Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

44 – Duhan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Yüce Allah’ın: “Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız” (ed-Duhan, 44/15) buyruğu dışında, Mekke’de indiği ittifakla belirtilmiştir. Elliyedi âyettir, ellidokuz olduğu da söylenmiştir.

44 – Duhan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Duhan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile

Darimî’nin, Müsned’inde Ebu Rafîden şöyle dediği rivayet edilmektedir: “Her kim cuma gecesi Duhan Sûresi’ni okursa, günahları bağışlanmış olarak sabahı eder ve huru’l-în’den ona eşler verilir.” [1]es-Sa’lebî bunu Ebu Hureyre yoluyla merfu bir hadis olarak (Peygambe­re nisbet ederek) zikretmiştir. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­tur: “Kim cuma gecesi Duhan Sûresi’ni okursa, günahı bağışlanmış olarak sa­bahı eder.” [2]

Bir başka lafız: Ebu Hureyre’den rivayete göre Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Kim bir gece Duhan Sûresi’ni okursa, ona yetmişbin melek mağfiret dileyerek sabahı eder.” [3]

Ebu Umame’den dedi ki: Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Her kim cuma gecesi ya da cuma günü Ha, mim. ed-Duhan Sûresi’ni oku­yacak olursa, yüce Allah ona cennette bir ev bina eder.” [4] [5]

  1. Ha, Mim.
  2. Mubin kitaba yemin olsun ki;

3- Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Muhakkak Biz kor­kutup uyaranlarız.

Eğer “Ha, Mim” kasemin cevabı kabul edilirse, ifade şanı yüce Allah’ın: “(0=H’): Mubin” buyruğunda tamam olur. Sonra da “Şüphesiz Biz onu… in­dirdik” buyruğu ile okumaya başlanılır. Eğer: “Muhakkak Biz korkutup uya­ranlarız” buyruğunu, “kitaba yemin olsun ki” şeklindeki kasemin cevabı ka­bul edersek, o takdirde; “korkutup uyaranlarız” anlamındaki buyruk üze­rinde vakıf yapılır ve; “o gecede hikmetli herbir iş… ayrılır” buyruğu ile yeniden okumaya devam edilir.

Kasemin cevabının: “Şüphesiz Biz onu… indirdik” buyruğu olduğu söy­lenmiştir. Ancak bazı nahivciler kendisine kasem edilenin sıfatı olması ba­kımından bunu kabul etmemişlerdir. Çünkü kendisine kasem olunan (muksemu’nbih) kasemin cevabı olmaz.

“(Biz) onu… indirdik” buyruğundaki zamir Kur’ân-ı Kerim’e aittir.

Bu buyrukla yüce Allah, diğer kitaplara kasem etmektedir, diyenlerin gö­rüşlerine göre ise-, “Şüphesiz Biz onu… indirdik” buyruğundaki zamir ile da­ha önce ez-Zuhruf Sûresi’nin baş taraflarında (43/1-3. âyetlerin tefsirinde) açık­landığı üzere Kur’ân’ın dışındaki kitaplara ait olur. “Mübarek gece” kadir ge-cesidir. Şabanın onbeşinci gecesi olduğu da söylenmiştir. Bunun dört adı var­dır: Mübarek gece, beraat gecesi, sak gecesi ve kadir gecesi.

Yüce Allah’ın onu; “mübarek” olmakla nitelendirmesi bu gecede kulla­rının üzerine pekçok bereketler, hayırlar ve sevab indirmesinden dolayıdır.

Katade, Vasile’den o Peygamber (sav)’dan şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: “İbrahim’in sahifeleri ramazanın ilk gecesi indirildi. Tevrat, ramazanın altıncı gecesi indirildi. Zebur, ramazanın onikinci gecesi indirildi. İncil, ramazanın onsekizinci gecesi indirildi. Kur’ân ise ramazanın yirmidördüncü ge­cesinden sonraki gece indirildi.” [6]

Diğer taraftan belirtildiğine göre Kur’ân-ı Kerim tümü ile bu gecede dün­ya semasına indirilmiştir. Daha sonra da uygun sebeplere göre diğer zaman­larda kısım kısım indirilmiştir.

Bir diğer görüşe göre senenin diğer bölümlerinde inecek olan buyruklar hep Kadir gecesinde inerdi. Yine Kur’ân’ın bu gecede inmeye başladığı da söylenmiştir.

İkrime dedi ki: Burada sözü edilen mübarek gece şabanın ortası gecesi-dir. Ancak birincisi yüce Allah’ın: “Doğrusu Biz onu Kadir gecesinde indir­dik” (el-Kadr, 97/1) buyruğu dolayısı ile daha sahihtir.

Katade ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’in tama­mını Kadir gecesinde Ummu’l-Kitab’tan dünya semasındaki Beytu’l-Izze’ye indirmiştir. Daha sonra peygamberine çeşitli gün ve geceler boyunca yirmi-üç yıllık bir zaman zarfında indirmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha ön­ceden el-Bakara Sûresi’nde yüce Allah’ın: “0 ramazan ayı ki Kur’ân onda in­dirilmiştir” (el-Bakara, 2/185) âyeti açıklanırken başlıkta) geçmiş bulun­maktadır. Yüce Allah’ın izniyle biraz sonra da gelecektir. [7]

  1. O gecede hikmetli herbir iş ayrılır.

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah dünya işlerini bir sonraki Kadir gecesine kadar hayat, ölüm ya da nzık ile ilgili hususları muhkem olarak hükme bağ­lar. Katade, Mücahid, el-Hasen ve başkaları da böyle demiştir.

Bundan bedbahtlık ve mutluluk müstesnadır da denilmiştir. Çünkü bun­lar hiçbir şekilde değişikliğe uğramazlar. Bu da İbn Ömer’in görüşüdür.

el-Mehdevî dedi ki: Bu sözün anlamı şudur: Yüce Allah, bütün bu husus­ları ezelden beri bilmekle birlikte, o sene içinde olacak şeylere dair melek­lere emir verir.

İkrime dedi ki: Burada sözü edilen gece şabanın ortası gecesidir. Orada bir senenin işleri hükme bağlanır. Hayatta kalacaklar, öleceklerden ayrı kaydedilir. Hacca gidecek olanlar yazılır ve kimse onlara ilave edilmez, kimse de onlardan eksiltilmez.

Osman b. el-Muğire de şöyle demektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Şabandan şabana kadar eceller kesinleştirilir. Öyle ki bir adam bir hanımı nikahlar, onun çocuğu olur, halbuki adı ölüler arasında kayıtlı bulunur.” [8]

Yine Peygamberden şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Şabanın orta ge­cesi oldu mu o geceyi namazla ihya ediniz, gündüzünü oruç tutunuz. Çün­kü yüce Allah güneşin batışında dünya semasına iner ve: Yok mu mağfiret dileyen, ona mağfiret edeyim. Yok mu bir belaya maruz olan, ona afiyet ve­reyim. Yok mu rızık isteyen, ona rızık vereyim. Yok mu şöyle, yok mu böy­le olan, diye tan yeri ağarıncaya kadar söyler.” [9] Bunu da es-Sa’lebi zikret­miştir.

Tirmizî bu anlamdaki bir rivayeti Aişe (r.anha)’dan kaydetmektedir. Bu­na göre Peygamber (sav) buyurdu ki: “Şüphesiz aziz ve celil olan Allah şa­ban ayının ortası gecesinde dünya semasına iner ve Kelboğulları koyunlarının tüyleri sayısından daha fazla kimseye mağfiret buyurur.” [10] (Tirmizî de­di ki): Bu hususta Ebu Bekir es-Sıddîk’tan da gelmiş bir rivayet vardır. Ebu İsa (Tirmizî) dedi ki: Aişe yoluyla gelen bu hadisi biz merfu olarak ancak el-Haccac b. Ertae’den, o Yahya b. Ebi Kesir’den, o Urve’den, o Aişe’den yo­luyla biliyoruz. Ben Muhammed’i bu hadisi zayıf bulduğunu söylerken din­ledim. Ayrıca dedi ki: Yahya b. Ebi Kesir, Urve’den hadis dinlememiştir, el-Haccac b. Ertae ise Yahya b. Ebi Kesir’den hadis dinlememiştir. [11]

Derim ki: Aişe (r.anha)’nın rivayet ettiği hadisi Kitabu’l-Arus [12] uzunca zik­retmiş ve hikmetli herbir işin kendisinde ayrıldığı gecenin şabanın ortası ge­cesi olduğunu ve bu geceye beraet gecesi adı verildiğini tercih etmiştir. Biz onun bu görüşünü ve bu görüşe eleştirileri bir başka yerde sözkonusu ettik ve doğru olanın açıkladığımız üzere Kadir gecesi olduğunu belirttik.

Hammad b. Seleme dedi ki: Bize Rabia b. Kulsum haber verdi, dedi ki: Bir adam -ben yanında bulunuyor iken- el-Hasen’e şöyle sordu: Ey Ebu Sa-id! Senin görüşüne göre Kadir gecesi ramazanın tümünde midir? O: Evet, ken­disinden başka ilah olmayan Allah adına yemin ederim .ki, o ramazanın tü-mündedir. O kendisinde hikmetli herbir işin ayırdedildiği gecedir. Yüce Al­lah o gece herbir yaratmayı, eceli, rızkı ve ameli benzeri bir dahaki geceye kadar hükme bağlar.

İbn Abbas dedi ki: Kadir gecesinde Ummu’l-Kitab’dan o sene içinde

meydana gelecek ölüm, hayat, rızık, yağmur ve hacca varıncaya kadar ola­cak işler yazılır. Filan haccedecek, filan haccedecek denilir. Bu âyet hakkın­da dedi ki: Sen bir adamı pazarda dolaşıyor gördüğün halde, halbuki o ada­mın ismi ölecekler arasına yazılmıştır. Bir yılın hükümlerine dair bu açıkla­malar yaratıklardaki esbabı meydana getirmekle görevli olan melekler için­dir. Biz de bu manadaki açıklamayı az önce zikretmiş bulunuyoruz.

Kadı Ebu Bekr İbnu’l-Arabî dedi ki: İlim adamlarının çoğunluğu bu gece­nin Kadir gecesi olduğunu söylemişlerdir. Onlardan bu gece şabanın ortası gecesi olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bu yanlış bir görüştür, çünkü yüce Allah doğru ve kati olan Kitabında: “O ramazan ayı ki, onda Kufân in­dirilmiştir” (el-Bakara, 2/85) diye buyurarak Kur’ân’ın indirilmiş zamanının ramazan ayında olduğunu açıkça ifade etmiş, daha sonra da bu buyrukta “Biz onu mübarek bir gecede indirdik” (el-Kadir, 100/1) buyurmak suretiyle hangi gecede inmiş olduğunu tayin etmiştir. Kim Kur’ân’ın başka bir zaman­da indiğini iddia edecek olursa, Allah’a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Şabanın ortası gecesi ile ilgili ne faziletine dair, ne de o gecede ecellerin ya­zıldığına dair dayanak kabul edilmeye elverişli hiçbir hadis yoktur. O bakım­dan bu tür rivayetlere iltifat etmeyiniz.

ez-Zemahşerî dedi ki: Denildiğine göre bunların Levh-i Mahfuz’dan yazıl­maya başlanması Beraet gecesindedir ve bu yazma işi Kadir gecesinde biter. Rızıklara dair bölüm Mikail’e. savaşlara dair bölüm Cebrail’e, aynı şekilde zel­zeleler, yıldırımlar ve yerin dibine geçecek kara parçaları ile ilgili bilgiler de ona verilir. Amellere dair nüsha pek büyük bir melek olan dünya semasının sorumlusu İsmail’e verilir. Musibetlere dair nüsha da ölüm meleğine verilir.

Bazılarından nakledildiğine göre; amel (eden) herbir kişiye: amellerinin bereketleri verilir ve böylelikle insanlar tarafından ondan övgüyle sözedil-mesi, kalblerine de onun saygısı yerleştirilir.

“Ayrılır” anlamındaki buyruk: ” Ayırırız” diye şeddeli okunduğu gi­bi: “Ayırırız” diye de okunmuştur. Bu fiillerin herbirisi de malum ola­rak okunmuş, “küll; her” de nasb ile okunmuştur. Ayıran ise yüce Allah’tır. Zeyd b. Ali (r.a) ise “nun” ile: ” Ayırırız” diye okumuştur. [13]

“Hikmetli herbir iş…” Hikmet özellikli herbir iş demek olup hikmet’in gereğine uygun olarak yapılan herbir iş demektir. [14]

  1. Tarafımızdan bir emir ile… Muhakkak Biz gönderenleriz;
  2. Rabbinden bir rahmet olarak; gerçekten O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir.

“Tarafımızdan bir emir ile” buyruğu hakkında en-Nekkaş şöyle demiş­tir: Emir, Kur’ân-ı Kerim’dir. Allah onu kendi katından indirmiştir. İbn İsa da şöyle demiştir: Emir, yüce Allah’ın mübarek gecede kullarının halleri ile ilgili olarak hükme bağladığı şeylerdir. Buradaki “emir” anlamındaki lafız, hal konumunda bir mastardır. “Rabbinden bir rahmet olarak” buyruğu da böyledir. el-Ahfeş’e göre bunların ikisi de haldir, ifade: Biz onu, onu emre­diciler ve rahmet ediciler olarak indirdik, takdirindedir.

el-Müberred dedi ki: “Bir emir” mastar konumundadır, ifade: Biz onu özel bir surette indirdik” takdirindedir. el-Ferra ve ez-Zeccac ise “emir” kelimesinin “ayrılır” buyruğu ile nasbedildiğini söylemişlerdir. Bu da: ” Özel bir şekilde ayrılır” demeye benzer. O halde burada “emir” ayırmak anlamındadır ve mastar odur. Tıpkı: “Özel bir şekilde vurur” demeye benzer.

“Ayrılır” buyruğunun emrolunan şeye delalet ettiği de söylenmiştir. O hal­de bu, kendisinden önceki lafzın kendisinde amel ettiği bir mastardır.

“Muhakkak Biz gönderenleriz. Rabbinden bir rahmet olarak” buyruğu hakkında el-Ferra şöyle demiştir: “Rahmet”; “gönderenlerin mefulüdür. Rah­met, Peygamber (sav)’dır. [15] ez-Zeccac da şöyle demiştir: “Rahmet” mef’ulün lehtir, yani biz onu rah­met olması için gönderdik. Yüce Allah’ın “bir emir” buyruğundan bedel ol­duğu da söylenmiştir. Buna göre buyruğun anlamı şöyle olabilir: Rabbin­den bir rahmet demek olan tarafımızdan bir emir… Mastar olduğu da söy­lenmiştir.

ez-Zemahşerî dedi ki: “Bir emir” ihtisas olduğu için nasbedilmiş-tir. Yüce Allah herbir işi hikmetli olmakla nitelendirmek suretiyle onun büyük ve önemli olduğunu göstermiş olmaktadır. Daha sonra onun azametini ve önemini: “Ben bu emir ile tarafımızdan husule gelen ve Bizim ortaya çı­kardığımız ilmimizin ve tedbirimizin gerektirdiği şekilde meydana gelen bir işi kastediyorum” diyerek, onun önemini, azametini daha bir arttırmış olmak­tadır.

Zeyd b. Ali’nin kıraatinde şeklindedir ki bu da: O tarafımız­dan bir emirdir, demek olur. Bu kıraat de “bir emir” lafzının ihtisas dolayı­sıyla nasbedilmiş olacağı görüşünü desteklemektedir.

el-Hasen “rahmet” lafzını “işte o bir rahmettir” takdirine göre okumuş olup bu da bu lafzın mef’ulun leh olarak nasbedildiği kanaatini desteklemektedir. [16]

  1. Göklerle yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbinden (bir rahmet ola­rak). Kesin olarak inananlar iseniz.
  2. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir.
  3. Ama onlar şüphe içindedirler, oynayıp eğlenirler.

“Göklerle yerin… Rabbinden” buyruğundaki “Rabbinden” lafzını Kufe-liler cer ile: (40 ) diye okumuşlardır. Diğerleri ise yüce Allah’ın: “Gerçekten O, en iyi işitenin, en iyi bilenin ta kendisidir” buyruğuna uygun olarak ref ile okumuşlardır. Arzu edilirse mübteda olarak da böyle okunduğu kabul edi­lebilir. Haberi: “Ondan başka hiçbir ilah yoktur” buyruğu olur. Bu hazfe­dilmiş bir mübtedanın haberi de olabilir ki takdiri: O göklerin ve yerin Rabidir, şeklindedir.

Cer ile okuyuş ise -altıncı âyetteki-: “Rabbinden” bedel olmasına göredir. Aynı şekilde: “Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir” buy­ruğunda da “Rab” kelimesi her iki yerde de cer ile okunursa, böyle olur. Bu kıraati de eş-Şeyzerî, el-Kisaîden rivayet etmiştir. Diğerleri ise bunu isti’naf (yeni bir cümle başı) olarak ref ile okumuşlardır.

Diğer taraftan bunun, gökleri ve yeri yaratanın Allah okluğunu itiraf eden kimseye bir hitab olma ihtimali vardır. Yani eğer siz gerçekten ona ke­sin olarak inanan kimseler iseniz, şunu bilin ki, o peygamberler gönderir ve kitaplar indirir.

Yüce Allah’ın yaratıcılığını kabul etmeyen kimselere bir hitab olması da mümkündür. Onların yaratıcının, O olduğunu, öldürüp diriltenin O olduğu­nu bilmeleri gerekir, demek olur.

Burada “kesin olarak İnanan” kimselerin özellikle kesin olarak inanma­yı isteyen ve bunun için gerekeni yapan kimseler olduğu da söylenmiştir. Ni­tekim: “Filan kişi Necid’e gidiyor” derken, “Necid’e gitmek istiyor” demek istemek de böyledir. Tihame’ye gitmek istiyor anlamında de­mek de böyledir.

“O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.” Kainatın yaratıcısı O’dur. Yaratmaya gücü yetmeyen O’nun dışındaki herhangi bir varlığın O’na ortak koşulması caiz değildir. “O diriltir ve öldürür.” Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da öldürür. Kainatın yaratıcısı O’dur. Yaratmaya gücü yetmeyen O’nun dışında­ki herhangi bir varlığın O’na ortak koşulması caiz değildir. “O diriltir ve öl­dürür.” Yani ölüleri diriltir, hayatta olanları da öldürür.

“Sizin de Rabbinizdir, önceki atalarınızın da Rabbidir.” Sizin de sahi­biniz ve efendinizdir, sizden önce geçenlerin de sahibi ve efendisidir. Bun­dan dolayı başınıza azab inmesin diye Muhammed’i yalanlamaktan sakını­nız.

“Ama onlar şüphe içindedirler. Oynayıp eğlenirler.” Yani açığa vurduk­ları imanları ve kendilerini yaratan Allah’tır, şeklindeki sözleri hakkında yakîn sahibi değildirler. Onlar bunu bilgisizce atalarını taklid ederek söylü­yorlar. Bundan dolayı onlar şüphe içindedirler. Kendilerinin mü’min ol­duklarını zannetseler bile aslında onlar delilsiz bir şekilde hatırlarına gelen şeylere bağlandıkları için dinlerini oyuncak edinmiş kimselerdir.

“Oynayıp, eğlenirler” buyruğunun Peygamber (sav)’a, iftiracı olduğunu söylemekle birlikte, onunla alay etmeyi de katıyorlar, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim öğütlerden yüz çeviren kimseye de “oynayan” deni­lir. Böyle bir kimse oyun oynayıp da yaptığı işlerin sonunda nereye varaca­ğını bilemeyen küçük bir çocuk gibidir. [17]

  1. O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle.
  2. İnsanları bürüyecektir o. “Bu, pek acıklı bir azaptır.”

“O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle” buy­ruğunun anlamı şudur: Ey Muhammedi Sen, bu kâfirlere semadan apaçık bir dumanın geleceği günü bekle. Bu açıklamayı Katade yapmıştır.

Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sen onların bu sözlerini iyice belle ki, gökyüzünde apaçık bir dumanın geleceği günü onlara karşı şahitlik edesin. İş­te bundan dolayı “hafız (bekçi, koruyucu)”e “rakîb: gözetleyici”[18] denilmiştir.

“Duman: duhan” ile ilgili üç görüş vardır:

1- Bu duman kıyametin alametlerinden olup henüz gelmemiştir. O yer­yüzünde kırk gün süre ile kalacak ve gök ile yer arasını dolduracaktır. Mü­min bundan dolayı nezleli gibi olacak, kâfir ve günahkarların burunlarına gi­rerek, onların kulaklarını delecek, nefeslerini daraltacaktır. Bu kıyamet gü­nünde cehennemin bırakacağı etkilerdendir. Dumanın henüz ortaya çıkma­dığını söyleyenler arasında Ali, İbn Abbas, İbn Ömer, Ebu Hureyre, Zeyd b. Ali, el-Hasen b. Ebi Müleyke ve başkaları da vardır.

Ebu Said el-Hudrî merfu olarak (yani Hz. Peygambere isnad ile) bu du­manın insanları kıyamet gününde etkileyeceğini, müminin bundan ötürü nez­leli gibi olacağını rivayet etmiştir. Kâfirin de kulaklarından çıkıncaya kadar içine sızacaktır. Bunu da el-Maverdî zikretmiş bulunmaktadır[19]

Müslim’in, Sahih’inde yer alan rivayete göre Ebu’t-Tufayl, Huzeyfe b. Es-id el-Ğıfarî’den şöyle dediğini nakletmektedir: Biz kendi aramızda konuşmak­ta iken Peygamber (sav) yanımıza çıkageldi ve: “Neden söz ediyorsunuz?'” di­ye sordu. Oradakiler: Kıyametten sözediyoruz, dediler. Şöyle buyurdu: “Kı­yamet, öncesinde on alamet görmediğiniz sürece asla kopmayacaktır. -Ara­larında şunları zikretti-: Duman, Deccal, Dabbetu’1-arz, güneşin batından doğ­ması, Meryem oğlu İsa’nın inmesi, Ye’cuc ile Me’cuc’un çıkması ve biri do­ğuda, biri batıda, biri Arap yarımadasında olmak üzere üç büyük kara par­çasının yerin dibine geçmesidir. Bunların sonuncusu ise Yemen’den çıkacak ve insanları mahşerlerine doğru kovalayacak bir ateştir.” Huzeyfe’den gelen bir diğer rivayette de şöyle denilmektedir: “On tane alamet ortaya çıkmadık­ça kıyamet kopmayacaktır: Doğuda bir kara parçasının yere geçmesi, batı­da bir kara parçasının yere geçmesi, Arap yarımadasında bir kara parçasının yere geçmesi, duman, Deccal, Dabbetu’1-arz, Ye’cuc ve Me’cuc, güneşin batıdan doğması ve Aden’in iç taraflarından çıkıp insanları öne katıp yürüten bir ateş.” [20]

Bu hadisi es-Sa’lebî de Huzeyfe’den gelen bir rivayet olarak zikretmiş bu­lunmaktadır. Buna göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İlk ortaya çı­kacak alamet Deccal, Meryem oğlu İsa’nın inmesi ile Ebyen Aden’inin iç taraflarından çıkacak ve insanları mahşere doğru sürükleyecek bir ateş. Onlar nerede geceyi geçireceklerse onlarla birlikte geceler. Nerede öğlen vakti din­lenmeğe çekilirlerse, onlarla birlikte dinlenir. Sabahı ederlerse onlarla birlik­te sabah eder, akşamı ederlerse onlarla birlikte akşamı eder.” Ey Allah’ın pey­gamberi ya duman nedir? diye sordum. O: Şu âyettir, dedi. “O halde gökyü­zünde besbelli bir dumanın geleceği günü bekle!” Bu duman doğu ile ba­tı arasını dolduracak, kırk gün kırk gece kalacaktır. Mü’nıin bundan dolayı bir çeşit nezleli gibi olacak, kâfir ise sarhoş gibi olacaktır. Duman ağzından, burun deliklerinden, gözlerinden, kulaklarından ve dübüründen çıkacaktır. [21]

Bu birinci görüş.

2- Duman, Peygamber (sav)’ın bedduası dolayısı ile Kureyş’in karşı kar­şıya kaldığı açlıktan ötürü başlarına gelen olaylardır. Öyle ki kişi gök ile yer arasında bir duman görecek hale gelmişti. Bu görüş İbn Mesud’un görüşü­dür. O şöyle der: Yüce Allah bu azabı üzerlerinden kaldırmıştır. Eğer bu kı­yamet günü(nden önceki bir alamet) olsaydı, onların üzerinden bu azabı kal­dırmazdı. Bu hususta ondan gelen hadis Sahih-i Buharı, Müslim ve Tirmizî’de yer almaktadır. Buharî dedi ki: Bana Yahya anlattı, dedi ki: Bize Ebu Muavi-ye anlattı. O el-A’meş’ten, o Müslim’den, o Mesruk’tan dedi ki: Abdullah (b. Mesud) dedi ki: Bunun olmasının sebebi Kureyşlilerin Peygamber (sav)’a kar­şı isyanda direnmesi üzerine onlara, Yusuf (a.s)’ın dönemindeki (kıtlık) yıl­ları gibi yıllarla karşılaşmaları için (bed)dua etti. Bunun üzerine kıtlık ve aç­lık musibeti ile başbaşa kaldılar. Öyle ki kemikleri dahi yediler. Birisi sema­ya bakınca, kendisi ile sema arasında aşırı bitkinlikten ötürü duman gibi bir şey görürdü. Yüce Allah: “O halde gökyüzünde besbelli bir dumanın gele­ceği günü bekle! İnsanları bürüyecektir o. Bu pek acıklı bir azaptır” buy­ruklarını indirdi. Rasûlullah (sav)’a gelinerek: Ey Allah’ın Rasûlü! Allah’tan Mudarlılar için yağmur iste. Çünkü Mudarlılar helak oldular, denildi. Peygam­ber: “Mudar (diyorsun ha) sen çok cüretkar bir kimsesin.” Bunun üzerine Pey­gamber yağmur diledi, onlara yağmur yağdırıldı. Bu sefer de: “Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz” (ed-Duhan, 44/15) buyruğu indi. Derken bol­luğa eriştiler. Fakat yine bu bolluk içinde eski hallerine geri döndüler. Yü­ce Allah da: “En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız” (Duhân, 44/16) buyruğunu indirdi. (İbn Mesud) dedi ki: Bununla Bedir gününü kastetmektedir. [22]

Ebu Ubeyde dedi ki: “(uü-ilı): Duhan (duman), cedb yani kuraklık” de­mektir. el-Kutebî der ki: (Kuraklığa) Duhan (duman) adının verilmesi, yer ku­raklıktan kuruyunca, ondan duman gibi bir şeyin yukarıya doğru yükselme­sinden ötürüdür.

3- Kasıt, Mekke’nin fethedildiği gündür. Çünkü o gün yükselen bir toz, duman semayı örtmüştü. Bu da Abdurrahman el-Arec’in görüşüdür.

“İnsanları bürüyecektir o” buyruğu “duman”ın sıfatı konumundadır. Eğer İbn Mesud’un dediği gibi geçip gitmiş ise o vakit bu, Mekkelilerden müş­riklere has bir durumdur. Şayet kıyametin alametlerinden ise -önceden geç­tiği üzere- umumi bir haldir.

“Bu, pek acıklı bir azaptır.” Yani yüce Allah kendilerine: “Bu pek acık­lı bir azabtır” diyecektir.

Dumanın geçip gittiğini kabul edenlerin görüşüne göre yüce Allah’ın: “Bu, pek acıklı bir azaptır.” buyruğu geçmişteki bir halin hikayesidir. Gelecekte ola­cak bir şeyi kabul edenlere göre ise gelecekteki bir halin hikayesidir.

Buradaki yakın işaret ismi olan: “Bu” lafzının uzak işaret ismi olan anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bir görüşe göre de insanlar bu duman için: “Bu pek acıklı bir azaptır”

diyeceklerdir. Bunun, işin oldukça yaklaşmış olduğunu haber veren bir ifa­de olduğu da söylenmiştir. İşte kış (geliyor) onun için gerekli hazırlıkları yap, demeye benzer. [23]

  1. “Rabbimiz, bizden bu azabı kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz.”

Yani onlar şu sözü söyleyecekler: Üzerimizden bu azabı kaldır. “Çünkü biz iman edeceğiz.” Yani bu azabı üzerimizden kaldıracak olursan, sana iman edeceğiz. Denildiğine göre; Kureyşliler Peygamber (sav)’a gelerek: Eğer Allah üze­rimizden bu azabı kaldıracak olursa, biz de müslüman oluruz demişler, sonra da verdikleri bu sözü bozmuşlardır.

Katade dedi ki: Burada “azab” dumandır. Açlık olduğu da söylenmiştir ki bunu en-Nekkaş nakletmiştir.

Derim ki: İkisi arasında bir çelişki yoktur. Çünkü duman önceden de geç­tiği gibi ancak onlara isabet eden açlık sebebiyle görülmüştü. Ayrıca açlık ve kıtlığa “duhan: duman” da denilebilir. Buna sebeb ise kıtlık yılında yerin ku­ru olması ve yağmurların azlığından ötürü tozun havalara yükselmesidir. Bun­dan dolayı da kurak seneye “elğabra: tozlu yıl” adı verilir.

Burada azabın kar olduğu da söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bunun uy­gun bir açıklaması olamaz. Çünkü bu ya ahirette ya da Mekkeliler hakkın­da sözkonusu olmuştur. Mekke’de kar yağmaz. Şu kadar var ki, bir görüş ola­rak ortaya atılmış olduğundan ötürü biz de onu naklettik. [24]

  1. Onlar nerede, düşünüp ibret almak nerede? Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de gelmişti.
  2. Sonra yine ondan yüz çevirdiler ve: “Kendisine öğretilmiş bir delidir” dedÜer.

“Onlar nerede, düşünüp ibret almak nerede?” Yani azabın gelip çatma­sı esnasında onlar nereden öğüt ve ibret alacaklar ki?

“Halbuki onlara açıklayıcı” kendilerine hakkı açıklayan “bir peygamber

de gelmişti.” Buharî’nin dediğine göre; “zikra (düşünüp, ibret almak)” ve zikr aynı anlamdadır. [25]

“Sonra yine ondan yüz çevirdiler.” İbn Abbas dedi ki: Yani onlar Muham-med (sav)’dan yüz çevirip onu yalanladıktan sonra, yüce Allah da kendileri­ni öğüt ve ibret almaktan uzaklaştırmış iken, ne zaman öğüt alacaklar ki?

Şöyle de açıklanmıştır: Yarın azabın görülmesinden yahutta kıyamet ala­metlerinin ortaya çıkmasından sonra, “çünkü biz iman edeceğiz” diye söy-

leyecekleri sözün onlara ne faydası olacak ki? Çünkü bu halde bu gibi şey­leri bilip kabullenmek kaçınılmaz olacaktır. Bu açıklama dumanın gözetle­nen bir alamet olarak kabul edilmesi halinde uygundur.

“Ve: Kendisine öğretilmiş bir delidir, dediler.” Yani ona insan veya ka­hinler ve şeytanlar öğretmiştir. Diğer taraftan o bir delidir, rasûl değildir, de­diler. [26]

  1. Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yi­ne geri dönenlersiniz.

“Biz o azabı az bir zaman açıp, kaldıracağız.” Yüce Allah bu azabı üzer­lerinden kısa bir süre kaldıracağını vaadetmektedir. Yani kısa bir zaman içe­risinde onların verdikleri sözü yerine getirmeyecekleri bilinecek ve ortaya çı­kacaktır. Onlar sözlerinde durmak yerine azabın kaldırılmasından sonra küfre geri döneceklerdir. Bu açıklamayı İbn Mesud yapmıştır.

Peygamber (sav)’ın onlar için yağmur yağdırılması duasını yapması üze­rine yüce Allah bu azabı kaldırınca, tekrar onu yalanlamaya geçtiler.

Duman beklenen bir alamettir, diyenler de şöyle açıklamışlardır: Bu­nunla kıyametin kopacağının alametlerinden iki alamet arasındaki kısa sü­reye işaret etmektedir. Bir alametin ortaya çıkmasından sonra yüce Allah’ın hakkında kâfir olacağına dair hüküm verdiği kimse küfrünü sürdürecektir.

Bunun kıyamette olacağını söyleyenler de şöyle derler: Yani Biz üzeriniz­den azabı kaldıracak olursak, yine siz küfre dönersiniz.

“Fakat şüphesiz siz yine geri dönenlersiniz” buyruğunun Bize dönecek­siniz yani ölümden sonra diriltileceksiniz anlamında olduğu söylendiği gibi, eğer iman etmeyecek olursanız “şüphesiz siz” cehenneme “geri dönenler­siniz” anlamında olduğu da söylenmiştir. [27]

  1. En büyük yakalayışla yakalayacağımız gün, şüphe yok ki Biz in­tikam alıcılarız.

“Gün” lafzı daha sonra gelen “intikam alıcılarız” buyruğunun de­lalet ettiği bir fiilin zarfıdır. Yakalayacağımız gün Biz onlardan intikam ala­cağız, demektir. Ancak bazı nahivciler: “Şüphe yok ki” lafzından son­ra gelen ifadelerin, ondan önce gelen ifadeler için açıklayıcı mahiyette ola­mayacağı dolayısıyla bunu uzak bir ihtimal olarak kabul etmişlerdir.

Bundaki amilin “intikam alıcılarız” lafzının olduğu da söylenmiştir. Bu da aynı şekilde uzak bir ihtimaldir. Çünkü yine: “( al): Şüphe yok ki” lafzın­dan sonra gelen ifadeler ondan önce gelenlerde amel etmez. Bu (yevm: gün) lafzı yüce Allah’ın: “Dönenlersiniz” anlamındaki buyruğa da “Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız” anlamındaki buyruğa da taalluku güzel olmaz, çünkü anlam onunla ilgili değildir. Bununla birlikte bir fiil takdiri ile nasbe-dilmiş olması mümkündür. Sanki: ” (Bir günü) onlara hatırlat ve­ya hatırla!” denilmiş gibidir.

Anlamın şu şekilde olması da mümkündür: Siz dönenlersiniz, artık dön­dünüz mü Ben sizden o büyük yakalayış ile yakalayacağımız gün intikam ala­cağım. Bundan dolayı bu buyruk, (hemen sonra gelen) Firavun kıssası ile bi­tişik gelmiştir. Çünkü Firavun ve kavmi de üzerlerindeki azab açıldığı tak­dirde iman edeceklerine söz vermişler, fakat iman etmeyerek sonunda suda boğulup gitmişlerdi.

“Biz o azabı az bir zaman açıp kaldıracağız. Fakat şüphesiz siz yine ge­ri dönenlersiniz” ifadesi tam bir ifadedir. Ondan sonra yüce Allah: “En bü­yük yakalayış la yakalayacağımız gün şüphe yok ki Biz intikam alıcılarız.”

Biz bütün kâfirlerden intikam alacağız, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Anlam: “Sen du­manı da gözetle, yakalayacağımız günü de gözetle!” şeklinde olup aradaki atıf “vav”ı hazfedilmiştir. Nitekim: “Ateşten sakın, azaptan sakın” demeye (ve arada atıf “vav”ı getirmemeye) benzer.

“En büyük yakalayış” İbn Mesud’un görüşüne göre Bedir günüdür. İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Mücahid ve ed-Dahhak’ın görüşü de budur.

Kıyamet günündeki cehennem azabı olduğu da söylenmiştir. Bu da el-Ha-sen, İkrime ve yine İbn Abbas’ın görüşüdür, ez-Zeccac’ın tercih ettiği de bu­dur.

Bunun kıyamet gününden önce dünya hayatında meydana gelecek bir du­man, açlık ya da kıtlık olduğu da söylenmiştir. el-Maverdî dedi ki: Kıyame­tin kopması olması ihtimali de vardır. Çünkü kıyamet yüce Allah’ın dünya ha­yatındaki son yakalayışı olacaktır.

” Allah ondan intikam aldı” denilir, onu cezalandırdı demek­tir. Bunun ismi “Nikmet (intikam)” şeklinde olup, çoğulu da: diye gelir. Nikmet ile ukubet (intikam ve ceza) arasında fark olduğu da söylenmiştir. Ukubet masiyetten sonra gelir, çünkü akıbet kökünden gelmektedir. Nikmet ise ondan önce de olabilir. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Ukubet’in ceza olarak miktarının tesbit edildiği, intikamın ise miktarının sınırlandırılmadığı da söylenmiştir. [28]

  1. Andolsun ki onlardan önce Firavun kavmini de denedik. Onla­ra çok yüce, çok şerefli bir peygamber gelmiş idi.

Onları sınadık demektir. Buradaki “fitne (deneme) ve sınama”nın anla­mı, itaat etmek üzere verilen emirdir. Buyruğun anlamı şudur: Biz Musa’yı onlara peygamber olarak göndermek suretiyle, onlara sınayan kimsenin davranışı ile davrandık. Fakat onlar yalanladıkları için helak oldular. İşte ey Muhammed, eğer iman etmeyecek olurlarsa, senin düşmanlarına da aynı şe­yi yapacağım.

Buradaki “denedik” buyruğunun onları suda boğmakla azaplandırdık, an­lamında olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ifadede takdim ve tehir vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir: Andolsun Firavun hanedanına şerefli ve yüce bir rasûl gelmişti. Biz de onları fitneye düşürdük. Yani onları suda boğduk. Çün­kü fitne rasûllerin gelişinden sonra olur. Aradaki “vav” harfi ise tertibi (sıra­yı) ifade etmez.

“Çok yüce, çok şerefli” kavmi arasında böyle olan kişi demektir. Affetmek ve bağışlamak suretiyle ahlakı yüce diye de açıklanmıştır. el-Fer-ra dedi ki: Bu, Rabbi nezdinde yüce. ve şerefli demektir. Çünkü yüce Allah onu peygamberlik ve kendi sözünü işittirmek gibi özel bir konuma yükselt­mişti. [29]

  1. “Allah’ın kullarım bana geri verin. Şüphesiz ki ben size (gönde­rilmiş) çok güvenilir bir peygamberim” diyerek;

19- Ve: “Allah’a karşı üstünlük taslamayın. Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum” diyerek.

“Allah’ın kullarını bana geri verin” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: Yani bu peygamber onlara gelerek: Bana uyun, demiştir. Buna gö­re: “Allah’ın kullan” bir münadadır. [30]

Mücahid dedi ki: Buyruğun anlamı şudur: Allah’ın kullarını benimle gön­deriniz ve onlara yaptığınız azab ve işkencelere son vererek serbest bırakı­nız. Buna göre de “Allah’ın kulları” anlamındaki buyruk, mefuldür.

Siz bana kulaklarınızı veriniz ki, size Rabbimin risaletini tebliğ edeyim, an­lamında olduğu da söylenmiştir.

“Şüphesiz ki ben size gönderilmiş çok güvenilir bir peygamberim.” Va­hiy konusunda güvenilir bir kimseyim, bundan dolayı benim öğütlerimi kabul ediniz.

Sizden aldığım emanetlere karşı çok eminim, onlara hainlik etmem, diye de açıklanmıştır.

“Ve Allah’a karşı üstünlük taslamayın.” Ona karşı büyüklenmeyin, Ona itaat etmeyi büyüklüğünüze yedirmemezlik etmeyin. Katade: Allah’a karşı had­di aşmayın, diye; İbn Abbas: Allah’a karşı iftirada bulunmayın, diye açıkla­mıştır. Haddi aşmak (bağy) ile iftira arasındaki farka gelince; haddi aşmak fi­ilen olur, iftira söz ile olur.

İbn Cüreyc: Allah’a karşı büyüklenmeyin, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam da: Allah’a ibadete karşı büyüklük taslamayın (yani büyüklenerek iba­det etmemezlik etmeyin), demiştir. (İbn Cüreyc’in) açıkladığı şekliyle büyüklenmek (tazim) gücü yeten kimsenin haksızlığa kalkışmasıdır. İstikbar (bü­yüklük taslamak) ise değersiz olanın üstünlük ve yücelik taslamasıdır. Bu açık­lamayı el-Maverdî zikretmiştir.

“Çünkü ben size apaçık bir delil getiriyorum.” Katade: Apaçık bir ge­rekçe getiriyorum, diye açıklamıştır. Yahya b. Sellam ise apaçık bir belge de­miştir. Anlam birdir ki, bu da apaçık bir burhan (delil, belge) demektir. [31]

  1. “Ve muhakkak ki ben, beni taşlamanızdan benim de Rabbim, si­zin de Rabbiniz (olan Allah)a sığındım.”

Sanki onlar kendisini öldürmekle tehdit etmişler de bunun üzerine Allah’a sığınmış gibidir.

Katade dedi ki: “Taşlamanızdan” buyruğu taşla beni öldürmenizden de­mektir. İbn Abbas: Bana hakaret edip bu yalancı bir sihirbazdır, demenizden… diye açıklamıştır.

Nafî’, İbn Kesir, İbn Amir, Asım ve Yakub:” Sığındım” derken, “zelr harfini izhar (açık) ile okumuştur. Diğerleri ise idganı etmişlerdir. İdgam tah­fif (daha kolay okunması) maksadı iledir, izhar ile okumak ise, asla uygun olandır.

“Ben Allah’a sığındım” şeklinde mazi (geçmiş zaman) kipi kullanmasının sebebi, yüce Allah’ın kendisine: “Size ulaşamayacaklardır” (el-Kasas, 28/35) diye söz vermiş olmasıdır.

Bir diğer açıklamaya göre: “Ben sığınıyorum” demek: “Allah adına senden istedim, Allah adına sana and verdim” derken bunu “…istiyorum… veriyorum” anlamında kullanılmasına benzer. [32]

  1. “Eğer bana iman etmiyor iseniz, o halde benden uzak durun.”

“Eğer bana iman etmiyor iseniz” beni doğrulamıyor ve getirdiğim delil dolayısı ile Allah’a iman etmiyor iseniz… demektir. Buna göre: ” Bana” lafzındaki “lam” lam-ı ecl (dolayısıyla anlamını veren lam)dir.

Eğer bana iman etmiyorsanız, demek olduğu da söylenmiştir. Bu da yü­ce Allah’ın: “Bunun üzerine kendisine Lut iman etti.” (el-Anke-but, 29/26) buyruğu gibidir ki… “…ona…” demektir.

“O halde benden uzak durun.” Yani şirkiniz ile bana zarar vermeyin, be­ni bırakın. Ne benim lehime, ne de aleyhime olun. Bu açıklamayı Mukatil yap­mıştır. Buyruğun, Allah aramızda hüküm verinceye kadar siz benden uzak durun, ben de sizden uzak duracağım, demek olduğu da söylenmiştir. Be-ni serbest bırakın ve bana eziyet vermeyin, diye de açıklanmıştır. Anlamlar birbirine yakındır. [33]

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

  1. Rabbine: “Şüphesiz bunlar günahkar bir topluluktur” diye dua etti.

“Rabbine… dua etti” buyruğunda hazfedilmiş ifadeler vardır. Yani onlar kâfir oldular. O da Rabbine… dua etti, demektir.

“Şüphesiz bunlar” buyruğundaki: “: Şüphesiz” lafzında hemze üstün­dür. Bu da ” Bunlar… diye” demektir.

“Günahkar bir topluluk” şirk koşan bir topluluk demektir. Onlar İsrailo-ğullarını serbest bırakmadıkları gibi, iman da etmediler. [34]

  1. (Rabbi buyurdu ki): “O halde geceleyin kullarımı al, götür. Mu­hakkak ki siz takib olunacaksınız.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Musa (a.s)’ın Kabul Edilen Duası:

“O halde geceleyin” sabah olmadan önce “kullarımı al, götür.” Biz

onun duasını kabul ettik ve ona kullarımı yani İsrailoğullarından Allah’a iman eden kimseleri al götür, diye vahyettik. “Muhakkak ki siz takib olunacak­sınız.”

“Geceleyin al götür” anlamındaki buyruğu Hicazlılar: şeklinde vasi elifi ile okumuşlardır. İbn Kesir de böyle okumuştur ki bu: “Yü­rü” kökünden gelmektedir. Diğerleri ise diye kat’ ile ve: ” Yü­rüttü” kökünden gelen bir fiil olarak okumuşlardır [35] Buna dair açıklamalar daha önceden (Hud Sûresi, 11/81. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Firavun’un, Musa’nın arkasından çıkışına dair açıklamalar da daha önce­den el7Bakara (2/50. âyet), el-Araf (7/137-138. âyetler), Tâ-Hâ (20/77-79. âyetler), Şuara (26/52. âyet ve devamı) ile Yunus (10/90) sûrelerinde geçmiş bu­lunmaktadır. Yine buralarda Firavun’un suda boğulup Musa’nın kurtarılışın­dan da sözedilmişti. Tekrarlamanın anlamı yoktur. [36]

2- Geceleyin Yolculuk Yapmanın Sebebi:

Yüce Allah Musa (a.s)’a geceleyin yola çıkmasını emretmiştir. Geceleyin yolculuk yapmak da çoğunlukla korku sebebiyle olur.

Korku da iki sebebten dolayı olur. Ya düşmandan korkulur, bu durum­da gece örtülerini indiren bir örtü edinilmiş olur, bu da yüce Allah’ın örtü­lerinden birisidir.

Yahutta bineklere ve yolculuk yapanlara sıcaklık yahut kuraklık sebebiy­le zorluk olur korkusu ile gece yolculuk yapılır. Bu durumda gece yolculuk yapılarak maslahat gerçekleştirilmiş olur. Peygamber (sav) ihtiyaca ve maslahatın gereğine uygun olarak, tüm gece boyunca yolculuk yapardı. Gecenin ilk vakitlerinde de yolculuk yaptığı olurdu. Kimi zaman hale riayet ederek şef­katle yol alır, kimi zaman da acele ederdi. Peygamber (sav)’dan gelen sahih hadiste şöyle denilmektedir: “Bol mahsulü olan yerlerde yolculuk yaptığınız vakit, develere yerden paylannı veriniz. Kurak yerlerde yolculuk yapacak olur­sanız, o zaman güçlerinin bir kısmı henüz kendilerinde var iken yerinize ulaş­maya bakınız.” [37] Bu daha önce en-Nahl Sûresi’nin baş taraflarında (16/7. âyet, 3- başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun. [38]

  1. “Denizi de olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar boğulacak bir or­dudur.”

” Açık” lafzını İbn Abbas yol diye açıklamıştır. Ka’b ve el-Hasen de böyle demiştir. Yine İbn Abbas’tan, açık yol demek olduğu nakledilmiştir, ed-Dahhak ve er-Rabî düz olarak, İkrime kuru olarak diye açıklamışlardır. Çünkü yüce Allah bir başka yerde: “Onlar için denizde kupkuru bir yol aç” (Ta-Ha, 20/77) diye buyurmuştur. Bunun “ayrı” anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Mücahid arada bir boşluk bırakacak şekilde ayrı diye açıklarken, yine ondan kuru anlamına geldiği de nakledilmiştir. Sakin ve hareketsiz di­ye açıkladığı da rivayet edilmiştir. Dilde bilinen anlamı budur. Katade ve el-Herevî de böyle demişlerdir.

Başkaları ise, arasında boşluk bulunan ayrı diye açıklamışlardır. İbn Ara-fe şöyle demektedir: Lafızları ayrı olsa bile manaları birdir. Çünkü denizin ak­ması durdu mu ayrılır ve boşluk olur. İşte denizin akması böylece durdu ve Musa için ayrılmış oldu.

Araplara göre: “Sakin” demektir. Mesela: “Atlar sü­kunetle geldiler” demektir. Şair de şöyle demiştir:

“Atlar dizginleriyle sükunetle hızlıca yol alıyorlar,

İri damlalar yağdıran ve dolusuda olan buluttan kurtulan kuş gibi.”

el-Cevherî dedi ki: “Bu işi sükunetle yap” anlamında deni­lir, ” Sakin ve müreffeh bir yaşayış”; “Develerin su içtik­leri yerin uzakta bulunduğu yumuşak ve düzlük arazi”yi anlatmak için kul­lanılır. “(Deniz sakinleşti” demektir.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Ayaklarını (adımlarını) açtı, açar” demektir. Yüce Allah’ın: “Denizi de olduğu gibi açık bırak” buyruğu da buradan gelmektedir. “Kolay yol alış” demektir. “At­lar sükunetle geldi” denilir. İbnu’l-A’rabî dedi ki: “Yürüyüş­te zorluk çıkarmadı, çıkarmaz” demektir. el-Katamî de binekleri nitelendirir­ken şunları söylemektedir:

“Rahat ve kolay yürür (o binek)ler, bunun içen ne sağrıları yardımsız bırakır, Ne de göğüsleri sağrılarına bel bağlar.”

“Yüksekçe bir yer” demektir. Aynı şekilde içinde suyun top­landığı alçak ve çukur yer anlamına da gelir. O halde bu, zıt anlamlı lafız­lardandır.

Ebu Ubeyd dedi ki: “Bir kavmin kaldığı yerde yağmur ve başka su­ların içine aktığı yuvarlak ve çukurca yer” demektir. Hadis-i şerifte de: Pey­gamber (sav) evin etrafındaki boşlukta, yolda iki ev arasındaki yolda, evin arka tarafında ve: “Çukur yerde” şuf’a bulunmadığına hükmetmiştir[39] denilmektedir. Çoğulu diye gelir. en-Nadr b. Şumeyl’in naklettiğine gö­re: “Ferci geniş kadın” demektir. Yine bu kelime bir çeşit kuşun da adıdır. Denildiğine göre bu turna kuşudur.

el-Herevî dedi ki: Buradaki “açık” lafzının Musa’nın sıfatı olması da mümkündür. el-Kuşeyrî de böyle demiştir. Sükunetle yavaş yavaş yürü, de­mek olur. O halde bu Musa’nın ve onun kavminin sıfatı olup denizin sıfatı değildir. Birinci görüşe göre ise denizin sıfatıdır, yani sen denizi ayrılmış ha­liyle sakin olarak bırak. Ona, eski haline gelmesi için kavuşması emrini ver­me ki, Firavun ve kavmi de içine girsin.

Katade dedi ki: Musa denizi aştıktan sonra tekrar eski haline gelsin diye asasıyla denize vurmak istedi. Firavun’un peşinden gelmesinden korkmuş­tu. İşte bundan dolayı ona bu emir verildi.

Bu kelimenin “sükunet”den gelmeyip, iki şey arasındaki açıklık ve boşluk anlamında olduğu da söylenmiştir. Mesela: ” İki ayağın (adım­ların) arasını açtı” denilir. Buna göre bu, açık ve birbirinden ayrı demek olur. el-Leys dedi ki: “Sükunetle yürümek” demektir. “Sükunet­le yürüdü, yürür, sükunetle yürümek” denilir ki böyle yürüyen kişiye -ism-i fa­il denilir. ” Rahat ve sakin bir yaşayış” demektir. ” Sen bu işi zorluksuz ve sükunet ile yap!” anlamındadır ki bu anlamı az önce zikretmiş bulunuyoruz.

“Çünkü onlar” yani Firavun ve kavmi “boğulacak bir ordudur.” Yüce Al­lah kalbi sükun bulsun diye bunu Musa’ya haber verdi. [40]

  1. Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı;
  2. Nice ekinleri ve değerli konakları;
  3. Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de.

“Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırakmışlardı. Nice ekinleri ve değerli konakları” buyruğundaki: “Nice” çokluk bildirmek içindir. Bu âyet-i kerimelerin anlamına dair açıklamalar, daha önceden eş-Şuara Sûre-si’nde (26/57-58. âyetlerin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır.

“Zevk ve safa sürdükleri nice nimetleri de” buyruğundaki:”nun” harfinin üstün ile gelmesi, nimet içinde bulunmak demektir. -Aynı kök­ten olmak üzere-: “Allah ona nimet ihsan etti” denilir. “Ona nimet verdi, o da nimetten yararlandı” demektir. “Ni­met içinde kadın” anlamındadır.

“Nimet” şeklinde – “nun” harfi esreli olarak- iyilik, ihsan, lutufta bulunmak ve bir kimseye ihsan olunan nimet olarak verilen şey demektir, ) da böy­ledir. Eğer “nun” harfi üstün olarak okunursa, o vakit (mim harfinden son­ra) med ile; ” Bol nimetler” denilir, de -anlam bakımından-onun gibidir. “Filanın malı çoktur” demektir. Bütün bu açık­lamaları el-Cevherî’den naklettik. İbn Ömer dedi ki: Burada “nimet”ten ka­sıt, Mısır Nil’idir. İbn Lehia ise el-Feyyum”dur, demiştir. İbn Ziyad’a göre ha­yırlarının çokluğu dolayısıyla Mısır topraklarıdır.

İçinde bulundukları bolluk ve rahatlık olduğu da söylenmiştir. Bu kelime -“nun” harfi hem üstün, hem de esreli olarak- hem diye hem) diye kullanılır. Bunu da el-Maverdî nakletmiştir. el-Maverdî dedi ki: Bu iki lafız arasındaki fark iki türlü açıklanmıştır. Birincisine göre “nun” kesreli olur­sa, sahib olunan mülk hakkında kullanılır. Üstün olarak kullanılırsa beden ve din anlamında kullanılır. Bu açıklamalan en-Nadr b. Şumeyl yapmıştır. İkin­ci açıklamaya göre “nun” harfi kesreli olursa, minnet ve ihsan ve bağış de­mektir. Üstün ile okunursa, geniş yaşayış ve rahatlık anlamındadır. Bu açık­lamayı da İbn Ziyad yapmıştır. Derim ki: es-Sıhah’ta ifade edilen fark da ay­nen böyledir, biz de onu zikretmiş bulunuyoruz.

Ebu Reca, el-Hasen, Ebu’l-Eşheb, el-A’rec, Ebu Cafer ve Şeybe “zevk ve safa sürdükleri” anlamı verilen kelimeyi elif siz olarak: diye okumuş­lardır ki, bu şımarık ve azgın haide oldukları… demektir. el-Cevherî dedi ki: “Gönlü hoş, çok şakacı adam” demektir. Böyle olana: deni­lir. Aynı zamanda “şımarık ve azgın” anlamına da gelir. Bu buyruk: şeklinde “azgın ve şımarık idiler” anlamında okunmuştur. Aynı şekilde “Bol nimetler içinde” anlamında da okunmuştur. el-Kuşeyrî bu oku­yuş oyalananlar ve eğlenip duranlar, demektir. Mesela ” O çok mi­zahçıdır” denilir. ” Mizah yapan kimse” anlamındadır.

es-Sa’lebî dedi ki: Bu iki söyleyiş -uyanık ve tetikte olan kimse anlamına gelen-: ve geniş, ferah anlamına gelen: ke­limelerinin iki ayrı söyleyişine benzer. Bir diğer açıklamaya göre “fe”den son­ra “elif” ile yiyen bir kimsenin çeşitli fakihe (meyve) türlerinden istifade et­tiği gibi çeşitli lezzetlerden faydalanan kimse demektir. Fakihe ise kaçınıl­maz olan temel gıdadan fazla olan şeye denilir. [41]

  1. İşte böyle… Biz onları başka bir kavme miras verdik.

ez-Zeccac dedi ki: “Durum işte böyledir” anlamındadır. Buna göre ” İşte böyle” üzerinde vakıf yapılır.

Buradaki “keP harfinin “Biz helak etmek istediğimiz kimselere işte böy­le uygulama yaparız” takdirinde nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.

el-Kelbî: İşte Bana isyan eden kimselere Ben böyle yaparım, diye açıkla­mıştır. Onların durumları “işte böyle” idi, bu sebebten helak edildiler diye de açıklanmıştır.

“Biz onları başka bir kavme miras verdik.” Kasıt İsrailoğullandır. Yüce Allah daha önce oralarda köleleştirilmiş iken Mısır’ı onlara mülk verdi. Böy­lece oraya mirasçı oldular. Buna sebeb ise mirasın mirasçıya ulaşması gibi, buraların da onların eline geçmesi idi. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Zaafa uğratılagelmiş kavmi de bereketlendirdiğimiz yerin doğularına da, batılarına da mirasçı kıldık” (el-Araf, 7/137) buyruğudur. [42]

  1. Gök ve yer ağlamadı onlar için ve onlar mühlet verilenler de ol­madı.

“Gök ve yer” küfürleri sebebiyle “ağlamadı onlar için ve onlar” in suda boğulmaları ertelenmek suretiyle “mühlet verilenler de olmadı.” Araplar kendilerinden ileri gelen birilerinin vefat etmesi halinde: “Onun için gök ve yer ağladı” derlerdi. Yani onun ölümü ile gelen musibet her-şeyi kapsamına aldı. Öyle ki gök, yer, rüzgar ve şimşek de onun için ağladı, kış geceleri bile onun için ağladı. Şair şöyle demektedir:

“Rüzgar kederinden ağlıyor,

Ve şimşek bulut arasında parlıyor.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Güneş doğuyor tutulmuş değildir,

Fakat gecenin yıldızlarını ve ayı senin için ağlatıyor.”

(Tarif kızı Leyla) el-Hariciye dedi ki:

“Ey mürver ağacı, ne diye yaprakların hala duruyor? Sanki sen Tarifin oğlu için matem tutmuyor gibisin.”

Bu, onun için ağlayıp sızlanmak ve matem tutmak gereğini anlatmak mak­sadı ile temsil, teşhis ve mübalağa yoluyla kullanılmış ifadelerdir.

Buyruğun anlamı şudur: Onlar helak oldular. Fakat musibetleri kimseye büyük gelmedi ve kimse yoklukları dolayısıyla bir boşluk hissetmedi.

İfadede hazfedilmiş lafızlar olduğu da söylenmiştir. Yani semada ve arz­da bulunan melekler onlar için ağlamadı. Bu da yüce Allah’ın: “Kasabaya sor.” (Yusuf, 12/82) buyruğuna benzemektedir. Üzülmek şöyle dursun, onların he­lak olmalarına sevindiler bile. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

Yezid er-Rekaşî, Enes b. Malik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (sav) buyurdu ki: “Her bir müminin mutlaka semada iki kapısı var­dır. Birisinden onun rızkı iner, birisinden de onun sözleri ve amelleri girer. Öldü mü bu iki kapı onun yokluğunu hisseder ve onun için ağlarlar. Sonra yüce Allah’ın: “Gök ve yer ağlamadı onlar için” buyruğunu okudu. [43]

Yani onlar yeryüzünde salih bir amel işlemediler ki, bundan dolayı yer on­lar için ağlasın, semaya da salih bir amelleri yükselmedi ki, artık böyle bir şey kesilmiş olduğu için ağlasın.

Mücahid dedi ki: Şüphesiz gök ile yer mümin için kırk gün süreyle ağlar­lar. Ebu Yahya dedi ki: Ben onun bu sözüne hayret ettim. Bu sefer hayret mi ediyorsun? dedi. Yer rüku ve sücud ile kendisini imar eden bir kula ni­ye ağlamasın? Gök, teşbih ve tekbiri tıpkı arı vızıltısı gibi kendisinde yankı­lanan bir kula niye ağlamasın?

Ali ve İbn Abbas -Allah onlardan razı olsun- dedi ki: O mümin için yerdi de namaz kıldığı yer, semada da amelinin yükseldiği yer ağlar.

Buna göre âyetin takdiri şöyle olur: Semada amellerinin yükseldiği yer on­lar için ağlamadığı gibi, yerde ibadet ettikleri yerler de onlar için ağlamadı. Said b. Cübeyr’in açıklamasının anlamı da budur.

Yerin ve göğün ağlaması ile ilgili üç açıklama vardır.

1- Bu canlı varlıkların bilinen ağlaması gibidir. Mücahid’in görüşü de san­ki böyledir. Şureyh el-Hadramî dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Şüp­hesiz İslâm garib başladı. Başladığı gibi tekrar garib avdet edecektir. Kıya­met gününde gariblere ne mutlu!” [44] Onlar kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü? di­ye soruldu. O: “Onlar insanlar bozulduğunda ıslah yapanlardır”[45]

Sonra da şöyle buyurdu: “Şunu bilin ki, mümin için gariblik yoktur. Bir mümin gur­bette kendisi için ağlayanların bulunmadığı bir yerde ölürse, mutlaka gök ile yer onun için ağlar.” Daha sonra Rasûlullah (sav): “Gök ve yer ağlamadı on­lar için” buyruğunu okudu ve şöyle buyurdu: “Şunu bilin ki onlar kâfir için ağlamazlar.”[46]

Derim ki: Ebu Nuaym de şu rivayeti zikretmektedir. -İki asıl nüshadaki şek­liyle-: Bize- Muhammed b. Mamer anlattı dedi ki: Bize Ebu Şuayb el-Har-ranî anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Abdillah anlattı, dedi ki: Bize el-Evzaî an­lattı, dedi ki: Bana Ata el-Horasanî anlattı dedi ki: Bir kul Allah için yeryü­zünde herhangi bir yerde bir secde yapacak olursa, mutlaka kıyamet günün­de onun için şahidlik eder ve öleceği gün de onun için ağlar.

2- Yerin ve göğün ağlamasının, etraflarının kızarması olduğu da söylen­miştir. Bunu Ali b. Ebi Talib (r.a), Ata, es-Süddî, et-Tirmizî Muhammed b. Ali söylemiş ve ayrıca bunu el-Hasen’in görüşü olarak da nakletmiştir. es-Süd­dî dedi ki: el-Huseyn b. Ali -Allah ikisinden de razı olsun- şehid edilince se­ma onun için ağladı. Ağlaması, kızarmasıdır.

Cerir, Yezid b. Ebi Ziyad’dan şöyle dediğini nakletmektedir: el-Huseyn b. Ali b. Ebi Talib (r.a.) öldürülünce bundan dolayı semanın ufukları dört ay sü­reyle kızarık kaldı. Yezid dedi ki: Onun kızarması, ağlamasıdır.

Muhammed b. Şîrîn dedi ki: Bize haber verdiklerine göre şafakla birlik­te görülen kırmızılık, el-Huseyn b. Ali (r.a) şehid edilinceye kadar yoktu. Sü­leyman el-Kadî dedi ki: el-Huseyn’in öldürüldüğü gün üzerimize kan yağdı.

Derim ki: Darakutnî’nin rivayet ettiği bir hadise göre Malik b. Enes, Na-

fi’den, o İbn Ömer’den şöyle dediğini nakletmektedir: Peygamber (sav) bu­yurdu ki: “Şafak (denilen şey) kırmızılıktır.” [47]

Ubade b. es-Samit ile Şeddad b. Evs’ten şöyle dedikleri nakledilmiştir: Şa­fak iki çeşittir. Birisi kırmızılık, birisi beyazlıktır. Kırmızılık kayboldu mu ar­tık namaz kılınabilir.

Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Şafaktan kasıt kırmızılık­tır. Bunlar da İbn Şîrînin naklettiklerini reddetmektedir. Daha önce el-İsra Sûresi’nde (17/7. âyetin tefsirinde) Kurra b. Halid’den şöyle dediğini kaydetmiş idik: Sema Yahya b. Zekeriya ve el-Huseyn b. Ali dışında kimse için ağ­lamadı. Onun kızıllığı ağlamasıdır.

Muhammed b. Ali et-Tirmizî dedi ki: Ağlamak bir şeyi dışarı salmaktır. Eğer göz suyunu dışarı salarsa ağladı denilir. Sema etrafa kırmızılığını salarsa, ağ­ladı denilir. Yer tozunu salarsa, ağladı denilir. Çünkü mümin bir nurdur, onun­la birlikte de Allah’ın nuru vardır. Yer -bizim gözlerimiz görmese dahi- mü­minin nuru ile aydınlıktır. Müminin nurunu kaybetti mi bu sefer tozlanır ve tozunu dışarıya vurur. Çünkü o, müşriklerin günahları sebebiyle tozlu duman­lıdır. Müminin nuru ile de aydınlıktır. Oradaki müminin canı alındı mı bu se­fer tozunu dışarı salar.

Enes dedi ki: Peygamber (sav)’ın Medine’ye gittiği gün herşey aydınlan­dı. Ruhunun kabzedildiği günde de herşey karardı. Biz onun defninde bu­lunurken henüz ondan (toprağından) ellerimizi silkelememiştik ki, kalblerimizi tanımaz hale geldik. [48]

Semanın ağlaması -el-Hasen-in dediği gibi- onun kızarmasıdır.

Nasr b. Asım dedi ki: İlk alamet, ortaya çıkacak bir kızıllıktır. Bu ise kı­yametin yaklaşmış olması sebebiyle olacaktır. Müminlerin nurlarını tamamen yitirmiş olacağından ağlayacaktır.

3- (Yerin ve göğün) ağlaması demek üzüntü ve kedere delalet eden bir alametin onda görülmesi demektir, diye de açıklanmıştır.

Derim ki: Birinci görüş daha kuvvetli görülmektedir. Çünkü bu hususta imkansız görülecek bir taraf yoktur. Gökler ve yer teşbih ettiğine, duyup ko­nuştuğuna göre -el-İsra (17/44. âyetin tefsiri), Meryem (19/90. âyetin tefsi­ri) ve Ha, Mim Fussilet (41/11. âyetin tefsirin)de açıkladığımız gibi- aynı şe­kilde bu hususta varid olmuş habere göre de ağlarlar. Bu görüşlerin hangi­sinin doğru olduğunu en iyi bilen Allah’tır. [49]

  1. Andolsun Biz kurtardık İsrailoğullarını o horlayıcı azaptan.
  2. (Yani) Firavun’dan. Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlar­dan idi.

Bu buyrukla Kıbtîlerin, Firavun’un emri ile erkek çocukların öldürülme­si, kızların hizmetlerinde kullanılması, İsrailoğullarının köleleştirilmesi ve on­lara ağır angarya işlerin yükletilmesi şeklindeki uygulamalar kastedilmekte­dir.

“Firavun’dan” buyruğu “o horlayıcı azabtan” buyruğundan bedeldir. Bu­na göre: “–dan” lafzı “azaptan” buyruğuna taalluk etmez. Çünkü “azab” artık sıfat almış bulunmaktadır. Sıfat aldıktan sonra ise fiil gibi amel etmez.

Buyruğun: Biz onları hem azaptan, hem de Firavun’dan kurtardık, anla­mında olduğu da söylenmiştir.

“Çünkü o üstünlük taslayan, haddi aşanlardan idi.” Yani müşriklerden bir zorba idi. Buradaki üstünlük öğülmeye değer bir üstünlük türü değildir, aksine bu haddi aşan, günahkarlıkta ileri giden bir üstünlük taslamaktır. An­lam itibariyle Yüce Allah’ın: “Şüphe yok ki Firavun arzda üstünlük sağla­maya kalkıştı.” (el-Kasas, 28/4) buyruğuna benzemektedir.

Buradaki üstünlük taslamanın, Allah’ın kullarına karşı üstünlük taslamak olduğu da söylenmiştir. [50]

  1. Andolsun ki Biz onları bilerek alemler üzerine seçkin kılmıştık.

“Andolsun ki Biz onları” İsrailoğullarını “bilerek” aralarından çokça peygamber gelmiş olması sebebiyle onların durumunu bildiğimiz halde “alemler üzerine” kendi çağdaşları olan alemler üzerine “seçkin kılmıştık.”

Buna delil de yüce Allah’ın bu ümmete hitaben: “Siz insanlar için çıkartıl­mış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmran, 3/110) diye buyurmuş olmasıdır. Katade ve başkalarının görüşü budur.

Bir diğer görüşe göre aralarında göndermiş olduğu peygamberler sebe­biyle bütün alemler üzerine demektir. Bu da onların bir özelliğidir, başka­larının böyle bir özelliği yoktur. Bunu İbn İsa, ez-Zemahşerî ve başkaları nakletmiştir. Buna göre yüce Allah’ın: “Siz en hayırlı bir ümmetsiniz” buyru­ğu İsrailoğullarından sonra… demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Bir diğer açıklamaya göre burada sözü edilen seçme onların boğulmak­tan kurtarılmaları ve Firavun’clan sonra yerin onlara miras verilmesidir. [51]

33- Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler de vermiştik.

“Ve onlara kendilerinde apaçık bir imtihan bulunan bir kısım âyetler”

Musa’ya ait birtakım mucizeler “de vermiştik.”

Katade dedi ki: Ayetlerden kasıt, onların Firavun’dan kurtarılmaları, on­lar için denizin yarılması, bulut ile gölgelendirilmeleri, üzerlerine men ile sel­vanın indirilmesidir. Bu durumda bu, İsrailoğullarına yönelik bir hitab olur.

Ayetler’den kastın asa ve el olduğu da söylenmiştir. Muhtemelen el-Fer-ra’nın görüşü budur. Bu takdirde de hitab Firavun kavmine yönelik olur.

Üçüncü görüşe göre bundan kasıt, Allah’ın kendilerinden savdığı kötülük ve onlara yerine getirmelerini emrettiği hayırdır. Bu açıklamayı Abdu’r-Rah-man b. Zeyd yapmıştır. Bu durumda da hitab, aynı zamanda her iki kesime birlikte yani hem Firavun kavmine, hem de İsrailoğullarına yöneltilmiş olur.

Yüce Allah’ın: “Apaçık bir imtihan” buyruğu ile ilgili dört çeşit açıklama yapılmıştır:

1- Bundan kasıt, açık bir nimettir. Bu açıklamayı el-Hasen ve Katade yap­mıştır. Nitekim yüce Allah: “Kendi nezdinden güzel bir imtihan ile denemek için” (el-Enfal, 8/17) diye buyurmaktadır. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

“Onları, sınadığı imtihanın en hayırlısı ile sınadı.”

2- Çetin azab demektir. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.

3- Mümin ile kâfirin kendisi ile ayırdedileceği bir imtihandır. Bu açıkla­mayı da Abdu’r-Rahman b. Zeyd yapmıştır.

4- Yine ondan nakledildiğine göre; onların imtihan edilmeleri bolluk ve sıkıntılar ile denenmeleridir. Daha sonra yüce Allah’ın: “Biz sizi şer ve ha­yırla imtihan olmak üzere deneriz” (el-Enbiya, 21/35) buyruğunu okudu. [52]

  1. Şüphesiz bunlar elbette şöyle diyorlar:

35- “O ancak bizim ilk ölümümüzdür ve bizler diriltilip kaldırıla­cak değiliz. 36. “Eğer doğru söyleyenler iseniz haydi atalarımızı getirin.”

“Şüphesiz bunlar” Kureyş kâfirleri “elbette şöyle diyorlar: O, ancak bi­zim ilk ölümümüzdür.” Mübteda ve haberi ihtiva etmektedir. Bu yönüyle Yüce Allah’ın: “O ancak senin fitnen (imtihanın)dır.” “O ancak bu dünya hayatımızdır” (el-Mumi-nun, 23/37); buyruklarına benzer.

“Ve bizler diriltilip, kaldırılacak değiliz.”

“Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi atalarınızı getirin.”

“Allah ölüleri diriltti, onlar da dirildiler” denilir. Bu­na dair açıklamalar daha önceden (el-Enbiya. 21. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. “Diriltilenler” demektir.

Bu sözleri Kureyş kâfirlerinden söyleyenin Ebu Cehil olduğu bildirilmiş­tir. O şöyle demişti: Ey Muhammedi Şayet senin bu sözün doğru ise, sen bi­ze atalarımızdan iki kişiyi dirilt. Birisi Kusay b. Kilab olsun, çünkü o doğru sözlü bir kimse idi. Biz ona ölümden sonra olacak şeyleri soracağız.

Ebu Cehil’in bu sözü, bu hususta şüphe diye ileri sürüleceklerin en zayı­fıdır. Çünkü öldükten sonra diriltmek, ancak amellerin karşılığının verilme­si içindir, teklif için değildir. O sanki şöyle demiş gibidir: Eğer sen onların tekrar diriltilecekleri hususunda doğru söylüyor isen, haydi mükellef kılın­maları için tekrar onları dirilt. Yine bu, bir kimsenin şöyle demesine benzer: Eğer bizden sonra birtakım çocuklarımız dünyaya gelecek ise niçin geçmiş

atalarımız geri dönmüyor? Bu açıklamayı el-Maverdî nakletmiştir.

Ayrıca “atalarımızı getirin” ifadesi sadece Peygamber (sav)’a hitabtır. Yü­ce Allah’ın: “Rabbim beni döndürün.” (el-Muminun, 23/99) buyruğunda (çoğul olmakla birlikte tek kişiye hitab olması) gibi. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır. Bunun hem peygambere, hem de ona tabi olanlara hitab olduğu da söylenmiştir. [53]

  1. Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba’ kavmi ve onlardan önceki­ler mi? Biz onları bile helak ettik. Çünkü onlar günahkar idiler.
  2. Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yaratmadık.
  3. Biz onları ancak hak ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.

“Bunlar mı hayırlıdır? Yoksa Tubba’ kavmi… mi?” sorusu inkar için so­rulmuş bir sorudur. Yani onlar bu sözlerinden ötürü azabı hak ediyorlar. Zi­ra bunlar Tubba’ kavminden ve helak edilmiş ümmetlerden daha hayırlı de­ğildirler. Biz onları helak ettiğimiz gibi, bunlar da aynı durumdadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Acaba bunların mı nimeti daha çok, mallan daha fazladır, yoksa Tubba’ kavminin mi?

Bir başka açıklamaya göre de: Acaba bunlar mı daha güçlü, daha çetin, daha çok korunabilen kimselerdir, yoksa Tubba’ kavmi mi?

“Tubba'” ile kastedilen tek bir şahıs değildir. Bununla bütün Yemen hü­kümdarları kastedilir. Onlar hükümdarlarına “Tubba”‘ adını verirlerdi. Buna göre Tubba’ müslümanların halifesi, İranlıları Kisrası, Bizanslıların Kayseri gi­bi krallarına verilen bir lakabtı.

Ebu Ubeyde dedi ki: Bunların herbirisine Tubba’ denilmesinin sebebi, her-birilerinin kendisinden önce gelene tabi olmasından dolayıdır.

el-Cevherî der ki: Tubbalar Yemen krallarıdır. Tubba’ aynı zamanda göl­ge demektir. Şair şöyle demiştir:

“Suya topluluklar ve topluluklar gelir,

Tıpkı kekliğin gölgenin tam öğle vaktinde kısaldığı vakit suya gelişi gibi.”

Tubba’ aynı zamanda bir çeşit kuşun adıdır.

es-Süheylî dedi ki: Yemen, Şihr ve Hadramevt’in hükümdarlığını yapan herkese Tubba’ adı verilir. Eğer sadece Yemen’in hükümdarı ise o kimseye Tubba’ denilmez. Bunu da el-Mesudî söylemiştir.

Tubba’lardan bazıları Hemal Zu Seded’in oğlu el-Haris er-Raiş, Ebrehe Zu’l-Menar Amr Zu’1-Ez’ar, Semerkand’ın kendisine nisbet edildiği Şemr b. Ma­lik, Berberileri, Kenan diyarından Afrikaya sürükleyen Afrikis b. Kays. Afri­ka bu sonuncunun adını almıştır.

Ayetlerden anlaşıldığına göre yüce Allah, bunlardan sadece birisini kas­tetmiştir. Araplar bu kişiyi bu isimle diğerlerinden daha çok tanıyorlardı. Bun­dan dolayı Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben Tubba’ın lanete uğra­mış birisi olup olmadığını bilmiyorum.” [54]Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Tubba’a sövmeyiniz, çünkü o mümin bir kimse idi.” [55]

İşte bu Tubba’ın muayyen bir kişi olduğunu göstermektedir. Bu da -doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır- önceleri oraya hücum etmek isterken, daha son­ra Beytullah’a örtü giydiren Ebu Kereb’dir. Medine’ye hücum edip orayı ha-rab etmek istemişken daha sonra adı Ahmed olan bir peygamberin hicret ede­ceği yer olduğu kendisine haber verilince, bu işten vazgeçmişti. Ayrıca bir şiir söylemiş ve bunu Medinelilere emanet bırakmıştı. Onlar da Peygamber (sav) hicret edinceye kadar biri diğerinden miras alıyordu ve sonra bunu pey­gambere teslim ettiler. Denildiğine göre bu mektub ile şiir Ebu Eyyub Ha-lid b. Zeyd (el-Ensarî)nin yanında idi. Burada şu beyitler yer almaktadır:

“Ahmed hakkında şahidlik ederim ki o, Bütün canlıları yaratan Allah’tan bir rasûldür. Ömrüm uzatılırsa, o hayata geleceği vakte kadar, Ben onun yardımcısı ve amcası oğlu olurdum.”

ez-Zeccac, İbn Ebi’d-Dünya, ez-Zemahşerî ve başkalarının naklettikleri­ne göre İslâm geldikten sonra Sana’da -Himyer taraflarında da söylenir-ona[56] ait bir kabir kazılmış orada cesetleri bozulmamış iki kadın bulunmuş. Başlarının yanında da gümüşten bir levha üzerinde, altından: “Bu Hubba ve Lemis’in kabridir” diye yazılı imiş. Yine rivayete göre “Hubba ve Tumazer” bir diğer rivayete göre ise; “Bu Radva’nın kabri ile Hubba’nın kabridir. Bun­lar Tubba’ın kızlarıdır. Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına şahitlik ederek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayarak öldüler. Kendilerinden önceki salih-ler de bu inanç üzere öldüler.”

Derim ki: İbn İshak ve başkasının rivayetine göre Tubba’ın yazdığı mek-tubta şunlar da varmış: “İmdi ben sana ve sana indirilen kitaba iman ettim. Ben senin dinin ve sünnetin üzereyim. Senin ve herşeyin Rabbine iman ettim. Rabbinden gelen İslâm’ın bütün şeriatine de iman ettim. Eğer sana ye­tişecek olursam ne güzel. Şayet yetişmeyecek olursam, bana şefaat et ve kı­yamet gününde beni unutma. Ben senin ümmetinin ilklerindenim. Sen gel­meden önce sana bey “at ettim. Ben senin ve baban İbrahim (a.s)’ın dini üze­reyim.” Daha sonra mektubunu mühürleyip, onun üzerine de: “Önünde de, sonunda da emir Allah’ındır” (er-Rum, 30/4) diye nakşetti. Mektubunun üze­rine adres olarak da şunu yazdı: “Allah’ın nebisi ve rasûlü, peygamberlerin sonuncusu, alemlerin Rabbinin elçisi, Abdullah oğlu Muhammed’e birinci Tub-ba’dan.”

Buna dair haberin geri kalan bölümlerini ve başını Farabi -Allah’ın rah­meti üzerine olsun’ye [57]ait “el-Aşru Beyyinati’n-Nebeviyye” şerhi olarak yaz­dığı “el-Lumau’l-Lu’luiyye” adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Tubba’ın öldüğü günden, Peygamber (sav)’ın peygamber olarak gönde­rildiği güne kadar geçen süre eksiksiz ve fazlasız olarak tam bin yıldır.

Tubba’ın peygamber mi, yoksa kral mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İbn Abbas: Tubba’ bir peygamber idi, derken, Ka’b da şöyle demiş­tir: Tubba’ krallardan bir kral idi, kavmi kehanet yapan kimselerdi. Onlarla beraber ehl-i kitaptan da bir kesim vardı. Her iki kesime biner kurban sun­malarını emretti. Onlar da bunu yerine getirdiler, kitap ehlinin kurbanı ka­bul edilince İslâm’a girdi.

Aişe (r.anha) dedi ki: Tubba’a sövmeyiniz, çünkü o salih bir kişi idi. Katade’nin naklettiğine göre de Tubba’, Himyerlilerden bir kişi idi. O as­kerleriyle birlikte Hire üzerinden Semerkand’a gelip orayı yıkmıştı. Bunu el-Maverdî nakletmektedir.

es-Sa’lebî’nin, Katade’den naklettiğine göre sözü edilen Tubba’. Himyer-li Tubba’dır. O askerleriyle Hire’yi boydan boya geçinceye kadar yol alnu?. Semerkand’ı inşa etmiş, birçok kimseyi öldürmüş ve ülkeler yıkmıştır.

el-Kelbî dedi ki: Tubba’ denilen şahıs, Ebu Kerib Es’ad b. Melkîkerib’dir. Ona Tubba’ adının verilmesi kendisinden öncekilere tabi oluşundan dolayı­dır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Tubba’, Beytullah’ı Yemen’in çizgili kumaşlarıy­la giydiren ilk kişidir.

Yine Ka’b dedi ki: Allah onun kavmini yerdiği halde kendisini yermemiş-tir. Onları Kureyş’e örnek olarak göstermesi, yurtlarının kendilerine yakın olu­şu ve kendi düşüncelerinde onları büyük kabul etmelerinden dolayıdır. Yü­ce Allah onları ve kendilerinden öncekileri günahkar oldukları için helak et­tiğine göre, güçsüz ve sayıca az olmakla birlikte günah işleyen kimselerin he­lak edilmeleri öncelikle sözkonusudur. Yemenliler bu âyet-i kerime ile ifti­har etmişlerdir. Çünkü yüce Allah Tubba’ kavminin Kureyşlilerden hayırlı ol­duğunu belirtmiştir.

Onların birincilerine Tubba’ adırtın verilmesi güneşin doğduğu yeri takib ederek, askerleriyle birlikte doğuya doğru yolculuk etmiş olmasıdır, diye de söylenmiştir.

“Ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helak ettik” buyruğundaki: lafzı “Tubba’ kavmf’ne atıf olduğu için ref konumundadır. “Biz onları bile helak ettik” lafzı da bu ism-i mevsulün sılasıdır. Bu durumda “onlardan öncekiler” ona taalluk etmektedir. Bununla birlikte “onlardan ön­cekiler” anlamındaki lafzın …ler’in sılası olması da mümkündür. Bu durumda zarfda ism-i mevsule ait zamir bulunur.

Durum böyle olduğu takdirde “onları bile helak ettik” anlamındaki buy­ruk hakkında iki şekilden birisi sözkonusu olur. Ya onunla birlikte: “…dir” takdir edilir (onları helak etmişizdir, demek olur). Bu durumda hal ko­numunda olur; yahutta mevsufun hazfedildiği kabul edilir. Sanki: (Onlar) ken­dilerini helak ettiğimiz bir kavim idi denilmiş gibi olur. İfadenin takdiri şöyledir: Sözü edilen bu kimselerin helakine Biz muktedir olduğumuza gö­re, müşrikleri de helak etmeye gücümüzün yettiğini ibret alarak düşünemez misiniz?

Ve onlardan öncekiler” buyruğunun mübteda, haberinin

de: “Biz onları bile helak ettik” buyruğunun olması da mümkündür. [58]

“Tubba'”a atıf ile cer konumunda olması da mümkündür. Şöyle buyurulmuş gibi olur: Kendilerinden önce helak edilmiş Tubba’ kav­mi mi… Yine bu lafzın “Biz onları bile helak ettik” buyruğunun delalet et­tiği bir fiil takdiri ile nasb konumunda olması da mümkündür. [59] Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır.

“Biz göklerle yeri ve ikisinin arasında olanları oynayalım diye yarat­madık.” Gafiller olarak yaratmadık. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. Oya­lanalım diye de açıklanmıştır ki, bu da el-Kelbî’nin görüşüdür.

“Biz onları ancak hak ile yarattık.” Mukatil’e göre hak olan emrimizle yarattık, demektir. Ancak hak için yarattık, diye de açıklanmıştır ki bu açık­lamayı el-Kelbî ve el-Hasen yapmıştır. Ancak hakkı ikame etmek, Allah’ın tevhidi ve O’na itaatin gereği gibi, onu üstün kılmak için yarattık, diye de açık­lanmıştır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Enbiya Sûresi’nde (21/16-18. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Fakat onların” insanların “çoğu” bunu “bilmezler.” [60]

  1. Muhakkak ki ayırdedme günü onların hepsi için tayin edilmiş bir vakittir.

“Ayırdedme günü” kıyamet günüdür. Bu ismin veriliş sebebi, yüce Allah’ın bu günde insanlar arasında ayırdedici hükmünü vereceğinden dolayıdır. Bu­na delil yüce Allah’ın: “Akrabanızın da, evladınızın da size hiç faydaları ol­maz. Kıyamet gününde sizin aranızı ayıracaktır” (el-Mümtehine, 60/3) buyruğudur. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Kıyametin kopacağı gün­de, o günde ayrılıp dağılırlar” (er-Rum, 30/14) buyruğudur.

Buna göre “yevmu’1-fasl: Ayırdedme günü” herkes için tayin edilmiş olan vakittir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki hüküm verip ayırdedme günü belirlenmiş bir vakittir” (en-Nebe’, 78/17) Yani o, iyi­lik yapanın, kötülük yapandan ayırdedilmesi için belirlenmiş bir vakittir. Onların arasında ayırdedici hükmün verilmesi ise, bir kesimin cennete, bir ke­simin de cehenneme gitmesi ile ortaya çıkacaktır.

Bu buyruk, son derece sakındırıcı ve tehdit ihtiva eden bir buyruktur.

Kıraat alimleri arasında: “Onlar… için tayin edilmiş bir vakittir” buyruğunun: “Muhakkak ki” lafzının haberi olarak ref ile okunacağı hu­susunda görüş ayrılığı yoktur. Bu edatın ismi ise: ” Ayırdedme gü­nü” buyruğudur.

el-Kisaî ve el-Ferra ise “Onlar… için tayin edilmiş bir vakittir” lafzının “mu­hakkak ki” anlamındaki edat ile nasbedilmesi “ayirdetme günü” buyruğu­nun da: “Muhakkak ki” lafzının haberi konumunda zarf olabileceğini de kabul etmişlerdir. Muhakkak ki onlar için tayin edilmiş olan vakit ayırded­me günüdür, demek olur. [61]

  1. O günde hiçbir mevlanın, mevlasına bir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez.
  2. Allah’ın rahmet ettikleri müstesna. Şüphesiz ki O, Azizdir, Ra­himdir.

“O günde hiçbir mevlanın mevlasına bir faydası olmaz” buyruğunda-ki: “O günde” lafzı daha önce geçen *’ayırdedme günü”ndeki “gün”den be­deldir.

Mevla; veli demek olup bu da amcanın oğlu ve yardım eden kişi anlamın­dadır. Yani hiçbir amca oğlu amca oğlunun üzerindeki bir sıkıntıyı gidere­meyeceği gibi, hiçbir yakın yakınının, hiçbir arkadaş da arkadaşının sıkıntı­sını gidermekte faydalı olamayacaktır.

“Onlara yardım da edilmez.” Yani hiçbir mümin akrabalığı dolayısıyla kâ­fire yardım etmeyecektir. Bu âyetin bir benzeri de yüce Allah’ın: “Ve öyle bir günden korkun ki; kimse kimseye hiçbir fayda veremez” (el-Bakara, 2/48) buyruğudur.

“Allah’ın rahmet ettikleri müstesna” buyruğundaki: “…leri” buy­ruğu “Onlara yardım edil(mez)” buyruğundaki zamirden bedel olarak merfudur. “Hiç kimse kalkmasın, filan müstesna” ifade­sinde olduğu gibi. Yahut mübteda olarak da merfu olup haber gizli olabilir. Sanki yüce Allah: Allah’ın rahmet ettiği kimseler müstesna, onların günah­ları bağışlanır. Yahutta; ona fayda verir ve o kimse şefaat de eder, yardım da eder, denilmiş gibidir. Ya da önce geçen “mevla”dan bedel olabilir. Sanki: Allah’ın rahmet ettiği dışında kimse fayda vermez, denilmiş gibidir.

Bu buyruk el-Kisaî ve el-Ferra’ya göre ise munkatı istisna olarak nasb ma-hallindedir. Ama Allah’ın rahmet ettiklerine gelince, yaratılmışlardan kendi­lerine fayda sağlayacak kimselere ihtiyaç duyacakları herhangi bir şey ile kar­şılaşmazlar, demektir. İstisnanın muttasıl olması da mümkündür. Yani mü­minler müstesna, hiçbir yakının yakına faydası olmaz. Onların birbirlerine şe­faatçi olmalarına izin verilecektir.

“Şüphesiz ki O, Azizdir.” Yani düşmanlarından intikam alandır. Dostla­rına karşı oldukça merhametli olan “Rahimdir.” Nitekim yüce Allah: “Aza­bı çetin ve nimeti pek bol olandır” (el-Mumin, 40/3) buyruğunda da vaad ile tehdidi birlikte sözkonusu etmiştir. [62]

43- Şüphesiz ki zakkum ağacı,

  1. O büyük günahkarın yiyeceğidir.
  2. Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar;
  3. Kaynar suyun kaynaması gibi.

“Şüphesiz ki zakkum ağacı” buyruğu ile ilgili nerede vakıf yapılacağı hu­susunda İbnu’l-Enbarî şöyle demektedir: Yüce Allah’ın Kitabında: “Şecere: ağaç”ın sözkonusu edildiği her yerde vakıf “he” ile yapılır. Bundan tek istis­na ed-Duhan Sûresi’ndeki: “Şüphesiz ki zakkum ağacı o büyük günahka­rın yiyeceğidir” buyruğudur.

“Büyük günahkar” Ebu’d-Derda’nın açıklamasına göre: “Facir (çokça günah işleyen)” demektir. O ve İbn Mesud da böyle okumuşlardır. Hemmam b. el-Haris dedi ki: Ebu’d-Derda bir adama: “Şüphesiz ki zakkum ağacı, o büyük günahkarın (el-esim) yiyeceğidir” buyruğunu okutuyor, ancak adam (el-Esim yerine) “el-yetim” diyordu. Bu kelimeyi anlayamayınca ona “taamu’l-facir: çok günahkarın yiyeceğidir” diye söyledi.

Ebu Bekr el-Enbarî dedi ki: Bana babam anlattı, bize Nasr anlattı, dedi ki: Bize Ebu Ubeyd anlattı dedi ki: Bize Nuaym b. Hammad, Abdu’1-Aziz b. Mu-hammed’den naklen anlattı. O İbn Aclan’dan, o Avn b. Abdullah b. Utbe b. Mesud’dan dedi ki: Abdullah b. Mesud bir adama: “Şüphesiz ki zakkum ağa-Cl O büyük günahkarın yiyeceğidir” buyruğunu (okumayı) öğretiyordu Adam (taamu’1-esim: büyük günahkarın yiyeceği) diyecek yerde: “taamıTl-yetim (yetimin yiyeceğidir)” diyordu. Abdullah ona doğru şekli tekrarladık­ça, adam da yanlış şekli tekrarladı. Abdullah bu adamın dilinin doğruyu te­laffuz edemeyeceğini görünce ona: Sen taamu’l-facir diyebilir misin? diye sor­du, o da: Evet deyince, o halde böyle oku, dedi. Ancak bunda sapık cahil kim­selerin lehine Kur’ân-ı Kerim’deki bir ifadeyi bir başkası ile değiştirmek ca­izdir, şeklindeki görüşlerine delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü bu sadece Abdullah’ın öğrenciye özel bir uygulaması ve daha sonraları doğruya tekrar dönebilmesi için yüce Allah’ın indirmiş olduğu ve Rasûlullah (sav)’ın bize bil­dirmiş olduğu lafzı bizzat söyleyerek hak olanı kullanabilmesi için bir hazır­lık idi.

ez-Zemahşerî dedi ki: İşte bu, eğer manasını ifade ediyor ise bir kelime­nin yerine bir başka kelimeyi değiştirmenin caiz olduğuna delil gösterilmek­tedir. Burdan hareketle Ebu Hanife belli bir takım şartlarla birlikte Farisice okumayı caiz kabul etmiştir. Bu şart da şudur: Okuyan kişi manalarını her­hangi bir şey kaçırmaksızın mükemmel şekliyle ifade edebilmelidir. (Hane­fi alimleri) derler ki: Bu şart adeta cevaz vermemek gibi bir caizliktir. Çün­kü Arap dilinde özellikle de fasahatıyla görülmemiş düzeni ve üslubu ile mu­cize olan Kur’ân-ı Kerim’de öyle bir takım anlam incelikleri ve maksatları var­dır ki Farsça veya başka hiçbir lisan bunu tek başına ifade edemez. Esasen Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Farsçayı iyi bilen birisi değildi. Dolayısıyla onun bu ifadesi bir tahkik ve bir basirete binaen kullanılmış bir ifade değildir. Ayrıca Ali b. el-Ca’d’dan, Ebu Yusuf’tan, o da Ebu Hani-fe’den Farsça kıraati reddetmek konusunda iki arkadaşı (Ebu Yusuf ve Mu-hammed)’in görüşü gibi bir görüş de rivayet etmektedir.

Zakkum ağacı yüce Allah’ın cehennemde yaratmış olduğu ve “lanetlen­miş ağaç: eş-şeceretu’1-mel’une” adını verdiği bir ağaçtır. Cehennemlikler acık­tılar mı o ağaca sığınırlar, ondan yerler. Bu sefer karınlarında sıcak suyun kay­naması gibi kaynamaya başlar. Yüce Allah bu ağaçtan karınlarına giden şeyleri erimiş madene benzetmektedir ki, bu da eritilmiş bakır demektir.

“Kaynar” anlamındaki buyruk, genellikle ağaca hamledilerek di­ye okunmuştur. Fakat İbn Kesir, Hafs, İbn Muhaysın, Yakub’tan Ruveys ye­meğe hamlen “ye” ile okumuşlardır. Bu da anlam itibariyle ağaç hakkındadır. “Erimiş maden”e hamledilemez. Çünkü o benzetmek için zikredilmiş­tir.

“Büyük günahkar” çokça günah işlemiş kimse demektir ki: “Günah işledi, işler” kökünden gelmektedir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî ve İbn İsa yapmışlardır. Bu kişinin günah kazanan müşrik olduğu da söylenmiş­tir. Bu açıklamayı da Yahya b. Sellam yapmıştır.

es-Sıhah’ûa. şöyle denilmektedir: “Adam günah işledi” de­nilir. Bu şekilde günah işleyen kimseye de: “Günahkar” deni­lir.

O halde: “O, büyük günahkarın yiyeceğidir” buyruğu: pek büyük günah­kar kişi olanın yiyeceğidir, demek olur ki, bu kişi de Ebu Cehil’dir. Çünkü o şöyle demiştir: Muhammed cehennemde zakkum olduğunu söyleyerek bi­zi tehdit etmektedir. Halbuki onun o dediği tereyağı ve hurmadan tirit yap­maktır. Yüce Allah da onun dediğinin aksini açıklamaktadır.

en-Nekkaş’ın, Mücahid’den naklettiğine göre zakkum ağacı Ebu Cehil’dir.

Derim ki: Bu açıklama Mücahid’den sahih olarak rivayet edilmemiştir. Ay­rıca bu daha önce es-Saffat Sûresi (37/63. âyet) ile el-İsra Sûresi (17/60. âyet)cıe sözünü ettiklerimiz ile de reddedilecek bir görüştür. [63]

  1. “Yakalayın onu! Sürükleyerek götürün cehennemin ortasına!
  2. “Sonra da, o kaynar suyun azabından dökün başının üstüne!”

“Yakalayın onu!” Yani zebanilere: Onu yakalayın, denilecek. Kasıt o çok günahkar kişidir.

“Sürükleyerek götürün…” Yani onu çekip sürükleyin, götürün.

“Bir adamın yakasından tutup onu çekiştirmek” demektir. Yani böy­le bir kimseyi bir hapishaneye ya da başına bir bela getirmek maksadıyla gö­türmek üzere kendine doğru çekmek demektir. “Ada­mı şiddetlice çektim, çekiyorum” demektir. “Çekilen adam” demek­tir. Şair bir atı nitelendirirken şunları söylemektedir:

“Dizginlerini güzelce çekeriz, ama şiddetlice kendimize doğru çekmeyiz.”

Bu lafız şeklinde hem “lam”, hem “nun” ile kullanılır. Bu açıklamayı İbn es-Sikkît yapmıştır.

Kufeliler ile Ebu Amr: “Sürüyerek götürün onu” diye kesreli oku­muşlardır, diğerleri ise (lam harfini) ötıeli okumuşlardır.

“Cehennemin ortasına! Sonra da o kaynar suyun azabından dökün ba­şının üstüne!” Mukatil dedi ki: Cehennemin bekçisi olan Malik demirden bir tokmak ile Ebu Cehil’in başına öyle bir darbe indirir ki, kafatası beyninin üzerinden ayrılır ve darmadağın olur. Beyni vücudundan aşağıya akar. Sonra me­lek, hararetini karnında hissedeceği şekilde üzerine sımsıkı bir su döker. Me­lek ona: Tat azabı! diye hitab eder. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Baş­ları üzerinden gayet kaynar su dökülür” (el-Hac, 22/19) buyruğudur. [64]

  1. “Tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin.
  2. “Muhakkak ki bu, sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir.”

“Tat bakalım! Çünkü sen, güçlü ve değerli imişsin” buyruğu hakkında İbnu’l-Enbarî şöyle demiştir: “Çünkü” lafzının esreli okunacağı konu­sunda herkes icma etmiştir.»el-Hasen’den, rivayet edildiğine göre ise, o Ali (r.a.)den üstün ile okuduğunu rivayet etmiştir. el-Kisaî de böyle okumuştur.

Kesreli okuyanlar: “Tat bakalım” üzerinde vakıf yaparlar, üstün oku­yanlar ise burada vakıf yapmazlar. Çünkü: ” Tat ba­kalım. Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin!” anlamındadır.

Katade dedi ki: Ayet-i kerime Ebu Cehil hakkında inmiştir, o: Orada benden daha güçlü ve benden daha değerli kimse bulunmayacaktır demiş­tir. İşte bundan dolayı kendisine: “Tat bakalım, çünkü sen güçlü ve değer­li imişsin” denilecektir.

İkrime de şöyle demiştir: Peygamber (sav) ile Ebu Cehil karşılaştılar. Peygamber (sav) kendisine: “Allah bana sana karşı: Bu, senin için daha da

öncelikle sözkonusudur, dememi emretti. Bunun üzerine Ebu Cehil: Beni ney-\c tehdit ediyorsun? Mlah’a yemin edevim, sen de, Rabbin de bana bir şey ya­pamazsınız. Çünkü ben şüphesiz bu vadide en güçlü olan ve kavmi arasın­da en çok değer verilen kimselerdenim, demişti. Yüce Allah’ın takdiri gere­ği Bedir gününde öldürüldü, Allah onu zelil etti ve bu âyet-i kerime nazil ol­du. Yani melek ona: Tat bakalım, çünkü sen kendi kanaatine göre güçlü ve değerli imişsin, diyecektir.

Bunun hafife almak, azarlamak, alay etmek, hakir düşürmek ve değerini küçümsemek anlamında söylenecek bir söz olduğu da söylenmiştir. Yani: Şüp­hesiz ki sen zelil ve hakir kılınan bir kimsesin. Bu da (bu anlamı ile) Şuayb kavminin, Şuayb’a: “Çünkü sen muhakkak yumuşak huylu ve aklı başında bir kimsesin” (11/87) derken, ona -önceden de geçtiği üzere açıklamalardan birisine göre-; sen akılsız ve cahil bir kimsesin kastı ile bu sözü söylemiş ol­malarına benzer ki; bu açıklama da Said b. Cübeyrin açıklamasıdır.

“Muhakkakk ki bu sizin önceden şüphe edegeldiğiniz şeydir.” Yani me­lekler onlara: Muhakkak ki bu, siz dünyada iken hakkında şüphe edegeldi­ğiniz şeydir, diyeceklerdir. [65]

  1. Takva sahihleri ise, muhakkak emin bir makamdadırlar.
  2. Cennetlerde ve pınarlardadırlar.
  3. İnce ve kalın ipeklerden giyerler. Karşılıklı otururlar.

Yüce Allah kâfirlerin kalacakları yeri ve azaplarını sözkonusu ettikten son­ra “Takva sahihleri ise muhakkak emin bir makamdadırlar” buyruğunda müminlere yapılacak ikramları ve nimetleri sözkonusu etmektedir.

“…bir makamdadırlar” buyruğunu Nafî ve İbn Amir “mim” harfini ötre-li olarak diye okumuşlardır, diğerleri ise “mim” harfini üstün okumuş­lardır. el-Kisaî dedi ki: “Mim” harfi ötreli olarak, “mekan ve ikamet etmek” anlamlarına gelir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“O diyarda konaklanılan yerde ikamet olunan yerde de izler silinip gitti.”

el-Cevherî dedi ki: Bu iki söyleyişin bazan herbirisi de ikamet etmek an­lamına gelebilir, bazan da kalınan yer anlamında olabilir. Çünkü biz bunu: ” Kalktı, kalkar” fiilinden gelmiş kabul edersek, “mim'” harfi üstün olmalıdır. Eğer: “İkamet etti, ikamet eder” şeklinden geldiğini kabul edersek, “mim” harfi ötreli okunur. Çünkü fiil kök itibariyle üç harften faz­la oldu mu; mekan isminin “mim” harfi ötreli gelir. Çünkü böylece o dört harf­li fiillere benzemiş olur. “Yuvarladı” fiilinden ” Bu bizim yuvarlanma yerimizdir” demek gibi. “mim” harfi üstün okunursa, bu­lunulan yer ve meclis anlamına geldiği, ötreli olduğu takdirde ise, mekanın kastedilebildiği de söylenmiştir. Mastar olması da mümkündür. Bu durum­da onun için bir muzaf takdir edilir. İkamet yerinde… demek olur.

“Emin” içinde afetlerden emin olunan bir yer demektir.

“Cennetlerde ve pınarlardadırlar” buyruğu, “emin bir makamdadırlar”

buyruğundan bedeldir.

“İnce ve kalın ipekten giyerler, karşılıklı otururlar.” Yani biri diğerinin sırtına bakmaz, yüzyüze bakarlar. Nereye dönerlerse, meclisleri de öylece on­larla birlikte döner.

“Sundus” ince ipek, “istebrak” de kalın ipek demektir. Buna dair açıklama­lar daha önceden el-Kehf Sûresi’nde (19/31- âyetin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır. [66]

  1. İşte böyle. Hem Bİ2 huru’1-în’i de kendilerine eş yaptık.

“İşte” durum sözünü ettiğimiz şekliyle “böyle” dir.

Bu durumda: ” İşte böyle” üzerinde vakıf yapılır.

Bunun, Biz onları cennete koyduğumuz ve daha önce sözünü ettiğimiz şeyleri yaptığımız gibi, onlara huru’1-în’i de eş yapmak suretiyle ikramda bu­lunduk, anlamında olduğu da söylenmiştir. “în”e dair açıklamalar daha önceden es-Saffat Sûresi’nde (37/48. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“el-Hur” ise Katade ve genelin açıklamasına göre beyaz tenli kadınlar de­mektir, çoğuludur. Bu ise elbiselerinin arkasından bile bacaklan görülen beyaz kadın demektir. Ona bakan ayak topuğunda yüzünü görür, tıpkı ayna gibi. Bu da derisinin inceliğinden, teninin parlaklığından ve ren­ginin oldukça arı oluşundan dolayıdır. Bu te’vilin delili İbn Mesudun:

“Kırmızıya çalan beyaz tenli iri gözlülerle…” şeklindeki okuyuşu­dur.

Ebu Bekr el-Enbarî şunu zikretmektedir: Bize Ahmed b. el-Huseyn anlat­tı, dedi ki: Bize Huseyn anlattı, dedi ki: Bize Ammar b. Muhammed anlattı, dedi ki: Ben Mansur b. el-Mutemir’in arkasında namaz kıldım. Ha, Mim. ed-Duhan Sûresi’nde; ” (Huru’1-în’i diye­cek yerde) îsi în’i de kendilerine eş yaptık. Onlar orada ilk ölümden başka ölümün tadını tatmazlar.” diye okudu. “îs” ise beyaz tenliler demektir. Bun­dan dolayı beyaz renkli develere de “îs” denilmiştir. Tekili ise: ” Be­yaz tüylü erkek deve” ile “Beyaz tüylü dişi deve” şeklinde gelir. İmruu’1-Kays da şöyle demiştir:

“Sesimi işittiler mi hemen sesime kulak kabartırlar, Gebe kalmayan genç dişi devenin beyaz tüylü erkek devenin

sesine kulak verdiği gibi.”

Burada “el-hur”, oldukça güzel ve parlak beyaz tenliler demektir.

İbnu’l-Mübarek şunu zikretmektedir: Bize Ma’mer, Ebu İshak’dan haber verdi. O Aı ir b. Meymun el-Evdî’den, o da İbn Mesud’dan şöyle dediğini nak­letti: Huru’l-în’den olan bir kadının bacağının kemik iliği, etin ve kemiğin öte­sinden yetmiş elbise altından görülür. Tıpkı beyaz cam içindeki kırmızı şa­rabın görüldüğü gibi.

Mücahid dedi ki: “Hur”a bu adın veriliş sebebi güzellikleri, beyazlıkları ve ten renklerinin saflığı sebebiyle, kendilerine uzun boylu bakılamadığından dolayıdır. Onlara bu ismin veriliş sebebinin gözlerindeki ileri derecedeki be­yazlık olduğu da söylenmiştir. İleri derecede beyazlık anlamı verilen: “Gözün siyahının oldukça siyah olmakla birlikte, beyazının da olduk­ça beyaz olması” demektir. “Gözünün beyazı oldukça be­yaz ve bu beyazlığı da açıkça görülen kadın” demektir. Mesela: “Gözünün beyazı oldukça beyaz oldu” ve: ” şey oldukça beyaz oldu” denilir. .

el-Esmaî dedi ki: Ben gözde haver (beyazlık)ın ne olduğunu bilemiyorum. Ebu Amr da şöyle demiştir: Haver gözün tamamının tıpkı ceylan ve inekle­rin gözleri gibi siyah olmasıdır. Fakat Ademoğullarında haver yoktur. Kadın­lara “huru’1-în” denilmesinin sebebi -bu yönleriyle- ceylanlara ve ineklere ben-zediklerindendir. el-Accac şöyle demiştir:

“Son derece haverli hur gözlerle…”

O bu ifadeleriyle beyazlan katıksız beyaz ve gözbebeklerinin etrafı olduk­ça siyah olanları kastetmektedir.

“el-în” kelimesi çoğuludur. Bu da gözleri iri ve geniş demektir.

Ebu Hureyre (r.a)’dan rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Huru’l-în’in mehirleri avuçlarla hurma (vermek) ve ekmek parçaları (infak etmek)dır.” [67]

Ebu Kirsafe’den: Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Çöple­rin mescidden dışarıya çıkartılması huru’l-în’in mehirleridir.”[68]

Enes (r.a)’dan da rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mescidleri süpürmek huru’l-în’in mehirleridir.” [69] Bunu es-Sa’lebî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir. Biz de “et-Tezkire” adlı eserimizde bu hu­susa bağımsız bir bölüm ayırmış bulunuyoruz. Yüce Allah’a hamdolsun.

Cennette Ademoğullarından olan kadınlar mı yoksa huriler mi daha fazi­letli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır.

İbnu’l-Mübarek şöyle bir rivayet zikretmektedir: Bize Rişdin, İbn En’um’den haber verdi. O Hibban b. Ebi Cebele’den dedi ki: Ademoğulları kadınları ara­sından cennete girenler dünyada işledikleri ameller sebebiyle huru’l-în’den üstün kılınmış olacaktır. [70] Ayrıca Peygamber (sav)’e merfu olarak da şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ademoğullarından olan kadınlar huru’l-în’den yetmişbin kat daha üstündürler.”

Huru’l-în’in daha faziletli olduğu da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sav) duasında: “Ve sen ona hanımından daha hayırlı bir eş ver.” [71] diye bu­yurmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. “Huru’l-ıyn”i buyruğunu İkrime şeklinde izafet ile okumuştur. Bunun izafet ile de tenvin ile de okun­ması aynıdır. [72]

  1. “Onlar orada güven içinde her türlü meyveden isterler.”

Katade dedi ki: Ölümden, yorgunluktan ve şeytandan yana “güven İçin­de” olacaklardır. İçinde bulundukları nimetlerin kesileceğinden yana ya da o nimetleri yiyeceklerinden ötürü herhangi bir rahatsızlık veya hoşlarına git­meyen bir şeyin kendilerine isabet edeceğinden yana, güven içinde olacak­lardır, diye de açıklanmıştır. [73]

  1. Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar. Onları ce­hennem azabından korumuştur.
  2. Rabbinden bir lütuf olarak. İşte bu, en büyük kurtuluş ve mut­luluğun ta kendisidir.

“Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar.” Yani onlar orada hiç­bir şekilde ölümü tatmazlar, çünkü orada ebedi kalıcıdırlar. Daha sonra da: “İlk ölümden başka” diye munkatı, bir istisna ile istisnada bulunmuştur ki; bu da; şu kadar var ki, ilk ölümü zaten dünyada iken tatmışlardı, demektir. Sibeveyh şu beyiti zikretmektedir:

“Falicin ayrılıp gitmesi için elini çabuk tutanların,

Sağmal develeri hem uyuz oldular, hem de gudde çıkardılar.”

Daha sonra, birincisinden olmayan türüyle (munkatı’) istisnada buluna­rak şöyle demiştir:

“Sizin yitirdiğiniz o Naşire gibisinden başka,

Ki o, yetişkinliğinde ve besleyiciliğinde bir dal gibidir.”

Buradaki istisna edatının “sonra” anlamında olduğu da söylenmiştir. Me­sela: ” Senin yanındaki bir adamdan başka bugün hiçbir kimseyle konuşmadım” derken, “senin yanındaki adamdan sonra” de­mektir.

Buradaki istisna edatının: “Başka, dışında” anlamında olduğu da söylenmiştir. Dünyadaki ölümleri dışında bir ölüm (tatmazlar) demektir. Bu yönüyle yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “Babalarınızın ni­kahladığı kadınları nikahlamayın. Ancak geçmiş olan müstesnadır.” (en-Nisa, 4/22) Bu da bir kimsenin: Ben dün yediklerim dışında bugün yemeğin tadına bakmış değilim, demesine benzer.

el-Kutebî dedi ki: “İlk ölümden başka” ifadesinin anlamı şudur: Mümi­nin ölümü yaklaştığında rahmet melekleri onu karşılar ve o rahatlıkla ve hoş kokularla karşı karşıya kalır. Cennete götüren sebepler onun vasfı olduğun­dan dolayı onun ölümü cennette olur. Buna göre bu sahih (muttasıl) bir is­tisna olur.

Ölüm tadına bakılmayan bir arazdır, fakat tadı hoşlanılmayan bir yemek gibi değerlendirilmiştir. Bundan dolayı istiare yoluyla ölüm için “tatmak” vas­fı kullanılmıştır.

“Onları cehennem azabından korumuştur. Rabbinden bir lütuf olarak.”

Yani yüce Allah onlara lutufta bulunarak bu işi onlara yapmıştır. Buna gö­re: “Bir lütuf olarak” lafzı mastar olup “isterler” anlamındaki fiil on­da amel etmiştir. Onda amel edenin “onları… korumuştur” anlamındaki fi­il olduğu da söylenmiştir, gizli bir fiilin amel ettiği de söylenmiştir.

Bundan önceki ifadenin anlamının onda amel ettiği de söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu işi onlara lütfederek vermiştir. Zira dünyada iken kendileri sebebiyle cennete girecekleri amellerde bulunmaya onları muvaf­fak kılmıştır.

“İşte bu, en büyük kurtuluş ve mutluluğun ta kendisidir.” En büyük mut­luluk kâr ve kurtuluş budur, demektir. İfadenin: “Şu işe nail oldu. onu ele geçirdi” tabirinden geldiği de söylenmiştir. [74]

  1. “Muhakkak Biz onu öğüt alırlar diye senin dilin ile kolaylaştır­dık.” 59- O halde gözetle! Çünkü onlar da gözetlemektedirler.

“Muhakkak Biz onu” Kur’ân-ı Kerim’i “öğüt alırlar” ve böylelikle kötü­lüklerden vazgeçerler “diye senin dilin ile kolaylaştırdık.” Yani hem sa­na, hem de okuyacak olanlara kolaylaştırdık. Bunun bir benzeri de yüce Al­lah’ın şu buyruklarıdır: “Andolsun ki Biz bu Kur’ân’ı düşünmek için kolay­laştırdık. O halde var mı ibret alıp düşünen?” (el-Kamer, 54/7, 22, 32, 40. âyetler)

Böylece yüce Allah -önceden- sûrenin baş taraflarında: “Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik.” (ed-Duhan, 44/3) ile “Şüphesiz ki Biz onu Ka­dir gecesinde indirdik” (el-Kadr, 97/1) buyruklarında olduğu gibi; kendisin­den ismen sözedilmemiş olsa bile Kur’ân’a tabi olmaya teşvik ile sûreyi so­na erdirmektedir.

“O halde gözetle. Çünkü onlar da gözetlemektedirler.” Yani yüce Allah’ın sana vaadetmiş olduğu onlara karşı zafer kazanmayı gözetle! Onlar da senin ölümünü beklemektedirler. Bunu en-Nekkaş nakletmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre: Sen Rabbinden gelecek zaferi bekle! Onlar da kendi kuruntulan ile senin kahrolmanı gözetlemektedirler. Allah senin ile on­lar arasında hüküm verinceye kadar bekle! Çünkü onlar da senin başına ge­lecek kötü musibetleri gözetlemektedirler. Anlamlar birbirine yakındır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Benim sana vaadetmiş olduğum sevap ve mükafatı gözetle! Onlar da Benim kendilerine vaadetmiş olduğum cezayı gö-zetleyenlere benzemektedirler.

Sen kıyamet gününü gözetle! O ayırdetme günüdür. İsterse onlar kıyame­tin gerçekleşeceğine inanmasınlar; diye de açıklanmıştır.

Böylelikle onlar gözetleyenler gibi değerlendirilmiş olmaktadırlar. Çün­kü onların varacakları akıbet budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kuran

Duhan Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.