Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

43 – Zuhruf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de indiği icma ile kabul edilmiştir. Mukatil: Yüce Allah’ın: “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor” (ez-Zuhruf, 43/45) buyruğu müstesna demiştir. Seksendokuz âyettir.

43 – Zuhruf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Zuhruf Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın adı ile

  1. Ha, Mim.
  2. Mubîn kitab hakkı için.
  3. Muhakkak Biz onu akıl edip anlayasanız diye Arapça bir Kur’ân kıldık.

“Ha, Mim. Mubîn kitab hakkı için” buyruğuna dair açıklamalar daha ön­ceden (el-Mu’min, 40/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. “Ha, Mim”in bir yemin, “mubîn kitab hakkı için” buyruğunun ise ikinci yemin olduğu da söylenmiştir. Esasen yüce Allah dilediği şeye yemin eder. Ceva­bı ise: “Muhakkak Biz onu… kıldık” buyruğudur.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: “Kitab hakkı için” yemininin cevabını -: “Allah’a yemin olsun indi, Allah’a yemin olsun vacib oldu” demek halinde olduğu gibi- “Ha, Mim” kabul edenler, “mubîn kitab hakkı için” buyruğu üzerinde vakıf yaparlar. Yeminin cevabını “muhakkak Biz onu… kıldık” kabul edenler ise “mubîn kitab hakkı için” buyruğu üzerinde vakıf yapmaz.

“Biz onu… kıldık” buyruğu, ona böyle isim verdik, onu böyle nitelendir­dik demektir. Bundan dolayı iki mef’ule geçiş yapmıştır. Yüce Allah’ın: “Allah bahire… diye (adlandırılan) birşey kılmamıştır” (el-Maide, 5/103) buyruğunda olduğu gibi.

es-Süddî de: Biz onu… bir Kur’ân olarak indirdik, diye açıklamıştır. Mü-cahid, onu (Arapça olarak) söyledik diye, ez-Zeccac ve Süfyan es-Sevrî ise onu böylece beyan ettik, diye açıklamışlardır.

“Arapça…” onu Arap dili ile indirdik, demektir. Çünkü herbir peygambe­rin kitabı kendi kavminin diliyle indirilmiştir. Bu açıklamayı Süfyan es-Sev­rî ve başkaları yapmıştır. Mukatil de şöyle demiştir: Çünkü sema ehlinin di­li Arapçadır.

“Kitab” ile peygamberlere indirilmiş bütün kitabların kastedildiği de söy­lenmiştir. Çünkü “kitab” bîr cins isimdir. Sanki yüce Allah indirmiş olduğu bütün kitablara yemin ederek Kuranı Arapça bir Kur’ân kıldığını dile getir­mektedir. Yüce Allah’ın “onu… kıldık” buyruğundaki zamir sûrede her ne kadar kendisinden henüz söz edilmemiş ise de Kur’ân-ı Kerim’e aittir. Yü­ce Allah’ın: “Doğrusu Biz onu Kadir gecesinde indirdik” (el-Kadr, 97/1) buy­ruğu gibi.

“…Akdedip anlayasanızdiye…” hüküm ve manalarını kavrayasanız di­ye… Bu açıklamaya göre bu özellik sadece Araplara ait olur, acemler (Arap olmayanlar) için bu sözkonusu olmaz. Bu açıklamayı İbn İsa yapmıştır. İbn Zeyd ise şöyle demiştir: Belki iyice düşünürsünüz, anlamındadır. Bu açıkla­maya göre ise bu Araplara da, Arap olmayanlara da umumi bir hitab olur. Hi­tabın “mubîn” olmakla nitelendirilmesi yüce Allah’ın bu kitapta -daha önce birkaç yerde de geçtiği üzere- hükümlerini ve farzlarını açık açık bildirmiş olmasından dolayıdır. [2]

  1. Muhakkak ki o, katımızdaki Ana kitapta çok yücedir, çok muhkem­dir.

“Muhakkak ki o” yani Kur’ân-ı Kerim “katımızdaki” yanımızdaki “Ana kitapta” Levh-i Mahfuzda “çok yücedir, çok muhkemdir.” Onda herhangi bir aykırılık ve çelişkinin bulunmadığı son derece sağlam ve yüce bir kitabtır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz o oldukça şerefli bir Kur’ân’dır. Korunan bir kitaptadır.” (el-Vakıa, 56/77-78); “Daha doğrusu o çok şerefli bir Kur’ân’dır, Levh-i Mahfuzdadır.” (el-Buruc, 85/21-22)

İbn Cüreyc dedi ki: Yüce Allahın:”Muhakkak kio” buyruğunda kastedi­len insanların iman, küfür, itaat ve masiyet türünden işledikleri amellerdir. “Çok yücedir” yani kendisine erişilip değişikliğe uğratılamayacak kadar yücedir, “çok muhkemdir” eksiklikten ya da değişikliğe uğratılmaktan ya­na korunmuştur, demektir.

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah’ın ilk yarattığı şey Kalemdir. Ona yaratma­yı murad ettiği herbir şeyi yazmasını emretti. O bakımdan bu kitab O’nun nez-dindedir. Daha sonra da: “Muhakkak ki o katımızdaki Ana kitapta çok yü­cedir, çok muhkemdir” buyruklarını okudu.

Hamza ve el-Kisaî: “Ana kitab” lafzındaki hemzeyi esreli oku­muşlar, diğerleri ise ötreli okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önce­den (en-Nisa, 4/11-14. âyetler, 18. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [3]

  1. Siz haddi aşan bir kavimsiniz diye Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?

“… Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?” buyruğunda kastedilen ed-Dahhak ve başkalarından gelen rivayete göre Kur’ân-ı Kerim’dir. Zikirden kas­tın azab olduğu da söylenmiştir. Yani Biz sizi azablandırmaktan vazgeçerek haddi aşmanızın ve küfre sapmanızın karşılığını vermeyip cezalandırmaya­lım mı? Bu açıklamayı Mücahid, Ebu Salih ve es-Süddî yapmış olup el-Avfî de bunu İbn Abbas’tan rivayet etmiştir.

Yine İbn Abbas şöyle demiştir: Buyruğun anlamı şudur: Sizler size veri­len emirleri yerine getirmeksizin sizi azablandırmaktan vazgeçip affedeceği­mizi mi zannettiniz? Yine ondan gelen rivayete göre buyruk, hem Kur’ân’ı ya­lanlayacaksınız, hem de cezalandırılmayacaksınız öyle mi? anlamındadır.

Yine es-Süddî şöyle demektedir: Yani Biz size.emir vermeksizin, yasak koymaksızın sizi başıboş mu bırakacağız?

Katade dedi ki: Size emir vermeden, yasaklan bildirmeden helak mi ede­ceğiz? anlamındadır. Yine ondan rivayete göre: Sizler ona iman etmiyorsu­nuz diye Kur’ân-ı Kerim’i indirmekten vazgeçip onu size indirmeyelim mi?

İbn Zeyd de böyle açıklamıştır.

Katade dedi ki: Allah’a yemin ederim, eğer bu Kur’ân-ı Kerim, bu ümme­tin ilkleri arasında bulunanlar tarafından reddedildiğinde kaldırılmış olsay­dı, şüphesiz helak edilirlerdi. Fakat yüce Allah rahmeti ile bu Kur’ân’ı onla­ra tekrar tekrar indirmeye devam etti.

el-Kisaî dedi ki: Bizim size karşı Zikri katlayıp düreceğimizi ve böylelik­le size öğüt ve emir verilmeyeceğini mi sandınız?

Buradaki “‘Zikir’den tezekkür (öğüt alman)ün kastedildiği de söylenmiş­tir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizler haddi aşan günahkar bir topluluksunuz diye size öğüt vermekten vaz mı geçelim? Bu açıklama: “Diye” buyru­ğunun hemzesini üstün okuyanların kıraatine uygundur. Hemzeyi esreli okuyanlar ise bunu şan edatı olarak kabul ederler, bundan önceki buyruk­lar da onun cevabı olur. Çünkü lafız olarak amel etmemiştir. [4] Bunun bir ben­zeri de yüce Allah’ın: “Eğer mü’minler iseniz… faizden arta kalanı da bırakın” (el-Bakara, 2/278) buyruğudur.

Cevabın hazfedilmiş olduğu ve önceki ifadelerin buna delalet ettiği de söy­lenmiştir. Nitekim: “Eğer bu işi yaparsan sen zalimsin” de­meye benzer.

ez-Zeccac’a göre esreli okuyuşun anlamı haldir, çünkü ifadede söyletmek ve azarlamak anlamı vardır. [5]

“Vazgeçmek” yüz çevirmek demektir. Mesela: “ta­biri “filanın suçundan yüz çevirdim (onu cezalandırmadım)” demektir. Yine: “Onu terkettim, ondan yüz çevirdim” demektir. Bu tabir: “Boynun yan tarafı” amlamındaki: lafzından gelmektedir. Mese­la: “Ona boynumun yanını çevirdim” anlamındadır. Şair şöyle de­miştir:

“Yüz çevirerek (geçer gider yanımdan) seninle karşılaştı mı mutlaka cimrilik eder, Her kim bu haliyle ona kavuşmaktan usanırsa, o da usanır.”

Âyet-i kerimedeki: “Vazgeçmek” buyruğu mastar (mefu’l-i mutlak)

olarak nasbedilmiştir. Çünkü: “Vaz mı geçelim?” buyruğu da: “Vaz mı geçelim!” anlamındadır. İfadenin: “Bizler vazgeçenler ola­rak size Zikri bildirmekten vaz mı geçelim?” takdirinde olduğu da söylenmiş­tir. Tıpkı “filan kişi yürüyerek geldi” demeye benzer.

“Haddi aşan bir kavim” buyruğu müşrik olan bir kavim demektir.

“Diye” lafzındaki hemzenin üstün okunmasını Ebu Ubeyde tercih et­miş olup aynı zamanda İbn Kesir, Ebu Amr, Asım ve İbn Amir’in de kıraati böyledir. Ebu Ubeyde der ki: Çünkü yüce Allah yaptıkları dolayısıyla onla­ra sitem etmiş ve onların böyle yapacaklarını önceden de bilmiştir. [6]

  1. Halbuki öncekiler arasında da pekçok peygamber göndermişiz­dir.
  2. Onlara bir peygamber geldikçe muhakkak onunla alay ederlerdi.
  3. Biz onlardan kuvvet itibarı ile daha çetin olanları helak ettik. Ön­cekilerin misali daha evvel geçmiştir.

“Halbuki öncekiler arasında da pekçok peygamber göndermişizdir”

buyruğundaki: “Pekçok” lafzı “haberi\ye” diye bilinen “kem: pek-çok”dir. Bundan maksat çokluk bildirmektir. Yani Biz ne kadar çok peygam­ber gönderdik? Nitekim yüce Allah: “Onlar nice bahçe­leri, pınarları geride bırakmışlardı” (ed-Duhan, 44/25) diye buyurmakta­dır. Onların geride bıraktıkları bahçeler, pınarlar ne kadar da çoktu! demek­tir.

“Onlara bir peygamber geldikçe” onlara bir peygamber geldiği her se­ferinde “muhakkak” senin kavmin seninle alay ettikleri gibi onlar da “onun­la alay ederlerdi.” Bu buyrukla yüce Allah peygamberi (sav)’ı teselli etmek­te ve onun üzüntüsünü hafifletmektedir.

“Biz onlardan kuvvet itibarı ile daha çetin olanları helak ettik.” Bun­lardan daha güçlü kavimleri helak ettik.

Bu buyruktaki “onlardan” zamiri yüce Allah’ın: “Siz haddi aşan bir ka­vimsiniz diye Zikri size bildirmekten vaz mı geçelim?” (Zuhruf, 43/5) buy­ruğunda muhatab alınan müşriklere aittir. Onları muhatab aldıktan sonra on­lardan gaib zamir ile sözetmektedir.

“Daha çetin” lafzı hal olarak nasbedilmiştir, mef ul olduğu da söy­lenmiştir. Yani Biz gerek bedeni yapıları itibariyle, gerek kendilerine uyan­ları itibariyle bu müşriklerden daha güçlü olan kimseleri helak etmişizdir.

“Öncekilerin misali” Katade’den rivayete göre cezaları “daha evvel geç­miştir.” Öncekilerin safhası, dönemi diye de açıklanmıştır.

Bu buyruğu ile yüce Allah, (öncekilerin) küfürlerinden ötürü helak edil­diklerini bunlara haber vermektedir. Bu açıklamayı en-Nekkaş ve el-Mehde-vî nakletmiştir. [7]

“Mesel: misal” nitelik ve haber anlamındadır.

  1. Andolsun ki onlara: “Göklerle yeri kim yarattı?” diye sorsan, el­bette: “Onları hüküm ve emrinde galib, her şeyi en iyi bilen ya­rattı” derler.

“Andolsun ki onlara” müşriklere “göklerle yeri kim yarattı? diye sor­san, elbette: Onları hüküm ve emrinde galib (el-Aziz) herşeyi en iyi bilen

(el-Alim olan Allah) yarattı derler.”

Böylece onlar yaratmayı ve yoktan var etmeyi kabul etmektedirler. Bunun­la birlikte cahillik ederek O’ndan başkasına ibadet ettiler. Buna dair açıkla­malar daha önce başka yerlerde (mesela el-En’am, 6/1. âyet, 2 ve 5. başlık­larda) geçmiş bulunmaktadır. [8]

  1. O ki, yeri size döşek kılmış ve yolunuzu bulabilmeniz için ora­da size yollar açmıştır.

“O ki, yeri size döşek kılmış” buyruğu ile yüce Allah kendi zatını kud­retinin mükemmel oluşu ile nitelendirmektedir. Bu, yüce Allah’ın kendi za­tı hakkında haber verdiği bir ibtida (yeni başlangıç cümlesi)dir. Eğer bu kâ­firlerin söyledikleri sözü haber veren bir ibare olsaydı, o vakit; “O ki yeri bizim için bir döşek kılmıştır” diye buyurulma-sı gerekirdi.

“Döşek”; yatak ve sergi, yaygı demektir. Buna dair açıklamalar da­ha önceden (Ta-Ha, 20/53- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Kufeliler bu lafzı -“he”den sonra elifsiz olarak diye okumuşlardır.

“Ve yolunuzu bulabilmeniz” O’nun kudretinin eserlerini görerek, kud­retine delil görmeniz “için orada size yollar” yani geçimlikler, bir açıklama­ya göre de istediğiniz yere gidebilmeniz için yollar “da açmıştır.”

“Yolunuzu bulabilmeniz için” buyruğu ayrıca yaptığınız yolculuklar­da… (yolunuzu bulabilmeniz için) diye de açıklanmıştır ki; bu açıklamayı İbn İsa yapmıştır. Bir diğer açıklamaya göre: Belki Allah’ın üzerinizdeki nimeti­ni bilirsiniz… anlamındadır. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. Geçim yollarınıza yol bulabilirsiniz… diye de açıklanmıştır. [9]

  1. O, gökten belli bir miktar su indirendir. Onunla ölmüş bir bel­deyi canlandırdık. İşte siz de böylece çıkarılırsınız.

“O, gökten belli bir miktar su indirendir” buyruğu hakkında İbn Abbas dedi ki: Yani indirdiği bu su Nuh kavmi üzerine indirilen ve oldukça bol olup sonunda onların suda boğulmalarına sebeb teşkil eden şekilde değil de, ne boğucu bir tufan, ne de ihtiyaca yetmeyecek kadar az olmayan bir miktar­da demektir. Ta ki bu sizin ve davarlarınızın geçimine sebeb teşkil etsin.

“Onunla” o su ile “ölmüş” bitkiden yana kupkuru kesilmiş “bir beldeyi canlandırdık” dirilttik. “İşte siz de böylece” kabirlerinizden “çıkarılırsınız.”

Çünkü buna kadir olan ötekine de kadir olur. Bu hususa dair güzel açıklamalar el-Araf Sûresinde (7/57. âyetin tefsirinde) güzel bir şekilde geçmiş bu­lunmaktadır.

Yahya b. Vessab, el-Ameş, Hamza, el-Kisaî ve İbn Amir’den naklen İbn Zekvan “çıkarılırsınız” anlamındaki buyruğu: “Çıkarlar” diye “ye” har­fini üstün, “ra” harfini de ötreli olarak okumuşlardır. Diğerleri ise meçhul bir fiil olarak okumuşlardır. [10]

  1. O, bütün çiftleri yaratmış ve sizin için gemilerden ve hayvan­lardan bineceğiniz şeyleri var etmiştir.
  2. Ta ki onların sırtlarına binip kundasınız. Sonra onların üzeri­ne yerleşince, Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diye-siniz: “Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzeh­tir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi;
  3. “Ve esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz.”

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Bütün Çiftleri Yaratan O’dur:

“O, bütün çiftleri yaratmış.” O Allah bütün çiftleri yaratmış olandır, de­mektir. Said b. Cübeyr: Bütün türleri diye açıklamıştır. el-Hasen de: Kışı ve yazı, geceyi ve gündüzü, gökleri ve yeri, güneşi ve ayı, cenneti ve cehenne­mi… diye açıklamıştır.

“Çiftler”den kastın erkek ve dişi canlılar olduğu da söylenmiştir. Bu açık­lamayı İbn İsa yapmıştır. Bu buyrukla bitkilerin çiftlerini kastetmiştir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Ve orada göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik.” (Kaf, 50/7); “Orada her türden güzel bitkiler bitirdik.” (Lukman, 31/10)

İnsanın yapıp ettiği ve karşı karşıya kaldığı hayır ve şer, iman ve küfür, fayda ve zarar, fakirlik ve zenginlik, sağlık ve hastalık demek olduğu da söy­lenmiştir.

Derim ki: Bu açıklama bütün görüşleri kapsar ve kapsayıcı özelliği ile de onları birarada ifade eder.

“Ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan” develerden karada ve de­nizde “bineceğiniz şeyleri var etmiştir.”

“Ta ki onların sırtlarına binip” buyruğundaki zamirin müzekker gelme­sinin sebebi, yüce Allah’ın: “bineceğiniz şeyleri” buyruğuna ait olmasından ötürüdür. Bu açıklamayı Ebu Ubeyd yapmıştır. el-Ferra da şöyle demiştir: Yüce Allah “sırtlar” buyruğunu tekil bir zamire izafe etmiştir. Çünkü bundan ka­sıt cinstir. Dolayısıyla mana itibariyle tekil olan bu zamir, çoğul anlamında­dır. Tıpkı “ceyş ve cund: ordu ve asker” lafızları gibidir. Bundan dolayı za­mir müzekker gelmiş “sırtlar” kelimesi de çoğul gelmiştir. Bu türün sırtları üze­rinde… demek olur. [11]

2- Bu Buyruktaki “Hayvanlar: el-En’am” İle Kastedilenler:

Said b. Cübeyr dedi ki: Burada “el-en’am”dan kasıt, deve ve inek türüdür. Ebu Muaz ise sadece deve türüdür, demiştir. Peygamber (sav)’ın şu buyru­ğu dolayısıyla sahih olan da budur: “Bir adam bir seferinde bir ineğin sırtına binmiş iken inek ona: Ben bunun için yaratılmadım, ben ancak toprağı sürmek için yaratıldım, dedi. Peygamber (sav) buyurdu ki: “Buna ben, Ebu Bekir ve Ömer iman ettik.” [12] Halbuki o sırada ikisi de (Ebu Bekir ve Ömer) orada değillerdi.

Buna dair yeterli açıklamalar en-Nahl Sûresi’nin baş taraflarında (16/7. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah’a hamdolsun. [13]

3- Develer Üzerinde Yolculuk:

“Ta ki onların sırtlarına binip kuntlasınız” buyruğunda, az önce sözü­nü ettiğimiz buyruğun da gösterdiği gibi, özellikle develeri kastetmektedir. Çünkü gemilerin içine binilir. Ancak yüce Allah âyetin başlarında her ikisi­ni sözkonusu ettikten sonra sonra geleni onlardan birisine atfetmiş bulunmak­tadır. Bununla birlikte “sut”inin, onun içi olarak kabul edilme ihtimali de var­dır. Çünkü su, onun sırtını örter ve kapatır, iç tarafı ise dışarda kalır. Çünkü geminin içi oraya binenler için açığa çıkar ve görenler tarafından da gö­rünür. [14]

4- Bineklere Binerken Allah’ın Nimetini Hatırlamak:

“Sonra onların üzerine yerleşince” yani üzerlerine binince “Katibinizin

nimetini hatırlayasınız…” Nimetin hatırlanması karada ve denizde bunla­rı bizim emrimize verdiği için Allah’a hamdetmektir.

Ve şöyle diyesiniz: “Bunları bizlere müsahhar kılan” bu bineği emrimi­ze verip, bize itaatkar kılan “eksiklikten münezzehtir.” Ali b. Ebi Talib’in kıraatinde: “…an” lafzı şeklindedir.

“Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi.” İbn Abbas ve el-Kelbî’nin açıklamasına göre buna takat getiremezdik. el-Ahfeş ve Ebu Ubeyde: bun­ları zabt-u rabt edemezdik, diye açıklamıştır. “Güç ve kuvvetleri bakımından birbirine denk” anlamından alındığı da söylenmiştir. Nitekim Araplar bir kim­se kuvvet bakımından diğerinin benzeri ise: (O filanın dengidir” derler. Aynı şekilde: “Filan kişi filanı zabt u rabt altına alır” de­nildiği gibi: ” Şuna güç yetirdim” demektir. ” Ona güç ye­tirdi” böylece sanki: ” Onun dengi oldu” denilmiş gibidir. Yüce Al­lah da: “Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi.” Buna takat getiremez­dik diye buyurmuştur. Kutrub, Amr b. Ma’dî Kerib’in şu beyitini de zikret­mektedir:

“Kabileler bilirler ki Ukayl(hlar)

Bize musibet zamanlarında denk değildirler. (Bize güç ye tireme zler.)”

Bir başkası da şöyle demiştir:

“Büyüklenerek ve zalimlik ederek zorluğumda karşı çıktınız, Halbuki sizler zorluklarda bize karşı koyamaz, güç yetiremezsiniz.”

Aynı zamanda “sahib olduğu davarların hakkından gelemeyen kim­se” demektir. Böyle birisinin deve yahut koyunları olmakla birlikte, bu hu­susta ona yardım edecek kimsesi de yoktur. Yahut develerine su vermekle birlikte onları sağa sola dağılmaktan alıkoyacak kimsesi bulunmayan kişi de­mektir.

İbnu’s-Sikkit dedi ki: Bu kelimenin aslı hakkında iki görüş vardır:

1- Bu kelime “güç yetirmek” anlamı ile: ‘den alınmış olabilir. Me­sela: “Güç yetirdi, yetirir” denilir. ” Buna güç yetir-dim ve onu zabt u rabt altına aldım” demektir. Böylece halat demek olan: (oy)’e sağlamca bağlamış gibi olur.

2- Bu lafız yürüyüş esnasında birini diğerine bağlamak demek olan:alınmış olabilir. Bu anlamda: “Bunu şuna bağladım, bir araya getirdim” denilir. [15]

5- Bineklere ve Gemilere Binme Adabı:

Şanı yüce Allah bu buyrukla bineklere bindiğimiz takdirde neler söyleye­ceğimizi, bir başka âyet-i kerimede de Nuh (a.s)’ın söylediklerini bizlere ak­tarmak suretiyle gemilere binecek olursak, neler diyeceğimizi öğretmiş bulunmaktadır. Sözkonusu âyet-i kerime yüce Allah’ın: “Dedi ki: Binin içeri­sine! Onun akması da, durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz Rabbin gü­nahları bağışlayandır, Rahimdir” (Hud, 11/41) buyruğudur.

Nice hayvana binmiş kimse vardır ki, bineği tökezlemiş, yahut serkeşlik etmiş ya da onu sırtından yüzüstü atmış, yahut sırtından düşüp ölüp gitmiş­tir. Nice gemiye binmiş kimse vardır ki, gemi bir yerlerden çatlamış ve bundan dolayı suda boğulup gitmişlerdir. Binmek (Allah mubah kılmadan, esasen) yasak bir işe başlamak ve telef olmak sebeplerinden bir sebeb ile iliş­kili olduğundan dolayı, bu ilişkiye geçmesi esnasında yüce Allah, helak ola­cağı günü unutmamasını ve kaçınılmaz olarak mutlaka öleceğini hatırlama­sını emretmiştir. Çünkü mutlaka yüce Allah’a dönecek, O’nun hükmünden kurtulamayacaktır. Bunu kalbiyle, diliyle söylemeyi terketmemelidir; ta ki ken­di nefsini ıslah etmek suretiyle Allah’a kavuşmaya hazırlıklı olsun. Onun bu şekilde bineğe binmesi yüce Allah’ın bilgisi gereği ölümünün sebeblerinden birisi iken, kendisi sakın bundan gafil kalmasın. Süleyman b. Yesar’m nak­lettiğine göre bir topluluk, bir yolculukta iken bineklerine bindiklerinde: “Bunları bizlere müsahhar kılan eksiklikten münezzehtir, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi” diyorlardı. Aralarında ise oldukça zayıf ve güçsüz olduğu için [16]yerinden hareket edemeyen bir dişi devesi olan biri­si vardı. Bunun üzerine ben zaten bu deveye güç yetirebilen birisiyim, de­di. Fakat devesi serkeşlik ederek onu sırtından attı ve boynu kırıldı.

Rivayete göre bir bedevi, bir erkek devesine binmiş ve: Benim buna

Birincisini el-Maverdî, ikincisini de İbnu’l-Arabî zikretmiştir. (İbnu’1-Ara-bî) dedi ki: Herhangi bir kulun onu söylemeyi terketmemesi gerekir. Bunun­la birlikte bunu dille söylemek vacib değildir. O bineğine ne zaman biner­se, özellikle de yolculuk esnasında hatırına geldiği takdirde:

“Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi ve esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz. Allah’ım, yolculukta sahibimiz, ailemiz ve malımız üzerinde halifemiz Sen­sin. Allah’ım yolculuğun zorluk ve sıkıntılarından hoş olmayan geri dönüş­ten, işlerimin bir araya gelişinden sonra dağınıklığımdan, ailemi ve malımı kötü bir halde görmekten Sana sığınırım.”

Amr b. Dinar dedi ki: Ebu Cafer ile birlikte Müdrike diye bilinen bir bah­çedeki toprağına gitmek üzere bindim. Ö zabtedilmesi oldukça güç bir de­veye bindi. Kendisine: Ey Ebu Cafer! Bunun seni yere yıkmasından korkmaz mısın? dedim. O şöyle dedi: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Herbir devenin sır­tında bir şeytan vardır. Siz ona bindiğiniz vakit, Allah’ın size emrettiği şekil­de Allah’ın adını anınız, sonra da onları kendiniz için kullanınız. Şüphesiz taşıyan (onların sırtında taşınmanızı sağlayan) Allah’tır.” [17]

Ali b. Rabia dedi ki: Ali b. Ebi Talib’i bir gün bir bineğe binerken gördüm. Ayağını özengiye koyduğunda “bismillah” dedi. Bineğin sırtına kurulunca “el­hamdülillah” dedi, sonra da: “Bunları bizlere müsahhar kılan, eksiklikten münezzihtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi ve esasen biz mu­hakkak Rabbimize döneceğiz” buyruklarını okudu. Sonra da: -üç defa- el­hamdülillah vallahu ekber, dedi. (Devamla):

“Allah’ım, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Ben kendi nefsime zulmettim. Sen bana günahlarımı ba­ğışla, çünkü şüphesiz Senden başka günahları bağışlayan olmaz.” dedi, sonra da güldü. Ben kendisine: Ne diye güldün;1 dedim. Şöyle cevab verdi: Rasûlullah (sav)’ı benim yaptığım gibi yaparken gördüm ve benim dediğimi söyledi, sonra da güldü. Ben de kendisine: Ey Allah’ın Rasûlü! Ne diye gül­dün? diye sorduğumda şu cevabı verdi: “Kul Allah’tan başka günahları bağışlayan kimse olmadığını bildiği halde: “Allah’ım Senden başka hiçbir ilah yoktur, ben kendime zulmettim. Bana günahımı bağışla, çünkü günahları Sen­den başka bağışlayacak yoktur der. -Ya da demesine hayret edilir-” diye bu­yurdu.

Bu hadisi Ebu Davud et-Tayalisî Müsned’inde[18] ile Ebu Abdillah Muham-med b. Huveyzimendad aAAyfeam(u’l-Kur”ân)’ında zikretmiştir. es-Sa’lebî de buna yakın bir rivayeti muhtasar olarak Ali (r.a)’dan rivayet etmiştir. Onun Ali’den rivayet ettiği lafız şöyledir: Peygamber (sav) ayağını özengiye koy­duğu vakit: “Bismillah” derdi. Bineğin sırtına kurulduğunda da:

“Her halimiz dolayısıyla Allah’a hamdolsun. Bizlere bunları müsahhar kılan eksiklikten mü­nezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi. Esasen biz muhakkak Rabbimize döneceğiz” diye buyururdu. Gemiden ve bineklerin sırtından indiğiniz vakit de: “Allah’ım sen bizi müba­rek kılınmış bir yerde konaktandır. Sen konaklandırıcıların en hayırlısısın” deyiniz. [19]

İbn Ebi Necih de Mücahid’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Her kim bineğe binip de: “Bunları bizlere müsahhar kılan eksiklikten münezzeh­tir, yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi” demeyecek olursa, şeytan ona: Şarkı söyle der. Eğer bunu beceremezse, bu sefer ona: Haydi temennilerde bulun, der. Bunu en-Nehhas zikretmiştir.

Yakın arkadaşlarına: Geliniz atlar üzerinde yahut bir kayıkta gezinti ya­palım, diyen ve beraberlerinde içki kaplarını, çalgı aletlerini taşıyarak binen kimselerin konumuna düşmekten Allah’a sığınır. Böyleleri içmeye devam ederler. Nihayet onlar bineklerinin sırtında yahut gemilerinin içinde yol alırlarken içkileri de tükenir. Şeytandan başkasını hatırlamazlar. Onun emir­lerinden başkasına uymazlar.

ez-Zemahşerî dedi ki: Bana ulaştığına göre sultanlardan birisi aralarında bir aylık mesafe bulunan bir yerden bir yere gitmiş ve bu arada içki içip dur­muş. Evine varıp yerleşinceye kadar ayılıp kendisine gelmemiş. Aldığı yolu farketmeksizin almış ve hiç de hissetmemiş. İşte bu şekilde binekleri sırtın­da yolculuk yapanların işi ile, Allah’ın bu âyet-i kerimede verdiği emir ara­sında ne kadar büyük bir fark vardır! [20]

15- Ona kullarından bir parça isnad edip yakıştırdılar. Muhakkak insan apaçık bir nankördür.

“Ona kullarından bir parça isnad edip yakıştırdılar.” Katade’den riva­yete göre, denk kimseleri isnad edip yakıştırdılar demektir. Maksat yüce Al­lah’ın dışında kendilerine ibadet olunanlardır. ez-Zeccac ile el-Muberred der­ler ki: Burada sözü edilen “bir parça”dan kasıt, kızlardır.

Müminlere onların cahilliklerinin hayret edilecek bir husus olduğunu anlatmaktadır. Çünkü oniar gökleri ve yeri yaratanın yüce Allah olduğunu ka­bul etmekle birlikte. Ona birtakım ortaklar yahut evlatlar isnad ettiler. Hal­buki gökleri ve yeri yaratmaya kadir olanın, kendisi aracılığı ile güç kazana­cağı yahut teselli bulacağı herhangi bir şeye muhtaç olmadığını bilemediler. Çünkü böyle bir hal. eksiklik gerektiren vasıflardandır.

el-Maverdî dedi ki: Araplara göre “cüz: bir parça” kızlar demektir. Mese­la: “

“Hür bir kadın bir gün bir cüz’ü olursa (kız çocuk doğurursa) hayrete gerek yok; Çünkü hep erkek çocuk doğuran hür bir kadın, bazan da kız çocuk doğurabilir.”

ez-Zemahşerî dedi ki: Tefsirdeki bid’atlerden birisi de “bir parça”yı kız ço­cuklar diye tefsir etmek ve “cüzün: bir parça’nın Arapçada dişilerin adı ol­duğunu iddia etmektir. Halbuki bu. Araplar hakkında uydurulmuş, sonradan ortaya çıkmış ve gerçek anlamı değiştirilmiş bir yalandan başka bir şey değil­dir. Onlar bu kadarı ile de kalmadılar, sonunda bu kökten: “Ka­dın kız çocuklar doğurdu” kökünü dahi türettiler, sonra da beyit beyit uydurdular:

“Hür bir kadının bir gün bir cüz’ü olursa (kız çocuk doğurursa)

hayrete gerek yok. Evs kızları arasından kız çocuk doğuran olarak onunla evlendirildim.”

Gerçek şu ki; yüce Allah’ın: “Kullarından kimisi O’na bir parça isnad edip yakıştırdılar” buyruğu daha önce geçen: “Andolsun ki onlara gökler­le yeri kim yarattı, diye sorsan…” (ez-Zuhruf, 43/9) buyruğu ile ilişkilidir. Ya­ni onlara gökleri ve yeri kimin yarattığını soracak olursan, şüphesiz bunu iti­raf ve kabul ederler. Halbuki onlar bu itiraf ile birlikte kullarından bir par­çayı da ortak koştular ve O’nu yaratılmışların nitelikleriyle nitelendirdiler.

“Kullarından kimisi O’na bir parça isnad edip yakıştırdı” buyruğunun anlamı da, melekler Allah’ın kızlarıdır, demeleridir. Böylelikle onlar melek­leri O’nun bir cüzü ve bir kısmı olarak kabul ettiler. Tıpkı çocuğun babasın­dan bir parça ve bir cüz oluşu gibi.

“Bir parça” anlamındaki lafız iki ötreli olarak: diye de okunmuş­tur.

“Muhakkak” kafir olan “insan apaçık bir nankördür.” el-Hasen dedi ki: Musibetleri sayar, nimetleri unutur. “Apaçık” lafzı da küfrü açığa vuran de­mektir. [21]

  1. Yoksa O, yarattıklarından kızlar edinip de oğlanları size mi ayı­rıp seçti?

“Yoksa O, yarattıklarından kızlar edinip de…” buyruğunda yer alan: “ Yoksa” lafzındaki “mim” harfi sıladır (fazladandır). İfadenin takdiri, si­zin melekler Allah’ın kızlarıdır diye iddia ettiğiniz gibi, O, yarattıklarından kız çocuklar mı edindi şeklindedir. Lafız istifham (soru) olmakla birlikte azar­lamak, anlamını ihtiva etmektedir.

“Oğlanları size mi seçti?” Oğlanları özellikle size vererek, size ayrıcalık mı tanıdı? -Bu kökten olmak üzere- “Ona şunu özelikle verdim, ayrıcalık tanıdım” demektir. “Ona samimi olarak sevgi besledim”; “Ona samimi olarak sevgi duydum, birbirimize samimiyetle davran­dık” demektir.

Yüce Allah kendileri adına oğlanları tercih etmekle birlikte, Allah’a kız çocuklarını izafe etmelerinin hayret edilecek bir husus olduğuna dikkat çekmek­tedir. Halbuki O, evlat sahibi olmaktan yüce ve münezzehtir. Bir cahil O’nun evladı olduğunu vehmedecek olsa bile, niçin iki cinsten daha üstün kabul edileni O’na izafe etmiyor ve niçin bunlar iki türün daha değerlileri­ni kendileri adına seçerken daha aşağı olanı O’na nisbet ediyorlar. Bu da yü­ce Allah’ın: “Erkekler sizin, dişiler O’nun mu? O takdirde bu, insafsızca bir paylaştırmadır” (en-Necm, 53/21-22) buyruğunu andırmaktadır. [22]

  1. Onlardan birine Rahman’a isnad ettiği şeyin müjdesi verilirse, gam ve kederle dolarak yüzü simsiyah kesilir.

“Onlardan birine Rahman’a isnad ettiği şeyin müjdesi verilirse” yani

onun kız çocuğu olduğu bildirilirse “gam ve kederle dolarak yüzü simsiyah

kesilir.” Buna sebep bir açıklamaya göre; Allah’a yaptığı isnadın batıl olu­şundan dolayıdır, bir diğer görüşe göre ona kız çocuğu olduğu müjdesi ve­rildiğinden dolayıdır. Buna delil de en-Nahl Sûresi’nde yer alan: “Onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince, kendisi pek öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir” (en-Nahl, 16/58) buyruğudur. Onlardan herhangi birisine kızının doğ­duğu söylenecek olursa, bundan dolayı oldukça kederlenmek, öfke ve üzüntüsünden dolayı kederle dolarak yüzünün renginin değişmesi, görülen ve bilinen hallerinden idi. Araplardan birisi hakkında nakledildiğine göre ka­rısı bir kız çocuk doğurmuş, bunun üzerine karısının bulunduğu evden uzaklaşmıştı. Kadın da şöyle demişti:

“Ne oluyor Ebu Hamza’ya ki, gelmiyor yanımıza da, Yanıbaşımızdaki evde kalıyor? Erkek doğurmuyoruz diye kızıyor bize, Biz ancak bize verileni alırız.”

“Simsiyah” buyruk, diye de okunmuştur. Cemaatin okuyuşuna göre: “Yüzü”‘in ismi: ” Simsiyah” ifadesi de onun haberi olur. Bununla birlikte: “kesilir” lafzında “Biri” laf­zına ait bir zamirde bulunabilir. O vakit bu “kesilir” anlamındaki fiilin ismi; “yüzü” lafzı da zamirden bedel olur. “Simsiyah” lafzı da “Ke­silirin haberi olur. Diğer taraftan: “ Yüzü” lafzının mübteda olarak mer-fu okunması ve “simsiyah” anlamındaki lafzın onun haberi olarak merfu gel­mesi de mümkündür. O takdirde: ” Kesilir” lafzının muhtevasında onun isminin varlığı kabul edilir, geri kalan cümle de onun haberi olur.

“Gam ve kederle dolu olarak” Katade nin açıklamasına göre üzüntülü ola­rak, İkrime’ye göre ise; kederli ve düşünceli olarak; suskun diye de açıklan­mıştır. Bu açıklamayı İbn Ebi Hatim yapmıştır. Buna sebeb ise onun (yüce Allah’a isnad ettiği) örneğin tutarsızlığı, getirdiği delilin batıl oluşudur.

Meleklerin Allah’ın kızları olabileceğini kabul edenler de melekleri yüce Allah’a benzer kabul ederler. Çünkü evlat babanın cinsinden ve onun ben­zeridir. Hoşuna gitmediğinden ötürü kendisine izafe edilenler sebebiyle yüzü simsiyah kesilen kimsenin, kendisinden daha üstün ve yüce olana bu örneği isnad ettiğinden ötürü yüzünün simsiyah kesilmesi daha layıktır. Hele bu isnad yüce Allah’a yapılırsa durum ne olur?

Bu âyet-i kerimenin anlamına dair yeterli açıklamalar daha önce en-Nahl Sûresi’nde (16/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [23]

  1. Süs içinde yetiştirilmekte olan ve tartışma sırasında açıklayamayanları mı (O’na evlat diye isnad ediyorlar)? 19- Ve onlar bizzat Allah’ın kulları olan melekleri de dişiler kabul

ettiler. Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahit mi oldular?

Onların bu şehadetleri yazılacaktır ve sorgulanacaklardır.

Yüce Allah’ın: “Süs içinde yetiştirilmekte olan…” buyruğu ile ilgili açık­lamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- ‘Yetiştirilmekte Olan…” Anlamındaki Lafzın Anlamı ve Okunuşu:

Yüce Allah’ın: “Yetiştirilmekte olan… mı” terbiye edilerek bü­yüyüp gelişmekte olan… mı, demektir.

“Terbiye” demektir. Mesela; bir kimse aralarında yetiştiği kabile için: “Ben filan oğulları arasında yetiştim, terbiye oldum” der. ile şekli aynı anlamdadır.

İbn Abbas, ed-Dahhak, İbn Vessab, Hafs, Hamza, el-Kisaî ve Halef “ye” harfini ötreli, “nun” harfini üstün, “şın” harfini de şeddeli olarak: ” Ye­tiştirilmekte” diye okumuşlardır. Yani süs içerisinde terbiye edilip, büyümek­te olan… anlamındadır. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir, çünkü bu fiilde isnad daha yukarıda olanlara (yani yetiştirme işini yapanlara)dır. Diğerleri ise “ye” harfini üstün, “nun” harfini sakin olarak: “Yetişen” diye okumuş­lardır. Bu okuyuşu Ebu Hatim tercih etmiştir. Temeli derine doğru gidip ye­tişen, büyüyen anlamındadır. Asıl kökü; ” Yükseldi” fiilinden gelmek­tedir. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır. Buna göre “yetiştirilmek” mütead-di (geçişli) fiil iken, “yetişmek” fiili lazımdır (geçişsizdir). [24]

2- Kadın İçin Süslenmek:

“Süs içinde” ziynet içinde… demektir. İbn Abbas ve başkaları şöyle de­mişlerdir: Bunlardan kasıt kız çocuklarıdır. Bunların kılık kıyafetleri erkek-lerinkinden farklıdır.

Mücahid, Altın ve ipek kullanmakta kadınlara müsaade vardır deyip, bu âyet-i kerimeyi okumuştur.

el-Kiya et-Taberî dedi ki: Bu buyrukta süs eşyasının kadınlara mubah ol­duğuna delil vardır. Bu hususta icma gerçekleşmiş, buna dair haberler de sa­yılamayacak kadar çoktur.

Derim ki: Ebu Hureyre’den gelen rivayete göre de o kızına şöyle dermiş: “Kızcağızım, sakın altın ile süslenmeyesin. Çünkü ben senin için cehennem alevinden korkarım.”

“Ve tartışma” tartışırken delil ortaya koyma “sırasında açıklayamayan-ları mı…” Katade dedi ki: Lehine bir delil olmakla birlikte bir kadın konuş­tu mu mutlaka o delili kendi aleyhine çevirir.

Abdullah (b. Mesud)’ın Mushafında: “Ve konuşma sı­rasında açıklayamayanları mı…” şeklindedir.

Ayetin anlamı şudur: Niteliği bu olan bir varlık hiç Allah’a izafe edilir mi? Böyle bir şeye imkan yoktur.

Süs içerisinde yetiştirilenlerin, onların altın ve gümüşten yaptıkları ve süsledikleri putları olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve ed-Dahhak yapmıştır. “Ve tartışma sırasında açıklayamayanları mı…” buyru­ğu bu açıklamaya göre: cevap veremeyip, susanları mı… demek olur.

“olan…” nasb mahallindedir. Onlar süs içinde yetiştirilmekte olan­ları Allah’a eş koştular, demek olur. Mübteda olarak merfu olması ve habe­rinin gizli olması da mümkündür. Bu açıklamayı da el-Ferra yapmıştır. İfa­denin takdiri de şöyle olur: Yoksa bu durumda olan hiç ibadete layık olabi­lir mi?

Arzu edilirse ifadenin başına (bedel kabul edilip) döndürülmek suretiy­le cer konumunda olduğu da söylenebilir. İfadenin başı da yüce Allah’ın: ” İsnad ettiği şeyin” (ez-Zuhruf, 43/17. âyet) buyruğudur. Yahut-ta yüce Allah’ın: “Yarattıklarından kızlar” (ez-Zuhruf, 43/16) buyruğunda-ki ‘dır. Şu kadar var ki; bu iki yerde bedel kabul edilmesi, soru edatı olan “elifin bedel ile mübdelun minh arasında engel teşkil etmesinden dolayı za­yıftır.

“Ve onlar bizzat Allah’ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler”

buyruğundaki: “Kullan” lafzını Kufeliler çoğul olarak okumuş ve Ebu Ubeyde de bunu tercih etmiştir. Çünkü bunda isnad daha ileri bir derecede­dir. Ayrıca yüce Allah onları, meleklerin Allah’ın kızları olduğu iddialarını ya­lanlamış ve bunların gerçekte Allah’ın kulları olduklarını, kızları olmadıkla­rını onlara haber vermiştir.

İbn Abbas’tan gelen rivayete göre ise: “Rahman’a çokça iba­det edenler…” diye okumuştur. Said b. Cübeyr dedi ki: Benim mushafımda: şeklindedir deyince, İbn Abbas ona: Onu sil ve: “Rahman’ın (Allah’ın) kullan” diye yaz. Bu kıraati doğrulayan yüce Allah’ın: “Bilakis onlar çok şerefli kullardır.” (el-Enbiya, 21/26); “O kâfirler beni bırakıp kullarımı veliler edineceklerini mi sandılar?” (el-Kehf, 18/102) buy­rukları ile: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır” (el-Arafr 7/194) buyruklarıdır.

Diğerleri ise sakin bir “nun” ile: “Rahman’ın nezdinde bulu­nan” diye okumuşlardır. Ebu Hatim de bu kıraati tercih etmiştir. Bu kıraatin delili de yüce Allah’ın: “Şüphe yok ki Rabbinin nezdindekiler…” (el-Araf, 7/206) buyruğu ile “Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur, O’nun yanında olanlar ise…” (el-Enbiya, 21/19) buyruğudur.

Buyruktan maksat, yüce Allah’a evlat isnad edişlerinde diğer taraftan meleklerin dişi olup Allah’ın kızları olduklarını delilsiz olarak ileri sürmele­rinde yalancı olduklarını açıklayıp bilgisizliklerini ortaya koymaktır.

Meleklerden “kullar” diye sözedilmesi onlar için bir övgüdür. Yani ibadetin en ileri derecesinde olan varlıklara nasıl olur da ibadet ettiler? Diğer ta­raftan nasıl olur da herhangi bir delil olmaksızın onların dişi olduklarına hüküm verdiler.

Buradaki: “kılmak (meale göre: kabul etmek)” söylemek ve hü­küm vermek anlamındadır. Nitekim: “Zeyd’i insanların en bilgilisi kıldım” derken onun lehine böyle hüküm verdim, demektir.

“Acaba kendileri onların yaratılışlarına şahid mi oldular?” Yani melek­lerin yaratılışlarında kendileri hazır mı idiler ki onların dişi olduklarına hük­mettiler?

Denildiğine göre; Peygamber (sav) onlara: “Onların dişi olduklarını ner-den biliyorsunuz” diye sormuş, kendileri de: Biz bunu atalarımızdan böyle duymuştuk. Ayrıca onların dişi oldukları hususunda yalan söylemediklerine de tanıklık ediyoruz, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: “Onların bu şe-hadetleri yazılacaktır ve sorgulanacaklardır” diye buyurmaktadır. Yani ahi-rette bu şahidlikten sorumlu tutulacaklardır.

“…şahid mi oldular?” anlamındaki buyruğu Nafî’ teshile uğramış ötreli hemze’nin başına gelen bir soru hemzesi ile: “Şahid mi tutuldular, onlara gösterildi mi?” şeklinde okumuştur. el-Müseyyebî’nin kendisinden med ile okuduğuna dair gelen rivayetler dışındaki lafızlarda ise med ile okuma­mıştır. el-Mufaddal, Asım’dan bunun benzerini ve iki hemzeyi tahkik ile oku­duğunu rivayet etmiştir. Diğerleri ise tek bir soru hemzesi ile: ” Şa­hid mi oldular?” diye okumuşlardır.

ez-Zührî’den de haber cümlesi şeklinde: “Yaratılışları onla­ra gösterildi (mi ki)” diye okuduğu rivayet edilmiştir.

“Yazılacaktır” lafzı genel olarak meçhul bir fiil şeklinde “te” harfi ötreli olmak üzere: (vliScu.) diye okunmuş, ” Bu şehadetleri” lafzı da mer-

fu olarak okunmuştur.

es-Sülemî, İbn es-Semeyka ve Hafs’tan rivayetle Hubeyre “nun” harfi ile: “Yazacağız” ve “Onların bu şehadetlerini” şeklinde malum bir fiilin mefulü olarak nasb ile okumuşlardır. Ebu Reca’dan ise “şehadet” ke­limesinin çoğulu ile: ” Onların yaptıkları bu şehadetler yazı­lacaktır” diye okuduğu rivayet edilmiştir. [25]

  1. Ve dediler ki: “Rahman dilese idi, biz onlara ibadet etmez­dik.” Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur.

Onlar ancak te­melsiz bir zanda bulunuyorlar.

“Ve dediler ki: Rahman dilese idi…” Yani müşrikler alay etmek maksa­dıyla: Sizin iddianıza göre Rahman dilemiş olsaydı, biz bu meleklere ibadet etmezdik, dediler.

Onların söyledikleri bu söz, kendisi ile batılın kastedildiği hak bir sözdür. Herşey Allah’ın iradesi iledir. Onun iradesi ne şekilde ise o olur, ilmi de bu şekildedir. Fakat bunların ileri sürülerek delil gösterilmesi mümkün değildir. Yüce Allah’ın bildiğinin ve irade ettiğinin dışındaki herhangi bir hususun mey­dana gelmesi de -meydana gelmese dahi- O’nun kudreti içerisindedir. Eğer onlar putlara ibadet edecek yerde, Allah’a ibadet etmiş olsalardı yüce Allah’ın onların bu yaptıklarını murad ettiğini bilmiş olacaktık. Bu anlamdaki açık­lamalar daha önce el-En’am Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Müşrikler: Allah di-leseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık… diyecekler” (el-En’am, 6/148) ile Yasin Sûresi’nde: “Allah dilese idi kendilerini yedirebileceği kim­seleri mi yedirelim?” (Yasin, 36/47) buyruğunda aynı anlamdaki açıklama­lar geçmiş bulunmaktadır.

“Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur” buyruğu da daha önce ge­çen: “Ve onlar bizzat Allah’ın kulları olan melekleri de dişiler kabul ettiler” (Zuhruf, 43/19) buyruğu ile alakalıdır. Yani onlar: Melekler Allah’ın kızlarıdır derken, bu hususta herhangi bir bilgiye sahib değildirler. Bu açıklamayı Ka-tade, Mukatil ve el-Kelbî yapmıştır. Mücahid ve İbn Cüreyc de şöyle demişler­dir: Maksat putlardır, yani putlara tapınmaya dair onların herhangi bir bilgile­ri yoktur. “…bir bilgi” lafzındaki Sıla (zaid)dir.

“Onlar ancak temelsiz bir zanda bulunuyorlar.” Yani öyle tahmin edi­yor ve yalan söylüyorlar. Yüce Allah’tan başkasına ibadet etmek hususunda herhangi bir mazaretleri yoktur.

Onların sözlerinin kapsamına şu da girmektedir: Bize bunu emreden Al­lah’tır ya da O, bizim bu halimizden razıdır. Bundan dolayı bize bu işi ya­saklamıyor ve dünyada ayrıca bizi cezalandırmıyor. [26]

  1. Yoksa Biz onlara bundan önce bir kitab verdik de şimdi onlar buna mı tutunuyorlar?

Bu buyruk, daha önce geçen: “Onların yaratılışlarına şahid mi oldular” (Zuhruf, 43/19) buyruğa denk bir ifadedir. Yani: Onlar yaratılışlarında hazır mı bulundular, yoksa Biz bundan önce kendilerine bir kitap mı vermiştik? Ya­ni Kur’ân’dan önce bu iddialarını doğrulayan bir kitapları mı vardır da on­lar buna sımsıkı sarılmakta ve içindekiler gereğince amel etmektedirler!’

  1. Hayır, onlar: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimseleriz” dedi­ler.

23- Senden önce de hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdiysek, mut­laka oranın şımarık varlıklıları böylece: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanla­rız” demişlerdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- “Ümmet” Kelimesinin Anlamı:

“Bir din üzere” (buyruğunda “din” anlamı verilen “ümmet” lafzı) bir yol ve bir mezheb üzere, demektir. Bu açıklamayı Ömer b. Abdu’1-Aziz yapmış­tır. O, Mücahid ve Katade elifi esreli olarak: diye okuyorlardı.

Ümmet tarikat (yol) demektir. el-Cevherî der ki: Esreli olarak “immet” ni­met demektir. Aynı zamanda “ümmet’in de bir söyleyişidir. Bu da tarikat (yol) ve din demektir. Bu açıklama Ebu Ubeyde’den nakledilmiştir. Adî b. Zeyd de “nimet” anlamında kullanarak şöyle demiştir:

“Kurtuluş ve mülkten, bir de ümmet (nimet)den sonra, İşte orada kabirler örttü onları.”

Bu da Cevherî’den başkalarından nakledilmiştir.

Katade ve Atiyye de “ümmet üzere” lafzını din üzere diye açıklamışlardır. Kays b. el-Hatim’in şu beyiti de bu anlamdadır:

“Biz atalarımızın ümmeti (dini) üzere idik, Zaten sonradan gelen önce gelene uyar.”

el-Cevherî dedi ki: Ümmet tarikat ve din demektir. “Filanın ümmeti yok­tur” tabiri dini ve izlediği bir mezhep yoktur, demektir. Şair de şöyle demiş­tir:

“Hiç ümmet (din) sahibi bir kimse ile çokça kâfir olan birisi eşit olur mu?”

Mücahid ve Kutrub da: Din ve millet (şeriat) üzere, diye açıklamışlardır.

Kimi mushafta: “Onlar: Biz atalarımızı bir millet (din ve şeriat) üzere bulduk… dediler” şeklindedir.

Bu açıklamalar birbirine yakındır. el-Ferra’dan bir millet (din ve şeriat) üze­re bir kıble üzere, diye açıkladığı nakledilmiştir. el-Ahfeş ise, istikamet (dosdoğru gidiş) üzere diye açıklamış ve en-Nabiğa’nın şu beyitini zikretmiş­tir:

“Yemin ettim artık senin için kuşkulanacak bir şey bırakmadım, Hiç kendisi itaatkar olduğu halde dosdoğru giden bir kimse (ümmet sahibi kimse) günah işler mi (yalan yemin eder mi?)” [27]

2- Geçmiş Atalara Uymakla Doğru Yolu Bulmak İddiası:

“Ve gerçekten biz onların izleri üzerinde doğruya erdirilmiş kimsele­riz dediler.” Yani biz onlar vasıtası ile hidayet buluruz. Bu buyrukta “doğ­ruya erdirilmiş (hidayete iletilmiş)” diye buyurulmakta, diğer âyet-i kerime­de de “uyanlarız” yani biz onlara uyarız dedikleri zikredilenmektedir. İkisinin de anlamı birdir.

Katade dedi ki: “Uyanlarız” demek tabi olanlarız demektir. Bu buyruk­ta taklid çürütülmekte, geçersiz olduğu belirtilmektedir. Çünkü atalarını taklid ederek Allah Rasûlünün kendilerini davet ettiği husus üzerinde düşünmeyi terketmelerinden ötürü, onları yermektedir. Buna dair açıklamalar ye­teri kadarıyla daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/180. âyet, 2. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

Mukatil’in naklettiğine göre bu âyet-i kerime, Kureyş’e mensub olan el-Velid b. el-Muğire, Ebu Süfyan, Ebu Cehil, Rabia’nın iki oğlu Utbe ile Şey-be hakkında inmiştir. Yani bunların söylediklerinin bir benzerini onlardan ön­ce gelenler de söylemişti.

Yüce Allah bu buyruklarla peygamberini teselli etmektedir. Yüce Al­lah’ın: “Sana, senden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor” (Fussilet, 41/43) buyruğu buna benzemektedir.

(Mealde “şımarık varlıklı” diye anlamlandırılan:) Mutref: Nimet içinde bu­lunan, nimete mazhar kılınan demektir. Burada kastedilenler ise hükümdar­lar ve zorbalardır. [28]

  1. “Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğ­rusunu getirdi isem de mi?” dedi. Onlar: “Muhakkak bizler si­zinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz” dediler.

“Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirdi isemde mi?” dedi. Bu buyruktaki “dedi” anlamındaki lafız: “De ki” diye de okunduğuna binaen müfessirimiz şöylece açıklamıştır: Ey Muham-med kavmine de ki ben sizlere Allah tarafından doğruyu daha bir gösteren bir hidayet ile gelmedim mi?

“Onlar: Muhakkak bizler sizinle gönderilen şeyleri” yani bütün peygam­berlerle gönderilenleri “inkâr edenleriz” dediler.

Hitap burada peygamber (sav)e olmakla birlikte lafız çoğul olarak gelmiştir. Çünkü onu yalanlamak, onun dışındaki diğer peygamberleri de yalanla­mak demektir.

Âyet-i kerimedeki: “Dedi ki” anlamındaki lafız “de ki” diye de okunduğu gibi “size … getirdi isem” anlamındaki lafız da: “Size ge­tirdi isek” diye de okunmuştur. Yani bizler sizlere atalarınızın dininden da­ha ileri derecede hidayet ihtiva eden bir dini getirdi isek de mi atalarınıza uya­caksınız? Onlar da şöyle cevap verdiler: Biz atalarımızın dini üzerinde sebat göstereceğiz. Ondan asla ayrılmayacağız, istersen bize getirdiğin yol daha doğ­ru olsun.

el-Bakara Sûresi’nde (2/170. âyet, 2. başlıkta) taklide ve taklidin yerilmiş olduğuna dair açıklamalar geçmiş olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur.

(Bu âyetin geri kalan bölümleri yazma nüshalarda bundan bir sonraki âyet­lerin tefsirleri arasında dere edilmiştir. Biz o bölümü bu âyetle ilgili olduğun­dan dolayı burada tercüme ediyoruz).

(“Dedi” anlamındaki buyruk genel olarak “(de ki” diye okunmuştur. İbn Amir ve Hafz ise ” dedi” diye uyarıcı peygamberin onlara bu sözleri söy­lediğine dair haber mahiyetinde okumuşlardır. “Ya ben size… getirdi isem de mi, dedi” anlamındaki ifadeleri Ebu Cafer: “De ki ya biz siz­lere… getirdi isek de mi” şeklinde “nun” ve “elif” ile (de ile ve elifsiz değil) Rasulullah (sav)ın bütün rasuller adına bir hitabı şeklinde okumuştur. [29]

  1. Bunun üzerine Biz de onlardan intikam aldık, yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak.

“Bunun üzerine Biz de onlardan” kıtlıkla, öldürülmekle, esir alınmakla “intikam aldık” işte peygamberleri “yalanlayanların akıbetlerinin” son durumlarının “nasıl olduğuna bir bak.”

  1. Hani İbrahim babasına ve kavmine: “Muhakkak ben sizin iba­det etmekte olduğunuz şeylerden uzağım” demişti.
  2. “Ancak beni yaratan müstesna. Gerçekten O, beni hidayete ka­vuşturacaktır.”

“Hani İbrahim babasına ve kavmine… demişti” sözleri sen bunlara onun şu söylediklerini hatırlat demektir.

“Muhakkak ben sizin ibadet etmekte olduğunuz şeylerden uzağım.”

” Beri olmak, uzak olmak” lafzı bir ve daha fazla şahıslar için kulla­nılır. Bunun tesniyesi ve çoğulu olmadığı gibi müennes kipi de yoktur. Çünkü bu sıhhat yerinde kullanılan bir mastardır. O bakımdan tesniye ve ço­ğulu yapılarak “Uzak iki kişi, uzak kişiler” denilmez. Çünkü ifade ” Beri olmak özelliğine sahip, beri olmak özelliğine sa­hip kimseler” demektir.

el-Cevherî şöyle demektedir: “Ben şundan teberri ettim, uzaklaştım”; “Ben ondan beriyim, uzağım”; ” Ondan ayrıyım” denilir. Bunun ikili ya da çoğulu gelmez. Çünkü aslı itibari ile mas­tardır. “İşitti, işitmek” gibi. Buna göre “Ben ondan beriyim, ondan uzağım, ayrıyım” denilmekle hem tesniye, hem çoğul, hem de müennes için kullanılmış olur. Çoğulu ifade etmek için “Biz ondan beri, uzak kimseleriz” denilir. ” Fakih”ın çoğulunun di­ye gelmesi gibi. Çoğul olarak diye de gelir. Tıpkı “KerirrTin ço­ğulunun diye gelmesi gibi. diye de çoğulu yapılabilir. “Çok şerefli kimse” lafzının çoğulunun diye gelmesi gibi diye de çoğulu yapılabilir. lafzının çoğulunun gelmesi gibi. Bunun çoğulu şeklinde de yapılabilir.

Müennes için de: “beri (suçsuz) bir kadın, suç­suz beri iki kadın ve onlar beri suçsuz kadınlardır” şeklinde de kullanılır. Er­kek için şekli tekil olarak kullanılır, çoğul şekli de diye gelir. Tıp­kı “Çok acaip” lafzının diye çoğulunun gelmesi gibi. Her ayın ilk gecesine de “el-bera” denilir. Ona bu ismin veriliş sebebi, ayın güneşten teberri etmesidir.

“Ancak beni yaratan müstesna” buyruğunda istisna muttasıldır. Çünkü onlar kendi ilahlarıyla birlikte Allah’a da ibadet ediyorlardı. Katade dedi ki: Onlar putlara ibadetle birlikte Allah Rabbimizdir, diyorlardı.

Bununla birlikte istisnanın munkatı olması da mümkündür. Yani beni ya­ratan beni doğru yola iletir. O yüce Allah’a güven ile ve hidayetin Rabbin-den olduğu hususuna kavminin dikkatini çekmek için bu sözü söylemişti.[30]

  1. Böylece onu -belki tekrar dönecekler diye- kendisinden sonra gelecekler arasında kalacak bir kelime kıldı.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

  1. Kalıcı Söz:

“Böylece onu… kalacak bir kelime kıldı” buyruğunda yer alan “Onu… kddr lafzındaki zamir yüce Allah’ın: “beni yaratan müstesna” (Zuhruf, 43/27) buyruğuna racidir. Yine buradaki fail zamir yüce Allah’a aittir. Yani yüce Allah bu kelimeyi ve bu sözü soyundan gelecekler arasında kalıcı bir söz kıldı. Onlar ise çocukları, çocuklarının çocukları…dır. Yani Allah’tan baş­kasına ibadet etmekten beri ve uzak olmayı onlar birbirlerinden miras ola­rak devraldılar ve bu hususu birbirlerine tavsiye edip durdular.

“Sonra gelecekler” bir kimseden sonra gelenlere denilir. es-Süd-dî dedi ki: Bunlardan maksat da Muhammed (sav)ın âlidir. İbn Abbas yüce Allah’ın: “Kendisinden sonra gelecekler arasında” buyruğu sonra yaratıla­caklar arasında elemektir. İfadede takdim ve tehir vardır ki anlam şöyledir: Şüphesiz ki o beni hidayete iletecektir, belki onlar da dönerler. Bunu da ken­disinden sonra gelecekler arasında kalıcı bir söz kıldı. Yani onlara bu sözü Allah’tan başkasına ibadet etmekten tevbe ederler ümidi ile söyledi.

Mücahit ve Katade dedi ki: Buradaki sözden kasıt la ilahe illallahdır. Ka-tade dedi ki: Kıyamet gününe kadar onun soyundan Allah’a ibadet edecek­ler bulunacaktır.

ed-Dahhak dedi ki: Söz; Allah’tan başkasına ibadet etmeyin sözüdür. İk-rime ise İslâm’dır demiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sizi ön­ceden de müslümanlar diye O adlandırdı.”(el-Hac, 22/78) el-Kurazî dedi ki: Bakara Sûresi’nde geçen âyet-i kerimede sözü edilen: “Oğullarım, Allah si­zin için bu dini beğenip seç.”(el-Bakara, 2/132) buyruğunda çocuklarına tavsiye ettiği İbrahim’in vasiyetini soyundan gelecekler ve evlatları arasında kalıcı söz kıldı.

İbn Zeyd dedi ki: Bu kelime onun: “Alemlerin Rabbine teslim oldum” (el-Bakara, 2/13D buyruğudur, dedikten sonra yüce Allah’ın: “Önceden de sizi müslümanlar diye O adlandırdı” (el-Hac, 2/78) buyruğunu okudu.

Buradaki “söz”den kastın peygamberlik olduğu da söylenmiştir. İbn Ara­bi dedi ki: Peygamberlik İbrahim soyundan gelenler arasında hep devam et­ti. Tevhitte asıl olanlar onlardır, onların dışındakiler ise bu hususta onlara ta­bi olan kimselerdir. [31]

  1. İbrahim (as)a Bu Lütfün Verilmesinin Sebebi

İbn Arabî dedi ki: Bu sözün nesiller ve çağlar boyunca kesintisiz olarak İbrahim’in soyunda devam etmesinin sebebi onun kabul olunan iki duasıdır. Birinci duası: “(Allah): ‘Ben seni insanlara imam yapacağım’ demişti. O da: ‘Zürriyetimden de’ demişti. Allah: ‘Ahdim zalimlere erişmez’ demişti” (el-Bakara, 2/124) buyruğunda sözkonusu edilmektedir. Yüce Allah onun bu du­asına: Evet, diye cevap vermiş ve aralarından zalimlik edeceklerin ahdinin olmayacağını ifade etmişti.

İkincisi ise yüce Allah’ın: “Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut” (İbrahim, 14/34) buyruğunda dile getirilmektedir. Birinci duasını yüce Allah’ın: “Sonrakiler arasında bana bir doğruluk lisanı bağışla” (eş-Şuara, 26/84) buyruğunda dile getirildiği de söylenmiştir. İşte bundan dola­yı her ümmet onu ta’zim eder. Onunla birlikte Sam yahut Nuh’ta soyu bir­leşenlerin hepsi onun oğullarının soyundan gelenler olsun, başkaları olsun onu ta’zim etmektedirler. [32]

  1. Soydan Gelenler Hakkında Kullanılan Terimler ve Bunlara Dair Açıklamalar

İbnul Arabî dedi ki: Burada “akit: Kişiden sonra gelecekler” ile anlam iti­bari ile ilişkili bir takım hususlardan söz edilegelmiştir. Bu hususlar ise bir takım hükümler ile alakalı olup umra ve vakıf akitlerinin sıralanışında etki­leri vardır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Her hangi bir kimseye kendisine ve ondan sonra geleceklere bir umra (ömür boyu bir akardan be­delsiz faydalanma bağışı) verilecek olursa o umra kendisine verilen kişiye ait­tir. Onu verene bir daha dönmez. Çünkü o hakkında mirasçıhğın sözkonu­su olacağı bir bağışta bulunmuştur.” [33]Bu umra yapılırken onbir ayrı lafız kul­lanılabilir:

a- Çocuk:

Çocuk (velet) mutlak olarak kullanıldığı taktirde kişinin kendisinden ve hanımından dünyaya gelmiş dişi ve erkek çocuklar hakkında kullanılır. Sözlük ve şer’i anlamı itibari ile kızçocukları kapsamaksızın sadece erkekler hak­kında kullanılır. Bundan dolayı burada miras sadece tayin edilen erkek ve tayin edilen o erkeğin erkek çocukları hakkında sözkonusudur. Dişiler için geçerli değildir. Çünkü bu dişiler başka erkeklerdendir. Bundan dolayı bu lafız kullanılacak olursa onlar (kız çocuklar) böyle bir vakfın (ümranın) kapsamına girmezler. Bu açıklamayı Malik, el-Mecmuade ve başka yerlerde sözkonusu etmiştir.

Malik’in de onun mütekaddim (erken dönemdeki) mezheb mensublarmın tümünün de kabul ettiği görüş budur. Bu hususa dair delilleri arasında kız çocukların oğullarının mirastan pay almadıkları hususundaki icma ile yüce Allah’ın: “Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor” (en-Nisa, 4/11) buyruğudur.

İlim adamları arasından bir topluluğun kanaatine göre de kızların çocuk­ları hem “evlat” hem de “akad”(çocuklar ve sonradan gelenler) kapsamına girerler. O bakımdan onlar da yapılacak vakıflarda vakıftan yararlanacaklar arasına girerler. Vakıf yapan: Ben bunu çocuklarıma (veledi) yahut akibime (benden sonra geleceklere) vakfettim, der. Ebu Ömer bin Abdi’l-Ber’in ve baş­kalarının tercih ettikleri görüş budur. Bunlar yüce Allah’ın: “Anneleriniz, kız­larınız… size haram kılındı” (en-Nisa, 4/23) buyruğunu delil göstermiş ve şöyle demişlerdir: Yüce Allah kız çocukları haram kıldığına göre yine kız ço­cuğun kızının da haram kılındığı icma ile kabul edilmiştir. O halde kız ço­cuğunun babası tarafından oğullarına (veled) ve kendisinden sonra gelecek­lere (akibine) vakıf yapması halinde babasının vakfının kapsamına girmesi gerekmektedir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-En’am Sûre-si’nde (6/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

b. Oğullar (elbenu)

Kişi bu: oğluma (beni) vakıftır diyecek olursa tayin ettiği oğlunu aşmaz ve birden çok kimseyi kapsamaz. Eğer oğullarıma (veledi) diyecek olursa o vakit bu başkalarına da geçer ve oğlundan olan herkes hakkında sözkonu­su olur. Eğer “oğullanma (beniyye)” diyecek olursa erkekler ve dişiler kap­samına girer.

Malik dedi ki: Bir kimse oğullarına ve oğullarının oğullarına (benihi ve be­ni benihi) tasaddukta bulunacak olursa kızları ve kızlarının kızları da bunun kapsamına girer. İsa, İbnu’l-Kasım’dan kızlarına vakıfta bulunan kimse hakkında şunu rivayet etmektedir: Kızının kızları da sulbünden kızları ile bir­likte bu vakfın kapsamına girerler. Mezhebine mensub çoğunluğun kabul et­tiği görüş kızların oğullarının (veled) vakfedenin oğulları (beni) kapsamına girmediği görüşündedirler.

Şayet Peygamber kızının oğlu el-Hasen hakkında: [34] “Şüphesiz ki benim bu oğlum bir seyyiddir. Yüce Allah’ın onun vasıtasıyla müslümanlardan iki bü­yük kesim arasında barış yapacağını ümit ederim” diye buyurduğu ileri sü­rülecek olursa biz de şöyle deriz: Bu bir mecazdır. O bununla Hasan(ra)nın şerefine ve önceliğine işaret etmek istemiştir. Nitekim bir kimsenin kızından olma oğlu hakkında o benim oğlum değildir, diyerek onu nefyetmesinin ca­iz olduğu bilinen bir husustur. Şayet kızının oğlu hakikat manası ile kendi oğlu olsaydı onu nefyetmesi caiz olamazdı. Eğer (peygamberin bu ifadesi) hakikat olsaydı, böyle bir ifade caiz olmazdı. Çünkü hakikatler gerçek nis-betlerinden nefyedilemezler. Nitekim kişinin annesine değil, babasına nis-bet edildiği görülen bir husustur. Bundan dolayı Abdullah b. Abbas hakkın­da: O Haşimîdir denilmiştir. Annesi Hilali (Hilaloğullarından) olsa bile Hila-lî denilmemektedir.

Derim ki: Bu sahih olmayan bir delillendirmedir. Bilakis böyle bir kimse sözlükte de gerçek anlamıyla oğuldur. Çünkü onun hakkında da viladet (ba­badan doğuş) anlamı vardır. Diğer taraftan ilim ehli kimseler yüce Allah’ın: “Size anneleriniz ve kızlarınız haram kılındı” (en-Nisa, 4/23) buyruğundan hareketle kızın kızının da haram olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Bir baş­ka yerde de yüce Allah: “Onun zürriyetinden Davud’a, Süleyman’a… hep­si salihlerdendi” (el-En’am, 6/84-85) diye buyururken İsa’yı da onun (İbra­him (a.s)’ın) zürriyetinden saymaktadır. Halbuki o daha önce orada açıklan­dığı gibi (soyundan gelen) kızının oğludur. Şayet şair:

“Bizim oğullarımız babalarımızın oğullarıdır; kızlarımıza gelince, Onların oğullan bize uzak adamların oğullarıdır”

demiştir denilecek olursa, onlara şöyle cevab verilir: Bunda delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü onun sözünün anlamı şudur: Maksat sadece erkek ço­cuklarının çocuklarıdır. Çünkü mirasçılık ve neseb noktasında oğullarının hük­münde olanlar onlardır. Kızlarının çocukları i.se, bu bakımdan kızlarının hük­münde değildirler. Zira kızlarının çocukları ondan başkasına nisbet edilirler. İşte isimlendirmek bakımından ortaklıkları bulunmakla birlikte, hüküm iti­bariyle farklılıklarını haber vermekte ama kızların çocukları hakkında “ve-led: çocuk” isminin kullanılmayacağını belirtmemektedir. Çünkü o da bir çocuktur. Kişi bazan kendi çocuğu hakkında: O benim oğlum değildir, çünkü o bana itaat etmiyor, benim onun üzerinde bir hak sahibi olduğunu görmü­yor diyebilir ve bu sözleriyle de o çocuğun kendisinden olmadığını kastet­meyebilir. O sadece evlat olarak hükmünün kendisi ile ilgili olmadığını an­latmak istemektedir.

Bu beyiti kızın çocuğuna “oğul” adının verilmeyeceğine delil gösteren kim­se, beyitin manasını bozmuş, faydasını da iptal etmiş ve bunu söyleyenin hak­kında doğru olmayan bir te’vilde bulunmuş olur. Çünkü Arapçada -“veled (ço­cuk)” kelimesinin türediği “viladet (doğum)” kelimesinin anlamı daha açık ve güçlüdür diye- oğlun çocuğuna “ibn: Oğul” adı verilirken; kızın oğluna “oğul” adının verilmemesine imkan yoktur. Çünkü kız çocuğun oğlu da vi­ladet (ondan doğmuş olma) gerçeği dolayısıyla onun çocuğudur. Oğlun çocuğu da viladete sebeb teşkil eden hususlar dolayısı ile onun çocuğudur. Malik’in -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- kızların çocuklarını çocuklara ya­pılan vakfın kapsamı dışına çıkarmasının sebebi, ona göre “veled: Çocuk” is­minin onları dilde kapsamadığı kanaatinde olduğundan dolayı değildir. Bu kapsamın dışında tutmasının sebebi, miras almaya kıyas ettiğinden ötürüdür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-En’am Sûresi’nde (6/84. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun.

c- Zürriyet:

Bu lafız “Allah mahlukatı yarattı” tabirinden alınmıştır. Bu­nun kapsamına kızların çocukları da girer. Çünkü yüce Allah: “Onun zürri-yetinden Davud’a, Süleyman’a… Zekeriyya’ya, Yahya’ya, İsa’ya…” (el-En’am, 6/84-85) diye buyurmuştur. Oysa İsa’nın onun (İbrahim’in) zürriye-tinden olması, annesi dolayısı ile idi. el-Bakara Sûresi’nde de (2/124. âyet, 19- başlıkta) “zürriyet” kelimesinin türeyişi ile ilgili açıklamalar geçtiği gi­bi, el-En’am Sûresi’nde “onun zürriyetinden…”(6/84) âyetinde de geçmiş bu­lunmaktadır, tekrarın anlamı yoktur.

d- el-Akib (Sonradan Gelecekler):

Sözlükte bu, ister cinsinden olsun, ister olmasın bir şeyden sonra gelen şey demektir. Mesela: “Sonradan Allah hayır getirdi” denilir. Sı­kıntıdan sonra bolluk getirdi, demektir. “Ağaran saçlar si­yahlıktan sonra geldi” denilir. “. Bir şey bir şeyin ardından geldi, gelir” demektir. İşte bundan dolayı adamın çocuklarına: “Onun akibi” denilir. “Kızdan sonra erkek doğuran ve bu şe­kilde sürüp giden kadın” anlamındadır. “Adamın akibi” ise çocukları ve

kendisinden sonraki çocuklarının kalan çocukları demektir. Akıbet de çocuk demektir. Yakub dedi ki: Kur’ân-ı Kerim’de: “Böylece onu kendisinden son­ra gelecekler (akibihi) arasında kalacak bir kelime kıldı” diye buyurulmak-tadır.

Bütün mirasçılara “akib (sonradan gelenler)” denileceği de söylenmiştir. Akibet çocuk demektir. İşte bundan dolayı burada Mücahid bunu böylece tef­sir etmiştir. İbn Zeyd: Burada zürriyet ile aynı anlamdadır, demiştir. İbn Şi-hab da: Bunlar çocuklar ve çocukların çocuklarıdır. es-Süddî’den az önce de nakledildiği üzere, başka açıklamalar da yapılmıştır.

es-Sıhah’da “akib” “kaf” harfi kesreli olarak ayağın arka kısmı demektir ve bu müennes bir kelimedir. “Adamın akibi” de onun çocukları ve çocuk­larının çocukları demektir. Bu kelime ile şeklinde iki türlü telaf­fuz edilir, bu da müennestir. Bu açıklama el-Ahfeş’den nakledilmiştir.

“Filan kişi babasını takib etti” ona halef oldu demektir. Bu mastar anlamında kullanılmış bir isimdir. Yüce Allah’ın: “Onun vukuunu yalanlayacak yoktur” (el-Vakıa, 56/2) buyruğunda (Va-ka’nın vuku bulmak anlamında) olduğu gibi. İlim adamlarından hiçbirisine göre akib ile veled lafızları arasında mana bakımından bir fark bulunmamak­tadır. Şu kadar var ki zürriyet ile nesil hakkında ihtilaf edilmiştir. Bunların da veled ve akib konumunda olduğu söylenmiştir. Kızların çocukları Malik’in görüşüne göre; bu iki lafzın kapsamına girmez, kapsamlarına girdiği de söylenmiştir. Burada geçen zürriyet ile ilgili açıklamalar daha önceden el-En’am Sûresi’nde (6/84-85. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

e- Nesil:

İlim adamlarımıza göre bir kimsenin “benim neslim” demesi onun “çocuk­larımın ve çocuklarımın çocukları” demesi gibidir. Bunun kapsamına kızla­rın çocukları da girer, girmesi de gerekir. Çünkü -“nesil” kelimesinin fiili olan: ” Çıktı” anlamındadır. Kızların çocukları da bir bakıma ondan çıkmış­lardır. Diğer taraftan (benim neslim derken) nesilleri devam ettiği sürece “son­radan gelecekler (akibi)” sözünde olduğu gibi, bunu tahsis eden bir ifade de bulunmamaktadır.

Kimi ilim adamımız da şöyle demiştir: Nesil, çocuk ve akib (sonradan ge­lenler) seviyesindedir. Kızların çocukları bunun kapsamına girmez. Ancak vak­feden kişinin: “benim neslim ve neslimin nesli” diyecek olması hali müstes­na. Tıpkı; “benim akibim ve akibimin akibi” demesi gibi. Eğer, çocuk(lar)ım yahut akibim diye tekil olarak kullanacak olursa, kapsamına kız çocuklar gir­mez.

f, g- Al ile EhlAynı Şeydir. Yedinci Lafız da “ehl’dir.:

İbnu’l-Kasım dedi ki: Her iki lafız aynı şeyi ifade eder. Bunlar da asabe, erkek kardeşler, kızlar ve halalardır. Teyzeler kapsamına girmez. “Ehl”in asıl anlamı toplanmak, biraraya gelmek demektir.

“Topluluğun bulunduğu bir yer” denilir. Bu da asabe ile ve ka­dınlardan yakın akrabalar arasına giren kimseler demektir. “Asabe” de bun­dan türemiş olup daha özel bir anlamı vardır. (Aişe -r.anha-nın iftiraya uğradığını anlatan) hadisinde[35] şöyle denilmektedir: Ey Allah’ın Rasûlü! (O) senin ehlindir. Biz hayırdan başkasını bilmiyoruz. Burada “ehil”den ka­sıt Aişe (r.anha)’dır. Fakat teehhül (akraba olma)nın esasını teşkil etmekle bir­likte, zevce icma ile bu tabirin kapsamına girmez. Çünkü onun (nikah altın­da) sabit kalacağı katî değildir. Zira onunla kurulmuş olan nikah bağı deği­şikliğe uğrayabilir ve talak ile çözülebilir.

Malik de şöyle demiştir: “Muhammed’in alî takva sahibi olan herkestir. An­cak bu ifade bu kabilden (bu konu ile ilgili açıklama ihtiva eden) değildir. O bununla şunu kastetmektedir: İman akrabalık bağından daha özel bir bağ­dır. Bundan dolayı davet onu kapsar ve ondan rahmete erişmek maksadı gö­zetilir.

Ebu İshak et-Tunusî der ki: Ehlin kapsamına ebeveyn tarafından olan her­kes girer. Böylelikle iştikakın (kelimenin türediği kökün) hakkını eksiksiz ver­mekle birlikte örfü ve mutlak kullanımı gözönünde bulundurmamıştır. Bu gi­bi tabirlerin anlamları ise ya hakikate bina edilir, veya mutlak kullanım es­nasında örfe dayanılır. Bunlar iki ayrı lafızdırlar.

h- Karabet (Akrabalık) Hakkında Dört Görüş Vardır:

a- Malik “Kitab-u Muhammed b. Abdus”de şöyle demektedir: Bunlar iç-tihad yolu ile tesbit edilecek ve yakının daha yakına tercih edileceği kimse­lerdir. Bunun kapsamına kızların çocukları da, teyzelerin çocukları da gir­mez.

b- Bunun kapsamına kişinin baba ve annesi tarafından akrabaları girer. Bu Ali b. Ziyad’ın görüşüdür.

c- Eşheb dedi ki: Bunun kapsamına erkek ve kadınlar cihetinden bütün “zevi’l-erham” girer.

d- İbn Kinane dedi ki: Bunun kapsamına amcalar, halalar, dayılar, teyze­ler ve kızkardeşin kızları girer.

İbn Abbas da yüce Allah’ın: “De ki: Ben sizden buna karşılık -akrabalıkta sevgiden başka- ücret istemem” (eş-Şura, 42/23) buyruğu hakkında: Be­nimle sizin aranızdaki karabet (akrabalık) ilişkilerini gözetmenizden başka bir şey istemiyorum diye açıklama yapmış ve şöyle demiştir: Kureyş’in bü­tün kolları ile mutlaka Peygamber (sav)’ın akrabalığı vardır. İşte bu açıkla­ma bunun sınırlarını tesbit etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

i- Aşiret:

Bunun kapsamını şu sahih hadis tesbit etmektedir: Şanı yüce Allah “Ya­kın aşiretini uyar” (eş-Şuara, 26/24) buyruğunu indirince, Peygamber (sav) Kureyş’in bütün kollarını çağırdı ve -önceden (arada) sözkonusu edildiği şe­kilde- ve hepsini ismen söyledi. İşte en yakın aşiret (akrabalar) bunlardır. Bun­ların dışında kalanlar ise -kayıtsız ve şartsız olarak- aşirettir. Lafız ise içtihad yolu ile -ilim adamlarımızın açıklamalarında az önce geçtiği gibi- daha ya­kın olan ve daha özel olana yorumlanır.

j- Kavim:

Bu “asabe” arasından kadınlar dışında özellikle erkekler hakkında yorum­lanır. Bununla birlikte kavim erkek ve kadınları kapsamına alır. Her ne ka­dar şair.-

“Bilemiyorum ileride belki bilebilirim,

Al-i Hısn kavim (erkek) midirler? Yoksa kadın mıdırlar?”

demiş ise de, o bununla şunu kastetmektedir: Bir erkek yardımcı olmak üze­re kavmini çağıracak olursa, erkekleri kasteder. Eğer saygı duyulan bir hu­sus için çağıracak olursa bunların kapsamına erkekler de, kadınlar da girer. O halde bu lafzın genel anlamını sıfat belirlerken, karine de tahsis etmekte­dir.

k- Mevali:

Malik dedi ki: Bunun kapsamına kendi mevalileri (azadlık ilişkisi bulunan­lar) ile birlikte babasının ve oğlunun mevalileri de girer. İbn Vehb: Mevali-sinin çocukları da kapsamına girer, demiştir. İbn Arabî dedi ki: Bundan çı­kan sonuç şu ki bu tabirin kapsamına vela yoluyla bir kimseye mirasçı olanlar girer. (İbnu’l-Arabî devamla) dedi ki: İşte bu hususta söylenen sözlerin teferruatı ve Kur’ân ile sünnetin bunları açıklayan zahiri ile irtibatlı esas­ları bunlardır. Bu husustaki etraflı açıklamalar ve tamamlayıcı bilgiler Mesa-il (fıkıh furuu) kitaplarında bulunur.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [36]

  1. Gerçekten Ben onları ve babalarını kendilerine hak ve açıkla­yan peygamber gelinceye kadar faydalandırdım.
  2. Hak onlara gelince: “Bu büyüdür. Muhakkak biz onu inkar edenleriz.” dediler.
  3. Ve dediler ki: “Bu Kur’ân iki kasabadan büyük bir adama indi­rilmeli değil miydi?”
  4. Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatın­da geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık. Onların bir kısmı, diğer bir kısmına iş gördürsün diye kimini kimine derecelerle yükselttik. Rabbinin rahmeti ise onların toplayageldiklerin-den hayırlıdır.

“Gerçekten Ben… faydalandırdım” anlamındaki buyruk: ” Ger­çekten Biz… faydalandırdık” diye okunmuştur.

“Onları ve babalarını” mühlet vermek suretiyle dünya hayatında “ken­dilerine hak” yani Muhammed (sav) onlara tevhid ile İbrahim’in dininin as­lını teşkil eden İslâmı -ki aynı zamanda bu yüce Allah’ın kendisinden son­ra gelenler arasında kalıcı kıldığı sözdür- “ve” kendileri için ihtiyaç duyduk­ları şeyleri “açıklayan peygamber gelinceye kadar faydalandırdım.”

“Hak” Kur’ân-ı Kerim “onlara gelince: Bu büyüdür ve muhakkak biz onu inkar edenleriz” reddedenleriz “dediler ve dediler ki: Bu Kur’ân iki kasa­badan” yani iki kasabadan birisinden ulan “büyük bir adama indirilmeli de­ğil miydi?” Bu buyruktaki: ” Bir adam” lafzı “cim” harfi sakin ola­rak: diye de okunmuştur.

“İki kasabadan büyük bir adama” buyruğu yüce Allah’ın: “O ikisinden inci ve mercan çıkar” (er-Rahman, 55/22) buyruğuna benzemektedir. Yani ikisinden birisine demektir. Yahutta her iki kasabadan (birer kişi olmak üzere) iki kişiden birisine…

İki kasaba Mekke ile Taiftir. İki adam ise biri Ebu Cehil’in amcası olan el-Velid b. el-Muğire b. Abdillah b. Ömer b. Mahzum’dur. Taif’ten olan şahıs ise Ebu Mesud Urve b. Mesud es-Sakafîdir. Bu görüş Katade’ye aittir. Bir görü­şe göre Taif ten sözkonusu şahıs Umeyr b. Abdi Yalil es-Sakafî’dir, Mekke’den sözü edilen şahıs ise Utbe b. Rabia’dır. Bu da Mücahid’in açıklamasıdır.

İbn Abbas’tan rivayete göre ise Taifin büyüğü Habib b. Amr es-Sakafî idi. es-Süddî dedi ki: Kinane b. Abd . Amr’dır.

Rivayet edildiğine göre el-Velid b. el-Muğire -ki Kureyş’in reyhanı diye ad­landırılırdı- şöyle derdi: Eğer Muhammed’in söylediği hak ise bunun ya ba­na ya da Ebu Mesud’a inmesi gerekirdi. Bunun üzerine yüce Allah şöyle bu­yurdu: “Rabbinin rahmetini” yani nübüvveti “onlar mı paylaştırıyorlar” da onu istedikleri kimseye bırakmaya kalkışıyorlar?

“Dünya hayatında geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık.” Yani birtakım kimseleri fakir kılan, başkalarını zengin kılan Bizleriz. Dünyadaki işler bile onlara bırakılmamışken peygamberlik işi nasıl olur da onlara bıra­kılabilir?

Katade dedi ki: Sen bir adamı güçsüz, çaresi az, doğru dürüst konuşamaz olmakla birlikte, ona genişçe bir rızık verildiğini görürsün; bununla birlik­te, oldukça güçlü ve yol yordam bilen, dili çok açık olan bir kimsenin de rız­kının oldukça daraltılmış olduğunu görebiliyorsun.

İbn Abbas, Mücahid ve ondan gelmiş bir rivayete göre İbn Muhaysın “ge­çimliklerini” buyruğunu: “Onların herbiıisinin geçimini…” diye oku­muşlardır.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani her iki kasabanın ileri gelenine de, verdik­lerimizi verenler Bizleriz. Bununla birlikte buna sebeb onların Benim için de­ğerli olmaları değildir. Ben üzerlerindeki nimeti geri almaya kadirim. Peki, onların nasıl bir üstünlüğü veya bir değerleri olabilir ki?

“Onların bir kısmını diğer bir kısmına iş gördürsün diye kimini kimi­ne derecelerle yükselttik.” Yani aralarında üstünlük farkı kıldık. Kimisi daha üstün, kimisi daha az mertebede, kimisi başkan, kimisi yönetilecek durumdadır. Bu açıklamayı Mukatil yapmıştır. Bu üstünlüğün hürriyet ve kö­lelikle olduğu da söylenmiştir. Kimileri malik (efendi)dir, kimileri memluk (köle sahibi)dir. Zenginlik ve fakirlik ile birbirine yükselttik, diye de açık­lanmıştır. Kimileri zengindir, kimileri fakirdir.

İyiliği emretmek ve münkerden sakındırmak ile… diye de açıklanmıştır.

“Onların bir kısmı diğer bir kısmına iş gördürsün diye” es-Süddî ve İbn Zeyd dedi ki: Yani Biz onların bir kısmını hizmetçi ve emir altında kıldık. Zen­ginler fakirleri ellerinin altında çalıştırırlar. Böylece onların kimisi kimisinin maişetini elde etmesine sebeb olur.

Katade ve ed-Dahhak da şöyle demişlerdir: Bu, onların kimisi kimisine ma­lik olsun diye, demektir.

” İş gördürsün” buyruğunun alay etmek anlamında olan: geldiği de söylenmiştir. Yani zengin fakirle alay etsin diye… el-Ahfeş dedi ki: “Onunla alay ettim, ona güldüm, onunla alay ettim” bütün bu şekillerde söylenir. İs­mi şeklinde “sin” harfi ötreli olarak kullanılır. şeklinde öt-re ile ve şeklinde “sin” harfi kesreli olarak da kullanılabilir. Bütün okuyucular: “İş gördürsün” diye okumuşlardır. Ancak İbn Muhaysın ve Mücahid ise bu lafzı: diye okumuşlardır.

“Rabbinin rahmeti ise onların toplayageldiklerinden” toplayageldikle-ri dünyalıklardan “hayırlıdır” daha üstündür.

Buradaki “rahmet” nübüvvet diye açıklandığı gibi, cennet diye de açık­lanmıştır.

Denildiğine göre, farzın tamam ve eksiksiz kılınması çokça nafile yapmak­tan daha hayırlıdır. Yine denildiğine göre yüce Allah’ın onlara lütfedip, ih­san ettiği şeyler, amellerinin karşılıklarını vermekten onlar için daha hayırlıdır. [37]

33- Eğer insanlar tek bir ümmet olmayacak olsalardı, Rahmana kâ­fir olanların evlerinin tavanlarını üzerlerine çıkacakları mer­divenleri gümüşten yapardık.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

1- Dünyanın Mahiyeti ve Değeri:

İlim adamları der ki: Yüce Allah dünyanın değersizliğini, öneminin azlı­ğını sözkonusu ederek, eğer dünya

sevgisi kalblere baskın gelip, bu da in­sanları küfre itmeyecek olsaydı, kâfirlerin evlerini ve basamaklarını altın ve gümüşten kılacak kadar nezdinde önemsiz olduğunu anlatmaktadır.

el-Hasen dedi ki: Buyruk şu anlamdadır: Eğer dünyaya meyledip ahireti terketmek sebebiyle insanların tümünün kâfir olmaları sözkonusu olma­saydı, Biz onlara dünyada belirttiğimiz şeyleri verecektik. Buna sebeb ise dünyanın yüce Allah nezdindeki önemsizliğidir. İbn Abbas, es-Süddî ve buna ben­zer müfessirlerin büyük çoğunluğu bu kanaattedir.

İbn Zeyd dedi ki: “Eğer insanlar” dünyayı istemek ve onu ahirete tercih etmek noktasında “tek bir ümmet olmayacak olsalardı Rahmana kâfir olanların evlerinin tavanlarını, üzerlerine çıkacakları merdivenleri gü­müşten yapardık.”

el-Kisaî dedi ki: Buyruk şu anlamdadır: Eğer kâfirler arasında zengin ve fakir bulunmasını, müslümanlar arasında da aynı şeylerin olmasını takdir et­miş olmasaydık. Biz kâfirlere, değersizliği sebebiyle -belirttiğimiz şekilde- dün­yalığı verirdik. [38]

2- “Sukuf: Tavanlar” Kelimesi ile “Buyut: Evler” Kelimesinin Okunuşuna Dair Açıklamalar:

İbn Kesir ve Ebu Amr “sin” harfini üstün, “kaf” harfini de sakin olarak ço­ğul anlamında tekil lafız halinde: “Tavan” diye okumuşlardır. Bunu da yüce Allah’ın: “Üstlerindeki tavan başlarına yıkıl­dı” (en-Nahl, 16/26) buyruğunu nazarı itibara alarak böyle okumuşlardır.

Diğerleri, -çoğul olmak üzere- “sin” ve “kaf” harflerini ötreli okumuşlar­dır. “Rehin” kelimesinin çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi. Ebu Ubeyd dedi ki: Bu iki lafzın üçüncü şekilleri yoktur.

Bunun ‘in çoğulu olduğu da söylenmiştir. Tıpkı ” (Kum) yı-ğın(ı)” kelimesinin çoğulunun: şeklinde,: “Ekmek'” kelimesinin çoğulunun: diye gelmesi gibi. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.

Bunun: ” Tavanlar” lafzının çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu du­rumda bu çoğulun çoğulu olur. Tekili: Tavan” şeklinde, çoğulu da gelir. ” Fels: Bozuk para” lafzının çoğulunun diye gelmesi gibi. Daha sonra da (çoğul olduğu söylenen sukûf kelimesinin vezni olan: “fuul” veznini tekil bir isim gibi kabul ettiler ve bunun çoğulunu: vezninde (sukuf şeklinde) getirdiler.

Mücahid’den gelen rivayete göre o “kaf” harfini sakin olarak: ” Bir tavan” diye okumuştur.

“Evlerinin” lafzındaki “lam’ın: anlamında olduğu ve: “Evlerinin üzerinde” demek olduğu da söylenmiştir. Bunun (“Rah-man’a kafir olanlar” anlamından) bedel olduğu da söylenmiştir. Nitekim: “Ben bunu Zeyd dolayısıyla, onun değeri sebebiyle yap­tım” demeye benzer. Yüce Allah da: “Anne ve baba­sına (yani) onların herbirine… altıda bir verilir.” (en-Nisa, 4/11) diye bu­yurduğu gibi burada da: “Rahmana kâfir olanların evlerinin… yapardık.” [39]diye buyurmaktadır. [40]

3- Üzerine Çıkılan Merdivenler:

Yüce Allah’ın: “Merdivenler”‘ buyruğu, basamaklar, merdivenler demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yaptığı gibi, cumhurun kabul ettiği gö­rüş de budur. Bunun tekili dır, bu da “merdiven” demektir. “Miraç ge­cesi” de buradan gelmektedir, çoğulu: ile şeklinde gelir. Ni­tekim “anahtar” anlamındaki kelimenin çoğulunun da ile şeklinde gelmesi gibi. Bu iki ayrı söyleyiştir.

Ebu Reca el-Utaridî ve Talha b. Musarrif: “Merdivenler” diye oku­muşlardır. Bu lafız, üzerinde çıkılan merdivenler anlamındadır. el-Ahfeş şöyle demektedir: Bunun tekili: ile de kabul edilebilir. Tıpkı: “Merdiven” kelimesinin şeklinde de kullanıldığı gibi.

“Üzerlerine çıkacakları” buyruğu, bu merdivenler üzerinde çıkar ve yükselirler demektir. Mesela: ” Evin üzerine çıktım” denilirken, damına çıktım demektir. Çünkü bir şeyin üzerine çıkıp onun üzerine yükse­len bir kimse, artık bakan kimseler tarafından rahatlıkla görülür. “Onu bildim” anlamında da kullanılır. ” Düş­manı yenik düşürdüm” demektir.

Benu Ca’deoğullarına mensub Nabiğa (el-Ca’dî) Rasûfullah (sav)’ın huzu­runda şu beyitini okumuştur:

“İzzet ve heybet ile semaya yükseldik biz, Ayrıca bunun da üzerine çıkmak için daha bir merdiven umarız.”

Rasûlullah (sav) buna öfkelenerek: “Nereye?” diye sorunca, Nabiğa: Cen­nete diye cevap vermiş, peygamber de: “Evet, inşaallah” diye buyurmuştur. [41]

el-Hasen dedi ki: Allah’a yemin ederim, dünya ehlinin çoğunluğu (bunu keşke yapsaydı) diye arzu etmekle birlikte; o bunu yapmadı. Ya yapmış ol­saydı, ne olurdu? [42]

4- Bina Tavanının Üstü Kimin Hakkıdır?:

Bazı ilim adamları bu âyet-i kerimeyi, binanın yukarısına sahib kimsenin damda hak sahibi olmadığına delil göstermişlerdir. Çünkü yüce Allah kapı­lan evlere ait zikrettiği gibi, burada tavanları da evlere ait olarak söz konu­su etmiştir. Malik -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-in görüşü budur.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Buna sebeb evin, bir alan, duvar, tavan ve kapıdan ibaret oluşundan dolayıdır. Ev kime ait ise onun ana unsurlarına da sahih­tir. Semaya kadar üst hakkının ona ait olduğunda da görüş ayrılığı yoktur. Altı hususunda ise farklı görüşler vardır. Kimisi ona aittir derken, kimisi de yerin altında onun herhangi bir hakkı yoktur, demiştir. Bizim mezhebimiz­de (maliki mezhebinde) her iki görüş de vardır. Daha öncekilerden İsrailoğullarına mensub kişi ile ilgili sahih hadis bu hususu açıklamaktadır: Bir adam birisinden bir ev satın almış, orada inşaat yaptığı sırada içinde altından bir testi bulmuş. O testiyi kendisine evi satana getirerek: Ben evi satın aldım, tes­tiyi satın almadım deyince, satıcı da: Ben sana o evi içindekilerle birlikte sat­tım demiş. Herbiri ötekine vermek isterken aralarında peygamber(leri) şöy­le hüküm vermiş: Onlardan birisi oğlunu diğerinin kızı ile evlendirsin ve bu mal her ikisinin olsun. [43] Doğrusu ise altın da, üstün de -satış esnasında bunların dışarda tutulması hali dışında- ev sahibinin olduğudur. Eğer bu iki yer­den birisini satacak olursa, ondan kendisi ile faydalanabileceği kadarını ha-keder, geri kalanı ise satana aittir. [44]

5- Yapının Alt ve Üstüne (Kat Mülkiyetine) Ait Diğer Bazı Hükümler:

Bir yapının üst ve altı ile ilgili hükümlerden birisi de şudur: Eğer bir ya­pının üstü ve altı iki kişiye ait bulunup da alt binada tamiri gereken bir du­rum olur yahutta altın sahibi binasını yıkmak isterse, Suhnun’un Eşheb’den

naklettiğine göre; Eşheb şöyle demiş: Eğer alttaki yapının sahibi yapısını yık­mak ister yahutta üstteki yapının sahibi üstüne bina etmek isterse, altta bu­lunan kimse ancak zaruret dolayısıyla ve yıkması üstte hak sahibi olana da­ha uygun gelmesi halinde yıkabilir; ta ki altın yıkılmasıyla üstteki de yıkıl­mış olmasın. Üstte bulunan kimse de kendi hakkında daha önce olmayan -alta sahib olana zarar vermeyecek kadar basit şeyler dışında- herhangi bir bi­na yapamaz. Eğer üsttekinin tavanından bir kereste kırılacak olursa, onun ye­rine öncekinden daha ağır gelmeyecek ve altın sahibine zarar vereceğinden korkulmayacak bir kereste yerleştirebilir.

Eşheb dedi ki: Evin (giriş) kapısı altta bulunanın sahibine aittir. Eğer alt yıkılacak olursa, altın sahibi onu bina etmeğe mecbur edilir. Yukarıda ola­nın altı bina etme gibi bir yükümlülüğü yoktur. Şayet alttakinin sahibi, yeniden yapmayı kabul etmeyecek olursa, o vakit: Altı bina edecek bir kimse­ye bunu sat, denilir.

Alt birisinin yukarı bir başkasının olup altın tamire ihtiyacı bulunması ha­li ile ilgili olarak İbnu’l-Kasım’ın rivayetine göre Malik şöyle demiştir: Böy­le bir binanın tamiratı altta bulunan bölümün sahibine aittir. Altını düzeltip tamir edinceye ka.dar yukarıyı gerekli desteklerle beslemek onun vazifesidir, çünkü altta bulunanın vazifesi yukarıda bulunanı ya bir yapı üzerinde yahut­ta gerekli şekilde desteklemek suretiyle taşımak görevi vardır. Aynı şekilde yukardakinin üstünde de bir başka yapı bulunuyor ise, yukarda olan ikinci yapının gereken şekilde desteklerle yerinde tutulması, ortada olana sahib ola­nın görevidir.

Şöyle de denilmiştir: İkinci katın askıda tutulması, alttaki bina yapılınca­ya kadar onun üstündekinin görevidir. en-Numan b. Beşir’in Peygamber (sav)’dan şöyle dediğine dair hadisi bu hususta asli bir dayanaktır: Peygam­ber buyurdu ki: “Allah’ın hadleri üzerinde (onları işlememekte) dimdik du­ran kimsenin misali ile onların içine düşenin misali bir gemiyi (bölümlerini) paylaştırıp bir kısmına yukarısının bir kısmına da alt taraflarının isabet etti­ği bir (yolcu) topluluğun haline benzer. Geminin alt tarafında bulunanlar su ihtiyaçlarını almak için üstlerinde bulunanların bulundukları yere giderler. O bakımdan (kendi aralarında) şöyle derler: Biz kendi payımızda bir delik açsak da üstümüzde bulunanlara eziyet vermesek (daha iyi olmaz mı?) Şa­yet (diğerleri) bunları istekleri ile birlikte başbaşa bırakacak olurlarsa hep bir­likte helak olurlar, eğer onların bu şekilde hareket etmelerini engelleyecek olurlarsa onlar da, bunlar da hep birlikte kurtulurlar. [45]

İşte bu aynı zamanda Malik ve Eşheb’in lehine bir delildir. Ayrıca bu hadişte şuna da delil vardır: Altta bulunan kimsenin yukarıda bulunana zarar verecek şekilde yeni şeyler yapmak hakkı yoktur. Eğer ona zarar verecek bir şey yapacak olursa, tek başına alttakinin ıslahını (düzeltilmesini) yapmak zo­rundadır. Yukarıda bulunanın sahibi onu zarar vermekten alıkoymak hakkı­na sahihtir. Çünkü Peygamber (sav): “Eğer onlara engel olurlarsa, onlar da «kğerleri de hep birlikte kurtulurlar.” diye buyurmuştur. Zalimden başkası­nın yahutta sünnette meydana getirilmesi caiz olmayan şeyleri yeniden or­taya çıkartması yasaklanmış kişilerden başkasının engellenmesi ise caiz de­ğildir.

Ayrıca bu buyrukta erar-i bi’1-maruf ve nehy-i ani’l-münkerin terkedilme-si sebebiyle cezalandırılmaya hak kazanılacağına delil de vardır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Enfal Sûresi’nde (8/25. âyet, 1. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

Yine bu hadiste kuranın ve kura çekmenin caiz olduğuna da delil vardır. Bu da daha önce Al-i İmran suresinde (3/44. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulun­maktadır. Bu hususların herbirisini belirtilen yerde izleyecek olursak, gere­ği gibi açıklanmış olduğunu göreceğiz. Hamd Allah’adır. [46]

  1. Evlerinin kapılarım ve yaslandıkları tahtlarını da…
  2. Altından süs eşyaları da (verirdik). Bunların hepsi dünya haya­tının metaından başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise Rabbi-nin yanında takva sahiplerinindir.

“Evlerinin kapılarını” buyruğu “evlerinin kapılarını da (böyle) kılardık” demektir. Buradaki “evlerinin” lafzının daha önce geçen “Rahmana kâfir olan­ların” buyruğundan bedeli istimal olduğu da söylenmiştir. [47]

“Kapılarını” gümüşten kılardık demektir.

“Ve yaslandıkları tahtlarını da” aynı şekilde (yapardık).

“Tahtlar da” kelimesi’in çoğuludur. Bunun çoğulu olduğu da söylenmiştir. Bu da: “Taht’ın çoğuludur. Bu du­rumda bu lafız çokluk çoğulu (cemu’1-cem) olur.

“Yaslandıkları” buyruğunda geçen: ile: “Yaslanmak” bir şeyin üstüne kendisini vermek, ağırlığını ona taşıtmak demektir. Yüce Allah’ın: “Ona dayanırım” (Taha, 20/18) buyruğunda da aynı kökten ge­len fiil kullanılmıştır.

“Çokça yaslanan adam” demektir. aynı zamanda “üze­rinde yaslanılan şey” anlamına gelir. “Bir şeye yaslandı” de­mek olup, bu işi yapana Yaslanan, yaslanma yeri”ne de ([si.) deni­lir. ” Onu bir şeye yaslanmış bir kimse haline getirinceye ka­dar ona (mızrağını) sapladı” demektir. “Asaya yaslandım” de­mektir. Bütün bunlarda “te” harfinin aslı “vav”dır. “Tartıldı, söz ver­di” fiillerinde yapılan uygulama ne ise buna da aynı şey yapılmıştır.

“Altından süs eşyaları da (verirdik)” buyruğunda geçen: “Altın” demektir. Bu açıklama İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir. Yüce Al­lah’ın: “Yahut altından bir evin olsun” (el-İsra, 17/93) buyruğu da buna ben­zemektedir ki, daha önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

İbn Zeyd dedi ki: Bu (“zuhruf”) insanların evlerinde kullandıkları eşya ve evlerini döşedikleri şeylerdir. el-Hasen, nakış ve süslerdir, demiştir. Asıl an­lamı da süstür. Mesela: “Evi süsledim” denilir: “Fi­lan süslendi” demektir.

Ayet-i kerimedeki: “Altından süs eşyaları da” lafzının nasb ile gel­mesi: “Bununla birlikte Biz onlara altından süs eşyala­rı da verirdik” anlamına geldiğinden ötürüdür. Başındaki cer harfinin kaldı­rılması ile nasb olduğu da söylenmiştir.

Yani “Biz kendilerine altın ve gü­müşten tavanlar, kapılar ve tahtlar yapardık” anlamındadır. Başından: “…dan” edatı hazfedilince, burada da: “Altından süs eşyala­rı da” diye buyurularak nasb ile gelmiştir.

“Bunların hepsi dünya hayatının metaından başka bir şey değildir.” An­lamındaki buyruğu Asım, Hamza ve İbn Amir’den Hişam: “.değildir” lafzını: (û) diye şeddeli okumuşlardır. Diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır.[48] bu husus daha önceden sözkonusu edilmiş idi. Ebu Reca’dan ( lli)’ın “lam” harfini kesreli okuduğu rivayet edilmiştir. Ona göre burada, konumunda olup ona ait (olan zamir) de hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöy­le olur: “şüphesiz ki bütün bunlar dünya ha­yatının metaının kendisi olan şeylerdir.” Burada zamirin hazfedilmesi: “Bir sivrisineği veya ondan daha üstün herhangi bir şe­yi misal olarak vermekten” (el-Bakara, 2/26) ile: “Güzel­ce uygulayanlara tamamlamak…” (el-En’am, 6/154) diye okuyanların kıra­atinde (bu aid zamirin) hazfedilmesine benzer.

Ebu’1-Feth dedi ki: Bu okuyuşa göre “Hepsi” lafzının nasb ile okunması gerekir. Çünkü buradaki şeddelisinden hafifletilmiş olandır. Bu ise hafifletildi mi (şeddesiz okundu mu) ve ameli de kaldırıldı mı o tak­dirde bunun ile “ma” anlamında olan nefyedici birbirinden ayırmak için ifadenin sonunda (haberinin başında) “lam” harfinin gelmesi gerekir. Bu­rada ise cer edatı olan “lam’ın dışında bir lam bulunmamaktadır.

“Ahiret yurdu ise Rabbinin yanında takva sahiblerinindir” buyruğun­da takva sahibi olup Allah’tan korkan kimselere cennet verileceğini kastetmek­tedir. Ka’b dedi ki: Ben yüce Allah’ın indirdiği kitabların birisinde şunu gör­düm: Eğer mü’min kulum üzülmeyecek olsaydı, kâfir kulumun başını taçlan­dırırdım. Hiçbir ağrı dolayısı ile ondan ter boşalmaz, başı dahi ağrımazdı.

Tirmizî’nin, Sahihinde Ebu Hureyre’den şöyle dediği zikredilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Dünya müminin zindanı, kâfirin cennetidir.” [49] Sehl b. Sa’d’dan rivayete göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Eğer dünya Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar değer taşımış olsaydı, dünyadan hiçbir kâfire bir yudum su dahi içirmezdi.” Ayrıca bu hususta Ebu Hureyre yoluyla gelen hadis de vardır (dedikten sonra Tirmizî şöyle) dedi: Bu hasen, garib bir hadistir[50]

Şair diyor ki:

“Eğer dünya iyilikte bulunanın mükafatı olsaydı,

O takdirde zalimin orada yaşamaması gerekirdi.

Onlara şeref ve üstünlük olsun diye peygamberler bu dünyada aç kaldılar,

Halbuki diğer taraftan karınları doydu hayvanların.”

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

“Kararlı birisi isen geçen günlerden istifade et, Çünkü sen bugünlerde ya (kötülükten) yasaklayan, ya (iyiliği)

emreden birisisin.

Eğer dünyadan bir kişinin dinine zarar gelmezse, Artık ele geçiremediğin dünyalık dolayısıyla zararı olmaz, Dünya bir sivrisinek kanadı kadar çekmez, Bir kuşun kanadındaki ince bir tüy kadar dahi gelmez. O bakımdan (Allah) dünyayı iyilik yapanın bir sevabı

kılmaya razı olmadığı gibi, Dünyayı kâfire bir ceza olarak kabul etmedi.” [51]

  1. Kim Rahmanın zikrini görmezlikten gelirse, Biz ona bir şeyta­nı musallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.
  2. Muhakkak bunlar onları yoldan alıkoyarlar ve onlar da kendi­lerinin hidayette olduklarını sanırlar.
  3. Nihayet o bize geldiğinde diyecek ki: “Keşke benimle senin aranda iki doğu kadar uzaklık olsaydı. Sen ne kötü bir arkadaş-mışsın!”

“Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz ona bir şeytanı mu­sallat ederiz. Artık bu onun ayrılmaz bir arkadaşıdır” buyruğundaki

“kim… görmezlikten gelirse” buyruğunu İbn Abbas ve İkrime: diye “şın” harfini üstün olarak okumuşlardır. “Kim kör olursa…” demektir. “Kör oldu, olur” fiili de aynı köktendir. Erkek hakkında: Kör adam” kadın hakkında: “Kör kadın” ifadeleri görmemeleri halinde durumlarını anlatmak üzere kullanılır. Şair el-A’şa’nın şu beyitinde de aynı kökten gelen lafız kullanılmıştır.

“O avurtlan kaybolmuş bir adam gördü, Hilkati değişmiş, gözü görmeyen bir kimsedir.”

Yine şair şöyle demiştir:-

“Gözleri görmeyen, zamanın kötü musibetlerinin kendisine zarar verdiği,

Ve düşünmez hale getirip aklını bozduğu bir adam gördü diye mi (böyle yaptı)?”

Diğerleri ise (şın harfini) ötreli okumuşlardır ki; bu da: “A’şa (kör)’in durumuna düştü, düşer” demektir. el-Halil: “Az gören bir göz­le bakmak” demektir deyip, şu beyiti zikretmektedir:

“Onun yanına gittin mi ateşinin ışığına cılız bir gözle

bakarsın (gözlerin kamaşır), En güzel ateşin yanında en hayırlı ateş yakanı bulursun.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ateşinin ışığına (gözleri kamaştığından) cılız bir şekilde bakan, Ve rüzgar esip de bulunduğu yerin kuru olduğu o genç, ne güzeldir!”

el-Cevherî dedi ki: mastarı olup bu da gündüzün görüp, geceleyin görmeyen kimse demektir. Böyle olan bir kadına: denilir, iki kadına denilir. “Allah onun gözlerini ka­maştırdı da onun gözleri kamaştı, kamaşır, kamaşmak” denilir. Bu durumda olan iki erkeğin halini anlatmak için: denilir, fakat Araplar: diye kullanmamışlardır. Çünkü “vav” harfi kendisinden önceki harf kesreli olduğu için tekilde “ye”ye dönüşünce, tesniyede de olduğu halde bırakılmış­tır. “Kendisinin geceleyin iyi görmediği izlenimini veren kimse” de­mektir. ‘in nisbeti (ism-i mensubu):şeklinde gelir. ‘e nis-bet ise diye gelir. ” Önüne geleni görmediği için ön ayakla­rı ile rastgele herşeyin üzerine basan dişi deve” demektir. “Bir kimse basiretsizce ve gelişigüzel iş yaptı” anlamındadır. -Aynı anlamda olmak üzere denilir.

Bu âyet-i kerime sûrenin baş taraflarında geçen: “Siz… diye, Zikri size bil­dirmekten vaz mı geçelim?” (ez-Zuhruf, 43/5) buyruğu ile ilişkilidir. Yani Biz size Zikri ulaştırmaya devam edeceğiz. Her kim ondan yüz çevirmek sureti ile Zikri görmezlikten gelip saptırıcıların söz ve batıllarına yönelecek olur­sa “Biz ona bir şeytanı musallat ederiz” küfrünün bir cezası olmak üzere ona bir şeytan veririz, “artık bu onun” denildiğine göre dünyada “ayrılmaz ar­kadaşıdır.” Onu helalden alıkoyar, harama iter, itaat yapmasını engeller, ma-siyet işlemesini emreder. İbn Abbas’ın açıklamasının anlamı budur.

Bir diğer görüşe göre de bu, ahiretteki durumu dile getirmektedir. Bu açık­lamayı da Said el-Cüreyrî yapmıştır.

Haberde belirtildiğine göre; kâfir kabrinden çıkacağı vakit onunla birlik­te bir de şeytan gönderilir. Her ikisi birlikte cehenneme girinceye kadar o şey­tan ondan ayrılmaz. Mümin ile birlikte de Allah, yarattıkları arasında hüküm verinceye kadar bir melek gönderilir. Bunu el-Mehdevî zikretmiştir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Doğru olan bu şeytanın o kimsenin hem dünyada, hem de ahirette ayrılmaz arkadaşı olduğudur.

Ebu’l-Heysem ile el-Ezherî şöyle demişlerdir: “O şeyi kas­tettim” demektir. ise “o şeyden yüz çevirdim” demektir. Bu du­rumda ile birlikte kullanılması arasında fark vardır. Tıpkı: ” Ona meylettim” ile ” Ondan başka tarafa yöneldim” gibi.

Katade de: “ise; yüz çevirir” demektir, demiştir. [52]

el-Ferra’nın gö­rüşü de budur. en-Nehhas dedi ki: Bu, sözlükte bilinen bir anlam değildir.

el-Kurazî, sırtını dönerse diye açıklamıştır, mana birdir.

Ebu Ubeyde ve el-Ahfeş: Gözü kararır diye açıklamışlardır. el-Utbî ise “yüz çevirdim” anlamında kullanılacağını kabul etmemekte ve doğ­rusunun: “şekli olduğunu söylemektedir. Doğru görüş Ebu’l-Heysem ile el-Ezherî’nin açıklamasıdır. Bütün bilgi sahibi kimseler de böyle demiş­lerdir.

es-Sülemî, İbn Ebi İshak, Yakub ve Asım’dan ile el-A’meş’ten İsmet: “Mu­sallat ederiz” anlamındaki buyruğu ye ile: “ Musallat eder” diye oku­muştur. Buna sebeb ise daha önceden “Rahman”ın zikredilmiş olmasıdır. Ya­ni Rahman ona bir şeytan musallat eder.

Diğerleri ise “nun” ile Gederiz anlamında) okumuşlardır. İbn Abbas’tan ise: “Ona bir şeytan musallat edilir, artık bu onun ayrılmaz arkadaşı olur” diye okumuştur. Yani onun yanından ayrılmaz ve onunla bir­likte bulunur.

Buradaki “bu” lafzının -önceden geçtiği üzere- şeytana ait bir zamir ol­duğu söylendiği gibi, “Kur’ân’dan yüz çevirme”ye ait olduğu da söylenmiş­tir. Yani O, yüz çeviren şeytanın ayrılmaz arkadaşı olur demek olur.

“Muhakkak bunlar” yani şeytanlar “onları yoldan alıkoyarlar” hidayet yolunu izlemelerini engellerler. Burada fiilin çoğul lafzı ile gelmesi yüce Al­lah’ın: “Kim… görmezlikten gelirse” buyruğunda yer alan “kim” anla­mındaki lafzın çoğul anlamını taşımasından dolayıdır.

“Ve onlar” kâfirler “kendilerinin hidayette olduklarını sanırlar.” Şöy­le de açıklanmıştır: Kâfirler şeytanların hidayette olduklarını zannettiklerin­den ötürü onlara itaat ederler.

“Nihayet o bize geldiğinde” fiilini. Ebu Amr, Hamza, el-Kisaî ve Hafs te­kil olarak okumuşlardır ki; kıyamet gününde kâfir geldiğinde demektir. Di­ğerleri ise tesniye olarak: ” İkisi geldiğinde” diye okumuşlardır ki, bun­dan kasıt kâfir ile onunla birlikte arkadaşlık edecek olan şeytandır. Bunlar tek bir zincire vurulmuş halde gelecekler. Kâfir: “diyecek ki: Keşke benim­le senin aranda iki doğu” kış mevsiminin doğusu ile yaz mevsiminin doğu­su “kadar uzaklık olsaydı.” Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O hem iki doğunun Rabbidir, hem de iki batının Rabbidir.” (er-Rahman, 55/17) Mu-katil’in açıklaması da buna yakındır.

Fiili tekil okuyanların kıraati zahiri itibariyle her ne kadar tekil görünü­yor ise de mana her ikisi içindir. Çünkü daha sonraki ifadelerden bu anla­şılmaktadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“Ve oldukça geniş ve hemen görüp dikkat eden, Burun tarafında üst ve alt kapakların birleştiği noktası arkadan

açılmış gibi bir göz.”

Mukatil dedi ki: Kâfir, senenin en uzun gününde güneşin doğduğu yer ile en kısa gününde güneşin doğduğu yer arasındaki mesafe kadar aralarının uzak olmasını temenni edecektir. İşte bundan dolayı: “İki doğu kadar uzak­lık” demiştir.

el-Ferra da şöyle demiştir: O bununla doğu ve batıyı kastetmiş, ikisinden birisinin ismini kullanmıştır. Nitekim güneş ile aya “el-kamaran (iki ay)”, Ebu Bekir ve Ömer’e “el-umeran”, Küfe ile Basra’ya: “el-Basratan”, öğlen ve ikindiye “el-asran” denilmesi gibi. Şair de şöyle demiştir:

“Semanın ufuklarını doldurduk size karşı, Onun iki ayı ve doğan yıldızlar bizimdir.”

Ebu Ubeyde de Cerir’in şu beyitini zikretmektedir:

“Onların yaptıklarını beğenmezdi Rasûlullah, İki Ömer diye bilinen Ebu Bekir ve Ömer de.”

Sibeveyh de şu mısraı zikretmektedir:

“İki Hubeybe yardımcı olmuş olmak bana yeter, evet yeter bana.”

Bununla ez-Zübeyr’in iki oğlu Abdullah ile Musab’ı kastetmektedir. Oy­sa Ebu Hubeyb, Abdullah’ın künyesidir.

“Sen ne kötü bir arkadaş mışsın?” Sen kötü bir arkadaşsın. Çünkü onu cehenneme götürecektir.

Ebu Said el-Hudrî dedi ki: Kâfir ölümden sonra diriltileceği vakit, onun yanından ayrılmayacak olan şeytandan arkadaşı ile eşleştirilir. Onu cehen­neme götürünceye kadar ondan ayrılmayacaktır. [53]

  1. Bugün size asla fayda vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz. Elbet­te siz beraberde azab çekeceksiniz.

“Bugün size asla fayda vermeyecektir. Çünkü zulmettiniz” buyruğun-daki: “Çünkü” lafzı “bugün” lafzından bedeldir. Yani Allah kâfire şöy­le diyecektir: Siz dünya hayatında şirk koştuğunuz için bu sözün bugün si­ze faydası olmayacaktır. Bu ise kâfirin söyleyeceği söz olan: “Keşke benim­le senin aranda iki doğu kadar uzaklık olsaydı” (Zuhruf, 43/38) sözleridir. Yani o günde pişmanlık fayda vermeyecektir.

Kendisinden, farklı rivayet gelmiş olmakla birlikte; “Elbette siz” hemzesi kesreli ile “Beraberce azab çekeceksiniz.” İbn Amir’in kıraatidir. Diğerleri ise (hemzeyi) üstün ile okumuşlardır. Şu takdir­de ref mahallindedir: Azapta ortak olmanızın bugün size asla faydası olma­yacaktır. Çünkü herkes bu azabtan kendisi için en fazla payı almış olacak­tır (demektir.)

Yüce Allah böylelikle cehennem ehline, dünya hayatında iken musibete uğrayan kimselerin başkalarının musibetini görerek kederlerinin hafifleme­si imkanını vermeyeceğini bildirmektedir. Çünkü dünyadakiler başkasının mu­sibetini görerek nisbeten rahatlarlar. Böyle bir kimse: Bela ve musibette be­nim durumumda olan başkaları da vardır der ve bu onun kederini bir par­ça hafifletir. Nitekim el-Hansa şöyle demiştir:

“Eğer etrafımda çok olmasaydı,

Kardeşlerine ağlayanlar, öldürürdüm kendimi.

Gerçi onlar benim kardeşim gibisine ağlamıyorlar ama,

Başkaları da bana benzer durumdadır, diyerek teselli buluyorum.”

Ahirette başkalarının benzer durumda olması, onlara teselli faydasını sağlayamayacağına göre, onlar azabları ile uğraşacaklardır.

Mukatil de şöyle demektedir: Bugün mazeretler göstermenizin ve pişman­lık duymanızın size faydası olmayacaktır. Çünkü sizinle birlikteki şeytanla­rınız da, sizler de -küfürde ortak olduğunuz gibi- azapta da ortaksınız. [54]

  1. O sağır kimselere sen mi işittireceksin? Yahut kör olanları ve apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanları sen mi bidayete ulaş­tıracaksın?

Ey Muhammed! “O sağır kimselere sen mi işittireceksin? Yahut kör olan­ları ve apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanları sen mi hidayete ulaştı­racaksın?” buyruğu şu demektir: Senin böyle bir imkanın yoktur. Bundan ötü­rü kâfir olurlarsa göğsün daralmasın.

Buyrukta Peygamber (sav)’a bir teselli vardır. Ayrıca kaderiyye’nin ve di­ğerlerinin kanaatleri reddedilmekte, hidayetin, doğru,yolu bulmanın ve kalpteki ilahi yardımdan uzak kalışın Allah’ın yaratması ile olduğunu, O’nun, dilediği kimseyi saptırıp dilediğine hidayet verdiğini de göstermektedir. [55]

  1. Eğer seni alıp götürsek dahi şüphesiz ki bunlardan intikam alı­cılar Bizleriz.
  2. Yahut onları tehdit ettiğimiz azabı sana gösteririz. Çünkü Biz on­lara güç yetirenleriz.

“Eğer seni alıp götürsek dahi…” Yani Biz seni Kureyş’in eziyetinden, Mek­ke’den çıkaracak olsak “şüphesiz ki bunlardan intikam alıcılar Bizleriz. Ya­hut onları tehdit ettiğimiz azabı sana gösteririz.” Bu da sen hayatta iken

onlardan intikam almamızdır. “Çünkü Biz onlara güç yetirenleriz.”

İbn Abbas dedi ki: Yüce Allah bunu ona Bedir günü gösterdi. Müfessir-lerin çoğunluğunun görüşü de budur.

el-Hasen ve Katade ise şöyle demektedir: Bu müslüman insanlar hakkın­dadır. Yani Peygamber (sav)’dan sonra meydana gelmiş fitneleri kastediyor. Buna göre;

“Seni alıp götürsek” buyruğu, senin canını alsak demektir. Peygamber (sav)’dan sonra çok ağır musibetler oldu. Yüce Allah peygamberine ikram­da bulunarak onu alıp götürdü ve ümmetinin hallerinden gözünü aydınla­tacak şeylerden başkasını ona göstermedi, intikam ve musibetleri ondan son­raya bıraktı. Halbuki ümmetinin birtakım musibetlere uğratıldığı gösterilme­dik hiçbir peygamber yoktur.

Rivayet edildiğine göre Peygamber (sav)’a kendisinden sonra ümmetinin karşı karşıya kaldığı durumlar gösterilmiştir. O da yüce Allah’ın huzuruna çı­kıncaya kadar hep sıkıntıh idi, gülerek neşelendiği görülmedi.

İbn Mesud’dan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah bir ümmet hakkında hayır murad edecek olursa, o ümmetten önce pey­gamberinin canını alır ve onu o ümmet için önden giden bir öncü ve bir geçmiş kılar. Eğer bir ümmet hakkında azabı murad edecek olursa, peygambe­ri hayatta iken o ümmete azab verir ki, kendisini yalanlayıp emrine karşı gel­diklerinden ötürü onun gözü aydın olsun.” [56] [57]

  1. O halde sana vahyolunana kuvvetle sarıl. Çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin.
  2. Ve muhakkak o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir. Ya­kında sorguya çekileceksiniz.

“O halde sana vahyolunana” yalanlayıcılar onu yalanlasa dahi Kur’ân-ı Kerim’e “kuvvetle sarıl. Çünkü sen dosdoğru bir yol üzeresin.” Bu yol se­ni Allah’a, rızasına ve mükafatına kavuşturacaktır.

“Ve muhakkak o, sana ve senin kavmine büyük bir şereftir.” Kurân-ı Kerim hem senin için, hem de kavmin olan Kureyşliler için bir şereftir. Zi­ra bu Kur’ân onların dili ile onlardan birisi üzerine inmiştir. Yüce Allah’ın: “Andolsun ki Biz size sizin için bir şan ve şeref kaynağı olan bir kitab in­dirdik” (el-Enbiya, 21/10) buyruğu da buna benzemektedir.

Kur’ân-ı Kerim, Kureyş’in dili ile indi, ilk olarak onlara hitab etti. Bundan ötürü buna iman eden herkes, onların dillerini öğrenmeye gerek gördü. Böy­lelikle onlara muhtaç oldular. Çünkü başka dilleri konuşanlar, emir ve nehyin anlatıldığı, Kur’ân-ı Kerim’deki bütün haberlerin ifade edildiği manayı kav­rayabilmek için, onların dillerini öğrenmeye gerek duydular. Böylelikle on­lar diğer dilleri konuşanlara göre daha şerefli kılındılar. Bundan dolayı bu dile de “Arapça” adı verildi.

Bunun, sizin gerek duyduğunuz şeyler hakkında senin ve ümmetin için bir açıklamadır, anlamına geldiği söylendiği gibi, dinin emirlerini kendisi vasıta­sıyla hatırlayıp, gereğince amel ettiğiniz bir öğüttür, diye de açıklanmıştır.

“Ve muhakkak o sana ve senin kavmine büyük bir şereftir” buyruğu ile hilafetin kastedildiği de söylenmiştir. Hilafet Kureyşliler arasında olur, baş­kalarında olmaz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bu hususta insanlar Kureyş’e tabidirler. Müslümanları onların müslümanlarına, kâfirleri de onla­rın kâfirlerine tabidir. “[58]

Malik dedi ki: Bu adamın: Babam bana anlattı, o babasından (naklen) an­lattı, demesidir. Bu açıklamayı -el-Maverdî, es-Sa’lebî ve diğerlerinin zikret­tiklerine göre- İbn Ebi Seleme babasından, o Malik b. Enes’ten rivayet etmiş­tir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Ben İslâm’da bu mertebeye Bağdat’ta gördüğüm dı­şında herhangi bir kimseye nasib olduğunu görmedim. Orada bulunan et-Te-mimîoğulları derler ki: Bana babam anlattı, dedi ki: Bana babam anlattı, di­ye Rasûlullah (sav)’a kadar senedini ulaştırır. Böylelikle onların değerleri üs­tün bir mertebeye yükselmiş, insanlar onları tazim eder hale gelmişlerdir. Ha­lifelik makamı da onlarla üstünlük kazanmıştır. Yine Medinetu’s-Selam’da Ebu Muhammed Rızkullah b. Abdi’l-Vehhab Ebu’l-Ferec b. Abdi’1-Aziz b. el-Ha-ris b. el-Esed b. el-Leys b. Süleyman b. Esved b. Süfyan b. Yezid b. Ukeyne b. Abdillah et-Temimî’nin iki oğlunu gördüm. Onlar şöyle diyorlardı: Baba­mız Rızkullah’ı şöyle derken dinledik: Babamı şöyle derken dinledim: O: Ba­bamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim: O: Babamı şöyle derken dinledim (diyordu ki:) Ali b. Ebi Talib’i, el-Hannan ve el-Mennan’ın mahiyeti hakkında soru sorulması üzerine şöyle derken dinledim: el-Hannan kendisinden yüz çevirene yö­nelen, el-Mennan ise kendisinden istenilmeden önce bağışlarda bulunan kim­se demektir. Ali’yi böyle derken dinledim diyen kişi ise onların büyük de­deleri Ukeyne b. Abdullah’dır. Bununla birlikte daha kuvvetli görülen görüş yüce Allah’ın: “Ve muhakkak o sana ve senin kavmine büyük bir şereftir” buyruğu ile Kur’ân-ı Kerim’in kastedildiğidir. Çünkü ifade buna bina edilmiş ve sonunda ona dönülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

el-Maverdî dedi ki: “Ve senin kavmine*’ buyruğu hakkında iki görüş vardır: Birincisine göre ümmetinden sana tabi olanlar demektir. Bu açıkla­mayı Katade yapmış olup, es-Sa’lebî bunu el-Hasen’den diye de zikretmiş­tir. İkinci görüşe göre Kureyş’ten senin kavmine demektir. Bu kimdendir de­nilir, Araplardandır diye cevab verilir. Hangi Araplardandır diye sorulunca, Kureyş’tendir diye cevab verilir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.

Derim ki: Sahih olan Kureyş’ten olsun, başkalarından olsun Kur’ân-ı Ke­rim’in gereğince amel edenler için bir şeref kaynağı olduğudur. İbn Abbas rivayetle dedi ki: Allah’ın peygamberi (Allah’ın salat ve selamı ona olsun) bir sedyeden yahutta bir gazadan döndüğünde Fatıma’yı çağırıp, şunları söyle­di: “Ey Fatıma! Nefsini Allah’tan satın almaya bak! Çünkü Allah’tan gelecek olana karşı benim sana hiçbir faydam olmaz.” [59]

Buna benzer sözleri hanımlarına da söylediği gibi; yine bunun benzeri­ni yakın akrabalarına da söylemiştir. Daha sonra yüce Allah’ın peygamberi (salat ve. selam ona) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar arasında Haşimoğulları ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. Çünkü insanlar arasında ümmetim olmaya en layık kimseler takva sahibi olanlardır. İnsanlar arasında Kureyş-liler de ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. Çünkü insanlar arasın­da’ümmetim olmaya en layık kimse takva sahibi olanlardır. Yine insanlar ara­sında ümmetim olmaya en layık olanlar ensar değildir. Çünkü ümmetim ol­maya insanlar arasında en layık olanlar takva sahibi kimselerdir. İnsanlar ara­sında mevalî (Arap olmayan mü’minler) ümmetim olmaya en layık kimseler değildir. İnsanlar arasında ümmetim olmaya en layık kimseler takva sahibi olanlardır. Hepiniz bir erkek ve bir kadındansınız, sizler: Sâ’ denilen ölçü­nün üstündeki hiza gibisiniz. Sizden herhangi birinizin diğerine takva ile ol­ması hali dışında bir üstünlüğü yoktur. “[60]

Ebu Hureyre’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: “Cehennem kömürlerinden bir kömür ile övünüp duran birtakım kimseler ya bu yaptıkları işlerden vazgeçerler, veya Allah nezdinde onlar pis­likleri burnuyla iten domuzlan böceğinden daha kötü bir durumda olurlar. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem topraktandır. Şüphesiz Allah sizden cahiliye gururunu ve (cahiliyyenin) babalarla öğünme geleneğini gidermiş bu­lunuyor. İnsanlar ya takva sahibi bir mümindir yahut bedbaht bir günahkar-dır.” [61]Bu ikisini de Taberî rivayet etmiştir. Buna dair daha geniş açıklama­lar yüce Allah’ın izniyle el-Hucurat Sûresi’nde gelecektir.

“Yakında” bu nimete karşı şükredip, etmediğinize dair “sorguya çekile­ceksiniz.” Bu açıklamayı Mukatil ve el-Ferra yapmıştır. İbn Cüreyc de şöy­le demiştir: Sen de, seninle birlikte olanlar da sana verdiklerimizden dolayı sorguya çekileceksiniz. [62]

Bu hususta yaptığınız amellerden size soru sorulacaktır, diye de açıklan­mıştır. Manalar birbirine yakındır.

  1. Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor! Rah-man’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?

İbn Abbas ve İbn Zeyd dedi ki: Rasûlullah (sav) Mescid-i Haram’dan, Mes-cid-i Aksa’ya -ki o Beytu’l-Makdis mescididir- İsra’da götürüldüğünde yüce Allah ona Adem’i ve soyundan dünyaya gelmiş diğer peygamberleri diriltti. Cibril de Peygamber (sav) ile birlikte bulunuyordu. Cibril (a.s) ezan okudu, sonra namaz için kamet getirdi. Sonra da: Ey Muhammed öne geç de onla­ra namaz kıldır dedi. Rasûlullah (sav) namazı bitirince Cibril kendisine: “Ey Muhammed! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor. Rah-man’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?” dedi. Bunun üzerine Ra­sûlullah (sav): “Hayır, sormama gerek yok. Ben bu konuda yeterli kanaate sahibim” diye buyurdu. [63]

İbn Abbas dedi ki: Bu peygamberler yetmiş kişi idi. İbrahim, Musa ve İsa (hepsine selam olsun) bunlar arasında idi. Onlara soru sormayışının sebebi Allah’ı onlardan daha iyi biliyor olması idi.

İbn Abbas’tan başkasından gelen rivayette de şöyle denilmektedir: Rasû-lullah (sav)’ın arkasında yedi saf halinde namaz kıldılar. Rasûller üç saf, ne­biler ise dört saf idi. Rasûlullah (sav)’ın hemen arkasında ise İbrahim halilullah, sağında İsmail ve solunda İshak vardı. Sonra Musa, sonra da diğer ra­sûller dizilmişti. Onlara iki rekat namaz kıldırdı. Namazı bitirip ayağa kalkın­ca şöyle buyurdu: “Rabbim bana size: Sizden herhangi birinize Allah’tan baş­kasına ibadet etmeye davet etmek için bir emir verip vermediğini sormamı vahyetti.” Onlar: Ey Muhammed dediler, bizler şahitlik ederiz ki, hepimiz ay­nı çağrı olan la ilahe ilallah demeye davet etmek üzere ve onun dışında ta­pındıkları bütün varlıkların batıl olduğunu, senin nebilerin de sonuncusu, ra-sûllerin de efendisi olduğunu söylemek üzere gönderildik. Bu husus zaten senin bize imamlık yapman ile de açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca kı­yamet gününe kadar Meryem oğlu İsa dışında hiçbir peygamberin gelmeye­ceği de bunu göstermektedir. Meryem oğlu İsa ise senin izini izlemekle em-rolunacaktır.”

Said b. Cübeyr de yüce Allah’ın: “Senden önce gönderdiğimiz peygam­berlerimize sor” buyruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: O İsra’ya gö­türüldüğü gece rasûllerle karşılaştı.

el-Velid b. Müslim de yüce Allah’ın: “Senden önce gönderdiğimiz pey­gamberlerimize sor” buyruğu hakkında şöyle demiştir: Ben buna dair Hu-leyd b. Da’lec’e sordum da o bana Katade’den şöyle dediğini nakletti: Peygamber İsra’ya götürüldüğü gece bu hususu onlara sordu. Peygamberlerle ve Adem ile ayrıca cehennemin bekçisi Malik ile karşılaşmıştı.

Derim ki: Bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak sahih olan açıklama şekli bu­dur.

“Peygamberlerimiz” anlamındaki lafızdan önceki bu açıklamaya gö­re zaid değildir. el-Müberred ile bir grub ilim adamı ise şöyle demişlerdir: Buy­ruk: Sen, senden önce gönderdiğimiz rasûllerimizin ümmetlerine soru sor, demektir. Rivayet olunduğuna göre, İbn Mesud’un kıraatinde:

“Senden önce gönderdiğimiz rasûllere ne gönderdiğimizi sor” şeklindedir. Bu ise tefsir edici bir kıraattir. Buna göre; zaiddir. Mücahid, es-Süddî, ed-Dahhak, Katade, Ata, el-Hasen ve yine İbn Abbas’ın görüşü budur. Sen Tevrat ve İncil kitablarına iman eden kim­selere sor, demektir.

Anlamın: Ey Muhammed! Bize senden önce göndermiş olduğumuz pey­gamberlere dair soru sor, şeklinde olduğu ve böylelikle: ‘in hazfedildiği de söylenmiştir. Bu açıklamaya göre ise: ” Peygamberlerimize” buyruğu üzerinde vakıf tam bir vakıf olmakta, daha sonra ise cümle inkar yo­lu ile soru ile başlamaktadır.

Anlamın: Senden önce göndermiş olduğumuz rasûllerimize tabi olanlara sor, şeklinde olduğu ve muzafın hazfedildiği de söylenmiştir. Hitab Peygam­ber (sav)’a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir.

“Rahman’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?” buyruğu ile yüce Allah, akıl sahibi varlıklardan sözettiği gibi. ilahlardan da (akıl sahibi varlıklara uygun zamir kullanarak) sözetmiş bulunmakta ve: “İba­det edilecek” diye buyurmakta, bununla birlikte: veya diye bu-yurmamaktadır. Çünkü ilahlar onlara tapanlar nezdinde akıl sahibi varlıklar durumunda idi. Şanı yüce Allah da onlar hakkında akıl sahibi varlıklarla il­gili haber verdiği gibi, haber vermekte (söz etmekte)dir.

Böyle bir soru sormakla emredilmesinin sebebine gelince, yahudilerle müş­rikler Peygamber (sav)’a şöyle dediler: Senin bu getirdiklerin senden önce­kilere aykırıdır? Bunun üzerine yüce Allah, duruma vakıf kılmak ve söylet­mek maksadı ile, diğer peygamberlere soru sormasını emretmiştir. Yoksa ken­disi bu hususta şüphe ettiğinden dolayı bu emir verilmiş değildir.

Tevil bilginleri Peygamber (sav)’ın diğer peygamberlere soru sorması hususunda iki ayrı görüş ortaya atmışlardır. Birincisine göre o peygamber­lere sormuş, peygamberler de: Biz tevhid ile gönderildik demişlerdir. Bu açık­lamayı el-Vakıdî yapmıştır.

İkincisine göre, peygamber yüce Allah’a yakîni dolayısıyla onlara soru sor­mamıştır. Öyle ki İbn Zeyd’in naklettiğine göre Mikail, Cebrail’e: “Bu husu­sa dair Muhammed sana soru sordu mu?” diye sormuş, Cebrail: “O bu husus­ta soru sormayacak kadar sağlam bir iman ve büyük bir yakîne sahiptir” di­ye cevab vermiştir. Bu anlam daha önce zikrettiğimiz şekliyle iki rivayette geç­miş bulunmaktadır. [64]

  1. Andolsun ki Biz Musa’yı âyetlerimizle Firavun’a ve ileri gelen­lerine gönderdik. “Muhakkak ki ben alemlerin Rabbinin gön­derdiği peygamberiyim” dedi.
  2. Onlara âyetlerimizle geldiğinde onlar bunlara gülüverdiler.
  3. Bizim onlara gösterdiğimiz herbir âyet mutlaka diğerinden bü­yük idi. Onları belki dönerler diye azab ile aldık.
  4. “Ey sihirbaz” dediler; “Senin yanında, sana olan ahdi gereği Rab-bine dua et Gerçekten bizler hidayet bulanlar oluruz.”
  5. Ama Biz azabı üzerlerinden kaldırınca, hemen verdikleri sözü bozdular.
  6. Firavun kavmi arasında seslenip dedi ki: “Ey kavmim! Mısır mül­kü ve altından akan şu nehirler benim değil mi? Görmez misi­niz?
  7. “Ben şu aşağılık olandan ve sözünü nerede ise açıklayamayan-dan daha hayırlı değil miyim?”

“Andolsun ki Biz Musa’yı âyetlerimizle… gönderdik.” Yüce Allah pey­gamberi Muhammed (sav)’a düşmanlarından intikam alacağını bildirip diğer peygamberleri şahit tutmakla ve hepsinin tevhid üzere ittifak etmiş olduk­larını göstermekle delili ortaya koyduktan sonra, bu hususu Musa ve Firavun kıssası ile Firavun’un yalanlamasını, onun ve kavminin başına gelen suda bo­ğulmak ve yalanlama kıssasını zikrederek pekiştirdi. Yani Biz Musa’yı mu­cizeler ile gönderdik. Bunlar ise dokuz tane mucize idi. Bu mucizeleri yalan­landı. Sonunda Ben de güzel akıbeti onun için kıldım. İşte sen de böyle ola­caksın.

“…Onlar bunlara gülüverdiler” buyruğunun anlamına gelince, onlar alay ettiler demektir. Böylelikle kendilerine uyanlara gönderilen bu âyetlerin bir büyü ve gösterilen bir hayal olduğu vehmini vermeye, kendilerinin de bunlara güç yetirebileceklerini hissettirmeye çalışıyorlardı.

“Bizim onlara gösterdiğimiz herbir âyet mutlaka diğerinden büyük idi.”

Yani Musa’nın gösterdiği âyetler (mucizeler, belgeler) âyetlerin büyüklerin­den idi. Onların herbirisi bir öncekinden de büyüktü.

Bir diğer açıklamaya göre: “Mutlaka diğerinden daha büyük idi.” Çün­kü birincisi bir bilgi sahibi olma sonucunu verirken, ikincisi de bir başka bil­gi sahibi olma sonucunu veriyor idi. Böylece birincisine ikincisi eklenmek­te ve gerçek daha bir açıklık kazanmakta idi.

Ayetlerin kardeşliğinden (mealde! benzerliğinden) sözedilmesinin anla­mı birbirine benzer ve birbiriyle ilişkili olmaları demektir. Nitekim: ” Bu, bunun arkadaşıdır” denilince, onlar mana itibariyle birbi­rine yakındır, demek olur.

“Onları belki” küfürlerinden “dönerler diye” bu âyetleri yalanlamaların­dan ötürü “azab ile aldık.” Bu da yüce Allah’ın: “Andolsun ki Biz Firavun hanedanını belki düşünüp ibret alırlar diye yıllarca kuraklıkla ve ürün kıt­lığı ile sıkıntıya düşürdük” (el-Araf. 7/130) buyruğunda ifade edilmektedir. Tufan, çekirgeler, haşerat ve kurbağalar… İşte bu son mucizeler, onlar için bir azab ve Musa (a.s) için açık belge idiler.

“Ey sihirbaz, dediler.” Yani onlar azabı gördüklerinde: Ey sihirbaz, di­yerek daha önceden adetleri üzere seslendikleri şekilde ona seslendiler.

Bir diğer açıklamaya göre; onlar ilim adamlarına sihirbaz diyorlardı. O ba­kımdan onu tazim etmek maksadıyla ona bu şekilde hitab ettiler.

İbn Abbas dedi ki: “Ey sihirbaz” ey alim, demektir. Aralarında sihirbaz say­gı gösterdikleri büyük bir kişi idi. Sihirbazlık bir yergi sıfatı değildi.

Bir diğer açıklamaya göre: Ey sihriyle bizi yenik düşüren kişi, demektir. Mesela: “Filan kişi ile sihir yarışma girdim ve onu sihir ile yen­dim” demektir. Nitekim Arapların: ” Onunla tartıştım ve tartış­mada onu yendim” ile “Fazilet bakımından onunla ölçüştüm ve ondan daha faziletli olduğum ortaya çıktı” ve benzeri ifadeler buna benze­mektedir. Onlar bu sözleriyle soru sormak üzere “sihirbaz”ı gerçek anlamı ile de kullanmış olabilirler. İman ederler ümidiyle de böyle dediklerinden ötü­rü onları kınamadı.

İbn Amir, Ebu Hayve ve Yahya b. Vessab “he” harfi ötreli ve (“he”den son­ra) “elif”siz olarak; diye okumuşlardır. Bunun sebebi ise “he” haı-finin kendisinden önceki harfe katılmış olması ve müfred nidanın gerektir­diği şekilde “ye” harfinin ötreli olarak gelmesidir. el-Ferra da şu beyiti zik­retmektedir:

“Ey nefsi direnip duran, yüz çevirmeyen kalb,

Güzel, beyaz tenli ve dudaklarının iç tarafı mavimtrak kadınlardan

(vazgeçip) ayık da kendine gel!”

Görüldüğü gibi burada “ye” harfinin ötreli oluşuna binaen “he” harfini de ötreli okumuştur. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce en-Nur Sûresi’nde (24/31. âyetin tefsirinin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Amr, İbn Ebi İshak, Yahya ile el-Kisaî ise aslına uygun olarak; okuyup (vakfederse) öylece vakıf yapmışlardır. Diğerleri ise elifsiz okumuş­lardır, çünkü mushafta böylece yazılmıştır.

“Senin yanında sana olan ahdi gereği Rabbine dua et.” Yani Onun bi­ze sana verdiğini haber verdiği iman edecek olursak azabı üzerimizden kaldıracağına dair sözü gereğince, O’na dua et de azabı üzerimizden kaldır­sın. “Gerçekten bizler” bundan sonra “hidayet bulanlar oluruz.”

“Ama” Musa dua edip de “Biz azabı üzerlerinden kaldırınca, hemen ver­dikleri sözü bozdular.” Kendileri hakkında yerine getireceklerine dair be­lirttikleri ahitlerinde durmadılar ve iman etmediler.

Bir açıklamaya göre onların: “Gerçekten bizler hidayet bulanlar oluruz”

sözleri kendilerinin iman eden kimseler olduklarına dair verdikleri bir haber­dir. Ancak üzerlerinden azab kaldırılınca irtidad ettiler.

“Firavun kavmi arasında seslenip dedi ki…” Denildiğine göre firavun bu mucizeleri görünce, kavmin ona doğru meyledeceklerinden korkarak “ses­lendi.” Burada “seslendi” dedi anlamındadır. Bu açıklamayı Ebu Malik yapmıştır. Etrafında Kıbtilerin büyük ve ileri gelenlerinin bulunmuş olma ihtima­li de vardır. O bakımdan kendi aralarında sesini yükseltti, sonra da bu söy­ledikleri bütün kıbti toplulukları arasında yayıldı. Adeta hepsi arasında ses­lenmiş gibi oldu. Bunun, kavmi arasında seslenecek kimselere emir verdi, an­lamında olduğu da söylenmiştir ki, bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır.

“Ey kavmim! Mısır mülkü” herhangi bir kimsenin bu hususta benimle tar­tışması ve rakibliği sözkonusu olmaksızın “…benim değil mi?” Denildiğine göre o, Mısır’ın kırk fersah çarpı kırk fersahlık bir alanına hakim olmuştu. Bu­nu en-Nekkaş nakletmektedir. Burada sözü geçen “mülk” ile İskenderiye’yi kastettiği de söylenmiştir.

“Ve altımdan akan şu nehirler?” Yani Nil’in kolları “benim değil mi?”

Bu kolların büyükleri Kral nehri (kolu), Tulün nehri (kolu), Dimyat nehri (ko-lu) ve Tinnis nehri (kolu)dir.

Katade dedi ki: Oraları bahçeler ve saraylarının altından akan ırmaklar idi. Tahtının altından akan ırmaklardı diye de açıklanmıştır.

“Altımdan” ifadesinin arada herhangi bir vasıta olmaksızın benim tasar­rufum bunlarda geçerlidir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: O dizginlerini yakaladı mı Nil de akmayıp dururdu.

el-Kuşeyrî dedi ki: Rububiyet iddiasında bulunan kimselerin olağanüstü birtakım hadiseler göstermesi mümkündür. Çünkü gerçek ilahı ilah olmayan­dan ayırdedebilmek için olağanüstü bir işin yapılmasına gerek yoktur.

“Altımdan akan şu nehirler” buyruğunun şu anlama geldiği de söylen­miştir: Elimin altındaki kumandanlar, başkanlar ve zorba kimseler benim bay­rağımın altında yürümektedirler. Bu açıklamayı da ed-Dahhak yapmıştır.

Nehirlerle mallan kastettiği de söylenmiştir. Mallardan nehir diye sözet-mesi ise mallarının çok olması ve açıkça ortada olmasından dolayıdır. “Al­tımdan akan” lafzın ben onları bana uyan kimselere dağıtıyorum, anlamın­dadır. Çünkü teşvik ve kudret nehirler üzerinde değil, mallar hakkında söz-konusu olur.

Durum böyleyken benim büyüklüğümü ve gücümü buna karşılık Musa’nın zayıflığını, bir diğer açıklamaya göre sizin ihtiyaçlarınızı karşılama kudreti­mi Musa’nın acizliğini “görmez misiniz?”

“Şu” lafzandaki “vav” harfinin “nehirler”i “Mısır mülkü” üzerine atfeden edat, “akan” anlamındaki lafzın da ondan hal olarak nasb konumun­da olması mümkün olduğu gibi, bu “vav”ın hal “vav’ı olması işaret isminin de mübteda olması “nehirler’Mn işaret isminin sıfatı “akan”ın da mübtedanın haberi olması da mümkündür.

Medineliler, el-Bezzî ve Ebu Arar; “Altımdan” lafzındaki “ye”yi üs­tün okumuşlar, diğerleri ise sakin okumuşlardır.

er-Reşid’den nakledildiğine göre o bu âyet-i kerimeyi okuyunca, oraya kö­lelerimin en iyisini vali olarak tayin edeceğim demiş ve el-Hasib’i -onun ab-destinden sorumlu idi- oraya vali görevlendirmişti. Abdullah b. Tahir’den nak­ledildiğine göre oraya vali tayin edilmiş, oraya gitmek üzere çıkmış, ona yak­laşıp onu görünce: Firavun’un kendisi ile öğüneıek: “Mısır mülkü… benim değil mi?” dedirtecek kadar ileri gitmesine sebeb teşkil eden şehir bu mu? Allah’a yemin ederim ki; bu benim nezdimde oraya girmemi gerektirecek ka­dar değerli değildir, dedikten sonra atının dizginlerini öbür tarafa çevirdi.

Daha sonra Firavun kendi durumunu açıkça dile getirerek:

“Ben şu aşağılık olandan” herhangi bir gücü ve kuvveti bulunmadığından dolayı değersizliği ve güçsüzlüğü sebebiyle de kendi ihtiyaçlarını gör­mek üzere bizzat kendisi çalışıp, didinen kimseden “ve sözünü nerede ise açıklayamayandan”; Ta-Ha Sûresi’nde (20/27. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere di­linde bulunan düğümü kastediyor; “daha hayırlı değil miyim?”

Ebu Ubeyde dedi ki: Bu buyruktaki: ” Mi” edatı burada; “Hat­ta, bilakis” anlamındadır. Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre atıf harfi de­ğildir. Yani, Firavun kavmine: Hatta ben “şu aşağılık olandan” daha hayır­lıyım dedi, demektir. Yani onun gücü yoktur. Değersiz ve güçsüz olduğun­dan kendi ihtiyaçlarını bizzat görerek kendisini küçültüyor “ve sözünü ne­rede ise açıklayamıyor.” Bununla daha önce Ta-Ha Sûresi’nde (20/27) aye­tin tefsirinde geçtiği gibi dilindeki düğümü kastediyor.

el-Ferra dedi ki: edatı iki türlü olabilir. Arzu edilirse kendisinden ön­ceki ifade ile ilişkisinden ötürü bu edat ile yapılan bir soru kabul edilebilir, arzu edilirse de yüce Allah’ın: “Mısır mülkü… benim değil mi?” buyruğuna atf-u nesak yapılabilir.

Bunun zaid olduğu da söylenmiştir. Ebu Zeyd Araplardan bu edatı zaid olarak kullandığını rivayet etmiştir. Ben şu aşağılık ve değersiz olandan da­ha hayırlıyım, demektir. el-Ahfeş de: İfadede hazfedilmiş lafızlar vardır, an­lam şudur demektedir: Siz görüyor musunuz? Yoksa görmüyor musunuz? de­mektir. Nitekim şair şöyle demiştir:

“Ey Cülacil denilen yer ile kum tepesi arasında bulunan ince ve

yumuşak kumların ceylanı, O sen misin yoksa Ummu Salim midir?”

Bu da; sen mi daha güzelsin, yoksa Um Salim mi daha güzeldir, demek­tir.

Daha sonra da yeni bir cümle olarak: “Ben hayırlıyım” diye söylemiştir.

el-Halil ve Sibeveyh der ki: Buyruğun anlamı şudur: Görmez misiniz yoksa siz görenler misiniz? Bu durumda “Yoksa” edatı ile “görmez mi­siniz” üzerine atıf yapmış olmaktadır. Çünkü; “ben mi hayırlıyım” yoksa si­zin görüşünüz nedir, anlamındadır. Çünkü onlar kendisine: Sen ondan ha­yırlısın diyecek olsalardı, ona göre çevresindekiler gören basiretli kimseler olacaktı.

İsa es-Sakafî ile Yakub el-Hadramî’den rivayet edildiğine göre onlar, ifa-

de; ” siz görüyor musunuz, yoksa görmüyor musunuz?” takdirinde olmak üzere: üzerinde vakıf yapmışlardır.

Bu edat üzerinde vakıf yapanlar, bunu zaid kabul etmiş ve sanki “görmez misiniz” buyruğunun: lafzı üzerinde vakıf yapmış gibi olur. Ancak el-Halil ve Sibeveyh’e göre burada ifade tamam olmamaktadır. Çünkü;

edatı kendisinden önceki ifadeler ile ilişkili olmasını gerektirmektedir.

Kimileri de şöyle demiştir: Vakıf yüce Allah’ın: “Görmez mi­siniz” buyruğu üzerinde yapılır. Sonra da: “Daha hayırlı değil mi­yim?” buyruğu üzerinde aksine ben daha hayırlıyım, anlamı ile başlanılır, el-Ferra da şu beyiti zikretmektedir:

“Kuşluk vaktinin parlaklığında güneşin kursu ve sureti gibi ortaya çıktı, Hatta sen gözümde daha da güzelsin.”

(Görüldüğü gibi) burada: Hatta sen daha da güzelsin” anla­mındadır.

el-Ferra’nın naklettiğine göre kimi kıraat alimi ” Ben daha hayır­lı değil miyim” diye okumuşlardır.

Mücahid’den rivayet edildiğine göre o; “Yoksa…” üzerinde vakıf ya­par, sonra da: “Ben (ondan) daha hayırlıyım…” diye okumaya de­vam edermiş ki az önce sözkonusu edilmişti. [65]

53- “Hem üzerine altından bilezikler bırakılmalı veya onunla bir­likte melekler gelmeli değil miydi?”

“Hem üzerine altından bilezikler bırakılmalı… değil miydi?” şeklinde­ki bu sözlerini söylemesinin sebebi; bu şekilde süslenmek o dönemdeki şe­refli ve soylu kimselerin adeti olmasıdır.

Hafs: ” Bilezikler” şeklinde: çoğulu olarak okumuştur.

” Başörtüsü” kelimesinin çoğulunun: şeklinde gelmesi gibi. Ubeyy: şeklinde; çoğulu olarak okumuştur. İbn Mesud; diye okurken, bunun dışında kalan kıraat alimleri; şeklinde; “Bilezikler” lafzının çoğulu olarak okumuşlardır. O takdirde bu çok­luk çoğuludur. Bununla birlikte çoğulu olması da müm­kündür. Bu durumda sonraki “ne” (yuvarlak “te”) çoğulda “ye”nin yerine ge­tirilmiş olmaktadır. O zaman bu kelime “zındık” lafzının çoğulunun: ile şeklinde (Bizans komutanı demek olan “bıtrik” kelimesinin çoğu­lunun); ile şeklinde gelmesi ve benzeri diğer kelimeler gibi. Ebu Amr b. el-Ala dedi ki: ” Bilezikler” kelimesinin tekdir, bu da ayrı bir söyleyişidir.

Mücahid dedi ki: Onlar bir adama bilezik taktılar mı iki bilezik takarlar ve boynuna altın bir halka dolarlardı. Bu da onun efendi ve soylu birisi oldu­ğuna alamet idi. Bu bakımdan Firavun: Musa’nın Rabbi -eğer Musa doğru söy­leyen birisi- onun üzerine ne diye altından bilezikler bırakmıyor? demişti.

“Veya onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?” Katade’nin açık­lamasına göre onun ardı sıra gitmeleri, Mücahid’e göre de onunla birlikte yü­rümeleri, İbn Abbas’ın açıklamasına göre kendisine karşı çıkanlara karşı ona yardımcı olmaları gerekmez miydi? demektir. Yani Rabbinin nezdinde bulun­duklarını iddia ettiği melekleri böylelikle etrafındakiler çoğalsın, vereceği emirleri yerine getirmek üzere onları görevlendirsin. Bu suretle bu, kalble-re daha bir heybet versin diye melekleri ona katmalı değil miydi? O bu söz­leri ile Allah’ın peygamberi olan kimselerin de dünyadaki hükümdarların el­çileri gibi olmaları gerektiği izlenimini vermeye çalışmıştır. Halbuki o Allah’ın elçilerinin semavi ordularla desteklenmiş olduklarını bilmiyordu. Aklı eren herkes bilir ki, yüce Allah’ın, tek ve yalnız başına olmasına rağmen Musa’yı uyanlarının çokluğuna rağmen Firavun’a karşı koruması, Musa’ya asa ve be­yaz parıldayan el (yed-i beyza) ile yardımcı olması, onun bileziklerinin bu­lunmasından yahut -Mukatil’in açıklamasına göre- beraberinde meleklerin yar­dımcılar olarak gelmesinden -el-Kelbî’nin açıklamasına göre de- onun doğ­ruluğuna delil olmasından daha ileri derecede bir belgedir. Onun bu dedik­lerinin ayrıca olmasına gerek yoktur, çünkü bu kadar i’caz yeterlidir. Diğer taraftan bunca âyetin açıkça görülmüş olmasına rağmen Musa (a.s) yalanlan­dığı gibi, meleklerin beraberinde gelmesine rağmen yine yalanlanması da mümkündür. Firavun’un meleklerden sözetmesi Musa’nın söylediğini aktar­mak yollu idi. Çünkü meleklerin yaratıcısını kabul etmeyen ve tanımayan bir kimse meleklere iman etmez. [66]

  1. Kavmini böylece hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü on­lar bir fasıklar topluluğu idi.

“Kavmini böylece hafife aldı.” İbnu’l-A’rabî’nin dediğine göre kavminin cahil olduğunu kabul etti, demektir.

“Onlar da ona itaat ettiler.” Buna sebeb ise akıllarının kıtlığı, düşünce­lerinin zayıflığı idi.

“Sevinç onu hafifliğe itti” onu uygun olmayan davranışlara it­ti, demektir, “Onu cahilliğe itti” anlamındadır. Yüce Allah’ın: “İnanmayanlar asla seni aceleciliğe sürüklemesin” (er-Rum, 30/60) buyruğunda da aynı kökten gelen lafız kullanılmıştır.

Söylediği sözler ile onları tahrik edince, onlar da Musa’yı yalanlamak üze­re ona itaat ettiler, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre: Onun kavmini hafife alması akıllarının hafif ve yetersiz olduğunu görmesi de­mektir. Bu ise kendisine itaat etmeleri gerektiğine delalet etmez. Buna gö­re: Şu takdirde ihtimal itibariyle uzakça birtakım hazfedilmiş ifadelerin bu­lunduğunu kabul etmek gerekir: Onların kıt akıllı olduğunu görünce, o da azgınlık etmeye onları çağırdı, onlar da ona itaat ettiler.

Bir diğer açıklamaya göre: O kavmini hafife aldı ve sonunda kendisine uyuncaya kadar onları etkisi altında tuttu.

Bir kimseyi istiskal etme (rahatsız olma, sıkılma)nın zıttı olarak: denilir, “Onu hakir ve küçük düşürdü” demektir. “Çünkü on­lar bir fasıklar” Allah’a itaatin dışına çıkanlar “topluluğu idi.” [67]

  1. Nihayet onlar Bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık. Hemen onları topluca suda boğduk.

“Nihayet onlar Bizi gazablandırınca kendilerinden intikam aldık” buy­ruğu ile ilgili olarak ed-Dahhak, İbn Abbas’tan: Onlar bizi öfkelendirip kızdınnca demektir, diye açıkladığı rivayet etmiştir. Ali b. Ebi Talha’nın ondan rivayetine göre de, onlar Bizi öfkelendirince demektir diye rivayet etmiştir.

el-Maverdî dedi ki: Bunların anlamları farklıdır, ikisi arasındaki fark şu­dur: Öfke (sehat) hoşlanmayışın açığa vurulması demektir. Kızgınlık (gazab) ise intikam almak istemek demektir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Buradaki “esef”, gazab anlamındadır. Allah’ın gazabı ise ya cezalandırmayı murad etmesidir, o takdirde bu Allah’ın zatî sıfatların­dan olur yahutta azabın kendisi demektir. Bu durumda da bu, Allah’ın fiilî sıfatlarından olur. el-Maverdî’nin sözünün anlamı da budur.

Ömer b. Zerr dedi ki: Ey Allah’a isyan eden kimseler, Allah’ın uzun süre sizi cezalandırmayışına aldanmayın. Onun esefinden (gazabından) sakının. Çünkü O: “Nihayet onlar Bizi gazablandınnca, kendilerinden intikam aldık” diye buyurmuştur.

“Onlar Bizi gazablandınnca” buyruğunun, rasûllerimizi ve sihirbazlar ile İsrailoğulları gibi mümin dostlarımızı gazablandınnca, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da yüce Allah’ın: “Allah’a eziyet ederler” (el-Ahzab, 33/57) buyruğu ile: “Allah ile savaşırlar…” (el-Maide, 5/33) buyruklarına benzemek­tedir ki, maksat Allah’ın gerçek dostları ve rasûlleridir. [68]

  1. Böylece onları sonra gelenler için bir geçmiş ve bir örnek kıldık.

“Böylece onları” Firavun kavmini “sonra gelenler için bir… örnek kıl­dık.” Bir geçmiş kıldık. Ebu Miclez dedi ki: Onların ameli gibi amelde bu­lunanlar için “bir geçmiş ve” halen amelleri gibi amelde bulunanlar için de “bir örnek kıldık.”

Mücahid dedi ki: “Bir geçmiş” Muhammed (sav)’ın ümmetine haber ve­rerek “ve bir örnek” onlar için bir ibret “kıldık” demektir. Yine ondan nakledildiğine göre kavminin kâfirleri için onlardan önce cehenneme gide­cek “bir geçmiş” kıldık. Katade de: Cehenneme önce giden “bir geçmiş ve” onlardan sonra gelenler için bir öğüt olmak üzere “bir örnek kıldık” diye açıklamıştır.

“Geçmiş (selef)” önden gitmiş demektir. ” Geçti, geçer” de­nilir, ” İstedi” fiili gibi kullanılır, önceden geçti ve geçip gitti demek-

tir. “Önceden salih bir ameli vardı” olur. ” Ön­ceden geçmiş olanlar” demektir. “Adamın eski ataları” anlamın­dadır. Bunun da çoğuludiye gelir.

Genel olarak “sin” harfi ve “lam” harfi üstün olmak üzere çoğulu olarak okunmuştur. ” Hizmetçi” çoğulunun: diye gelmesi ile: “Gözetleyici”nin çoğulunun: şeklinde; “(Bekçi”nin çoğulunun diye gelmesi gibi.

Hamza ve el-Kisaî ise “sin” ve “lam” harflerini ötreli olarak diye okumuştur. el-Ferra dedi ki: Bu çoğuludur, tıpkı: ” Taht” ke­limesinin çoğulunun diye gelmesine benzer.

Ebu Hatim dedi ki: Bu: çoğuludur. “Kereste” lafzının ço­ğulunun: şeklinde, “Meyve” kelimesinin çoğulunun da: di­ye gelmesi gibi. Her ikisinin de anlamı birdir.

Ali, İbn Mesud, Alkame, Ebu Vail, en-Nehaî ve Humeyd b. Kays ise “sin” harfini ötreli, “lam” harfini fethalı olmak üzere; şeklinde, («D’in ço­ğulu olarak okumuşlardır ki bu da önceden geçen fırka demektir.

el-Müerric ile en-Nadr b. Şumeyl şöyle demişlerdir:) kelimesi çoğuludur. ” Oda’nın çoğulunun: şeklinde; ” Hayret verici yeni şey” çoğulunun diye; ” Karanlık” lafzının çoğu­lunun da diye gelmesi gibi. [69]

  1. Meryem oğlu bir misal olarak verilince, hemen senin kavmin bundan dolayı bağrışıp çağrışmaya koyuldu.

Yüce Allah: “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rah-man’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?” (Zuhruf, 43/45) buy­ruğunu indirince müşrikler İsa (a.s)’ın durumunu ileri sürerek: Muhammed tıp­kı hristiyanların Meryem oğlu İsa’yı ilah edindikleri gibi, bizim de kendisini ilah edinmekten başka bir şey istemiyor, dediler. Bunu Katade söylemiştir.

Buna yakın bir rivayet Mücahid’den gelmiştir. O dedi ki: Kureyş: Muham­med, İsa’nın kavmi İsa’ya tapındıkları gibi, bizim de kendisine tapınmamı­zı istiyor, dediler. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

İbn Abbas dedi ki: Bu buyrukla yüce Allah, Abdullah b. ez-Ziba’ra’nın Peygamber (sav) ile İsa hakkındaki tartışmasını kastetmektedir. Bu örneği veren kişi Sehmoğullarından Abdullah b. ez-Ziba’ra’dır ve bunu kâfir iken söyle­mişti. Kureyş kendisine: Şüphesiz Muhammed: “Gerçekten siz de, Allah’tan başka taptıklarınız da cehennemin odunusunuz” (el-Enbiya, 21/98) âyeti­ni okuyor, dediler. Abdullah b. ez-Ziba’ra da: Eğer yanında hazır olsam ona cevab verirdim elbet, dedi. Bu sefer: Ona ne diyecektin diye sordular, o da şöyle dedi: Ona derdim ki: İşte Mesih’e hristiyanlar ibadet ediyor. Uzeyr’e de yahudiler ibadet ediyor. Bu ikisi de cehennemin odunundan mıdırlar? Kureyş-liler onun söylediği bu sözü beğendi ve böylelikle bu sözle onun davayı ka­zandığı görüşüne kapıldı. İşte yüce Allah’ın: “Bağrışıp çağrışmaya koyuldu” buyruğunun anlamı budur. Yüce Allah da bunun üzerine: “Şüphesiz kendi­leri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır” (el-Enbiya, 21/101) buyruğunu indirdi.

Eğer İbnu’z-Ziba’ra âyet üzerinde düşünmüş olsaydı, ona itiraz etmezdi. Çünkü yüce Allah: “Ve taptıklarınız (nesneler)” diye buyurmakta, buna karşılık “taptığınız kimseler” diye buyurmamaktadır. Yüce Allah bu buyru­ğu ile putları ve bunlara benzer aklı ermeyen cansız varlıkları kastetmiş, Me­sih’i, melekleri -her ne kadar onlara ibadet edilmiş olsa dahi- kastetmiş de-ğildir. [70] Bu husus el-Enbiya Sûresi’nin son taraflarında (21/98. âyetin tefsi­rinde ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas’ın rivayetine göre Rasûlullah (sav) Kureyş’e şöyle demiş: “Ey Kureyş topluluğu! Allah’tan başka kendisine ibadet olunan hiçbir kimsede ha­yır yoktur. Bu sefer Kureyşliler: Sen İsa’nın kul bir peygamber ve salih bir kul olduğunu söylemiyor musun? Eğer senin dediğin gibi ise işte ona da Al­lah’tan başka bir varlık olarak ibadet olunmuştur. Bunun üzerine yüce Allah: “Meryem oğlu bir misal olarak verilince, hemen senin kavmin bundan do­layı bağrışıp çağrışmaya koyuldu” buyruğunu indirdi. [71] Yani ağır yükler ta­şıdığı sırada develerin gürültü çıkardıkları gibi, gürültü çıkartırlar.

Nafî’, İbn Amir ve el-Kisaî ise “sad” harfini ötreli olarak: “Yüz çe­virirler” anlamında okumuşlardır. Bu açıklamayı en-Nehaî yapmıştır, diğer­leri ise kesreli okumuşlardır. el-Kisaî dedi ki: Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Çardak yapıp yükseltirler”; (Sözü) yayarlar” gi­bi. Bu da gürültü ve patırtı çıkartıyorlar, demektir.

el-Cevherî dedi ki: “Gürültü çıkardı, çıkarır” demektir. Bu­nun ötreli olarak “yüz çevirmek” demek olan “sudud”dan geldiği, kesreli ola­rak ise: “Gürültü çıkarmak”tan geldiği söylenmiştir. Bunu söyleyen

Kutrub’tur.

Ebu Ubeyde dedi ki: Eğer bu haktan yüz çevirmekten gelen bir kelime ol­saydı, o takdirde ifade şeklinde olmalıydı. el-Ferra ise: Burada ister ister denilsin, fark etmez.

İbnu’l-Müseyyeb dedi ki: ” Gürültü çıkarırlar, bağrışırlar, çağrışır­lar” demektir. ed-Dahhak da gürültü ve patırtı çıkartırlar, diye açıklamıştır. İbn Abbas’a göre gülerler demektir.

Ebu Ubeyde dedi ki: Bunu ötreli okumak, yan çizerler, yüz çevirirler, an­lamına gelir. O takdirde anlam: Saptıklarından ötürü yan çizip giderler. An­cak: ile teaddi etmez (geçiş yapmaz). Bunu esreli okuyanların kıraati de anlamı bağrışıp, çağırırlar, gürültü yaparlar demektir. Buna göre: Bağrışıp, çağrışırlar” fiili ile alakalıdır. Bundan dolayı “gürül­tü ederler, bağırırlar, çağırırlar” demektir. [72]

  1. Ve: “Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?” dediler. Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler. Hatta onlar düş­manlığı yol edinmiş bir topluluktur.

“Ve: Bizim tanrılarımız mı hayırlı, yoksa o mu?” Yani bizim ilahlarımız mı hayırlıdır, yoksa İsa mı? Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır. Ayrıca şöyle demiştir: Peygamber (sav) ile tartışıp ona: Eğer Allah’tan başka kendisine iba­det edilenler cehennemde olacaksa biz, bizim ilahlarımızın İsa, melekler ve Uzeyr ile birlikte olmalarına razıyız, demişlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: “Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzaklaştırılmışlardır” (el-Enbiya, 21/101) buy­ruğunu indirdi.

Katade de şöyle demiştir: “Yoksa o mu” sözleriyle Muhammed (sav)’ı kas­tediyorlar.

İbn Mesud’un kıraatinde de “Bizim ilahlarımız mı hayırlı­dır, yoksa bu mu?” şeklindedir. Bu da Katade’nin açıklamasını pekiştirmek­tedir. Bu kendi ilahlarının hayırlı olduğunu söyletmek maksadı ile sorulmuş bir soru (fsitfham-ı takriri)dir. Kufeliler ile Yakub, “bizim tanrılarımız mı” anlamındaki buyruğu şeklinde her iki hemzeyi tahkik ile okumuşlardır. Diğerleri ise hemzeyi yumuşatarak okumuşlardır ki, daha önceden buna da­ir açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

“Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler” buyruğundaki: ” Tartışmak üzere” lafzı haldir, yani tartışanlar olarak demektir. Bu da şu anlama gelir: Onlar bu örneği ancak tartışmak maksadını güttükleri için sana verdiler, çünkü onlar cehennemin yakıtı olacağı belirtilenler ile kaste­dilenlerin ilah diye edindikleri cansız varlıklar olduğunu biliyorlardı.

“Hatta onlar düşmanlığı yol edinmiş” batılı ileri sürerek tartışan “bir top­luluktur.”

Tirmizî’nin, Sahih ‘indeki rivayete göre Ebu Umame şöyle demiştir: Rasû-lullah (sav) buyurdu ki: “Herhangi bir toplum üzerinde bulundukları bir hi­dayetten sapmışsa, mutlaka onlara (batıl adına) tartışma özelliği verilmiştir.” Daha sonra da Rasûlullah (sav): “Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler. Hatta onlar düşmanlığı yol edinmiş bir topluluktur” âyetini okudu. [73] [74]

  1. O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur ve Biz onu İsra-iloğullarına bir misal kıldık.
  2. Eğer dilese idik, sizin yerinize yeryüzünde halifelik yapacak me­lekler getirirdik.

“O ancak kendisine nimet verdiğimiz bir kuldur.” Yani İsa yüce Allah’ın kendisine peygamberlik nimetini ihsan ettiği bir kuldan başkası değildir. Yü­ce Allah onu İsrailoğullarına bir misal kılmıştır. Yani onu yüce Allah’ın kud­retine delil gösterilen bir belge ve ibretli bir örnek kılmışızdır. Çünkü İsa ba­basız dünyaya gelmiştir. Diğer taraftan yüce Allah ona ölüleri diriltmek, ana­dan doğma körü, abraşı ve diğer bütün hastalıkları iyi etmek gibi -kendi dö­neminde başkasına verilmemiş- mucizeler verilmişti. Bununla birlikte İsra-iloğulları o gün Allah’ın en çok sevdiği kimseler ve en hayırlıları idiler. Di­ğer insanlar daha aşağı mertebede idiler. Allah nezdinde hiç kimse onların seviyesinde değildi.

Bir diğer açıklamaya göre burada kendisine nimet ihsan olunan kuldan kasıt, Muhammed (sav)’dır. Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir.

“Eğer dilese idik, sizin yerinize yeryüzünde halifelik yapacak” İbn

Abbas’ın açıklamasına göre biri diğerinin yerine geçecek “melekler getirir­dik.” es-Süddî’nin açıklamasına göre; sizin yerinize halef olarak geçecek me­lekler yaratırdık. Buna benzer bir açıklama da Mücahid’den nakledilmiştir: Sizin yerinize yeryüzünü imar edecek melekler yaratırdık.

el-Ezherî şöyle demektedir: -Sizin yerinize anlamı verilen bu âyetin delaleti ile bedel anlamı vermek için kullanılabilir.

Derim ki: Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi’nde (9/38. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

Söyle de açıklanmıştır: Eğer Biz dileseydik -her ne kadar bu şekilde bir adet (ilahi sünnet) cereyan etmedi ise de- insanlardan melekler yaratırdık. (Çünkü) cevherler (özler) aynı cinstir, fakat farklılıklar vasıflar dolayısıyla or­taya çıkar.

Buyruğun anlamı şudur: Eğer Biz dilemiş olsaydık, yeryüzüne melekleri yerleştirirdik. Onları semaya yerleştirmemiz ibadet edilmelerini gerektirecek yahut onların Allah’ın kızları olduğunu söylemeyi haklı kılacak bir üstünlük sahibi olmalarını gerektirmez. [75]

  1. Şüphesiz ki o, Saatin ilmidir. Onda hiç şüpheye düşmeyin, Ba­na uyun. Dosdoğru yol işte budur.
  2. Şeytan sizi asla alıkoymasın. Çünkü o, sizin apaçık bir düşma-nınızdır.

“Şüphesiz ki o, Saatin ilmidir. Onda hiç şüpheye düşmeyin” buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen, Katade ve Said b. Cübeyr: Kur’ân-ı Kerim’i kastet­mektedir, demişlerdir. Çünkü o kıyametin gelişinin yakınlığını göstermekte veya onun vasıtası ile kıyametin dehşetli durum ve halleri bilinebilmektedir.

İbn Abbas, Mücahid, ed-Dahhak, es-Süddî ve yine Katade şöyle demekte­dirler: Bundan maksat, İsa (a.s)’ın çıkışıdır. İşte bu da kıyametin alametlerin-dendir. Çünkü Deccal’in çıkışı kıyametin alametlerinden olduğu gibi, kıyame­tin kopmasından az bir süre önce yüce Allah İsa’yı semadan indirecektir.

İbn Abbas, Ebu Hureyre, Katade, Malik b. Dinar ve ed-Dahhak “ilmidir” anlamındaki kelimeyi “ayn” ve “lam” harflerini üstün olarak, diye okumuşlardır ki, “emaresi (alameti)dir” anlamındadır.

İkrime’den ise iki “lam” ile: ” Bilinmesi içindir” diye okuduğu riva­yet edilmişse de bu mushaflara muhaliftir.

Abdullah b. Mesud’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav)’ın İsra’ya götürüldüğü gece İbrahim, Musa ve İsa (hepsine selam olsun) ile kar­şılaştı. Kıyametin kopuşunu sözkonusu ettiler. Önce İbrahim’den başlayarak ona kıyamete dair soru sordular. Onda bu hususa dair bir bilgi yoktu. Son­ra Musa’ya sordular, onda da buna dair bir bilgi yoktu. Nihayet söz sırası Mer­yem oğlu İsa’ya gelince, dedi ki: Meydana gelmesinden önce bana bir ahit verilmiş bulunuyor. Ne zaman gerçekleşeceğine gelince, onu aziz ve celil olan Allah’tan başkası bilmez deyip Deccal’in çıkışını sözkonusu etti ve: İnip onu öldüreceğim dedi. Sonra da (İbn Mesud) hadisin geri kalan bölümünü zik­retti. Bu hadisi İbn Mace, Sünen’inde rivayet etmiş bulunmaktadır. [76]

Müslim’in, Sahih’inde de şöyle denilmektedir: “O -yani Mesih ed-Deccal-bu halde iken Allah Meryem oğlu Mesih’i gönderecek, o da Dımaşk’ın do­ğu taraflarında Beyaz minarenin yakınında, ellerini iki meleğin kanatlarını üze­rine koymuş olduğu halde, iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Başını aşağı doğru eğdi mi damlayacak, yukarı doğru kaldırdı mı ondan inci tane­lerini andıran inci suretinde yapılmış gümüş taneleri yuvarlanacak. (Yağmur yağmasından kinayedir.) Onun nefesinin kokusunu alan bir kâfir mutlaka öle­cek. Nefesi de gözü ile gördüğü en ileri noktaya kadar ulaşacak. Nihayet (İsa) onu (Deccal’i) takibe koyulacak ve ona Lud kapısında yetişip öldürecek…” [77]

es-Sa’lebî, ez-Zemahşerî ve başkalarının Ebu Hureyre yoluyla zikrettikle­ri rivayetlere göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Meryem oğlu İsa se­madan Vefık diye adlandırılan Arz-ı mukaddesteki bir tepe üzerine, sarımt-rak iki elbiseye bürünmüş olarak inecek. Saçları yağlanmış olacak, elinde de kendisi ile Deccal’i öldüreceği bir harbe bulunacak. İnsanlar ikindi namazın­da imamla namaz kıldıkları bir sırada Beytu’l-Makdis’e gelecek, imam geri çe­kilmek isteyecek, fakat İsa (a.s) onu öne geçirecek ve Muhammed (sav)’ın şeriati üzere arkasında namaz kılacak. Sonra da domuzları öldürecek, haçı kıracak, havra ve kiliseleri yıkacak, ona iman edenler müstesna, hristiyan-ları öldürecek.” [78]

Halid’in rivayetine göre de el-Hasen şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: “Peygamberler baba bir kardeşler (gibi)dir. Onların anneleri ayrı olmakla birlikte, dinler birdir. İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya en ya­kın benim. Çünkü benim ile onun arasında bir peygamber yoktur. O sema­dan ilk inecek kişi olup haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslama girmele­ri için insanlarla savaşacaktır. “[79] el-Maverdî dedi ki: İbn İsa’nın bir topluluk­tan naklettiğine göre onlar şöyle demişler: İsa indi mi Allah’tan aldığı emir­lere göre insanlara emir verip, yasaklar koyan o dönemin bir rasûlü olma­sın diye mükellefiyet kaldırılmış olacaktır.

Ancak bu, şu üç husus sebebiyle reddedilecek bir görüştür. Birincisi ha-dis-i şeriftir, çünkü dünyanın kalması dünyada mükellefiyetin kalmasını ge­rektirir. Diğer taraftan o marufu emreden, münkerden alıkoyan birisi olarak inecektir. Yüce Allah’ın ona vereceği emirlerin İslâmı desteklemek, İslâmın gereklerini emretmek ve insanları İslama davet etmek ile münhasır olacağı da reddolunacak bir şekil değildir.

Derim ki: Müslim’in, Sahih’inde ve İbn Mace’de sabit olduğuna göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Andolsun Meryem oğ­lu İsa adaletli bir hakem olarak inecektir. Haçı kıracaktır, domuzu öldürecek­tir, cizyeyi kabul etmeyecektir. Andolsun genç develer başıboş bırakılacak, onlara çobanlık eden olmayacaktır. Düşmanlık, nefret ve kıskançlık yok olup, gidecektir. Malın alınması için çağrıda bulunacak, fakat kimse onu kabul et­meyecek. “[80]

Yine Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: “İmamınız kendinizden iken -bir rivayette: sizden olan ile size imam olmuşken- Meryem oğlu (İsa) aranızda ineceği vakit haliniz ne olacak?” İbn Ebi Zi’b dedi ki: “İmamınız sizden olan ile size imam olmuşken ne de­mek biliyor musun? (el-Velid b. Müslim): Bana haber verirsen öğrenirim, de­dim. Dedi ki: Rabbinizin Kitabı ile peygamberiniz (sav)’ın sünneti ile size imamlık ederse” demektir. [81]

İlim adamlarımız -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- dediler ki: İşte bu İsa (a.s)’ın peygamberimiz Muhammed (sav)’ın dininin unutulmuş olan birtakım hükümlerini uygulamaya koymak üzere bir yenileyici (müceddid) olarak ine­ceği hususunda açık bir nasstır. Yoksa yeni bir şeriat ile de inmeyecektir, mü­kellefiyet de -gerek burada, gerekse de “et-Tezkire” adlı eserimizde açıkla­dığımız üzere- olduğu gibi devam edecektir.

Bir açıklamaya göre “şüphesiz ki o Saatin ilmidir.” Yani muhakkak ki İsa’nın ölüleri diriltmesi kıyametin kopacağına ve ölülerin diriltileceğine delildir. Bu açıklamayı İbn İshak yapmıştır.

Derim ki: “Şüphesiz ki o” buyruğunun şüphesiz ki Muhammed (sav) sa­atin ilmidir anlamında olma ihtimali de vardır. Buna Peygamber (sav)’ın: “Ben ve kıyamet şu ikisi gibi gönderildik” deyip şehadet parmağı ile orta parma­ğını yanyana getirmesi delil teşkil etmektedir. Bunu Buharı ve Müslim riva­yet etmiştir. [82]

el-Hasen dedi ki: Kıyamet alametlerinin ilki Muhammed (sav)’dır.

“Onda hiç şüpheye düşmeyin.” Yani kıyamet hakkında hiç şüphe ve te-reddütünüz olmasın. Bu açıklamayı Yahya b. Sellam yapmıştır.

es-Süddî de: Onu yalanlamayın, onun geleceği hususunda tartışmayın. Çünkü o(nun gelişi) kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir, demiştir.

“Bana uyun.” Tevhidde ve Allah’tan size getirdiğim tebliğlerde.

“Dosdoğru yol işte budur.” Yani yüce Allah’a ya da cennete giden dos­doğru yol budur.

“Bana uyun” buyruğunda Yakub her iki halde (vasıl ve vakf hal­lerinde) de “ye”yi sabit olarak okumuştur. Aynı şekilde: ” Ve bana itaat edin” (ez-Zuhruf, 43/63) buyruğunu da böyle okumuştur. Ebu Amr ve Nafî’den rivayetle İsmail ise vasıl halinde “ye”yi isbat ederken, vakıf halin­de isbat etmemişlerdir. Diğerleri ise her iki halde de “ye”yi hazfederler.

“Şeytan sizi asla alıkoymasın.” Onun vesveselerine ve batıl uğrunda mü­cadele eden kâfirlerin ortaya attıkları şüphelere aldanmayın. Şüphesiz pey­gamberlerin şeriatleri tevhid hususunda da kıyamet bilgisine dair ve ayrıca (bu bilginin) ihtiva ettiği cennet ya da cehennem hakkında vermiş oldukla­rı haberlerde hiçbir farklılık göstermez.

“Çünkü o sizin apaçık bir düşmanınızdır” buyruğu daha önce el-Baka-ra Sûresi’nde (2/168. âyet, 4. başlıkta) ve başka yerlerde geçmiş bulunmak­tadır. [83]

63- İsa onlara apaçık delillerle geldiğinde dedi ki: “Muhakkak ben size hikmeti getirdim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri size açıklayayım diye geldim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.”

  1. “Gerçek şu ki; Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde yalnız O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.”

“İsa onlara apaçık delillerle geldiğinde” buyruğu hakkında İbn Abbas şöyle demektedir: Bununla yüce Allah ölüleri diriltmesini, hastalıkları iyileş­tirmesini, kuş suretinde bir varlık (Allah’ın izniyle) yaratmasını, maideyi (sofrayı) ve diğer hususları, ayrıca gaybe dair pek çok şeyi haber vermesi­ni kastetmektedir.

Katade dedi ki: Burada apaçık delillerden kasıt, İncil’dir.

“Dedi ki: Muhakkak ben size hikmeti” es-Süddî’ye göre nübüvveti “ge­tirdim.” İbn Abbas ise. güzelliklere götüren, çirkinliklerden alıkoyan bilgi­yi getirdim demektir, demiştir. İncil’i kastettiği de söylenmiştir. Bunu el-Ku-şeyrî ve el-Maverdî zikretmişlerdir.

“Ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı şeyleri size açıklayayım di­ye geldim.” Mücahid dedi ki: Tevrat’ı değiştirmek gibi. ez-Zeccac da şöyle demiştir: Anlam şudur: Ben size Tevrat’ı değiştirmek gibi hakkında anlaşmaz­lığa düştüğünüz bazı hususları İncil’de açıklayayım diye geldim.

Bir diğer açıklamaya göre: O kendilerine sordukları kadarıyla Tevrat hü­kümlerinden hakkında anlaşmazlığa düştükleri bazı hususları onlara açıkla­mıştır. Bununla birlikte haklarında kendisine soru sormadıkları bunların dı­şında birtakım şeyler hakkında anlaşmazlığa düşmüş olmaları da mümkün­dür.

Bir başka açıklamaya göre İsrailoğulları Musa (a.s)’ın vefatından sonra din­leriyle ilgili birtakım hususlarda ve dünyalarını ilgilendiren birtakım mese­lelerde anlaşmazlığa düştüler, o da onları dinleri ile ilgili anlaşmazlığa düş­tükleri hususları açıkladı.

Ebu Ubeyde’nin benimsediği görüşe güre “bazı” burada “bütün” anlamın­dadır. Yüce Allah’ın: “Size vaddettiğinin bir kısmı gelir, sizi bulur” (el-Mu’min, 40/28) buyruğunda da “bazı: bir kısmı” böyledir. el-Ahfeş de Lebid’in (buna delil olarak) şu beyitini zikretmektedir:

“Beğenmedim mi yerleri hemen terkederim, Ya da bazı canlar ölümü ile buluşur.”

Bilindiği gibi ölüm bazı canlarla buluşup, bazılarını terketmez. Ölüme de (beyitte geçen ve buluşur anlamı verilen fiil ile aynı kökten gelmek üzere)de denilir.

el-Mufaddal el-Bekrî de şöyle demiştir:

“Bir da Salebe b. Seyr (Seyyar)’ı soran bir kişi ki, Halbuki el-aluk (çok yapışan yakayı bırakmayan ölüm) Salebe’ye

yapışmış bulunuyor.”

Mukatil dedi ki: Bu, yüce Allah’ın: “Size haram olan bazı şeyleri size he­lal kılmak için geldim” (Al-i İmran, 3/50) buyruğunu andırmaktadır. Bu da, Tevrat’ta haram kılınmış olup İncil’de helal kılınan şeyler demektir. Deve eti, her hayvanın iç yağı, cumartesi günü balık avlamak gibi.

“Artık Allah’tan korkun.” Şirkten sakının, yalnızca bir ve tek olarak Al­lah’a ibadet edin. Bunlar İsa (a.s)’ın söylediği sözler olduğuna göre o nasıl bir ilah ya da bir ilahın oğlu olabilir?

“Ve” sizi kendisine davet ettiğim tevhid ve diğer hususlarda “bana itaat edin.”

“Gerçek şu ki, Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hal­de yalnız O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.” Yani Allah’a ibadet etmek dosdoğru yoldur. Onun dışındaki yollar ise eğri yollardır, izleyeni hak­ka ulaştırmazlar. [84]

  1. Sonra fırkalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. Pek acıklı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay haline!
  2. Onlar kendileri farkında olmayarak saatin ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?

“Sonra fırkalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler.”

Katade dedi ki: buyruğu: “Kendi aralarında” demektir. Bunların kim oldukları hakkında da iki görüş vardır:

Birincisine göre bunlar yahudi ve hristiyanların meydana getirdiği kitab ehlidir. Birbirlerine muhalefet etmişlerdir. Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süd-dî yapmıştır.

İkincisine göre ise bunlar Nasturi. Melkâni ve Yakubilerin meydana ge­tirdiği hristiyan fırkalarıdır. İsa hakkında ihtilaf etmişlerdir. Nasturiler o Al­lah’ın oğludur derken, Yakubiler o Allah’ın kendisidir, Melkâniler de birile­ri Allah olan üçün üçüncüsüdür, demişlerdir. Bu açıklamayı el-Kelbî ve Mu-katil yapmıştır, bu husus daha önce Meryem Sûresi’nde (19/34-40. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Pek acıklı” azabı çok acıklı ve can yakıcı demektir. Tıpkı uyku ile geçi­rilen bir gece hakkında: “Uyuyan gece” tabirini kullanmaya benzer. “Azabından dolayı zulmedenlerin” Meryem Sûresi’nde (az önce belirtilen yerde) geçtiği gibi kâfir olup şirk koşanların “vay haline!”

“Onlar” yani fırkalar “kendileri farkında olmayarak” hissetmeksizin “saatin” kıyametin “ansızın kendilerine gelmesinden başka bir şey mi bek­liyorlar?” Yani bu fırkalar bundan başkasını beklemiyorlar.

“Şuuruna varmak, farkında olmak” ifadelerine dair açıklamalar daha ön­ce başka yerde (el-Bakara, 2/9. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Anlamın Arap müşrikleri kıyametin kopmasından başkasını beklemiyor­lar, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamaya göre “fırkalar” ile Pey­gamber (sav)’ın aleyhine fırkalara ayrılan ve onu yalanlayan müşrikler kas­tedilmiş olur. Bu da Allah’ın daha önce geçen: “Bunu sana ancak tartışmak üzere örnek gösterdiler” (ez-Zuhruf, 43/58) buyruğu ile ilişkili olmaktadır. [85]

  1. O günde dostlar birbirlerine düşmandır. Takva sahibleri müs­tesna.

“O günde” kıyamet günü kastedilmektedir. “Dostlar birbirine düşman­dır.” Biri diğerine düşmanlık eder, biri diğerine lanet okur.

“Takva sahibleri müstesna.” Onlar hem dünyada, hem ahirette dosttur­lar. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Abbas, Mücahid ve başkaları yapmıştır.

en-Nekkaş’ın naklettiğine göre bu âyet-i kerime Umeyye b. Halef el-Cu-mahî ile Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Bunlar birbirlerine dost idi. Ukbe, Peygamber (sav) ile oturup kalkardı. Kureyşliler: Ukbe b. Ebi Muayt dininden döndü, dedi. Umeyye ona: Eğer Muhammed ile karşılaşır da onun yüzüne tükürmeyecek olursan, seni görmek bana haram olsun, dedi. Ukbe denileni yaptı. Peygamber (sav) da onu öldürmeyi kararlaştırdı. Bedir günü de kafası uçurularak öldürüldü, Umeyye de savaş esnasında öldürüldü. İş­te bu âyet-i kerime onlar hakkında indi.

es-Sa’lebî -Allah ondan razı olsun- bu âyet-i kerime hakkında şunları zik­retmektedir: İkisi mümin, ikisi kâfir iki grup dost vardı. Müminlerden birisi öldü, o da Rabbim filan kişi bana Sana ve Rasûlüne itaati emrediyordu. Ba­na iyiliği emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Benim senin huzuruna çıka­cağımı söylüyordu. Rabbim benden sonra onu saptırma, beni hidayete eriş­tirdiğin gibi, onu da hidayete eriştir. Bana lütfettiğin gibi ona da lütfet, de­di. Nihayet mümin diğer arkadaş da vefat edince, Allah her ikisini bir araya getirir. Yüce Allah şöyle buyurur: Herbiriniz diğer arkadaşını övsün. (Birile­ri) der ki: Rabbim, o bana Sana ve rasûlüne itaati emrediyordu. Bana hayrı emrediyor, kötülükten alıkoyuyordu. Senin huzuruna çıkacağımı bana söy­lüyordu. Yüce Allah şöyle buyurur: Ne güzel arkadaş ve ne güzel kardeş, ne güzel dost idi.

Kâfirlerden birisi de ölünce, Rabbim der; Filan kişi bana, Sana itaati, Ra­sûlüne itaati yasaklıyor, bana kötülüğü emrediyor, hayırdan alıkoyuyordu. Se­nin huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. O bakımdan Rabbim Senden niya­zım şu ki: Benden sonra onu hidayete eriştirme, beni saptırdığın gibi onu da saptır. Beni hakir düşürdüğün gibi, onu da hakir kıl. Kâfir arkadaşı öldü mü yüce Allah her ikisine de: Haydi sizden herbiriniz arkadaşını övsün, der. (Bi­ri diğerine) der ki: Rabbim o bana Sana ve Rasûlüne isyan etmemi söylüyor, bana kötülüğü emrediyor, hayırdan alıkoyuyordu. Huzuruna çıkmayacağımı söylüyordu. O bakımdan Senden ona azabı kat kat vermeni diliyorum. Yüce Allah şöyle buyurur: Sen ne kötü bir arkadaş, ne kötü bir dost, ne kötü bir kardeş imişsin. Bunun üzerine herbiri diğer arkadaşına lanet eder. [86]

Derim ki: Ayet-i kerime bütün mümin ve takva sahibi kimseler ile kâfir ve saptırıcı kimseler hakkında geneldir.

  1. “Ey kullarım! Bugün size bir korku yoktur. Siz üzülmezsiniz de.”

Aynı zamanda el-Mu’temir b. Süleyman’ın babasından da rivayeti olarak-Mukatil dedi ki: Bir münadi kıyamet arasatında: “Ey kullarım! Bugün sizin için bir korku yoktur” diye seslenecektir. Arasatta bulunanlar başlarını kaldıracaklar. Münadi: “(Onlar) âyetlerimize iman edenler ve teslim olmuş kimselerdir” (ez-Zuhruf, 43/69) diyecek. Bu sefer müslümanların dışında ka­lan diğer din mensubları başlarını önlerine eğecektir.

el-Muhasibî, er-Riaye adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bu hadiste riva­yet edildiğine göre münadi kıyamet gününde: “Ey kullarım! Bugün size bir korku yoktur, siz üzülmezsiniz de” diye seslenecek. Bütün insanlar başla­rını kaldıracak ve: Biz Allah’ın kullarıyız, diyecekler. Sonra ikinci defa daha nida ederek: “(Siz) ki âyetlerimize iman edenler ve teslim olmuş kimseler idi­niz” (Zuhruf, 43/69) diye seslenecek. Bu sefer kâfirler başlarını önlerine eğe­cek, muvahhidler başlarını dik tutacaklar. Üçüncü bir defa daha: “Onlar iman edip, takvalı davrananlardır” (Yunus, 10/63) diye seslenecek. Bu sefer bü­yük günah işlemiş olanlar başlarını önlerine eğer, geriye takva ehli başları­nı dik tutmuş olarak kalacaklar. Yüce Allah, onlara vaad ettiği şekilde kor­ku ve kederlerini gidermiş olacaktır. Çünkü O, en büyük lütuf ve ihsan sa­hibidir. Dostlarını yardımsız terk etmez ve tehlikeli hallerde onları tehlikey­le başbaşa bırakmaz. [87]

“Ey kullarım” şeklinde (ye’siz olarak) da okunmuştur.

  1. “(Siz) ki âyetlerimize iman edenler ve teslim olmuş kimseler idi­niz.”
  2. “Siz ve eşleriniz sevinç ve neşe içerisinde cennete girin.”

ez-Zeccac dedi ki: “…ler” lafzı, “Ey kullarım!” hitabının sıfatı ola­rak nasb takdirindedir. Çünkü; “Ey kullarım!” izafet halinde bir mü-nadadır.

“İman edenler”in hazfedilmiş bir mübtedanın haberi ya da ha­beri hazfedilmiş bir mübteda olduğu da söylenmiştir. Bunun da takdiri şöy­le olur: Onlar iman edenlerdir, yahut iman eden kimselere: “Cennete girin” denilir.

Ebu Bekr ile Zirr b. Hubeyş: “Ey kullarım” diye her iki halde (va­kıf halinde ve geçiş halinde) “ye” harfini isbat ile ve üstün olarak okumuş­tur. Bundan dolayı da Nafî’, İbn Amir, Ebu Amr ve Ruveys ise her iki halde sakin okumuşlardır. Diğerleri ise her iki halde hazfetmişlerdir. Çünkü bu (ye) sadece Şam ve Medinelilerin mushaflarında sabit (yazılmış)dır.

“Siz ve” dünyada müslüman olan “eşleriniz… cennete girin.” Yani on­lara cennete girin; ya da; ey iman eden kullarım, cennete girin denilecektir.

“Eşleriniz” mümin dost ve arkadaşlarınız diye açıklandığı gibi, huru’l-ıyn’den zevceleriniz diye de açıklanmıştır.

“Sevinç ve neşe içerisinde” İbn Abbas’a göre ikrama mazhar olarak “gi­riniz” demektir. İkrama mazhar oluş da erişilen ve yerleşilen makama gö­redir.

el-Hasen, sevinç ile diye açıklamıştır. Sevinç kalpte hissedilir. Katade de nimete mazhar olarak, diye açıklamıştır. Nimet bedende hissedilir. Mücahid ise sevindirici şeyler görerek, diye açıklamıştır, sevindirici şeyler (surur) ise gözle olur. İbn Ebi Necih: Hoşlanacaksınız diye açıklamıştır. Burada hoşlan­mak, hoşa giden şeyleri elde etmek demektir. Yahya b. Ebi Kesir de bunu se­ma (kulağa hoş gelen şeyleri) duymak ile lezzet almaktır diye açıklamıştır. [88]

Bu lafza dair açıklamalar daha önceden er-Rum Sûresi’nde (30/15. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

  1. Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara. Orada canlarının İstediği, gözlerin lezzet aldığı şeyler de vardır. Sizler orada ebedi kalıcı­larsınız.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

1- Cennet Nimetleri:

“Altından tabaklar ve testiler dolaştırılır onlara.” Yani cennette altın ta­bak ve testiler içerisinde etraflarında dolaştırılacak yiyecek ve içecekleri var­dır. Yiyecek ve içecekleri sözkonusu etmemiştir. Çünkü içinde hiçbir şey bu­lunmaksızın kapların ve testilerin dolaştırılmasının bir anlamı yoktur. Tabak­ların altından olduğu belirtilerek testilerin de altından olduğunu tekrar be­lirtmeye ihtiyaç kalmamıştır. Yüce Allah’ın: “Allah’ı çokça anan erkeklerle, çokça anan kadınlar” (el-Ahzab, 3335) buyruğunda (ayrıca “Allah’ı anan ka­dınlar” demeye gerek olmadığı) gibi.

Buharı ile Müslim’deki rivayete göre Huzeyfe, Peygamber (sav)’ı şöyle bu­yururken dinlemiştir: “Siz ne ince. ne kalın ipek giymeyiniz. Altın ve gümüş kaplarda içmeyiniz, yine altın ve gümüş kaplarda yemek yemeyiniz. Çünkü bunlar dünyada onlara (kâfirlere), ahirette de sizedir.” [89]

el-Hac Sûresi’nde (22 23 âyetin tefsirinde) geçtiği üzere dünya hayatın­da bu kaplarla yemek yiyip içen yahutta ipek giyip de tevbe etmeyen bir kim­se, ahirette bunlardan ebedi olarak mahrum kalacaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Müfessirler dedi ki: Cennetliklerin cennetteki konumu en alt mertebede olan bir kimsenin etrafında yetmişbin genç delikanlı, altından yetmişbin ta­bakla dolaşacaktır. Sabah vakti bu tabaklar ona getirilir. Bunların herbirisin-de bulunan çeşit öbüründe yoktur. İlkinden nasıl yerse, sonuncusundan da öylece yer. İlkinde aldığı tadı sonuncusunda da alır. Biri ötekine benzemez. Akşam vakti de ona aynı şekilde yemekler getirilir. Cennetliklerin en yüksek mertebede olanların etrafında da her gün yetmişbin genç delikanlı dolaşır. Herbirisiyle birlikte de bir altın tabak bulunur. Bunların birindeki yemek di­ğerinde yoktur. İlkinden nasıl yerse, sonundan da öylece yer. İlkinden na­sıl tat aldıysa, sonundan da öylece tat alır ve biri diğerine benzemez.

“Ve testiler dolaştırılır.” Yani onlara testiler de dolaştırılır. Yüce Al­lah’ın: “Etraflarında gümüşten ve billur kaplar ile sürahiler dolaştırılır” (el-İnsan, 76/15) diye buyurmaktadır.

İbnu’l-Mubarek dedi ki: Bize Ma’mer bir adamdan haber verdi. O Ebu Kı-labe’den naklen dedi ki: Cennetliklere yiyecek ve içecek getirilir. Nihayet so­nunda onlara tertemiz içecek (eş-şarabu’t-tahur) getirilir. Bundan dolayı karınları iner ve derilerinden misk kokusundan daha hoş kokulu ter olarak boşalır. Sonra da yüce Allah’ın: “Ve Rabbleri onlara son derece temiz bir şArap içirmiştir” (el-İnsan, 76/21) buyruğunu okudu.

Müslim’in, Sahih’inde belirtildiğine göre; Cabir b. Abdullah şöyle demiş­tir: Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Şüphesiz cennetlikler ora­da yemek yerler ve içerler. Fakat ne tükürürler, ne küçük abdest bozarlar, ne büyük abdest bozarlar, ne de sümkürürler. (Hazır bulunanlar): Peki yemek­leri ne olacak, diye sordular, şöyle buyurdu: Geğirecekler ve miski andırır şe­kilde (derilerinden) sızacaktır. Onlara teşbih, tahmid ve tekbir getirmeleri -bir rivayette: Nefes almaları ilham edildiği gibi- ilham olunacaktır.” [90] [91]

2- Altın, Gümüş ve İpek Kullanımı:

Hadis imamları Um Seleme tarafından rivayet ettikleri bir hadise göre Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Altın ve gümüş kaplarda içen bir kimse, şüphesiz karnına cehennem ateşini doldurur.” [92] Yine Peygamber (sav) şöy­le buyurmuştur: “Altın ve gümüş kablarda içmeyiniz ve o kablardan yeme­yiniz. “[93] Bu ifadeler bunların haram olmalarını gerektirir. Bu hususta da gö­rüş ayrılığı yoktur.

Başka maksatlarla kullanılmaları hususunda ise görüş ayrılıkları vardır. İb-nu’1-Arabî dedi ki: Doğrusu erkeklerin hiçbir şekilde bunları kullanamaya­caklarıdır. Çünkü Peygamber (sav) altın ve ipek hakkında şöyle buyurmuş­tur: “Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, dişilerine helaldir.” [94]

Ayrıca bunlarla yemek yiyip içmenin yasaklanışı, başka maksatlarla kul­lanmanın haram olduğunu da göstermektedir. Çünkü bu da bir çeşit meta (faydalanma)dır, o bakımdan caiz olmaz. Bunun da asıl dayanağı yemek ve içme(nin haram kılınması)dır. Diğer taraftan bu haramın illeti, ahiretteki ni­metin dünyada acilen kullanılmak istenmesidir. Yemek, içmek ve diğer fay­dalanmak çeşitleri arasında bu bakımdan bir fark yoktur. Çünkü Peygamber (sav): “Bunlar dünya hayatında onların, ahirette de bizimdir.” diye buyurmuş ve dünya hayatında bunlarda bizim bir payımızın olmadığını belirtmiştir. [95]

3- Altın ve Gümüş Kaplama Kapkacakları Kullanmanın Hükmü:

Şayet kullanılan kaplar altın ve gümüşle kaplanmış yahut onlarda altın ve gümüşten bir halka bulunuyor ise Malik: Böyle bir kapta içmek hoşuma git­mez, demiştir. Aynı şekilde gümüşten halkası bulunan ayna da böyledir. (Bir kimsenin) böyle bir aynaya bakarak yüzünü görmesi hoşuma gitmez.

Enes’in yanında gümüş kaplanmış bir kap vardı. O şöyle dedi: Ben bu­nunla Peygamber (sav)’a su verdim. İbn Sirîn dedi ki: Bu kapta demir bir hal­ka vardı. Enes ona gümüş bir halka koymak istedi. Ebu Talha dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)’ın yaptığından hiçbir şeyi değiştirmem. Bunun üzerine onu bıraktı. [96]

4- Kullanılması Caiz Olmayan Kapların Edinilmesi de Caiz Olmaz:

Bu gibi şeyleri kullanmak caiz olmadığına göre bunları edinip evde tut­mak da caiz değildir. Çünkü kullanımı caiz olmayan şeyin edinilmesi de ca­iz olmaz. Put ve tanbur gibi.

İlim adamlarımızın kitaplarında belirtildiğine göre; bunları kıran kimse­lerin kıymetlerini ödemeleri istenir. Ancak bu tutarsız bir iddiadır, zira bu gi­bi şeylerin kırılması vacibtir. Bunların bir kıymetleri ve değerleri yoktur. Ze­kat için de bunların herhangi bir şekilde değerlendirmeleri caiz olmaz. Bu­nun dışında bir görüşe de itibar yoktur.

“Tabaklar” buyruğu ile ilgili olarak el-Cevherî şu açıklamayı yapmakta­dır: “Tabak” kelimesi -söyleyiş (vezin) ve anlam itibariyle-: gibidir. Çoğulu: diye gelir. el-Kisaî dedi ki: “Kapların en bü­yüğü diye bilinir. Sonra: gelir, bu da on kişiyi doyurur. Bun­dan sonra: “Tabak” gelir, bu da beş kişiyi doyurur. Bundan sonra: gelir, iki ve üç kişiyi doyurur. Sonra; gelir, bir kişiyi doyu­rur. kitab demektir, çoğulu ile diye gelir.

“Ve testiler” ile ilgili olarak el-Cevherî şöyle demektedir: -Tekili olan-“Kulpu olmayan testi” demektir, çoğulu diye gelir. el-A’şa iç­kiden sözederken şöyle demektedir:

“O sarifî (sarifî şArapı yahutta sıcak taze süt anlamında)dır, tadı hoştur; Testilerle küpler arasında köpüğü vardır.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Yaslanmış halde kapıları ıslık çalar (açılıp, kapanır, gıcırdar) Köle onun yanına testi ile koşar.”

Katade dedi ki: “Testi” yuvarlak, boynu ve kulpu kısa olan kap­tır. İbrik ise uzunlamasına bir boynu olan, kulpu da uzun olan kaptır. el-Ah-feş dedi ki: ” Testiler” emzikleri olmayan ibriklere denilir. Kutrub da: Kulpları olmayan ibriklere denir, demiştir. Mücahid dedi ki: Bunlar ağızları yuvarlak olan kaplardır. es-Süddî: Kulpları olmayan kaplara denilir, demiş­tir. İbn Aziz dedi ki: Bunlar kulpları ve emzikleri olmayan ibriklerdir. Teki­li de: diye gelir.

Derim ki: Bu Mücahid ve es-Süddî”nin açıklamasıyla aynı anlamı ifade eder. Dilcilerin benimsediği görüş de budur. Yani bunların kulpları yoktur.

“Orada canların istediği, gözlerin lezzet aldığı şeyler de vardır” buy­ruğu ile ilgili olarak Tirmizî’nin rivayetine göre Süleyman b. Bureyde baba­sından naklen: Bir adam Peygamber (sav)’a şöyle sordu: Ey Allah’ın Rasû-lü! Cennette at var mı? Peygamber şöyle buyurdu: “Allah seni cennete girdi-rirse, orada kırmızı bir yakuttan yapılmış ve cennette istediğin yere uçarak seni götüren bir atın üzerinde taşınmak ister misin.” (Bureyde) dedi ki: Yi­ne bir adam ona sordu: Ey Allah’ın Rasûlü! Acaba cennette deve var mıdır? Peygamber (sav) ona diğerine söylediğinin benzerini söylemedi, şöyle de­di: “Allah seni cennete girdirecek olursa, senin orada canının çektiği ve gö­zünün lezzet aldığı şeyler olacaktır.” [97]

Medineliler, İbn Amir ve Şamlılar: “Canların kendisini istedi­ği” diye okumuşlar, ancak diğerleri: “Canlarının çektiği” diye oku­muşlardır ki maksat canların kendisini çektiği ve istediği şeydir. Mesela “Vurduğum kişi Zeyd’dir” ifadesi: “Kendisini vurduğum kişi Zeyd’dir” demektir.

“Gözlerin lezzet aldığı” buyruğundaki “lezzet” lafzı: “

O şey lezzetli oldu, lezzetlidir, lezzet” diye kullanılır, ” O şeyden lezzet aldım, alırım” denirken, mazisinde birinci “zel” harfi kesreli, müzarisinde de fethalıdır. “Lezzet, lezzetlilik” demektir ki bu da ben o şeyi lezzetli buldum demektir. Ondan lezzet aldım anlamında ile denilir.

Yani cennette gözün lezzet aldığı ve görünüşü güzel olan şeyler vardır.

Said b. Cübeyr dedi ki: “Gözlerin lezzet aldığı” buyruğundan kasıt, yü­ce Allah’a bakmaktır. Nitekim haberde: “Senin yüzüne bakmanın lezzetini di­lerim. “[98] diye buyurulmuştur.

“Sizler orada ebedi kalıcılarsınız.” Devamlı kalacaksınız. Çünkü sonu ge­lecek olsa, sevinmez ona buğzedilir. [99]

  1. İşte bu cennet, yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras ve­rilmiştir.

“İşte bu cennet…” Yani onlara şöyle denilecek: İşte dünyada iken size ni­telikleri anlatılagelen cennet budur. İbn Haleveyh dedi ki: Yüce Allah cen­nete uzak için kullanılan ism-i işaret ile işarette bulunmuş, cehenneme ise yakın için kullanılan işaret ismi ile işaret etmiştir. Böylece cehennem ile kor­kutmayı ve ondan sakınmayı pekiştirmiş olmaktadır. Yakın işaret ismi ile ona işaret ederek, adeta göz önünde görülen ve huzurda bulunan bir şeymiş gi­bi olduğunu ortaya koymaktadır.

“Yapageldiğiniz ameller sebebi ile size miras verilmiştir” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas dedi ki: Allah, herkes için bir cennet ve bir cehennem yaratmıştır. Kâfir müslümanın ateşine mirasçı olur, müslüman da kâfirin cennetine mirasçı olur. Bu husus yüce Allah’ın: “Müminler gerçekten felah bulmuşlardır” (el-Mu’minun, 23/1) buyruğunu açıklarken, Ebu Hureyre yoluyla merfu bir hadis olarak geçmiş bulunmaktadır. Aynı şekilde el-Araf Sûresi’nde de (7/43. âyetin tefsirinde) geçmişti. [100]

  1. Sizin için orada çok meyveler vardır. Siz onlardan yersiniz. “Sizin için orada çok meyveler vardır. Siz onlardan yersiniz.”

“Meyve”nin ne olduğu bilinen bir şeydir. Meyve cinslerine: “Meyveler” denilir. “Meyve satıcısı” demektir.

İbn Abbas dedi ki: Kurusuyla, yaşıyla bütün meyveler vardır. Yani cen­nette yemenin ve içmenin dışında, cennetliklere yiyecekleri pekçok meyve­ler de verilecektir. [101]

  1. Muhakkak günahkarlar cehennem azabında ebedi kalıcıdırlar.

75- Onlara hafifletilmez. Onlar o azab içinde ümitsiz kalacaklardır.

  1. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar bizzat zalimler idiler.

Yüce Allah cennetliklerin halini sözkonusu ettikten sonra, itaatkârın isyan­kâra üstünlüğünü açıklamak maksadıyla cehennemliklerin halini şöylece sözkonusu etmektedir: “Muhakkak günahkarlar cehennem azabında ebe­di kalıcıdırlar. Onlara” bu azab “hafifletilmez. Onlar o azab içinde ümit­siz kalacaklardır.” Hiçbir şekilde rahmet ümit edemeyeceklerdir. Ümitsiz­ce susacaklardır, diye de açıklanmıştır. Bu husus daha önce el-En’am Sûre-si’nde (6/44. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Biz onlara” azab etmekle “zulmetmedik, fakat onlar bizzat” şirk ile ken­di kendilerine zulmeden “zalimler idiler.”

“Fakat onlar bizzat zalimler idiler” buyruğunun mübteda ve haber ola­rak şeklinde gelmesi ve cümleni haberi olma­sı da mümkündür. [102]

  1. “Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin.” diye seslenecek­ler. “Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız” diyecek.

“Ey Malik… diye seslenecekler” buyruğunda sözü edilen “Malik” cehen­nemin bekçisidir. Yüce Allah onu gazabı için yaratmıştır. Cehennemi bir dür-tükledi mi cehennem birbirini yer.

Ali ve İbn Mesud (r. anhuma): “Ey mali… diye nida ettiler” di­ye okumuşlardır. Ancak bu, Mushafa muhaliftir. Ebu’d-Derda ve İbn Mesud da: Peygamber (sav) (kef’siz) sadece “lam” ile olmak üzere di­ye okumuştur. Yani ismi, terhim ederek “kefi hazfetmiştir. Terhim hazf de­mektir. Nida esnasında kendisine nida olunan ismin terhimi de buradan gel­mektedir. Bu ise ismin sonundan bir ya da daha fazla harfi hazfetmektedir. “Malik” diyecek yerde, “ya mali” denilir. Haris” yerine, “ya hari” denilir. “Fa-tımatu” yerine, “ya Fatimu” denilir. “Aişetu” yerine, “ya Aişu” denilir. “Mer-van” yerine, “ya Mervu” denilir ve diğer isimler de böylece söylenir. Şair de­di ki:

“Ey Hari(se) sizin tarafınızdan başıma bir musibet getirilmiş olmasın, Benden önce yönetilenlerin de hiçbir hükümdarın da karşı karşıya kalmadığı.”

İmruu’1-Kays da şöyle demektedir:

“Ey Hari(se), sen bir şimşek görürsen, ben sana onun parıltısını göstereyim, Üstüste yığılmış parlak bulut arasında iki elin parıldaması gibi.”

Yine şöyle demektedir:

“Ey Fatım(a) yavaş ol, nazlanma bu kadar çok,

Eğer benimle ilişkiyi koparmayı kararlaştırdıysan bari güzel yap bu işi.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ey Merv(an) şüphesiz ki benim bineğim alıkonulmuştur,

Senin yapacağın bağışı ümid ediyor, sahibi ise ümit kesmiş değildir.”

Sahih hadiste de: “Ey ful(an) haydi gel”[103] diye buyurulmuş-tur.

Terhime uğrayan ismin sonu iki şekilde okunabilir: 1- Haziften önceki ha­li üzere bırakılabilir. 2- Ötre üzere bina edilebilir. “Ey Zeyd” gibi. San­ki bu yolla onun konumu değerlendirilmiş ve hazfedilen harf gözönünde bu­lundurulmamış gibidir.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: Bize Muhammed b. Yahya el-Mervezî anlattı, dedi ki: Bize Muhammed -ki o İbn Sadan’dır- anlattı, dedi ki: Bize Haccac b. Şu’be anlattı. O el-Hakem b. Uyeyne’den, o Mücahid’den dedi ki: Bizler “Zuhruf’un ne olduğunu Abdullah (b. MesudVın kıraatinde: “Altından bir ev” (bk. el-İs-ra, 17/93- âyetin tefsiri) diye okuduğunu görünceye kadar bilmiyorduk. Ay­nı şekilde, “Ey Malik… diye seslenecekler” buyruğunun ya da: “Ey melik”in ne demek olduğunu da bilemiyorduk. Ta ki Abdullah b. Mesud’un kıraatin­de terhim ile: “Ey Mali… diye seslenecekler'” okuyuşunu öğre­ninceye kadar.

Ebu Bekr (İbnu’l-Enbarî) dedi ki: Bu hadis gereğince amel edilmez, çün­kü bu hadis maktu’dur ve Rasûlullah (sav)’dan rivayetlerde böylesi kabul edil­mez. Yüce Allah’ın Kitabı hakkında ihtiyatlı davranmak ve batılın ondan uzak tutulması en uygun olandır.

Derim ki: Buharî’nin, Sahih’inde şu rivayet kaydedilmektedir: Safran b. Ya’la babasından dedi ki: Ben Peygamber (sav)’ı minber üzerinde: “Ey Ma­lik! Rabbin hakkımızda hüküm versin diye seslenecekler” buyruğunu okurken (malik’in sonundaki) “kef” harfini isbat ile okuduğunu dinledim. [104]

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî dedi ki: Bana ulaştığına -ya da anlatıldığı­na- göre cehennemlikler, cehennem bekçilerinden yardım isteyecekler. Yü­ce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ateşte olanlar cehennem bekçilerine diyecek­ler ki: Rabbinize dua edin ki, üzerimizden bir gün olsun azabı hafifletsin.” (el-Mu’min, 40/49) Böylece onlar üzerlerinden azabın bir gün dahi hafifle­tilmesini isteyecekler. Bu istekleri kabul edilmeyerek, onlara şöyle cevab ve­rilecek: “Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi? Onlar: Evet diyecekler. (Bekçiler) diyecekler ki: Şimdi siz dua edin. Kâfirlerin duası ne olursa olsun boşunadır.” (el-Mu’min, 40/50) (Muhammed b. Ka’b devamla) dedi ki: Onlar bekçilerden ümitlerini kesince, Malik’e seslenecekler. Malik diğer bekçilerin başı olup cehennemin ortasında oturduğu bir yeri vardır. Azab meleklerinin de üzerinde gidip geldiği köprüler vardır. (Köprülerin) en yakın olan yerlerini nasıl görüyorsa, en uzaktaki yerlerini de öylece görür.

Cehennemdekiler: “Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin” diyecekler. Bu sözleriyle ölümü isteyecekler. Seksen sene onlara cevap vermeksizin susa­caktır. (Muhammed b. Ka’b) dedi ki: Bir sene üçyüzaltmış gündür. Bir ay otuz gündür, bir gün ise sizin saydığınız bin yıl gibidir. Seksen yıl sonra onlara bakarak: “Sizler muhakkak böyle kalacaklarsınız” diye cevab verecektir. Son­ra da hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. Bu hadisi İbnu’l-Mubarek nakletmiştir.

Ebu’d-Derda’nın rivayet ettiği hadise göre de Peygamber (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Malik’e seslenin, diyecekler. Ey Malik! Rabbiniz bizim hakkımız­da hüküm versin, diyecekler. O da kendilerine: Sizler muhakkak böyle ka­lacaklarsınız diyecek.” [105]

el-A’meş dedi ki: Bana haber verildiğine göre onların bu duaları ile Ma-lik’in onlara cevab vermesi arasında bin yıllık bir süre olacaktır. Bunu Tir-mizî rivayet etmiştir. [106]

İbn Abbas dedi ki: Onlar bu sözlerini söyleyecek, fakat bin yıl süreyle on­lara cevab vermeyecek. Sonra da onlara: “Siz muhakkak böylece kalacaklar­sınız” diyecektir. [107]

Mücahid ile Nevf el-Bikalî dedi ki: Onların seslenişleri ile Malik’in onla­ra cevab vermesi arasında yüz yıllık bir süre geçecektir. Abdullah b. Amr da, kırk yıllık bir süre, demiştir. Bunu da İbnu’l-Mübarek zikretmiştir[108] [109]

  1. Andolsun Biz sizlere hakkı gönderdik. Fakat çoğunuz hakkı hoş görmeyenler idiniz.

Bu buyrukların Malik’in onlara söyleyeceği sözlerden olma ihtimali var­dır. Yani sizler cehennemde kalmaya devam edeceksiniz. Çünkü Biz dünya­da iken size hakkı getirmiş idik de siz kabul etmemiştiniz.

Yüce Allah’ın onlara o gün söyleyeceği sözlerden olma ihtimali de var-

dır. Yani Biz size delilleri açıklamış ve rasûller göndermiştik. “Fakat çoğu­nuz” İbn Abbas dedi ki: Hepiniz; bir başka görüşe göre “çokluk” ile onların başkan ve önderlerini kastetmiştir. Onlara uyanların ise bu hususta herhan­gi bir etkileri yoktu. “Hakkı” İslâm’ı ve Allah’ın dinini “hoş görmeyenler idi­niz.” [110]

  1. Yoksa onlar sağlam bir iş mi yapmışlar? Gerçekten Biz de sağ­lam yapanlarız.

Mukatil dedi ki: Bu âyet-i kerime müşriklerin Daru’n-Nedve’de Peygam­ber (sav) için planlar düzmeleri hakkında inmiştir. Bu danışma neticesinde Ebu Cehil’in kendilerine teklif ettiği görüşü kabul etmişlerdi. Buna göre Pey­gamber (sav)’ı öldürmeye katılmak üzere her kabileden bir kişi ortaya çıka­caktı. Böylelikle onun kanının (kısasının) istenme imkanı kalmayacaktı. İş­te bu âyet-i kerime bu hususta nazil oldu. Yüce Allah onların hepsini Bedir’de ölümle cezalandırdı.

” Sağlam bir iş yapmışlar” onu muhkem kılmışlar, demektir. ” Muhkem kılmak, sağlam kılmak” demektir, “O şeyi sağ­lam, muhkem kıldım”; ” Sağlam büktüm” demektir. (İp eğirirken) ikinci defa eğirip bükmeye bu isim verilir. Birincisine ise “sahil” denilir. Ni­tekim şair şöyle demiştir: ey. “…Sahil ve mübrem (birinci ve ikinci defa eğrilen)den…”

O halde mana: Yoksa onlar sağlam bir tuzak mı kurdular? Şüphesiz Biz de onlara sağlam bir tuzak kurduk, demek olur. Bu açıklamayı İbn Zeyd ve Mücahid yapmıştır. Katade de şöyle demiştir: Onlar yalanlamak üzere söz-birliği mi ettiler? Biz de öldükten sonra diriliş ile amellerin karşılıklarını ver­meyi kararlaştırmış bulunuyoruz. el-Kelbî şöyle der: Yoksa onlar bir işi mi hükme bağladılar? Biz de onlar hakkında azab hükmünü verdik. Buyrukta: ” Yoksa” anlamındadır.

“Yoksa onlar sağlam bir iş mi yapmışlar?” buyruğunun daha önce ge­çen: “Rahman’dan başka ibadet edilecek ilahlar kılmış mıyız?” (ez-Zuhruf, 43/45) buyruğuna atfedildiği de söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre buyruk şu demektir: Andolsun ki Biz sizlere hakkı getirdik, fakat siz ona kulak ver­mediniz. Yoksa onu işitip de ilahi azaptan kendilerini güvenlik altında his­sedecek şekilde, kendi içlerinde bir karar verdikleri için yüz mü çevirdiler? [111]

  1. Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez miyiz sanırlar? Öyle değil; hatta elçilerimiz de yanlanndadır. Yazıp duruyorlar.

“Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını” kendi içlerinde saklayıp

kendi aralarında fısıltı halinde söylediklerini “işitmez miyiz sanırlar? Öyle değil” işitir ve biliriz “hatta elçilerimiz de yanlanndadır. Yazıp duruyor­lar.” Yani Hafaza meleklerimiz onların yanında yaptıklarını yazmaktadırlar.

Rivayet edildiğine göre bu buyruk. Kabe ile örtüleri arasında bulunan üç kişi hakkında inmiştir. Onlardan birisi: Ne dersiniz? Allah bizim sözümüzü duyuyor mu? diye sormuş. İkincileri: Yüksek sesle konuşursanız, işitir. Gizlice konuşursanız, işitmez. Üçüncüsü ise şöyle demişti: Eğer yüksek sesle ko­nuştuğunuz vakit işitiyorsa, gizlice konuştuğunuzu da işitir. [112] Bu açıklama­yı Muhammed b. Ka’b el-Kurazî yapmıştır. Bu anlamdaki bir rivayet daha ön­ce Fussilet Sûresi’nde (41/22. âyetin tefsirinde) İbn Mesud’dan geçmiş bulun­maktadır. [113]

  1. De ki: “Rahman’ın bir evladı olsaydı, ibadet edenlerin İlki ben olurdum.”
  2. Göklerin ve yerin Rabbi ile Arş’ın Rabbi niteleyegeldiklerinden münezzehtir. buyruğunun anlamı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır.

İbn Abbas, el-Hasen ve es-Süddî şöyle demişlerdir: Yani Rahman’ın bir ço­cuğu yoktur. Buna göre: edatı nefy edatı anlamındadır. Bu açık­lamaya göre ifade burada tamam olmaktadır. Bundan sonra da yeni bir ifa­de olarak: “Ben ibadet edenlerin ilkiyim” diye başlanır. Yani onun çocu­ğu olmaması esasına binaen Mekke ehli arasından muvahhidlerin ilkiyim. Bu durumda: “İbadet edenler” üzerinde vakıf tam olur.

Bir başka açıklamaya göre anlam şöyledir: Ey Muhammedi De ki: Eğer Al­lah’ın evladı olduğu sabit ise O’nun evladına ibadet edenlerin ilki benim. Fa­kat O’nun evladının olması imkansız bir şeydir. Buna göre bu ifade, tartış­tığımız bir kimseye: Eğer senin bu dediğin delil ile isbatlanabilirse, buna ilk inanan kişi ben olurum, demeye benzer. Böyle bir üslub ise böyle bir şeyi oldukça uzak görmeyi mübalağa yoluyla ifade etmek olur. Yani böyle bir şe­ye inanmaya imkan yoktur. Bu, kullanılan ifadede bir yumuşaklıktır. Yüce Allah’ın: “Şüphe yok ki biz yahut siz, ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta” (Sebe’, 34/24) buyruğu gibidir. Buna göre anlam şöyle olur: O vakit ben bu çocuğa ilk ibadet eden kişi olurum. Çünkü evlada gösteri­len tazim babaya gösterilen tazimdir.

Mücahid de şöyle demektedir: Yani eğer Rahman’ın bir çocuğu var ise, O’nun bir çocuğu bulunmaması esasına binaen yalnızca O’na ibadet eden­lerin ilkiyim.

Yine es-Süddî şöyle demektedir: Eğer O’nun evladı varsa, evladı var di­ye O’na ibadet eden ilk kişi ben olurum. Fakat O’nun hakkında böyle bir şey sözkonusu olamaz.

el-Mehdevî dedi ki: Bu görüşlere göre; “…sa” şart edatıdır, daha uy­gun olanı budur. Taberî’nin tercih ettiği görüş de budur. Çünkü bunun -ne­fy edatı olarak-: [114] anlamında olması halinde, geçmişte böyle bir şey yoktu, anlamı hatıra gelebilir.

Buradaki “ibadet edenler”in bundan çekinenler, yüz çevirenler anla­mında olduğu da söylenmiştir.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Eğer böyle olsaydı: “Yüz çe­virenler” şeklinde gelmeliydi. Nitekim Ebu Abdi’r-Rahman ile el-Yemanî de “elif’siz olarak: “Ben bunu kabul etmeyenlerin, reddedenlerin ilkiyim.” diye okumuşlardır. “Yüz çevirdi, kızdı, gazaplandı, yüz çevirir, kızar, gazaplanır” denilir. Kızan ve gazaplanan, yüz çeviren” demektir. İsmi diye gelir. Bu açıklama Ebu Zeyd’den nakledilmiştir. el-Ferezdak der ki:

“Bunlar benim meclis arkadaşlarımdır, haydi onlar gibisini getir bana, Ben Darimlilerden dolayı Küleyb’e hicvetmeyi kabul edemem.”

Bu beyit şöyle de zikredilmiştir.

“Onlar öyle kimselerdir ki hicvederlerse beni, hicvederim onları, Fakat Darimliler sebebiyle Küleyb’i hicvetmeyi kabul edemem.”

el-Cevherî dedi ki: Ebu Amr dedi ki: Yüce Allah’ın: “Ben ibadet edenle­rin ilkiyim” buyruğundaki “abid: ibadet eden” kelimesi kabul etmemek, yüz çevirmek ve gazaplanmak anlamını taşımaktadır. el-Kisaî ve el-Kutebî de böy­le demiştir. Onlardan bunu el-Maverdî nakletmektedir.

el-Herevî dedi ki: Yüce Allah’ın: “İbadet edenlerin ilki ben olurdum” buy­ruğunda “ibadet edenler” lafzının ” Yüz çevirdi, yüz çevirir” anla­mından geldiği söylenmiştir ki. ben bu işten yüz çevirenlerdenim, demek olur.

İbn Arafe dedi ki: Fiil: ” Yüz çevirdi, yüz çevirir” anlamında kullanıldığı takdirde, ism-i faili: diye gelir. İsm-i faili olarak; di­ye kullanılması çok azdır. Kur’ân-ı Kerim ise çok az kullanılan ve şaz olan şekilleri kullanmaz. Ancak mana şöyledir: O bir ve tektir, çocuğu da yoktur, esasına göre aziz ve celil olan Allah’a ibadet edenlerin ilki benim.

Rivayete göre, bir kadının kocası ile gerdeğe girdikten sonra altı ayın so­nunda çocuğu doğdu. Bu husus Osman (r.a)’a zikredilince, o kadının recme-dilmesini emretti. Bu sefer Ali (r.a) ona şöyle dedi: Yüce Allah: “Onun taşın­ması ve sütten kesilmesi de otuz aydır” (el-Ahkaf, 46/15) diye buyurmakta­dır. Bir diğer âyet-i kerimede de: “Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur” (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır deyince, Allah’a yemin ederim ki: ” Osman o kadının geri getirilmesi için haber gön­dermekten çekinmedi, utanmadı”. Abdullah b. Vehb dedi ki: Burada “abide” çekinmedi ve utanmadı demektir.

İbnu’l-A’rabî dedi ki: “İbadet edenlerin ilki ben olurdum” buyruğu bu

işe gazaplanan ve bunu kabul etmeyenlerin ilki ben olurdum, demektir.

“İbadet edenlerin ilki ben olurdum” buyruğunun size muhalif olarak vah­daniyet üzere O’na ibadet eden ilk kişi ben olurum demektir. Ebu Ubeyde de­di ki: Bunu inkâr edenlerin ilki ben olurum, anlamındadır.tabiri­nin “hakkımı kabul etmeyip, inkâr etti” anlamında kullanıldığı da nakledilmiş­tir.

Asım dışında Kufeliler “evladı” anlamındaki kelimeyi “vav” harfi ötreli, “lam” harfini de sakin olarak; diye okumuşlardır. Diğer kıraat alimleri ile Asım ise diye okumuşlardır ki: daha önceden (Meryem, 19/88. âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Göklerin ve yerin Rabbi ile Arş’in Rabbi niteleyegeldiklerinden” on­ların söyledikleri yalanlardan “münezzehtir.” Yani O’nu bu yalanlardan tenzih ve takdis ederim. Yüce Allah böylelikle kendi zatını hudusu (sonra­dan meydana gelmiş olmayı) gerektiren herbir husustan tenzih etmekte, Pey­gamber (sav)’a da bu tenzihi emretmektedir. [115]

  1. Bırak onları vaadolundukları günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynasınlar.

“Bırak onları… dalsınlar, oynasınlar” buyruğu Mekke kâfirlerinin ahi-ret azabını yalanlamaları hakkındadır. Yani sen onları bırak, batıllarına dal­sınlar, dünya hayatlarında oynasınlar.

“Vaadolundukları günlerine kavuşuncaya kadar” ki bu ya dünya haya­tındaki azab, ya da ahiretteki azaptır.

Buyruğun kılıç âyeti ile nesholduğu söylendiği gibi, muhkem olduğu da söylenmiştir. Bu, tehdit anlamında zikredilmiştir.

İbn Muhaysın, Mücahid, Humeyd, İbnu’l-Ka’ka”, İbn es-Semeyka’ “kavu­şuncaya kadar” anlamındaki buyruğu: şeklinde “ye” harfini üstün, “lam” harfi -elif siz olarak- sakin ve “kaf” harfini de üstün olarak okumuşlar­dır. Burada böyle okudukları gibi, et-Tur (42/45) de ve el-Mearic (70/42) de de böyle okumuşlardır. Diğerleri ise; diye okumuşlardır. [116]

  1. O, gökte de ilah olandır, yerde de ilahtır. O, Hakîm’dir, en iyi bilendir.

Bu, onların yüce Allah’ın ortağı ve evladı olduğu iddialarını yalanlamak­tadır. Yani gökte de, yerde de ibadete layık olan, ibadet edilme hakkına sa-hib olan O’dur.

Ömer (r.a) ve başkaları şöyle demiştir: Yani: “O semada olan, yerde ilah olandır.” Böyle de okumuştur. Anlamı ise her iki­sinde ma’bud olandır demektir.

O, İbn Mesud’un ve başkalarının O se­mada da Allah’tır, yerde de Allah’tır” diye okumuş oldukları da rivayet edil­miştir. Ancak bu, mushafın hattına uygun değildir.

“İlahtır” buyruğunun merfu olması, hazfedilmiş bir mübtedanın haberi ol­duğundan dolayıdır. O semada olan. ilahtır, demektir. Bu açıklamayı Ebu Ali yapmıştır. Bunun hazfedilmesinin güzel olması, ifadenin uzamasından dola­yıdır. Buradaki: ” …de: da’nın; Üzerinde, e, a” anlamında oldu­ğu da söylenmiştir.

Yüce Allah’ın: “Ve andolsun sizi hurma dalların­da asacağım” (Ta-Ha, 20/71) buyruğunun: “Hurma dalları üzerinde…” anlamında olması gibi. Burada da şu anlama gelir: Göklere ve yere kadir olan, gücü yeten O’dur.

“O Hakîm’dir, en iyi bilendir” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [117]

  1. Göklerle yerin ve ikisi arasında olanların mülkü yalnız kendi­sinin olan ne kadar yücedir! Saatin ilmi de O’nun yanındadır ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.

“… ne yücedir!” buyruğu “bereket”den “tefaul” vezninde bir keli­medir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Araf, 7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Saatin ilmi” ne zaman kopacağına dair bilgi “de O’nun yanındadır ve yalnız O’na döndürüleceksiniz” buyruğundaki “Döndürüleceksi­niz” (diye te ile başlayan) lafzını İbn Kesir, Hamza ve el-Kisaî: “Döndürülecekler” diye “ye” ile okumuşlardır, diğerleri ise “te” ile okumuşlardır. İbn Muhaysın, Humeyd, Yakub ve İbn Ebi İshak kendi usullerine göre ilk har­fi üstün okuyorlar, diğerleri ise ötreli okuyorlardı. [118] [119]

  1. Onu bırakıp çağırdıkları kimselerin şefaat etme imkanları yok­tur. Bilerek, hak ile şehadet edenler müstesna.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

1- Şefaat ve Hak İle Şahitlik:

“Bilerek hak ile şehadet edenler müstesna” buyruğunda yer alan “…enler” cer konumundadır. “Onu bırakıp, çağırdıkları kimseler” buy­ruğu ile kastettiği ise İsa, Uzeyr ve meleklerdir.

Buyruğun anlamı da şudur:

“Bunlar ancak hak ile şehadet edenlere ve ilim ve basiret üzere iman eden kimselere şefaat ede­bilirler.” Bu açıklamayı Said b. Cübeyr ve başkaları yapmıştır. Said b. Cübeyr dedi ki: Hak ile şehadet ise; la ilahe ilallah’tır.

” …enler”in ref mahallinde olduğu da söylenmiştir. Yani onların Al­lah’tan başka dua edip çağırdıkları kimseler -Katade’nin açıklamasına göre uydurma ilahlar- şefaat etme imkanına sahib değildirler.

Kendilerine ibadet edenlere şefaat edemezler. Hak ile şahidlik eden kim­seler müstesnadır. Bununla da Uzeyr, İsa ve melekleri kastetmektedir. Çün­kü bunlar, hak ile ve vahdaniyetin yalnız Allah için olduğunu belirterek şahidlik ederler. [120]

“Bilerek” lafzı ise sahicilik ettikleri hususun gerçeğini bilmeleri demek­tir.

Denildiğine göre âyet-i kerime en-Nadr b. el-Haris ile Kureyşlilerden bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar: Eğer Muhammed’in söyledikleri doğru ise bizler de melekleri veli (dost ve yardımcı) ediniriz. Onların bize şefaat etme­leri ona göre daha uygundur. Bunun üzerine yüce Allah: “Onu bırakıp ça­ğırdıkları kimselerin şefaat etme imkanları yoktur. Bilerek, hak ile şeha-det edenler müstesna” buyruğunu indirdi. Yani onlar meleklerin, putların, cinlerin ya da şeytanların kendilerine şefaat edeceklerine inandılar. Halbu­ki kıyamet gününde hiçbir kimsenin şefaat etme hakkı ve imkanı yoktur. “Bi­lerek hak ile şehadet edenler” kendilerine izin verilmesi halinde mü’minler “müstesna.” İbn Abbas dedi ki: “Bilerek, hak ile” Allah’tan başka hiç­bir ilah olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna “şehadet eden­ler müstesna” demektir.

Bir diğer açıklamaya göre; Allah’tan başkasına ibadet eden bu kimseler kendilerine şefaat edecek kimseyi bulamayacaklardır. Ancak hak ile şehadet edenler müstesnadır. Çünkü hak ile şahitlik eden kimsenin lehine şefaat edi­lir, fakat müşrik olan kimseye şefaat edilmez. Bu durumda: ” Müstes­na” Ama, fakat” anlamındadır. Yani müşrikler şefaate nail olamazlar, fakat hak ile şahidlik eden kimseler şefaate nail olurlar. Bu durumda istis­na munkatı’dır, muttasıl olması da mümkündür. Çünkü “O’nu bırakıp çağır­dıkları kimseler”in kapsamında melekler de vardır.

“Ona şefaat ettim” anlamında: ile denilir. Tıpkı “ona ölç­tüm” anlamında: ile denilebileceği gibi. Şefaatin anlamı ve tü-rediği köküyle ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/48. âyet, 3. başlık ve devamında) geçmiştir. Tekrar etmenin anlamı yoktur.

“Hak ile şehadet edenler müstesna” buyruğunun meleklerin lehine o dün­yada iken hak üzere idi, diye şahitlik edeceği kimseler müstesna, anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Onlar o kimsenin bu halde olduğunu ya yüce Al-

lah’ın onun hakkında böylece haber vermesi sonucu bilmiş olacaklar, yahut-ta o kimsenin iman üzere olduğuna bizzat tanık olacaklar. (Buna binaen bu şehadette bulunabilecekler). [121]

2- Şehadet Bilgiye Dayanarak Yapılmalıdır:

Yüce Allah’ın: “Bilerek, hak ile şehadet edenler müstesna” buyruğu iki hususa delalet etmektedir:

1- Hak ile şehadet ancak bilgi ile birlikte olması halinde fayda verir. (Bu konuda) başkasını taklid ederek şahitlikte bulunmanın, söylenen sözün doğru olduğunu bilmemek halinde fayda sağlamaz.

2- Haklara ve daha başka diğer hususlara dair yapılacak öteki şahitlikler­de de şahitlik yapanın o hususu bilen birisi olması şarttır. Peygamber (sav)’dan rivayet olunan: “Güneş gibi görecek olursan şahitlik yap, aksi takdirde terket”[122] buyruğu da bu anlamdadır. Bu da daha önce el-Bakara Sû-resi’nde (2/282. âyet, 24. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. [123]

  1. Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorar­san, elbette: “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevri­liyorlar?

“Andolsun ki sen onlara kendilerini kimin yarattığını sorarsan, elbet­te: “Allah” diyeceklerdir.” Daha önce hiçbir şey olmadıkları halde, sonra­dan kendilerini Allah’ın yaratmış olduğunu mutlaka itiraf edeceklerdir.

“O halde nasıl olur da çevriliyorlar?” Yani nasıl olur da O’na ibadetten döndürülüyorlar, başka tarafa çevriliyorlar ve sonunda O’nun nezdinde kendilerine şefaat ederler ümidi ile O’ndan başkasını O’na ortak koşuyorlar?

“Çevriliyorlar” buyruğunun türediği kök: “(Onu çevirdi, döndürdü, çevirir, döndürür” diye kullanılır.

Yüce Allah’ın: “Sen bizi ilahlarımızdan döndürmek için mi bize geldin?” (el-Ahkaf, 46/22) buyruğunda da aynı kökten gelen la­fız kullanılmıştır.

Andolsun ki eğer meleklere ve İsa’ya: “Kendilerini kimin yarattığını so­rarsan, elbette “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl olur da çevriliyorlar?”

Bunlar bu mükerrem yaratıkların kendilerinin ilahı olduğunu iddia etmek su­retiyle nasıl olur da döndürülüyorlar, diye de açıklanmıştır. [124]

  1. Onun: “Ya Rabbi” demesine yemin olsun. Muhakkak ki onlar iman etmeyen bir topluluktur.

” Onun… demesine yemin olsun” buyruğu nasb, cer ve ref ile üç türlü okunmuştur. Cer ile okuyuş Asım ve Hamza’nın kıraatidir. Yedi kıraat imamının geri kalanları ise nasb ile okumuşlardır. Ref ile okuyuş ise el-Arec, Katade, İbn Hürmüz ve Müslim b. Cündeb’in kıraatidir.

Cer ile okuyanlar şu anlama göre okurlar: Saatin ilmi de, onun söylediği sözün ilmi de O’nun yanındadır.

Nasb ile okuyanların kıraatine göre anlam: Saatin ilmi O’nun yanında ol­duğu gibi, O’nun söylediğini de O bilir. ez-Zeccac’ın tercih ettiği de budur.

el-Ferra ve el-Ahfeş de şöyle demiştir: Yüce Allah’ın: “Onun… demesi” buyruğunu daha önce geçen: “Gizlediklerini ve fısıltılarını işitmez mi­yiz?…” (ez-Zuhruf, 43/80) buyruğuna atıf da olabilir.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: Ebul-Abbas Muhammed b. Yezid el-Müberred’e ben buradaki: “Onun demesi” anlamındaki buyruğu neden nasb ile okuyorsun diye sordum. O da bana şöyle dedi: Ben bunu yüce Allah’ın: “Saatin ilmi de O’nun yanındadır” (85. âyet) ve “O’nun dediğini bilir” buyruğuna atfede­rek nasb ile okuyorum. Bu bakımdan gerek (85. âyetin sonunda): “…döndü­rüleceksiniz” üzerinde, gerekse de (86. âyetin sonunda yer alan:) “bilerek” lafzı üzerinde vakıf güzel olmaz. Bununla birlikte (80. âyetin sonundaki): “ya­zıp duruyorlar” buyruğu üzerinde vakıf güzel olur.

el-Ferra ve el-Ahfeş: “Deme”nin -onlardan daha önce naklettiğimiz üzere-: “Biz onların gizlediklerini, fısıltılarını ve onun demesini işitmiyoruz (mu sanıyorlar)?” şeklinde nasb ile okunmasını caiz kabul etmişlerdir. Bu açı­dan da: “Yazıp duruyorlar” buyruğu üzerinde vakıf güzel olmaz. Yine el-Fer­ra ile el-Ahfeş mastar olarak nasb ile okunmasını caiz kabul etmişlerdir. San­ki: “Söylediğini söyledi ve yüce Allah’a şikaye­tini iletti” demiş gibi olur. Nitekim Ka’b b. Züheyr de şöyle demiştir:

“Laf taşıyıcılar iki yanında yürüyüp gidiyorlar ve diyorlar ki: Ey Ebu Sülma’nın oğlu sen öldürüleceksin.”

O sözlerini söylüyorlardı, demek istemiştir. Ref ile okuyanların kıraatine göre de takdir: “Onun demesi de O’nun nezdindedir.” Yahut: “Onun dedik­leri işitilir.” Yahut “Ve o bu sözü söyler” şeklindedir.

ez-Zemahşerî dedi ki: Onların yaptıkları bu açıklamalar mana itibariyle güç­lü olmamakla birlikte, matuf ile matufu’n-aleyh’in arası itiraz (ara cümleci­ği) olması elverişli olmayan ifadelerle ayrılmasını, ve lafız düzeninin de tu­tarsızlığını gerektirmektedir. Bundan daha güçlü ve daha uygunu ise, cer ve nasb halinin kasem harfinin takdiri ya da hazfedilmesine göre olmasıdır. Ref ile gelmesi de Arapların: “Allah’a yemin ederim, Allah’ın emaneti hakkı için, Allah’a yemin olsun, ömrüm hakkı için” şeklin­deki sözlerine binaen olur. Bu durumda: “Muhakkak ki onlar iman etmeyen bir topluluktur” buyruğu da kasemin cevabı olur. Sanki onun; ya Rabbi, de­mesine yemin; ederim yahut onun ya Rabbi demesi hakkı için muhakkak bun­lar iman etmeyen bir topluluktur, demiş gibidir.

İbnu’l-Enbarî de dedi ki: Arapçada: “Onun… demesi” lafzının; “Muhakkak ki onlar iman etmeyen bir topluluktur” buyruğu ile ref edilme­si suretiyle merfu’ gelmesi de mümkündür.

el-Mehdevî dedi ki: Ya da ifade: “Onun dediği ya Rabbi sö­zü…” şeklinde de olabilir. Bunların haber olan ikincisi hazfedilmiştir. “Ya Rab­bi” lafzında gizli haber ile nasb konumundadır. Bu ise, mevsulün sılasının bir bölümü hazfedilip diğer bölümü kaldığından dolayı olmayacak bir şey de­ğildir. Çünkü sözün bir bölümü çokça hazfedildiğinden zikredilmiş konumu­na gelir.

“Onun… demesi” lafzındaki zamir İsa’ya aittir. Muhammed (sav)’a ait ol­duğu da söylenmiştir. Çünkü daha önceden kendisinden: “De ki: Rahman’ın bir evladı olsaydı…” (ez-Zuhruf, 43/81) buyruğunda kendisinden sözedilmiş bulunmaktadır.

Ebu Kilabe: ” Ya Rabbi” buyruğunda be harfini üstün okumuştur.

“Deme”; gibi mastardır. Hadiste geçen: “…denildi ve dediyi yasakladı” buyruğunda da bu şekildedir.

Ayrıca: “Ben bir söz söyledim” diye de kullanılır. en-Ni-sa Sûresi’nde de: “Allah’tan daha doğru sözlü kim olabi­lir?” (en-Nisa, 4/122) diye buyurulmuştur. [125]

  1. Artık sen de onlardan yüz çevir ve: “Selam” de. Yakında bilecekler.

Katade dedi ki: Önce onlardan yüz çevirilmesini emretti, sonra da onlar­la savaşılmasını emretti. Böylelikle yüz çevirmek kılıç ile neshedilmiş oldu. Benzer bir açıklama da İbn Abbas’tan nakledilmiştir. O dedi ki: “Artık sen de onlardan yüz çevir.” Onlara iltifat etme. “Ve selam” yani maruf söz “de.” Yani sen Mekkeli müşriklere: “Yakında bileceksiniz” de. Sonra bu, et-Tevbe Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldü­rün” (et-Tevbe, 9/5) âyeti ile neshedildi.

Buyruğun nesh olmayıp muhkem olduğu da söylenmiştir.

Genel kıraat: “Yakında bilecekler” şeklinde “ye” ile yüce Allah tarafından peygamberine (kâfirleri) tehdit ile haber verilmesi suretinde okunmuştur. Ancak Nafî’ ve İbn Amir. Peygamber (sav)’ın müşriklere tehdi­dini söyleyerek hitab olmak üzere “te” ile Bileceksiniz” diye oku­muşlardır.

“Selam” lafzı da “aleykum” takdiri ile merfudur. Bunu el-Ferra demiştir. Buyruğun anlamı şudur: Durum şu ki: selam diyerek onlar ile vedalaşın. On­lara bu selamı bir tahiyye (selamlanma sözü) olarak değerlendirmemiştir. Bu açıklamayı en-Nekkaş nakletmıştır el-Habhab’ın rivayetine göre o bununla onlara nasıl selam vereceğim öğretmiş olmaktadır.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. (ez-Zuhruf Sûresi burada »ona ermektedir).

Kuran

Zuhruf Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.