Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

46 – Ahkaf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Rahman ve Rahim Allah’ın adı île
Bütün müfessirlerin görüşüne göre Mekke’de inmiştir. Otuzdört-otuzbeş de denilmiştir- âyet-i kerimedir.

46 – Ahkaf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Ahkaf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

  1. Ha, Mim.
  2. Bu Kitabın indirilmesi Aziz, Hakim olan Allah tarafındandır.
  3. Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak ile ve be­lirlenmiş bir süre İçin yarattık. İnkar edenler ise uyarüıp korku­tuldukları şeyden yüz çevirmektedirler.

“Ha, Mim. Bu Kitabın indirilmesi Aziz, Hakim olan Allah tarafmdandır”

buyruğu daha önceden (el-Casiye, 45/1, 2. âyet-i kerimelerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak ile ve belir­lenmiş bir süre için yarattık” buyruğu da daha önceden (el-Hicr, 15/85. âyet­te) geçmiş bulunmaktadır.

“Belirli bir siire”den kasıt, İbn Abbas ve başkalarının görüşüne göre kı­yamettir. Bu ise göklerin ve yerin sonunun geleceği zamandır.

Bundan maksadın, herbir yaratılmış için takdir edilmiş ecel olduğu da söy­lenmiştir,

“İnkar edenler ise uyarıhp” kendisi ile “korkutuldukları şeyden yüz çe­virmektedirler.” Başka tarafa yönelmekte, oyalanmakta ve o gün için gere­ği gibi hazırlanmamaktadırlar.

” Şeyden” lafzındaki ‘ın mastariye olması da mümkündür. On­lar o gün ile uyanhp korkutulmaktan (yüz çevirmektedirler), demektir. [1]

  1. De ki: “Haber verin! Allah’tan başka kendilerine dua ettikleriniz yeryüzünde neyi yaratmışlar? Yoksa onların göklerde bir ortak­lığı mı var? Bana gösterin. Eğer doğru söyleyenler iseniz. Bundan önce bir kitab yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin.”

Bu buyruğa dair açıklanvalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Allah’tan Başka Kendilerine Dua ve ibadet Edilen Varlıklar Hiçbir Şeyi Yaratmış Değillerdir:

“De ki: Haber verin. Allah’tan başka kendilerine dua ettikleriniz” Al lah’tan başka kendilerine tapındığınız putlar ve O’na koştuğunuz ortaklar “yeryüzünde neyi yaratmışlar?” Yani yeryüzünde bir şey yaratmışlar mıdır? “Yoksa onların göklerde” göklerin yaratılmasında Allah ile birlikte sahib ol­dukları “bir ortaklığı” bir payları “mı var? Bana gösterin. Eğer doğru söy­leyenler iseniz bundan” bu Kur’ân-ı Kerimden “önce bir kitab yahut bil­giden bir eser var İse bana getirin.” [2]

2- Gaybı Bilmeye Yönelik Bazı Bilgiler ve Hükümleri:

“Yahut bilgiden bir eser var ise* anlamındaki buyrukta geçen: ” sonra “elif” ile okunmuştur. İbn Abbas peygamberden şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Bu da­ha önce Arapların yerde çizdikleri bir hattır.” Bunu el-Mehdevî ve es-Sa’le-bî zikretmişlerdir. İbnu’î-Arabî: Bu sahih değildir, demiştir. Hadis diye meş­hur bir rivayete göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Peygamberler­den birisi çizgi çizerdi. Kimin hattı uygun düşerse, işte o (uygun düşmüş ol­duğundan mubahtır).” [3] Ancak bu da sahih değildir.

Derim ki: Bu Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî’nin rivayet ettiği bir hadis olarak sabittir ve bunu Müslim rivayet etmiştir[4]

en-Nehhas da senedini kaydederek şöyle der; Bize Muhammed b. Ahmed anlattı -ki bu el-Cerayİci diye bilinir- dedi ki: Bize Muhammed b. Bundar an­lattı, dedi ki: Bize Yahya b. Said anlattı. O Süfyan es-Sevrî’den, o Safvan b. Süleym’den, o Ebu Seleme’den, o İbn Abbas’tan, o Peygamber (sav)’dan yü­ce Allah’ın: “Yahut bilgiden bir eser var İse” buyruğu hakkında: “O haktır” diye buyurmuştur. [5] Bu da sahihtir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu hadisin te’vili hususunda ilim adamlarının fark­lı görüşleri vardır. Kimisi şöyle demiştir: Bu hadis darbı (çizgi çizmeyi) mu­bah kılmak üzere gelmiştir. Çünkü bazı peygamberler bu işi yapıyordu. Ki­misi de bu işi yasaklamak için varid olmuştur. Çünkü Peygamber (sav): “Ki­min hattı ona muvafakat ederse, işte o makbuldür.” diye buyurmuştur. Hal­buki bu hususta önceden bu işi yapan peygamberin yolunu bilmeye imkan yoktur. O halde böyle bir hadis gereğince amel etmeye de İmkan kalmaz. Şa­ir dedi ki:

“Ömrüm hakkı için çakıl taşlarını vuranlar bilemezler, Ne de kuşları ürkütüp, uçuranlar Allah’ın ne yapacağım.”

Bu işi bilenlere göre bunun hakikati yıldızların suretlerine racidir. Bun­lardan çıkan, insanların başlarına gelecek olan bahtiyarlık ya da uğursuzluk türünden o yıldızların delalet ettiği şeyler arasından nelere delalet ediyorsa, onu gösterir. Böylelikle bu, zanna dayalı bir başka zan olur ve yolu kaybolup gitmiş, tahkik edilme imkanı kalmamış, gaybi bir meseleye yapışıp kal­maktan ibaret bir hal almıştır. Ayrıca şeriat bunu yasaklamıştır. Yüce Allah da bu konuda bilginin kendine has olduğunu haber vermiş ve insanlar ara­sından böyle bir bilgi sahibi olma imkanını kaldırmıştır. Her ne kadar bun­dan önce gaybi birtakım hususları idrak etmek için sarıldıkları birtakım se-bebler var idi ise de, yüce Allah bu sebebleri artık ortadan kaldırmış, o ka­pılan kapatmış ve gayb bilgisini sadece kendisine münhasır kılmıştır. Bu hu­susta bilgi sahibi oLmaya kalkışmak artık caiz değildir, böyle bir iddiada bu­lunmak kimse için helâl olmaz. Şayet bu hususta bir nehy olmasa bile böy­le bir bilgiye talih olmaya kalkışmak boş bir yorgunluktur. Bu hususta ne­hy varid olduğuna göre böyle bir bilgiye sahib olmaya kalkışmak -kalkışa­nın maksadına göre- masiyet veya küfür olur.

Derim ki; Benim tercih ettiğim el-Hattabî’nin görüşüdür. el-Hattabî diyor ki: Peygamber (sav)’in: “Kimin hattı ona muvafakat ederse, işte o uygundur.” Hadisi azar manasına gelebilir. Çünkü böyle bir is yapmak o peygamberin peygamberliğinin bir alameti idi. Bunun da sonu gelmiş bulunuyor. İşte bun­dan dolayı bize böyle bir iş yapmak yasaklanmıştır.

Kadı Iyad dedi ki: Ancak lafızdan daha çok anlaşılan bunun aksinedir ve hattı o peygamberin hattına uygun düşenin bu işinin doğru bulunduğudur. Fakat şeriat tahmini ve genel olarak gayb iddiasında bulunmayı yasaklamış iken, böyle bir uygunluk nereden bilinecektir? Bunun manası ancak şu ola­bilir: Hattı uygun düşen kimselerin bu işi, isabet ettiği sonradan görülecek iştir, yoksa bazılarının tevil ettikleri şekilde bu işin, yapana mubah olduğu anlamına gelmez. Mekkî, Peygamber Efendimizin “peygamberlerden bir peygamber çizgi çiziyordu” buyruğunu açıklarken şunu nakletmektedir: Bu peygamber kuma şehadet ve orta parmaklarıyla önce bir çizgi çiziyor, son­ra bunu hızhca değiştiriyordu.

İbn Abbas’ta hadiste geçen (ve soru soran adamın söylediği nakledilen): “Bizden çizgi çizen adamlar vardı” sözünü açıklarken şunları söylemektedir: Bundan kasıt kahinin çizdiği ve buna karşılık kendisine bahşiş verildiği çizgidir. (Bahşiş verene): Otur da sana çizgi çizeyim, derdi. Bu kahinin önünde de beraberinde bir mil bulunan bir genç çotuk bulunurdu. Daha son­ra kahin gevşek bir araziye gider ve usta sayılamayacak şekilde alelacele bir­takım çizgiler çizerdi. Sonra yavaş yavaş bu çizgileri ikişer ikişer silerdi. Ge­riye iki çizgi kalırsa, o zaman bu başarı alameti sayılırdı, Eğer tek çizgi ka­lırsa, bu da hüsranın alameti kabul edilirdi. Araplar da ona “el-esham” adı­nı verirdi ve bu da onlara göre uğursuzdu. [6]

3- Gayba Delalet Eden Sebeplerden Sadece Rüya Kalmıştır:

İbnul-Arabî dedi ki: Yüce Allah itibar edilmesine ve kendisinden istidlal­de bulunulmasına izin verdiği gayba delalet eden sebepler arasında sadece rüyayı bırakmıştır. Rüyaya bu hususta izin vermiş ve nübüvvetin cüzlerinden bir cüz olduğunu haber vermiştir. Fal (hayra yormak) da bu şekildedir. Ba­zı şeyleri uğursuz kabul etmeyi ve zecr (kuşları uçurmak)ı ise yasaklamış bu­lunmaktadır. Fal (hayra yorumlamak) kişinin işittiği sözün güzel olması ha-iinde, yapmak istediği işe delalet ediyor kabul etmesidir, Şayet işittiği söz kö­tü ise (ve bunu uğursuz görürse) buna da tetayyür denilir. Şeriat böyle bir kimseye fal dolayısıyla sevinmesini ve sevinç ile işini yürütmeye devam et­mesini emretmiştir. Şayet hoşuna gitmeyecek bir söz işitirse, o söze iltifat et­meyip, o söz dolayısıyla yapmak istediği işten vazgeçmemelidir. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah’ım, Senin kuşundan (kader ve taksiminden) başka kuş (kader ve kısmet) yoktur. Senin hayrından başka hayır yoktur ve Senden başka hiçbir ilah yoktur.” [7]

Kimi edebiyatçılar da şöyle bir beyit rivayet etmektedir:

“Fal ve zecr (kuşları uçurmak) ve kahinlerin hepsi, Saptırıcıdırlar ve gayba karşı kilitler vardır.”

Bu -fal (hayra yorma)- dışında doğru bir sözdür. Çünkü şeriat onu istis­na etmiş ve emretmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla şairin bu ifadesi kabul edil­mez. Çünkü o bu konuda bilgisizce konuşmuş bulunmaktadır. Şeriat sahibi ise daha doğru sözlü, daha iyi bilir ve daha sağlam hüküm verir.

Derim ki: Tıyara (uğursuz yorumlar), fal ve bunların arasındaki farka da­ir yeterli açıklamalar daha önceden el-Maide Sûresi’nde (5/3- âyet, 19. baş­lıkta) ve başka yerlerde geçtiği gibi; gaybı bilenin sadece yüce Allah oldu­ğuna dair açıklamalar da el-En’am Sûresi’nde (6/59- âyet, 2. başlıkta) geçmiş­tir. Yüce Allah’ın bu hususta kendisini bilgilendirdiği kimse dışında hiçbir kim­senin gaybe dair bir bilgi sahibi olamayacağını, ayrıca bir kimsenin adetin cereyan ettiği şekilde adete dayanarak birtakım delaletleri görerek kabul et­mesinin de bundan İstisna olduğunu belirtmiştik. Ancak bu da farklılık gös­terebilir. Mesela, bir kimse bir hurma ağacının tomurcuk verdiğini gördüğü takdirde bunun kısa bir süre sonra meyve vereceğini bilir. Tomurcuklarının etrafa dağılmış olduğunu görürse de bunun meyve vermeyeceğini bilir. Bu­nunla birlikte hurma ağacı meyvesini telef edecek bir afete maruz kalarak meyve veremeyebildiği gibi, dağılmış tomurcuklu hurma ağacına da yüce Al­lah ikinci defa tomurcuk yaratıp meyve verebilir. Aynı şekilde yüce Allah bu alemi yok etmek istediği takdirde bu aydan sonra bir başka ayın, bugünden sonra bir başka günün gelmemesi de mümkündür. Buna benzer e)-En’arn Sû-resi’nde (belirtilen yerde) açıklanan diğer hususlar da böyledir. [8]

4 Hat (Yazı)ya Dayanarak Hüküm Vermek:

İbn Huveyzimendad dedi ki: Yüce Allah’ın; “Yahut bilgiden bir eser” buy­ruğu hattı (yazıyı) kastetmektedir. Malik -yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-şahidin hattını tanıması halinde hatta dayanarak hüküm verir idi. Hakim o hat­tı veya kendisine yazanın hattını tanıyacak olursa, yine ona dayanarak hüküm verir. Ancak daha sonra insanların arasında birtakım hileler ve yanlış belge düzenlemeler ortaya çıkınca, bu görüşünden vazgeçti. Onun (bu sebeple) şöy­le dediği rivayet edilmiştir: “İnsanlar bir takım günahkarlıklar ortaya çıkartır­larsa, onlar için de önceden olmayan yeni hükümler verilir.” Şahidler -mese­la bu hakimin hattı ve düzenlediği belgesidir diye şahitlik ederlerse yahut bel­gede ne yazılı olduğunu bilmemekle birlikle o bu belgede bulunanlara biz­leri şahit tuttu diye şahitlik ederlerse; aynı şekilde vasiyet yahut kişinin baş­kasına ait bir malı itirafta bulunduğuna dair hattın sahibi hakkında şahitlik­te bulunurlarsa ve bu gibi hallerde- Malik’e göre hakimin hatta dayanarak hü­küm vereceği görüşü ihtilafsız olarak nakledilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre “yahut bilgiden bir eser” bilgiden bir kalıntı anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbas, el-Kelbî, Ebu Bekir b. Ayyaş ve baş­kaları yapmıştır. es-Sıhah’&i söyle denilmektedir: “Yahut bilgiden bir eser” ondan geriye kalmış bir kalıntı demektir. Aynı şekilde harekeli olarak “böyledir. ” Develer önceki yağlarına yağ katarak serilirdiler” demektir. el-Maverdî ve es-Sa’lebî de bir çobanın şöyle bir beyi-tini zikretmektedirler:

“Ve eskiden semiz ve yağlı olan (deve)ler ki üstüne

Henüz kaplarında (tomurcuklarında) bitkiler yediği için daha da se mir iniştir.”

el-Herevî dedi ki: ” Kalıntı” demektir. Mesela Orada ne bir göz, ne de bir iz vardır” denilir.

Meymun b. Mehran, Ebu Seleme b, Abdi ‘r-Rahman ve Katade de: “Yahut bilgiden bir eser” ilimden bir özel bilgi diye açıklamışlardır. Mücahid: Siz­den öncekilerden nakiedegeldiğimiz bir rivayet, İkrime ve Mukatil peygam­berlerden bir rivayet diye açıklamışlardır. cl-Kurazî de bu isnad demektir, di­ye açıklamıştır. el-Hasen’e göre anlam; Ortaya atılan yahut çıkartılan (bilgi) demektir.

ez-Zeccac dedi ki: “Yahut bilgiden bir eser* alamet anlamındadır. Çün­kü bu lafız “semahat” ve “şecaat” gibi bir mastardır. Kelimenin aslı da riva­yet demek olan gelmektedir. Mesela, bir kimse hadisi bir başka­sından naklederek zikrettiğini anlatmak üzere: “Hadisi rivayetle naklettim, ediyorum, rivayet etmek, ben hadisi rivayetle nakledici-yim” denir. Bu kökten olmak üzere de: “Sonrakilerin öncekiler­den nakledegeldikleri bir hadis” demektir. el-A’şa der ki;

“Hakkında tartıştığınız o husus var ya, Dinleyene de, nakledene de açıkça gösterilmiştir.”

Beyitteki, “açıkça gösterilmiştir” anlamındaki lafız; “Açıkça göster­miştir”” diye de rivayet edilmiştir.

“Yahut… bir eser” anlamındaki lafız; şeklinde “hemze” ötreli ve “peltek se” harfi sakin olarak da okunmuştur. Anlamının bilgiden bir kalın­tı olması mümkün olduğu gibi, öncekilerin kitaplarından nakledilmiş bir bil­gi, bir şey-anlamında olması da mümkündür, “Me’sur” ise kendisinden ha­dis rivayet edilenden, senedi sahih olarak nakledilen rivayete denilir.

es-Süleınî, ei-Hasen ve Ebu Reca “elif’siz olarak “hemze” ve “peltek se” harflerini üstün ile okumuşlardır. Bu da özellikle size verilmiş bir bilgi ya­hut başkasına verilmeyip tercihen size verilen bir bilgi demektir. Yine el-Ha-sen’den ve bir grub kimseden “elif” üstün ve “peltek se” sakin olarak; diye okudukları da zikredilmiştir. Birincisini es-Sa’lebî, ikincisini el-Ma-verdî zikretmiştir. Ayrıca es-Sa’lebî, İkrime’den “yahut bilgiden bir miras” di­ye (okuduğunu açıkladığını) nakletmiştir. [9]

5- Bu Âyet-i Kerime Bilgi Edinme Yollarını Açıklamaktadır:

Yüce Allah’ın: “…Eğer doğru söyleyenler İseniz, bundan önce bir kitab yahut bilgiden bit eser var ise bana getirin” buyruğunda bütün delil getir­me yolları açıklanmış bulunmaktadır. Bu delillerin birincisi aklî delildir. Bu

da yüce Allah’ın: “De ki: Haber verin. Allah’tan başka kendilerine dua et­tikleriniz yeryüzünde neyî yaratmışlar, yoksa onların göklerde bir ortak-hğımıvar?” buyruğunda dile getirilmektedir. Bu buyruk cansız varlığın Al­lah’tan başka ilah diye çağrılarak ona dua etmenin doğru olamayacağını ak­lî deli! ile ortaya koyup delillendirmektedir. Çünkü onun faydası da yoktur, zararı da. Daha sonra yüce Allah: “Bundan Önce bir kitab” buyruğu semî de­lili açıklamaktadır. “Yahut bilgiden bir eser var ise bana getirin.”

  1. Allah’tan başka kendisine kıyamete kadar (dua etse dahi) cevap ve­remeyecek olan ve kendilerine yaptıkları duadan habersiz olan kimselere dua eden kişiden daha sapık kim olabilir?

“Allah’tan başka kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek olan” putlara “ve kendilerine yaptıkları duadan habersiz olan” yani bu duayı işi-temcyîp, anlayamayan “kimselere dua eden kişiden daha sapık kim olabi­lir?” Daha sapık ve daha cahil kimse olamaz, demektir. Yüce Allah bu buy­rukta cansız oldukları halde putlardan Ademoğullarının müzekker kipi gibi sözeüniştir. Çünkü onlara ibadet edenler, onları kendilerine hizmet edilen kral ve emirlere benzer surette yapmışlardı. [10]

  1. İnsanlar biraraya toplatıldıklannda onlar kendilerine düşman ke­silir ve onların İbadetlerini inkar edenler olurlar.

“İnsanlar” kıyamet gününde “biraraya toplatıldıklannda onlar kendi­lerine düşman kesilir…” Yani bu ma’bud varlıklar kıyamet gününde kâfir­lere düşman olacaklardır. Çünkü melekler kâfirlerin düşmanıdır, cinler ve şey­tanlar da yarın kendilerine ibadet edeceklerle ilişkilerinin olmadıklarını söy­leyecekler ve biri diğerine lanet okuyacaktır.

Diğer taraftan putların kendilerine tapınan kâfirlere -onlarda hayatın yaratılacağı takdirine binaen- düşman kesilecek olmaları da mümkündür. Bu­na delil de yüce Allah’ın: “Biz sana onlardan uzak olduğumuzu bildiriyo­ruz. Onlar bize ibadet etmiyorlardı” (el:Kasas, 28/63) buyruğudur.

Bir açıklamaya göre onlar ibadet etmiş oldukları varlıklara düşmanlık ede­cekler. Çünkü bu ma’budlar helak olmalarına sebep olmuştu. Mabudlar da onların kendilerine ibadetlerini inkar edecekler. Yüce Allah’ın: “Ve onların ibadetlerini inkar edenler olurlar” buyruğu da bunu ifade etmektedir. [11]

  1. Âyetlerimiz kendilerine apaçık okunduğunda o inkar edenler kendilerine geldiğinde hak için: “Bu, apaçık bir büyüdür” dedi­ler.”Âyetlerimiz” yani Kur ânı Kerim “kendilerine apaçık okunduğunda o İnkar edenler kendilerine geldiğinde hak için: ‘Bu, apaçık bir büyüdür’ dediler.”
  2. Onlar: “Onu uydurdu” mu diyorlar? De ki; “Eğer ben onu uydur­muş İsem siz Allah’a karşı bana hiçbir fayda sağlayamazsınız. O sizin Onun hakkında ne kadar ileri gittiğinizi iyî bilendir. Benim­le skin aranızda şahid olarak O yeter. O çok mağfiret edendir, çok merhamet edendir.”

“Onlar: Onu uydurdu mu diyorlar” buyruğundaki: “…mu” lafzında Onlar onu uydurdu mu diyorlar?” takdirindedir. Maksatları Muhammed uydurdu, dernektir. Bununla onların âyet­leri büyü diye adlandırdıkları sözkonusu edildikten sonra başka bir hususa değinilmektir.

“mu” lafzındaki hemze’nin anİamı inkar ve taaccübtür. Şöyle denil­miş gibidir: Sen bunu bırak da onların hayret etmeyi gerektiren ve kabul edi-lemiyen şu sözlerini dinle! Onların sözlerine göre, Muhammed bu sözü yü­ce Allah’a iftira etmeyecek olsaydı söyleyemezdi. Halbuki Arapların yardımı­nı almaksızın böyle bir söz söylemiş olsaydı, onun bu sözü söylemeye güç yetirebilmesi olağanüstülüğü dolayısıyla bir mucize olurdu. Eğer bu bir mu­cize ise, o vakit Allah tarafından onun tasdik edildiği anlamına gelir. Hikmet­li bir kimse ise yalan söyleyeni tasdik etmez. O halde Muhammed iftiracı ola­maz. Burada zamir “hak”a ait olup, onunla kastedilen âyetlerdir.

“De ki: Eğer ben onu” faraza “uydurmuş isem, s İz Allah’a karşı bana hiç­bir fayda sağlayamazsınız.7′ Allah’ın azabını benden uzaklaştırmaya, geri çe­virmeye gücünüz yetmez. Sizin için Allah’a karşı nasıl iftira etmiş olabilirim?

“O sizin, Onun hakkında ne kadar ileri gittiğinizi” Mücahid’in. açıkla­masına göre, neler söylediğinizi, bir başka açıklamaya göre de yalanlamak hususunda işi nereye vardırdığınızı “iyi bilendir.”

“Bir hususta ileri gitmek, ona dalmak ve ileriye doğru atıl­mak” demektir. “Söze daldılar, ileri gittiler” anlamındadır, “Deve gevişini işkembesinden, ağzına çıkardı” demektir. Şairin şu sözü deburadan gelmektedir:

“Önceleri gevişlerini içlerinde tutuyorken, daha sonra gevişlerini

ağızlarına çıkardılar.”

İnsanlar Arafat’tan, Mina’ya ifada ettiler (indi­ler)” demektir. Kısacası her: “Bir ileri atılma, ileri gitme ve bir dalma” anlamındadır.

“Benimle sizin aranızda şahid olarak O yeter.” O, benim doğru söyle­diğimi, sizin de batıla kimseler olduklarınız; bilir. “Şahid olarak” lafzı temyiz olarak nasbedilmiştir. “O” tevbe eden kimselere “çok mağfiret edendir (Gafurdur)” mümin kul­larına “çok merhamet eden (Rahim)dir.” [12]

  1. De ki: “Ben peygamberlerin İlki değilim. Bana da ne yapılacağı­nı bilemem, size de. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben açık açık korkutup uyarandan başkası değilim.”

“De ki Ben peygamberlerin ilki değilim.” îbn Abbas ve başkalarından: Ben ilk gönderilen peygamber değilim. Benden önce de gönderilmiş peygam­berler vardı, diye açıkladıkları nakledilmiştir.

İlk” demektir. İkrime ve başkaları bu kelimeyi muzafın hazfı takdiri ile “dal” harfi üstün olarak: diye okumuşlardır. “Ben bidatler sa­hibi bir kimse değilim” demek olur.aynı anlamda (ilk, ön­ceden benzeri bulunmayan) olduğu söylenmiştir. Tıpkı yarı anlamına gelen: ile lafızları gibi. ” Şair bedi” (oldukça güzel benzer­siz) sözler söyledi” demektir. “Yeni ortaya konulmuş şey”; ” Fjlan kişi bu işçe ilktir (benzeri görülmemiştir)” demek­tir. Çoğulu da: diye gelir. Bu açıklamaları el-Ahfeş’ten naklettik. Kut-rub da Adî b. Zeyd’in şu beyitini zikretmektedir:

“Başına bir takım olayların geldiği kimselerin ilki değilim; Sefalet ve mutluluktan sonra hepsi de yok olup gitti. [13]”Bana da ne yapılacağını bilemem, size de* buyruğu ile kıyamet günü kastedilmektedir.

Bu âyet-i kerime nazil olunca müşrikler, yahudiler ve münafıklar sevine­rek; Kendisine de, bize de ne yapılacağını bilemeyen ve böylelikle bize bir üstünlüğü bulunmadığı ortaya çıkan bir kimseye nasıl uyabiliriz? Eğer o söy­lediği bu sözleri kendiliğinden uydurmamış olsaydı, kendisini peygamber ola­rak gönderen kimse ona ne yapılacağım bildirirdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: “Allah, geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın…” (el-Feth, 48/2) buy­ruğunu indirdi ve bu âyeti neshetti, Allah da kâfirlerin burnunu böylelikle ye­re sürttü.

Ashab-ı Kiram da: Ne mutlu sana ey Allah’ın Rasûlü! Allah sana neler ya­pacağını açıklamış bulunuyor, ey Allah’ın peygamberi! Keşke bize de ne ya­pacağını bilmiş olsaydık, dediler. Bunun üzerine de: “Mümin erkeklerle, mü­min kadınları altlarında nehirler akan cennetlere… soksun ve günahları­nı örtsün diye” (el-Feth, 48/5) buyruğu ile: “Müminlere de muhakkak onlar için Allah’tan büyük bir lütuf ve ihsan olduğunu müjdele!” (el-Ahzab, 33/47) buyruğunu indirdi. Bunu Enes, İbn Abbas, Katade, el-Hasen, İkrime ve ed-Dahhak söylemişlerdir.

Ensardan bir kadın olan Um el-Ala dedi ki: Biz muhacirleri kendi aramız­da paylaştırdık. Bizim payımıza Osman b. Maz’un b. Huzafe b, Cumah düş­tü. Onu bize ait odalardan birisine misafir eltik ve vefat etti. Ben: Ey sahi­bin babası! Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Şüphesiz Allah sana ikramda bu­lunmuştur, dedim. Peygamber (sav) bunun üzerine: “Allah’ın ona muhakkak ikramda bulunduğunu nereden biliyorsun?” diye sordu. Ben de şöyle dedim: Babam, anam sana feda olsun ey Allah’ın Rasûlü! O değilse kime (Allah ik­ram edecek)? Şöyle buyurdu: “Ona gelince, ona yakîn (ölüm) gelmiş bulu­nuyor. Biz gerçekten hayırdan başkasını görmedik. Şüphesiz ki ben onun için cenneti ümid ediyorum, Fakat Allah’a da yemin ederim ki ben Allah’ın Ra-sûlüyüm. Bununla birlikte bana da, size de ne yapılacağını bilemiyorum,” Bu­nun üzerine (Um el-Ala) dedi ki: O halde ben de Allah adına yemin ediyo­rum ki bundan sonra ebediyyen bir daha kimseyi tezkiye etmeyeceğim. [14]

Bunu es-Sa’lebî zikretti ve şöyle dedi: Peygamber (sav) bu sözü günahı­nın bağışlanacağını bilmediği bir zamanda söylemişti. Allah ise Hudeybiye gazvesinde vefatından dört yıl önce ona günahlarını bağışlamıştı.

Derim ki: Um el-Ala yoluyia gelen hadisi ikıharî rivayet etmiştir. Benim oradaki rivayetim: “Ben ona ne yapılacağını bilemiyorum [15]”şeklinde olup Buharî’de: “Bana da, size de” ifadesi yoktur. İleride açıklaması geleceği üzere Allah’ın izniyle sahih olan şekil budur. Ayet-i kerime de neshedilmiş değildir, çünkü bu bir haberdir.

en-Nehhas şöyle demiştir: Nasih ve mensuhun burada olması İki bakım­dan imkansız bir şeydir. Birincisi bu bir haberdir, diğeri ise sûrenin başın­dan itibaren buraya kadar hitab müşrikleredir. Onlara karşı delil getiril­mekte ve onlar azarlanmaktadır, O halde öncesinin de, sonrasının da olduğu gibi, bu buyruğun da müşriklere bir hitab olması gerekmektedir. Peygam­ber Csav)’ın da müşriklere: -Ahirette- “bana da ne yapılacağını bilemem, si­ze de” demesi imkansız bir şeydir. Çünkü Peygamber (sav), peygamber olarak gönderildiği itk andan itibaren vefatına kadar küfür üzere ölenin ebediyyen cehennemde olacağını bildirip, durmuştur. İman üzere ölüp, kendisine uyan ve itaat edenin de ce’nnette olacağını söylemiştir. Peygam­ber (sav) ahirette kendisine de, onlara da neler yapılacağını görüyor ve bi­liyordu. Dolayısıyla ahirette bana da, size de ne yapılacağını bilemiyorum, demesi mümkün değildir. O vakit onlar da: Sen bir rahat ve huzura mı eri­şeceksin, yoksa azab ve cezaya mı varacaksın bilmiyorken nasıl sana uyarız, derlerdi. Ayet-i kerimenin anlamı hakkında doğru olan el-Hasen’in yaptığı açıklamadır. Nitekim Ali b. Muhammed b. Cafer b. Hafs, Yusuf b. Musa’dan okuduğu üzere, o dedi ki: Bize Vekî’ anlattı, bi2e Ebu Bekr el-Huzelî, el-Ha-sen’den anlattı: “-Dünyada- bana da ne yapılacağını bilemem, size de.’: Ebu Cafer (en-Nehhas) dedi ki: Bu, en sahih ve en güzel bir görüştür. Peygam­ber (sav) kendisine de, onlara da hastalık, sağlık, ucuzluk, pahalılık, zengin­lik, fakirlik gibi neler ulaşacağım bilemiyordu. Bunun bir benzeri de yüce Al­lah’ın şu buyruğudur; “Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır yapar­dım ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben ancak bir uyarıcı ve iman eden bir topluluğu müjdeleyenim.” (el-Araf, 7/188)

el-Vahidî ve başkaları da el-Kelbî’den, o Ebu Salih’ten, o İbn Abbas’tan şöyle dediğini zikretmektedirler: Rasûiullah (sav)’ın ashabının karşı karsıya kaldığı belalar ağırlaşınca rüyasında hurması, ağacı ve suyu bol bir yere hic­ret edeceğini gördü. Bunu ashabına anlattı, onlar da buna sevindiler. Müş­riklerin eziyetleri altında iken içinde bulundukları bu halden kurtulacakları yorumunu çıkardılar, Ancak bir süre bu hallerinde kaldıkları halde böyle bir durumla karşılaşmadılar. Ey Allah’ın Rasûlü dediler, gördüğün yere ne zaman hicret edeceğiz? diye sordular. Peygamber (sav) sesini çıkarmadı. Yüce Al­lah da: “Bana da ne yapılacağını bilemem, size de” buyruğunu indirdi. Ya­ni rüyamda gördüğüm yere çıkıp gidecek miyim, gitmeyecek miyim, ben de bilemiyorum. Sonra şöyle buyurdu; “Bu benim rüyamda gördüğüm bir şey­di. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” Yani size haber verdiğim husus ba­na vahyolunmadı.

fel-Kuşeyrî dedi ki: Buna göre âyeti kerimede nesh sözkonusu değildir.

Yine denildiğine göre buyruğun anlamı şöyledir: Ben yüce Allah’ın bana da, sizlere de neleri farz kılacağını bilemiyorum. Taberî ise buyruğun şu an­lamda olmasını tercih etmiştir: Dünyada benim ve sizin işinizin nereye va­racağını bilemiyorum. İman edecek misiniz, yoksa küfre mi sapacaksınız, si­ze çabucak azab mı gönderilecek, yoksa azabınız ertelenecek mi?

Derim ki; Bu da el-Hasen, es-Süddî ve diğerlerinin açıklaması ile aynı an­lamı dile getirmektedir. el-Hasen dedi ki: Dünyada bana da ne yapılacağını bilemiyorum, size de. Ahirete gelince (bunu bilememekten) Allah’a sığınırım. -Çünkü o, yüce Allah rasûllerle birlikte süz aldığı sırada cennette olduğunu bilmişti.- Fakat dünyada bana ne yapılacağını bilemiyorum. Benden önceki peygamberler yurtlarından çıkartıldığı gibi, ben de çıkartılacak mıyım? Yok­sa benden önceki peygamberlerden kimisi öldürüldüğü gibi ben de öldürü­lecek miyim, Size de ne yapılacağını bilemiyorum, siz beni tasdik eden ümmetim mi olacaksınız, yalanlayan ümmetim mi? Siz semadan atılan taşlar­la taşlanan ümmetim mi olacaksınız? yoksa yerin dibine geçirileceklerden mi olacaksınız? Daha sonra yüce Allah’ın: “Dini bütün dinlere üstün kılmak için rasûlünü hidayetle ve hak din ile gönderen O’dur” (et-Tevbe, 9/33) buyru­ğu nazil oldu. Yüce Allah burada buyuruyor ki: Onun dinini bütün dinlere üstün kılacaktır. Sonra onun ümmeti hakkında da: “Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azab verecek, değildir” (el-Enfal, 8/33) diye buyurdu ve böy­lelikle ona da, ümmetine de ne yapacağını haber vermiş oldu. Bütün bun­larda nesh sözkonusu değildir, yüce Allah’a hamdolsun. Yine ed-Dahhak şöy­le demiştir: “Bana da ne yapılacağını bilemem, sîze de.” Yani size nelerin emir verileceğini ve size nelerin yasaklanacağını bilemem.

Şöyle de denilmiştir: Peygamber (sav)’a, müminlere: “Kıyamet gününde bana da ne yapılacağını bilemiyorum, size de” demekle emrolunduktan sonra yüce Allah bunu; “Allak geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın” (el-Feth, 48/2) buyruğu ile açıkladı. Bundan sonra müminlerin halini, sonra da kâfirlerin halini açıkladı.

Derim ki: Bu birinci görüş ile aynı anlamı ifade eder. Şu kadar var ki bu­rada neshi beyan anlamında kullanmış olup, müminlere böylece söylemesi­ni emrettiği belirtilmiştir. Sahih (doğru olan) açıklama ise bizim el-Ha-sen’den ve diğerlerinden naklettiğimiz açıklama şeklidir.

“Ne yapılacağını” anlamındaki buyrukta’ bulunan: “Ne” edatının mev-sul isim olması mümkün olduğu gibi, merfu ve istifham (soru edatı) olması da mümkündür.

“Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Ben açık açık korkutup uyaran­dan başkası değilim” buyruğundaki “vahyolunan” anlamındaki buyruk: “Vahyettiğr diye okunmuştur ki; yüce Allah’ın bana vahyettiğine uyarım, demektir. Daha önce başka yerde geçmiş bulunmaktadır. [16]

  1. De kî: “Bana haber verin. Eğer o Allah tarafından gönderilmiş iken, siz onu İnkar etmiş İseniz ve

İsrailoğullarından bir şahit de onun bir benzeri üzere şahitlik edip iman etmiş olduğu hal­de siz büyüklük taslamış beniz, gerçek şu ki; Allah zalimler top­luluğuna hidayet vermez.”

“De ki: Bana haber verin. Eğer o” Kurân-ı Kerim “Allah tarafından gön­derilmiş İken, sîz onu İnkar etmiş İseniz…” eş-Şa’bî dedi ki: Burada kasıt, Muhammed (sav)’dır. “Ve İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benze­ri üzere şahitlik edip…” buyruğu hakkında İbn Abbas, el-Hasen, İkrime, Ka-tade ve Mücahid dediier ki: Buradaki “şahid” Abdullah b. Selam’dır. O ya-hudilere karşı Rasûlullah (sav)’ın Muhammed’in Tevrat’ta anıldığına ve Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna dair tanıklıkta bulundu,

Tirmizî’de yer alan rivayete göre ondan (Abdullah b. Selam’dan) şöyle de­diği kaydedilmiştir: Allah’ın Kitabından bazı âyetler benim hakkımda inmiş­tir. Benim hakkımda; “Ve İsrailoğullarından bir şahid de onun bir benze­ri üzere şahidlik edip iman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış ise­niz, gerçek şu ki Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez” buyruğu na­zil olmuştur [17] Bu er-Rad Sûresi’nin sonlarında (13/43. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

Mesruk dedi ki; Kastedilen şahid Musa ve Tevrat’tır. Abdullah b. Selam de­ğildir. Çünkü o Medine’de müslüman olmuş, bu sûre ise Mekke’de inmiştir. Devamla dedi ki: Yüce Allah’ın: “Onu inkar etmiş iseniz” buyruğu Kureyşlilere bir hitabür.

eş-Şa’bî dedi ki: Buradaki şahit İsrailoğulları arasından Musa’ya ve Tev­rat’a iman eden kimselerdir. Çünkü Abdullah b. Selam, Peygamber (sav)’ın vefatından iki sene önce İslama girmiştir, bu sûre ise Mekke’de inmiştir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buradaki şahid Musa’dır diyen sûre Mekke’de inmiştir ve Abdullah b. Selam da Peygamber (sav)’ın vefatından iki yıl önce ve­fat etmiştir, der. Bununla birlikte âyet Medine’de inmiş olmakla birlikte, Mek-ki bir sûrede konabilir(di). Çünkü âyeM kerime nazil oldu mu Peygamber (sav) bunu şu sûreye koyun derdi. Bu âyet-i kerime müşriklere karşı delil ge­tirmek sadedindedir. Delil yönü de şudur: Onlar bazı hususlarda yahııdile-re başvuruyorlardı. Yani yahudilerin oniara yaptıkları şahitlik ile yahudile-rin peygamberinin bana şahitliği en açık delillerdendir.

Bu sûrenin yahudiiere karşı delil getirmek sadedinde olma ihtimali de uzak değildir. Abdullah b. Selam yahudiler müslüman olduğunu henüz öğrenme­mişken müslüman olarak Peygamber efendimize geldiğinde: Ey Allah’ın Rasûlü, sen beni seninle yahudiier arasında hakem layin et, dedi. Peygam­ber yahudiiere Abdullah hakkında: “O aranızda nasıl bir adamdır? diye so­runca, onlar: O bizim efendimiz, bizim en bilgili olanımızdır, dediler. Pey­gamber: “O bana iman etti” deyince, hakkında olmadık kötü sözleri söyle­diler… diye başlayan bu hadisi° [18]daha önceden geriniş bulunmaktadır. İbn Abbas dedi ki: Yahudiler İbn Selam’ın hükmüne razı oldular ve peygambe­re: Eğer o senin lehine şahitlik ederse, biz de sana iman ederiz, dediler. Ona sorulunca, şahidlikte bulundu, sonra da müslüman oldu.

“Onun bir benzeri” benim size getirdiğimizin bir benzeri “üzere şahîd-lik edip…” yani Musa Tevrat’a, Muhammed de Kur’ân’a şahidlik etti, demek­tir. el-Cürcanî dedi ki: Buradaki “benzeri” ifadesi sıladır. Buyruk: Bir şahid onun Allah’tan geldiğine dair onun hakkında şahidlikte bulundu, demektir.

Bu şahid, “iman etmiş olduğu halde, siz” imana karşı “büyüklük tasla­mış iseniz…” buyruğunda geçen: “İken”in cevabı hazfedilmiş olup o iman ederse siz iman edecek misiniz, takdirindedir. Bu açıklamayı ez-Zec-cac yapmıştır. “İman etmiş olduğu halde siz büyüklük taslamış iseniz” ken­di nefsinize zulmetmiş olmaz mısınız? takdirinde olduğu da söylenmiştir. Bu­nu da “gerçek şu ki Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez” buyruğu açıklık getirmektedir. Bir başka görüşe göre: “…iman etmiş olduğu halde, siz büyüklük taslamış iseniz” Allah’ın azabından emin olabilecek misiniz? diye de açıklanmıştır.

“Bana haber verin” ifadesi soru sormak iğin ön görülmüş bir la­fızdır. Bundan dolayı hu (fiil) meful gerektirmez. en-Nekkaş ve başkaları da şunu nakletmektedir: Ayet-i kerimede bir takdim ve tehir olup ifadenin tak­diri şöyledir: De ki: Bana haber verin. Eğer o Allah tarafından olup, İsrailo-ğullarından bir şahid de sahicilik etmiş ve o buna iman etmiş iken, siz küf­re saparsanız; şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez. [19]

  1. İnkar edenler iman edenler için dediler ki: “Eğer o hayırlı ol­saydı, bizden önce ona ulaşamazlardı.” Onunla hidayet bul­madıkları için de: “Bu eski bir uydurmadır* diyeceklerdir.

“İnkar edenler iman edenler için dediler ki: Eğer o hayırlı olsaydı, biz­den önce ona ulaşamazlardı” buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili olarak al­tı görüş vardır. [20]

1- Peygamber (sav) Mekke’de Ebu Zerr el-Ğifarî’yi, müslüman olmaya da­vet etti, o da İslâmı kabul etti. Onun kavmi onun vasıtasıyla himaye isteye­rek, liderleri Peygamber efendimize geldi ve müslüman oldu. Daha sonra li­derleri de kendilerini İslama davet etti, onlar da İslama girdiler. Bu husus Ku-reyş’e ulaşınca, eğer bu husus bir hayır olsaydı, antlaşmaklarımız olan Ğıfar-lılar bizden önce onu elde edemezlerdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i ke­rime indi. Bu açıklamayı Ebu’l-Mütevekkil yapmıştır.

2- Zinnire müslüman oldu. sonra gözleri kör oldu. Ona: Lat ve Uzza se­ni çarptı, dediler. Bu sefer yüce Aİİah ona gözlerini geri verdi. Kureyş’in bü­yükleri de: Eğer Muhammed’in getirdiği bir hayır olsaydı, bizden önce Zin-nire onu elde edemezdi, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i keri­meyi indirdi. Bu da Ur ve b. ez-Zübeyr’in görüşüdür.

3- Kâfir olan Benu Amir, Gatafan, Temim, Esed, anzala ve Eşcalılar, müs­lüman olan öıfarlı, Eşlem, Cüheyne, Müzeyne ve Huzaalılar hakkında söy­le dedi: Eğer Muhammed’in getirdiği şey bir hayır olsaydı, şu deve çoban­ları bizden önce ona ulaşamazdı. Çünkü biz onlardan daha aziziz. Bu açık­lamayı da el-Kelbî ve ez-Zeccac yaptı. el-Kuşeyrî de İbn Abbas’tan ayrıca nak-letmiştir.

4- Katade: Âyet Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. Onlar; Eğer Muham­med’in bizi kendisine çağırdığı şey hayır olsaydı, Bilal, Suhayb, Ammar, fi­lan ve filan bizden önce ona erişemezlerdi. Bu da dördüncü görüştür.

5- Yahudi kâfirler iman edenlere, yani Abdullah b. Selam ve arkadaşlarina: Eğer Muhammed’in dini hak olsaydı bunlar bizden önce onu elde edemezlerdi, dediler. Müfessirlerin çoğu böyle demiştir. Bühu da es-Sa’lebî nakletmiş tir.

6- Mesruk dedi ki: Kâfirler şöyle dedi: Eğer bu bir hayır olsaydı, yahudi-ler bizden önce ona erişemezlerdi. Bunun üzerine bu Jyet-i kerime indi.

Kâfirlerin: Eğer bu bir hayır olsaydı, bizden önce ona ulaşamazlardı, şeklindeki sözleri onlara muhalefet eden herkesin lehine, fakat kendilerinin aleyhine olan en büyük itirazlarındandır. Çünkü onlara şöyle denir: Eğer si­zin izlediğiniz yol bir hayır olsaydı, biz bu yolu bırakmazdık ve eğer sizin Al­lah Rasülünü yalanlamanız bir hayır olsaydı, bizden önce siz bu işe ulaşamaz­dınız. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah’ın: “Bizden önce ona ulaşamazlardı” sözleri kâfirlerin kimi müminlere söyle­diği sözlerden olması mümkün olabildiği gibi, hicaptan gaibe geçiş üslubu ile kullanılmış bir ifade olması da mümkündür. Yüce Allah’ın: “Hatta sizge railerde bulunduğunuz zaman onlar da içindekileri güzel bir rüzgar ile gö­türüp…” (Yunus, 10/22) buyruğuna benzemektedir. [21]

“Onunla” iman ile Kur’ân ile denildiği gibi, Muhammed (sav) ile diye de açıklanmıştır “hidayet bulmadıkları için de: Bu eski bir uydurmadır, diye­ceklerdir.” Yani onlar Kur’ân ile olsun, Kur’ân’ı getiren vasıtasıyla olsun hi­dayeti elde edemeyince ona düşmanlık ettiler ve Kur’ân’ı yalana nisbet ede­rek; Bu eski bir uydurmadır, dediler, Öncekilerin efsaneleridir, dedikleri gibi.

Birisine Kur’ân-ı Kerim’de: Kişi bilmediğinin düşmanıdır, meseli var mı­dır? diye sordular. O: Evet dedi. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Onunla hi­dayet bulmadıkları için de: Bu eski bir uydurmadır, diyeceklerdir.”

Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Hayır, onlar ilmini kavrayamadık­ları… bir şeyi yalanladılar” (Yunus, 10/39) buyruğudur. [22]

  1. Halbuki bundan Önce de Musa’nın kitabı bir önder ve bir rah­metti. Bu İse zulmedenleri korkutup ihsan edenlere bir müjde olmak üzere: Arap dili ile indirilmiş doğrulayıcı bir kitaptır.

“Halbuki bundan” Kurân-ı Kerimden “önce de Musa’nın kitabı” Tevratkendisine uyulan “bir öndet ve” Allah’tan “bir rahmetti.” İfadede haz­fedilmiş sözler vardır Yani bununla birlikte siz, onunla hidayeti bulmadınız. Çünkü Tevrat’ta Peygamber (sav)’ın nitelikleri ve ona iman edilmesi gerek­tiği belirtilmiş idi. Onlar ise bunu terkettiler.

” Bir önder” lafzı hal olarak nasbedilmistir. Çünkü buyruk: Ondan önce de önder olarak Musa’nın kitabı gelmişti, anlamındadır.

“Ve bir rahmet” lafzı da ona atfedilmiştir. Bir fiil takdiri ile nasbedildiği de söylenmiştir. Yani Biz onu bir önder ve bir rahmet ile indirdik, demek­tir.

el-Ahfeş dedi ki: Kat’ [23]dolayısıyla nasb üzere gelmiştir. Çünkü “Musa’nın kitabı” izafet olduğundan dolayı marifedir. Zira nekre tekrarlanacak yahut izafe yapılacak ya da başına elif-lam getirilecek olursa, marife olur.

“Bu” Kur ân “İse… Arap dili ile indirilmiş doğrulayıcı bir kitaptır.” Ya­ni bu kitap hem Tevrat’ı, hem kendisinden önceki kitapları doğrulayıcıdır. Peygamber (sav)’ı doğrulayıcı olduğu da söylenmiştir,

“Arap dili ile” lafzı hal üzere nasbedilmiştir. Yani o kendisin­den öncekileri Arapça olarak tasdik eden bir kitabtır. “Dili” ise hale bir tevtıe (hazırlık) yani tekiddir. Arapların: “Salih bir adam olarak Zeyd bana geldi” demelerine benzer. Burada “bir adam” lafzı tekid olarak zikredilmiştir. Şu takdirde bir fiilin mahzuf olduğu kabul edil­mek suretiyle nasbedildiği de söylenmiştir: “Bu tasdik edici bir kitaptır yani ben dilinin Arapça okluğunu kastediyorum” de­mektir. Cer harfinin düşürülmesiyle nasbedildiği de söylenmiştir ki, buna gö­re takdiri.”Arab dili-ile” şeklindedir.

“Dil” anlamındaki lafzın mef’ul olduğu ve Peygamber (sav)’ın kastedildi­ği de söylenmiştir. Yani bu öyle bir kitaptır ki, Peygamber (sav)’ı tasdik et­mektedir. Çünkü onun mucizesidir. İfade: “Dili Arapça olanı tasdik edicidir” takdirindedir. Burada-ü halde “dil” anlamındaki keli­me “musaddık; tasdik edici” lafzı ile nasbedilmiştir. Bu da Peygamber (sav)’dır. “Lisan* ile Kur’ân’ın kastedilme ihtimali uzaktır. Çünkü o vakit an­lamı kendi kendisini tasdik eder, şeklinde olur.

“Zulmedenleri korkutup…” buyruğundaki: ” Korkutması için (mealde: korkutup)” buyruğu genel olarak kitabın durumunu haber vermek üzere “ye” üe okunmuştur. Yani küfür ve rnasiyet ile kendilerine zulmeden kimseleri korkutmak için (indirilmiştir). Rasûlullah (sav) hakkında haber ol­duğu da söylenmiştir

Naiî’, İbn Amir ve el-Bezzî ise Peygamber (sav)’a hitab olmak üzere “te” ile (korkutasın diye, anlamına gelir) okumuşlardır. Ebu Ubeyde, ile Ebu Ha­tim de bu okuyuşu tercih etmişlerdir. Yüce Allah da; “Ancak sen bir uyarı­cısın” (er-Rad, 13/7) diye buyurmuştur.

“İhsan edenlere bir müjde olmak üzere” buyruğundaki: ” Müjde” ref konumundadır ki “o bir müjde(dir)” demek olur. “Kîtab”a atf olduğu da süyienmigtir. Yani bu doğrulayıcı ve müjde otan bir kitaptır, demek olur. Cer harfinin düşürülmesiyle mansub olması da mümkündür. Zulmedenleri kor­kutup uyarması ve… müjde olması için… demek olur. Cer harfi düşürülün­ce nasbedildi. Mastar olarak mansub olduğu da söylenmiştir ki; bu da: “İhsan edenlere bir müjde vermen için,..” demek olur. Bu­rada; “Müjdelemen” fiili yerine “müjde” anlamındaki kelime yerleşti­rilince nasbedilmiş oldu. Nitekim: ” Seni ziya­ret etmek için, sana ikram olsun ve hakkını yerine getirmek maksadıyla sa­na geldim” demeye benzer ki bu da: demek gibidir. Bu­rada: ” Sana ikram olmak üzere” anlamındaki kelime, hazfedilmiş bir fiil ile nasbedilmistir. [24]

  1. Muhakkak ki: “Rabbİnıiz Allah’tır” deyip sonra da dosdoğru ha­reket edenler için korku yoktur, onlar üzülmezler de.
  2. İşte onlar cennetliklerdir, yaptıklarına mükâfat olmak üzere ora­da ebedİyyen kalıcıdırlar.

“Muhakkak ki: Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru hareket edenler İçin…” âyetinin anlamı daha Önceden (Fussilet, 41/30. âyet) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas dedi ki: Âyet, Ebu Bekir es-Sıddık hakkında inmiştir. Bunun­la birlikte âyet herkesi kapsamaktadır. [25]

” Mükâfat olmak üzere” anlamındaki buyruk mastar (mcful-i mut­lak) olarak nasbedilmiştir.

  1. Biz, insana, ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik.

An­nesi onu zorlukla taşımış, zorlukla bırakmıştır. Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Nihayet o yiğitlik ve olgunluk çağına ulaşınca ve kırk yasına varınca der ki: “Rabbitn, bana, ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et ve soyumdan gelenleri de be­nim için salih kimseler kıl. Şüphesiz ben Sana tevbe ettim ve ben teslim olmuşlardanım.” [26]

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Bu Âyetin Önceki Buyruklarla İlişkisi:

“Biz insana ana-babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik” buyruğu ile yüce Aüah insanın anne babasına karşı durumunun farklı olduğunu açıkla­maktadır. İnsan onlara itaat de edebilir, onlara aykırı hareket de edebilir. Ya­ni bunun benzeri bir durum bizzat Peygamber (sav) ile onun kavmi hakkın­da da uzak görülecek bir ihtimal değildir. Öyle ki kimileri onun çağrısını ka­bul ederken kimileri inkar etmektedir.

İşte buyrukların birbirleriyle ilişki yönü budur. Bu açıklamayı el-Kuşey-rî yapmıştır. [27]

2- “İyilikte Bulunmak: İhsan”:

Yüce Allah’ın: “İyiliktebulunmasını” buyruğu genel olarak: “İyi­likle” diye okunmuştur. Haremeyn ehli, Basralılar ve Şamlıların mushafların-

da bu böyledir. İbn Abbas ile Kufeliler ise: “İyilikte bulunmasını” di­ye okumuşlardır. Delilleri de yüce Allah’ın el-En’am ile Fsra sûrelerindeki: ” Ana babaya iyilikte bulunun” (el-En’am, 6/151) ve (el-İsra, 17/23) buyruğudur. Kufelilerin mushaflannda da böyledir.

Birinci okuyuşun delili sanı yüce Allah’ın el-Ankebut Sûresi’ndeki: “Biz insana anasına babasına iyi davranmasını tavsiye ettik” (el-Ankebut, 29/8) buyruğudur. Böylelikle onlar (bu iki âye­ti) farklı okumamışlardır.

(Haremeyn ehli ve diğerlerinin okuyuşunda geçen): Hüsn (güzellik, iyi­lik), kubh (çirkinlik)in zıddıdır. (Diğerlerinin okuyuşu olan) ihsan (iyilikte bulunmak) ise, kötülük yapma’nın zıddıdır, “Tavsiye” de emir vermek anla­mındadır, Gerek bu hususta, gerek âyetin kimin hakkında indiğine dair açıklamalar daha önceden (el-Ankebut, 29/8-9. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [28]

3- Annenin Çocuğunu Karnında Taşıması:

“Annesi onu zorlukla taşımış, zorlukla bırakmıştır” bııyruğundaki: ” Zorlukla” buyruğu zorluk ve sıkıntı ile demektir. Bu lafız genel ola­rak “kef” harfi üstün olarak okunmuştur. Ebu Ubeyd’in tercih ettiği de bu­dur. O dedi kî: Bu lafız Kur’ân-ı Kerim’de geçtiği her yerde böyle okunur. Ancak el-Bakara Sûresi’nde yer alan: “Hoşlanmadı­ğınız halde savaş size farz yazıldı” (el-Bakara, 2/216) böyle değildir. Çün­kü burada isimdir, diğerleri hep mastardır.

Kufeliler ise “kef” harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bunların: “Zayıflık, mumundan ayrılmamış bal” lafızlarında olduğu gibi iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Kİ-saî yapmıştır^ (Bu lafız) bütün Basrahlarca da böyledir. Yine el-Kisaî ve el-Ferra, ikisi arasındaki farka dair şöyle demişlerdir: Ötreli okuyuş insanın ken­disini zorladığı şey hakkında, üstün okuyuş, başkası tarafından zorlanması yani baskı ve gazab suretiyle bir işin ona yaptırılması hakkında kullanılır. Bun­dan dolayı bazı Arapça bilginleri “kef harfi üstün olarak kullanılmasının lahn olduğuna söylemişlerdir. [29]

4- Gebeliğin ve Küçük Çocuğa Süt Emzirmenin Süresi:

“Onun taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır” buyruğu hakkında İbn Abbas şöyle demiştir: Eğer hamilelik dokuz ay sürerse, annesi bebeği on-bir ay emzirir. Eğer altı ay sürerse, yirmidört ay emzirir.

Rivayete göre Osman (r.a)’a altı ay hamilelikten sonra doğum yapmış bir kadın getirilince, ona had vurulması için hüküm vermek istemiş, Fakat Ali (r.a): Ona had vurman gerekmez, demiş. Çünkü yüce Allah: “Onun taşınma­sı ve sütten kesilmesi de otuz aydır” diye buyurduğu gibi: “Anneler evlat­larını iki bütün yıl emzirirler” (el-Bakara, 2/233) diye de buyurmuştur. Dolayısı ile süt emzirmek yirmidört ay olunca geriye hamilelik süresi olarak altı ay kalır. Osman (r.a) görüşünden vazgeçerek o kadına had uygulamamış. Buna dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresinde (2/233- âyet, 6. başlık­ta) geçmiş bulunmaktadır.

Hamileliğin başından ilk üç ayın sayılmadığı da söylenmiştir. Çünkü bu süre zarfında çocuk nutfe, alaka ve bir çiğnem ettir. Onun hissedilir bir ağır­lığı olmaz. İşte yüce Allah’ın: “Eşini örtüp bürüyünce (eşi) hafif bir yük yük­lendi. Bununla gider gelirdi” (el-Araf, 7/189) buyruğunun anlamı budur.

“Fisal” sütten kesmek demektir. Lukman Sûresi’nde (31/14-15. âyetler, 3. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. el-Hasen, Yakub ve baş­kaları “onun… sütten kesilmesi” anlamındaki lafzın “fe” harfini üstün, “sad’: harfini de sakin olarak (ve sad’dan sonra elifsiz)diye okumuşlardır.

Âyet-i kerimenin Ebu Bekr es-Sıddık hakkında indiği rivayet edilmiştir. Ona gebe kalınması ve sütten kesilmesi otuz aylık bir sürede tamamlanmıştı. An­nesi onu dokuz ay karnında taşımış, yirmibiray da ona süt vermişti.

İfadede hazfedilmiş lafızlar da vardır. Yani ona gebe katmma süresi ile süt-ten’-kesilme süresi otuz aydır. Şayet bu ifade takdiri sözkonusu olmasaydı, “ Otuz” lafzı zarf olarak nasbedilir ve anlam da değişirdi. [30] [31]

5- Yiğitlik ve Olgunluk Çağı:

“Nihayet o yiğitlik ve olgunluk çağına ulaşınca…” buyruğunu İbn Ab-bas onsekiz yaşına ulaşınca, diye açıklamıştır. Ata’nın kendisinden yaptığı ri­vayette de şöyte demiştir: Ebu Bekir, Peygamber (sav)’la onsekiz yaşında iken arkadaşlık yapmaya başladı. Peygamber (sav) da o sırada yirmi yaşında idi. Şam’a ticaret maksadıyla gitmek için yola koyuldular. Sedir ağacı bulunan bir yerde konakladılar. Peygamber (sav) o ağacın gölgesine oturdu. Ebu Bekr ise orada bulunan bir rahibin yanma gidip dine dair sorular sormaya başla­dı. Rahib ona: Bu ağacın gölgesindeki adam kimdir? diye sordu. O: Abdu’l-Muttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir dedi. Rahib: Bu Allah’a an-dolsun ki bir peygamberdir. İsa’dan sonra kimse onun gölgesi altına da otur­muş değildir. Bunun üzerine Ebu Bekir’in kalbine yakın ve onu tasdik etmek yer etti. Rasûlullah (sav)’dan yolculuklarında olsun, ikametinde olsun hemen hemen ayrılmaz oldu. Rasûlullah (sav)’a kırk yaşında iken peygamberlik ve­rilince, Ebu Bekr (r.a) otuzsekiz yaşında iken Rasûlullah (sav)’ı tasdik etli. Kırk yaşına erişince de: “Rabbim bana ana babama verdiğin nimeti şükret­memi…” diye dua etti.

eş-Şa’bî ve İbn Zeyd dedi ki: Buradaki: ” Yiğitlik ve olgunluk ça­ğı” ergenlik yaşına gelmek demektir. el-Hasen, bu kırk yaşına erişmektir, di­ye açıklamıştır. Yine ondan gelen bir rivayete göre ona karşı delilin ortaya konulmasıdır diye açıklamıştır. Bu âyet-i kerimeye dair açıklamalar daha ön­ce cl-En’am Sûresi’nde (6/151-153. âyetler, 11. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır.

cs-Süddî ve ed-Dahhak da âyet Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında inmiştir, de­mişlerdir. Bu hususta daha önceden (el-Ankebut, 29/8-9. âyetler ile Lukman, 31/14-15. âyetler, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

el-Hasen dedi ki: Ayet-i kerime belirli bir krmse hakkında kayıtlı değildir. Genel olarak herkes hakkında inmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [32]

6- ilahi Nimetlere Şükretmek:

“Rabbim bana” ihsan ettiğin hidayete “ana babama verdiğin” ve küçük­ken beni büyütüp terbiye etmeleri için bağışladığın, merhamet ve şefkate “ni­mete şükretmemi” senin nimetine şükretmeyi “…ilham et.”

Bir başka açıklamaya göre bana ihsan ettiğin sağlık ve afiyet nimetine, an­neme de bağışladığın zenginlik ve servet nimetine şükretmemi ilham et.

Ali (r.a) dedi ki: Bu âyet-i kerime Ebu Bekir es-Sıddık (r.a) hakkında in­miştir. Anne babası müslüman olduğu gibi, hem anne hem de babası muha­cirlerden müslüman olmuş başka bir kimse yoktur. Bundan dolayı yüce Allah kendisine onlara iyi bakmasını tavsiye etmiş ve bu hüküm ondan sonra gelenler |çin de bağlayıcı olmuştur. Babası Ebu Kuhafe, Osman b. Amir b. Amr b. Ka’b b. Sa’d b. Teyın’dir. Annesi ise künyesi Ummu’l-I-Iayr olup, adı Sahr kızı Selma’dır. Sahr’ın babası Amir, onun babası Ka’b, onun babası Sa’d’dır. Babası Ebu Kuhafe’nin annesi Kayle’dir. Ebu Bekr es-Sıddık’ın ha­nımının adı ise Abdu’l-Uzza kızı Kuteyle’dir.

“Ve senin razı olacağın salih amel işlememi bana ilham et” buyruğu hak­kında İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah onun bu duasını Allah yolunda işken­celere uğratılan dokuz mümini azad etmesini sağlayarak kabul buyurdu. Bi­lal ve Amir b. Fuheyre bunlar arasındadır. Allah’ın işlemekte kendisine yar-dıma olmadığı hiçbir hayır kapısı bırakmadı. Sahih’lc, Ebu Hureyre’den şöy­le dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav): “Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı” diye sordu. Ebu Bekir: Ben dedi. “Peki bugün sizden kim bir cenazenin peşinden gitti” diye sordu. Ebu Bekir: Ben dedi. ‘Bugün siz­den kim bir yoksula yemek yedirdi” diye sordu. Ebu Bekir: Ben dedi. “Siz­den bugün kim bir hastayı ziyaret etti” diye sordu. Ebu Bekir: Ben dedi. Ra-sülullah (sav) şöyle buyurdu; “Bunlar bir kişide bir arada oldu mu mutlaka o kişi cennete girer. “[33] [34]

7- Salih Bir Zürriyet Dileği:

“Ve soyumdan gelenleri de benim için salih kimseler kıl!” Benim so­yumdan gelecekleri salih kimseler kıl, demektir. İbn Abbas dedi ki: Bir ve tek olarak Allah’a iman etmedik ne bir çocuğu, ne babası, ne de annesi kal­dı. RasûluRah (sav)’ın ashabı arasında Ebu Bekir dışında kendisi, anne ba­bası, oğulları ve kızları tamamıyla iman etmiş, hiçbir kimse yoktur.

Sehl b. Abdullah dedi ki: Buyruk sen onları bana doğru halefler kıl, sa­na da gerçek kullar kıl, demektir.

Ebu Osman: Onları sana itaatkar olan iyi kimseler kıl, diye açıklamıştır. İbn Ata da şöyle demiştir: Kendileri sebebiyie onlardan razı olacağın salih ameller işlemeye onları muvaffak kıl. Muhammed b. Ali de şöyle demiştir: Şey­tanın, nefsin ve nevanın, aleyhlerine yol bulmasına fırsat verme. Malik b. Mik-vel de şöyle demiştir: Ebu Ma’şer oğlunu Talha b. Musarrif e şikayet etti. Tal-ha ona; Sen ona karsı yüce Allah’ın şu âyeti ile yardım dile, deyip: “Rabbim bana, ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve Senin razı olacağın sa­lih amel işlememi bana ilham et ve soyumdan gelenleri de benim için sa­lih kimseler kıl. Şüphesiz ben Sana tevbe ettim ve ben teslim olmuşlarda­nım” âyetini okudu.

“Şüphesiz ben Sana tevbe ettim.” İbn abbas dedi ki; Daha önce izledi­ğim yoldan döndüm. “Ve ben teslim olmuşlardanım.” Tevhid ile Sana i!v lasla yönelenlerdenim. [35]

  1. İşte bunlar, yaptıklarını en güzeli ile kabul ettiğimiz cennetlik­ler arasında kötülüklerini affettiğimiz kimselerdir. (Bu) kendi­lerine verilmiş gerçek bir sözdür.

“İşte bunlar, yaptıklarını en güzeli ile kabul ettiğimiz, cennetlikler ara­sında kötülüklerini affettiğimiz kimselerdir” buyruğunda geçen “kabul et­tiğimiz” anlamındaki buyruk ile “affettiğimiz” anlamındaki buyruk, genel olarak her ikisinde de ütreli “ye” harfi ile okunmuştur. (“Kabul olunan… affo­lunan” demek olur). Ayrıca “ye” harfi üstün olarak; “Kabul bu­yurduğu… affettiği” diye de okunmuştur. Zamir her ikisinde de yüce Allah’a ra-cidir. Hafs, Hamza ve el-Kisaî ise her iki fiili de “nun” harfi ile; ” Kabul ettiğimiz… affettiğimiz” diye okumuşlardır. (İkinci fiil) o günahlarını af­federiz, bağışlarız, demektir. Asıl anlamı itibariyle: “Bir şeyin üzerin­de durulrnayıp geçilmesi” demektir.

Bu âyet-i kerime, bundan önce geçen: “Biz insana… tavsiye ettik” (Ahkaf, 46/15) buyruğunun sonuna kadar, belli kimseler hakkında kayıtlı olmayıp her­kes hakkında genel olarak indiğinin delilidir. el-Hasen’in görüşü de budur.

“Kabul ettiğimiz” iyiliklerini kabul edip kötülüklerini affettiğimiz kimse­ler demektir. Zeyd b. Eşlem -ki bunu merfu bir rivayet olarak da zikreder-dedi ki: Onlar İslâm’a girdiler mi iyilikleri kabul olunur ve kötülükleri bağışlanırdı.

Şöyle de açıklanmıştır: (Âyet-i kerimede geçen): “En güzeli” itaatler ara­sından sevabı gerektiren işlerdir. Mubah olan güzel şeylerde ise ne sevab, ne de ceza vardır. Bu açıklamayı İbn İsa nakletmiştir.

“Cennetlikler arasında” buyruğundaki: ” Arasında” buyruğu “bera­ber” demek olup cennetliklerle beraber, onlarla birlikte… anlamındadır. Mesela: ” Bütün şehir halkı arasında sana da ikram eder, iyilikte bulunurum” derken, onlarla birlikte… demektir.

Gerçek bir sözdür” buyruğunun nasb ile gelmesi, kendisin­den öncekileri tekid edici bir mastar (meful-i mutlak) olduğundan dolayıdır, Bu da şu demektir; Allah iman ehline iyilikte bulunanlarının iyiliklerini ka­bul etmek, kötülükte bulunanları da affetmeyi, gerçek bir söz olarak vaadet-miştir. Bu (“gerçek bir söz” anlamındaki ibare) bir şeyin kendi kendisine iza­fe edilmesi kabilindendir. Çünkü “gerçek” yüce Allah’ın vaadettiği o sözün kendisidir. Bu da “bu yönüyle” yüce Allah’ın: “Kesin bilgi veren hakkın” (el-Vakıa, 56/95) buyruğuna benzemektedir. Kufelüere göre bu böyledir. Basndılara göre ise ifade: “Gerçek söz ile yahut gerçek kitab ile verilen vaad” takdirinde olup, mevsuf hazfedilmiş-tir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce başka bir yerde (İbrahim, 14/22. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [36]

“Kendilerine verilmiş” dünyada rasûller aracılığı ile verilmiş söz demek­tir ki, bu da cennettir.

  1. Ana babasına: “Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş İken beni (ölümden sonra) çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?” diyene, anası babası Allah’a yalvararak; “Yazık sana, imana gel] Şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır” (derler). O ise der ki: “Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir.”
  2. İşte bunlar, cin ve İnsanlardan kendilerinden önce geçen üm­metler arasında, aleyhlerine söz (azab) hak olmuş kimseler­dir. Çünkü bunlar hüsrana uğramış olanlardır.

“Ana babasına: Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken be­ni” ölümden sonra diriltilerek “çıkardmakla mı tehdit ediyorsunuz?” buy­ruğunda geçen: ” Öf lafzını NafT, Hafs ve başkaları kesreli ve tenvin-li okumuşlardır. İbn Kesir, İbn Muhaysın, İbn Amir ve Asım’dan rivayetle el-Mufaddal ise, tenvinsiz olarak ve üstün ile: diye okumuşlardır. Diğer­leri ise kesreU ve tenvinsiz olarak okumuşlardır. Hepsi değişik söyleyişler­dir. Daha önce el-İsra Sûresi’nde (17/23-24. âyetler, 12. başlıkta) geçmiş bu­lunmaktadır.

“…Beni…mı tehdit ediyorsunuz?” buyruğu genel olarak şeddesiz iki “nun” ile okunmuştur. Medınelilerle, Mekkeliler sondaki “ye”yi üstün oku­muşlar. Diğerleri sakin (harf-i med olarak) okumuşlardır. Ancak Ebu Hayve, el-Muğire ve Hişam, şeddeli bir tek “nun” ile diye okumuşlardır. Şam­lıların mushaflannda da böyledir.

“Beni çıkarılmakla” lafzı genel olarak “elif” ötreli, “re” harfi de üstün olarak okunmuştur. el-Hasen, Nasr, Ebu’l-Aliye ve et-Ameş ile Ebu Ma’mer ise “elifi üstün, “re” harfini de ötreli (o takdirde: Çıkmakla anlamın­da olur) diye okumuşlardır.

İbn Abbas, es-Süddî, Ebu’l-Aliye ve Mücahid şöyle demişlerdir: Âyet-i ke­rime Abdullah b. Ebi Bekr (r.a) hakkında inmiştir. Annesi, babası kendisini İslâm’a davet ettikleri halde, o da yüce Allah’ın haber verdiği şekilde ken­dilerine cevab veriyordu,

Katade ve yine es-Süddî de şöyle demişlerdir; Burada kastedilen kişi İs­lâm’a girmeden önce Abdurrahman b. Ebi Bekr’dir. BabasL ile annesi Um Ru-man kendisini İslâm’a davet ediyor, öldükten sonra diriltil inekle tehdit ediyorlardı. O da yüce Allah’ın bize naklettiği şekilde onlara karşılık veriyordu. Ancak onun bu durumu İslâm’a girmeden önce idi.

Aişe (r.anha)’nin bu âyet-i kerimenin Abdurrahrnan hakkında inmiş oldu­ğunu kabul etmediği de rivayet edilmiştir. [37]

el-Hasen ve yine Katade şöyle demişlerdir: Bu, anne babasına karşı kö­tü davranan bir kulun niteliklerine dairdir.

ez-Zeccac dedi ki: Bu âyet-i kerimenin müslüman olmadan önce Abdur­rahman hakkında indiği nasıl söylenebilir? Çünkü yüce Allah; “îşte bunlar… kendilerinden önce geçen ümmetler arasında aleyhlerine söz” (Ahkaf, 46/15) yani azab “hak olmuş kimselerdir” diye buyurmaktadır, Bu ise zorunlu ola­rak İman etmemiş olmayı gerektirir. Abdurrahman iye müminlerin en fazilet-lilerindendir. Doğru olan bu âyet-i kerimenin anne babasına karşı isyankar olan kâfir bir kul hakkında indiğidir.

Muhammed b. Ziyad dedi ki: Muaviye insanların Yezid’e bey’atlerini sağlamak üzere Mervan b. el-Hakem’e mektub yazdı. Abdurrahman b. Ebi Bekr de: Siz (hür ve gerçek anlamıyla bey’ati terketmek suretiyle) bu işi (halifeliği) Herakliyus geleneğine dönüştürdünüz. Kendi oğullarınız için bey’at mi alacaksınız? Bunun üzerine Mervan şöyle dedi: Yüce Allah’ın: “Ana ba­basına öf size… diyene” buyurduğu kişi işte budur. Bunun üzerine (Abdur­rahman) şöyle demişti: Allah’a yemin ederim bu benim hakkımda inmiş de­ğildir. İstesem kimin hakkında indiğinin adını veririm. Fakat şu var ki, Allah sen onun sulbünde iken babana lanet etmiştir. Sen o bakımdan Allah’ın la­netinden bir parçasın.

el-Mehdevî dedi ki: Bu âyetin Abdurrahman hakkında indiğini kabul eden kimselere göre bundan sonra gelen: “İşte bunlar,,, aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir” buyruğu ile daha önce sözü edilen hususlara inanan kimselerin kastedildiğini söylerler. Buna göre âyetin başı hususi, sonu umumidir,

Bir başka görüşe göre Abdurrahman; “Benden önce nice nesiller gelip geç­miş iken” deyince, şunları da söylemişti: Nerede Abdullah b. Cüdan, neredc Osman h. Amr, nerede Amir b. Ka’b ve Kureyş’in ileri gelenleri ki, unla­ra bu söyledikleri hakkında soru sorayım? Buna göre: “İşte banlar… aleyh­lerine söz hak olmuş kimselerdir” buyruğu sözü edilen bu kimseler hak­kında demektir.

Derim ki: Abdurrahman b. Ebi Bekr’in haberlerine dair birtakım açıklama­lar daha önce el-En’am Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Hani arkadaşları: Bize gel, diye hidayete çağırdıkları halde…” (el-En’am, 6/71) Bu âyet-i kerimenin hak­kında inmiş olduğuna delalet eden açıklamalar geçmiş idi. O vakit ise kâfir­di, fakat müslüman olup fazileti ortaya çıkınca böylelikle yüce Allah’ın: “İş­te bunlar… aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir” buyruğu ile kastedil-mediği ortaya çıkmış olmaktadır.

“Ana babası Allah’a yalvararak…” Allah’a dua edip onun için hidayet di­leyerek veya onun küfründen Allah’a sığınarak… anlamındadır. Burada (Al­lah lafzından önce) cer harfi hazfedilince, doğrudan fiilin elkisi ile nasbolmuştur.

Âyet-i kerimede geçen “Lstiğase (mealde: yalvarmak)”nın dua demek ol­duğu da söylenmiştir. O takdirde (Allah lafza-i celalinin başına gelmesi ge­reken) “be” harf-i cerrine gerek kalmaz. el-Ferra dedi ki: Allah onun yaptı­ğı duasını ve Allah’a yalvarmasını kabul buyurdu.

“Yazık sana imana gel!” Ölümden sonra dirilişi tasdik et! “Şüphesiz ki Al­lah’ın vaadi haktır.” Doğrudur, o söz gerçekleşecektir.

“O ise der ki: Bu” yani anne babasının söyledikleri “geçmişlerin masal­larından” aslı astarı olmayan söz ve yazılarından “başkası değildir.”

“İşte bunlar cin ve insanlardan” kâfir olanların “kendilerinden önce ge­çen ümmetler arasında” yani onlarla birlikte “aleyhlerine söz hak olmuş kimselerdir. Çünkü bunlar” yani bu kâfir ümmetler amelleri zayi olmuş, ya­ni yaptıkları boşa çıkıp cenneti kaybetmiş “hüsrana uğramış olanlardır.” [38]

  1. Bunların herbiri için işlediklerine göre dereceler vardır. Tâ ki kendilerine zulmedilmeksizin amellerinin karşılığını tasta­mam versin.

“Bunların herbiri için… dereceler vardır.” Yani mümin olsun, kâfir ol­sun, cinlerden olsun, insanlardan olsun her iki kesime mensub herbir kişinin kıyamet gününde Allah nezdinde amellerine göre mertebeleri vardır. İbn Zeyd dedi ki: Bıı âyet-i kerimede sözü edilen cehennemliklerin dereceleri aşa­ğı doğrudur, cennetliklerin derecesi ise yukarı doğrudur.

“Tâ ki kendilerine zulmedilmeksizin” yani kötülük işleyene fazlası yük-lenmeksizin, iyilik yapanın da iyilikleri eksiltilmeksizin “amellerinin karşı­lığını tastamam versin.”

” Ta ki kendilerine… tastamam versin” lafzını îbn Kesir, İbn Mu-haysın, Asım, Ebu Amr ve Yakub öncesinden yüce Allah’ın adı geçtiğinden ötürü “ye” ile okumuşlardır. Bu da yüce Alİah’ın: “Şüphesiz ki Allah’ın va­adi kaktır” (el-Ahkaf, 46/17) buyruğudur. Ebu Hatim de bunu tercih etmiş­tir. Diğerleri ise yüce Allah’ın: “Biz insana ana babasına iyilikte bulunma­sını tavsiye ettik” buyruğu dolayısı ile “nun” ile (ta ki… tas­tamam verelim) diye okumuşlardır. [39] [40]

  1. Kâfir olanların ateşe arzolunacakları o gün (denir ki): “Siz dün­ya hayatınızda hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz. Bugün yeryüzünde haksız yere büyüklen-meniz ve fasıklık etmeniz sebebi ile aşağılanmak azabı ile ceza­landırılacaksınız.”

“Kâfir olanların ateşe arzolunacakları o gün…” Ey Muhammed, sen per­denin açılıp kâfirlerin ateşe yakınlaşunlacakları ve onu bakıp görecekleri o günü hatırla! demektir.

“(Denir ki): Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz.”

Onlara… bitirdiniz, denilir, demektir. Burada “denilir” anlamındaki söz hazfedilmiştir.

el-Hasen, Nasr, Ebu’l-Aliye, Yakub ve İbn Kesir “bitirdiniz” anlamında­ki buyruğu hafif iki hemze ile: ” Bitirdiniz ha?” diye okumuşlardır ki, Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir. Ebu Hayve ve Hişam ise soru olmak üze­re med ile uzatılmış tek hemze ile: diye okumuşlardır. Diğerleri ise haber olmak üzere medsiz tek bir hemze ile okumuşlardır. Hepsi de fasih söy­leyişler olup azar anlamını ihtiva eder. Araplar da hem soru ile, hem soru­şuz ifadelerle azarlarlar. Daha önce bu açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Ebu Ubeyd istifhamsız okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü bu Naiî1, Asım, Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî gibi yedi kıraat imamının çoğunluğunun benimse­diği kıraattir. Bununla birlikte Şeybe, ez-Zührî, İbn Muhaysın, el-Muğire b. Ebi Şihab, Yahya b. el-Haris, el-A’meş, Yahya b. Vessab ve başkaları da bu şekilde okumak noktasında onlara muvafakat etmişlerdir. O halde bu kıra­at, insanların çoğunluğunun kabul ettiği bir kıraattir. Ayrıca istifhamın terki de güzeldir. Çünkü istifhamın varlığı onların böyle bir işi yapmadıkları veh­mini verebilir. Nitekim bir kimseye: Ben sana zulmetmedim, demek isterken; Ben mi sana zulmettim, demeye benzer. Bununla birlikte istifham ile oku­mak da güzeldir. Nitekim bir kimse: Sen gittin bu işi yaptın deyip, azarladı­ğı gibi, sen bu işi gidip yaptın mı, da diyebilir. Bütün bunlar uygundur.

“Hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz” buyruğunun anlamı da: Siz dün­yada iken hoş şeylerden istifade ettiniz, arzu ve lezzetlerin peşine takılıp git­tiniz. Bununla masiyetleri kastetmektedir.

“Bugün yeryüzünde haksız yere” haketmediğiniz halde oranın ahalisine karşı “biiyüklenmeniz” üstünlük taslamanız “ve” fiillerinizde zulüm ile ve azgınlık ederek “fasıldık etmeniz sebebi ile aşağılanmak” rezil edilmek, rüs-vay edilmek “azabı ile cezalandırılacaksınız.”

Mücahid dedi ki: “Aşağılanmak” küçüklük, rezillik demektir, Ka­ta de Kureyş lehçesinde (bu anlamdadır) demiştir.

“Hoşlandığınız her şeyinizi bitirdiniz” buyruğunun, siz gençliğinizi kü­für ve masiyetlerle tükettiniz, anlamına geldiği de söylenmiştir, İbn Bahr de­di ki: Hoşlanılan şeyler gençlik, güç ve kuvvettir. Bu Arapların: “Onun iki huş şeyi gitmiştir” derken, gençliğinin ve kuvvetinin kalmadığım kas­tettikleri tabirlerinden alınmıştır. el-Maverdİ dedi ki: Ben ed-Dahhak’ın da böy­le açıkladığını tesbit ettim.

Derim ki: Birinci görüş daha zahir (kuvvetli)dir. el-Hasen, el-Ahnef b, Kays’tan rivayet ettiğine göre o Ömer b. el-Hattab (r.a)’ı şöyle buyururken dinlemiş: Yaşayışın alt seviyesini ben çok iyi bilirim. Bununla birlikte eğer dilesem (yemeklerimin arasına) ciğerler, közde yapılmış ızgaralar, hardal ve üzüm karışımı katıklar, yufka ekmekler bulundururdum. Fakat ben hasena­tımın geri kalmasını istiyorum. Çünkü yüce Allah birtakım kimseleri nitelen­dirirken: “Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizl bitirdiniz ve on­lardan yararlanıp durdunuz” diye buyurmaktadır.

Ebu Ubeyd dedi ki: Ömer’in hadisinde (sözünde) şöyle demektedir: Eğer dilemiş olsaydım, ben ince yufka ekmekler, hardallı katıklar, göğüsler ve hör-güçler getirilmesini isterdim. Hadisin kimi rivayetinde de ciğerler de zikre­dilmektedir.

Ebu Amr ve başkaları dedi ki,.. [41]

Katade dedi ki: Bize nakledildiğine göre Ömer (r.a) şöyle demiştir: Eğer arzu edersem aranızda yemeği en güzel, elbisesi en yumuşak kişi ben olur­dum. Fakat ben hoş ve temiz şeylerimi ahirete bırakmaya çalışıyorum.

Ömer (r.a) Şam’a geldiğinde kendisine benzerini asla görmediği bir ye­mek hazırlandı. Bu bizim …Peki daha önce arpa ekmeğinden dahi karınla­rını doyurmadan ölmüş bulunan müslüman fakirlerin nesi vardı? dedi. Ha-lid b. el-Velid dedi ki; Onlara da cennet vardır. Bunun üzerine Ömer (r.a)’ın gözleri yaşla doldu ve şöyle dedi: Eğer bizim dünyadan payımız bu önem­siz şeyler olup onlar da kendi paylarını alarak cennete gitmiş iseler, gerçek­ten bizi çok uzun bir mesafe geride bırakmışlar, demektir.

Müslim’in Sahih’indc ve başkalarındaki rivayete göre Ömer (r.a), Peygam­ber (sav), hanımlarından ayrılıp odaya çekildiği sırada huzuruna girmiş ve ona şöyle demişti: Ey Allah’ın Rasûlü! Sen Allah’ın Rasûlü ve en seçkin ku­lusun. Diğer taraftan Kisra ve Kayser’in ince ve kalın ipekliler içerisinde ol­duklarını görüyoruz. Bunun üzerine peygamber doğrulup, oturdu ve şöyle dedi: “Sen şüphe içinde misin ey Hattab’ın oğlu? Onlar hoş ve temiz şeyle­ri dünya hayatlarında kendilerine acilen verilmiş olan kimselerdir.” Ben: Be­nim için mağfiret dile dedim, o da: “Allah’ım ona mağfiret buyur” diye bu­yurdu.

Hafs b. Ebi’l-As dedi ki: Ömer b. ei-Hattabın yanında ekmek zeytin, ek­mek sirke, ekmek süt, ekmek kurutulmuş etten ibaret öğle yemeği yerdim. Bunlar arasında en az rastladığım şey ise taze el idi. O şöyle derdi; Ununu­zu elemeyiniz, çünkü o tamamiyle bir yiyecektir. Kendisine kalın undan ya­pılmış çatlamış bir ekmek getirildi. Kendisi ondan yemeye koyuldu ve etra­fındakilere de; Yiyin dedi. Biz yemedik, niye yemiyorsunuz deyince, Allah’a yemin ederiz ey müminlerin emiri senin bu yemeğinden daha yumuşak bir yemek yemek üzere gideceğiz dedik. Bu sefer şöyle dedi; Ey Ebu’l-As’ın oğ­lu! Sen benim şunu bildiğimi görmüyor musun?: Şayet semiz ve dişi bir oğ­lağın kesilmesini emredip, tüylerinin yolunmasını söyleyip, sonra da şöyle şöyle olmuş gibi kızartılmış olmasını isteyemez miyim? Sana göre ben şunu demeyi bilmez miyim?: Emir verip, bir ya da iki sap kuru üzüm, bir su kirbasına konulsun. Sonra üstüne su katılsın. Sabah tıpkı bir ceylan kanı gibi olsun. (Bunları bilmediğimi mi sanıyorsun?) Ben: Ey mü’minleıin emiri! Et-betteki dediğin şekilde yaşamayı da bilirsin. O: Evet dedi. Kendisinden baş­ka hiçbir ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, şayet kıyamet gününde ha­senatımın ekşiteceğinden korkmasaydım, güzel yaşayışta biz de size ortak olurduk. Fakat ben yüce Allah’ın birtakım kimselere: “Siz dünya hayatınız­da hoşlandığınız herşeylnizi bitirdiniz ve onlardan yararlanıp durdunuz” dediğini görüyorum.

“Bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz” Allah’a itaati büyük­lüğünüze yedirmeyerek, Allah’ın kullarına karşı da böbürlenmeniz “ve” Al­lah’a itaatin dışına çıkmak suretiyle “fasıklık etmeniz sebebi ile aşağılanmak azabı İle cezalandırılacaksınız.”

Cabir dedi ki: Aile halkım benden et istedi. Uen de onlara gidip aldım. Ömer b. el-IIattab (r.a)’ın yanından geçtim. Bu ne oluyor ey Cabir, dedi. Ben de ona durumu bildirince şöyle dedi: Sizden herhangi bir kimse canı bir şey istediği her seferinde onu alıp, midesine mi indirecek? Böyle bir kimse şu: “Siz dünya hayatınızda hoşlandığınız herşeyinizi bitirdiniz…” âyetinin mu hatablarından olmaktan kormaz mı?

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu sözleriyle Ömer (r.a) et satın almak ve sert ve ku­ru ekmek ile su gibi ihtiyaçların dışında şeyleri alarak bolluk içinde geçin­mesinden ötürü bir serzenişidir. Şüphesiz helâl hoş ve temiz şeyleri alıp ye­mek, insan tabiatını bunları arzulayacak ve canı çekecek hale getirir. Bun­lar zamanla hoş bir adet halini alır. Bunları elde edemediği vakit bu sefer şüp­heli yollarla elde etmeyi kolay bir iş görür (sakıncasız kabul eder). Nihayet çoğu zaman alışkanlığının baskısı altında katıksız harama dahi düşebilir. İn­sanın arzusunun nefse tahakküm edecek hale gelmesi kötülüğün bir alame­tidir. İşte Ömer (r.a) isi baştan ele almış ve -onun gibi birisine yakışır şekil­de- ilk noktadan itibaren himaye altına almıştır. Bu hususta temel ilke ve ka­bul edilecek ölçü şudur: Kişi hoş ve temiz olsun yahut kuru olsun bulduğu­nu yiyebilmelidir. Hoş ve temiz olanı yemek için kendisini sıkıntıya sokma-mah ve bunu adet haline getirmemelidir. Peygamber (sav) bulduğu zaman karnını doyurur, bulmadığı zaman sabrederdi. Gücü yettiği takdirde tatlı yer ve denk geldiği sırada bal içer, imkanı olduğu vakit et yer, fakat kesinlikle yalnızca bunlara dayanmaz ve bunları bir alışkanlık haline getirmezdi. Pey­gamber (sav)’ın nasıl yaşadığı bilinen bir husu.st.ur. Ashab-ı kiramın izlediği yol da bize kadar nakledilegeimiştir. Haramın etrafı istila ettiği, dünyalığın bozulduğu günümüzde ise kurtuluş zordur. İhlaslı olmayı bağışlayan ve rahmeliyle kurtuluşa yardım edecek olan Allah’tır.

Şöyle de denilmiştir: Burada sözü geçen azar helâl kılınmış, hoş ve temiz şeyler kullanıldığından dolayı değil, şükür terkedildiğinden dolayıdır, bu da güzel bir görüştür. Çünkü hoş ve helâl olan şeyleri kullanmaya izin verilmiş­tir. Ancak buna şükretmek terkedilip bunlardan sağlanan güç kendisine helâl olmayan şeylere karşı kullanılacak olursa, işte o hoş ve temiz şeyi bi­tirip tüketmiş olur, doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [42]

  1. Ad kavminin kardeşini de an -ki ondan önce de sonra da uya­rıcılar gelip geçmişti.- Hani o kavmini Ahkaf denilen yerde; “Al­lah’tan başkasına ibadet etmeyin. Çünkü ben gerçekten sizin için büyük bir günün azabından korkarım” diye korkutup, uyarmıştı.

“Ad kavminin kardeşini” Abdullah b. Rebah oğlu Hud (a.s) olup, dinde değil de neseben kardeşleri idi “de an… Hani o kavmini Ahkaf denilen yer­de… korkutup, uyarmıştı.”

Yani sen bu müşriklere onunla ibret alsınlar diye Ad’ın kıssasını anlat! Hud’un (a.s.) durumunu kendi kendisine hatırlayıp ona uysun ve kavminin kendisini yalanlamaları gözünde büyümeyip küçülsün, diye kendi kendisi­ne bunu hatırlaması emredilmiştir, diye de açıklanmıştır.

Ahkaf, Ad kavminin yurdu olup el-Halil ve başkalarının açıklamasına gö­re büyük kumluklar demektir. Bunlar .sahib oldukları güç sayesinde yeryü-zündekileri yenik düşürmüş, emirleri altına almışlardı. Ahkaf “hıkf’in çoğu­lu olup bu da dağ seviyesine ulaşmamakla birlikte uzunlamasına devam edip giden ve eğrilip bükülen büyük kum tepeleri demektir. Çoğulu hikaf, ahkaf ve hukuf gelir. “Kum ve hilal eğildi, büküldü” demektir. “HıkPin hikafın çoğulu, ah kafin da çoğulun çoğulu olduğu da söylenmiştir. Eğri büğrü kum tepesi” denilir. Şair el-A’şa da şöyle demiştir:

“Uzunlamasına yayılmış, yüksekçe bir kumdaki kumluk yerde yetişen *ertat” ağacının yanında geceyi geçirdi.”

Bu kökten fiil: diye gelir. el-Accac şöyle demiştir:

“Gecenin, başından itibaren peyderpey katlanması gibi, Hilalin iyice bükülüp yükseldiği vakte kadar.”

İmruu’1-Kays da şöyle demektedir:

“Üzerinde iki küçük çocuğun yürüdüğü yuvarlak kum tepesi gibi, Kabul ettikleri yumuşak dokunuş ve kolaylıktan ötürü.”

Burada “el-Ahkaf ile neyin kastedildiği hususunda da görüş ayrılığı var­dır. İbn Zeyd dedi ki: Bunlar dağı andıran şekilde uzunca ve yüksek kum te­peleridir. Şu kadar var ki yüksekleri dağın yüksekliğini bulmaz. Bunun ta-nığı da az önce sözünü ettiğimizdir.

Katade dedi ki: Bunlar Şicr denilen yerde yüksekçe tepelerdir. Şihr Aden’e yakın bir yerdir. Umman Şihr’i ya da Uman Şehr’i denilir. Bu ise Um­man ile Aden arasındaki deniz sahilidir. Yine ondan nakledildiğine göre bi­ze Ad kavminin Yemende birtakım kabileler olduğu zikredilmiştir. Bunların bulundukları yer kumluk olup denize bakardı ve buraya Şihr denilirdi.

Mücahid dedi ki: Burası Ahkaf diye adlandırılan Hisme topraklarından bir yerdir. Hisme ise etrafları yumuşak, hemen hemen tepelerinden toz bulutu­nun ayrılmadığı oldukça yüksek dağlan bulunan çöldeki bir bölgenin adıdır. en-Nabiğa şöyle demiştir:

“İnce bir toprak (toz) Hisma dağlarının etrafını, Tıpkı bir kemer gibi dolamış oldu.”

Bu açıklamayı el-Cevherî yapmıştır.

İbn Abbas ve ed-Dahhak ise Ahkaf, Şam topraklarında bir dağdır, demiş­lerdir. Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre Uman ve Mehre arasında bir vadidir. Mukatil de: Ad kavminin meskenleri Mehre diye adlandırılan bir va­dide olup bu da Yemen’in Hadramut bölgesinde idi. Mehri develer de ora­ya nisbet edilir. “Mehri develer” denilir. Bunlar bahar mev­siminde göçebe bir çadır ahalisi idi. Ekinler kurumaya başladı mı tekrar es­ki yerlerine dönerlerdi, İrem kabilesinden idiler.

el-Kelbî dedi ki: Dağlardaki Ahkaf suyun etrafı kapladığı dönemde suyu­nun çekildiği yerler demektir. Su bir yerden çekilir, geriye de onun izi ka­lırdı. et-Tufayl, Ali b. Ebi Talib (r.a)’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İn­sanlar arasında en hayırlı iki vadinin birisi Mekke vadisidir, diğeri ise Adem’in indiği Hindistan topraklarındaki bir vadidir. Yine insanlar arasında en kötü iki vadi birisi Ahkaf taki vadidir, diğeri ise içine kâfirlerin ruhlarının atıldığı Berahut diye adlandırılan Hadramuvt’taki bir vadidir. İnsanların en hayırlı kuyusu Zemzem kuyusudur. En kötü kuyusu ise Berahut kuyusudur. Bu da Hadramuvt’taki o vadidedir. “Ki ondan” Hud’dan “önce de, sonra da uyarıcılar” peygamberler “gelip geçmişti.” ” Sonra da” buyruğu­nu böylece el-Ferra açıklamıştır. İbn Mesud’un kıraatinde ise: “ondan önce de, ondan sonra da” şeklindedir.

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.” Bu ifadeler rasûl gönderenin sözlerindendir, bir ara cümlesidir. Sonra da Hud(a.s): “Çünkü ben gerçek­ten sizin için büyük bir günün azabından korkarım” demişti. Buradaki: “Al­lah’tan başkasına ibadet etmeyin” buyruğunun da Hud (a.s)’ın söylediği söz­lerden ojduğu söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [43]

  1. Dediler ki: “Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize gel­din? Eğer doğru söyleyenlerden isen, o halde bizi kendisiyle teh­dit etmekte olduğun şeyi getir.”
  2. Dedi ki: “(Ona dair) ilim ancak Allah’ın yanındadır. Ben size be­nimle gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fakat ben sizin bilmez bir topluluk olduğunuzu görüyorum.”
  3. Onlar onu vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerin­de: MBu bize yağmur indirecek bir buluttur” dediler. “Hayır, o si­zin acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bir rüzgardır ki onda çok acıklı bir azab vardır.
  4. “Rabbinin emri ile herşeyİ helak eder.” Onların meskenlerin­den başka bir şey görünmez oluverdi. Biz günahkarlar toplulu­ğunu işte böyle cezalandırırız,

“Dediler ki: Sen bizi İlahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin?”

buyruğu iki şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre yaptığın iftira ile ilahları­mıza ibadetten bizi kaydırmak için mi geldin? İkincisine göre engellemek ve alıkoymak suretiyle bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi geldin? Bu açık­lamayı ed-Dahhak yapmıştır. Urve b. Uzeyne şöyle demiştir:

“Eğer sen. en güzel işi yapmaktan döndürülen birisi isen, Esasen döndürülmüş bulunan kimseler arasındasın.”

Şair diyor ki; Eğer iyilik yapma başarısına eriştirilmemiş isen, zaten sen (iyilik yapmaktan) döndürülmüş (alıkonulmuş) bir topluluk arasında bulu­nuyorsun.

“Eğer” peygamber olduğuna dair söylediklerinde “doğru söyleyenlerden İsen o halde bizi kendisi ile tehdit etmekte olduğun şeyi” getir. Bu buyruk “vaad” sözünün “vaid (tehdit)” anlamında kullanılabileceğini göstermektedir.

“Dedi ki:” Azabın geliş vakti ile ilgili “ilim ancak Allah’ın yanındadır.” Benim yanımda değildir.

“Ben size” Rabbinizden “benimle gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fa­kat ben sizin” azabın çabucak gelmesini istemekle “bilmez bir topluluk ol­duğunuzu görüyorum.”

“Onlar onu vadilerine yönelmiş bir bulut halinde gördüklerinde…” buy­ruğu ile ilgili olarak el-Müberred şöy!e demektedir: “Onlar onu… gördüklerinde” lafzındaki zamir daha önce sözü edilmemiş bir şeye aittir. Bunu da yüce Allah’ın “bir bulut” buyruğu açıklamaktadır. O halde burada zamir bu­luta aittir. Yani onlar bulutun kendilerine yönelmiş olduğunu gördüklerin­de… demek olur. Buna göre: “Bir bulut halinde” buyruğu tekrar do­layısıyla nasbedilmistir. Buluta bu ismin Cârid) veriliş sebebi göğün arzında (eninde) görülmesinden dolayıdır. Hal üzere nasbedildiği de söylenmiştir (Onu lafzındaki) zamirin yüce Allah’ın; “O halde bizi kendisi ile tehdit et­mekte olduğun şeyi getir” buyruğuna raci olduğu da söylenmiştir.

Onlar onu gördüklerinde kendilerine yağmur yağdıracak bir bulut zannet­tiler. Çoktan beri yağmur yağmamış ve gecikmişti. Onlar bunu “vadilerine yönelmiş” olarak gördüklerinde bu işe sevindiler. Gördükleri bu bululun gel­diği taraf adeten o taraftan görünen bulutun yağmur yağdırdığı bir cihetten geliyordu. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.

el-Cevherî dedi ki: “And” ufukta enine görünen bulut demektir, Yüce Al­lah’ın: “Bu bize yağmur yağdıracak bir and (bulut)durB buyruğunda bu an­lamdadır. Bize yağmur yağdıracak bulut demektir. Çünkü “bize yağmur İndirecek” lafzı bir marifedir ve nekre olan “and: bir buluf’a sıfat olması doğru değildir. Araplar bu gibi fiilden türetilmiş isimleri başkalarından fark­lı kullanırlar. Şair Cerir şöyle demiştir:

“Bize gıpta eden nice kişi vardır ki eğer sizin arkanızdan gelecek olursa, Sizden uzaklaştırılmak ve mahrum bırakılmakla karşılaşır.”

Arapçada -bizim kölemiz (olan) bir adamdır anlamında-: de­mek doğru olamaz. Bir bedevi Arap da orucun sona ermesinden sonra: “’ Nice oruç attan vardır ki bunu oruç tutmamış­tır, nice de namazla geçiren vardır ki bunu (duayı) namazla geçirmemiştir” diyerek nekreye sıfat yapmış ve marifeye izafet etmiştir,

Derim ki: el-Cevherînin: “Andın sıfatı olması caiz değildir” şeklindeki açık­laması nahivcilerin görüşüne muhaliftir. Çünkü infisal takdirinde izafet ha­kiki değil, lafzi bir izafettir. Çünkü birinci kelimeye bir marifelik kazandır­mış olmuyor. Aksine isim olduğu haliyle nekre kalmaya devam ediyor. İşte bundan dolayı nekreye sıfat getirilmiş olmaktadır. Gerek âyet-i kerime, ge­rek teyit hakkında nahivcilerin açıklaması bu şekildedir. Nekreye sıfat, da nek­redir. Diğer taraftan (bedevinin nakledilen sözünde geçen): “Nice” eda­tı ancak nekrenin başına gelir.

“Hayır, o…” Hud onlara dedi ki… anlamına gelmektedir. Buna delil de: “Hud dedi ki: Hayır o” diye okuyanların kıraatidir. Bu buyruk ayrıca: ” De ki, hayır (o) sizin acele gelmesini iste­diğiniz şeydir, O bir rüzgardır,” diye de okunmuştur. Yani yüce Allah buyur­du ki: De ki: Hayır o acele gelmesini istediğiniz şeydir. Bununla da kavminin söylediği: “Bizi kendisi ile tehdit etmekte olduğun şeyi getir” sözleri­dir. Sonra da bunun ne olduğunu beyan ederek şöyie buyurmaktadır:

“Bir rüzgardır ki; onda çok acıklı bir azab vardır.” Kendisiyle azaplan-dikları rüzgar, gördükleri o buluttan ortaya çıkıruştı. Hud ise aralarından ay­rılıp gitmişti. Gelen bu rüzgar çadırları ve hevdecleriyle birlikte develeri kal­dırıp bir çekirge gibi havaya yükseltiyor, sonra da onları kayalara çarpıyor­du.

İbn Abbas dedi ki: Onlar bulutu ilk gördükleri sırada ayağa dikilip elle­rini uzattılar. Onun azab olduğunu ilk olarak anladıkları vakit, yurtlarının dı­şına çıkmış bulunan erkek ve davarları, rüzgarın yer ile gük arasında havaya bir tüy gibi uçurmuş olduğunu gördüler. Bunun üzerine evlerine girip ka­pılarını kilitlediler. Rüzgar kapıları sökerek onian yerlerine yıktı. Yüce Allah rüzgara emir vererek, üzerlerine kumlan yıktı. Böylelikle onlar kesintisiz ola­rak yedi gece, sekiz gündüz boyunca iniltilerle kumların altında kaldılar. Da­ha sonra yüce Allah rüzgara emir vererek üzerlerinden kumlan açtı ve an­ları alıp denize attı. İşte yüce Allah’ın hakkında:

“Rabbinin emri İle herşeyl helak eder” diye buyurduğu budur. Yani Ad kavminin insanlarından ve mallarından üzerinden geçtiği herşeyi bu hale ge­tiriyordu.

İbn Abbas dedi ki: Üzerine gönderildiği herşey, demektir.

Helak etmek” demektir aynı anlamdadır.

“Herşeyi helak eder” buyruğu: “Herşey helak olur” diye; “Helak oLdıı, helak olmak”dan gelen bir fiil olarak da okunmuş­tur. Ayrıca: ” Onu helak etti, helak etmek” şekillerinde aynı anlamda geldiği söylenmiştir. “İzinsiz olarak girdi girer” de­mektir.

Hadis-i şerifte de: “Her kimin bakışı izin isteme­sinden önce (içeriye) ulaşırsa, o kimse izinsiz girmiş demektir[44] şeklinde “mim” harfi şeddesiz olarak zikredilmiştir. Tedmur, Şam’da bir şehirdir. Cer-boa küçük ve kısa boylu olduğu vakit: denilir.

“Rabbanin emri ile” Rabbinin izni ile demektir.

Buhârî’de yer alan rivayete göre Peygamber (sav)’ın hanımı Aİşe (r.anha) şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)’ı ağzının dip taraflarını görecek kadar güldüğünü görmedim. Onun gülmesi tebessümden ibaretti. (Aişe -r.anha- de­vamla) dedi ki: Bir butut yahut bir rüzgar gördü mü bunun etkisi yüzünde görülürdü. Ey Allah’ın Rasûlü! dedim. İnsanlar bulutu gördükleri vakit için­de yağmur olur ümidiyle sevinirler. Sen ise onu gördüğün vakit yüzünden hoşlanmadığını görüyorum. Şöyle buyurdu: “Ey Aişe! Rüzgar ile azab edil­miş bir kavmin azabının, o bulutun içinde olmadığına dair banim teminatım nedir? Çünkü o kavim azabı görmüş de bu bize yağmur yağdıracak bir bu­luttur demişlerdi.” Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş olup, Tirmizî bu hadis hakkında; Hasen bir hadistir demiştir. [45]

Müslim’in, Sahih’inûe de İbn Abbas’tan rivayete göre Peygamber (sav) şöy­le buyurmuştur: “Saba rüzgarı ile bana yardım olundu. Ad ise Debur (batı­dan esen) rüzgar ile helak edildi.” [46]

el-Maverdî’nin naklettiğine göre de Ad kavminden; “Bu bize yağmur in­direcek bir buluttur” diyen kişi Bekr b. Muaviye imiş. Bulutu görünce şöy­le demiş: Ben kül rengi bir bulut görüyorum. Ad’dan hiçbir kimseyi bırak­mayacak.

Amr b. Meymun’un naklettiğine göre bu rüzgar yanlarında bulunmayan adamı alır, meclislerine getirip atardı.

İbnİshak dedi ki: Hud ve beraberinde iman edenler bir ağılda biraraya gelmiş kavimlerinden ayrı bir kenara çekilmişlerdi. Ona ve beraberinde bu­lunanlara bu rüzgardan sadece elbiselerinin üst taraflarını hafifçe dalgalandıran ve kişinin hoşuna giden kadarı ile isabet ederdi. Ad kavminden ise hev-deciyle birlikte deveyi, gök ile yer arasına kadar yükseltir ve helak edince­ye kadar tepelerine taşlar bırakırdı. el-Kelbî’nin naklettiğine göre onlardan bir şair bu hususta şöyle demiştir:

“Hud beddua etti onlara, Öyle bir beddua ki, hareketsiz kaldılar. Rüzgar fırtına gibi esti üzerlerinden, Ad kavmini hareketsiz bırakıverdi. Yedi gece gönderildi üzerlerine, Yeryüzünde bir direk dahi bırakmayarak.”

Hud, onlardan sonra kavmi arasında yüzelliyıl daha yaşadı.

“Onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oluverdi” buyruğun­da geçen; “Görünmez” lafzını Asım ve Hamza “ye” harfi ile meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. Hammad b. Seleme de İbn Kesir’den böylece ri­vayet etmiş olmakla birlikte diye okuduğunu rivayet etmiştir.

Aynı şekil Ebu Bekir’den, o Asım’dan da rivayet etmiştir. Diğerleri ise “te” harfi üstün olarak lafzını da nasb İle okumuşlardır. Bu da; ey Muhammed sen onların meskenlerinden başka şey göremezsin, de­mektir.

el-Mehdevî dedi ki: “Te” ile meçhul bir fiil olarak okuyanlann kıraati “mes­kenler” lafzının müennes oluşuna binaendir. Bu ise ancak şiirde kullanılan ve çok az görülen bir kullanım şeklidir. Ebu Hatim de şöyle demiştir: Böy­le bir okuyuş dil açısından hazfedilmiş bir ifadenin varlığı kabul edilmeden düzgün sayılmaz. Nitekim konuşma esnasında: “Zey-neb’ten başka kadınlardan kimse görünmüyor” denilmekle birlikte; demek uygun düşmez. Sibeveyh dedi ki: Bunun anlamı; “Kendileri -meskenleri dışında- görülmüyorlardı”, demektir.

Ebu Ubeyd İle Ebu Hatim ise Asım ve Harnza’nın kıraatini tercih etmişler­dir. el-Kisaî dedi ki bu: ” Meskenleri dışında hiçbir şey gö­rülmüyordu” demek olup, mana gözönünde bulundurularak (fiil) bu şekil­de kullanılmıştır. Nitekim: “Hind’den başka kalkmadı” demeye benzer ki bu da “Hind’den başka kimse kalkmadı” demek­tir.

el-Ferra dedi ki: İnsanların görülmeyiş sebebleri kumun altında kalmış ol­maları idi. Meskenlerinin görülmesi ise yıkılmadan durmalarından idi.

“Biz günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız.” Verdiğimiz bu cezanın benzeri İle müşrikleri cezalandırırız. [47]

  1. Andolsutı ki size verdiğimiz imkanları onlara vermiş İdik. On­lara kulaklar, gözler ve kalbler de vermiştik. Fakat kulakları, göz­leri ve kalbleri onlara hiçbir fayda vermedi. Çünkü onlar Al­lah’ın âyetlerini bile bile inkar ediyorlardı. Alay edegeldikleri şey, onları çepeçevre kuşattı.

“Andolsun ki size verdiğimiz imkanları onlara vermişdik” buyruğun­da geçen: ( ö\ )’in zaid olduğu .söylenmiştir ki ifade: “An­dolsun ki size verdiğimiz imkanları onlara vermiş idik” takdirindedir. el-Ku-tebî’nin görüşü budur. el-Ahfeş de şöyle bir beyit zikretmektedir:

“Kişi görmediği şeyleri ümid eder, Ondan önce ise birçok haller ortaya çıkar.”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Bizim arzumuzu kesmediler lakin

Bizim temennilerimiz ve başkalarının devleti (büyük imkanları) vardır.”

Buyruktaki anlamında ismi mevsul, buna karşılık: anlamında nefy edalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin tak­diri de şöyle olur: Andolaun biz onlara size ver­mediğimiz imkanları vermiştik. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır.

(Zuid olduğu söylenen) bu edatın, şart edalı olduğu, cevabının ise hazfedilmiş olduğu; ifadenin de:

“Andolsun Biz onlara öyle imkanlar vermiş idik ki, eğer sizleri de o imkanlara sahib kılmış olsay­dık sizin azgınlığınız daha çok, inadınız daha ileri olurdu” takdirinde oldu­ğu da söylenmiştir.

İfade burada tamam olduktan sonra yeni bir cümle olarak: “Onlara ku­laklar, gözler ve” kendileri ile anlayıp kavrayacakları “kalbler de vermiştik. Fakat kulakları, gözleri ve kalbleri onlara” Allah’ın azabına karşı “hiçbîr fayda vermedi. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini bile bile inkar ediyorlar” kâfir oluyorlar “di. Alay edegeldikleri şey onları çepeçevre kuşattı.” [48]

  1. Andolsun ki etrafınızda bulunan ülkeleri helak ettik ve onlara âyetleri tekrar tekrar açıkladık. Belki dönerler diye.

“Andolsun ki etrafınızda bulunan ülkeleri” Hicr, Semud ve Lut kavmi­nin şehirleri ve buna benzer Hicaz’a yakın ülkeler kastedilmektedir. Bunla­ra dair haberler kendi aralarında dilden dile dolaşıyordu.

“Helak ettik ve onlara âyetleri” delilleri, belgeleri türlü türlü belge ve öğütleri bu ülkelerde yaşayanlara “tekrar tekrar açıkladık. Belki dönerler diye.” Fakat dönmediler. Buyruğun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: Bizler vaad, tehdit, kıssalar ve İ’caza dair Kur’ân’m âyetlerini bu müşrikler dönerler diye^ tekrar tekrar açıkladık. [49]

  1. Kendilerini yakınlaştırmak üzere Allah’tan başka ilah diye edindikleri, onlara yardım etmeli değil miydi? Bilakis bu ilah­ları önlerinden kaybolup gittiler. İşte bu, onların yalanları ve uydurageldikleri şeydir.

“…Onlara yardım etmeli değil miydi?” buyruğundaki: “Değil miy­di” buyruğu, ile aynı anlamdadır. Yani müşriklerin kendi kanaatlerine göre; “Bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçilerimizdir” (Yunus, 10/18) di­yerek şefaat ederler ümidi ile, kendileri vasıtasıyla Allah’a yakınlaşmaya ça­lıştıkları uydurma ilahları, ne diye onlara yardım etmedi ve başlarına gelen azab ile helak edilmekten niye onları kurtarmadı?

el-Kisaî dedi ki: “Yakınlaştırmak” kendisi ile yüce Allah’a yak­laşılan her türlü itaat ve ibadettir, çoğulu; (oa’y) diye gelir. “Ruhban” keli­mesinin çoğulunun: diye gelmesi gibi.

Âyet-i kerimedeki: ” Edindi” fiilinin iki mefulünden birisi: (raci olan hazfedilmiş bir zamirdir. İkinci meful ise: “( İlahûar)” lafzıdır, ” Yakınlaştırmak üzere” lafzı da haldir. Bunun ikinci meful, “ilah(lar)” lafzının da ondan bedel olması -mana bozulacağından- doğru olamaz. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî yapmıştır.

“Yakınlaştırmak üzere” anlamındaki lafız “re” harfi ötreli olarak di­ye de okunmuştur.

“Bilakis bu ilahları önlerinden kaybolup gittiler,” Yok olup gittiler buyruğu: İlahları önlerinden kaybolup gitti, çünkü kendilerine isabet eden şeyler -bu ilahlar cansız varlıklar olduğundan- isabet etmedi diye de açıklan­mıştır.

“Önlerinden kaybolup, gittiler” buyruğunun putları terkettiler ve onlar­dan uzak olduklarını belirttiler anlamında olduğu da söylenmiştir.

“İşte bu onların yalanları…dır.” Yani önlerinden kaybolup giden ilah­ları hakkında: Bunlar bizleri Allah’a yakınlaştıran varlıklardır, sözleri ile uy­durdukları yalanlarıdır.

” Onların yalanları” lafzı, “hemze” esreli, “fe” harfi sakin olarak okunmuştur. ” Yalan” demektir, da böyledir, çoğulu: diye gelir. “Çokça yalancı adam” demektir.

İbn Abbas, Mücahid ve İbn ez-Zübeyr İse “hemze”, “fe” ve “kef” harfle­rini üstün olan bir fiil diye okumuşlardır. İşte onların söyledikleri bu söz, ken­dilerini tevhidden alıkoymuştur, demektir. Hemze üstün olarak: ise: “Onu o şeyden çevirdi, alıkoydu” fiilinin mastarıdır.

îkrime, tekid ve çokluk anlamı vermek üzere “fe” harfini şeddeli olarak: diye okumuştur. Ebu Hatim: İçinde bulundukları nimetlerden onları çevirmiştir, diye açıklamıştır.

e!-Mehdevî de yine İbn Abbas’tan “elif” medli ve “fe” harfi kesreîi olarak;

şeklinde ve: “onları alıkoyucu” anlamında okumuş olduğunu nakletmistir. Abdullah b. ez-Zübeyr’den gelen farklı rivayetler arasındaki bir oku-yuşu da med ile şeklindedir. Bunun vezninde olması müm­kündür. Onları yalan söylemeye itti, demektir. Aynı şekilde veznin­de; onları yalancılığa sürükledi, şeklinde olması da mümkündür.

Genelin kıraati olan: “Onların yalanları” şeklindeki kıraatlerinin delili yüce Allah’ın: “Ve uydur age klikleri” yalan yere söyledikleri “şeydir” buyruğudur.

“Onların geri çevrilmeleri” şeklinin: “Onları alıkoydu” ile aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna göre; söyleniş itibariyle -çekilmek, sakınmak, tetikte olmak anlamlarına gelen ile benzemektedir. Bu açıklamayı da el-Mehdevî yapmıştır. [50]

  1. Hatırla ki cinlerden bir grubu, Kur’ân’ı dinlesinler dîye sana yö­neltmiş idik. Onun huzuruna geldiklerinde:

“Susup dinleyin” de­diler. (Okunması) bitirilince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler.

“Hatırla ki cinlerden bû- grubu… sana yöneltmiş İdik” buyruğu Kureyş müşriklerine bir azardır. Yani cinler Kur’ân’ı dinlediler, ona iman ettiler, onun Allah’tan geldiğini bildiler de siz ise hâlâ yüz çevirmekte ve küfür üzere ıs­rar etmektesiniz.

” Yöneltmiş idik” sana yönlendirmiş, sana doğru göndermiş idik, demektir.

Bu şöyle olmuştu; İlende de geleceği üzere cinler semadan yapılan alev­li atışlar ile oradan hırsızlama yoluyla söz dinlemek imkanından mahrum bı­rakılmışlardı. İsa’dan sonra peygamberimizin peygamber olarak gönderildi­ği vakte kadar bu işten engellenmiş değillerdi.

Müfessirîer yani İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid ve başkaları der ki: Ebu Talib öldükten sonra Peygamber (sav) tek başına Taife giderek Sakif-lilerden kendisine yardımcı bulmaya çalışmıştı. Abd Yalil, Mesud ve Hubeyb’in -ki bunlar Amr b. Umeyroğulları olup, kardeş idiler- yanma gitti. Yanlarında da CumahoğuHarına mensub Kureyşli bir kadın bulunuyordu. Onları imana davet etti ve kavmine karşı kendisine yardımcı olmalarını istedi.

Onlardan birisi: Şayet Allah seni peygamber olarak göndermiş ise ben de Kabe’nin elbiselerini yırtan olayım, dedi. Diğeri: Allah senden başka peygam­ber gönderecek kimse bulmadı mı, dedi.

Üçüncüsü ise: Allah’a yemin ederim, ebediyyen seninle tek bir kelime da­hi konuşmayacağım. Eğer Allah dediğin gibi seni peygamber olarak gönder­miş ise sen, sana cevab veremeyeceğim kadar büyük ve değerli bir kimse­sin. Eğer yalan söyleyen bir kimse isen benim seninle konuşmam gerekmez, dedi.

Daha sonra serserileri, köleleri kışkırtarak ona sövmelerini, onunla alay etmelerini sağladılar. Pek çok kimse başına toplandı ve Rabia’nın iki oğlu Ut-be ve Şeybe’ye ait bir bahçeye sığınmak zorunda bıraktılar. Cumahoğulların-dan olan kadına: “‘Senin kayınlarından (hısımlarından) nedir bu çektiğimiz” dedi. Sonra da şöyle dua etti:

“Allah’ım! Kuvvetimin zayıflığını, çaremin azlığını, insanlar nazarındaki de­ğersizliğimi Sana şikayet ediyorum. Ey merhametliler merhametlisi! Sen mustaz’afların da Rabbisin, benim de Rabbimsin, beni kime bırakıyorsun? Ba­na surat asıp kaba davranacak bir kuluna mı, yoksa işimi eline verdiğin bir düşmana mı? Eğer bana gazab etmemişsen hiçbirisine aldırmıyorum. Bunun­la birlikte Senin vereceğin esenlik benim için daha rahattır, Gazabının üze­rime inmesinden yahut öfkene maruz kalmaktan, yüzünün nuruna sığınırım. Benden razı olacağın vakte kadar Senden razılık diliyorum. Sen güç vermez­sen ben Sana itaat edemem, Sen bana kuvvet vermezsen masiyetinden uzak duramam.”

Rabia’nın oğulları ona acıdılar ve Addas adındaki hristiyan olan bir köle­lerine: Bir saikım Ü2üm alıp şu tabağa koy ve o tabaği da git bu adamın önü­ne bırak, dediler. Addas üzümü Rasûlullah (sav)’ın önüne bırakınca, Peygam­ber (sav): “Bismillah” dedikten sonra yemeye koyuldu. Addas onun yüzüne baktıktan sonra şunları söyledi: Allah’a yemin ederim, bu belde ahalisi bu sö­zü söylemiyor. Peygamber (sav): “Ey Addas! Sen hangi ülke ahalisindensin ve dinin nedir?” diye sordu. Addas: Ben Ninova ahalisinden hristiyan birisi­yim, dedi. Peygamber (sav) ona: “O salih adam Mettaoğlu Yunus’un şehrin­den öyle mi?” dedi. Addas: Mettaoğkı Yunus’un kim olduğunu sen nereden biliyorsun? diye sordu. Peygamber: “O benim kardeşimdir. O da bir peygam­berdi, ben de bir peygamberim,” Addas eğilip peygamber (sav)’ın baştnı, el­lerini, ayaklarını öpmeye koyuldu. Rabia’nın oğulları ona: Ne diye böyle yap­tın? diye sordular. O da şu cevabı verdi: Efendim yeryüzünde bundan daha hayırlı bir kimse yoktur. Bana bir peygamberden başka hiçbir kimsenin bilmediği bir hususu haber verdi.

Peygamber (sav) Şakulilerden bir hayır geleceğinden yana ümit kesince, oradan ayrılıp gitti. Nihayet Baln-i Nahle’ye varınca, geceleyin kalkıp nama­za durdu, Nasibinli cinlerden bir grub onun yanından geçti. Buna sebeb ise daha önce cinlerin semadan hırsızlama söz dinlemeleri idi. Sema himaye al­tına alınıp alevli atışlara maruz kalınca İblis şöyle dedi: Semada meydana ge­len bu olay yeryüzünde meydana gelen bir şeyden dolayıdır. Bunun üzeri­ne durumu öğrenmek maksadıyla etrafa kafileler gönderdi. Bunların ilki Na­sibinli kafile İdi. Bunlar ise cinlerin eşrafı olup, Tihame tarafına gönderilmiş­lerdi. Batn-ı Nahle’ye ulaşınca, Peygamber (sav)’ın orada sabah namazım kıl­makta olduğunu gördüler ve Kur’ân okuduğunu duydular. Ona kulak vere­rek: Dinleyin, dediler.

Bir kesim de şöyle demiştir: Peygamber (sav) cinleri uyarıp korkutmak, onları yüce Allah’a davet etmek ve onlara Kur’ân-ı Kerim okumak ile emro-lundu. Yüce Allah da Ninova tarafından bir grub cinni ona yönlendirdi ve onun huzurunda biraraya gelmelerini sağladı. Peygamber (sav): “Ben bu ge­ce cinlere Kur’ân okumak istiyorum. Sizden kim benimle beraber gelir” di­ye buyurdu. Hazır bulunanlar başlarını önlerine eğdiler. İkinci defa sözleri­ni tekrarladı, yine başlarını önlerine eğdiler. Bu sefer üçüncü bir defa söz­lerini tekrarlayınca, yine başlarını önlerine eğdiler. İbn Mesud; Ben ey Allah’ın Rasûlü, dedi. İbn Mesud dedi ki; Onunla beraber benden başka kimse bu­lunmadı. Mekkenin üst taraflarına varıncaya kadar yola koyulduk. Oraya va­rınca Peygamber (sav) el-Hacun yolu diye adlandırılan bir dağ yoluna gir­di. Bana bir çizgi çizdi ve onun içinde oturmamı emrederek: “Yanına çıkıp gelinceye kadar bunun dışına çıkma” diye buyurdu. Sonra yanımdan ayrılıp gitti. Ayakta durdu ve Kur’ân okumaya başladı. Ben kanat çırpışları içerisin­de aşağı doğru eğilen ve yürüyen, kartala benzer varlıklar görmeye başladım. Bir takım gürültüler ve homurdanmalar duydum. Peygamber (sav)’a bir za­rar geleceğinden korktum. Onu oldukça kalabalık gölgeler kapattı ve benim­le onun arasında engel oldular. Nihayet onun sesini duymaz oldum. Sonra bulut parçalan gibi parça parça gitmeye koyuldular. Peygamber (sav) tanye­ri ağarınca, işini bitirmiş oldu. “Uyudun mu” dedi. Ben Allah’a yemin ede­rim ki hayır, dedim. Defalarca İnsanlardan yardım istemeyi içimden geçirdim. Nihayet senin onları asan ile dürtükleyip, onlara oturun dediğini duyunca (vazgeçtim). Peygamber şöyle buyurdu: “Eğer (o çizginin) dışına çıkmış ol­saydın, onlardan birisinin seni kapmayacağından emin olamazdın.” Sonra: “Bir şey gördün mü?” diye sordu. Ben: Evet ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Ben bal­dırları arasından beyaz elbiseler dolayıp giyinmiş siyah adamlar gördüm. Şöy­le buyurdu: “İşte onlar Nasibin cinleridir benden yiyecek ve azık istediler.

Ben de artık çürümeye yüz tutmuş bütün kemikleri büyük baş hayvan ve kü­çük baş hayvan pisliklerini de onlara verdim.” Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanlar bizim aleyhimize olarak bunları pisletiyorlar, dediler. Bunun üzerine Rasû-luliah (sav) kemik ve hayvan pisiiği İle istincada bulunmayı yasakladı. Ben: Ey Allah’ın Peygamberi, dedim. Peki bunların onlara faydası ne? şöyle buyur­du: “Onlar ne kadar kemik bulurlarsa, mutlaka o kemiğin yendiği günkü ha­liyle üzerinde et bulurlar. Ne kadar pislik bulurlarsa, mutlaka onun içinde yen­diği günkü tanesini de içinde bulurlar.” Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Çok bü­yük bir gürültü ve patırtı duydum, şöyle buyurdu: “Cinler kendi aralarında­ki bir maktul hakkında karşılıklı davalaştılar. Benim hükmüme başvurdular, ben de aralarında hak ile hüküm verdim.” Sonra Peygamber (sav) def-i ha­cet için gitti, sonra yanıma geldi. “Beraberinde su var mı?” dedi. Ey Allah’ın Peygamberi dedim. Yanımda bir miktar hurma nebizi bulunan bir matara var, dedim. Ondan ellerine döktüm, abdest aldıktan sonra şöyle buyurdu: “Bu hoş ve temiz bir meyvedir, suyu da tertemizdir.”

Bu manadaki bir rivayeti Mamer, Katade ve Şu’be’den onlar da yine İbn Mesud’dan rivayet etmişlerdir. Ancak Ma’mer’in rivayetinde hurma nebizin-den sözedilmemektedir.

Ebu Osman en-Nehdî’den rivayet edildiğine göre îbn Mesud (Sind tarfla-nnda siyah bir dağ olan) Zut’u görünce (oradakiler için) bunlar nedir? diye sordu. Bunlar Zut!uiardır dediler. O da şöyle dedi: Cin gecesinde gördüğüm cinler dışında bunlara benzer kimse görmedim. Onlar biri diğerinin arkasın­dan süratle gidiyorlardı.

Darakutnî de Abdullah b. Lehia’dan şöyle dediğini zikretmektedir: Bana Kays b. el-Haccac anlattı, o Hareş’ten, o İbn Abbas’tan, o İbn Mesud’dan ri­vayet ettiğine göre (İbn Mesud) Peygamber (sav)’a cin gecesinde nebiz ile abdest almak üzere su dökmüş, peygamber de onunla abdest almış ve: “Hem bir içecektir, hem de temizdir” diye buyurdu. İbnu Lehia’nın rivayeti delil gösterilmez. [51]

Yine aynı senetle İbn Mesud’dan rivayete göre İbn Mesud cin gecesi Pey­gamber (sav) İle birlikte çıktı. Rasûluilah (sav) ona: “Ey İbn Mesud! Berabe­rinde su var mı?” diye sormuş, o da: Mataramda nebiz var, demiş Rasûluilah (sav) da: “Ondan elime dök” diye buyurmuş ve abdest aldıktan sonra; “O hem bir içecektir, hem de tertemizdir” diye buyurmuştur. Bunu sadece İbn Lehia (münferiden) rivayet etmiş olup, İbn Lehia’nın hadis rivayeti zayıftır. [52] Da­rakutnî dedi ki: Denildiğine göre İbn Mesud Peygamber (sav) ile birlikte cin ve başkalarının da ondan rivayet ettiğine göre o: Ben cin gecesinde bu­lunmadım, demiştir. [53] Bize Ebu Muhammed b. Said anlattı, bize Ebu’l-Eş’as anlattı, bize Bişr b. el-Fadl anlattı, bize Davud b. Ebi Hind, Amir’den anlat­tı, o Alkame b. Kays’dan dedi ki: Abdullah b. Mesud’a sordum: Rasûlullah (sav)’a cinnin davetçisi geldiğinde sizden herhangi bir kimse onunla birlik­te hazır mıydı? O, hayır dedi. Darakutni dedi ki: Bu sahih bir isnad olup, bu senedin ravilerinin adaletinde görüş ayrılıkları yoktur. [54]

Amr b. Murre’den dedi ki: Ben Ebu Ubeyde’ye sordum: Abdullah b. Me-sud cin gecesinde hazır bulundu mu? diye. O, hayır dedi. [55]

İbn Abbas dedi ki: Cinler Nasibin cinlerinden yedi kişi idiler. Peygamber (sav) onları kendi kavimlerine elçi tayin etti.

Zirr b. Hubeyş dedi ki; Bunlar dokuz kişi olup, birileri Zevbaa’dır. Katade; Bu cinler Ninova halkından idiler, demiştir. Mücahid ise Harran ahalisinden, İkrime de Musul Ceztre’sinden demişlerdir.

Sayılarının yedi olduğu söylenmiştir. Bunların üçü Necranlılardan, dördü ise NasibinliJerden idi.

İbn Ebİ’d-Dünya’nın rivayetine göre de Peygamber (sav) bu hadiste -Na­sibini de sözkonusu ederek- şöyle buyurmuştur: “Orası önüme kaldırıldı ve nihayet ben onu gördüm. Yüce Allah’tan buranın yağmurunu çoğaltmasını, ağacını yeşil kılmasını, nehrini daha da bollaştırmasını diledim.”

es-Süheylî dedi ki: Bunların yedi kişi oldukları söylenir. Yahudi idiler, müs-lüman oldular. İşte bundan dolayı: “Musa’dan sonra indirilmiş” (Ahkaf, 46/30) demişlerdir.

Denildiğine göre isimleri şöyledir: Şasir, Masir, Mengi, Maşi ve Ahkab. Bu beşinin adını İbn Düreyd zikretmiştir. Amr b. Cabir de bunlardan birisidir ki, bunu da İbn Selam, Ebu İshak es-Sebiî, o hocalarından, o İbn Mesud yoluy­la zikretmiştir. Buna göre Peygamber (sav), ashabından bir grub ile birlikte yürümekte iken önlerinde bir fırtına yükseldi. Sonra ondan daha büyük bir fırtına geİdi, aniden öldürülmüş bir yılan gördüler. Bizden bir adam hemen ridasını (üzerindeki cübbeyi) ortadan yarıp, o yılanı bir parçası ile kefenle­yip defnetti. Gece karanlığı bastırınca iki kadın birbirine soruyordu: Sizden hanginiz Amr b. Cabir’i defnetti. Biz: Amr b. Cabir’in kim olduğunu bilmiyo­ruz dedik. Şöyle dediler: Eğer siz bu işle ecir almayı ümit ediyor idiyseniz, onu elde ettiniz. Cinlerin fasıkları, müminleri ile çarpıştılar da Amr öldürüldü. İşte o gördüğünüz yılan odur. Bu kişi de Muhammed (sav)’dan Kur’ân’ı işitip sonra da kendi kavimlerine uyarıcılar olarak geri dönen kimselerden birisi idi.

İbn Selam bir başka rivayet kaydederek onu kefenleyen kimsenin Safvan b. el-Muattal olduğunu belirtmiştir.

Derim ki: es-Sa’lebî de bu haberi buna yakın ifadelerle zikrederek şöyle demiştir; Sabit b. Kutbe dedi ki; Birtakım kimseler İbn Mesud’a gelerek şöyle dediler: Bizler bir yolculukta idik, kanlarına bulanmış bir yılan gördük. Bizden bir kişi onu alıp gömdü. Bazı kimseler gelip: Hanginiz Amr’ı defnet­ti? diye sordu. Biz, Amr kim? dedik, Onlar: Sizin filan yerde defnettiğiniz yı­landır, dediler. O kişi Peygamber (sav)’dan Kur’ân’ı dinlemiş kişilerdendi, Müs­lüman ve kâfir iki cin kabilesi arasında bir savaş olmuştu, o da öldürülmüş­tü. Bu haberde belirtildiğine göre tbn Mesud yolculukta olmadığı gibi, de­finde de bulunmuş değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

İbn Ebi’d-Dünya Tabiînden adını verdiği bir kimseden şunu nakletmek­tedir: Bir yılan susuzluktan soluyarak çadırına girdi, ona su içirdi, ondan son­ra da bu yılan öldü, o da o yılanı defnetti. Geceleyin ona birileri geldi, ona selam verip, teşekkür etti. O yılanın, adı Zevbaa olan Nasibin cinlerinden bir adam olduğunu ona bildirdi.

es-SüheyLÎ dedi ki: Ömer b. Abdu’1-Aziz (r.a)’ın faziletleri hakkında bize birtakım rivayetler ulaşmıştır. Bize Ebu Bekr b, Tahir d-îşbilî’nin naklettik­leri rivayetlerden birisine göre Ömer b. Abdu’1-Aziz düz bir yerde yürüyor-ken ölü bir yılan görmüş. Onu elbisesinden bir parçaya sararak kefenleyip gömmüş. Aniden birisinin şöyle dediği duyulmuş: Ey Serik! Şehadet ederim ki Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Sen düzlük bir arazide öle­ceksin. Seni salih bir insan kefenleyecektir.” Allah’ın rahmeti üzerine olsun sen kimsin? diye sormuş. Sesin sahibi şu cevabı vermiş: Rasûlullah (sav)’dan Kur’ân’ı dtnltyen cinlerden bir adamım. Bunlardan geriye bir ben. bir de Se­rik kaldık. İşte Serik de ölmüş bulunuyor.

Aişe (r.anha) odasında Kur’ân okurken kendisini dinlemekte olan bir yı­lanı öldürdü. Rüyada ona şöyle denildi: Sen Rasûlullah (sav)’ın huzuruna gel­miş cinlerden mümin bir kişiyi öldürdün. Şöyle dedi; O kimse eğer mümin birisi olsaydı, Rasûlullah (sav)’ın hareminin huzuruna girmezdi. Ona şöyle denildi: O ancak sen örtülü iken senin bulunduğun yere girdi ve ancak zik­ri dinlemek için geldi. Aişe dehşet içerisinde sabahı etti ve birtakım köleler satın alarak onları azad etti.

es-Süheylî dedi ki: Bu cinlerin isimlerinden hatırımıza gelenleri zikrettik. Eğer bunlar yedi kişi iseler el-Ahkab onlardan birisinin sıfatıdır, özel bir isim değildir. Çünkü bizim az önce sözünü ettiğimiz isimler el-Ahkab ile birlik­te sekiz kişidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Derim ki: Hafız İbn Asakir, Tarih’mde (Tarih-i Dımaşk’ında.) şunu zik­retmektedir: Hame b. el-Him b. el-Akyas b. İblis. Denildiğine göre cinlerin müminlerinden olup Peygamber (sav) ile karşılaşanlardandır. Peygamber ona el-Vakıa, el-Mürselat, en-Nebe, et-Tekvir, el-Fatiha ve el-Felak ve en-Nas sû­relerini öğretmiştir. Nakledildiğine göre o Habil’in öldürülmesinde hazır bulunmuş, birkaç yaşında küçük bir çocuk iken onun kanına ortak olmuş, Nuh ile karşılaşıp, onun vasıtası ile tevbe etmiş. Hud, Salih, Yakub, Yusuf, İlyas, tmran oğlu Musa ve Meryem oğlu İsa (hepsine selam olsun) ile de kar­şılaşmış.

el-Maverdî, Mücahid’den naklen onların isimlerini zikrederek şöyle demek­tedir: İsimleri: Hisi, Misi, Minşi, Sasır, Masır, Erd, Enyan ve Ahkam’dır. Bu isim­leri İbnu’s-Simak diye bilinen Ebu Arar Osman b. Ahmed zikrederek şöyle demiştir: Bize Muhammed b. el-Bera anlattı, dedi ki: Bize ez-Zübeyr b, Bekkar anlattı, dedi ki: Hamza b. Utbe b. Ebi Leheb Rasûlullah (sav)’ın hu­zuruna gelmiş bulunan Nasibin cinlerinin isimlerini sayarken şöyle diyordu: Hisi, Misi, Şasir, Naşir, Efhar, Erd ve Enyal.

“Onun” Peygamber (sav)’ın “huzuruna geldiklerinde” demektir. Bu da “telvinu’l-hitab”[56] kabilindendir. Kur’ân’ın okunmasında hazır bulunup onu dinlediklerinde diye de açıklanmıştır.

“Susup dinleyin, dediler.” Yani biri diğerine Kur’ân’ı dinlemek için su­sun, dedi. İbn Mesud dedi ki: Peygamber (sav) Batnu Nahlede Kur’ân oku-yorken onun yanında bulundular. Kur’ân’ı dinleyince: “Susup dinleyin” de­diler. Bunlar yedi kişi idiler ki bunlardan biri.si Zevbea’dır. Yüce Allah: “Ha­tırla ki cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş İdik. Onun huzuruna geldiklerinde susup dinleyin dediler” âyetini “…işte on­lar apaçık bir^apıkhk içindedirler” (el-Ahkaf, 46/32) buyruğuna kadar in­dirdi.” [57]

Rasûlullah (sav)’ın sözüne kulak vermek için: Susup dinleyin, dediler di­ye de açıklanmıştır, anlam birbirine yakındır.

“Bîtırilİnce de…” anlamındaki buyruğu Lahid b. Humeyd ile* Hubeyb b. Abdullah b. ez-Zübeyr, “kaf” ve “dat” harflerini üstün olarak: ” Bi­tirince de…” diye okumuşlardır ki; Peygamber (sav) namazdan Önce (Kur’ân okumasını bitirince), demektir. Çünkü cinler süz hırsızlamasına karşı sema­nın koruma altına alınması üzerine bunu gerektirenin ne olduğunu öğren­mek üzere etrafa çıkıp dağılmışlardı. Peygamber (sav) sabah namazında Kur’ân okuyorken, Batn-ı Nahle vadisine geldiler, yedi kişi idiler. Onu din­ledikten sonra, korkutup uyarıcılar olmak üzere kavimlerine geri döndüler. Peygamber (sav) onlardan haberdar olmamıştı.

Şöyle de açıklanmıştır: Peygamber (sav)’a cinleri uyarıp korkutması ve on­lara Kur’ân-ı Kerim’i okuması emrolununca, yüce Allah ondan Kur’ân’ı din­lemeleri ve dönüp kavimlerini uyarıp korkutmaları için cinlerden bir toplu­luğu ona yönlendirdi. O da onlara Kur’ân’ı okuyup bitirince cinlere kavim­lerinden geride bıraktıkları kimselerin yanına gitmek üzere onun emriyle ay­rılıp gittiler. Maksatları da Kur’ân’a muhalefet etmekten kavimlerini uyarmak ve korkutmak, iman etmedikleri takdirde Allah’ın azabından onları sakındır-maktı. İşte bu, onların Peygamber (sav)’a iman elliklerine ve onları onun gön­derdiğine delildir. Bu hususa da onların söyledikleri: “Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisinin çağrısını kabull edin ve ona iman edin” (Ahkaf, 46/31) sözle­ridir. Çünkü bu olmasaydı, onların kavimlerini uyarıp, korkulmaları sözko-nusu olmazdı. İbn Abbas’tan gelen ve Peygamber (sav)Tın onları kavimleri­ne elçiler olarak gönderdiğine dair rivayet daha önce de geçmiş bulunmak­tadır. Buna göre cin gecesi iki ayrı gecedir. Bu anlamda yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Müslim’in, Sahih’inde de ileride “De ki: bana şu vah-yolundu…” (el-Cin, 72/1) buyruğunda açıklanacağı üzere buna delalet ede­cek rivayet bulunmaktadır.

Yine Müslim’in Sahih’inde Ma’n’dan şöyle dediği zikredilmektedir: Baba­mı §öyle derken dinledim: Mesruk’a: Kur’ân’ı dinledikleri gece cinlerin var­lığını Peygamber (sav)’a kim bildirdi, diye sordum. O dedi ki; Bana baban -yani İbn Mesud’un- anlattığına göre onların hazır bulunduklarını ona bir ağaç bildirdi [58]'(poğrusunu en iyi bilen Allah’tır). [59]

  1. Dediler ki: “Ey kavmimiz! Biz Musa’dan sonra İndirilmiş olup kendinden öncekileri doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ile­ten bir kitab dinledik.
  2. “Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin. Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kurtarsın.”

“Dediler ki: Ey kavmimiz! Biz Musa’dan sonra indirilmiş olup… bir kİ-tab dinledik.” Bu “kitab”tan kasıt, Kur’ânı Kerim’dir. Onu dinleyenler de Mu­sa’ya iman eden kimselerdi. Ata dedi ki: Bunlar yahudi idiler, müslüman ol­dular. Bundan dolayı “Musa’dan sonra İndirilmiş olup.,.” dediler. İbn Ab-bas’tan gelen rivayete göre de cinler, İsa (a.s)’ın durumunu işitmemişlerdi. Bundan dolayı “Musa’dan sonra İndirilmiş olup” dediler.

“Kendinden öncekileri” yani Tevrat’ı “doğrulayan hakka” hak dine “ve dosdoğru yola” Alİah’ın dosdoğru dinine “ileten bir kltab dinledik.”

“Ey kavmimizi Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul edin.” Kasıt Mu-hammed (sav)’dır. Bu da onun cinlere de, insanlara da peygamber olarak gön­derilmiş olduğunu göstermektedir. Mukatil dedi ki: Yüce Allah Muhammed (sav)’dan önce hem cinlere, hem insanlara bir peygamber göndermiş değildir.

Derim ki: Müslim’in Sahih’inde yer alan Cabir b. Abdullah el-Ensarî’nin şöyle dediğine dair rivayet onun bu sözüne delil teşkil eder: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Benden önce hiçbir kimseye verilmemiş beş özellik verildi. Ben­den önceki her peygamber özel olarak kendi kavmine gönderilirdi. Ben ise kırmızı tenli, siyah tenli herkese gönderildim. Benden Önce hiçbir kimseye ganimet helâl olmadığı halde bana hela! kılındı. Yeryüzü de benim için hoş ve temiz bir temizlenme aracı (teyemmüm) ve mescid kılındı. Herhangi bir kimse namaz vaktine erişti mi nerede ise namazını orada kılar ve bir aylık mesafeden (düşmanımın kalbine salınan) korku ile yardıma mazhar oldum ve bana şefaat verildi.” [60]

Mücahid dedi ki; “Kırmızı ve siyah”tan kasıt, cinler ve insanlardır. Ebu Hu-reyre’nin rivayetiyle bu hadisteki ifadeleri “Ve bütün yaratılmışlara pey­gamber olarak gönderildim ve peygamberler benimle son buldu”[61]şeklin­dedir.

“Ve ona” o davetçiye “iman edin.” O da Muhammed (sav)’dır. “Ona” laf­zının Allah’a iman edin, anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın” buyruğudur. İbn Abbas dedi kh Kavimlerinden yetmiş kişi onların çağrılarını kabul etti. Bu­nun üzerine Peygamber (sav)’a geri döndüler ve el-Batha’da onunla karşı­laştılar. Onlara Kur’ân-t Kerim’i okudu, emirler verdi, yasaklar bildirdi.

Cinler İçin Mükellefiyet Var mıdır?:

Bu âyet-i kerimeler emir, yasak, mükafat ve ceza bakımından cinlerin de insanlar gibi olduklarını göstermektedir, el-Hasen dedi ki: Mümin cinler için ateşten kurtulmanın dışında bir mükafat yoktur. Buna da yüce Allah’ın: “…günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acıklı bir azaptan kur­tarsın.” buyruğu delil teşkil etmektedir. Ebu Hanife de bu görüşü kabul et­miş olup şöyle demektedir; Cinlerin cehennem ateşinden kurtarılmaktan baş­ka bir mükafatları yoktur. Sonra onlara -hayvanlara denileceği gibi-: Toprak olunuz, denilecektir.

Başkaları şöyle demiştir: Kötülük yaptıkları takdirde cezalandırılacakları gibi, iyilik yapmaları halinde de tıpkı insanlar gibi mükafatlarını alacaklar­dır. Malik, Şafiî ve İbn Ebi Leyla bu kanaati benimsemiştir. ed-Dahhak da şöy­le demiştir: Cinler cennete girecekler ve yerler, iterler.

el-Kuşeyrî dedi ki: Doğrusu bu husus, hakkında kesin bir şey söyleneme­yecek konulardandır. Bunun hangisinin doğru olduğunu ancak Allah bilir.

Derim ki; Yüce Allah’ın: “Herkese işlediklerine göre dereceleri vardır.” (el-En’am, 6/132) buyruğu cinlerin de mükafat alacaklarına, cennete girecekle­rine delil teşkil etmektedir. Çünkü bu âyetin öncesinde yüce Allah: “Ey cin ve insanlar topluluğu! İçinizden size âyetlerimi okuyan, bugününüzün ge­lip çatacağını bildirip sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?…” (el-En’am, 6/132) diye buyurduktan sonra devamında: “Herkese işlediklerine göre de­receleri vardır” diye buyurmaktadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah’ın İzniyle er-Rahman Sûresi’nde (55/31- âyetin tefsirinde) gelecek­tir. [62]

  1. “Kim Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryü­zünde (Allah’ı) aciz bırakıcı değildir. Onun O’ndan başka dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içinde­dirler.”

“Kim Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o yeryüzünde (Al­lah’ı) aciz bırakıcı değildir.” Yani AllahOın azabm)dan kurtulamaz, O’nun önüne geçemez.

“Onun O’ndan başka” kendisini Allah’ın azabından kurtarabilecek “dost ve yardımcıları da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” [63]

33- Peki, göklerle yeri yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorul­mamış olan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu gör­mezler mi? Evet, muhakkak ki O, her şeye güç yetirendir.

“Peki, göklerle yeti yaratmış ve onları yaratmaktan dolayı yorulmamış olan Allah’ın, Ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu görmezler mi?” buy­ruğundaki “görmek” fiili, bilmek anlamındadır. “Allah” lafza-i celalinden ön­ce gelen: ( ile ismi ve haberi, “görmek” anlamındaki fiilin alması gere­ken iki mefulün yerini tutmaktadır.

Bu buyruk öldükten sonra dirilişi inkar edenlere karşı bir delil getirmek­tedir.

“Yorulmamış” buyruğu acze düşmemiş, onları yoktan var etmek­ten dolayı zaafa düşmemiş demektir. Uygun oian şekli ve yolu bulamama­yı anlatmak üzere; “İşi için uygun olan şekli bulamadı” denilir. Sonunun (ye’lerinin) idgamlı kullanılması daha çoktur. Çoğul halinde şed-desiz olarak denilebileceği gibi, şeddeli olarak) da denilebilir. Şa­ir de şöyle demiştir;

“Güvercin yumurtasını ne yapacağını bilemediği gibi, Onlar da işlerinin içinden nasıl çıkacaklarım bilemediler.”

tf); İşimi ne şekilde çözeceğimi bilemedim” demektir. “O beni yordu, şaşırttı” anlamına gelir.

el-IIasen (“yorulmamış” anlamı verilen buyruğu); diye “ayn” harfini esre, “ye” harfini de sakin (med harfi) olarak okumuştur ki, bu kul­lanım şekli çok az, hatta şazdır. Aynu’l-fiilin (üç harfli fiillerin ikinci harfinin) i’lal ile “lamu’l-fiilin’ (fiilin üçüncü harfinin) de tashih edilerek kullanımı an­cak; “Gaye, âyet” gibi çok az isimlerde görülen bir şeydir. Fiilde kul­lanımı ise sadece el-Ferra’nm zikrettiği bir beyitte görülmüştür. O da şairin şu beyitindedir:

“O sanki diğer kadınlar arasında bir altın külçe sidir,

Evinin avlusunda yürür de nereye gideceğini bilmez (ya da yorulur)”

” Kadir olduğunu” buyruğunun başındaki “be” harfi ile ilgili ola­rak Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş şöyle demişlerdir: Be lekid maksadıyla fazladan getirilmiştir. Yüce Allah’ın: ” şahid olarak Allah yeter* (en-Nİ-sa, 4/166) buyruğu ile; “): Yağ veren” (d-Mu’minun, 23/20) buyruk-lanndaki “be” gibi.

el-Kisaî, el-Ferra ve ez-Zeccac ise buradaki “be” harfinde buyruğun baş taraflarındaki istifham ve inkarın yerini tutan bir özellik vardır, demişlerdir. Yine ez-Zeccao şöyle demektedir: Araplar bunu inkar (cahd) ile birlikte kullanır ve; ” Ben Zeyd’in ayakta olduğunu zannetmiyor­dum” derler. Ancak -Zeyd’in ayakta olduğunu zannettim anlamında demezler. Burada hem: nefy edatı, hem de eda­tı geldiğinden be tekid içindir. İfade de: ” Allah kadir değil mi­dir?” takdirindedir.

Yüce Allah’ın; “Göklerle yeri yaratan, on­lar gibisini yaratmaya kadir değil midir?” (Yasin, 36/81) buyruğu gibidir.

İbn Mesud, el-A’rec, el-Cahderî, İbn Ebi İshak ve Yakub bu lafzı: Güç yetirir (âyet-i kerime meali içinde: güç yetirdiğini)” diye okumuş­lardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü; haberinde “be” harfinin girmesi pek güzel görülmez. Ebu Ubeyd ise genel okuyuşu ter­cih etmiştir. Çünkü bu buyruk, Abdullah b. Mesud’un kıraatinde: şeklinde be’sizdir. Doğrusunu en iyi biien Allah’tır. [64]

  1. Kâfirlerin ateşe arzolunacakları günde: “Bu hak değil miymiş?” Onlar: “Rabbimize andölsun ki evet…” derler. “O halde; inkar edegeldİklerînizden ötürü azabı tadınız” der.

“Kâfirlerin ateşe arzolunacakları gün” yani onlara arzolunacakları gün ve kendilerine “Bu hak değil miymiş” denileceğini hatırlat. “Onlar: Rabbi-mize andölsun ki, evet derler.”

Bunun üzerine onlara bu gerçeği söyletmek üzere soru soran şöyle diye­cek: “O halde inkar edegeldiklerinizden” kâfir olmanızdan “ötürü azabı­nızı tadın, der.” [65]

  1. Peygamberlerden büyük azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret ve bunlar İçin acele etme! Onlar kendisi ile tehdit olun­dukları şeyi görecekleri gün sanki yalnızca bir gündüzün bir sa­ati kadar kalmışlar gibi gelecek onlara. Bu, yeterli bir tebliğdir. Fasıklar topluluğundan başkası helak edilir mi ki?

“Peygamberlerden büyük azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sab­ret!” buyruğu hakkında îbn Abbas dedi ki; Büyük azim sahipleri kararlı ve sabırlı kimseler demektir. Mücahid dedi ki: Bunlar beş tanedir: Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed (aleyhimu’s-selam)dır. Aynı 2amanda bunlar bağım­sız şeriat sahibi peygamberlerdir.

Ebu’l-Aliye dedi ki: “Büyük azim sahibi peygamberler (ulu’1-azm)”; Nuh, Hud ve İbrahim’dir. Yüce Allah peygamberine dördüncüleri olmasını emret­miştir. es-Süddî bunlar altı kişidir: İbrahim, Musa, Davud, Süleyman, İsa ve Muhammed’dir -hepsine Allah’ın salat ve selamlan olsun- demiştir.

Bir görüşe göre bunlar: Nuh, Hud, Salih, Şuayb, Lut ve Musa’dır. Bunlar el-Araf ve eş-Şuara sûrelerinde belli bir sıra halinde sözü edilen peygamber­lerdir.

Mukatil dedi ki: Bunlar altı kişidir. Nuh uzun bir süre kavminin eziyetle­rine karşı sabretti. İbrahim ateşe karşı sabretti. İshak boğazlanmaya sabret-ti. Yakub çocuğunun kaybolmasına, gözlerinin gitmesine sabretti. Yusuf kuyuya atılmaya, zindana atılmaya sabretti. Eyyub hastalığa karşı sabretti.

İbn Güreye dedi ki: İsmail, Yakub ve Eyyub bunlar arasındadır. Yunus, Sü­leyman, Adem ise bunlardan değildir.

eş-Şa’bî, el-Kelbı ve yine Mücahid şöyle demişlerdir: Bunlar savaşmakla emrolunarak iman ve küfrü, mümin ve kâfiri açıkça ortaya koyup kâfirlerle cihad eden kimselerdir.

el-En’am Sûresi’nde (6/83. âyetinden itibaren) sözü edilen seçkin peygam­berlerdir, de denilmiştir. Bunlar ise onsekiz kişidir. İbrahim, İshak, Yakub, Nuh, Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, el-Yesa, Yunus ve Lut’dur. Bundan sonra gelen: “İşte bunlar Al­lah’ın hidayet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidayetine uy!” (el-En’am, 6/93,) buyruğu dolayısıyla el-Hasen b. el-Fadl bu görüşü tercih etmiş­tir.

Yine İbn Abbas şöyle demiştin Bütün rasûller büyük azim sahibi peygam­berlerdi. Ali b. Mehdî et-Taberî de bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Burada “peygamberlerden” anlamındaki buyruğun başına; “…den” laf­zının girmesi teb’îd (kısmilik) bildirmek için değil, cinsi bildirmek içindir. Ni­tekim: “Ben kumaştan rida ve ipekli yünden gi­yecekler satın aldım” derken de bu anlamda kullanılmıştır. Buna göre buy­ruk; peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret, demektir.

Metta oğlu Yunus dışında bütün peygamberlerin büyük azim sahibi pey­gamberler oldukları da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav)’a onun gibi ol­ması yasaklanmış bulunmaktadır. Çünkü o kavmine kızarak ayrılıp gittiğinde, bir çeşit aceleciliği ortaya çıkmıştı. Yüce Allah da onu üç şey ile sınamış­tı: Amalikalılan ona musallat kılmış ve onun ailesine ve malına baskın dü­zenlemişlerdi. Kurdu oğluna musallat etmiş ve kurt da oğlunu yemişti. Ba­lığı ona musallat kılmış ve onu yutmuştu. Bu açıklama Ebu’l-Kasım el-Hakim’e aittir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Büyük azim sahibi peygamberler Şam bölgesinde İsrailoğullarına gönderilip İsrailoğullarının kendilerine karşı çık­tığı oniki peygamberdir. Yüce Allah da peygamberlere: Ben İsrailoğullarının isyankarları üzerine azabımı gönderiyorum, diye vahyetti. Bu husus rasûlle-re ağır gelince, yüce Allah da kendilerine: Kendiniz için tercihte bulunun di­ye vahyetti: Arzu ederseniz size azab indirir, İsrailoğullarını kurtarırım, di­lerseniz sîzi kurtarır, azabı İsrailoğullarına indiririm. Kendi aralarında danış­tılar, azabın üzerlerine inip Allah’ın İsrailoğullarını kurtarması noktasında gö­rüş birliğine vardılar. Yüce Allah da İsrailoğullarını kurtarıp o peygamberle­re azabı indirdi. Bu da üzerlerine yeryüzü krallarını musallat etmesiyle olmuş­tu. Kimisi testerelerle biçildi, kimisinin başının ve yüzünün derisi soyuldu, kimisi ölünceye kadar ağaçlara asıldı (çarmıha gerildi), kimisi ateşle yakıldı. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. .

el-Hasen dedi ki: Büyük azim sahibi peygamberler dörttür, İbrahim, Mu­sa, Davud ve İsa. İbrahim’e: “Teslim ol, denilince, o da Alemlerin Rabbine teslim oldum, demişti.” (el-Bakara, 2/131) Daha sonra maiında, çocuğunda, vatanında ve canında imtihanlara maruz kaldı. İmtihana maruz kalıp sınan­dığı bütün hususlarda sözünü eksiksiz yerine getirdiği ve verdiği sözde durduğu ortaya çıktı.

Musa’ya ise kavmi: “İşte şimdi kıstırıldık, dediler. O: Asla, muhakkak Rab-bim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir, dedi” (eş-Şuara, 26/61-62) de­yince, azim sahibi olduğu ortaya çıkmıştı,

Davud’a gelince, o bir hata işledi. O hatasına dikkati çekilince, gözyaş-lanndan bir ağaç bitip yetiştirinceye ve kendisi onun gölgesinde oturunca-ya kadar kırk yıl süre ile ağlayıp durdu.

İsa’nın azmine gelince, o bir taş üstüne taş koymayıp “bu gelip geçilen bir yoldur. Siz buradan gelip geçiniz, burayı imar etmeyiniz” demişti.

Bu buyruğuyla yüce Allah rasûlüne şöyle buyuruyor gibidir: Sabret, ya­ni imtihan olunduğun hususlarda İbrahim gibi doğru ve sözüne bağlı kal. Mu­sa’nın güvendiği gibi mevlanın yardımına güven. Davud’un üzülüp kederlen­diği gibi sen de geçmişteki yanılgılarından ötürü üzül. İsa’nın zühdü gibi dün­yada zahid ol.

Diğer taraftan bu âyetin, kılıç âyeti (savaşı emreden) ile nesholduğu söylendiği gibi, muhkem olduğu da söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen, men-suh olduğudur. Çünkü sûre Mekke’de inmiştir.

Mukatil’in naklettiğine güre de bu âyet, Uhud günü Rasûlullah (sav)’a in­miş, yüce Allah ona gelen musibete karşı büyük azim sahibi rasûllerin sab­rettiği şekilde sabretmesini -onun karşı karşıya kaldığı durumu kolaylaştır­mak ve ona sebat vermek maksadıyla- emir buyurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Ve bunlar için acele etme!” Mukatil, onlara beddua etmek suretiyle… di­ye açıklamıştır. Başlarına azabın getirilmesi hususunda… diye de açıklanmış­tır. Çünkü nihayet onların azapla karşılaşacakları en uzak süre kıyamet gü­nüdür. “Acele etme” anlamındaki fiilin mefulü “azab” anlamındaki lafzı olup hazfedilmiştir.

“Onlar kendisi île tehdit olundukları şeyi” Yahya azabı, en-Nekkaş ahi-reti diye açıklamıştır. “Görecekleri günde sanki” kendilerine azab gelince­ye kadar dünyada -ki bu Yahya’nın açıklamasının gereğidir. en-Nekkaş’a gö­re- hesab için diriltilecekleri vakte kadar kabirlerinde; “yalnızca bir gündü­zün bir saati kalmışlar gibi gelecek onlara” Bu, kıyamet gününe nisbetle böy­le olacaktır. Azabı görecekleri vakit karşı karşıya kalacakları dehşetin dünya­da kaldıkları uzun süreyi kendilerine unutturmuş olacağı da söylenmiştir.

Daha sonra: “Bu yeterli bir tebliğdir.” Yani bu Kur’ân yeterli bir tebliğ­dir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır. Buna göre: “Bir tebliğdir” buy­ruğu hazfedilmiş bir mübtedaya göre refedilmiştir. Bunun delili de yüce Allah’ın: “İşte bu insanlara yeterli bir tebliğdir. Onunla uyarılstnlar..,” (İbra­him, 14/52) buyruğu ile; “Gerçekten bunlar ibadet eden bir topluluk için ye­terli bir tebliğdir” (el-Enbiya, 21/106) buyruklarıdır.

“Beİağ” tebliğ anlamındadır.

Bu kadar kalış yeterlidir, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn İsa yap­mıştır, Bu«a göre: “Bu yeterli…dir” buyruğu ile: ” Gündüz” üzerinde vakıf yapılır.

Ebu Hatim’in naklettiğine göre de kimisi: “Acele etme” buy­ruğu üzerinde vakıf yaptıktan sonra: “Bunlar için” buyruğu ile: “Bunlar için ulaşacakları nihai bir vakit vardır” anlamında okuma­ya geçmiştir.

İbnu’l-Enbaıî der ki: Ancak bu bir yanlışlıktır, çünkü böylelikle: “Belağ (tebliğ)” ile ref edici (haberin başına gelmiş) olan “lam” arasında onlarla il­gisi olmayan ifadeler girmiş ve böylelikle bunlar birbirlerinden ayrılmış olmaktadırlar.

Arapça açısından bu lafzın şeklinde nasb ile ve şeklinde cer ile okunması da mümkündür, Nasb ile: şeklinde mastar (meful-i mutlak) yahutta “saat’in sıfatı olarak okunur. [66] Cer ile okunması halinde ise: ” Ulaştırılacak günden bir süre…” anlamında olur. İsa b. Amr ve el-Hasen nasb ile okumuşlardır. Kimi kıraat alimlerinden, emir ola­rak: ‘Tebliğ et!” diye okudukları da rivayet edilmiştir. Bu kıraate gö­re: “Bir gündüzün” lafzı üzerinde vakıf yapılır, sonra da: “Teb­liğ et” buyruğu ile okumaya yeniden devam edilir.

“Fasıklar” İbn Abbas’ın ve başkalarının açıklamalarına göre Allah’ın em­rinin dışına çıkanlar “topluluğundan başkası helak edilir mi ki?”

İbn Muhaysın fiili kavme isnad ederek: “…topluluğundan başkası helak olur mu” diye okumuştur.

İbn Abbas dedi ki: Bir kadının doğumu güçleşecek olursa, bir sahifeyc şu iki âyet ve şu iki kelime yazılır, sonra bunlar su ile yıkanarak ondan o ka­dına içirilir. Sözkonusu (âyetler ve kelimeler şunlardır):

“Rahman ve rahim Allah’ın adı ile. Azim, Halim ve kerim olan Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve büyük Arş’ın rab-bi olan Allah her türlü eksiklikten münezzehtir. “Onlar onu görecekleri gün, bir (günün) akşamından veya kuşluğundan başka durmamışlar gibi gelecek onlara.” (en-Naziat, 79/46); “Onlar kendisi İle tehdit olundukları şeyi görecekleri gün sanki yalnızca bir günün bir saati kadar kalmışlar gi­bi gelecek onlara. Bu yeterli bir tebliğdir, fasıklar topluluğundan başka­sı helak edilir mi ki?” Sadakallahu’1-azîm.”

Katade’den nakledildiğine göre; yüce Allah ancak kendisini helake sürük­leyen bir müşriki helak eder, demektir.

Allah’ın rahmetine umutlandırmak bakımından, en güçlü âyetin bu oldu­ğu söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kuran

Ahkaf Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.