.a)’a: “İnsanlara yüksek sesle bağır” diye buyurmuştur. Hz. Abbas da insanlar arasında sesi en yüksek olanlardan birisi idi. [17]

Rivayet edildiğine göre bir gün onlara ani bir baskın yapılmış, Abbas (r.a.): Eyvah sabah baskını! diye seslenmiş, sesinin yüksekliğinden ötürü hamile­ler karnındaki yavruları düşürmüş. İşte Nabiğa el-Cadî bu olay hakkında şun­ları söylemekledir:

“Ebu Urve’nin (Abbas b. Abdu’l-Muttalib’in) yırtıcı hayvanlara bağırması, Onların koyunlar arasına karışmalarından korktuğu zaman’

Ravilerin iddia ettiğine göre; o koyunlara saldırmak isteyen yırtıcı hayvan­lara öyle bir bağırırdı ki hayvanın içindeki öd kesesi patlayıveriyordu, [18]

6- Amellerin Boşa Çıkması:

ez-Zeccac dedi ki: “Amelleriniz boşa gidiverir” buyruğu: Çünkü amelleriniz boşa gider” takdirindedir.

Yani amelleriniz boğa çıkar. Bu­na göre burada takdiren varlığı kabul edilen “lam” oluş bildiren (sayruret) “lam’ıdır. Yüce Allah’ın: “Yoksahaberiniz olmadan amelleriniz boşa gidi­verir” buyruğu insanın farkında olmadan kâfir olmasını gerektirmez.

Kâfir bir kişi ancak küfre kendi iradesiyle imanı küfre tercih ettiği takdir­de mümin olduğu gibi, mümin de küfrü tercih ve kastetmediği sürece icma ile kâfir olmaz. Kâfir de aynı şekilde farkında olmadan kâfir olmaz [19] [20]

3- Muhakkak ki Rasûlullah’ın huzurunda seslerini alçaltanlar, Al­lah’ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.

“Muhakkak ki Rasûlullah’ın huzurunda seslerini alçaltanlar” Ona duy­dukları saygıdan ötürü konuştuklarında ya da onun huzurunda başkalarına söz söylediklerinde seslerini kısanlar… demektir.

Ebu Hureyre dedi ki: Yüce Allah’ın: “Sesinizi… fazla yükseltmeyin”

buyruğu nazil olunca, Ebu Bekir (r.a) dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, iki kişinin kendi aralarında gizlice konuştukları kadardan fazla sesimi yükselt­meyeceğim.

Süneyd dedi ki; Bize Abbad b. el-Awam anlattı, o Muhammed b. Amr’dan, o Ebu Seleme’den rivayetle dedi ki: Yüce Allah’ın: “Allah’ın ve Rasâlünün huzurunda öne geçmeyin” (Hucural, 49/1) buyruğu nazil olunca Ebu Bekir dedi ki: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, bundan sonra seninle an­cak biri diğerine sır verirken konuşanın sesi gibi bir sesle konuşacağım.

Abdullah b. ez-Zübeyr de dedi ki: “Sesinizi… yükseltmeyin” buyruğu in­dikten sonra Ömer’in Peygamber (sav)’ın huzurunda sesini kıstığından ötü­rü tekrar etmesini söylemedikçe sesi işitilmedi. Bunun üzerine yüce Al­lah’ın: “Muhakkak ki Rasûlullahın huzurunda seslerini alçaltanlar Allah’ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir” buyruğu nazil oldu. [21]

el-Ferra dedi ki: Buradaki: “seçtiği”[22] buyruğu, takva için halis kıldığı an­lamındadır. el-Ahfeş de: Takva için özel olarak seçtiği, diye açıklamıştır. İbn Abbas dedi ki: “Allah’ın kalplerini takva için seçtiği kimselerdir.” Her tür­lü çirkinlikten arındırıp, kalplerine Allah korkusunu ve takvasını yerleştirdi­ği kimselerdir, demektir,

Ömer (r.a) da: Kalplerinden şehevi arzularını giderdiği kimselerdir, diye açıklamıştır. İmtihan (mealde: seçmek) fiil olarak: “Kösele­yi genişlettim, genişletmek” anlamındaki fiilden “iftial” veznindedir. Buna gö­re Allah’ın kalplerini takva için imtihan etmesi, kalplerine takva için geniş­lik vermesi ve genişletmesidir. Bundan önceki görüşlere göre de Allah’ın kalp­lerini imtihan etmesi, kalplerini halis kılması, ihlaslı kılması demektir. Bu da; “Gümüşü arıtıncaya kadar sınadım (ateşe sundum)” ifadesini an­dırmaktadır.

Bu sözlerde sözlerin delalet ettiği hazfedilmiş bir kelime vardır ki; o da ihlas (halis kılmak)dır. Ebu Amr dedi ki: Belli bir zorlamaya maruz kıldığım herbir şey hakkında: “onu mihnete uğrattım (imtihana tabi tuttum)” denilir. Sonra da şairin şu beyitini zikretmektedir:

Üzerlerinde bitkinlikleri açık görülen, yürümekten zayıf düşmüş develer geldi, Oldukça yorgun düşmüş (mihnete uğramış) ve böğürleri (adeta) birbirine girmiş.” [23]

“Onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.”

  1. Muhakkak ki hücrelerin arkasından sana seslenenlerin çoğu­nun akılları ermez.

Mücahid ve başkaları dedi ki: Bu âyet-i kerime Temimoğuilanna mensub bedeviler hakkında inmiştir. Onlardan bir heyet Peygamber (sav)’ın yanına gelmiş, mescide girmiş ve Peygamber (sav)’a hücresinin arkasından: Yanımıza çık, çünkü bizim övmemiz güzel, yermemiz çirkindir, diye bağırdılar, O sırada yetmiş kişi idiler. Çoluk çocuklarına karşılık olmak üzere fidyele­ri getirmişlerdi. Peygamber (sav) da o sırada kaylule (öğle vakti) uykusuna çekilmişti. Rivayet olunduğuna göre bu şekilde seslenen ve: Benim övmem güzel, yermem çirkindir, diyen Akra’ b. Habis’ti. Peygamber (sav) da kendi­sine: “O dediğin Allah’tır.” diye buyurmuştur. Bunu Tirmizî de, el-Bera b. Azib’den zikretmişti [24]

Zeyd b. Erkam da şöyle demektedir; Bir grub insan Peygamber (sav)’in huzuruna geldi ve biri diğerine şüyle dedi: Haydi sizinle şu adama gidelim. Eğer bir peygamber ise ona uymak suretiyle insanların en mutluları oluruz. Şayet bir kral ise onun yakınında bulunmakla hayatımızı yaşarız. Peygamber (sav)’a geiip o hücresinde iken ona; Ya Muhammed, ya Muhammed diye ses­lenmeye koyuldular. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Denildiğine göre bunlar Temiinoğullarından idiler.

Mukatil dedi ki: Ondokuz kişi idiler: Kays b. Asım, ez-Zibrikan b. Bedr, el-Akra’ b. Habis, Süveyd b. Haşim, Halıd b. Malik, Ala b. Habis, Ka’ka b. Mabed, Vekî1 b. Ve kî’ ve Uyeyne b, Hasn… Kendisine itaat olunan ahmak di­ye bilinen odur. Etrafında çokça asker bulunanlardan birisi idi. Ardından on-bin mızraklı kişi giderdi. Adı Huzeyfe’dir. Gözünün üst kapağı yukarı doğ­ru dönmüş olmasından dolayı on: Uyeyne denilmişti. Abdu’r-Rezzak, Uyeyne hakkında şunu zikretmektedir: Hakkında: “Kalblerine bizi anmaktan ya­na gaflet verdiğimiz.,, kimselere de itaat etme” (el-Kehf, 18/28) buyruğunun, hakkında indiği kişi odur. el-A’raf Sûresi’nin sonlarında (7/199. âyet, 3- baş­lıkta) Ömer (r.a)’a söyledikleri de kaydedilmiş bulunmaktadır ki, orada an­latılanlar bu husmta yeterlidir. Bunu da Buharı zikretmiş bulunmakta dır. [25] Rivayet olunduğuna göre bu heyet Rasûlullah (sav) uykuya çekildiği sı­rada öğle vaktinde gelmişti. Ona: Ey Muhammed, ey Muhammed yanımıza Çık gel diye bağırmaya başladılar, o da uyanıp çıktı ve bu âyet-i kerime na­zil oldu.

Rasûluljah (sav)’a (bu durum hakkında) soru sorulunca şöyle buyurdu: “Bunlar Temimoğullarının görgüden uzak kimseleridir. Şayet onlar insanlar arasında tek gözü kör Ueccal’e karşı en çetin savaşacak kimseler olmayacak olsalardı, yüce Allah’a onları helak etmesi için dua edecektim.”

“Hücreler”; Hücrenin çoğuludur. Tıpkı: ” Odalar” iafzının çoğulu, ” Karanlıklar” lafzının da: ( iut)’ın çoğulu olduğu gibi. “Hücreler”in çoğulu, bunun da; ( çoğulu olduğu da söylenmiştir. O halde burada çoğulun çoğulu­dur. Bu lafız: “Cim” harfi ötreli ve üstün olmak üzere iki türlü söylenir. Şa­ir şöyle demiştir:

“Onlar bizleri diz kapaklarımız'[26]açılmış görünce, Ciddiyetle şakayı birbirine karıştırmayacak bir konumda

(olduğumuzu anladılar).”

“Hücre” etrafını bir duvarın çevirdiği, etrafı çevrili yerin bir parçası demek­tir. Deve ağılına da hücre denilir. Bu kelime “mePuie” anlamında “fule” vez-nindedir.

Ebu Cafer b. el-Ka’ka’ bu kelimeyi iki ötre arka arkaya ağır bulduğundan “cim” harfini üstün olarak; (diye okumuştur. Hafifletmek maksadı ile “cim” harfi sakin olarak;)diye de okunmuştur. Kelimenin asıl kök anlamı mani olmak, engel olmak demektir. Dolayısıyla kendisine ulaşılma­sına engel teşkil ettiğin herbir şeyi sen: ” Hacr altına almış, sınırlandırmış” olursun.

Buyrukta sözü edilen seslenen kimselerin genelin bir kısmı olma ihtima­li bulunduğundan dolayı “çoğunun akılları ermez” diye Duyurulmuştur. Ya­ni sana seslenen kimseler, çoğunluğu cahil bulunan bir topluluk arasından-dırlar. [27]

  1. Eğer onlar sen kendilerine çıkana kadar sabretmelerdi, kendile­ri için elbette daha hayırlı olurdu. Allah Gafurdur, Rahimdir.

Yani onlar senin dışarı çıkmanı bekleselerdi hem din, hem de dünyala­rında bu onlar için daha faydalı olurdu. Peygamber (sav) ise kendisine ait bir­takım işlerle uğraştığı belirli vakitler dışında insanlarla görüşmekten uzak kal­maz, onlardan ayrı durmazdı. Böyle bir halde onun rahatsız edilmesi edebe uygun değildi.

Denildiğine göre bu heyet, Anberoğulları esirlerine iltimasta bulunmak için gelmişlerdi. Rasûlullah (sav) onların yarısını azad etmiş, öbür yarısını da fid­ye karşılığı bırakmıştı. Şayet .sabretmiş olsalardı, hiç fidye almaksızın hepsi­ni serbest bırakacaktı. [28]

“Allah Gafurdur, Rahimdir.”

  1. Ey îman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse -bilgisiz­ce bir kavme sataşıp da sonra yaptığınıza pişman olmamak İçin-iyice araştırın.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Buyruğun Nüzul Sebebi:

“Ey iman edenler! Eğer bir fastk size bir haber getirirse…” buyruğu de­nildiğine göre el-Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Buna sebeb, Said’in Katade’den rivayet ettiğine göre şudur: Peygamber (sav) el-Velid b. Ukbe’yi zekatlarını toplamak üzere Mustaltkoğullanna göndermişti. Onlar Ve-lid’i görünce ona doğru yürüdüler, o da onlardan korktu. -Bir rivayete gö­re bu korkmasının sebebi (cahiliye döneminden kalma) aralarındaki bir hu­sumet idi.- Peygamber (sav)’a geri dönerek İslâm’dan irtidat ettiklerini ha­ber verdi. Bunun üzerine Peygamber (sav) Halid b. el-Velid’i göndererek ona işi iyice tesbit edip araştırmasını ve acele etmemesini emretti. Halid yola ko­yuldu, nihayet geceleyin onların yurduna vardı. Gözcülerini gönderdi, geri geldiklerinde Halid’e Mustalıkoğullarının İslâm’a sımsıkı sarih bulundukla­rını, ezan okuduklarını ve namaz kıldıklarını duyduklarını haber verdiler. Sa­bah olunca Halid onların yanına vardı ve gözcülerin söylediklerinin doğru­luğunu gözleriyle gördü. Allah’ın Peygamberine dönerek ona durumu haber verdi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oklu. Bundan dolayı yüce Allah’ın Peygamberi: “Teenni Allah’tan, acele şeytandan” diye buyururdu. [29]

Bir diğer rivayete göre Peygamber (sav) onu (el-Velid b, Ukbe’yi) müs-lüman olmalarından sonra Mustahkoğuüarına göndermişti. Onun geleceği­ni haber alınca, onu karşılamak üzere bineklerine bindiler. O da onların bu hallerini işitince onlardan korktu. Rasûlullah (sav)’a geri dönerek Mustalıko­ğullarının kendisini öldürmek istediklerini ve zekat vermediklerini bildirdi. Rasûlullah (sav) da onların üzerine bir gaza düzenlemeyi içinden geçirdi. Bu halde bulunuyorken heyetleri Rasûlullah (sav)’in huzuruna gelerek: Ey Al­lah’ın Rasûlü dediler. Senin gönderdiğin elçinin haberini aldık, ona ikram­da bulunalım ve üzerimizdeki zekatları ona ödeyelim diye yoluna çıktık. O ise geri döndü. Bize ulaştığına göre Rasûlullah’a onunla savaşmak üzere çık­tığımızı iddia etmiş, Allah’a yemin olsun ki biz bu maksatla çıkmadık. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. e!-Velid’e de fâsık yani yalan­cı adı verilmiş oldu.

İbn Zeyd, Mukatil ve Sehl b. Abdullah dedi ki: Fasile, çok yalan söyleyen kimse demektir. Ebu’l-Hasen el-Verrak da şöyle demiştir: Fâsık günahı açık­tan işleyen kimse demektir. İbn Tahir, Allah’tan utanmayan kimsedir diye açık­lamıştır. Hamza ve el-Kisaî, “İyice araştırın” anlamındaki buyruğu: “İyice tesbit edin” şeklinde-. ” İyiden iyiye tesbit etmek” kökünden gel­miş bir Fiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise; ” İyice araştırın” diye “tebeyyun”den gelmiş emir fiil olarak okumuşlardır.

“Sataşıp” anlamındaki buyruk: ” Sataşmayasınız” demektir. Buna göre: ( d )’in başındaki cer harfi düşürülmek suretiyle nasb kon umunda -dir.

“Bilgisizce” yani yanlışlıkla “bir kavme sataşıp da sonra yaptığınıza” ace­le davranıp, teenniyi terkettiğinize “pişman olmamak İçin iyice araştırın.” [30]

2- Haberi Vahid’in Kabulü ve Buna Bağlı Hukuki Bir Takım Tasarruflar:

Bu âyet-i kerimede adaletli olması halinde bir kişinin haberinin (haberu’l-vahid)’in kabul olunacağına delil vardır. Allah fâsık olan kimsenin haber nak­letmesi esnasında işin iyice araştınlmasını emretmiştir. Fasıklığı sabit olan kim­senin ise verdiği haberlere dair sözü icma ile batıl olur (hükümsüzdür). Çün­kü haber bir emanettir, fasıklık ise onu iptal eden bir karinedir.

Dava ve inkar ile başkaları hakkında maksat olarak gözetilen bir hakkın isbatı ile ilgili hususların bu genel çerçevenin dışında olduğu icma ile kabul edilmiştir. Mesela bir kimsenin, bu benim kölemdir, demesi halinde bu sö­zü kabul edilir. Şayet: Filan kişi sana bunu hediye olarak gönderdi, derse bu da kabui edilir. Yine böyle bir durumda kâfirin verdiği haber de kabul edi­lir. Aynı şekilde bir kimse başkasının kendi üzerindeki bir hakkını İkrar ede­cek olursa, bu icma ile iptal edilemez.

Ancak başkası aleyhine yapacağı inşalarda ise (başkaları hakkında yapa­cağı akitlerde) Şafiî ve diğerleri: Böyle bir kimse nikahta veli olamaz, demiş­tir, Ebu Hanife ve Malik ise veli olur demiştir. Çünkü böyle bir kimse vela­yeti altındaki kızın sahip olduğu malın da velisidir. Dolayısıyla onun evlen­dirilmesi velayetine de sahiptir, tıpkı adil bir kimse gibi. Çünkü böyle bir kim­se her ne kadar dini bakımdan Fâsık bir kişi İse de, gayreti olduğu gibidir. Bu gayret ile de zaten mahremler himaye edilir. Bazan malını feda ederek mahremini korur. Böyle bir kimse malın velisi olabildiğine göre, nikahın ve­lisi olması öncelikle sözkonusudur. [31]

3- Fâsık Yöneticilerin Arkasında Kılman Namaz:

İbnu’l-Arabî dedi ki: Şafiî’nin ve benzerlerinin fâsık kimsenin imamlığını caiz görmesi, hayret edilecek hususlardan birisidir. Bir zerre miktarı inal ko­nusunda kendisine güvenilemeyen bir kimseye nasıl olur da bir kantar borç hususunda güvenilebilir[32] Buna sebeb ise şu esas ilkedir: İnsanlara namaz kıldıran yöneticilerin dinleri fesada erip de arkalarında namaz kılmayı terket-mek imkanı olmadığından onların görevlerinden uzaklaştırılmasına da güç yetirilemediğinden onlarla birlikte arkalarında namaz kılındı. Nitekim Osman (r.a) şöyle demiştir: Namaz insanların yaptıkları en güzel bir iştir. O işi gü­zel yaparlarsa sen de güzel yap, fakat kötü yapacak olurlarsa onların kötü işlerinden sen uzak dur.

Diğer taraftan bazı insanlar bu gibi yöneticiler arkasında takiye olarak (ken­dilerine gelecek tehlikeden korunmak maksadıyla) namaz kıldılar. Ondan son­ra da sırf Allah için kendi namazlarını tekrar iade ediyorlardı. Kimisi de ar­kalarında kıldığı o namazı kendi farz namazı olarak değerlendiriyordu. Ben ise böyle bir namazın iade edilmesinin vacib olduğu kanaatindeyim. Ancak hiçbir kimsenin razı olmadığı imamlarla birlikte namaz kılmayı terketmeme-si gerekir. Fakat kendi kendine gizlice o namazı iade eder ve başkasının ya­nında da bundan sözetmez. [33]

4- Fâsık Yöneticinin Hükmü:

Fasık bir kimse eğer vali ise verdiği hükümlerin hakka uygun olaniarı ge­çerlidir, muhalif olanları da reddolunur. Onun geçerli kabul edip yürürlüğe koyduğu hiçbir hükmü de nakzedilmez. Bu görüşün dışında nakledilen herhangi bir rivayet yahutta aktardan herhangi bir söze de iltifat etmeyiniz. Bu hususta söylenmiş sözler pek çoktur, hak ise apaçıktır. [34]

5- Fâsık Kimsenin Elçiliği:

Böyle bir kimsenin ulaştıracağı bir söz yahut bir şey ya da haber, verece­ği bir izin ile ilgili olarak elçilik yapmasının sahih olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, bu elçilik görevinin elçi gönderen ile kendisine gön­derilenin hakları çerçevesi dışında olmamalıdır. Eğer bu elçilikte ikisinin hak­ları dışındaki bir hak taalluk ediyorsa, onun sözü kabul edilmez. Böyle bir şey bunu gerektiren zorunluluk (zaruret) dolayısıyla caizdir. Çünkü şayet bu gibi hususlarda insanlar arasında adaletli olanların dışındakiler tasarrufta bu­lunmayacak olursa, böyle bir durumda adaletliler bulunamayacağından bu işlerin hiçbirisi gerçekleştirilemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [35]

6- Müslümanlarda Aslolan Adalet midir?

Ayet-i kerimede “cerhedildikleri sabit oluncaya kadar bütün müslüman-lar adaletlidir” diyenlerin görüşlerinin yanlışlığına bir delil vardır. Çünkü yü­ce Allah verilen haberi kabul etmeden önce işin iyice araştırılmasını emret­miştir. Hükmün uygulanmasından sonra araştırmanın da bir anlamı yoktur.

Eğer hakim gerekli araştırmayı yapmadan önce hüküm verecek olursa, aley­hine hüküm verilen kimseye bilgisizce sataşmış, zarar vermiş olur. [36]

7- Zann-ı Galib’e Dayanarak Hüküm Vermek:

Şayet galib zanna dayanarak hüküm verecek olursa, bu bilgisizlikle amel sayılmaz. A’daletli iki şahidin şehadetine binaen hüküm vermek ve müçtehid ve alim bir kimsenin görüşünü kabul etmek gibi. Cehaletle bilgisizce amel etmek ancak kabul edilmesi halinde galib zannm ortaya çıkmadığı kimsenin sözünü kabul etmekle olur. Bu meseleyi el-Kuşeyrî, ondan öncekini ise el-Mehdevî zikretmiş bulunmaktadır, [37]

  1. Bilin ki; Allah’ın Rasûlü sizin araıuzdadır. Eğer o işlerin çoğun­da size itaat etse, elbette zorluğa düşersiniz. Fakat Allah size ima­nı sevdirdi, onu kalblerinizde süsledi ve küfrü, fışkı ve isyanı si­ze çirkin gösterdi. İşte onlar doğru yolu bulanların ta kendileri­dir.
  2. Allah’tan bir lütuf ve bir nimet olmak üzere, Allah Alimdir, Hakim­dir.

“Bilin ki Allah’ın Rasûlü sizin aranızdadir.” O halde yalan söylemeyin. Çünkü Allah si2in durumunuzu ona bildirir ve o zaman rezil olursunuz, “Eğer o işlerin çoğunda size itaat etse, elbette zorluğa düşersiniz.”

Yani durum açığa çıkmadan önce sizin istediğiniz gibi çabucak hareket edecek olsa, siz zorlukla ve günahla karşı karşıya kalırdınız. Eğer el-Velid b. Ukbe’nin peygambere getirdiği habere göre peygamber o kavimle savaşmış olsaydı, bu bir yanlışlık olurdu. Kendisi ile onlar arasındaki bir düşmanlık se­bebiyle o kavmi helak etmeyi isteyen kişi de çok zor duruma düşerdi.

Allah Rasûlünün onlara itaat etmesi ise, insanlara dair ona ulaştırdıkları ve onlardan işittiği haberlere uygun olarak verdikleri emirleri ve ortaya at­tıkları görüşleri kabul etmesi demektir.

Buyruktaki: “Zorluk” günah demektir. ” Adam günah iş­ledi” demektir. Bu aynı zamanda fücur ve zina anlamına da gelir. en-Nisa su-resinde”(4/25. âyet, 1. başlıkta) geçtiği gibi. Yine bu lafız “zor bir işe düşmek” anlamına da gelir. et-Tevbe Sûresi’nin sonlarında: “Sizin sıkıntıya uğrama­nız” (et-Tevbe, 9/128) buyruğuna dair açıklamalarda daha da geniş bilgiler verilmiştir.

“Fakat Allah size imanı sevdirdi.” Bu Peygamber (sav)’a yalan söyleme-yen batıl herhangi bîr haber vermeyen ihlas sahibi müminlere bir hitabtır. Ya­ni imanı size dinlerin en sevileni kıldı. Tevfik ve inayetiyle “onu kalblerinizde süsledi.” Size güzef gösterdi ki; nihayet siz de onu seçtiniz, tercih et­tiniz.

Bu buyrukta kaderiye, imamiye ve diğerlerine -daha önceden bir kaç yer­de de geçtiği gibi- bir red vardır. Çünkü bütün mahlukatı kişilikleriyle, fiil­leriyle, nitelikleriyle dil ve renklerinin farklılığı ile tek başına ortaksız oiarak yaratan Odur.

“Ve küfrü, fiskı ve isyanı sîze çirkin gösterdi” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: Bununla özellikle yalanı kastetmektedir. İbn Zeyd de böy­le demiştir. Şöyle de açıklanmıştır Kasıt itaatin dışında olan herbir şeydir. “Fu-suk: fasıklık”; ” Taze hurma kabuğunun dışına çıktı” kökünden türemiştir, farenin deliğinden çıkması hakkında da bu fiil kullanılır. Buna da­ir yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara suresinde (2/26. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. “İsyan” ise “me’âsi: masiyetler”in çoğuludur.

Bundan sonra hitab kipinden haber kipine geçilerek: “İşte onlar” yanı yü­ce Allah’ın kendilerine muvaffakiyet verip de imanı kendilerine sevdirip, kü­fürden tiksindirdiği yani kendilerine çirkin gösterdiği kimseler “doğru yolu bulanların ta kendileridir.” Bu buyruk “hitabtan habere geçiş bakımından” yüce Allah’ın: “Fakat Allah’ın rızasını arayarak verdiğiniz zekata gelince, işte onlar (mükafatlarını) kat kat arttıranlardır” (er-Rum, 30/39) buyruğu­na benzemektedir. en-Nabiğa’da (hitabtan sonra haber kipi ile) şöyle demek­tedir:

“Ey tümsekte ve karşımdaki yüksekçe tepede bulunan Meyye’nin evi (diyarı) Üzerinden uzunca zamanlar geçtiği halde ıssızdır buraları.”

Doğru yoî” hak Ü2ere salabetle birlikte dosdoğru yürümek demek­tir. Bu kelime kaya parçası demek olan: gelmektedir.

Ebu Vazî’: Her kaya parçasına: denilir, deyip şu beyiti zikretmek­tedir:

“İplerin bağlı bulunduğu çadır kazıkları ile renkleri değişmiş ocak

taşlarından başka, Ki o taşlar kaya parçalarının sağlamlığından dolayı ışık saçmışlardır.”

“Allah’tan bir lütuf ve bir nimet olmak üzere…” Yani yüce Allah size bun­ları kendinden bir lütuf olmak üzere yaptı. Yani lütfü ve nimeti yi e bunları yaptı. O hatde bu buyruk, mefulun leh’tir.

“Allah” sizin halinizi düzeltecek olanı çok iyi bilen “Alimdir.” İşlerinizi düzene koymakta hikmeti sonsuz “Hakimdir.” [38]

9- Eğer müminlerden İki grub birbirleri İle çarpışırlarsa onların ara­larını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı tecavüz ediyorsa, o tecavüz eden grubla Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın. Eğer dönerse İkisinin arasını adaletle düzeltin ve adaletli olun. Çünkü Allah, adaletli olanları sever.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah’ın: “Eğer müminlerden iki grub birbirleriyle çarpışırlarsa,

onların aralarını düzeltin” buyruğu ile ilgili olarak el-Mutemir b. Süleyman, Enes b. Malik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah’ın Peygamberleri! Sen Abdullah b. Ubeyy’e gitsen, dedim. Bunun üzerine Peygamber (sav) ona gitmek üzere yola koyuldu. Bir eşeğe bindi. Müslümanlar da yayan yü-J rüdü. Orası çorak bir arazi idi. Peygamber (sav) onun yanına varınca: Ben­den uzak dur, Allah’a yemin ederim eşeğinin pis kokusu beni rahatsız etti, dedi. Ensardan bir adam: Allah’a yemin ederim Rasülullah (sav)’ın eşeğinin kokusu senden daha hoştur, dedi. Kavminden bir adam Abdullah b. Ubeyy’e böyle denildi diye öfkelendi, Herbiri.si adına arkadaştan öfkelenip kızdı. O bakımdan kuru hurma dallarıyla, ellerle ve ayakkabılarla aralarında bir çarpışma meydana geldi. Bize ulaştığına göre bu âyet onların haklarında inmiştir. [39]

Mücahid dedi ki: Ayet-i kerime Evs ve Hazrecliler hakkında inmiştir. (Yine) Mücahid dedi ki: Ensardan iki kesim sopalarla ve ayakkabılarla bir biriyle çarpıştı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.

Bunun benzeri bir rivayet Said b. Cübeyr’den gelmiştir. Buna göre Evs ile Hazreç arasında Rasûlvıllah (sav) döneminde kuru hurma dallarıyla, ayakkabı ve benzerleriyle bir çarpışma olmuştu. Yüce Allah da haklarında bu âyet-i kerimeyi indirdi.

Katade dedi ki: Ayet-i kerime bir hak konusunda herkesin kargı tarafı hak­sız bulduğu ensardan iki kişi hakkında inmiştir. Birisi: Hakkımı zorla alaca­ğım demişti, çünkü aşireti çoktu. Diğeri de onu Rasülullah (sav)’in huzurun­da mahkemeleşmeye çağırdı, ancak onun dediğini kabul etmedi. Bu durum aralarında böylece devam edip gitti, nihayet birbirlerine düştüler. El, ayak­kabı ve kılıçlarla birbirlerine giriştiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime indi.

el-Kelbî dedi ki: Ayet-i kerime Sümeyr ve Hatıb adındaki iki kişi dolayı­sıyla meydana gelen savaş hakkında inmiştir. Sümeyr, Hatıb’i öldürmüştü. Bu sebeple Evslîlerle Hazrecliler Peygamber (sav) yanlarına gelinceye kadar bir­birleriyle çarpıştılar. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Yüce Allah bununla peygamberine ve müminlere aralarını düzeltmelerini, barış yapma­larını emretti.

es-Süddî dedi ki: Ensardan Um Zeyd diye anılan bir kadın, ensardan ol­mayan bir adam ile evli idi. Kocası ile birlikte aralarında tartışma çıktı. O ak­rabalarını ziyaret etmek istediği halde, kocası ona engel oldu ve akrabaların­dan hiçbir kimsenin yanına giremeyeceği yüksekçe bir yerde onu yerleştir­di. Kadın da akrabalarına haber saldı. Akrabaları gelip onu götürmek üzere bulunduğu yerden aşağıya indirdiler, Bu sefer kocası çıkıp kendi yakınların­dan yardım istedi. Akrabaları tarafından kadının alınıp götürülmesini engel­lemek üzere amca çocukları çıkıp geldi. Aralarında itiş kakış oldu, ayakkabılada birbirlerini vurdular. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

“Taife: grub” lafzı hem tek adamı, hem iki kişiyi, hem de çoğulu ifade ed­er. O halde bu buyruk lafza göre deşil de manaya göre hamledilen (ve kip­leri ona göre kullanılan) sözlerdendir. Çünkü “iki taife: iki grub” hem kavim, hem de insanlar anlamındadır.

“Allah’ın emrine dönünceye kadar… eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin” anlamındaki buyruk Abdullah b. Mesud’un kıraatinde “Onlar Allah’ın emrine dönünceye kadar: Allah’ın emrine dönecek olurlarsa aralarında adaleti uygulayın.” şek­lindedir, tbn Ebi Able: “Çarpışırlarsa” anlamındaki buyruğu “iki grub” anlamındaki lafız tesniye olduğundan dolayı; (Hası) diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi’nin sonlarında (9/122. âyet, 3, başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas’da yüce Allah’ın: “Müminlerden bir topluluk (taife) de azab-larına tanık olsunlar” (en-Nur, 24/2) buyruğu hakkında bir ve daha yuka­rısı diye açıklamıştır. Çünkü “bir şeyden taife” ondan bir parça demektir.

“Onların aralarını” her iki kesimi hüküm, ister lehlerine, ister aleyhle­rine olsun Allah’ın Kitabına çağırmak suretiyle “düzeltin. Eğer onların bi­ri diğerine karşı tecavüz ediyorsa” haksızlık edip Allah’ın hükmüne ve ki­tabına yapılan çağrıyı kabul etmiyorsa “o tecavüz eden grupla Allah’ın emrine” Kitabına “dönünceye kadar çarpışın.” “Bağy: Tecavüz” haddi as­mak, haksızlık etmek, fesad çıkarmak demektir.

“Eğer dönerse, ikisinin arasını adaletle düzeltin.” Yani onları karşılık­lı olarak adil davranmaya, insafa mecbur edin. “Ve” ey insanlar “adaletli ol­un!” Birbirinizle savaşmayın, çarpışmayın, Bunun adaletli olmayı emrettiği de söylenmiştir. “Çünkü Allah adaletli olanları” adaleti ve hakkı uygulayan­ları “sever.” [40]

2- Birbirleriyle Çarpışan Müslüman Grupların Durumu ue Takınılacak Tavır:

İlimadarnları der ki: İki miislüman grub birbirleriyle çarpışacak olurlarsa ya her ikisi de haksız olarak çarpışırlar, yahutta başka bir durumdadırlar. Eğer her ikisi de haksız iseler bu durumda yapılması gereken aralarında ilişkilerini düzeltecek, birbirlerinden el çekmeleri ve karşılıklı olarak silah bırakma­ları sonucunu verecek şekilde barış yapılır, birbirleriyle anlaşmalarını sağla­mak için aracılık yapılır. Şayet birbirlerinden el çekmeyecek ve barış yapma­yacak olurlarsa, her ikisi de haksızlıklarını sürdürmeye devam edecek olur­larsa, o takdirde her ikisi ile de çarpışılır.

Şayet ikinci durum sözkonusu ise yani bu iki kesimden birisi diğerine hak­sızlıkta bulunuyor ise, o vakit haksızlık yapan grub ile vazgeçinceye ve tev-be edinceye kadar savaşmak gerekir. Eğer bu duruma gelirse aralarında ve kendilerine haksızlık yapılan kesimle adalet ile barış yapılır, Eğer her iki ta­rafın karşı karşıya kaldığı bir şüphe sebebiyle aralarında çatışmalar baş gös­termiş ve, her bir grub da kendisine göre kendisini haktt kabul ediyor ise, bu durumda, apaçık ve parlak deliller ile kesin belgeler ile şüphenin ortadan kal­dırılması ve hakka ileten yolun gösterilmesi gerekir, Buna rağmen her iki ke­sim yine düşmanlığı bırakmayıp, kendilerine gösterilen yola uygun davran-mayıp, kendileri için açıklığa kavuştuktan sonra, kendilerine öğütlenen hakka uymayacak olurlarsa, o vakit her ikisi de haksızlık eden kesim demek­tir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [41]

3- Halifeye Yahut Herhangi Bir Müslümana Haksızlık Yaptığı Bilinen Kesime Karşı Savaşmak Gereği:

Bu âyet-i kerimede halifeye yahutta herhangi bir müslümana haksızlık yap­tığı bilinen kesime (el-fielu’1-bağiye’ye) karşı savaşmanın vacib olduğuna de­lil vardır. Ayrıca müminlerle savaşılmayacağım söyleyip, Peygamber Efendi­mizin: “Mümin Üe savaşmak küfürdür”[42]hadisini delil gösterenlerin görüşü­nün tutarsız olduğuna da delildir. Çünkü eğer haksızlık yapan müminle çarpışmak küfür olsaydı, haşa yüce Allah küfrü emretmiş olurdu. Diğer ta­raftan Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a), İslâm’a sarılmakla birlikte zekat vermek istemeyenlerle çarpışmış, fakat bırakıp kaçan kimsenin ardından gidilmeme­sini, yaralı bir kimsenin işinin bitirilmemesini emretmiştir. Malları -kâfirler­de vacib olandan farklı olarak- ganimet olarak helal olmaz.

Taberî dedi ki: Eğer her iki kesim arasındaki ayrılıklarda vacib olan, on­dan kaçıp evlere sığınmak olsaydı, hiçbir had uygulanmaz ve hiçbir batılın sonu getirilemez, nifak ehli ve facir olan kimseler Allah’ın kendilerine haram kılmış olduğu müslümanların mallarını, kadınlarını esir almayı ve kanlarını dökmeyi, onlara karşı grublar oluşturmak, diğer taraftan da müslümanların onlara ilişmemesi sonucunda Allah’ın kendilerine haram kılmış olduğu her-şeyi helal görmek için bir yof olurdu. Oysa bu Peygamber (sav)1 in: “Aranız­daki beyinsizlerin elterini tutun (kötülük yapmalarına meydan vermeyin).” [43]hadisine aykırıdır. [44]

4- Ashab Arasında Çıkan Çatışmalar:

Kadı Ebu Bekr İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerime müslümanların (birbirleriyle) savaşmalarında asıl dayanak ve tevikilerle savaşmakta bir esastır. Ashab da buna dayanmış, bu dinin ileri gelenleri buna sığınmıştır. Peygamber (sav): “Ammar’ı bağy (haksızca ayaklanan) kesim öldürecektir”[45] ha­disi ile bunu kastetmiştir. Yine Peygamber Efendimizin Hariciler hakkında­ki: “Onlar hayırlı olan kesime karşı ayaklanacaklar yahut bir ayrılık zamanın­da ayaklanacaklar “[46] şeklindeki hadisinde de kastettiği bu husustur. Son ha­disin birinci rivayeti daha sahihtir. Çünkü Peygamber Efendimiz: “İki kesim­den hakka daha yakın olan onları (Haricileri) [47]öldürecektir”diye buyur­muştur.

Haricilerle çarpışan Ali b. Ebi Taiib ve onunla birlikte olanlardı. Buna gö­re İslâm alimlerine göre ve dinin delili ile sabit olan şu ki Ali; (r.a) (meşru) imam idi. Ona karşı çıkan herkes de bir bağiy idi. O bağiy ile hakka dönün-ceye ve barışı kabui edip, boyun eğinceye kadar savaşmak vacib idi. Çün­kü Osman (r.a) öldürülmüş, ashab-ı kiram da onun kanından beri (onu öl­dürmekten uzak) idiler. Çünkü o kendisine ayaklananlarla çarpışılmasına en­gel olmuş ve; Rasûluliah (sav)’a ümmeti arasında insanları öldürmek suretiy­le halifelik yapan ilk kişi ben olmak istemem, diyerek belaya sabretmiş, mih­nete teslim olmuş ve kendisini ümmet adına feda etmişti.

Diğer taraftan insanların başıboş bırakılması mümkün değildir. O bakım­dan Ömer (r.a)’tn kendisinden sonraki halifeyi tesbit etmek için tayin ettiği şurada adını verdiği diğer sahabilere halifelik teklif edildi. Onlar bu işi biri di­ğerine havale ettiler. Ali (r.a) bu işe layık ve ehil idi. Öldürmelere, batıl ile üm­metin kanının dökülmesine yahutta hiçbir hayırlı netice vermeyecek şekilde işinin darmadağın olmasına karşı ümmeti korumak maksadı ile ihtiyat göste­rerek kabul etti. Çünkü belki de din değişecek ve İslâmın temel direği çöke­cekti. Ona bey’at edilince Şam halkı kendisine bey’at etmek için Osman’ın ka­tillerini bulması ve onlara kısas uygulamasını şart koşmuşlardı. Ali (r.a) da on­lara şöyle demişti: Siz beyatinizi yapınız, hakkı isteyiniz, onu elde edeceksi­niz. Bu sefer onlar: Osman’ın katilleri senin aranda sabah-akşam sen onları görüp duruyorken sana bey’at edilmeye hak sahibi değilsin, dedi.

Bu hususta Ali (r.a)’ın görüşü daha sağlam, sözü daha doğru idi. Çünkü Ali (r.a) eğer katillere kısas uygulayacak olsaydı, birtakım kabileler o katil­lerin lehine taassub gösterir ve üçüncü bir savaş bas gösterirdi. O bakımdan

dizginleri eline sağlamca tutup, bey’at akdinin gerçekleşmesini ve hüküm meclisinde Hz, Osman’ın kanının velilerinin bunun taleb edilmesini ve böy­lelikle hak ile hüküm verilebilecek zamanın gelmesini bekledi.

Kısası uygulamak şayet fitne doğuracak yahutta sözbirliğini bozacak olursa, imamın kısası ertelemesinin caiz olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur.

Talha ve ez-Zübeyr’in başından geçenler de böyle olmuştur. Onlar Ali (r.a)’ın yöneticiliğine karşı itaatsizlik ederek beyatlerini bozmadıkları gibi; di-yaneten de hiçbir şekilde ona itiraz etmemişlerdi. Onlann görüşleri sadece işe Osman (r.a)’ın katillerinin öldürülmesi ile başlamanın daha uygun olaca­ğından ibaretti.

Derim ki; İşte bu aralarındaki savaşın sebebi ile ilgili kabul edilecek gö­rüştür. Değerli birtakım ilim adamları şöyle demiştir: Basra’da aralarında mey­dana gelen olay, hiçbir şekilde savaş yapma kararı vererek yapılmış değil­dir. Bu beklenmedik bir şekilde ve herbir kesim kendisini savunmak mak­sadı ile olmuştu. Çünkü herbirisi kargı tarafın kendisine verdiği sözde dur­madığını zannetmişti. Çünkü onlar kendi aralarında İşi düzene koymuş, aralarında barış tamamlanmış ve gönül rızasıyla birbirlerinden ayrılmışlardı. Osman (r.a)’ın katilleri kendilerine karşı güç yetirüeceğinden ve çepeçevre kuşatacaklarından korktular. Bunun için bir araya toplanıp, danıştılar, gö­rüş ayrılıkları ortaya çıktı. Daha sonra da iki kesime ayrılmak noktasında gö­rüş birliğine vardılar ve her iki ordu arasında sabahın erken saatlerinde sa­vaşa başlamayı kararlaştırdılar. Karşılıklı olarak birbirleriyle ok atacaklar ve Ali’nin askerleri arasında bulunan kesim “Talha ve Zübeyr” antlaşmayı boz­du diye bağıracaklar, Talha ve Zübeyr askerleri arasındaki kesim de: “Ali ant­laşmayı bozdu” diye bağıracaklardı. Planladıkları şekilde uygulamayı gerçek­leştirdiler ve savaş başgösterdi. Herbir kesim kendi kanaatine göre karşı ta­rafın düzenlediği bir hileyi bertaraf ediyor ve kanının dökülmesini engelle­meye çalışıyordu. Bu sebeple her iki kesimin de. yaptığı doğru bir işti ve yü­ce Allah’a bir itaatti. Çünkü önce aralarında çarpışma olmuş, sonra da bu esas üzere çarpışmayı sona erdirmişlerdi. Bu hususta doğru ve meşhur olan gö­rüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [48]

5- Haksızlık Eden İle Savaşmanın Gereği:

“O tecavüz eden grubla Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın” buy­ruğu çarpışmayı emretmektedir. Bu ise bir farz-ı kifayedir. Eğer bir grub bu­nu yerine getirecek olursa, diğerlerinin üzerinden sorumluluk kalkar, Bun­dan dolayı ashab-ı kiramdan bir grub, bu gibi konumlarda bulunmaktan ge- ri kalmışlardır. Sa’d b. Ebi Vakkas, Abdullah b. Amr, Muhammed b. Mesle-me ve diğerleri gibi. Ali b. Ebi Talib de onların bu tutumlarını doğru kabul etmiş ve onların herbirisi ona kendisinin de uygun gördüğü bir mazeret ile­ri sürmüştür,

Rivayet olunduğuna göre halifelik Muaviye’nin eline geçince, yaptıkları dolayısıyla* Sa’d’a sitem etti ve ona: Sen çarpıştıkları vakit İki kesimin arası­nı düzeiten bir kimse olmadığın gibi, haksızlık yapan grubla da savaşanlar­dan olmadın. Sa’d ona şöyle dedi: Evet ben haksızlık eden gruba karşı sa­vaşmayı terk ettiğime pişmanım.

Böylelikle herbirisinin yaptıkları dolayısıyla sorumlu olmadığı, onların ta­sarruflarının içtihadlan gereği ve şeriate uygun bir uygulama olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.[49]

6- Adaletle Barış Yapmanın. Çerçevesi:

“Eğer dönerse ikisinin arasını adaletle düzeltin” buyruğunda sözü edi­len adaletin kapsamına aralarında cereyan eden kan dökmeler ve mal telef etmelerin taleb edilmemesi de girmektedir. Çünkü bu bir tevile dayalı ola­rak telef olan bir şeydir. Bunların cezalan istenecek olursa, o vakit onların barıştan uzaklaşmalarına, sının aşmakta daha da ileri gitmelerine sebeb teş­kil eder, İşte maslahatın esası da budur. Lisanu’1-Umme şöyle demiştir: Aa-hab-ı kiramın savaşmasında yüce Allah’ın hikmeti, onlar vasıtası ile tevil eh­li olan kimselerle savaşmanın hükümlerini öğretmektir. Çünkü müşriklerle savaşmanın hükümleri Rasûlullah (sav)’ın ifadeleri ve uygulamalarıyla bilin­miş bulunmaktadır. [50]

7- Adaletli İmama (İslâm Halifesine) Karşı Delilsiz Olarak Ayaklananlar

Adaletli imama karşı haddi aşan ve delili bulunmayan bir kesim ayakla­nacak olursa, imam bütün müslümanlaria yahutta yeteri kadar kimselerle bir­likte onlarla savaşır. Bundan önce onları itaate ve müslüman cemaatin ara­sına girmeye davet eder. Şayet geri dönmeyi kabul etmeyip barışı benimse­meyecek olurlarsa, onlarla savaşılır. Onlardan alınan esirler öldürülmez, kaçanların arkasından gidilmez, yaralılarının işleri bitirilmez, çoluk-çocuk-ları esir alınmaz, malları ganimet olmaz.

Adaletli imam tarafından olan kişi, haksızca ayaklananı yahutta haksızca ayaklanan kişi adaletli imamın tarafında bulunanı öldürecek olup da katil maktulün velisi ise bunların arasında mirasçılık cereyan etmez. Yani kasten öldüren bir kimse, hiçbir durumda miras almaz.

Adaletli imam tarafında olanın -kısasa kıyas ile- haddi aşarak haksızca ayaklanandan miras alacağı da söylenmiştir. [51]

8- Ayaklanmacılar Tarafından Telef Edilen Kanların ve Malların Hükmü:

Haddi aşan bağiylerle ayaklanan haricilerin telef ettikleri kan ya da mal­lardan sonra tevbe edecek olurlarsa, bunlardan ötürü sorumlu tutulmazlar. Ebu Hanife, onlardan tazminat alınır, demiştir. Şafiî’nin bu hususta iki görü­şü vardır.

Ebu Hanife’nin görüşü şöylece açıklanır: Bu telef haksızca yapılan bir te­leftir, dolayısıyla tazminatının ödenmesi gerekir.

Bize göre bu hususta gözönünde bulundurulması gereken şudur: Ashab (r.anhum), aralarında bu kabilden meydana gelen savaşlarda kaçanın peşin­den gitmediler, yaralının işini bitirmediler, esirleri öldürmediler, herhangi bir can ve malın tazminatını da ödetmediler. Bu hususta kendilerine uyulacak kimseler de onlardır.

îbn Ömer de dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Ey Abdullah! Yü­ce Allah’ın bu ümmetten bağyeden (haksızca ayaklanan) kimseler hakkında­ki hükmünün nasıl olduğunu biliyor musun?” Abdullah; Allah ve Rasûlü da­ha iyi bilir, dedi. Şöyle buyurdu: “Yaralılarının işleri biıirilmez, esirleri Öldü­rülmez, kaçkınları lakib edilmez, onlardan alınan mallar ganimet olarak paylaştırılmaz.”[52]

Ancak mevcut olan mallar aynı ile geri verilir.

Bütün bu hükümler kendisince uygun kabul edilen bir tevile dayanarak ayaklanan kimseler hakkındadır.

ez-Zernahşerî Tefsirimde şunu zikretmektedir; Eğer haddi aşan müteca­viz kesim az sayıda olup da kendilerini koruyabilecek güçleri yoksa Allah’ın hükmüne geri döndükten sonra yaptığı haksızlıkların tazminatını öder. Şayet kendilerini koruyacak sayıda çok ve güçlü iseler tazminat ödemezler. Bun­dan tek istisna Muhammed b. el-Hasen -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-in gö­rüşüdür. O Allah’ın emrine döndüğü takdirde tazminat ödemesi gerektiği doğ­rultusunda fetva veriyordu. Bir araya toplanıp askeri düzene girmeden ya-hutta savaş silahlarının bırakılması esnasında dağıldığı esnada işledikleri ci­nayetlere gelince, bütün fukahaya göre tazminatlarının ödenmesi gerekir. Bu­na göre yüce Allah’ın; “İkisinin arasını adaletle düzeltin” buyruğunda sözü edilen adaletle düzeltmek, Muhammed’in görüşüne göre açıkça anlaşılır ve ilahi buyruğun lafzına uygundur. Onun dışındakilerin görüşüne göre de tecavüz eden grubun sayıca az olmaları haline yorumlanır. Fukahanın sözü­nü ettiği maksat, kinleri öldürmek ve ortadan kaldırmaktır, yoksa cinayetle­rin tazminatının öldürülmesi değildir, şeklindeki açıklamalar ise, emroltinan adaleti uygulamak ve gözetmekle güzel bir uyum arzetmemektedir.

(Yine) ez-Zemahşeri dedi ki: Şayet: Niye ikincisinde ıslah (arayı düzek-mek) ile birlikte adalet sözkonusu edildiği halde, birincisinde sözkonusu edil­memiştir diye sorulursa cevabımız şu olur: Çünkü âyetin baş tarafında sözü edilen çarpışmadan kasıt, haddi aşan iki kesimin y ah utta şüpheye dayana­rak çarpışan iki kesimin birbiriyle çarpışmasıdır. Hangisi olursa olsun müs-lümanların onlar hakkında yapmaları gereken uygulama, aralarını ıslah et­mek ve hakkı göstermek, kalblere şifa veren öğütler ve şüpheyi ortadan kal­dırmak suretiyle musibeti dindirip arayı düzeltmektir. Ancak iki kesim ısrar edecek olursa, o takdirde çarpışmak icab eder. Burada ise tazminat uygun düşmez, fakat ikisinden birisinin haksızlık yapması halinde durum böyle de­ğildir. Bu durumda daha önce sözü edilen her iki şekilde de tazminat öden­mesi uygundur. [53]

9- Ayaklanan Kesim Ele Geçirdikleri Bölgelerde Ahkamı Uygulayacak Olurlarsa Hüküm Nedir?:

Şayet ayaklanan kesim, herhangi bir yere galibiyet sağlayıp zekatlar! toplar, hadleri uygular ve oradaki insanlar arasında İslâm ahkamı ile hükme­decek olurlarsa ne zekatlar ikinci defa alınır, ne de hadler bir daha uygula­nır. Kitaba, sünnete ya da icmaa muhalif olanlar dışında verdikleri hüküm­ler de bozulmaz. Nitekim böyle bir durumda adalet ve sünnet ehli kimsele­rin verdikleri hükümler de bozulur. Bu açıklamayı Mutarrif ve İbnu’1-Maci-şun yapmışlardır.

İbnu’l-Kasım da: Onların uygulamaları hiçbir halde caiz değildir, demiş­tir. Esbağ’dan bunun caiz olduğu rivayeti gelmiştir. Yine ondan gelen bir ri­vayete göre İbnu’l-Kasım’ın dediği gibi bunlar caiz olmaz, Ebu Hanife de böy­le demiştir. Çünkü bu, velayeti caiz olmayan kimselerin haksızca bir uygu­lamasıdır. Bunlar bağiy olmasalardı bile hükümleri caiz olmadığı gibi, bu hal­de de hükümleri caiz olmaz.

Bu hususta btzim lehimize olan dayanak, daha önce arzettiğimiz ashab-ı kiramın uygulamasıdır. Fitne çekilip antlaşma ve barış ile aradaki ayrılık­lar ortadan kalkınca, onların verdikleri hiçbir hükmü tekrar yeniden ele alıp değerlendirmediler.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Benim kanaatime göre böyle bir iş uygun değildir. Çünkü fitne ortadan kalktığı sırada imam olan kişi, daha önce bağiy oian ki­şi idi ve ortada ona itiraz edecek kimse de yoktu. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [54]

10- Aihabtan Herhangi Birisine Kati Olarak Bir Hata Nisbet Etmek Caiz Değildir:

Ashabtan herhangi birisine kati olarak bir hatanın nisbet edilmesi caiz de­ğildir. Çünkü hepsi de yaptıkları işlerinde tctihad etmişler ve Allah’ın rıza­sını gözetmişlerdir. Onların hepsi de bizim için birer önderdir (imamdır). Ay­rıca bizden aralarında baş gösteren olaylar hakkında konuşmamakla ve on­ları ancak en güzel şekliyle sözkonusu etmekle ibadet etmemiz istenmiştir. Çünkü ashab-ı kiramın belirli bir hürmeti vardır ve Peygamber (sav) onlara dil uzatmayı yasaklamıştır. Allah da onların günahlarını bağışlamış ve onlar­dan razı olduğunu haber vermiştir, Bununla birlikte değişik yollarla birtakım haberler varid olmuştur ki, Peygamber (sav) Talha’nın yeryüzünde yürüyen bir şehid olduğunu bildirmiştir [55]Eğer Talha’nın yapmak üzere gittiği savaş bir isyan olsaydı, hiçbir zaman o savaşta öldürülmekle şehidlik mertebesi­ne ulaşamazdı. Aynı şekilde onun yaptığı İş, tevil açısından bir hata ve gö­revini yerine getirmek bakımından bir kusur olsaydı, yine öldürülmesi do­layısıyla şehid olması sözkonusu olmazdı. Çünkü şehadet ancak itaat uğrun­da öldürülmek halinde sözkonusu olur. Dolayısı ile meselenin açıkladığımız şekilde yorumlanması gerekmektedir.

Buna delil teşkil eden hususlardan birisi de Ali (r.a)’dan sahih olarak ve yaygın bir surette rivayet olunan Zübeyr’in katilinin cehennemde olacağını söylemiş olması ve onun şöyle bir rivayet nakletmiş olmasıdır: Ben Rasûiul-lah (sav)’ı: “Safiyye’nin oğlunu öldüreni cehennem ateşiyle müjdele.”[56] di­ye buyururken dinledim.

Durum böyle olduğuna göre Talha’nın da, Zübeyr’in de savaşa katıl­makla asi ve günahkar olmadıkları da açıkça sabit olmaktadır. Çünkü eğer onlar böyle obaydı Peygamber (sav) Talha hakkında “şehiddir” demez, Zü-beyr’i öldürenin de cehennemde olacağını bildirmezdi.

Aynı şekilde savaşa katılmayıp oturan da tevilinde hata işlemiş değildir. Aksine o, Allah’ın İctihad yoluyla kendilerine gösterdiği bir doğrudur. Du­rum böyle olduğuna göre onların lanetlenmesi, onlardan beri olunması ve fâsık olduklarının söylenmesi, fazilet ve cihadlarının geçersiz olduğunun be­lirtilmesi, dindeki büyük katkı ve faydalarının görmezlikten gelinmesi gerek­mez. Allah hepsinden razı olsun.

İlim adamlarından birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hak­kında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: “Onlar bir ümmetti, gelip geç­ti. Onların ‘kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız.” (el-Bakara, 2/134 ve 141)

Yine ilim adamlarından birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı ver­miş: Sözünü ettiğiniz kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dilimi onla­ra daldırmıyorum,

Bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine isabet ede­meyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kastetmiştir.

İbn Furek dedi ki: Bizim mezheb alimlerimizden kimisi şöyle demiştir: As-hab arasında meydana gelen çatışmalarda izlenmesi gereken yol, tıpkı Yu­suf ile diğer kardeşleri arasında meydana gelenler hakkında izlenmesi gere­ken yol gibidir. Yusuf un kardeşleri bu yaptıkları sebebiyle Allah’ın veli kul­ları olmanın ve peygamberliğin sınırları dışına çıkmamışlardır. İşte ashab-ı kiram arasında cereyan eden hususlarda da durum aynen böyledir.

el-Muhasibî dedi ki: Dökülen kanları sözkonusu edecek olursak, onların anlaşmazlıkları sebebiyle bu hususta bizim herhangi bir söz söylememiz ol­dukça zordur.

Hasan-ı Basri’ye onların çarpışmalarıyla ilgili soru sorutmuş, o da şu ce­vabı vermiştir: O Muhammed (sav)’ın ashabının hazır bulunduğu, bizim de bulunmadığımız, kendilerinin bildiği, bizirnse bilmediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaş­mazlıklarda da haddimizi bilir, orda dururuz.

el-Muhasibî dedi ki: İşte biz de el-Hasen’in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak ettikleri hususlarda biz tabi oluruz. İhtilaf ettikleri yerde ise dururuz ve kendiliğimizden bidat bir görüş ortaya koymayız, Onların ictihad ederek yüce Allah’ın rızasını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü onlar dinlen hususunda itham altında tutulan kimseler değildir, Yüce Allah’tan tev-fikini dileriz. [57]

  1. Müminler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun. Belki rahmet olunursunuz.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

1- Müminler Kardeştir:

“Müminler ancak kardeştirler.” Yani nesebte değil de dinde ve hakla­rının saygınlığında (hürmet hususunda) birbirlerinin kardeşleridirler. Bundan dolayı, din kardeşliği, neseb kardeşliğinden daha sağlamdır, denilmiştir. Çünkü neseb kardeşliği din ayrılığı halinde kesintiye uğrar, din kardeşliği ise neseblerin farklılığı dolayısıyla kesintiye uğramaz.

Buharı ile Müslim’de Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmektedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki. “Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinize buğzet-meyiniz, birbirinizin iyi okun kötü olsun gizliliklerini araştırmayınız, birbi­rinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayınız. Ey Allah’ın kulları, kardeş olu­nuz. [58]

Bir başka rivayette de: “Birbirinizi kıskanmayınız, birbirinizin aleyhine alış­verişi kızıştırmayınız, birbirinize buğzetrneyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birinizin alışverişi üzerine alışveriş yapmayınız. Müslüman müslümanıtı kar­deşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, onu küçük görmez.Üç de­fa göğsüne işaret ederek- takva buradadır. Kişiye kötülük olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter. Müslümanın herşeyi müslümana haramdır. Ka­nı, malı ve ırz ve namusu.” Müslim’in lafzı bu şekildedir. [59]

Buharı ile Müslim’in dışındaki hadîs kaynaklarında Ebu Hureyre’den naklen Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu bildirilmektedir: “Müslüman müs-lümanm kardeşidir, ona zulmetmez, onu ayıplamaz, onu yardımsız bırakmaz, ondan izin almadıkça gelecek rüzgarı kesecek şekilde aleyhine olarak bina­sını yükseltmez. Tenceresinin buharı ile onu rahatsız etmez. Ancak ona da bir kepçe koyar (ikram eder). Kendi çocuklarına meyve satın alıp da onlar

meyveyi alıp, komşusunun çocukları önüne çıktıkları halde o meyveden komşu çocuklarına yedirmemezlik etmezler.” Daha sonra Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “İyice belleyiniz, bununla birlikte aranızdan pek azı müstes­na belleyen olmaz.” [60] [61]

2- Müslümanlar Arasındaki Anlaşmazlıkları Düzeltmek;

“O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin.” Yani birbiriyle anlaşmazlık içerisinde olan iki müslümanın arasını düzeltin, Daha önceden geçtiği üze­re Evs ve Hazreclilerin arasını düzeltin, diye de açıklanmıştır.

Ebu Ali dedi ki: Burada “iki kardeş” ile İki kesimi (taifeyi) kastetmiştir. Çün­kü tesniye lafzı kullanılarak çokluk kastedilebilir. Yüce Allah’ın: “Hayır, onun iki eli de açıktır. * (el-Maide, 5/64) buyruğunda olduğu gibi.

Ebu Ubeyde dedi ki: Her iki kardeş arasını düzeltin, demektir. Buna gö­re bu buyruk, herkes hakkında geçerli olur. İbn Şîrîn, Nasr b. Asım, Ebu’l-Aliye, el-Cahderî ve Yakub; “İki kardeşinizin arasım” anlamındaki buyru­ğu çoğul olmak üzere (“ye” yerine) “te” ile; “Kardeşlerinizin ara­sını” diye okumuşlardır. el-Hasen: “Kardeşleriniz” diye okumuş, di­ğerleri ise “ye” ile tesniye olmak üzere: “İki kardeşiniz” diye oku­muşlardır. [62]

3- Haddi Aşmak (Bağy) Kişiyi îmandan Çıkarmaz:

Bu âyet-i kerime ile bundan önceki âyet-İ kerimede bağyin kişiyi iman­dan çıkarmayacağına delil vardır. Çünkü yüce Allah bağyeden kimseler (haddi aşan, haksızlık yapan kimseler) olmakla birlikte bunlara “mümin kardeşler” adını vermiştir.

el-Haris el-A’ver dedi ki: Cemel ve Sıffin’e katılan bağiylere karşı savaş­mak noktasında kendisine uyulması gereken örnek olan Ali b. Ebi Talib (r.a)’a: Bunlar müşrik midirler? diye sorutmuş, o da: Hayır bunlar şirkten kaç­mışlardır, diye cevab vermiştir. Peki münafık mıdırlar diye sorulunca, o: Ha­yır demiştir. Çünkü münafıklar Allah’ı ancak pek az zikrederler. Yine ona: Peki durumları nedir? diye sorulunca, “buntar bize karşı gelen kardeşlerimiz­dir” diye cevab vermiştir. [63]

(1) Kaynağını tespit edemedik.

  1. Ey iman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek topluluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler. Kadınlar da kadınları (alaya almasın. Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler. Kendi kendinizi ayıplamayın ve birbirinizi lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fasıldık ismi ne çirkin olurt Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.

Bu buyruğun: “Ey iman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek top­luluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırlı olabilirler”

bölümüne ait açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [64]

1- Alay Etmek:

“Ey îman edenler! Erkekler topluluğu başka bir erkek topluluğu ile alay etmesin. (Çünkü) onlar diğerlerinden hayırh olabilirler.” Hayırlıhklarının Allah nezdinde olabileceği söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre; iükadlan itibariyle daha hayırlı, kaibteri daha selim olabilir.

” Alay etmek” demektir. “Onunla alay ettim, ederim, alay etmek” diye kullanılır.

Ebu Zeyd de şeklindeki bir kullanımı nakletmiştir ki, iki söy­leyişin en kötü şekli budur. el-Ahfeş dedi ki: “Onunla alay ettim”; “Ona güldüm”; “ Onunla alay ettim” şekillerinin hepsi de kullanılır. İsim -yani alay ile şek­lindedir. Yüce Allah’ın: “Onların bir kısmı diğer bir kısmına iş gördürsün diye” (ez-Zuhruf, 43/32) buyruğunda daha önceden geçtiği gibi her iki şekliyle okunmuştur. “Filan kişiye iş gördürü­lür” demektir, “İş için kullanılan hizmetkar” denilir. “Kendisiyle alay edilen adam” demektir. “Hı” harfi üstün olarak; ” İn­sanlarla alay eden kişi” anlamındadır. [65]

2- Ayetin Nüzul Sebebi ve Selefin Başkalarıyla Alay Etmekten Sakınmaları;

Ayetin nüzul sebebi hususunda farklı açıklamalar vardır. İbn Abbas de­di ki: Ayet Sabit b. Kays b. Şemmas hakkında inmiştir. Kulağında bir parça ağırlık vardı. Peygamber (sav)’ın meclisine ondan önce gidenler o geldiği tak­dirde ona yer açarlardı ki, Peygamber Efendimizin yanında oturup söyledik­lerini duysun. Yine bir gün mescide geldiğinde, Peygamber (sav) ile birlik­te sabah namazının bir rekatini kaçırmış bulunuyordu. Peygamber (sav) namazı bitirince ashabı onun yanında yerlerini alddar. Herbirisi olduğu yer­de oturdu, yerinden ayrılmadı. Öyle kî hemen hemen kimse kimseye yer aç­mıyordu. Hatta kimisi oturacak yer bulamadığı için ayakta kalmıştı. Sabit na­mazını bitirince insanların omuzlan üzerinden atlayarak: Yer açın, yer açın, diyordu. Ona yer açtılar, nihayet Peygamber (sav)’in yanına kadar ulaştı. Pey­gamberle kendisi arasında sadece bir kişi kalmıştı. Ona da: Yer aç, dedi. Adam kendisine: Bir yer buldun otur, dedi. Sabit kızgın bir şekilde arkasına otur­du, sonra da: Bu kim diye sordu. Ona: Filan kişi dediler. Bu sefer Sabit: Fi­lan kadının oğlu diyerek annesi sebebiyle onu ayıpladı. O bu sözleriyle ca-hiliye döneminde annesinin adını söylemişti. Adam bundan utandı, bu âyet-i kerime nazil oldu.

ed-Dahhak dedi ki: Ayeti kerime surenin baş tarafında sözü edilen Te-mimoğulları heyeti hakkında inmiştir. Onlar ashabın fakirleri ile alay etmiş­lerdi. Ammar, Habbab, İbn Füheyr’e, Bilal, Suheyb, Seiman, Ebu Huzeyfe’nİn azatlısı Salim ve diğerleri gibi. Onların üstlerinin başlarının berbat olduğu­nu görünce (onlarla alay etmişlerdi). İşte bu âyet-i kerime aralarından iman eden kimseler hakkında inmiştir.

Mücahid dedi ki: Burada kastedilen zenginin fakirle alay etmesidir. İbn Zeyd de şöyle demiştir; Allah’ın günahlarını örtüp gizlediği bir kimse, günah­larını açığa çıkardığı bir kimse ile alay etmesin. Belki o kimsenin dünyada günahlarının açığa çıkarılması ahirette onun için bir hayjrdjr.

Ayetin Medine’ye müslüman olarak geldiği sırada Ebu Cehil’in oğlu İkri-me hakkında indiği de söylenmiştir. Müslümanlar onu gördüklerinde: İşte bu, bu ümmetin Firavununun oğludur, demişlerdi. O da bundan dolayı Rasûlul-lah (sav)’a şikayette bulunmuş, bunun üzerine bu âyet inmişti.

Özetle söyleyecek olursak, herhangi bir kimsenin mümin bir kişiye, üs­tü başı berbat yahut bedeninde bir hastaiık gördüğü yahut konuşmasını mun­tazam görmediği gördüğü kimselerle alay etme cesaretini göstermemelidir. Olur ki böyle bir kimse, bu niteliklerin aksine sahib olanlara göre vicdanen daha temiz, kalbi daha an duru bir kimse olabilir. O vakit alay eden kimse Allah’ın üstün kıldığı birisini küçümsemekle, yücelttiği birisi ile alay etmek­le kendi kendisine zulmetmiş olur. Selef bu hususla o kadar çok sakınmış ve kendilerini korumakta o kadar ileriye gitmiş ki Amr b. Şerahbîl şöyle demiş: Ben bir adamın bir keçiden süt emmeye çaJsştığını görsem ve onun bu ha­line gülsem, onun yaptığının bîr benzerini yapacağımdan korkarım.

AbduUah b. Mesud’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir; Bela söylenen söze bağlıdır. Bir köpekle alay etsem dahi, bir köpeğe dönüştürüleceğimden korkarım.

“Kavmi Erkekler topluluğu” sözlükte özellikle erkekler hakkında kulla­nılır. Nitekim Züheyr şöyle demiştir:

“Ben bilemiyorum, belki bilebilirim,

Hısnoğulları acaba bir kavm (erkek) midirler, yoksa kadın mı?”

Erkekler topluluğuna “kavm” adının veriliş sebebi zorlu hallerde kendi­lerini çağıran kimse İle kıyam etmelerinden (onunla birlikte ayağa kalkma­larından) dolayıdır. Bunların ayakta duran bir topluluk oluşu sebebiyle bu ismin verildiği de söylenmiştir. Daha sonra da -ayakta olmasalar dahi- her-bir topluluk hakkında kullanılmaya başlanmıştır. Mecaz yoluyla “kavm” laf­zının kapsamına kadınlar da girebilir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresinde (2/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [66]

3- Kadınların Kadınlarla Alay Etmeleri ve Ayetin Bu Bölümünün Nüzul Sebebi:

“Kadınlar da kadınları (alaya almasın. Çünkü) onlar diğerlerinden ha­yırlı olabilirler” buyruğunda tek başına kadınların ayrıca sözkonusu edil­mesi, onların daha çok alay etmelerinden dolayıdır.

Yüce Allah’ın: “Gerçekten biz Nuh’u kavmine… gönderdik” (Nuh, 71/1) buyruğunda “kavın” kelimesi hepsini (hem erkekleri, hem kadınları) kapsa­mıştır.

Müfessirler dedi ki: Bu buyruk Peygamber Efendimizin hanımlarından Um Seleme ile alay eden ikisi hakkında inmiştir. Şöyle ki Um Seleme beline be­yazca bir kumaş parçası dolamış ve uçlarını arkasından sarkıtmış, bu bez de arkasından sürünüyormıış. Aişe (r.anha), Hafsa (r.anha)’ya: Bunun arkasın­dan sürüklediğine bak, sanki bir köpek dilini andırıyor, demişti, İşte onlann alay etmeleri bu idi.

Enes ile İbn Zeyd de şöyle demişlerdir: Buyruk Peygamber (sav)’tn hanım-iarı hakkında inmiştir. Kısalığı sebebiyle Um Seleme’yi ayıplamışlardı.

Aişe hakkında indiği de söylenmiştir. Eliyle Um Seleme’ye işaret ederek: Ey Allah’ın Peygamberi o kısa boyludur, demişti.

İkrime de İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Huyey b. Ah-tab’ın kızı Safiye, Rasûlullah (sav)’a gelerek: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Kadın­lar beni ayıplıyorlar ve bana: Ey iki yahudinin kızı yahudi kadın diyorlar, de­di. Bunun üzerine Rasûlullah (sav): “Niye benim babam Harun, amcam Mu­sa, kocam da Muhammed’dir demedin?” diye buyurdu. Yüce Allah da bu âyet-i kerimeyi indirdi. [67]

4- Başkalarıyla Alayın Sakıncası ve Kalb ve Amelin Önemi;

Tirmizî, Sahifı’inde Aişe (r.anha)’dan şöyle dediği zikredilmektedir: Pey­gamber (sav)’a bir adamın taklidini yaptım, şöyle buyurdu; “Bana şunlar ş.un­lar dahi verilecek olsa bir adamın taklidini yapmak hoşuma gitmez.” Aige de­di ki: Ey Allah’ın Rasülü dedim. Safiyye -eliyle işaret ederek- şöyîe bir kadın­dır, yani o kısa bir kadındır, dedim. Peygamber şöyle buyurdu: “Sen öyle bir söz söyledin ki eğer bu denize dahi katılacak olsa onu bile bu 1 andırır di. “[68]

Buharî’de de Abdullah b. Zema’dan şöyle dediği zikredilmektedir: Pey­gamber (sav) İnsanın içinden çıkardığı sebebiyle kişinin gülmesini yasakla­mış ve şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi bir kimse ne diye hanımını de­ve döver gibi dövüyor. Olur ki onunla kucakiagabitir.” [69]

Müslim’in Sahih’inde Ebu Hureyre’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Ra-sûluilah (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz Aliah sizin suretlerinize, mallarınıza bak­maz. Fakat o kalblerinize ve amellerinize bakar.” [70]

Bu oldukça büyük bir hadistir. Buna bağlı olarak kişinin görünen İtaat amelleri yahut muhalif ameller dolayısıyla, kati olarak hiçbir kimsenin ayıp­lanmamasını gerektirmedir. Olur ki zahir amelleri devamlı yapan bir kimse­nin, yüce Allah kalbinde bu amellerin bu haliyle sahih olmamasını gerekti­ren ve hoş olmayan bir vasıf bulunduğunu bilmektedir ve olur ki bizim ku­surlu gördüğümüz yahutta bir masiyet işlediğini gördüğümüz bir kimsenin, yüce Allah kalbinde bu sebeble kendisine mağfiret edeceği öğülmeye değer bir nitelik bulunduğunu bilmektedir. Bundan dolayı ameller zannî bir takımemarelerdir, katî deliller değildir. Buna bağlı olarak salih birtakım fiillerini gördüğümüz kimseleri tazim etmekte aşın gitmemeli ve kötü fiillerini gördü ğümüz bir müslümanı da hakir görmemeliyiz. Aksine sadece o kötü halin ha­kir görülüp, yerilmesi gerekir. Çünkü bizatihi kötü olan şey odur. İşte bu hu­sus üzerinde iyice düşünmek gerekir, bu incelikli bir konudur. Basan Al­lah’tandır.

Bu buyruğun: “Kendi kendinizi ayıplamayın…” bölümüne dair açıkla­malarımızı da üç başlık halinde sunacağız[71][72]

5- Lakab Takmamak;

“Kendi kendinizi ayıplamayın!” buyruğundaki “ayıplamayın” anlamın­daki fiilin kökünü teşkil eden: “Ayıp ve kusur” demektir. Buna dair açıklamalar daha önce et-Tevbe Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Bazıları da sada­kalar hususunda sana dil uzatırlar.” (et-Tevbe, 9/58) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

Taberî dedi ki: Lemz, elle, gözle, dille ve işaretle olur. Hems İse ancak dil ile olur.

Bu âyet-i kerime (kendinizi, birbirinizi lafzının kullanılması açısından) yü­ce Allah’ın: “Kendinizi öldürmeyin.” (en-Nisa, 4/29) buyruğu gibidir. Yani birbirinizi öldürmeyiniz, çünkü bütün müminler tek bir can gibidirler. Kardeşini Öldüren kimse kendisini öldürmüş gibi olur. Yine yüce Allah’ın: “Kendinize… selam veriniz.” (en-Nur, 24/61) buyruğuna da benzemektedir. Yani birbirinize selam veriniz.

Buyruk biriniz diğerini ayıplaması, demektir.

İbn Abbas, Mücahid, Katade ve Satd b. Cübeyr: Biriniz diğerine dil uzat­masın, diye açıklamışlardır, ed-üahhak, birbirinizi lanetlemeyin diye açıkla­mıştır.

Bu lafız (“miin” harfi esreli değil de) ötreli olarak diye de okun­muştur. Yüce Allah’ın; “Kendi kendinizi” diye buyurması aklı başında bir in­sanın kendisini ayıplamayacağına dolayısı ile başkasını ayıplamaması gerek­tiğine dikkat çekmektedir. Çünkü başkası da bizzat kendisi gibidir. Peygam­ber (sav) şöyle buyurmuştur: “Müminler tek bir vücut gibidirler. Onun her­hangi bir uzvu rahatsızlanacak olursa, vücudun diğer kısımları uykusuzluk­la ve ateşlenerek onun rahatsızlığına katılırlar. “[73]

O) Bekr b. Abdullah el-Müzenî dedi ki: Eğer sen bütün ayıbları birarada gör­mek istiyor isen başkalarım çokça* ayıplayan bir kimseyi iyice incele! Çün­kü o kendisindeki ayıplar sayesinde diğer insanları ayıplar.

Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi bir kimse kar­deşinin gözündeki küçücük bir çöpü görür de kendi gözündeki kocaman bir kütüğü nasıl görmezlikten gelir?” [74]

Denildiğine göre, kişinin başkalarının kusurlarıyla uğraşacak yerde, biz­zat kendi kusurlarıyla meşgul olması mutluluğundan ileri gelir. Şair de şöy­le demiştir:

“Eğer kişi aklı başında ve takvalı ise

Takvası kendisinin öz ayıplarıyla meşgul eder onu.

Tıpkı hastanın ağrısıyla meşgul olup,

Bütün insanların ağrısıyla uğra şamama sı gibi.”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Sakın insanlar kötülüklerini sen onları -setrettikleri sürece- açığa çıkarma, O zaman Allah da senin kötülüklerinin üzerindeki perdeyi kaldırır. Anıldıkları vakit onlardaki iyiliklerden sözet, Sende bulunan bir kusurla onlardan kimseyi ayıplama!” [75]

6- Lakap Takmak:

“Ve birbirinizi lakaplarla çağırmayın!” (buyruğunda geçen ve: “Çağırma­yın” diye meali verilen fiille aynı kökten gelen): ” Lakap” demektir, ço­ğulu diye geiir, “Be” harfi sakin olursa mastar olur. “Ona lakab taktı, takar, lakab takmak” demektir. “Filan kişi ço­cuklara lakab takar” demektir. Burada şeddeli söyleyiş, çokluk bildirmek için­dir. kötü lakap hakkında kullanıldığı söylenir. “biri diğerine lakap taktı” demektir.

Tirmizî’de yer alan rivayete göre Cubeyre b. ed-Dahhak’ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Bizden herhangi birisinin iki üç ismi olur da onlardan bi­risi ile çağırılınca, bundan rahatsız olabilirdi. Bunun üzerine şu: “Ve birbi­rinizi lakablarla çağırmayın” âyeti nazil oldu, (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen bir hadistir[76]

Burada sözü geçen Ebu Cubeyre, Sabit b. ed-Dahhak b. Halife el-Ensa-rî’nin kardeşidir. (Hadisin senedindeki ravilerden birisi olan) Ebu Zeyd Sa-id b. er-Rabî el-Herevî ise sika bir ravidir.

Ebu Davud’un, Musannef’inde ondan söyle dediği rivayet edilmiştir. Şu: “Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın. İmandan sonra fasıldık İsmi ne çir­kin olur” âyeti biz Selimeoğullan hakkında inmiştir. (Ebu Cubeyre) dedi ki: Rasûluüah (sav) (Medine’ye) geldiğinde bizden İki ya da üç adı olmayan hiç­bir kimse yoktu. Rasûlullah (sav): Ey filan diye sesleniyor, onlar böyle deme ey Allah’ın Rasûlü o bu isminden rahatsız oluyor diyorlardı. Bunun üzerine şu: “Ve birbirinizi lakablarla çağırmayın” âyeti nazil oldu[77]Bu bir görüş.

İkinci bir görüş de şudur: el-Hasen ve Mücahid dediler ki: Kişi İslama gir­dikten sonra daha önceki kâfirliği ile: Ey yahudi, ey hristiyan denilerek ayıblamyordu. Bu açıklama Katade, Ebu’l-Aliye ve İkrime’den de rivayet edil­miştir Katade dedi ki: Bu bir kimsenin diğerine; ey fasık, ey münafık deme-sidir. Bu açıklamayı da yine Mücahid ve el-Hasen de yapmıştır.

“İmandan sonra fasıldık ismi ne çirkin olur!” Yani bir kimseye müslü-man olup tevbe ettikten sonra kâfir ya da zinakar adının verilmesi ne kadar kötüdür. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Anlamm göyle olduğu da söy­lenmiştir: Bir kimse kardeşine lakap takacak yahut onunla alay edecek olur­sa, işte o fâsık bir kimsedir. Sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: “Her kim kar­deşine: Ey kâfir, diyecek olursa, o söz ikisinden birisine ait olur. Eğer dedi­ği gibi ise mesele yok, değilse kendisine döner,” [78]

Buna göre yüce Allah’ın yasaklamış olduğu alay etmek, kaş göz işaretle­ri yapmak, lakap takmak bir fasıklıktır ve bu caiz değildir.

Rivayete göre Ebu Zerr (r.a) Peygamber (sav)’ın yanında iken bir adam onunla tartışmış, Ebu Zerr ona: Ey yahudi kadının oğlu! demiş. Peygamber (sav) şöyle buyurmuş; “Senin burada gördüğün kırmızı tenli, siyah tenliler arasında herhangi bir kimseden sen daha faziletli değilsin.” Peygamber

ise üstünlüğün takva ile olduğunu kastetmektedir. Bunun üzerine: “Ve birbirinizi lakabiarla çağırmayın” buyruğu nazil oldu. [79]

İbn Abbas dedi ki: Lakabiarla çağırmak kişinin birtakım kötülükler işle­dikten sonra geçmişi ile ayıplanmasıdır. Yüce Allah bir kimsenin geçmişi ile ayıplanmasını yasaklamıştır. Buna Peygamber (sav)’ın söylediği rivayet edi­len şu buysuğu delil teşkil etmektedir: “Her kim, kendisinden tevbe etmiş ol­duğu bir günah sebebi ile bir mümini ayıplayacak olursa, o ayıplayanı o gü­nah ile mübtela kılıp dünya ve ahirette onu bu günah sebebiyle rezil etme­si Allah’ın üzerindeki bir hak olur.” [80] [81]

7- İstisna Olarak Caiz Olan Lakablandırmalar:

Çoğunlukla kullanılan ve kişinin kendisinden dolayı rahatsız olmasına sebeb teşkil edecek şekilde herhangi bir müdahalesi bulunmayan topal, kam­bur gibi çoğunlukla kullanılan tabirler bu genel kuraldan istisna edilmiştir. Ümmet bu gibi lakablan caiz kabul etmiş ve bunların söylenebileceğini din mensupları ittifakla benimsemiştir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Ancak Allah’a yemin ederim ki (muhaddislerin) ki-tablarında Salih Cezere hakkında hoşuma gitmeyen ifadeler varid olmuştur. Çünkü o “Hareze” kelimesini tashif etmiş (Cezere diye kullanmış) ve bundan dolayı ona bu lakap verilmişti. Aynı şekilde Muhamrrted b. Süleyman e!-Had-ramî hakkında “Mutayyan (çamura batmış)” demeleri de bu türdendir. Ona böyle demelerine sebep ise çamura düşmüş olmasıydı. Müteahhirlerin bu şe­kilde kullandıkları benzeri lakaplar hep bu kabildendir.

Dinde bunların uygun olacağı görüşünde değilim. Mısırh Musa b. Uleyy b. Rebah şöyle derdi: Ben babamın adını küçülten (Ali’yi Uleyy diye söyle­yen) hiçbir kimseye hakkımı helal etmiyorum. Bununla birlikte babasının adı çoğunlukla ayn harfi ötreli olarak (Uleyy şeklinde) küçültme ismi şeklinde kullanılıyordu. Bütün bu hususlarda benimsenecek ana ilke şudur: Bir kim­seye o isimle httab edildiği takdirde eğer ondan hoşlanmıyor ise, o kimse­ye bu hitab eziyet vereceğinden ötürü caiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Derim ki: İşte bu anlam dolayısı ile Buharî -Allah’ın rahmeti üzerine ol­sun- el-Caml es-Sahih adlı eserinin “edeb” bölümünde şu şekilde bir başlık açmıştır: “İnsanların uzun ve kısa deyip, kişiyi tahkir etmek maksadı gülmek -sizin söyledikleri sözlerden caiz olanlar.” (Buharî) dedi ki: Peygamber (sav)

da: “Zulyedeyn ne diyor?” diye buyurmuştur[82]

Ebu Abdullah b. Huveyzimendad şöyle demekledir: Bu âyet-i kerime in­sana hoşlanmadığı lakabları takmanın yasak olduğunu, sevdiği lakablan vermenin caiz olduğunu ihtiva etmektedir. Nitekim Peygamber (sav)’in, Ömer’e el-Faruk, Ebu Bekir’e es-Sıddîk, Osman’a Zü’n-Nureyn, Huzeyme’ye Zü’ş-Şehadeteyn (tek başına şahitliği iki kişinin şehadeti yerine geçen), Ebu Hureyre’ye Zü’ş-Şimaleyn ve Zulyedeyn gibi lakablar verdiği görülmektedir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Peygamber (sav)’dan şöyle dediği rivayet edilmiş­tir: “Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de o kimseyi en sevdiği ismi ile çağırmasıdır.”

İşte bundan dolayı künye vermek sünnetten ve güzel edebten kabul edilmiştir, Ömer (r,a): Künyeleri yaygınlaştırınız, çünkü onlar uyarıcıdır, demiştir. Ebu Bekir’e Atik (çokça köle azad eden) ve Sıddîk, Ömer’e el-Fa-ruk, Hamza’ye Esedullah, Halid’e Seyfullah lakabı verilmişti, İster cahiliye dö­neminde, ister İslâm döneminde meşhur olan kimselerden olup lakabı olma­yan kimse pek azdır. Arab olsun, olmasın bütün ümmetler arasında bu gü­zel lakablar hâlâ devam etmekte, karşılıklı hitaplarında ve yazışmalarında her­hangi bir tepki sözkonusu olmaksızın devam edegelinektedir.

el-Maverdî dedi ki: Müstehab ve nıüstahsen (lakab verilen kişi tarafından sevilen ve gü2el görülen) lakablar ise mekruh değildir. Nitekim Rasûlullah (sav) ashabından pekçok kimseye sonraları en güzel lakabları saydıkları bir­takım vasıflarla nitelendirilmiş bulunmaktadır.

Derim ki: Ayıplamak değil de sıfat bildirmek maksadı ile kullanılan ve za­hiren hoş görülmeyen lakablar ise pek çoktur. Abdullah b. el-Mübarek’e, Hu-meyd et-Tavil, Süleyman el-A’meş, Humeyd el-Arec, Mervan el-Asgar diyen kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şöyle demiş: Eğer onun ni­teliğini kastedip onu ayıplamak maksadını gütmüyor isen bunda bir sakın­ca yoktur. Müslim’in Sahih’indtz Abdullah b. Serds’ten şöyle dediği zikre­dilmektedir: Ben o dazlak kafalıyı -Ömer’i kastediyor- Hacer(-i Esved’i) öperken gördüm. Bir rivayette ise “o dazlakcağız!” denilmiştir[83] [84]

“Kim tevbe etmezse” işitenlerin rahatsız olduğu bu lakablardan vazgeç­mezse, “işte onlar” bu yasakları işlemek suretiyle kendi kendilerine “zalim­lerin ta kendileridir.”

  1. Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü zatının bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kİmi-niz kiminizin gıybetini yapmasın. Sizden biriniz ölmüş karde­şinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Al­lah’tan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahimdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

1- Zandan Kaçınmak:

“Ey İman edenleri Zannın birçoğundan kaçının” buyruğu denildiğine gö­re Peygamber (sav)’ın ashabından olup, arkadaşlarının gıybetini yapan iki ki­şi hakkında inmiştir. Şöyle ki; Peygamber (sav) yolculuğa çıktı mı muhtaç olan bir kimseyi halt iyi olan iki kişiye katar, o da onların hizmetini görürdü. Sel-man’ı da bu şekilde iki kişiye kattı. Selman eve geldi, uykusuna karşı direne-meyip, uyudu. Onlara da herhangi bir şey hazırlamadı. Öbür İki kişi geldik­lerinde, yiyecek ve katık yapacakları bir şey bulamadılar, Ona; Git, Peygam­berden bize bir yiyecek ve bir katık iste, dediler, o da gitti. Peygamber (sav) kendisine: “Üsame b. Zeyd’e git ve ona; “Eğer yanında artmış yiyecek varsa, sana vermesini söyle,” dedi. Üsame Peygamber (sav)’ın hazinedarı idi. Selman ona gitti, Üsame: Yanımda bir şey yok dedi. Bunun üzerine Selman öbür iki arkadaşına dönüp, durumu bildirdi. Onlar da: Onun yanında bir şeyler var­dı fakat cimrilik etti, dediler. Sonra Selman’ı bazı sahabilerin yanına gönder­diler, onların yanında da bir şey bulamadı. Bu sefer ikisi de: Şayet biz Selman’ı Sumeyha kuyusuna göndersek, onun dahi suyu yerin dibine çekilir, dedi. Son­ra Üsame’nin yanında bir şeyin olup olmadığını araştırmak üzere gittiler, Pey­gamber (sav) onları görünce şöyle dedi: “Nasıl oluyor da ben sizin ağızları­nızda yemiş olduğunuz etin izlerini görüyorum!” Onlar; Ey Allah’ın Peygam­beri, Allah’a yemin ederiz biz bugün et olsun, başka bir şey olsun bir şey yemiş değiliz, dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “Fakat sizler Sel-man’ın ve Üsame’nin etini yiyip durdunuz” diye buyurdu. Bunun üzerine: “Ey iman edenler! Zaunın birçoğundan kaçının, çünkü zamun bir kısmı günah­tır” buyruğu indi. Bunu es-Salebî zikretmiştir.

Yani sizler zahiren onların hayırlı işler işleyen kimseler olduklarını bili­yor iseniz, bu gibi hayır ehli kimseler hakkında kötü zanda bulunmayınız. [85]

2- Zandan Kaçınmanın Gereği:

Buharî iie Müslim’de sabit olduğuna göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: “Zandan sakının, çünkü zan sözün en yalanıdır. İnsanların konuşmalarına kulak vermeyin, tecessüs etme­yin. Birinizin aleyhine alışverişi kızıştırmayın. Birbirinizi kıskanmayın. Biri­niz diğerine buğzetmesin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kullan kardeş olun!” Bu Buharî’nin lafzıdır. [86]

İlim adamlarımız dedi ki: Gerek burada, gerekse âyet-i kerimede “zan” it­hamdır. Sakınılması istenen ve yasaklanan konu itham altında tutmaktır, yok­sa bunu gerektiren bir sebebin bulunması değildir. Mesela, bir kimsenin böy­le bir itham altında tutulmasını gerektiren bir durumu ortaya çıkmadığı hal­de fuhuş işlemekle yahut içki içmekle itham edilmesi gibi.

Burada sözü edilen zarının itham altında tutmak anlamında olduğunun de­lili yüce Allah’ın: “Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyruğudur. Çün­kü bir kimsenin hatırına (sebebsiz olarak) itham altında tutmak düşüncesi ge­lip de o buna dair haberi (kusuru) araştırmak ve olup olmadığım ortaya çı­karmak, durumu görmek ve işitmek ister. Böylelikle hatırına geçen ithamın gerçek olup olmadığını anlamaya çalışır, İşte Peygamber (sav) bunu yasak­lamış bulunmaktadır.

Şöyle de denilebilir: Kaçınılması gereken zanlan diğerlerinden ayırdeden ölçü şudur: Doğru bir emaresi olduğu bilinmeyen ve açık bir sebebi olma­yan herbir husus hakkında zanda bulunmak kaçınılması gerekli haram bir zandır. Bu ise hakkında zanda bulunulacak kişinin kötü durumu bilinmeyen (mesturu’1-hal) salih kimse olduğu görülen ve zahiren emin bir kimse oldu­ğu tesbit olunan kimselerden olması halinde böyledir. Böyle birisi hakkın­da fasit zanda bulunmak ve hainliğini sanmak haramdır. Oysa şüpheli işle­ri yapmakla, kötü ve çirkin işleri açıktan işlemekle insanlar arasında şöhret kazanmış kimsenin durumu böyle değildir. Peygamber (sav)’dan şöyle bu­yurduğu zikredilmiştir: “Şüphesiz Allah müslümanın kanını, ırzını (namus, şeref ve haysiyetini) ve onun hakkında kötü zanda bulunmayı haram kılmış­tır.” [87]

el-Hasen’den de şöyle dediği zikredilmiştir: Bizler insanlar hakkında zannın haram olduğu bir dönemde idik. Sen ise bugün öyle bir dönemde­sin ki; ameline bak, sus ve insanlar hakkında da dilediğin gibi zan besle! [88]

3- Zannın Halleri ve Hükümleri:

Zannın iki halı vardır. Birisi herhangi bir delü ile bilinip güç kazanan hal­dir. Buna bağ!t olarak hüküm vermek caiz olur. Şeriatteki ahkamın çoğu ga-lib zanna göredir. Kıyas, haber-i vahid, telef edilenlerin kıymeti, cinayetlerin diyetleri ve buna benzer diğer hususlar.

İkinci hal ise herhangi bir delalet olmaksızsn insanın kalbine bir şüphe düş­mesidir ve bunun doğru olma ihtimali aksinden daha kuvvetli değildir. İşte şek (şüphe) denilen şey budur. Buna dayanarak hüküm vermek caiz değildir. Az önce belirlediğimiz üzere yasak kılınan zan da budur.

Bıd’at ehli birtakım kimseler zanna dayanarak Allah’a ibadet etmeyi ve zan gereğince amelin caiz olmasını kabul etmemiştir. Onlar bunu söylerken, din hakkında delilsiz bir iddiada .bulunmakta oldukları gibi; aklî konularda da da­yanaksız bir iddiada bulunmaktadırlar. Bu konuda dayanak kabul edecek­leri aslî bir delilleri yoktur. Çünkü yüce Allah zannın her türlüsünü yermiş değildir. O zannın bir bölümünü yermeyi murad etmiştir. bidatçiler bel­ki de Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği “zandan kaçının” hadisine delil diye ya­pışırlar. Ancak bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü şeriale göre zan, övülen ve yerilen olmak üzere kısımdır. Zannedenin dinini esenlikte bırakan, hakkında zan bulunan kimseye o zannedilen şey ulaştığı vakitte de dinine zarar vermeyen zanlar, övülen zanlardır. Bunun zıttı olanlar ise yerilen zan-lardir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Çünkü zannın bir kısmı günahtır” buy­ruğu ik; “Bu iftirayı işittiğinizde mümin erkekler ve kadınlar kendileri hak­kında güzel zanda bulunup… demeli değil miydi?” (en-Nur, 24/12); “Ve kötü zanda da bulundunuz. Siz esasen helak olmuş bir topluluksunuz.” (el-Feth, 48/12) buyruklarıdır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; “Sizden herhangi bir kimse kardeşini öğecek oiursa, ben böyle zannediyorum. Bu­nunla birlikte Allah’a rağmen kimseyi tezkiye ediyor değilim, desin”[89]diye buyurmuştur. Yine bir başka hadisinde de: “Zanda bulunduğun vakit muhak-kakmış gibi dile getirme. Kıskandığın vakit haksızlığa yönelme. Bir şeyi uğur-

sıız zannedersen yine işine devam et!” diye buyurmuştur[90] Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.

İlim adamlarının çoğunluğunun kanaatine göre zahiri itibariyle hayırlı gö­rülen bir kimse hakkında kötü zanda bulunmak, caiz değildir. Ancak zahi­ri itibariyle kötü olan bir kimse hakkında kötü zanda bulunmakta bir vebal yoktur. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. [91]

4- Tecessüs (Kusurları Araştırmak):

“Birbirinizin kusurunu araştırmayın” buyruğunu Ebu Reca ve -farklı rivayetler de gelmiş olmakla birlikte- el-Hasen ile diğerleri ha ile diye okumuşlardır. Her İkisinin (tecessüs ile tehassüs) aynı mana­da mı, yoksa iki farklı manada mı oldukları hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Ahfeş dedi ki: Bunların biri diğerinden pek tızak değildir. Çünkü tecessüs senden gizlenip saklanan şeyi araştırmaktır. Tehassüs ise, haberleri öğren­meye çalışmak ve bunları araştırmaktır.

Bir başka açıklamaya göre tecessüs araştırmanın kendisidir, İşte bundan dolayı eğer bir kişi işleri araştırmak vasfına sahibse ona “casus” denilir. Ha ile (tehassüs) ise insanın bazı duyularıyla idrak ettiği şeylerdir.

Aradaki farka dair ikinci bir açıklama da şöyledir: Tehassüs bir şeyi biza­tihi kendisi için araştırmak, öğrenmek istemektir. Tecessüs ise başkasının el­çisi olarak araştırmaktır. Bu açıklamayı Saleb yapmıştır. Ancak birincisi da­ha çok bilinen bir açıklamadır.

Haberleri tecessüs eltim” onları iyiden iyiye tetkik ettim, demektir. Casus da buradan gelmektedir.

Ayetin anlamı da şudur: Siz zahir olanı alınız, müslümanlann gizli ayıp­larının peşine takılmayınız. Yani sizden herhangi bir kimse kardeşinin ayı­bını araştırarak -Allah onu setreirnis ve gizlemişken- ona muttali olmaya kal­kışmasın.

Ebu Davud’un Kitab’ında şu rivayet yer almaktadır: Muaviye’den, dedi ki: Rasûlullah (sav)’ı şüyle buyururken dinledim: “Sen insanların gizli saklı ku­surlarının peşine takılacak olursan onları ifsad edersin ya da ifsad edecek nok­taya yaklaşırsın, “[92]

Ebu’d-Derda dedi ki: Bu Muaviye’nin Rasûlullah (sav)’dan duyup da, Al­lah’ın kendisi ile onu faydalandırdığı bir sözdür. el-Mikdam b. Madîkerib, Ebu Ümame’den, o Peygamber (sav)’dan riva­yetle dedi ki: “Şüphesiz ki emir insanlar arasında şüpheye dayanarak araş­tırmalara girişecek olursa, onları bozar. “[93]

Zeyd b. Vehb dedi ki: İbn Mesud’a (bir adam getirilirek) ona: Bu filan adamdır, sakalından şarab damlıyor, dediler [94],Abdullah b. Mesud şöyle de­di: Bize tecessüs yasaklanmış bulunuyor, fakat eğer bir şeyi açıkça görecek olursak ona göre sorumlu tutarız. [95] Ebu Berze el-Esiemî’den, dedi ki: Rasû-lullah (sav) şöyle buyurdu: “Ey diliyle iman edip kalblerine imanın girmedi­ği kimseler! Müslümanların gıybetini yapmayın, onların gizli kusurlarının pe­şine düşmeyin. Çünkü kim onların gizli kusurlarının peşine düşerse, Allah da o kimsenin gizli kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurlarını araştınrsa, evinde dahi olsa o kimseyi rezil eder,” [96]

Abdu’r-Rahman b. Ayf dedi ki: Bir gece Ömer b. el-Hattab (r.a) ile birlik­te Medine’de bekçilik yapıyorduk. Kapısı bir parça yandan açılmış, bir ev­de bir kandil gördük. İçeride birbirine karışan yüksek seslerle bir topluluk bulunduğunu’anladık, Ömer: Bu Rabia b. Umeyye b. Halefin evidir. O da şu anda içki içmektedir, ne dersini dedi. Ben de: Benim görüşüm o ki, biz Allah’ın yasak kıldığı bir şeyi yapıyoruz. Yüce Allah: “Birbirinizin kusuru­nu araştırmayın” diye buyurduğu halde biz kusur araştırdsk. Bunun üzeri­ne Ömer geri döndü ve onlara ilişmedi.

Ebu Kılabe dedi ki: Ömer b. el-Hattab’a, Ebu Mihcen es-SakafTnin birta­kım arkadaşlarıyla birlikte evinde içki içtiği söylendi. Ömer gidip evine gir­di. Yanında bir adamdan başkası yoktu. Ebu Mihcen: Böyle bir İş yapman se­nin için helal olmaz, dedi. Çünkü yüce Allah sana tecessüsü (kusurları araş­tırmayı) yasaklamış bulunuyor. Ömer dışarı çıktı ve ona ilişmedi.

Zeyd b. Eşlem dedi ki: Ömer ve Abdu’r-Rahman geceleyin bekçilik yap­mak üzere çıkmışlardı. Bir ateş gördüler, izin istediler, kapı açıldı. Bir adam ile şarkı söyleyen bir kadın ile karşılaştılar. Adamın elinde de bir kadeh var­dı. Ömer: Sen böyle bir şey mi yapıyorsun, ey filan? dedi. Adam: Sen de böy­le bir şey mi yapıyorsun, ey müminlerin emiri? dedi. Ömer: Bu kadın senin neyin olur? dedi. Adam: Esimdir dedi. Ömer, peki ya elindeki bu kadeh ne? dedi. O da: Bu tatlı bir sudur dedi. Ömer kadına: Peki senin söylediğin şar­kı ne? diye sordu, kadın şunları söyledi: “Çok uzadı bu gece ve karardı etraf, Oynaşacağım bir dostum yok diye uykusuzum.

Allah’a yemin ,ederim, bende, Allah korkusu olmasaydı Şu karyolanın yanları sarsılırdı.

Fakat aklım ve hayam alıkoyuyor beni, Ve kocamın şeref ve haysiyetine leke düşürmekten çekmiyorum.”

Daha sonra adam: Ey müminlerin emiri! Biz bununla emrolunmadık, de­di. Yüce Allah: “Birbirinizin kusurunu araştırmayın” diye buyuruyor. Hz. Ömer doğru söyledin dedi. Derim ki: Bu haberden kadının o adamın hanı­mı olmadığı anlaşılmamalıdır. Çünkü Ömer zinayı kabul edecek birisi değil­dir. Kadın bu sözlerle kocasına geçmişteki durumunu hatırlatmak ve kendi­si yanında bulunmadığı dönemde söylediğini anlatmak üzere bu beyitleri söy-leinişti. [97]Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Amr b. Dinar dedi ki: Medinelilerden bir adamın bir kizkardeşî vardı, has­talandı. Onu ziyarete giderdi. Sonra vefat etti ve onu defnetti. Kabrine inen kişi kendisi olmuştu. İçinde bir miktar dinar bulunduğu para kesesi de kab­re düşmüştü. Yakınlarından birisinden yardım istedi. Kabrini eşelediler ve ke­seyi aldıktan sonra şöyle dedi: Andolsun ki kızkardeşimin halinin ne oldu­ğunu görmek üzere üzerini açacağım. Kabrini açınca kabirin alev alev ateş yanmakta olduğunu gördü. Annesine geldi ve: Kızkardeşimin neler yaptığı­nı bana söyle dedi. Annesi: Kızkardeşin öldü gitti, onun amelini ne diye so­ruyorsun? dediyse de o sormaya devam etti. Sonunda annesi ona: Bu kızkar-d eşinin yaptığı İşlerden birisi de namazı asıl vaktinden sonraya geciktirmek idi. Komşular uykuya daldıktan sonra kalkar, kulaklarını onların kapılarına dayar, onların gizliliklerini araştırır, sırlarını açığa çıkartırdı. Kardeşi: İşte bu­nunla helak oldu, dedi. [98]

5- Gıybet:

“Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın” buyruğu iie yüce Altah gıybe­ti yasaklamaktadır. Gıybet bir kişiden sahih olduğu kusurunu belirterek

söz etmektir. Eğer onda olmayan bir özellikle o kişiyi anacak olursak, o va­kit bu bühtan (iftira) olur. Bu anlamdaki bir rivayet Sahihi Müslim’de Ebu Hureyre’den sabit olmuştur. Buna göre Rasûlullah (sav) buyurdu ki; “Gıybe­tin ne olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, de­diler. Peygamber: “Kardeşinden hoşuna gitmeyecek bir şekilde sözetmektir” diye buyurdu. Peki benim sözünü ettiğim husus kardeşimde var ise ne olur? diye sorulunca: “Eğer söylediğin şey onda var ise onun gıybetini yapmış olur­sun, eğer onda yoksa ona iftira etmiş olursun” diye buyurdu. [99]

Bir kimse hakkında ileri geri konuşup, dedikodu etmeyi anlatmak üzere denilir. İsim “gıybet” şeklinde gelir. Bu da bir kimsenin gıyabın­da kusurunu sözkonusu etmektir.

el-Hasen dedi ki: Gıybet üç çeşittir, hepsi de yüce Allah’ın Kitabında söz­konusu edilmiştir: Gıybet, İfk (iftira) ve bühtan. Gıybet kardeşin hakkında onda bulunan bir şeyi sözkonusu etmektir. İfk onun hakkında onun ile il­gili sana ulaşanları anlatmaktır, bühtan ise onun hakkında onda olmayan şey­leri söylemektir.

Şube’den dedi ki: Bana Muaviye -b. Kurra’yı kastediyor- dedi ki: Yanın­dan eli kopuk bir adam geçse ve sen de: Bu adamın eli kopuktur, diyecek olsan bu bir gıybet olur. Şube dedi ki: Ben bunu Ebu İshak’a naklettim, o da (Muaviye): Doğru söylemiş dedi.

Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Eslemli Maiz, Peygamber (sav)’in yanı­na geldi ve kendisi aleyhine zinada bulunduğuna dair şahitlik etti. Bunun üze­rine Rasûlullah (sav) onu recmetti. Allah’ın peygamberi, arkadaşlarından iki adamdan birisinin diğerine: Şu Allah’ın setrettiği kimseye bak! Nefsi, köpek gibi taşa tutuluncaya kadar kendisinin yakasını bırakmadı, dedi. Peygamber ikisine ses çıkarmadı.

Bir süre yol yürüdükten sonra ayaklarını havaya dikmiş bir eşek leşinin yanından geçtiler, “Filan ve filan kişi nerede?” diye sordu. Onlar, burdayız ey Allah’ın Rasûlü, dediler. Peygamber: “İnin, şu eşeğin leşinden yiyin” diye buyurdu. Onlar: Ey Allah’ın Peygamberi! Bundan kim yiyebilir ki? dedi­ler. Şöyle buyurdu: “Sizin kardeşinizin haysiyetine dil uzatmanız bupdan ye­mekten daha ağırdır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki, o şu /nda cen­netin ırmaklarına dalmaktadır.” [100] [101]

6- Gıybetin Ağır Vebali:

“Sizden bitiniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” buyru­ğu ile yüce Allah gıybette bulunmayı leş yemeye benzetmektedir. Çünkü ölen bir kimse kendi etinin yenildiğinin farkına varmaz. Tıpkı yaşayan bir kimse­nin kendisinin gıybetini yapantn gıybetini bilmediği gibi. İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah’ın gıybete böyle bir örnek vermesinin sebebi, ölen kişinin etini yemenin haram ve tiksinti veren bir şey olmasından Ötürüdür. İşte gıybet de dinen haramdır ve nefsin çirkin gördüğü bir şeydir.

Katade dedi ki: Sizden herhangi bir kimse ölmüş kardeşinin etini yeme­yi kabullenmediği gibi, aynı şekilde hayatta iken onun gıybetini yapmaktan da uzak durmalıdır. Gıybet yerine et yemenin kullanılması, arabların böyle bir benzetme yapmayı alışkanlık haline getirmiş olmalarıdır. Nitekim şair şöy­le demiştir:

“Onlar etimi yiyecek olurlarsa eğer; ben arttırırım onların etlerini,

Şan ve şerefimi yıkarlarsa eğer; ben şan ve şereflerini yükseltirim onların.”

Peygamber (sav) buyurdu ki: “İnsanların etlerini yemeye devam eden bir kimse oruç tutmuş otmaz.” [102] Böylelikle Hz. Peygamber insanların gıybeti­ni yapmayı, onların etini yemeye benzetmiş olmaktadır. Her kim bir müslü-manı eksik görecek yahut onun haysiyetini kıracak bir şey söylerse, hayat­tayken onun etini yiyenin durumuna benzer. Onun gıybetini yapacak olur­sa, ölmüşken onun etini yiyen gibidir.

Ebu Davud’un, Sünen.’inde Enes b. Malik’ten şöyle dediği kaydedilmek­tedir; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Miraca çıkarıldığım sırada tırnakları ba­kırdan, yüzlerini ve göğüslerini tırmalayan bir topluluğun yanından geçtim. Bunlar kimlerdir, ey Cebrail, diye sordum, şöyle dedi: Bunlar insaniann el­lerini yiyen ve onların ırzlarına (namus, şeref ve haysiyetlerine) dil uzatanlardir. [103]

el-Müstevrid (b. Şeddad)’den rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: “Her kime bir müslümanü gıybet etmek) karşılığında bir yemek ye-dirilecek olursa, şüphesiz Aliah o kimseye onun gibisini cehennemden ye-dirir. Her kime bir müslümanO gıybet etmek) karşılığında bir elbise giydirilecek olursa, Allah onun gibi bir elbiseyi ona cehennemden giydirir. Her kim bir kimsenin Önünde işitsinler ve riyakarlık olsun diye ayakta duracak olur­sa, şüphesiz Allah kıyamet gününde o kimseyi işitsinler ve görsünler diye ayakta bekletir.” [104]

Peygamber (sav)’ın: “Ey diliyle iman edip de imanın kalblerine girmedi­ği kimseleri Müslümanların gıybetini yapmayın” buyruğu ile iki kişiye; “Ne diye yediğiniz etin izlerini ağızlarınızda görüyorum” dediği daha önceden geç­miş bulunmaktadır.

Ebu Kılabe er-Rukaşî dedi ki: Ebu Asım’ı şöyle derken dinledim; Gıybe­tin ne olduğunu öğrendiğimden beri kimsenin gıybetini yapmadım.

Meymun b. Siyah kimsenin gıybetini yapmaz, huzurundaki bir kimsenin birisinin gıybetini yapmasına da fırsat vermezdi. Ona bu işten vazgeçmesi­ni söyler, vazgeçerse mesele yok, değilse kendisi kalkar giderdi.

es-Salebî’nin naklettiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Bir adam Pey­gamber (sav)’ın yanından kalkıp gitti, onun kalkışında bir zayıflık, bir aciz­lik buldular. Ey Allah’ın Rasûlü, filan kişi ne kadar da aciz (güçsüz), dediler. Peygamber: “Kardeşinizin etini yediniz ve onun gıybetini yaptımz.” diye bu­yurdu[105]

Süfyan es-Sevrî’den şöyle dediği nakledilmiştir: Gıybetin asgari seviyesi “filan kişinin yaratılışı şöyledir, kısa boyludur” demendir. Ancak bu dahî mek­ruh görülmüştür.

Ömer b. el-Hattab dedi ki: İnsanları zikretmekten uzak durun, çünkü o bir hastalıktır. Bunun yerine Allah’ı zikretmeye bakın, çünkü o bir şifadır. Ali b. el-Huseyn (r.a) bir kişinin bir diğerinin gıybetini yaptığını duyunca, şöy­le dedi: Gıybetten sakın, çünkü o insanların köpeklerinin katığıdır.

Amr b, Ubeyde: Filan kişi senin aleyhine o kadar konuştu ki sana acıdık. Amr: Ona da acıyın, dedi.

Bir adam el-Hasen’e: Bafıâ ulaştığına göre sen benim gıybetimi yapıyor-muşsun, demiş. el-Hasen ona şu cevabı vermiş: Seni iyiliklerimin hakimi kı­lacak kadar benim yanımda değerli değilsin. [106]

7- Gıybetin Sınırları:

Bir kesimin kanaatine göre gıybet ancak din hakkında sozkonusudur. Ya­ratılış ve kişinin konumu iie ilgili hususlarda sözkonusu olmaz. Bunlar: Çünkü bu gibi şeyler Allah’ın fiilindendir, demişlerdir.

Bir başka kesimin kanaati ise bunun aksidir ve göyle derler: Gıybet an­cak yaratılış, ahlak ve konum ile alakalı hallerdedir. Yaratılışta gıybet daha ağırdır, çünkü bir sanatı ayıpiı gören bir kimse aslında o sanatın sanatkarı­nı ayıplamış olur.

Bütün bunlar kabul edilemeyecek açıklamalardır. Birinci görüşü redde­den Aişe (r.anha)”nin Safiye hakkında: O kısa bir kadındır, demesi üzerine Peygamber (sav)’in: “Öyle bir söz söyledin ki eğer bu denize katılacak olsa onu dahi bulandırırdı” sözüdür. Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir[107]

Tirmizî bu hadîs hakkında hasen, sahih bir hadistir demiştir.

Ayrıca daha önce geçen bu anlamdaki diğer hadisler de bu kanaati red­detmektedir. Eskiden beri ilim adamlarının icma ile kabul ettikleri husus, eğer bununla ayıplamak maksadı güdülürse, gıybet olacağıdır.

İkinci görüş de aynı şekilde bütün ilim adamları tarafından reddedilmiş­tir. Çünkü ta baştan Rasûlullah (sav)’ın ashabından ve onlardan sonra gelen tabiinden bu yana, onlara göre; din ile ilgİİİ yapılan gıybetten daha büyüğü yoktur. Çünkü dindeki kusur, kusurların en büyüğüdür. Her mümin bede­ninde kusur bulunmasından çok, dininde kusur olmamasını ister. Bu görü­şü kabul edenlerin kanaatlerini reddetmek için Peygamber Efendimizin: “Sen kardeşin hakkında hoşuna gitmeyecek bir şey söylersen onun gıybeti­ni yapmış olursun…” hadisi yeterlidir. Bunun gıybet olmadığını iddia eden kimse, Peygamber (sav)’ın açık bir nass halinde ifade ettiği sözünü reddet­miş olmaktadır. Peygamber (sav)’ın: “Kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (na­mus, şeref ve haysiyetleriniz) size haramdır” hadisinin genel İfadesi bu ko­nuda yeterlidir. Çünkü bu hadis hem din hakkında, hem dünya hakkında ge­nel bir ifadedir. Peygamber (sav)’ın: “Her kimin yanında kardeşine ırzında ya da malında yaptığı bir haksızlık var ise bundan dolayı o kardeşinden he­lallik dilesin”[108] hadisi de her türlü ırz, (namus, şeref ve haysiyeti) genel ola­rak kapsamaktadır. Bunun bir bölümünü tahsis edip bir kenara ayıran bir kim­se, Peygamber (sav)’ın söylediği ile çatışan bir iddiada bulunmuş olur. [109]

8- Gıybet Büyük Günahlardandır ve Gıybetten Dolayı Helallik İstemek:

Gıybetin büyük günahlardan olduğunda ve bir kimsenin gıybetini yapan birisinin, bundan dolayı yüce Allah’a tevbe etmesi gerektiğinde görüş ayrı­lığı yoktur.

Gıybetini yaptığı kimseden helallik diler mi? Bu hususta görüş ayrılığı var­dır. Bir kesim ondan helallik dilemek yükümlülüğü yoktur, çünkü bu kişi­nin kendisi İle Rabbi arasındaki bir günahtır, demiştir. Bu görüşün sahiple­ri şunu delil göstermişlerdir: Gıybet yapan bir kimse gıybetini yaptığı kişi­nin malını almadığı gibi, bedenine de bedenini kusurlu kılacak bir saldırıda bulunmamıştır. Dolayısıyla bu, helalliğini dilemesi gereken bir haksızlık değildir. Çünkü karşılığı bulunan haksızlık, mal ya da bedende onun yeri­ne geçecek bir şey bulunan haksızlıktır,

Bir kesim de gıybet bir haksızlıktır, onun keffareti ise gıybetini yaptığı kim­se için mağfiret dilemektir, demiştir. Bu görüşün sahihleri de el-Hasen yo­luyla rivayet edilen bir hadisi delil gösterirler. el-Hasen dedi ki: “Gıybetin kef-fareti gıybetini yaptığın kimseye mağfiret dilemendir.” [110]

Bir kesim de şöyle demiştir: Bu bir haksızlıktır ve bundan dolayı helallik dilemek gerekir. Bunlar Peygamber (sav)’ın şu buyruğunu delil gösterirler: “Her kimin yanında ırzında ya da malında kardeşine yaptığı bir haksızlık var İse, dinarın ve dirhemin bulunmadığı ve kişinin (haksızlığının karşılığının) hasenatından alınacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Şayet hasenatı yoksa bu sefer arkadaşının kötülüklerinden alınır, onun kötülükle­rine katılır.”

Bu hadisi Buharı, Ebu Hureyre (r.a) yoluyla rivayet etmiştir. Ebu Hurey-re dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Her kimin yanında kardeşine ait ır­zına ya da herhangi bir hususa dair bir haksızlık var ise dinar ve dirhemin olmayacağı bîr günden önce ondan helallik dilesin. Eğer salih bir ameli var­sa yaptığı haksızlık kadar ondan alınır. Şayet hasenatı yoksa, arkadaşının kö­tülüklerinden alınır, ona yükletilir.” [111] yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma!” (Al-i İmran, 3/1Ğ9) buy­ruğu açıklanırken (3/169-170. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Aişe (r.anha)dan rivayet edildiğine göre bif kadın onun yanına gelmiş. O kadın kalkıp, gidince bir başka kadın; Etekleri ne kadar da uzundur, demiş. Aişe ona; Sen gıybetini yaptın, ondan helallik dile, demiş.

İşte Peygamber (sav)1 dan gelen rivayetler, gıybetin, gıybet yapan kimse­nin helallik dilemesini gerektiren bir haksızlık olduğunu göstermektedir.

Gıybet ancak mal ve bedende olur, diyenlerin görüşüne gelince, ilim adamlannm icma ile kabul ettiğine göre; iftirada bulunan bir kimsenin aleyhine kendisine iftira olunanın lehine bir haksızlık sözkonusudur ve o bu haksız­lığının karşılığını iftirada bulunana haddi uygulamak suretiyle alır. Bu ise ne bedende, ne de malda olan bir iştir. İşte bu ırz (namus, şeref ve haysiyet) be­den ve malda da zulüm ve haksızlık olabileceğine delil teşkil etmektedir. Ni­tekim yüce Allah iftirada bulunan kimse hakkında: “Şakidleri getirmedik­lerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.” (en-Nur, 24/13) diye buyurmuştur.

Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: “Kim bir mümine kendisinde ol­mayan özelliklen isnad ederek iftirada bulunursa, yüce Allah o kimseyi tıy-netu’l-habal (denilen cehennemliklerin irinleri) arasında hapsedecektir.” [112]

İşte bütün bunlar malın ve bedenin dışındaki haksızlıklar hakkındadır.

Gıybet bir zulümdür, haksızlıktır. Bu haksızlığın keffareti de gıybetini yap­tığı kimse için mağfiret dilemektir, diyenlerin kanaatine gelince, bunlar çe­lişkiye düşmüş oluyorlar. Çünkü önce buna bir zulüm, bir haksızlık (mazla-me) adını verdikten sonra, bunun da keffareti gıybetini yaptığı kimse için mağ­firet dilemektir, demişlerdir. Çünkü “ona haksızlıktır, zulümdür” demek bu sefer mazlumun bir hak sahibi olduğunu ifade etmektir. Onun haksızlığı kar­şısında bir hakkının olduğu sabit olduğuna göre o zulmü yapandan o zalim­liğin kalkabilmesi, mazlumun o kimseye hakkını helal etmesi ile ancak mümkün olabilir. el-Hasen’in görüşü ise delil teşkil edemez. Çünkü Peygam­ber (sav) şöyle buyurmuştur: “Her kimin yanında kardeşine gerek ırzında ya­hut malında yaptığı bir haksızlık var ise ondan dolayı o kimseden helallik istesin” diye’buyurm ustur.

Bazıları da kendisine hakkını helal etmesini isteyen kimseye hakkını he­lal etmemeyi öngörmüştür. Bunların görüşüne göre Allah’ın o kimseye ha­ram kıldığı bir şeyi ona helal kılmasın. Bunlardan birisi de Said b. el-Müsey-yeb’dir. O şöyle demiştir: Ben, bana zulmedene hakkımı helal etmem.

İbn Sîrîn’e de: Ey Ebu Bekir, denilmiş. Burada bir adam var, senden sa­na yapmış olduğu bir haksızlıktan kendisini helal etmeni istiyor, Şöyte de­miş: Onu kendisine haram kılan ben değilim ki, ona hakkımı helal edeyim. Gıybeti ona haram kılan Allah’tır. Bense Allah’ın ona haram kıldığı bir şeyi ebediyyen helal kılamam. Ancak Peygamber (sav)’ın haberi hakkın helal edi­lebileceğine delil teşkii etmektedir. Delil ve hükmü açıklayan da odur, Hak­kı helal kılmak merhamete delildir ve bir çeşit affetmektir. Yüce Allah da: “Kim affedip düzeltirse, artık onun mükafatını vermek Allah’a aittir” (eş-Şura, 42/40) diye buyurmuştur, [113]

9- Açıktan Açığa Günah İşleyen Fasıkın ve Benzerlerinin Gıybeti:

Fışkını açığa vuran, ilan edenin gıybetini yapmak bu kabilden değildir. Çün­kü haberde: “Haya cilbabını (örtüsünü) bir kenara bırakanın gıybeti yoktur”[114] diye buyurolmustur. Peygamber (sav) de: “Faciri (günahkarı) özelliği ile bir­likte anın ki insanlar ondan sakınabilsinler”[115]diye buyurmuştur.

O halde gıybet, kendisini (kötülüklerini) setreden kimse hakkındadır, el-Hasen’den rivayete göre o şöyle demiştir: Üç kişinin herhangi bir hürmeti (say­gınlıkları, çiğnenmesi sözkonusu olan haklan) yoktur: Revasının peşinden gi­den bir kimse, açıktan açığa fasüdık yapan bir kimse ve zalim bir yönetici.

Haccac öldüğünde el-Hasen şöyle demişti: Allah’ım, onu öldüren Sensin. Aramızda onun sünnetinin (uygulamalarının) da sonunu Sen getir. -Bir riva­yette de: Onun kötülüğünün sonunu- demiştir. Çünkü o bize gözleri aydın­lıkta seçemeyen, gözlen kamaşan, parmakları kısa bir eli uzatan bir kimse olarak geldi. Allah’a yemin ederim, Allah yolunda o ele bir toz bulaşmadı. Perçemini güzelce tarar, böbürlenerek yürür, minbere çıkar, namazı geçîrin-ceye kadar gelişigüzel konuşurdu. Ne Allah’tan sakınır, ne insanlardan uta­nırdı. Onun üzerinde Allah, altında ise yüzbin kişi yahut daha fazlası vardı. (Üzerindeki Allah’tan korkmaz, minberinin altındaki yüzbirvlerden utanmaz­dı.) Kimse de ona: Ey adam namaz vakti geldi, d(iy)emezdi. Sonra el-Hasen şöyle diyordu: Heyhat! Buna kılıç ve kamçı engel oluyordu.

er-Rabt b. Subeyh, el-Hasen’den şöyle dediğini rivayet eder: Bidat ehli olanların gıybeti yoktur.

Aynı şekilde hakime sana zulmeden kimseden hakkını alabilmen için on­dan yardım istemek maksadıyla; filan kişi bana zulmetti yahut bana kızdı, ba­na hainlik etti, beni dövdü, bana iftirada bulundu ya da bana kötülük yap­tı, demek de gıybet değildir. Ümmetin alimleri bu hususta icma etmişlerdir.

Peygamber (sav) da bu hususta: “Hak sahibinin söyleyecek bir sözü var­dır”[116] diye buyurmuştur. Yine: “Zenginin savsaklaması zulümdür” ; [117] “Öde­me imkanı bulan kimsenin savsaklaması onun ırzını (şeref ve haysiyetini) ve cezalandırmasını helal kılar”[118]diye buyurmuştur.

Fetva istemek de bu kabildendir. Hind’in, Peygamber (sav)’a: Ebu Süfyan cimri bir kimsedir. Bana ve çocuklarıma yetecek kadar bir şeyler vermiyor. Bilmeksizin onun malından alabilir miyim? diye sorması da bunun gibidir. Pey­gamber (sav) da: “Evet alabilirsin” demişti[119]

Burada Hind kocasından cimrilikle, kendisine ve çocuklarına zalimlik et­mekle sözettiğî halde, Peygamber onu gıybet eden olarak değerlendirmemek­tedir. Çünkü onun bu davranışının yapmaması gerektiğini söylememiştir. Ak­sine Peygamber onun lehine fetva vererek ona cevab vermiştir. İşte bir kimseden kötülükle sözetmekte bir fayda bulunması halinde de durum böy­ledir. Peygamber Efendimizin: “Muaviye’ye gelince o malı bulunmayan fa­kir bir kimsedir. Ebu Cehme gelince, o da omuzundan asasını indirmez. “[120] buyruğu gibi.

Bu caizdir, onun maksadı ise Fatıma bint. Kays’ın onlardan birisi İle ev­lenecek olursa, bir yanlışlık yapmaması idi. Bütün bu açıklamaları el-Muha-sibî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- yapmıştır. [121]

10- Tiksinti Veren Örnek ve Allah’tan Korkmak:

“Ölmüş” buyruğu ye harfi şeddeli olarak diye de okunmuş­tur. Bu lafız “efden hal olarak nasbedilmistir. Bununla birlikte “kardeş”den hal olarak nasbedilmesi de mümkündür.

Yüce Allah onlardan herhangi bir kimsenin kardeşinin leşini yemesini se­vemeyeceğini ikrar ettirdikten sonra, akabinde “İşte bundan tiksindiniz” di­ye buyurmaktadır. Bu iki şekilde açıklanabilir:

1- Siz nasıl ki leşi yemekten tiksiniyor iseniz, aynı şekilde gıybetten de böy­lece tiksininiz. Bu anlamdaki açıklama Mücahidden rivayet edilmiştir,

2- Sizler insanların sizin gıybetinizi yapmasını hoş karşılamıyorsunuz. O halde başkalarının gıybetini yapmayı da hoş karşılamayınız.

el-Ferra dedi ki: Bundan tiksindiniz. O halde siz de bu işi yapmayınız.

Lafız itibariyle haber, anlam itibariyle emir olduğu da söylenmiştir. Yani bundan tiksininiz,

“Allah’tan korkun!” buyruğu ona atfedilmiştir. Daha önce geçen “Kaçının ve kusurunu araştırmayın” buyruklarına atfedildiği de söylen­miştir. “Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, Rahimdir.” [122]

13- Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve sizi bir-birinizle tanışasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphe­siz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdu*. Mu-hakkak Allah, en iyi bilendir, herşeyden haberdar olandır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Âyetin Nüzul Sebebi ve Yaratılış İtibariyle İnsanların Birbirlerine Eşitliği:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattdt” buyruğunda Adem ile Havva’yı kastetmektedir,

Âyet-i kerime Ebu Hind hakkında inmiştir. Bunu Ebu Davud “el-Merasil” adlı eserinde zikretmektedir: Bize Amr b. Osman ile Kesir b. Ubeyd anlattı, dediler ki: Bize Bakiyye b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bana ez-Zührî anlam, de­di ki: Rasûlullah (sav) Benu Beyadalılara, Ebu Hind ile kendilerinden bir ha­nımı evlendirmelerini emretti. Onlar da Rasûlullah (sav)’a: Biz kölelerimizi kız­larımızla mı evlendirelim? dediler. Bunun üzerine şanı yüce Allah: “Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattdt ve sizi… uluslara ve kabilelere ayırdık” âye­tini indirdi. ez-Zührî dedi ki: Âyet özel olarak Ebu Hind hakkında inmiştir. [123]

Ayet-i kerimenin Sabit b. Kays b. Şemmâs ve onun kendisine yer açma­yan kişiye: Ey filan kadının oğlu demesi hakkında indiği de söylenmiştir. Bu­nun üzerine Peygamber (sav) ona: “Filan hanımın adını anan kimdi?” diye sor­du. Sabit: Ben ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Bu sefer Peygamber (sav): “Burada­kilerin yüzlerine bir bak dedi.” Baktı, Peygamber: “Ne gördün?” diye sordu, o da beyaz, siyah ve kırmızı tenliyi gördüm deyince, Peygamber şöyle bu­yurdu: “Sen takva ile olması müstesna bunlara üstün olamazsın.” Bunun üze­rine bu âyet Sabit hakkında nazil oldu, Ona yer açmayan kişi hakkında da: “Ey iman edenler! toplantı yerlerinde size yer açın, denildiğinde genişletin…” (el-Mücadele, 58/11) âyeti indi.İbn Afbas dedi ki: Mekke fethi gününde Peygamber (sav) BilaPe emir ver­mesi üzerine Ka’be’nin damına çıkıp ezan okudu. Attab b. Esid b. Ebi’1-Iys şöy­le dedi: Bugünü görmeden önce babamın ruhunu alan Allah’a hamdolsun. el-Haris b. Hişam da: Muhammed ezan okumak üzere şu siyah kargadan baş­kasını bulamadı mı? dedi, Süheyl b. Amr da: Allah bir şeyi diledi mi onu de­ğiştirir, dedi. Ebu Süfyan ise: Ben hiçbir şey demiyorum. Çünkü semanın Rab-binin söylediğimi haber vereceğinden korkarım. Cebrail, Peygamber (sav)’a gelerek neler söylediklerini ona haber verdi. Onları çağırdı ve neler söyledik­lerini sordu, onlar da ikrar ettiler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i keri­meyi indirerek soylarla öğünmeyi, mal çokluğuyla öğünmeyi, fakirleri küçüm­semeyi yasakladı. Çünkü asıl gözönünde bulundurulması gereken takvadır. Yani herkes Adem ile Havva’dandır, üstünlük ancak takva iledir.

Tirmizî’de şu rivayet yer almaktadır: ,..İbn Ömer’den rivayete göre Rasû-kıllah (sav) Mekke’de verdiği hutbesinde şöyle dedi: “Ey insanlar! Şüphesiz ki Allah sizden cahiliye kibrini ve ataları ileri sürerek büyükfenmeyi gider­miş bulunuyor. İnsanlar iki türlüdür: Ya birisi iyilik yapan, takva sahibi olup Allah katında üstün ve değeriidir. Ya günahkar ve bedbaht birisi olup, Allah katında da değersizdir. İnsanlar Adem’in çocuklarıdır. Allah Adem’i top­raktan yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle, bir dişiden yarattık ve sizi birbirinizle tanıdasınız diye uluslara ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki Allah katında sizin en şerefliniz, en tak-valı olanınızdır. Muhakkak Allah en iyi bilendir, herşeyden haberdar olan­dır” diye buyurmuştur. Tirmizî bu hadisi Ali b. el-Medinî’nin babası Abdul­lah b. Cafer’den rivayet etmiştir. O ise zayıf bir ravidîr. Onun zayıf olduğu­nu Yahya b. Maîn ve başkaları söylemiştir. [124]

Taberi “Adabu’n-Nufus” adlı eserinde şunu rivayet etmektedir: Yine ba­na Yakub b. İbrahim anlattı, dedi ki; Bana İsmail anlattı, dedi ki: Bana Said el-Cureyrî, Ebu Nadra’dan anlattı. Ebu Nadra dedi ki: Bana yahut bize Rasülullah (sav)’m Mina’da teşrik günlerinin ortasında bir deve üzerinde iken ver­miş olduğu hutbesinde hazır bulunanlardan birisi anlattı. Peygamber buyur­du ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ki sizin Rabbiniz birdir. Şüphesiz ki sîzin baba­nız da birdir. Şunu bilin ki arab olan birisinin arab olmayana, arab olmayan birisinin arab olana, siyahın kırmızıya, kırmızının siyaha, takva ile olması ha­li müstesna, hiçbir üstünlüğü yoktur. Söyleyin, ben tebliğ ettim mi? Onlar: Evet dediler. Peygamber de: “O halde hazır bulunan burada bulunmayana bildir­sin” diye buyurdu. [125]

Yine adı geçen eserde .Malik el-Eş’arî’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; “Şüphesiz Ailah sizin makam ve mevkilerinize, neseblerinize, bedenlerinize, mallarınıza bakmaz. Fakat O, sizin kalplerini­ze bakar. Her kimin salih bir kalbi varsa,, Allah ona karşı şefkat duyar. Şüp­hesiz siz Adem’in oğullarısınız. O’nurLaranızdan en sevdiği kişi sizin en tak-vah olanınızdır.” [126]

Bu anlamda Ali (r.a)’ın şiirlerinden olup meşhur olmuş şu beyitler vardır:

“İnsanlar suret bakımından denktir birbirlerine,

Babaları Adem’dir, anneleri Havva’dır onların.

Bir nefis benzer diğerine, ruhlar da andırır birbirini,

Onlarda kemikler yaratılmış ve azaları vardır onların.

Eğer asılları itibariyle onların bir şerefleri varsa,

Kendisiyle karşılıklı öğünecekleri o su ve çamurdur.

Fazilet ancak ilim ehlinindir, çünkü onlar

Hidayet üzredirler, hidayeti arayanlara gösterirler doğruyu.

Herkesin değeri güzel yaptığı şeye göredir,

İnsanların fiilleri üzerinde alametleri vardır.

Her kişinin zıttma ise bilmediği şey durur,

Cahiller de ilim ehline düşmandır.” [127]

2- Yüce Allah Dileseydi İnsanları Başka Bir Yoldan da Yaratırdı:

Yüce Allah bu âyet-i kerimede insanları bir erkek ve bir dişiden yarattı­ğını açıklamaktadır. Aynı şekilde en-Nisa Süresi’nin başında da (4/1) bunu böylece açıklamaktadır. Şayet dileseydi Adem’i yarattığı gibi, bunların ikisi olmadan da yaratabilirdi yahut İsa’yı yarattığı gibi erkeksiz yahut Havva’yı yarattığı gibi iki cihetten birisi olan dişisiz yaratabilirdi. İşte ilahi kudret için mümkün olan bu şekilde yüce Allah başka bir varlık yaratmış değildir. Rivatıyet olunduğuna göre yüce Allah Havva’yı Adenitten, ondan çekip aldığı ka­burga kemiklerinden birisinden yaratmıştır. İlahi kudret açısından müm­kün olan diğer kısım da bu kabul edilebilir. Bu açıklamayı tbnu’î-Arabî yapmıştır. [128]

3- Bir Kimsenin Nesebini Reddedmesinin Cezası:

Yüce Allah insanı erkek ve dişiden yaratmış, onlar arasında neseb, sihri akrabalıklar, uluslar, ve kabileler halinde yaratmıştır. Bu yaratılışlar arasında da onların birbirlerini tanımalarını takdir etmiş, takdir ettiği ve kendisinin daha iyi bildiği bir hikmet dolayısıyla da aralarındaki akrabalık bağlarını ve bu bağların gözetilmesini tesbit etmiştir. Böylelikle herkes kendi nesebine sa-hib çıkar olmuştur.

Herhangi bir kimse başkasının nesebini reddedecek olursa, İftirada bulun­muş olacağından kendisine had vurulmasını gerektirir, Mesela, kabilesinin ve soyunun nesebini red ederek, mesela Arap olana; Ey acem, acem olana da: Ey Arap demesi ve buna benzer nesebin gerçek anlamıyla nefyedildiği diğer ifadelerde de bu böyledir. [129]

4- İnsan Hem Erkekten, Hem Dişiden Yaratılır:

Öncekilerden kimisi ceninin sadece erkeğin suyundan yaratılmış olduğu­nu, annenin rahminde de beslenip büyüdüğünü ve rahimdeki kandan geliş­tiğini ileri sürmüşlerdir. Buna delil olarak da yüce Allah’ın: “Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yerde tuttuk.” (el-Murselat, 77/21) buyruğu ile “Sonra O, onun suyunu bayağı bir sudan meydana ge­len bir süzmeden kılmıştır.” (es Secde, 32/8); “O dökülen meniden bir damla değil miydi?” (el-Kıyame, 75/37) buyruklarını delil göstermişlerdir. Onla­ra göre bu buyruklar yaratılışın tek bir sudan olduğunu göstermektedir.

Doğrusu ise yaratmanın bu âyet sebebiyle hem erkeğin suyundan, hem de kadınınkinden yaratıldığıdır. Çünkü bu âyet-i kerime tevil ihtimali bulun­mayan açık bir nasstır. Ayrıca yüce Allah’ın: “O atılıp dökülen bir sudan yaratılmıştır. O su omurga ile göğüs kemikleri arasından çıkar.” (et-Tarık, 86/6-7) buyruğu da buna delildir. Bundan maksat ileride açıklanacağı üzere, er­keklerin omurgaları ile kadınların göğüs kemikleridir.

Karşı görüşü savunanların ileri sürdükleri delillerdeki ifade İse azami ola­rak şunu ortaya koymaktadır: Yüce Allah insanın sudan, bir süzmeden ve bir nutfeden yaratıldığını belirtmektedir. Ancak bunu anne babadan sadece bi­risine izafe etmemektedir. O halde bu, suyun ve süzme ile nutfenin zikret­tiğimiz buyrukların delaleti ile her ikisinden olduğuna delil teşkil etmektedir. Aynı şekilde tıpkı erkeğin suyunun olduğu gibi, kadının da suyu oldu­ğunu ve bundan dolayı da -daha önce eş-Şura Sûresi’nin sonlarında (42/49-50. âyet, 2. başlık ve devamında) geçtiği üzere- benzerliğin ortaya çıktığı an­laşılmaktadır. Yüce Allah, Nuh (a.s) kıssasında da: “Su önceden takdir edil­miş bir emir üzere birbirine kavuştu.” (el-Kamer, 54/12) diye buyurmakta­dır. Burada ise semanın suyu ile yerin suyunu kastetmektedir. Çünkü kavuş­ma ancak iki şey tarafından sözkonusu olur. O halde yüce Allah’ın: “Sonra O, onun soyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır.” (es-Secde, 32/8) buyruğu ile “Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (el-Mürselat, 77/20) buyruğunda iki ayrı suyun kastedildiği inltarjalunamaz. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır. [130]

5- Uluslar ve Kabileler (Şuub ve Kabail):

“Ve sizi… uluslara ve kabilelere ayırdık.” buyruğunda sözü edilen “şu-ub: uluslar” kabilelerin başlandır, Rabia, Mudar, Evs ve Hazreç gibi. Bunun tekili “şın” harfi üstün olarak “şa’b” diye gelir. Onlara bu ismin veriiiş sebe­bi ağacın dallarının şubeleri gibi ayrılıp, bir noktada toplanmaları dolayısıy-ladır, “Şa’b” zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim bir şeyi toplamayı ifade et­mek üzere: “Onu topladım” denilir. Matkab ve biz anlamına kulla­nılan da buradan gelmektedir. Çünkü onun vasıtasıyla hem birara-ya getirilir, hem ayrılır. Şair de şöyle demiştir;

“Yüzüstü yıkılmış ve korunuyor,

Bir boynuz ile sanki o keskin bir matkab gibidir.”

Onu dağıttım:” demektir. Ölüme ayırımcı olduğundan ötürü “şu’ûb” denilmesi de buradan gelmektedir. “Şi’b” de dağ yolu demektir, ço­ğulu da “şi’âb” diye gelir. el-Cevherî dedi ki: Şi’ûb Arap ve Arap olmayan­ların kabilelerinden ayrılan kollara denilir, çoğulu da “şu’ûb” diye gelir. Şu’ûbi-ye ise arabların Arap olmayanlara üstün olmadıklarını söyleyen bir kesimdir. Hadiste geçen: “Şu’ûbdan bir adam müslüman oldu” ifadesi ise Arap olma­yanlardan birisini kastetmektedir. Şa’b de büyük kabile demektir. Bu kabi­lelerin kendisine nisbet olunduğu atalarıdır. Yani bu ata onları toplar ve bi­ra ra d a tutar.

İbn Abbas dedi ki: Şu’ûb cumhur (büyük kalabalık) demektir, Mudar gi­bi. Kabileler ise onun boylarıdır.

Mücahid dedi ki: Şu’ûb nesebin uzak olanı, kabileler ise ona göre daha yakın olanıdır. Yine ondan nakledildiğine göre şu’ûb daha yakın olan nese­bi ifade eder. Katade de böyie demiştir, Birinci görüşü ondan el-Mehdevî, ikincisini ise el-Maverdî nakletmiştir. Şair de şöyle demiştir:

“Ben bir çok şalilerde pek çok Sa’dlar gördüm, Fakat Sa’d b. Malik gibi bir Sa’d görmedim,”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Şa’blerden birtakım kabileler ki aralarında yoktur, Kerim sayılacak ve aaaletli birisi.”

Şu’ûb’un, Kahtan’dan Yemen arablan olduğu, kabilelerin ise Rabia, Mu-dar ve Adnan’ın sair kollan oldukları da söylenmiştir.

Şu’ûb’un acemlerin kolları, kabilelerin de Arapların kollan oldukları da söy­lenmiştir.

Bir rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Şu’ûb mevali (arablara vela İle mcnsub olanlar), kabileler iye Araplardır.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre şu’ûb Hindliler, Dağlılar ve Türkler gibi ne-seblerinin aslı bilinmeyenlerdir. Kabileler ise Arapiardandır.

el-Maverdî dedi ki: Şu’ûb’un kenar ve u2ak yerler ile dağ yollanna nisbet olunanlar, kabilelerin ise neseb bakımından ortak olan kimseler olma ihti­mali de vardır. Şair de şöyle demiştir:

“Ve onlar şubelere ayrıldılar, artık her bir adada, Bir emiru’l-müminin ve bir de minber vardır.”

Ebu Ubeyd, İbnu’l-Kelbî’den, o babasından şöyle nakletmektedir: Şa’b ka­bileden daha büyüktür, ondan sonra fasile, sonra imare, sonra batn, sonra da fahiz gelir.

Önce şa’b, sonra kabile, sonra imaret, sonra batn, sonra fahiz, sonra fa-zile, sonra aşire geldiği de söylenmiştir. Edebiyatçılardan birisi bunlan na­zım halinde şöylece ifade etmiştir:

“Sen Şa’ba bak, çünkü o en kalabalık olandır,

insanların barındığı

yerlerde; sonra kabile gelir,

Arkasından imare gelir, sonra batn,

Daha sonra fahiz ve fasile gelir.

Bundan da sonra aşiret gelir, fakat o

Sözünü ettiklerimizin yanında pek azdır.”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Kabile, ondan Önce şa’b gelir, ikisinden sonra ise İmaret, sonra batn, arkasından fahiz gelir. Kişiyi kendi fasilesinden başkası barındırmaz, Arkasında tüyü bulunmayan ok ise doğru gidemez.” [131]

6- Allah Katındaki Değerin Ölçüsü Takvadır:

Yüce Allah’ın: “Şüphesiz ki Allah’ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır.” buyruğu ile ilgili açıklamalar daha önceden ez-Zuhruf Sû-resi’nde yüce Allah’ın: “Ve muhakkak ki o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir” (ez-Zuhruf, 43/44) buyruğu açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.

Bu âyet-i kerimede yüce Allah’ın ve Rasûfünün nezdinde asıl gözönün-de bulundurulanın kişinin şerefi ve soyu oinıayıp takvası olduğunu gösteren bir özellik bulunmaktadır.

“Şüphesiz ki” buyruğu üstün ile; diye de okunmuştur. Sanki: Niçin nesebierle övünülüyor diye sorulmuş da ona: Çünkü Allah nezdinde sizin en şerefliniz en soylu olanınız değil, en takvalı olanınızdır denilmiş gi­bi olmaktadır.

Tirmizî’deki rivayete göre Semura, Peygamber (sav)’dan şöyle buyurdu­ğunu rivayet etmektedir: “Haseb (şereD maldır, kerem (üstünlük, şereflilik, değerlilik) de takvadır.” (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib, sahih bir hadistir/[132]

Bu da yüce Allah’ın: “Şüphesiz ki Allah’ın katında sizin en şerefliniz, en takvalı olanınızdır” buyruğunun kapsamına girer. Peygamber (sav)’m şu açık ifadeleri bize ulaşmış bulunmaktadır: “Kim insanların en şereflisi olmak istiyor ise Allah’tan korksun.” [133]

“Allah korkusu: Takva” ise, emir ya da nehy olsun yüce Allah’ın çizdiği sınırlara riayet etmek ve sahib olunmasını emrettiği niteliklere sahib ol­mak, yasakladığı şeylerden de uzak durmak demektir. Yine bu anlamdaki açıklamalar daha önce başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Ebu Hurey-re’den gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gü­nünde yüce Allah şöyle buyuracaktır: Şüphesiz Ben bir neseb yarattım, siz de bir neseb tesbit ettiniz. Ben sizin en şereflinizin, en tak valiniz olduğunu ortaya koydum, siz ise bunu kabul etmeyerek filan oğlu filan dediniz. Bu­gün Ben kendi nesebimi yükseltiyor, sizin uydurduğunuz nesebleri alçaltı-yorum. Nerede takva sahihleri? Nerede takva sahihleri? [134]

Taberî de Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu kaydetmektedir: “Şüphesiz ki kıyamet gününde Benim gerçek dostlarım takva sahihleridir. Her ne kadar kimi nesebler, kimi neseb-lerden daha yakın ise de. İnsanlar amellerle gelirler, siz ise dünyayı boynu­nuz üzerinde taşımış olarak geleceksiniz ve: Ey Muhammed… diyeceksiniz. Ben de böyle böyle diyeceğim” diyerek her iki yanını (sağa sola) çevirdi. [135]

Müslim’in, Sahih’inde Abdullah b. Amr’ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Ben Rasûluliah (sav)’ı alçak sesle değil, yüksek sesle şöyle buyururken din­ledim: “Şüphesiz benim babamın akrabaları benim dostlarım (velilerim) de­ğildir. Benim gerçek dostum, Allah ve salih olan müminlerdir.” [136]

Ebu Hureyre’den rivayete göre Peygamber (sav)’a: İnsanların en şereflisi hangisidir? diye sorulmuş, o da: “İbrahim’in oğlu İshak’ın oğlu Yakub’un oğlu Yusuf’tur” diye buyurmuş, Onlar, hayır biz sana bunu sormuyoruz de­diler. Peygamber; “O halde Allah katında onların en şereflileri en takvalı olan­larıdır.” Yine: Biz sana bunu sormuyoruz, dediler. Bu sefer: “Siz bana Arap-lann cevherlerini mi (soruyorsunuz)” diye buyurdu. “Cahiliye döneminde on­ların en hayırlıları İslâm döneminde de -fakih olmaları şartıyla- en hayırlıla­rıdır. [137]Şair bu hususta şöyle demiştir:

“Kişi zenginliğin verdiği izzeti ne yapsın?

Çünkü izzet denilen şey, bütünüyle takvahnmkidir.

Allah’ı bilip tanıdığı halde, Allah’ı bilip tanıması,

Kişiyi müstağni kılmazsa eğer, işte asıl odur bedbaht olan.” [138]

7- Nikahta Denklik (Kefaet) te Takvanın Dışında Neseb (Soy-Sop) Gözönünde Bulundurulabilir mi?

Taberî şu rivayeti zikretmektedir: Bana Ömer b. Muhammed anlattı, de­di ki: Bize Ubeyd b. İshak e!-Attar anlattı, dedi ki: Bize Mendel b. Ali, Sevr b. Yezıd’den anlattı, o Salim b. Ebi’l-Ca’d’den dedi ki: Ensardan bir adam bir kadın ile evlendi. Şerefi hususunda ona eleştirilerde bulunuldu. Adam: Ben bu kadın ile şerefi dolayısıyla evlenmiş değilim, ben onunla dini ve ahlakı dolayısıyla evlendim. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bu­nunla birlikte Hadb b. Zürara hanedanından olmamasının sana bir zararı yok­tur” (ya da: …ne zararı var?) diye buyurdu. Sonra Peygamber (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz ki şanı yüce Allah İslâm’ı gönderdi. İslâm sayesinde aşağılar­da olanı yükseltti, onun sayesinde eksik olanı tamamladı. İslâm sayesinde kı­namayı kaldırdı. Hiçbir müslümana kınama olmaz. Çünkü bu tür kınamalar ancak cahiliye dönemi kınamaları olabilir.”

Yine Peygamber (sav) buyurdu ki: “Ben takvalı davranmam sebebiyle ara­nızda Allah’tan en çok korkanınız ve en bilgili olanınız olduğumu ümit ederim. “[139] Bundan dolayı Peygamber (sav) Allah nezdinde insanların en üs­tünü ve en şereflisidir,

İbnu’l-Arabî dedi ki: İşte nikahta kefaet (denklik) hususunda Maiik’in gö-zönünde bulundurduğu budur. Abdullah, Malik’ten: Azadlı köle arab olan ha­nımla evlenebilir dediğini ve bu âyet-i kerimeyi delil gösterdiğini rivayet et­miştir. Ebu Hanife ile Şafiî ise: Şeref ve mal gözönünde bulundurulur, demiş­lerdir.

Sahik’te, Aişe’den gelen rivayete göre Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rabia -ki Peygamber (sav) ile birlikte Bedir’de bulunanlardan birisi idi- Salim’i eviat edinmiş, sonra da ona kardeşi el-Velid b. Utbe b. Rabia’nın kızını nikahla­mıştı. Salim de o sırada ensardan bir kadının mevlası (kölesi) bulunuyordu. ez-Zubeyr’in kızı Dubaa, el-Mikdad b. el-Esved’in nikahı altında idi.

Derim ki: Abdu’r-Rahman b. AvPırı kızkardeşi Bilal’ın nikahı altında, Cahş kızı Zeyneb, Zeyd b. Harise’nin nikahı altında idi. İşte bunlar mevali’den olan erkeklerin arab kadınlar ile evlenmesinin caiz olduğuna delildir. Kefa­et sadece din hususunda gö2önünde bulundurulur.

Yine buna delillerden birisi Sehl b. Sad’ın Sahih-i Buharl’de yer alan şu rivayetidir: Peygamber (sav)’ın bulunduğu yerden bir adam geçmiş, Peygam­ber de: “Şu adam hakkında ne dersiniz?” diye sormuş, onlar: Bu adam eğer bir kıza talib olursa, o kızın ona nikahlanmasın^ layıktır. Eğer bir kimseye şefaat etmek isterse, şefaati kabul edilir, eğer konuşursa sözü dinlenir. Son­ra Peygamber sustu. Bu sefer müslüman fakirlerden bir adam geçti yine; “Bu adam hakkında ne dersiniz?” diye sordu. Onlar: Eğer bir kıza talib olursa, ona verilmez. Şâyeı şefaatçi olmak isterse, şefaati kabul edilmez, konuşursa sö­zü dinlenmez. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Bu ötekinin benzeri yeryüzü dolusu kadar kimselerden hayırlıdır.” [140]

Yine Rasûlullah (sav): “Kadın malı, güzelliği ve dini -bir rivayette de; şe­refi- dolayısıyla nikahlanır. Elleri toprakla dolasıca! Sen dindar olanını nikah-lamaya bak!” diye buyurmuslur. [141]

Selman, Ebu Bekir’den kızını istemiş ve onun isteğini kabul etmişti. Ömer’den kızını istemiş, önce vermek istememiş, sonra Selman’dan kızını ni­kahlamasını istediyse de Selman buna yanaşmamıştı. Bilal, el-Bukeyr’İn kı­zını istemiş, kardeşleri kabul etmemişti. Bunun üzerine Bilal: Ey Allah’ın Ra-sûlü, ben el-Bukeyr’in oğullarından neler çekiyorum? Onlardan kızkardeşle-rini istedim, bana vermediler, bana eziyet etliler, Bunun üzeıine Rasûluilah (sav) Bilal adına öfkelendi. Kardeşlen bunu haber alınca, ktzkardeşlerine gi­derek: Senden dolayı çektiğimiz nedir? dediler. Kızkardeşleri: Ben işimi (beni nikahlama yetkisini) Rasûlullah (sav)’a bırakıyorum, dedi. Onlar da onu (Bilal ile) evlendirdiler.

Peygamber (sav) da kendisine hacamat yaptığı sırada Ebu Hind hakkın­da şöyle demişti: “Ebu Hind’e hanım verip, nikahlayınız. Onunla evlendiri­niz. “[142]Ebu Hind o sırada Beyada oğullarının mevlasi idi.

Darakutfıî de ez-Zührî’den, o Urve’den, o Aişe’den rivayet ettiği hadise gö­re Beyada oğullarının meviası olan Ebu Hind, hacamat yapan bir kimse idi. Peygamber (sav)’a hacamat yapmış, bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu; “Yüce Allah’ın imanı kalbinde şekillendirdiği bir kimseyi gör­mekten memnun olacak kimseler Ebu Hind’e baksınlar.” Yine Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ona kız veriniz, onu nikahlayıp evlendiriniz (kız alınız, isteyi niz) [143]

el-Kuşeyrî Ebu Nasr dedi ki: Nikahta kefaet hususunda neseb bazan gö-zönünde bulundurulabilir. Bu ise peygamberlik şeceresine nesebinin ulaş­ması yahut peygamberlerin mirasçısı olan alimlere ya da zühd ve .salah ba­kımından imrenilen kimselere ulaşması halinde sözkonusu otur. Takva sa­hibi bir mümin, soylu bir günahkardan faziletlidir. Eğer her ikisi de takvah iseler bu takdirde aralarından soylu olana öncelik tanınır. Takva bakımından birbirine eğit oldukları takdirde namazda genç olanın yaşîı olana Öncelik ta­nınmasında olduğu gibi. [144]

  1. Bedevi arablan “İman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk deyin. İman henüz kalblerinize girmemiştir. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz, amellerinizden herhan­gi bir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah mağfiret edicidir, çok esirge­yicidir.”

Âyet-i kerime, Esed b. Huzeyme oğullarından bedevi olan Araplar hak­kında inmiştir. Bunlar RasCılullah (sav)’ın huzuruna bir kıtlık yılında gelmiş ve zahiren şehadet kelimelerini getirmişti. Ancak içten içe mümin değillerr di. Medine yollarını pisliklerle berbat etmiş, fiyatlannın yükselmesine sebeb olmuşlardı. RasCılullah (sav)’a: Biz sana yüklerimizle, ailelerimizle birlikte gel­dik. Filanoğulları seninle çarpıştığı gibi, biz de seninle savaşmadık. Bunun için bize zekattan bir şeyler ver, demeye ve Peygamber Efendimize minnet etmeye başlamışlardı. Yüce Allah da onlar hakkında bu âyet-i kerimeyi in­dirdi .

İbn Abbas dedi ki; Âyet-i kerime hicret etmeden Önce “muhacir” adını al­mak isteyen bedevi Araplar hakkında inmiştir. Allah da onların bedevi arab-lara ait isimlen bulunduklarını onlara “muhacirler” denilmeyeceğini bildirdi.

es-Süddî dedi ki: Bu âyet-i kerime el-Feth Sûresi’nde sözü edilen bedevi arablar hakkında inmiştir. Bunlar Muzeyne, Cuheyne, Eşlem, Gıfar, Dîl ve Eş-calılara mensub bedevi Araplardır. Malları ve canları güvenlik altında oisun­lar diye: iman ettik, demişlerdi. Medine’ye gelmeleri istenince geri durdular. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Özetle, âyet-i kerime bazı bedevi Araplar hakkında hususidir. Çünkü onlar arasından yüce Allah’ın da belirttiği üzere Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimseler de vardır. Yüce Allah’ın: “Fakat teslim olduk deyin” buyru­ğu, biz Öldürülmek ve çoluk çocuğumuz esir alınmak korkusuyla teslimiyet gösterdik, demektir. İşte bu münafıkların niteliğidir. Çünkü onlar kalpleri iman etmediği halde zahiren iman etmiş görünmekle, ölüm ve esaretten kurtuldu­lar. İmanın gerçeği kalb ile tasdiktir. İslâm Peygamber (sav)’ın getirdikleri­ni zahiren kabul etmektir. Bu da kişinin kanını dökülmekten kurtarır.

“Eğer Allah’a ve Rasûliine itaat ederseniz” yani ihlasla İman ederseniz “amellerinizden herhangi bir şeyi eksiltmez.”

” Onu (ondan) eksiltti, eksiltir” demektir.

Ebu Amr: “Sizden… eksiltmez” diye hemzeii: (uf oi: njp’den ge­len bir fiil diye okumuştur. Ebu Harim’in tercih ettiği de budur. Bu tercihi­ni yüce Allah’ın: “Amellerinden de bir şey eksiltme­yiz.” (et-Tur, 52/21) buyruğunu gözonünde bulundurmuş olmaktadır. Şair şöy­le demiştir:

“Sualoğullarına benden bir mesaj götür.

Mesajın en ileri şeklini; ne bir eksik, ne de yalan,”

İlk okuma şeklini ise Ebu Ubeyd tercih etmiştir, Rube de şöyle demiştir:

“Ve yağmurlu bir gecede yol aldım gece boyu,

O gece boyunca yol almamı hiçbir şey engellemedi.”

Onun gideceği işten alıkoydu” kullanımı da bu şekildedir. Yani burada veznindeki şekliyle, veznindeki şekli aynı anlam­dadır.

Yine: “Onun amelinden hiçbir şeyini eksiltmedi” deni­lir, tıpkı: gibidir. Bunu da el-Ferra söylemiş ve şu beyiti zikretmiştir:

“Onlar baharın yağan ilk yağmurdan sonraki yağmurun bitirdiğini yerler ki, Sanki olgunlaşmamış (ekin)in etrafında tarlalar varmış gibi[145]

Yüce Allah burada: “İkisi amellerinizi eksiltmez” diye buyurmamış-cır, çünkü yüce Allah’a itaat, Rasûle itaattir. [146]

  1. Müminler ancak Allah’a ve Rasûhinc İman eden ve sonra da şüp­heye düşmeyen, sonra da malları ve canları ile Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileri­dir.
  2. De ki: “Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah gök­lerde ve yerde bulunanları bilir. Allah herşeyi çok İyi bilendir.”

“Müminler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden ve sonra da şüpheye düşmeyen” yani tasdik edip şüpheye düşmeyen, cihad ve salih amellerle de bunları gerçekleştiren, tahkike ulaştıran “kimselerdir. İşte onlar” imanların­da “sadık olanların ta kendileridir.” Yoksa öldürülmek korkusu ve kazanç elde etmek ümidi ile müslüman olanlannki değildir.

Ayet-i kerime nazil o!unca bedevi arablar hem içte, hem de açıkta mümin olduklarına dair yemin ettiler ve bu yeminlerinde yalan söylediler. Bunun üze­rine şu buyruk indi: “Deki” üzerinde bulunduğunuz “dininizi Allah’a mı öğ­retiyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde bulunanları bilir. Allah her­şeyi çok İyi bilendir.” [147]

  1. Onlar İslâm’a girdiler diye sana minnet ediyorlar. De ki: “Müs­lüman oklunuz diye bana minnet etmeyin. Bilakis sizi imana mu­vaffak etti diye Allah size minnet eder. Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz.”
  2. Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmak­ta olduklarınızı çok İyi görendir.

“Onlar İslâm’a girdiler diye sana minnet ediyorlar* buyruğu: Biz sana ağırlıklarımızla, çoluk çocuğumuzla birlikte geldik, sözlerine işaret etmekte­dir, “Diye” buyruğu, ” İslâm’a girdikleri için” takdirinde nasb konumundadır.

“De ki: Müslüman oldunuz diye” müslümanlığınızla “bana minnet etme­yin. Bilakis sizi imana muvaffak etti diye Allah size minnet eder” buyru-ğundaki: “Diye” lafzı nasb konumunda olup takdirindedir, ötakdirinde olduğu da söylenmiştir. Abdullah b. Mesud’un rnushafmda; size hidayet ettiği için” şeklindedir.

“Eğer siz” mümin olduğunuzu söylerken “doğru söyleyen kimseler İse­niz.”

Asım “sizi… muvaffak etti diye” anlamındaki buyruğundaki hem­zeyi kesreli okumuştur. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü daha sonra yü­ce Allah: ” Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz” diye bu­yurmuştur1. Halbuki “Eğer sizi doğru yola iletirse, o size minnet eder. Eğer doğru söylüyor iseniz” anlamında-denilmez. Güç­lü okuyuş şekli: ” Sizi… muvaffak elti diye” şeklindeki okuyuştur. Bu onların mümin olduklarına delil değildir. Çünkü ifadenin takdiri: Eğer siz gerçekten iman etmiş iseniz, bu Allah’ın sizin üzerinizdeki bir minneti, bir lütfııdur şeklindedir.

“Muhakkak Allah göklerle yerin gizliliklerini bilir. Allah yapmakta ol­duklarınızı çok iyi görendir” buyruğundaki Yapmakta ol­duklarınızı” anlamındaki buyruğu İbn Kesir, İbn Muhaysın, Ebu Amr haber kipi olarak “ye” ile ve: “Bedevi Araplar… dediler” buyruğuna göre (“yapmak­ta olduklarını” anlamında) okumuşlardır. Diğerleri ise “te” ile (“yapmakta ol­duklarınızı” anlamında) ve muhatap kipi olarak okumuşlardır.

[Yazma nüshaların birinde şu ifade de yer almaktadır: “Doğrusunu bilen Allatılır. Dönüş ve varış yalnız O’nadir. Yüce ve büyük olan Allah’ın takdi­ri olmadıkça hiçbir şeye güç ve takal yetirilmez. O bana yeter, O ne güzel vekildir.] Yüce Allah’ın yardımıyla Kurtubî Tefsirinin onaltmcı cildiCnin arapça. tercümesi) ve Hucurât Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.

Kuran

Hucurat Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.