Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 15°C
Açık
İstanbul
15°C
Açık
Paz 15°C
Pts 15°C
Sal 20°C
Çar 19°C

4. Bölüm – Fetvalar | Ebul Ala Mevdudi

4. Bölüm – Fetvalar | Ebul Ala Mevdudi

4. Bölüm – Fetvalar | Ebul Ala Mevdudi

Evlenmeden Önce Boşamak

Soru:

Benim evli olmayan bir dostum bir anlık öfke altında bir keresinde: “Eğer ben herhangi bir kadınla evlenirsem, onu üç talak (şart) ile boşuyorum” demişti. Şimdi o bu sözünden dolayı çok pişmandır ve evlenmek istemektedir. Alimler, ev­lendiği an kadın boşanmış olur demektedirler. Bu durumda onun evlenmek için gösterdiği bütün çabalar boşa kürek çek­mek kadar anlamsız bir iş olacaktır. Lütfen, bu belalı sıkıntı­dan bir çıkış yolu olup olmadığını bildiriniz.

Cevap:

Hanefilere göre; bu durumda olan bir adam hangi kadınla evlenmiş olursa olsun, o kadın boşanmış olacaktır. Fakat bü­tün fıkıhçılar ve bütün müctehidler aynı görüşte değillerdir. İmam Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel’in içtihadına göre, bo­şama hakkı evlenmeden önce değil; evlendikten sonra orta­ya çıkar. Bir kimsenin daha evlenmeden, ileride hangi ka­dınla evlenmiş olursa olsun onu boşadığmı söylemesi lüzum­suz, mânâsız ve geçersiz bir sözdür. Bu sözle herhangi bir hukukî hüküm ortaya çıkamaz. Bu görüş Hz. Ali, Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Cabir b. Abdillah, Hz. İbn Abbas ve Hz. Aişe’den de (r.a) nakledilmiştir. Bu görüşü, “Boşanma ancak evlendikten sonra olur” hadisi de des­teklemektedir. İmam Mâlik’in içtihadı ise şöyledir: “Eğer bir adam, belli bir kadım, belli bir sülaleyi veya belli bir kabi­lenin kadınlarını kastederek böyle bir söz söylerse, işte o za­man evlenince boşanma meydana gelir. Ama mutlak mânâda bütün kadmlar hakkında bu söz söylenirse, boşan­ma olmaz. Çünkü, birinci sözü söyleyen adam için o kadın ve o sülalenin kadınları dışındaki kadınlarla evlenebilme im­kanı mevcuttur. Fakat ikinci sözün söylenmiş olması duru­munda bir sünnetin terki kaçınılmaz olmaktadır. Bu da ken­disi için helal bir şeyi kendisine ebediyyen haram etmek demekir”

Bu konuda daha fazla araştırma yapmak isteyenler Tefhim’ul Kur’an adlı eserimizin Ahzab Suresi’nin 73. sayfada­ki tefsirine bakabilirler.[1]

Kâkül Ve Kafirlere Benzeme

Soru:

“Resâil ve Mesâil” isimli kitabmızda bir soruyu cevaplan­dırırken: “Frenk usulü saç bırakmak şer1 an yasaklanmış de­ğildir. Şeriatte yasak olan şey kâkül bırakmak veya şekil ve biçimde kafirlere benzemektir. Frenk usulü saç bırakmanın bunlara benzer bir yanı yoktur” diyorsunuz. O soruyu cevap­landırırken yazdıklarınız çok kısadır ve hiç bir delile dayan­mamaktadır. Kendinize göre bir kâkül tarifi yapıyorsunuz, ama bu tarifi yaparken ne hadisten, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan herhangi bir nakilde bulunmuyorsu­nuz. Hatta, Rasûlullah’ın (s.a) yaşadığı dönemde müslüman olmayanların bir kısım kıyafetlerinin benimsendiğini de zikretmişsiniz, ama bu noktada da kaynağa atıfta bulunmamış­sınız. Konunun iyice anlaşılması için Tercüman’ul Kur’an isimli derginizde gerekli delilleri göstermeniz, ilgili kaynak­ları belirtmeniz yararlı olacaktır.

Açıklamalarınızdan Frenk usulü saç bırakmanın haram olmadığı kanaatini taşıdığınız; bununla birlikte, ondan pek de hoşlanmadığınız anlaşılıyor.

Müslümanlarca kerih görülen bir usûl veya biçim -ha-ramlık derecesinde olmasa bile- fiili bir uygulama ile engel­lenemez mi?

Cevap:

Herhangi bir şeyin şer’an caiz olmadığını söyleyebilmek için şu iki şeyden birinin onda mutlaka bulunması gerekir: O şeyin caiz olmadığına dair hüküm, ya şeriat sahibi Allah’ın Kitabında olmalı; ya da O’nun gönderdiği buyrukların ışığı altında, o şeyin caiz olmayıp, haram olduğuna karar verilmiş bulunmalıdır. Eğer bu iki şeyden hiçbiri yoksa o taktirde

böyle bir şeye caiz değildir denemez. Velev ki o şey birilerinin veya bir zümrenin keyfine ve mizacına uygun düşmemiş ol­sun. Bu temel kaide ve ana prensip doğrultusunda Frenk usulü saç bırakmanın şeriattaki yeri incelenecek olursa gö­rülür ki, yukarıda zikredilen haram kılınma sebeplerin,den hiçbiri burada bulunmamaktadır. Saç traşınm nass ile ya­saklanan şekli kâkül (başın yan ve arka kısımlarının kesile­rek, ön ve tepe kısımlarının bırakılması) biçiminde olanıdır. Fıkıh ve hadis imamlarının açıkladığı kâkül tarifi şöyledir:

Çocukların başlarındaki saçların bir bölümünün kesi­lip bir bölümünün bırakılmasıdır. [2]

Çocukların başlarının sadece alnın üzerinde ve başın iki yanında saç kalacak şekilde traş edilmesidir, (ikinci kez so­rulması üzerine daha geniş bir açıklama yapılmış)… Kâkül alnın üst kısmında bulunan saçların bırakılması suretiyle başın geri kalan kısmının traş edilmesidir. Aynı şekilde, ba­şın şu şu kısımlarının bırakılması suretiyle diğer kısımları­nın traş edilmesidir” denmiştir.[3]

Ebu Davud, bu açıklamanın bizzat Rasûlullah’m (s.a) buyruklarına dayandığını rivayet etmektedir. Onun rivaye­tine göre İbn Ömer şöyle diyor: “Rasûlullah (s.a) bir çocuk gördü. Çocuğun başının bir bölümü traş edilmiş, bir bölümü de olduğu gibi bırakılmıştı. Rasûlullah (s.a) bunu yasakladı ve şöyle buyurdu:

“Ya hepsini traş ediniz, ya da hepsini bırakınız.” Bu hadisle ortaya çıkan kesin sonuç şudur: Şeriatta ta­mamen yasak olan şey; birazını kesip, birazını da bırakmak­tır. Son günlerde moda haline gelen Frenk usulü saç bırakmanın buna benzer bir yanı yoktur.

“Şeriat sahibi Allah Teâlâ’nm temel buyruklarından ha­reket ederek bu mesele iyice incelenmeli ve kıyas yoluyla bu şekilde traş olmanın caiz değil, haram olduğu açıklanmalı” şeklindeki yaklaşıma gelince: Temel prensip kâfirlere ben­zememektir. Bu konunun temel prensiple mukayese edile­bilmesi için “benzemek”ten neyin kastedildiğine bakmak ge­rekir. Acaba “benzemek”ten kasıt, biçim ve görünüş bakı­mından tam ve genel bir benzeme midir, yoksa kısmî bir ben­zeme de buna dahil midir? Hadis-i şerif gözden geçirildiği za­man Rasûlullah’m (s.a) müslüman olmayan milletlere ait herhangi bir şeyi alıp, kendi toplumuna katmayı caiz olarak kabul ettiği görülecektir. Meselâ: Şalvar İranlılara mahsus bir giyim tarzıydı. Araplara gelince “seravü” adını almış, Peygamber Efendimiz de onu yalnız caiz görmekle kalma­mış, kendisi de giymişti. İbn Abbas’m (r.a) Buhârî’de yer alan rivayeti şöyledir: “Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu:

“Her kim uzun etekli elbise bulamazsa şalvar giysin.” Gü­venilir kaynaklardan belirlendiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) kendisi de şalvar satın almıştı. Kendi zamanında kendi­sinin izniyle müslümanlar onu giyiniyorduk [4] Rasûlullah (s.a) bornoz kullanmayı da caiz görmüş, hatta bir sahabeye bornoz da hediye etmişti. Birinci hicrî asrın kurraları arasın­da bornoz kullanmak yaygın bir gelenekti. Kurralar arasın­da yaygın olan bu bornozlar hristiyan rahiplerin başlarına geçirdikleri başlıklı bir kıyafetti. Bu sebeple selef uleması bornoz kullanmayı mekruh kabul etmişlerdi. Fakat İmam Mâlik (rh.a) onların bu düşüncesini kesinlikle reddetti.[5]

Rasûlullah (s.a) değişik zamanlarda mülüman olmayan milletlerden elde edilen pardesüleri de kullanmıştır. Rasûlullah’m (s.a) Şam cübbesi (pardesü), Bizans ve Kisravânî pardesü giydiği sahih hadislerle rivayet edilmek­tedir. Halbuki Şam pardesüsü yahudilere mahsus bir giyim tarzıydı. Bizans pardesüsü de Romen katolik hristiyanları-na ait bir kıyafetti. Kisravânî pardesü ise İranlılara ait bir modeldi. Kendisinde bir haramhk bulunmaması şartıyla, gayr-i müslimlere ait herhangi bir unsurun alınıp topluma yerleştirilmesinin kâfirlere benzemek anlamına gelmecuği bu rivayetlerden kesinlikle ortaya çıkmaktadır. Bir müslü-manın kafire benzemesi demek; onun bütünüyle müslüman olmayan milletlerin kılığına bürünmesi, kendisini önceden tanımayan birinin onunla karşılaştığında kendisinin müs­lüman olduğunu anlayamayacağı bir kalıba girmesi demek­tir. Genel görüntüsünü müslümanların kendisiyle bilindiği şekle sokan herhangi bir kimsenin saçını Frenk usulü traş ettirdi diye kâfirlere benzemekle itham edilmesi son derece yanlış bir suçlamadır. Bunun yeterince anlaşıldığını ümit ediyorum.

Benim duygu ve hissiyatıma göre de bu tür saç bırakmak hoş bir davranış değildir ve ağınma gitmektedir. Bunun için de o tarz traştan vazgeçtim. Ama şunu iyice kafaya yerleştir­melidir ki; helal-haram sınırı ile, islâm duygu ve düşüncesi­nin gelişmesiyle ortaya çıkan zevk ve heyecan ayrı ayrı şey­lerdir. Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir. İslâm’ı bir devlet düzeninde, ancak helal ve haram sınırları gözetil­mek suretiyle bir düzenleme yapılabilir ve ancak bu ölçüler içerisinde uygulamaya gidilebilir. İslâm düşüncesinin geliş­mesiyle bizde meydana gelen hissiyata gelince: Bütün müs­lümanların aynı zevk ve heyecanı taşımaları şart olmadığı gibi, gerekli de değildir. Üstelik böyle bir şey gerçekleşmiş bi­le olsa, bizim ona şeriat adını verme salâhiyetimiz yoktur. Çünkü şeriat sadece Kitap ve Sünnet’te nassları (delilleri) bulunan emir ve hükümlerin adıdır.

Nasslara dayanmayan ictihad ve kanaatlerimizi yaygın­laştırmada eğitim-Öğretimden istifade edebiliriz, ama onlarla hüküm veremeyiz.[6]

Boşanan Kadının Tekrar Evlenmesi İçin Bekleme Süresi

Soru:

Tefhim’ul Kur’an adlı tefsirinizin birinci cildinin 176. sayfasında, Bakara Sûresi’nin tefsirini yaparken şöyle yaz­mışsınız: “Herhangi bir kadının nikahını kocasından alarak boşanma isteğinde bulunması durumunda o kadının iddeti (tekrar evlenebilmek için bekleme süresi) sadece bir hayız hali (aybaşı olma hali) kadardır. Aslında bu kesinlikle iddet değildir. Bilakis bu hüküm, sadece rahmin temizlenmesi için verilmiştir.”

Şimdi sorulup öğrenilmesi gereken şey sizin bu meseleye ait delil, senet vs.yi yazmamış olmanızdır. Halbuki bu sözü­nüz ayetten anlaşılan mânâya, araştırıcıların görüşlerine ve Rasûlullah’ın (s.a) buyruğuna da ters düşmektedir.

  1. Abdurrazzâk, el-Feth adlı eserde merfu olarak rivayet „ ediyor:

“Kadının, kocasından kendisini boşamasını istemesi (hul) bir boşamadır.”

  1. Dârekutnî ve Ibn Adiyy de şöyle rivayet etmişlerdir:

“Rasûlullah (s.a) “hul”u bir boşama saymıştır.

  1. Mâlik de İbn Ömer’den rivayet etmiştir ki:

“Nikâhını kocasından satın alan bir kadının iddeti, {bekleme süresi), kocası tarafından boşanmış kadının iddetiyle aynıdır.”

“Onun iddeti bir hayız görmesinden ibarettir” şeklindeki rivayet yalnız Ebu Davud’un rivayetidir. Bu rivayette ravilerin yaptığı bir değişiklik söz konusudur. Üstelik nasst da aykırı düşmektedir. Çünkü nassta:

“Boşanmış kadınlar, üç kur kendilerini gözetlerler. [7]Duyurulmuştur.

Lütfen, nassları kendi düşünce ve kanaatlerinizin fevkin­de tutarak, muhaddislerin görüş ve kanaatlerini de dikkate alarak, bu konuyu zikredilen hadislerin ışığı altında bir kere’ daha bütün yönleri ile inceleyip, güvenilir kaynaklardan de­lillerini gösteriniz ki, bir daha tereddüde mahal olmasın.

Cevap:

Nikâhını kocasından satın alarak boşanan bir kadının id­deti (bekleme süresi) hakkında farklı görüşler ileri sürül­müştür. Fıkıh bilginlerinden büyük bir topluluk nikahını kocasından satın alarak boşanan kadınla, kocası tarafından boşanmış kadının iddetinin aynı olduğu kanaatindedir. Bu­nunla birlikte, küçümsenmeyecek sayıdaki bir grup fıkıh âlimi de nikahım kocasından satın alarak boşanan kadının iddetinin bir hayız (ay başı) müddeti olduğu fikrini benimse­miştir. Nesâi ve Tâberânî, Rabi’ binti Muavviz’den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir;

(Rasûlullah (s.a), Sabit b. Kays’ın karısının kocasından ayrılması meselesinde) ona bir hayız süresi bekledikten son­ra evleneceği kimseye gitmesini emretti.”

Ebu Davud ve Tirmizl de ise İbn Abbas’ın (r.a) şu rivaye ti nakledilmektedir; “Rasûlullah (s.a) Sabit b. Kays’ın işte o karısına Bir hayız süresi beklersin’ emrini verdi.”

Bu konuyla ilgili olarak, Tirmizl, Nesâi ve İbn Mâce’de, Rabi’ binti Muavvizin bir başka rivayeti daha nakledilmek­tedir. İbn Ebi Şeybe ise ibn Ömer’e atfen Hz. Osman’ın bu ko­nuyla ilgili bir kararını naklederek, şunları yazmıştır: “İbn Ömer, kocasından kendi isteğiyle boşanan kadının üç hayız (adet görme) müddeti beklemesi gerekir şeklindeki fetvasını vermeye başladı, ibn Ebi Şeybe de İbn Abbas’m: “Onun idde-ti bir hayız müddetidir” şeklindeki fetvasını nakletmiştir.” ibn Mâce, Rabi binti Muavviz b. Afrâ’ya atfen Hz. Osman’ın yukarıda zikredilen kararma ait naklettiği rivayette Hz. Os­man’ın şöyle söylediğini de rivayet etmektedir:

“Bu konuda o, sadece Rasûlullah’m (s.a) hüküm ve kara­rına uymuştur.”

Konunun dayandırıldığı kaynaklardan tatmin olacağını­zı ve artık içinizin rahat edeceğini ümit ediyorum.[8]

İngilizce İle Namaz Kılınması

Soru:

Bir yıl kadar önce askerlikle ilgili bir görev için bulundu­ğum Somali’de İslâm ile müşerref olmuş 21 yaşında müslü-man bir İngilizim. İslâm’ın resmi dili hakkında bir soru sor­mak istiyorum. Hristiyan olduğum dönemlerde ibadetlerimi yerine getirirken ana dilimiz olan İngilizce’yi kullanıyor­dum. İncil’i de İngilizcesinden okuyordum. Fakat şimdi İslâm’ı seçtim, müslüman oldum. Bu durumda, namaz kılar­ken surelerin Arapçalarını okumam gerektiği gibi, Kur’an-ı Kerim’i de Arapça aslından okumam gerekiyor. Arapça her ne kadar zengin ve güzel bir dil ise de onu anlayamadığım için gerek namaz kılarken; gerekse namaz dışında, Kur’an-ı Kerimi Arapça aslından okumak zorunda olmam beni iba­det zevkinden mahrum bırakıyor.

Eğer bu konuda bana yol gösterir, “İngilizce ile namaz kı­labilir miyim?” soruma olumlu bir cevap verirseniz, size son derece minnettar kalacağım. Bu konuda gönül rahatlığı elde etmek için bu mesele üzerinde görüş belirten eski İslâm müctehidlerinin adlarını da lütfen bildiriniz.

Bu mesele her ne kadar benim şahsî bir sorunummuş gibi görünüyorsa da Avrupa’daki birçok gayr-i müslim’in sırf bu mesele yüzünden İslâm’a girmekten kaçındıklarını rahat­lıkla söyleyebilirim. Londra’da yaşayan bir kısım dostlarım bu konuda size başvurmamı salık verdiler.

Cevap:

Bütün bir kalbimle söylüyorum ki, İslâm’ı seçmiş olmanı­za gerçekten sevindim. Bir kardeşimizi hidayet nuru ile şe­reflendirdiği için Allah’a şükrediyor ve O’na hak dinde daha çok hidayet nasib etmesi ve istikamet lütfetmesi için dua edi­yorum. Dinin hükümlerini, emirlerini, meselelerini anlama­nızda size elimden geldiği ölçüde yardım etmeye her zaman hazırım. Bunu büyük bir memnuniyetle yaparım. Ne zaman isterseniz, benim hizmetlerimden faydalanabilirsiniz.

Namaz kılarken hangi dilin kullanılabileceği şeklindeki sorunuzun cevabı şöyledir: Namaz ibadetinin en önemli yanı Kur’an-ı Kerim okumak olduğundan namaz sadece Arapça ile küınabilir. Çünkü Kuran-ı Kerim Arapça ile indirilmiş­tir. Tercümesi ne kadar doğru olursa olsun, her şeye rağmen o Kur’an’m kendisi değildir. Herhangi bir Kur’an tercümesi­ne bu Allah’ın kelamı, Allah’ın buyruğudur da denilemez. Tercüme sadece Allah kelamının beşerî zaaflarla dolu bir açıklamasıdır. Namazda Kur’an dışında okuduğumuz ne varsa dua vs. onların tamamı Rasûlullah (s.a) tarafından konulmuş şeylerdir.

Bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a) hangi kelimelerle öğ­retmişse, o kelimelerle namaz kılınmalıdır. Bunlar başka bir dilin kelimeleri ile okunacak olursa, herşeyden evvel o dilin kelimelerinin Rasûlullah’ın ifadesindeki kelimelerin an­lamlarını karşılamayacağı, orada kastedilen mânâyı tam olarak ihata edemeyeceği açıktır. Belli ölçüde karşılasa bile, tercüme edîlen dildeki kelimeler Hz. Peygamber’in (s.a) bil­dirmiş olduğu kelimelerin yerini kesinlikle tutamaz. Gelmiş geçmiş bütün İslâm fıkıhçılarınm namazın Arapça ile kılın­ması gerektiğinde görüş birliği içinde olmalarının sebebi bu­dur. İslâm alimlerinin ittifakla benimsedikleri görüşe göre ne tercüme kelimeler Kur’an-ı Kerim’in asıl kelimelerinin yerine okunabilir, ne de Hz. Peygamber’in (s.a) bildirdiği kelimeler başka kelimelerle değiştirilebilir.

Ana dili Arapça olmayan bir kimse müslüman olur olmaz Kur’an-ı Kerim’i ve namazda okunan diğer duaları Arapça asıllanyla okuyamayacağına göre, ne yapmalıdır? Bu konu­da bir takım ihtilaflar olmuş, farklı görüşler ileri sürülmüş­tür.

İmam Ebu Hanifenin (rh.a) iki büyük talebesi olan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in (rh.a) kanaatlerine göre, böyle bir kimse kendi dilindeki tercümesini okuyabilir. Ama süratle sure ve duaları Arapça asıllarından okuyarak namaz kılabilmeye muktedir olmaya çalışmalıdır. İmam Azam Ebu Hanife başlangıçta Arapça konuşmaya gücü yeten kimsele­rin bile Arapça’nın dışında bir dille namaz kılmalarının caiz olduğu kanaatinde idi. Ama o daha sonra bu kanaatinden dö­nerek talebeleri İmam Ebu Yusuf la, İmam Muhammed’in görüşlerini tercih etmiştir. İmam Şafiî’nin bu konudaki kanaati ise şu şekildedir: Şartlar ne olursa olsun, Arapça’dan başka bir dille namaz kılınamaz. Arapça’yı konuşamayan, söyleyemeyen kimse namazda “sübhanallah,” “elhamdülil­lah” gibi kısa kelimeleri okumaya devam etmelidir. Ve en kı­sa zamanda Arapça’yla namaz kılma yeteneğini elde etmek için uğraşmalıdır. Bu meseleyi genişçe incelemek isterseniz, Bidâye nin meşhur şerhi Feth’ul Kadir, cild I, sayfa 199-201’e, İmam Serahsi’nin el-Mebsut’unun I. cild, 37. sayfası­na ve Pezdevi’nin Keş ful Esrarının 25. sayfasına bakabilir­siniz.

İnsanın anlamadığı bir dilde namaz kılması ve kelimele­rini sadece ezberden diliyle söylemekle yetinmesi ilk bakışta insana biraz tuhaf geliyor ve anormal bir şeymiş hissi veri­yor, ama derinlemesine düşünülecek olursa hiç de öyle olma­dığı, bilakis çok büyük hikmet ve faydalarının olduğu görüle­cektir.

Herhangi bir dinin şekil ve mânâda aslî hüviyetini devam ettirebilmesi için, o dinin talimatlarının kendi kavram ve ıs­tılahları ile sunulması icabeder. Bir dilin bir başka dile ter­cüme edilmesiyle elde edilen sonuç hiçbir zaman o dilin ken­di yerini tutmaz. Çünkü, bir dilden diğer bir dile tercüme ya­pılırken, kelimelerin değişmesiyle birlikte, kelimelerin yük­lendiği duygu ve anlam yoğunluğu da değişir. Dildeki ince­likler kaybolur. Her mütercim kendi yetenek ve kabiliyeti öl­çüsünde tercüme yaptığı için, iki ayn mütercimin yaptığı tercüme hiçbir zaman birbirinin aynı olmaz ve biri diğerinin yerini tutmaz. Biz bunu günlük hayatımızda her an yaşa­maktayız. Alelade insanların eserleri bile bir başka dile bü­tünüyle aktarılamazken, nasıl olur da Allah’ın kelamı ve Rasûlullah’ın (s.a) buyrukları bütün ruhu ve manevi derinli-ğiyle bir başka dile aktarılabilir? Ve nasıl olur da bu tercü­melerin Kur’an’m ve Rasûlullah’ın buyruklarının yerini tu­tacağı söylenebilir? Dünyadaki bütün dinlerin aslından sap-malarmdaki en Önemli etken, o dinlerin temel kitaplarının ilk geldikleri ana dillerinde korunamamaları ve ona bağlı olanların tek tutanaklarının, kendi aralarında uyumu olma­yan ve sürekli düzeltmeler yapılan değişik dillerdeki tercü­meler olmasıdır.

İslâm’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Rasûlullah’m (s.a) bütün buyrukları, onların ifade buyurdukları aslî keli­meleriyle korunmuştur. Bu durum müslümanlar için büyük bir lütuf olduğu kadar, büyük bir mutluluktur da. Müslü­manlar olarak bu büyük nimetin kıymetini takdir edemez ve Allah’ın bu büyük lütfundan yeterince istifade edip, onu ko­ruyamazsak, hem büyük bir aptallık etmiş ve hem de dinimi­zin kaynaklarının tercümelere dayanması yolunu açmış olu­ruz. Bizi Kur’an-ı Kerime ve Rasûlullah’m (s.a)öğretilerine bağlı kılan en büyük güç, her gün beş vakitte kıldığımız na­mazdır.

Eğer namazda okunan dili değiştirecek olursak, dinimi­zin asıl kaynağı ile olan bağımızı korumamız gerçekten zor­laşacak, hatta imkânsız olacaktır. Herhangi bir dinin olduğu gibi muhafaza edilebilmesi için o dinle emredilmiş olan iba­det biçimlerinin olduğu gibi muhafaza edilmesi, en ufak bir değişikliğe uğratılmaması ve insanların kendi arzularına göre onlarda değişiklikler yapma serbestliğine sahip olma­maları gerekir. Dinin en önemli bölümü onun ibadetleridir. Onlara olduğu gibi uymak, saygı duymak ve sürekli uygla-makla dinin geri kalan Öğretileri uygulama gücü kazanacak­tır. İbadetleri insanlar nazarında değerli kılan şey, ibadet­lerde var olan her söz ve hareketin ve her türlü davranış biçi­minin bizzat Allah Teâlâ tarafından belirlenmiş olduğuna tereddütsüz iman etmiş olmalarıdır. Gerek şekli ve gerekse okunan şeyler hususunda değişiklikler yapılarak insanların arzu ve heveslerine göre bir takını düzenlemelere gidilecek olursa, insanlar inançlarını ve ibadetlere olan saygılarını yi­tireceklerdir. Bu inancın yitirilmesi ve bu saygının ortadan kalkması dinin tamamıyla yozlaşması sonucunu getirecek ve artık insanlar dinin hükümlerine uyup uymamakta ken­dilerini serbest hissedeceklerdir.

Üçüncü bir Önemli husus da şudur: Yeryüzünün değişik bölgelerinde yaşayan ve farklı dilleri konuşan insanların ezan ve namazda aynı dili kullanıyor olmaları, onları tek bir millet yapmakta ve onlar arasındaki evrensel kardeşlik duy­gularını pekiştiren, aralarındaki dayanışma ve birliği artı­ran bir güç oluşturmaktadır.

Yeryüzünün hangi köşesine giderseniz gidiniz, ezan sesi­ni işitir işitmez, orada kendi milletinizden bir kişinin veya bir grubun bulunduğunu ve o sesin sizi namaza çağırdığını hissedeceksiniz. Namaz kılmak için gittiğiniz her yerde, ta­nıdık, bildik bir ses duyacaksınız. İster Londra’da olun; ister Nijerya’da, ister Endonezya’da olun; isterseniz Türkiye’de, değişen bir şey olmayacak, yanında bulunduğunuz müslü-manlarm dilinden tek bir kelime olsun anlamasanız bile, na­maz kılarken ne siz onlara yabancılık çekeceksiniz, ne de on­lar size. Ama bu yapılmaz, her millet ezanı kendi diliyle oku­maya, namazı kendi diliyle kılmaya kalkışırsa, o zaman bu evrensel kardeşlik yok olacak, dünyayı kuşatan beraberlik küçük küçük parçalara bölünecektir.

Sadece Pakistan ve Hindistan yarımadasında üç yüzü aş­kın dil kullanılmaktadır. Herkes kendi diliyle ezan okuya­cak ve herkes kendi dilini kullanarak namaz kılacak olursa, sadece bu bölgede yaşayan müslüman toplum üç yüzden faz­la parçaya bölünecektir. Bulunduğu bölgeden dışarı çıkan bir müslüman ne ezam tanıyabilecektir ve ne de diğer müs-lümanlarla birlik olup cemaat halinde namaz kılabilecektir. Bu durum yalnız Pakistan, Hindistan müslümanları için de­ğil, dünyanın diğer bölgelerinde yaşayan müslümanlar için de geçerlidir. Hac zamanı bir araya gelen müslümanlarm durumu da Babü Kulesini andıracaktır. Herkesin kendi dili ile ezan okuyup, namaz kılmasını istemek; hristiyanlar ara­sındaki Kilisenin millileşmesi (Nationalisation of the Church) gibi bir istekte bulunmak anlamına gelecektir ki, bu anlayış hristiyan dünyasındaki çekişme ve düşmanlıkların başlıca sebebi olmuştur.

Renk ve ırk kavgaları, milliyet ve dil sürtüşmeleri yüzün­den birbirine düşmüş, kamplara ayrılmış insanlık için ev­rensel bir kardeşlik tesis eden İslâm’ın bu büyük nimetini anlamıyor musunuz? Müslümanlar birbirlerini her yerde Arapça ezan, Arapça namaz, Arapça kelime-i tevhid ve ben­zeri bir takım ıstılahlarla tanımakta ve bu sayede birbirle­riyle ezeli dostlar gibi kucaklaşmakta, kaynaşmaktadırlar.

Okuduklarımızı anlayarak namaz kılmanın gerekliliği­ne gelince: Bu şekilde namaz kılmanın insan ruhunda meydana getirdiği değişikliği inkâr etmek mümkün değildir. Bu gerekliliğin yerine getirilmesi için yukarıda anlatmaya ça­lıştığım büyük tehlikeyi göze almak gerekmez. Böyle bir teh­likeye düşmeden de bu ihtiyaç karşılanabilir. Bir kaç sureyi ezbere bilmek namaz kılabilmek için yeterlidir. Namaz kı­larken Kur1 an dışında okuduklarımızın tamamı da birkaç parçadan ibarettir. Onları ezberlerken anlamlarını da ko­layca hafızalarımıza yerleştirebiliriz. Böylece sizin -haklı olarak- manevî haz ve ruhanî etki diye tabir ettiğiniz gerekli­lik de yerine getirilmiş olur.[9]

Vaktinde Eda Edilemeyen Farzların Kazası

Soru:

  1. Hocaefendinin biri bir yerde şöyle yazıyor: “Kaza na­mazlarını en kısa zamanda kılmak gerekir… Farz sorumlu­luğu devam ettiği sürece hiçbir nafile namaz kabul edilmez.”

Aklî açıdan bu prensibe delil getirmeye ihtiyaç yoktur. Fakat şeriat için kendi prensiblerini, insanların akıl yürütmeleri üzerine kurması gibi bir zorunluluk söz konusu ola­maz. Burada yaşayan müslümanların çoğu daha önceki ha­yatlarını az ya da çok cahiliye hayatı ile geçirmiş insanlardır. Onlar, cahiliye dönemlerinde namaz, oruç gibi endişelerden uzak yaşamışlardır. Bunun içindir ki, bu bölgede üzerinde namaz borcu bulunmayan insan enderdir.

Şimdi bu meseleyle ilgili olarak aşağıdaki sorunlarla kar­şı kar siyayız:

Gerçekten, herhangi bir farz namazı kılmadığımız için devam eden sorumluluğumuz nedeniyle, bu sorumluluk de­vam ettiği sürece (beş vakitte kıldığımız sünnet namazlar da dahil olmak üzere) kıldığımız nafile namazlardan hiçbiri ka­bul edilmez mi?

Namaz borcu bulunan kimseler, bu borçları duruyor ol­makla beraber, her farz namazla birlikte sünnetleri ve nafileleri de kılmaktadırlar. Onların kılmakta oldukları bu sünnet ve nâfîle namazların durumu nedir? Onlar tamamen geçersiz mi sayılacaklar yoksa kazaya kalan namazların ye­rine mi geçecekler?

Bu prensir sadece namazla sınırlı olmayan ve her şeyi içi­ne alan temel bir prensip ise, aynı durum oruç ve diğer farz­lar için de geçerli midir?

Bilhassa zekatla ilgili açıklamalarınızı istirham ediyo­rum. Hiç zekat vermedği halde, nafile sadakalar veren, çeşit­li hayırlarda bulunan pek çok insan var. Örneğin; bu insan­lar zaman zaman fakirlere yemek dağıtıyor, herhangi bir ha-yıra nakdî yardımda bulunuyor, dilencilere sadaka veriyor, ama farz olan zekatı vermiyor. Tıpkı bunun gibi, öşrünü ver­meyen pek çok toprak sahibi ve çiftçi de “mahsul zamanı di­lencilere, az da olsa, mahsulünden veriyor. Ayrıca onların ai­leleri de yıl içerisinde muhtaçlara tahıl ve un yardımında bu­lunuyor. Fakat onlar bunu yaparken ne öşür için ve ne de ze­kat için herhangi bir niyette bulunmuş değillerdir. Zaten on­lar, ne kadar öşür veya zekat verecekleri konusunda bir he­sap da yapmış değildirler. Bu şekilde yapılan harcamaların şeriatteki yeri nedir? Gerek kendileri ve gerekse aileleri ta­rafından yapılan bu yardımlar büsbütün boşa mı gidecektir, yoksa öşür veya zekat yerine mi geçecektir?

“Farz borcu bulunan ve bu sorumluluğu devam eden kim­senin nafile hiçbir ibadetinin kabul edilmeyeceği” prensibi­ne delil olarak Allah Teâlâ’nm şu buyruğunu gösteriyorlar:

“Güzel söz O’na çıkar, iyi amel onu yükseltir. [10] Ayetin bu konuda delil olarak ileri sürülmesi ne dereceye ka­dar doğrudur? Ayette geçen iyi amel”m farz­lar, güzel söz “ün nafile ibadetler demek olduğunu bildiren herhangi bir sahih hadis mevcut mudur?

Cevap:

Sorularınızın tamamı, gerçekte doğru olan bir meselenin yanlış bir tarzda ortaya konulmuş olmasından kaynaklan­maktadır. Herhangi bir amelin kabul edilip edilmemesi in­sanların elinde ve iradesinde değil, Alemlerin Rabbi olan Al­lah’ın elinde ve iradesindedir. Herhangi bir kimse, üzerinde farz borcu ve sorumluluğu bulunduğu halde farzları kaza et­mekle beraber, ihlas ve samimiyeti sebebiyle, sünnetleri ve nafileleri de yerine getiriyorsa, Allah Teâlâ’nın onun bu sa­mimiyetini reddetmesi için hiçbir sebep yoktur. Ve eğer üze­rine kazası düşen farzı bir tarafa atıp da bu işi yaparsa, onun bu kıldıklarının Allah katında kubul olması ümidi yoktur. Çünkü, farzı kaza etmek borç mesabesindedir. Borcu ödeme­ye yanaşmayıp, hayır- hasenat yapmanın hiçbir anlamı yok­tur.

Şüphesiz, bazı insanlar hayatlarının bir bölümünü cahili karanlıklar içerisinde geçirmiş ve o dönemde sayısız namaz­ları terketmiş olabilir. Onların, kazaya kalmış namazları kı­larken sünnetleri ve nafileleri de birlikte kılmaları onlar için güçlük teşkil edebilir. Bu güçlük sebebiyle, kaza namazları­nı da bırakabilecekleri endişesi vardır. Her farz namazı sün-netleriyle birlikte kılmak yerine; her vaktin farz namazla-rıyla birlikte kılman ne kadar sünnet namaz varsa, onları daha önce kazaya kalmış olan farz namazların kazası olarak kılmakta büyük kolaylık vardır. Kazaya kalmış namazların hepsinin bittiği kanaati kesin olarak hasıl oluncaya kadar böyle devam etmelidir. İnsan bu şekilde hiçbir zorluk çekme­den kolaylıkla farzların sorumluluğundan kurtulabilir.

Siz, kıldığınız namazların sayılıp, sayılmayacağı; geçerli olup olmayacağı hikayesini bir tarafa bırakınız. Artık mese­leyi öğrendiğinize göre, bundan sonra bütün sünnetleri, na­fileleri daha Önce terkettiğiniz farzlara niyet ederek kılmaya başlayınız. Kazaya kalmış oruçların durumu da tıpkı kazaya bırakılmış namazlar gibidir. Kim farz orucunu tutamamış da geçirmişse, o kimse nafile oruç yerine farza niyet ederek tutamadığı farz orucu neden kaza etmesin.

Aynı durum zekatta da vardır. Kendiniz bizzat düşünün ve karar verin: Üzerinde zekat borcu bulunan kimsenin bu zekatı ödemek yerine, şu veya bu şekilde hayır-hasenatta bulunması ne anlam ifade edebilir? Bu türden hayır ve hase­natta bulunmak hangi ölçüde doğru olabilir? Böyle davra­nan insan, yaptığı hayırları niçin zekatına niyetlenerek yap­masın? Şüphesiz, birşeyi geçersiz saymak veya onu kabul edip etmemek sadece Allah’a mahsustur. Fakat insanın ak­lına şöyle bir soru gelmektedir: Bir insan farz olan ibadetleri yapmazken, niçin nafile ibadetler yapsın? Allah Teâlâ’nın da farzları görmezlikten gelirken, nafile ile meşgul olan kimse­ler için aynı tavrı göstermesi pekâlâ mümkündür? Bu kimse, Allah Teâlâ’nın; ‘benim üzerine farz kıldığım ibadetleri yap­mazken, niçin kendi arzun istikametinde davrandm?’ şek­linde bir hitabına maruz kalacak olursa, nasıl bir karşılık verecektir?

Sizin kaynak gösterip atıfta bulunduğunuz ayetle ilgili olarak, Rasûlullah’ın (s.a) güzel söz kasdolunan nafile zikirler; iyi amelle kasdolunanlar da farzlardır buyurduğuna dair sahih bir hadise rast lamadım. Siz bunu, bu iddiayı ortaya atanların kendilerine sorunuz. Olabilir ki, onlar böyle bir hadisten haberdardırlar. İbn Abbas fr.

a) Güzel söz “den maksat Allah ‘ı zikret­mek ve “iyi amelden” maksat da “farzlardır”

Farzları yerine getiren kimsenin ameli, o kimsenin zikirleri­ni de Allah’a yükseltir. Fakat yalnız zikretmekle yetine rek, farzları eda etmeyen kimsenin zikirleri de Allah katında kabul görmez reddedilir” buyurmuştur. [11]

Soru:

  1. Tercüman’ul Kur’artın bundan Önceki sayısının “Resâil ve Mesâil” köşesinde bir soruyu cevaplandırırken terkedilmiş farz, diğer farz namazlar ve ibadetlerin kazası hakkında şöyle yazmıştınız:

“Onların kazasının en kolay yolu; farz namazlarla birlik­te kılman sünnet namazların, kaçırılan farzların kazasına niyet edilerek kılınmasıdır Bu şekilde insan kolaylıkla o farzın sorumluluğundan kurtulabilir.”

Aklımıza şöyle bir soru geliyor: Hayatının belli bir bölü­münü cahiliye içerisinde geçirmiş olan herkesin geçirdiği farzları bu şekilde kaza etmeleri gerçekten mümkün mü­dür? Bu soruyu sorarken, herhangi bir özür sebebiyle eda edemediği bir takım farzları kaza etmek isteyen kimsenin durumunun ne olacağını kasdetmiyoruz. Bizim sormak iste­diğimiz, ömrünün beş, on, yirmi, otuz yıl gibi uzunca bir za­manını cahili bir hayatla tüketen, gaflet ve isyan içerisinde geçiren bir kimsenin kasıtlı olarak terkettiği farzlar için ne yapması gerektiğidir. Artık o, bütün azim ve kararlılığı ile Önceki hayatından tevbe ederek gelecek hayatını şeriata uy­gun yaşamaya söz verir, şer’i farzları eksiksiz yaparsa, yine de önceki hayatının terkedilmiş farzlarını kaza etmesi gere­kecek midir? Tevbe etmesi geçmiş günahlarını telafi etmez mi? Eğer tevbe, geçmiş günahları yok etmiyorsa, tevbenin yararı ne olacak? Tevbe etmenin ne demek olduğu Meryem Sûresi’nin şu ayetiyle son derece açık ve net olarak ortaya çıkmaktadır:

“Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı zayi ettiler, şehvetlerine uydular. Bunlar da azgınlıklarının cezasına uğrayacaklardır. Ancak tevbe eden, inanan ve iyi iş yapanlar, onlar cennete girecekler ve hiç haksızlığa uğratılmayacaklardır.[12]

Sadece bu ayetle değil, Kur’an-ı Kerim’in diğer pek çok ayetleri ve Rasûlullah’m (s.a) hadisleriyle de bunun böyle ol­duğu ortaya çıkıyor. Rasulûllah (s.a) bir hadislerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Günahlarından tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş gibidir.”

Bu ayetler ve hadisler ışığında sizin sözlerinizi nasıl yo­rumlayalım, siz ne anlatmak istiyorsunuz?

Farzların kazası hakkında gösterdiğiniz çözüm yolunu uygulamaya çalışan kimsenin bir takım güçlüklerle karşıla-cağı ortadadır. Eğer sizin önerdiğiniz yol takip edilecek olur­sa, sünnetleri yerine getirmekten maksat, eda edilemeyen farzları sünnet ve nâfilerle telafi etmektir gibi bir sonuç orta­ya çıkacaktır. Bir insan sünnet ve nafile kılmaya vakit bula­mazsa, geçmişte eda edemediği farzları kazaya da vakit bu­lamamış olacak ve neticede bütün namazları eksik kılmış olacaktır. Aynı şey oruçlar, zekatlar ve diğerleri için de ge­çerlidir. Mükellef olduktan sonraki ömrünün yirmi-yirmi-beş yıl gibi uzunca bir devresini cahiliye üzere geçirmiş bir kimse sizin önerdiğiniz yolu takip ederek, farzları kaza et­meye kalksa, bunu ne tam olarak yerine getirebilecektir ve ne de yaptığından huzur duyacaktır. O kimsenin bunu yapa­bilmek için ne kadarlık bir ömrü kaldığını da ancak Allah bi­lir.

Kanaatimce bu mesele hemen her müslümanı doğrudan alâkadar etmektedir. Müslümanların bugünkü durumları nazar-ı dikkate alınacak olursa, yalnız sıradan insanların değil; tanınmış, dini bütün ailelerin çocuklarının da ameli açıdan birçok noksanlarının bulunduğu bir hakikattir. Çün­kü toplum dini hayatı yaşamaktan oldukça uzaktır. Böylesi bir durumda hayatını müslümanca tanzim etmek isteyen in­sanlar sizin önerinizle karşılaştıkları zaman ümitsizliğe dü­şebilirler. Lütfen bu konuya daha fazla açıklık getirerek bizi memnun ediniz.

Bu konuda ben doğrudan kendimi ilgilerinden bir soru sormak istiyorum. O mesele de şu: Eşim 1950 senesinde ve­rem oldu. Kendisi dini bütün bir ailenin çocuğu. Bu sebeple de küçüklüğünden beri hem namazını kılmış, hem de orucu­nu tutmuş. Yedi sene kadar bu hastalığın ızdırabı ile yaşadı. Iki-üç yıldır da iyileşmeye doğru gidiyor. Ramazan orucunu tutabilecek kadar zinde olduğuna inanıyor. Ben, onu oruç tutmaktan alıkoyarsam, Allah katmda sorumlu olur muyum diye endişe ediyorum. İzin verirsem bu üzücü hastalığın tek­rar nüksedeceği kesin. Şunun da bilinmesini istiyorum ki, kendisini ısrarla uyarmama rağmen, uzun ve sıcak yaz gün­lerinde hamile ve emzikli oluşuna aldırmaksızın oruç tutma­sı son derece zayıflamasına sebep olduğu için onun bu hasta­lığa yakalanmasının en önemli sebeplerindendir. Şimdi o şöyle diyor: Yaşadığım sürece oruç tutmak saadetinden mahrum kalacak olursam, Rabb’ime ne cevap vereceğim ve bu sorumluluktan nasıl kurtulacağım? Yoksula fidye ver­mek, hayat boyu tutulamayan oruçları telafi edebilir mi? Eğer erkek herhangi bir sebeple hanımı adına bir fakire iki öğün yemek yediremezse veya bir eksiklik veya kusur yapar­sa bundan sorumlu olacak mıdır? Bunları da açıklamanızı istirham ediyorum.

Cevap:

Birinci sorunuza kısaca şu cevap verilebilir: Önceleri ben de cahiliye devrinde kasden veya gafletle geçirilen namazla­rın bağışlanması için tevbenin yeterli olduğunu, onları kaza etmek gerekmediğini düşünüyordum. Ama inceleyip araş­tırdıktan sonra gördüm ki, herhangi bir kimse inkârı sebe­biyle değil de sırf cehalet ve gafletinden dolayı namazları ter-ketmişse, onun için yalnızca tevbe etmek yeterli değildir bu gibi kimselerin önceki namazlarını da kaza etmeleri gerekli­dir. Ibn Teymiyye, bu mesele üzerinde iyice araştırma yap­tıktan sonra şu temel kaideyi söylemiştir: Tevbe ile birlikte hem geçmişin telafisi ve hem de geleceğin ıslahı şarttır. Eğer telafi imkânı olmayan bir günah söz konusu ise, o durumda tevbe, pişmanlık ve yaptığından utanma yeterli olabilir. Fa­kat telafisi mümkün olan günâhlar için telafi yoluna gitmek yerine, yalnızca tevbe ile yetinmek kafi değildir. Meselâ; bi­rine karşı borçlu iseniz ve bu borcu aradan uzun bir süre geç­miş olmasına rağmen ödememişseniz, bunu bağışlatmak için yalnız özür dilemeniz yetmez. Özrünüzün kabul edilme­si için hem borcunuzu ödemeniz, hem de özür beyan etmeniz gerekir. “Eğer sizin önerdiğiniz yol takip edilecek olursa, sünnetleri yerine getirmekten maksat, eda edilemeyen farz­ları sünnet ve nafilelerle telafi etmek anlamına gelecektir”

şeklindeki meseleye gelince, buna şu şekilde cevap verilebi­lir: İnşaallah farzları kaza etmekle elde edilen sevap bu ku­surları giderecektir. İnsanın önceki günâhlarına pişman ola­rak onların telafisi için çalışması kendisi için bir sevap sebe­bi olacaktır. Onun ömrünün ne kadar olacağını hiç kimse bi­lemez. Ama Allah Teâlâ, insanın geçmişteki kusurlarım te­lafi için gayret göstermesini mutlaka değerlendirecektir. Borçlarının hepsini telafi etmeye vakit bulamadan kendisi için verilen ömür biter de ölürse, Allah Teâlâ’nın, o kimseyi gayreti sebebiyle bağışlaması ve geçmiş bütün günahlarım ve kusurlarını affetmesi ümit edilir.

Hanımınızın meselesi ile ilgili cevap da şöyledir: Eğer doktor oruç tutmak onun için tehlikelidir; Ölümüne sebep olabilir diye bir teşhiste bulunmuşsa, o oruç tutmamalı; Ra­mazan süresince bir fakiri doyurmalıdır. Onun hayatı senin için değerli ise, bu fedakârlığı bizzat kendin yapmalısın; ona bir fakiri doyuracak masrafın karşılığını vermelisin. Böyle yapmazsan, günahkar olmasan bile hanımının canmı tehli­keye atmış olursun.[13]

Doğum Kontrolü

Soru:

Bugünlerde aile plânlaması adı altmda doğum kontrolü benimsetilmeye çalışılmaktadır. Aile plânlamasına haklılık kazandırmak amacıyla yalnız ekonomik sebepler öne sürül-memekte, ayrıca dini açıdan da bir sakınca bulunmadığı yö­nünde deliller ortaya atılmaktadır. Hadis-i şeriflerde azl’e müsaade edilmiş olmasını doğum kontrolüne izin verildiği şeklinde yorumlamaktadırlar. Bununla da yetinilmemekte, erkekler devlet eliyle kısırlaştırmaktadır. Bir takım ilaç­larla erkeklerin menilerinde mevcut bulunan üreme vasıta­ları yok edilmektedir. Bu ilaçlar neslin üremesini önlemek­te, fakat cinsel yakınlıktan haz duymayı engellememekte­dir. Kimileri, bunda şer’î açıdan bir sakınca yoktur, çünkü ,burada ne çocuk düşürme ve ne de çocukları öldürme söz ko­nusudur demektedirler.

Sizden ricamız İslâm’ın bu konudaki tavrını bize açık bir şekilde haber vermenizdir. İslâm’ın buna izin verip vermedi­ğini lütfen bize bildiriniz?

Cevap:

Bundan bir kaç yıl önce bu konu ile ilgili olarak “İslâm ve Doğum Kontrolü” adıyla bir kitap yazmıştım. Ben o kitabım­da bu konuyu her yönden incelemiş, ekonomik ve toplumsal zararlarım anlatmıştım. Konuyu bütün yönleriyle inceledi­ğim o kitabın yeni baskısı da yapıldı.

Sorduğunuz sorunun cevabı kısaca şöyledir: Azl (dışarı boşalma) hakkında Rasûlullah’a (s.a) sorulan ve karşılığın­da Rasûlullah (s.a) tarafından cevap olarak verilen buyruk, sadece kişisel zorunluluklar ve istisnaî durumlarla ilgili idi. Kesinlikle doğum kontrolü için bir çağrıda bulunulmuş de­ğildi. Halk arasında benimsenip yayılması da kasdedilme-mişti. Azl’e izin veren bir kaç hadisin aslı şundan ibarettir: Allah’ın bir kulu kendi kişisel durumlarını veya çaresizlikle­rini anlatmış, Peygamber Efendimiz de onun anlattıklarını dikkate alarak uygun bir cevap vermişti. Rasûlullah’tan (s.a) nakledilen hadislerde verilen o tür cevaplardan azl’e ce­vaz verildiği anlamı bile çıkarılsa, bu hiçbir zaman bir do­ğum kontrolü yürütülmesi hakkında kullanılamaz. Bu ha­dislerden yola çıkarak, bütün haramların mubah olarak te­lakki edildiği materyalizmin ve bâtıl felsefenin benimseyip teşvik ettiği hamileliği önlemek ve doğum kontrolünün ha-dislerce de desteklendiği şeklinde bir anlam çıkarmak son derece yanlış ve sakat bir düşüncedir. Eğer Rasûlullah (s.a) bu tür bir anlayış ve tavırla karşılaşmış olsaydı, bütün benli­ğimle inanıyorum ki, O buna savaş açar, putperestlik ve şirk­le nasıl mücadele etmişse, bununla da o şekilde mücadele ederdi. Rasûlullah’m (s.a) azl ile ilgi hadislerini, bir takım yanlış yorumlarla, günümüzde uygulanan doğum kontrolle­ri için delil olarak kullanmaya çalışanlara Allah’ın azabını hatırlatıyorum. Rasûlullah’a (s.a) karşı cephe açmaktan vazgeçmeye davet ediyorum. Batının dinsiz medeniyet ve felsefesini kendilerine hayat tarzı olarak seçmek isteyenler varsa, onlar doğrudan doğruya onu Batının dini kabul ederek benimsemelidirler. Onlara ne oluyor ki, kendi sapık gö­rüşlerini Allah ve Rasûlü’nün bildirdikleriyle aynı sayarak Allah’ın daha fazla gazabını çekmeye çalışıyorlar?

İslâmiyet doğum kontrolünün genelleştirilmesini doğru bulmadığı gibi, insanların isteyerek kısırlaştırılmalarını da doğru bulmaz. Herhangi bir insanm bilerek ve isteyerek ki-sırlaştırılmasının haram olmadığını iddia etmekle, herhan­gi bir insanın bilerek ve isteyerek öldürülmesinin haram ol­madığını iddia etmek arasında hiçbir fark yoktur. İkincisi ne kadar yanlışsa, birincisi de o kadar yanlıştır. Bu sözleri sa­vunan kimseler, bedenlerinin kendilerine ait olduğunu, vü­cudunu ve kabiliyetlerini istediği gibi kullanabilme hakkına sahip olduğunu sananlardır. Japonların intihar etmeyi caiz (bir hak) olarak görmeleri bu sakat anlayış dolayısıyladır. Bazı hindu yogilerin ellerini, ayaklarını ve dillerini kullanı­lamaz hale getirmeleri de aynı sakat anlayıştan kaynak1 anmaktadır. Fakat kendini Allah’ın mülkü kabul eden, bedeni­ni ve bedenindeki yetenekleri ve güçleri Allah’ın bir lütfü, O’nun bir emaneti olarak bilen insanlara göre, kendisini kı­sırlaştırmak ile başkalarını kısırlaştırmak veya kendisini kör etmekle başkasını kör etmek arasmda suç ve günah ba­kımından hiçbir fark yoktur.[14]

Doğum Kontrolü Ve Gözlerin Bağışlanması

Soru:

Çoğalan dünya nüfusuna karşılık İslâm’ın önerdiği çö­züm şekli nedir? Doğum kontrolü için kullanılan ilaç vs. tü­ründen bir takım Önlemler almayı şeriata aykırı addederek günümüzde de yasaklayacak mıdır? Herhangi bir müslüman sağlığında, ölümünden sonra herhangi bir hasta için kullanılmak üzere gözlerini bağışlayabilir mi? Onun bu dav­ranışı günah değil midir? Göz bağışında bulunan kimse mahşerde kör olarak dirilmez mi?

Cevap:

Sürekli çoğalan dünya nüfusu için İslâm’m önerdiği tek bir çözüm yolu vardır. O da rızkı elde etmek için Allah tara­fından konulmuş araç ve vasıtaları geliştirmek, en iyi ve en verimli şekilde kullanmaktır. İnsanlar tarafından henüz keşfedilmemiş yeni rızık kapılarını açmak, yeni yollar bul­mak için sürekli çaba harcanmalıdır. İster gebeliği önleme, ister kürtaj, isterse doğan çocukları Öldürme biçiminde ol­sun, nüfus plânlaması adıyla yapılan her türlü faaliyet son derece yanlış ve sakattır. Toplumu mahveder. Doğum kont­rolüyle birlikte ortaya çıkacak dört ayrı sonuç vardır ki, do­ğum kontrolleri yapıldığı sürece önlemek mümkün değildir:

  1. Zinanın yaygınlaşması, çoğalması engellenemez.
  2. İnsan o kadar bencilleşir ve yaşam düzeyini öylesine yükseltme hevesine kapılır ki, artık ne yaşlı ana-babasını, ne yetim bırakılmış kardeşlerini ve ne de yardıma muhtaç akrabalarının varlığını düşünebilir. Onlara yardım etmek bir yana, onların varlığına bile tahammül edemez olur. Ken­di evladını ekmeğine ortak etmekten kaçınan bir insandan, ekmeğine başkalarını ortak etmesi beklenemez.
  3. Milletlerin ayakta kalabilmesi ve hayatiyetini devam ettirebilmesi için gerekli olan nüfus artışı asgari ölçüde bile gerçekleştirilemez. Çocuk sahibi olup olmama konusundaki kararı kendileri verecek olan insanlar yaşam standartlarını aşağıya çekmeye razı olmayacak, çocuk sahibi olma konu­sunda karara varırken yaşam standartlarını düşürmeyecek sayıda çocuk sahibi olmak isteyeceklerdir. Böyle olunca da o milletin devamını sağlayacak düzeyde nüfus artışı gerçek­leşmeyecektir. Bu gibi durumlarda bazen o naktaya gelinir ki, doğum oranı ölüm oranmdan daha az olmaya başlar. Ni­tekim Fransa böyle bir âkibetle yüzyüze gelmiş ve nihayet “daha fazla çocuk yap” propagandası yapmak, ikramiyeler ve ödüller aracılığı ile bunu teşvik etmek zorunda kalmıştır.
  4. Savunma gücü zayıflar. Bu durum dört yanı kendinden daha güçlü ve daha fazla nüfuslu düşman ülkelerle çevrili bir millet için çok vahimdir. Pakistan’ın, Hindistan ve Afganis­tan’la olan münasebetlerinin hangi boyutta olduğu cümle­nin malumdur. Amerika ile dostluk kurmuş olması, komünist blokta yer alan ülkelerle olan ilişkilerinin bozulmasına sebep olmuştur.

Hindistan’ın, Çin’in, Rusya’nın ve Afganistan’ın toplam nüfusu bizden on üç kat fazladır. Bu şartlarda aile plânlaması adı altında savaşabilecek durumdaki nüfus gü­cünü azaltmanın ne derece akıllı bir hareket olduğunu akıl sahibi her insan kendi kendine idrak edebilir.

Gözlerin bağışlanması meselesi sadece gözlerle sınırlı kalmaz, bir çok başka organ da hastaların işine yarar ve on­ların daha başka faydalı işlerinde kullanılabilir. Eğer böyle bir kapı açılacak olursa, herhangi bir müslümanı kabrine defnetmek bile zorlaşır, bütün vücudu sadaka olarak dağıtı­lıp gider. İslâm nazarında herhangi bir insan kendi vücudu­nun maliki değildir. Bu bakımdan, ölmeden evvel vücudunu bölüştürmeye veya sadaka dağıtır gibi bağışlamaya hakkı yoktur. O beden, kendisi içinde yaşadığı sürece onun tasar­rufuna (kullanımına) verilmiştir. O (ruh) bedenden çıktık­tan sonra, onun beden üzerinde hiçbir hakkı yoktur ki, ona ait vasiyetleri, bağışları geçerli olsun. İslâm hükümlerine göre, onun vücudunu saygı ile defnetmeleri yaşayan müslü-manların görevidir.

İslâm’ın insan cesedine saygı konusunda koyduğu hü­küm, gerçekte insan hayatına saygının bir gereğidir. İnsan­ların cesetlerine (cenazeye) olan saygı ortadan kalkarsa, bu işin önü alınamaz ve bu iş ölmüş insanların işe yarar organ­larının canlı insanların tedavisinde kullanılmasıyla sınırlı kalmaz, insan vücudundan sabun üretmeye kadar gider. (İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar bunu yapmıştı.) İş bununla da kalmaz, insan derisinden ayakkabı veya çanta imal etmek için insanların derileri tabaklamaya tabi tutu­lur. (Bu denemeyi de bir kaç sene önce Madras şehrinde bir derici yapmıştı). İnsanların kemiklerini, bağırsaklarını, da­ha başka şeylerini kullanmayı da düşüneceklerdir. Sonuçta öyle bir noktaya gelinecektir ki, insanlar birbirlerinin etini yedikleri o vahşet devrine tekrar döneceklerdir. Eğer bir ke­reye mahsus ölen insanın organları çıkarılarak tedavide kullanılacak ve bu işe cevaz verilecek olursa, bu işin çerçeve­sini çizme imkânı ortadan kalkacaktır. Böyle bir durumda insan vücudunun, faydalı her alanda kullanılmasının önüne nasıl geçebileceğim ve bu işi hangi akıl ve mantıkla izah ede­ceğinizi anlayamıyorum.[15]

Günahın Keffareti Ve Denklik

Soru:

  1. İşlediği bir günahın (örneğin zinanın) cezasını daha dünyada iken çeken, İslâm devleti tarafından kendisine ge­rekli olan şer’î ceza tatbik edilen kimse, o günahının cezasını ahirette çekmekten kurtulacak mıdır?
  2. Herhangi bir kimsenin kendi kabile ve milletinden olanlarla evlenmesi gerektiğine dair ayet veya hadiste her­hangi bir emir veya tavsiye mevcut mudur? Benim küfüvden (denklik) kastımın taraflar arasındaki uygunluk ve ölçü ol­duğunu dikkate almanızı istiyorum.

Cevap:

  1. Herhangi bir kimsenin işlediği cürüm dolayısıyla ken­disine şeriat tarafından dünyada verilen cezayla ahiretteki sorumluluğundan kurtulabilmesi için, o kimsenin işlediği bu cürüm dolayısıyla pişmanlık duyup, tevbe etmesi ve nef­sini ıslah etmesi gerekir. Varsayalım ki, hırsızlık yapan bir kimsenin eli kesildi. Eğer bu insan işlediği günah dolayısıyla pişmanlık duyup, tevbe etmez ve bu işten vazgeçmek yerine, elinin kesilmesine vesile olan şeriata karşı öfke duyarak rastgele konuşmaya devam ederse, o kimsenin Allah (c.c) ta­rafından bağışlanması asla söz konusu olamaz.
  2. Ne ayette ve ne de hadis-i şeriflerde bir kimsenin kendi kabile ve milletinden olanlarla evlenmesi gerektiğine dair herhangi bir hüküm yer almaktadır. Hatta Rasûlullah’ın (s.a) ve sahabe-i kiram’ın hareket tarzının bunun tam tersi olduğu bile söylenebilir. [16]

Ölüye Sevap Gönderilmesi (Ölülerin Ruhuna Fatiha Okunması)

Soru:

Aşağıda sıralanan meselelerin çözümü konusunda yar­dımlarınıza muhtacız. Her zamanki gibi açık ve net cevaplar lütfedeceğinizi umuyorum.

1- “Resâil ve Mesâil” adlı kitabınızın ikinci cildinin 296. sayfasında “Adak Adama, Yardım Dileme ve Ruhuna Sevap Gönderme” başlığı altında yazdığınız cevaptan anlaşılan o ki, siz, malla yapılan ibadetler vasıtasıyla ölünün ruhuna se­vap ulaştırılabileceği, ancak bedenle yapılan ibadetler vası­tasıyla ulaştırılamayacağı kanaatini taşıyorsunuz. Bununla birlikte malî ibadetlerin ölüye herhangi bir fayda sağlayıp sağlamamasmın Allah’ın takdirine bağlı olduğunu da ifade ediyorsunuz. Sizi bu düşünceye sevkeden âmil nedir? Kur’an-ı Kerim’de veya hadis-i şeriflerde ölüye bedeni iba­detlerle sevap göndermenin mümkün olduğuna dair açık bir hükmün bulunmayışı mı? Yoksa daha başka bir sebep mi? Siz, para ve mal infak etmek suretiyle ölünün arkasından sevap göndermek isteyen kimsenin yaptığı bu işin kendisine mutlaka yarar sağladığını, fakat onun bu infakının ölen ya­kınma fayda temin etmesinin Allah’ın rızasına bağlı olduğu­nu söylüyorsunuz. Böyle bir ayırımı neye dayanarak yapı­yorsunuz?

  1. Herhangi bir insan, ister kendi soyundan isterse başka bir soydan olsun, kendisinin yetişmesinde doğrudan veya dolaylı katkısı bulunan herhangi bir ölü için malını veya pa­rasını infak etmek suretiyle alacağı sevabı ona bağışlayabi­lir mi? Bu sevapların bağışlanabilmesi için bir takım özel şartların yerine getirilmesi mi gerekiyor? Lütfen bu konuda­ki kanaatinizi de yazar mısınız?

Cevap:

Sorularınızın kısa cevapları numara sırası ile aşağıya alınmıştır.

  1. Gerek Kuran-ı Kerim1 den ve gerekse hadis-i şeriften çıkarılan genel kaide şudur: Herkesin ameli kendisine faydalıdır. Herhangi bir insanın amelinin, ahirette başkasına faydalı olması söz konusu değildir. Ama bazı hadislerden şu istisnaî durum da görülüyor ki, Ölünün ruhuna sevap gönde­rilebilir. Bu konudaki hadislerde dikkatimizi çeken bir şey oldu. Rastladığımız bütün hadislerde başlıbaşına bedenî ibadetlerden hiç söz edilmemektedir. Hadislerde ya sadaka gibi doğrudan doğruya malî ibadetlerden ya da hac gibi hem malî, hem de bedenî olan ibadetlerden söz edilmektedir. Bu bakımdan, fıkıh bilginleri arasında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bir grup hem malî ve hem de bedenî ibadetlerle ölüye sevap gönderilebileceğini söylerken, bir diğer grup bu­nu sadece malhi ibadetlere özgü kabul etmiş, bir başka grub da bunu yalnız hem beden ve hem de malla yapılan ibadetler için geçerli saymıştır. Bana göre, ikinci görüş tercihe şayan­dır. Çünkü, genel kaide içinde bir istisnayı herhangi bir hü­kümden çıkarırsak, bu istisnanın o hükümden çıkmasıyla sınırlanması gerekir. Kanaatimce, bunu genelleştirmek doğru değildir. Fakat bir kimse birinci görüştekilere göre ha­reket ederse, tenkit edilemez. Çünkü şeriatta buna da imkan ve genişlik vardır. İhtilaf daha çok ikisinden birinin tercih edilmesindedir. Ruhuna sevap göndermenin ölü için faydalı olup olmamasının Allah’ın isteğine bağlı olmasının sebebi ölü için gönderilen sevapların gerçekte bir dua niteliğinde ol­masıdır. Biz yaptığımız herhangi bir güzel amel veya hayır için ‘Allah’ım ben bu işi senin rızanı kazanmak için yaptım. Yaptığım bu amelin karşılığını filancanın ruhuna bağışlıyo­rum, kabul buyur1 diye dua ve niyazda bulunuruz. Bu şekil­deki bir dua ile yaptığımız diğer dualar arasında hiçbir fark yoktur. Bütün dualarımızın kabulü Allah’ın arzusuna, dile­ğine bağlıdır. Allah Teâlâ dilediği duayı kabul etmek ve dile­diği duayı reddetmekte muhayyerdir. Olabilir ki, biz Allah nazarında mümin ve müslüman olmayan bir adama veya çok günahkâr olup; Allah’ın, kendisini hiçbir sevaba, mükâfata lâyık görmediği bir kimseye sevap göndermişiz­dir.

Yaptıkları amelin sevabını bağışlayan kimseler hakika­ten güzel bir amel işlemişlerse, o amelin mükâfatını mutlaka alacaklardır. Allah Teâlâ, bu amelden hâsıl olacak sevabı ölünün ruhuna ulaştırmasa bile, onu; iyiliği yapanın hesabı­na mükâfat olarak mutlaka kaydettirecektir. Bu şuna ben­zer: Bir insana yardımcı olmak maksadıyla yazıp gönderdi­ğiniz küçük bir çek yerine ulaşmazsa, mutlaka size geri gele­cektir. Şöyle de denilebilir: Hapishanede bulunan bir suçlu için güzel yemekler gönderirsiniz. Eğer devlet idaresi suçlu­ya lezzetli yemekler yedirilmesini uygun görmezse, gönder­diğiniz yemekler atılmaz, size geri verilir.

  1. Herkes için sevap bağışlanabilir. Sevabın bağışlanabü-mesi için ölen kimsenin aynı soydan veya akrabadan olması gerekmez. Sevap gönderen kimsenin yetişmesinde katkıda bulunup bulunmaması şartı da aranmaz.

Herkes için dua yapılabildiği gibi, kim olursa olsun, ölen her insan için de sevap bağışlanabilir.[17]

Ezan Ve Namaz Duaları İle İlgili Bazı Şüpheler

Soru:

Birgün sabah ezanını dinliyordum ki, birden kafamda tu­haf tuhaf sorular şekillenmeye başladı. Kalbimi bir şüphe ve şek fırtınası kapladı. Ezan bitti, bu kez de zihnim namaz ile meşgul olmaya başladı. Düşündükçe gözümün önünde na­mazın ilginç şekli belirdi. Nasıl namaz kılacağımı, namazda ne okuyacağımı bir türlü çıkaramıyordum.

Bir müslümamn daha annesinin kucağında iken aldığı ilk ders şudur: “Yalnız Allah ibadete layıktır ve O’nun hiçbir ortağı yoktur”. Sonra…

  1. Ezan, hiç kimseyi ortak koşmadan Allah’a saf bir kalple ibadet etmeye bir çağrıdır. O halde, “Eşhedü en lâilâhe illal­lah” ile birlikte “Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah”m zikredilmesi nedendir?
  2. Namaz kılarken okuduğumuz – ister Fatiha, ister İhlâs, isterse daha başka bir sûre olsun, – tüm sûrelerde hamd ve senâ’nm yalnız Allah’a mahsus olduğu ve O’nun yüceliği be­yan buyurulmaktadır. Aynı şekilde rük ve secdede de O (c.c) teşbih ve tehlil edilmektedir. Ancak, tahiyyat için oturur oturmaz, alemlere rahmet için gönderilmiş olan Muhammed Mustafa’nın (s.a) zikri başlamaktadır. Tahiyyat’ta, salli ve barik’te de aynı şey söz konusu. Acaba, böylece Hz. Peygamber’i (s.a) ibadette Allah’a (c.c) ortak koşmuş olmuyor mu­yuz?

3- Ettahıyyatü’den sonra okuduğumuz Allahümme salli ve bârik’i, herhalde Yüce Peygamber (s.a) bizim gibi okumu­yordu. Çünkü biz şöyle okuyoruz:

“Ey Allah’ım, Muhammed’e ve aline rahmet buyur”. Bu iki salavât-ı şerife (salli ve bârik) aslında birer duadır. Ettahiyyâtü, salli ve bârik’ten sonra okuduklarımız da aynı şekilde duadır. İbadet ise, dua etmek demek değildir. Bilakis ibadet; göklerin ve yerin yaratanına hamd ve sena etmenin adıdır. O halde ibadet (namaz) bitmeden önce duaya başla­mak yerine, namaz bittikten sonra dua edilse daha uygun ol­maz mı? Düşünüyorum da, herhalde Rasûlullah (s.a) na­mazda ettahiyyâtü, salli, bârik vs. okumamıştır. Çünkü, da­ha namaz bitmeden kendisi için dua etmeye başlamasını Hz. Peygamber’e (s.a) yakıştıramıyorum. Biraz da ettehiyyâtü üzerinde duralım: Aynen salli ve barik’te olduğu gibi, eğer Rasûlullah (s.a) ettehiyyâtü okuyor idiyse bile O’nun ettahiyyâtüsü değişik olmalıdır. Çünkü, bizim okuduğumuz “Ey Peygamber, Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerini­ze olsun” şeklindeki bölümü Hz. Peygamber! (s.a) “Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi benim üzerine olsun” şeklinde okumuş olmalıdır.

  1. Allah’a yapmış olduğumuz ibadetin adı “salât”, yâni namazdır. O halde bizim kıldığımız farz, sünnet, vitir, nafile nedir? Biz bunları kılarak kime ibadet ediyoruz? Allah’a iba­det etmeye gidiyoruz, ama sünnet namazı kılıyoruz. Üstelik niyet ederken de ‘Rasûlullah’in sünneti olan falan sünneti kılmaya vs.’ diyoruz. Böyle yapmakla Hz. Peygamber’i (s.a) ibadette Allah’a ortak koşmuş olmuyor muyuz?
  2. Namazın sonunda verdiğimiz selâmın muhatabı kimdir?
  3. Acaba Rasûlullah da (s.a) günde beş vakit namaz kılı­yor muydu? Kılıyor idiyse, kıldığı rek’atlar bizim kıldığımı­zın aynısı mı idi? Bu soruya cevap bulmak amacıyla biraz araştırma yaptım, ancak şimdiye kadar soruma cevap vere­bilecek güvenilir bir kaynak bulamadım. Aksine, Buhârîde, RasûluUah’m (s.a) öğle ve ikindi namazlarını ikişer rek’at kıldığına dair bir hadise rastladım. Aynı şekilde Muvat-ta’mnKitab’us Salât Bölümünde, gece ve gündüzün nama­zının iki rekat olduğunu bildiren bir yazı gördüm. Bu iki ha­dis, namazın ikişer rek’at olduğunu ısbat etmektedir.

Bu düşünce ve şüpheler aklımı iyice karıştırmış bulunu­yor. Daha da kötüsü, bizim şu an kıldığımız namazın Pey­gamber Efendimizin bize gösterdiği namazdan farklı olduğu düşüncesi kafamda adeta yerleşti. Allah rızası için şaşkınlı­ğımı üzerimden atmama yardım edin ve beni sapıtmaktan kurtarın. Namazı bırakma tehlikesiyle karşı karşıyayım.

Cevap:

Kalbinizde vesvese meydana gelirse, siz bundan dolayı namazınızı terketmeyiniz. Bilakis, namaz kılmaya devam ediniz ve vesveselerinizle ilgili olarak bilen bir kişiye müra­caat ederek, onların üstesinden gelmeye çalışınız.

Sormuş olduğunuz soruların cevabı şu şekildedir:

  1. Ezanda Hz. Muhammed’in (s.a) Allah’ın elçisi olduğu­nun şehadeti verilmektedir; Tanrı olduğunun değil. Pey­gamberlik üzerine şehadet etmekle ibadette de ortak koşul-duğu vesvesesi kalbinize nasıl gelebilir? Peygamberlik üze­rine şehadet edilmesi, ibadetlerimizi RasûluUah’m (s.a) bize öğretmiş olduğu inanç ve usûle uygun olarak yaptığımız, kendi heva ve hevesimizle hareket etmediğimiz mânâsına gelmektedir.
  2. Ettahiyyâtü1 nün bütünü üzerinde düşünmeniz gere­kir. Selamınızı öncelikle Allah Teâlâ’ya takdim ediyorsunuz. Sonra Rasûlullah’a rahmet ve bereket vermesi yolunda Al­lah’a dua ediyorsunuz. Daha sonra kendinizin ve tüm salih kulların selamet ve esenliği için dua ediyorsunuz. Sonra Al­lah’ın birliğine, Muhammed’in (s.a) peygamberliğine şehadet ediyorsunuz. Daha sonra ‘salli ve bârik’te de, Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimize hüsnü teveccüh buyurma­sı yolunda, Hz. Peygamber’e salavat gönderiyorsunuz. So­nunda da Allah Teâlâ’dan kendi hakkınızda ve ebeveyniniz hakkında bağışlama diliyorsunuz. Bütün bunları dikkatlice düşünün. Bunlardan hangisine şirk diyebilirsiniz? Bütün bu dualar yalnızca Allah’a yapılmaktadır. Sizce, Allah’a dua et­mek şirk midir? Allah’ın Rasûlü’nü rasûl olarak kabul etmek de mi şirktir?
  3. ibadetin yalnız Allah’ı hamd ve sena etmek olduğu, Al­lah’a dua etmenin ibadet olmadığı gibi bir yanlış kanaati ne­reden edindiniz? Aslında dua ibadetin ruhudur.Kur’an-ı Ke­rim’de birçok yerde, Allah’tan başkasına dua eden müşrik­ler, Allah’tan başkasına ibadet etmekte vasıflandırılmakta-dırlar. Hatta bir çok yerde:

“Allah’tan başkasına ibadet ediyorlar” demek yerine,

“Allah’tan başkasına dua ediyorlar (yalvarıyorlar)” de­nilmekte ve yalnız Allah’a dua edilmesi hükmü bildirilmektedir.[18]

Bizim namazın teşehhüdlerinde okumakta olduğumuz “ettahiyyâtü’yü Hz. Peygamber (s.a) ashabına öğretmiş ve onlara bunu okumaları yolunda direktif vermişti. Bu yüz­dendir ki, bizim de namazda bunu okumamız gerekir. Pey­gamber Efendimizin (s.a) kendi namazında okuduğu “ettahıyyâtu’ye gelince: Bununla ilgili olarak Rasûlullah’ın ne okuduğuna dair hadislerde herhangi bir açıklığa rastla­mıyoruz. O’nun okuduğu “ettahiyyâtü”nün bazı ibareleri de­ğişik olabilir. Hz. Peygamberin de (s.a) aynı bizim okuduğu­muz “ettahiyyâtü “yü okuması da ihtimal dışı değildir. Eğer biz namazda kendimiz için dua ediyorsak, Hz. Peygamberin de (s.a) namazda kendisi için dua etmiş olmasına ne gibi bir itirazınız olabilir ki? Aynı şekilde, eğer biz Peygamber’in (s.a) peygamberliğine namazda şehadet ediyorsak, Rasûlullah’ın da (s.a) namazda kendi peygamberliğine şeha­det etmesinin ne gibi bir sakıncası olabilir?

  1. Farz namazın mânâsı şudur: Allah’ın üzerimize farz kıldığı, mutlaka yapılması gereken; yapılmaması halinde hükmü (emri) yerine getirmiş bulunmayacağımız ibadetler­dir.

Sünnetin mânâsı ise şudur: Farza ilave olarak Yüce Pey-gamber’in sürekli olarak eda ettiği ve bizim de yapmamız yo­lunda tavsiye buyurduğu, Allah’a yapılan ibadetlerdir.

Nafile ile kastedilen ise,; Allah’a kendi rızamız ile yaptığı­mız ibadetlerdir. Öyle ki, ne onu yapmamız zorunludur, ne de yapılması yolunda emir buyurulmuştur.

Şimdi şirkin bunların neresinde olduğunu buyurun siz söyleyin.

“Rasûlullah’ın sünneti” denilmesinden maksat, bu na­mazların Rasûlullah için kılınması demek değildir. Bilakis, bununla kastedilen Hz. Rasûl’ün (s.a) farz namazlara ilave olarak kılmış bulunduğu namazlardır. Biz de bu konuda Ona ittiba ediyoruz.

  1. Herhangi bir ameli sona erdirmek için, şöyle ya da böy­le bir usul olması gerekir. Namazı sona erdirmek için yaptı­ğımız şey, yüzü kıbleye dönük oturup ibadet ederken başımı­zı önce sağa, sonra sola çevirmekten ibarettir. Bunu iki şekil­de yapabilirsiniz. Ya hiç bir şey söylemeden yaparsınız ya da Allah’a tüm yaratıklara esenlik vermesi yolunda dua edersi­niz. Siz bu iki şekilden hangisinden daha fazla hoşlanırsınız?
  2. Sizin söz konusu ettiğiniz hadisler ilk zamanlara aittir. Namaz ahkâmı aşamalı bir şekilde tamamlandığında Hz. Peygamber (s.a) bugün bütün müslümanlar arasında revaç­ta olan beş vakitte kılman rek’atlarla amel ediyordu. Bu, diğer birçok sahih hadisle sabittir. Nakletmiş bulunduğunuz Hz. Ömer’in (r.a) sözü ise nafile ibadetlerle ilgilidir. [19]

Zekatla Vergi Arasındaki Fark

Soru:

Günümüz uygar dünyasında, diğer vergilerin yamsıra gelir vergisi de ödeyen zenginlerden, fakirlere verilmek üze­re, zorla zekat alınması ne derece doğrudur?

Cevap:

Zekatla ilgili olarak anlamamız gereken ilk nokta şudur: Zekat bir vergi olmayıp, namaz, oruç, hac gibi İslâm’ın rü­künlerinden olan bir ibadettir. Kur’an-ı Kerim’i gözlerini açarak okuyan her şahıs, Kur’an’ın namaz ve zekatı genel­likle birlikte zikrettiğini ve insanlık tarihi boyunca gelen bü­tün peygamberlerin getirmiş olduğu dinin bir rüknü kıldığı­nı açıkça görür. Bu yüzden, zekatı vergi olarak değerlendir­mek ve vergi gibi muameleye tabi tutmak, ilk temel yanlış­lıktır. İslâmî bir hükümet, devlet dairelerindeki işlerini ve hizmetlerini başarıyla yerine getirdikleri ve resmi hizmet verdikleri için memurları namazdan muaf tutamazsa; aynı şekilde, vergi verdikleri için de zekatla mükellef olanlar ze­kattan muaf tutulamazlar. Nasıl ki, İslâmî hükümetin çalış­ma saatlerini memurların namazlarını eda edebileceği bir şekilde ayarlaması lazım geliyorsa, aynı şekilde İslâmî hü­kümetin vergi sisteminde de zekata yer açabilecek uygun de­ğişiklikleri yapması kaçınılmazdır.

Buna ilaveten şunu da iyice anlamak gerekir: Günümüz hükümetlerinin vergi sistemlerinde, Kur’anın zekatı farz kılış gayelerini yerine getiren ve zekatm dağıtıldığı gibi da­ğıtılan hiçbir vergi yoktur.[20]

İçtihadın Sınırları

Soru:

Kendisiyle yazışma yoluyla devamlı irtibat halinde oldu­ğum yeni müslüman olmuş bir Alman dostum var. O, bazı il­mi ve ameli güçlüklerini halledebilmek için bana yazıyor. Ni­tekim, yeni gelen bir mektubunda, ictihad usullerine bağlı olarak fıkhı hükümlerde hangi noktaya kadar değişiklik ya­pılabileceğini soruyor. Ona göre, İslâm’ın teferruatla ilgili birçok hükmü, fakihlerin kendi ictihadlarına göre seçip ter­tip ettikleri ve Hz. Peygamber’in (s.a) vefatından sonra coğ­rafi bazı özellikler sebebiyle ortaya çıkan ürünlerdir. Hz. Peygamber’den sonra birkaç yüzyıl ictihad kapısı açık bıra­kılmasına rağmen, sonraları usulen içtihada ihtiyaç olduğu kabul edildiği halde amelen ictihad kapısı kapatılmıştı. Bundan dolayıdır ki, günümüzde, özellikle Avrupalı müslümanların bazı hükümlerle amel etmeleri oldukça güçleşmiş-tir. Alman dostum buna örnek olarak abdest meselesini gün­deme getirmekte ve şöyle demektedir: Abdest alırken her se­ferinde ayakları yıkamak Avrupalılara zor geliyor ve bunu zaruret dışı görüyorlar. Onlara göre, insanlar devamlı çorap ya da ayakkabı giydikleri için ayaklarının kirlenmesi gibi bir duruma ender düşüyorlar. Diğer taraftan, kışın soğukların­da ayakları yıkamak kolay da olmuyor. Aynı şey yüzü yıkar­ken de geçerli. Avrupa şehirlerinde genellikle toz kalkmadı­ğı ve terleme olsa bile bu sözde bir terleme olduğu için onlara göre; yüzleri ve ayakları günde bir kere yıkamak yeterli olmalıdır.

Sizden isteğim, bu dostumun görüşlerini İslâm’a uygun olarak eleştirmeniz ve düzeltilmesi gereken yönlerini düzeltmeniz. Böylece, ben de ona tatmin edici bir cevap yazabi­lirim.

Cevap:

Alman dostunuz, sorularına fakihlerin ictihadla belirle­miş olduğu hükümlerin hangi noktaya kadar değişebilir ol­duğu meselesiyle başlamış olmasına rağmen daha sonra Öy­le bir misal veriyor ki, o noktada artık fakihlerin açıklamış olduğu hükümlerde değil, bilakis Kur’an-ı Kerim’in nassla-rmda değişiklik yapılması konusu gündeme geliyor. Abdest alırken yüzün, dirseklere kadar ellerin, topuklara kadar ayakların yıkanması ve başın meshedilmesi hükmünü Kur’an-ı Kerim vermektedir. [21]

Öte yandan, dostunuzun yüzün ve ayakların yıkanması ileilgili olarak göstermiş olduğu gerekçe de doğru değildir. O, bu hükmün sırf tozların yıkanması amacıyla verildiği ve toztoprak olmayan yerlerde bu hükümle amel etmeye gerek kalmadığı kanaatini taşıyor. Halbuki, bu hükmün verilişi­nin asıl sebebi yalnızca bu değildir. Aslında, Allah Teâlâ, kullarının kendisine ibadet etmeye hazır oldukları durum ile, ibadete hazır olmadıkları durum arasında bir ayırım yapmak istemektedir. Böylece, herhangi bir kimse Ona iba­det etmeye niyetlendiğinde, bedenini ve giysisini kontrol ederek, Allah’ın huzurunda durmaya hazır olup olmadığını belirlesin ve Onun huzuruna gitmeden önce kendisini te­mizleyerek özenle gitsin. Bu şekilde ibadetin önemi kalbler-de yer eder ve kişi, kendi günlük işlerinden değişik ve daha üstün nitelikteki bir işi bilerek, bilinçli bir şekilde eda eder. Bu yüzdendir ki, suyun bulunmadığı durumlarda (abdest yerine) teyemmüm alınması hükmü verilmiştir. Halbuki te­yemmüm ile zahirde herhangi bir temizlik de söz konusu ol­mamaktadır.

Buna ilaveten, abdest ile yerine getirilmesi istenen te­mizlikle, beş vakit namaz dolayısıyla kişinin gün boyunca te­miz olarak kalmayı alışkanlık haline getirmesi amacı da gü­dülmektedir. Pislik yalnız toz toprak sebebiyle de olmaz. Be­denin çıkış yollarından (idrar yolları, anüs, ter delikleri vs.) her zaman için bazı fazlalıklar atılmaktadır. Eğer bu fazlalıklar yıkanmazsa, cisme yapışarak kötü koku yayılmasına sebep olurlar. Bu yüzdendir ki, kişilerin ağızları kokmakta, bedenlerinden ve ayaklarından kötü koku yayılmaktadır. Ayaklardaki bu kötü koku ayakkabı ve çorapları da kokuş­turmaktadır. İslâm, hangi sıfatla olursa olsun, kendi bağlı­larının nefret ettirici bir durumda olmasından hoşlanmaz. Avrupalılar insanda oluşan bu kötü kokuyu bastırmak için güzel koku ve parfüm kullanıyorlar. Halbuki kötü kokuları güzel koku veya parfümle bastırmak temizlik ve taharet de­ğildir.

Kış mevsiminde veya soğuk bölgelerde abdest alırken her defasında ayakları yıkama zahmetinden kurtarmak için şe­riat önceden beri şöyle bir kolaylık göstermiştir: Kişi eğer bir defa abdest alıp ayaklarım yıkadıktan sonra mest giyerse, mukim iken 24 saat, yolcu iken ise 72 saat müddetle-bu za­man içerisinde -mestlerini ayağından çıkarmamak şartıyla, ayaklarım yıkamasına ihtiyaç kalmaz.[22]

Alman dostunuza şöyle deyin: Durumlar ve şartlar itiba­riyle zorunluluk hallerinde İslâm’ın fer’î (ikincil) hükümle­rinde gerekli değişiklikler yapılabilir. Ancak bu gibi değişik­likleri yapabilmek için şeriatı çok iyi bir şekilde bilmek zo­runludur. Her kişiye sığ bilgisiyle bu işi yapma yetkisi verile­mez.[23]

Sigortaya Cevaz Verilip Verilemeyeceği

Soru:

Sigorta meselesinde kararsızlığa düşmüş bulunuyorum. Sigorta yaptırmanın İslâm’a göre caiz olup olmadığını tam manâsıyla anlayabilmiş değilim. Eğer mevcut sigorta işlem­leri caiz değilse, bunu İslâmileştirebilmek için ne gibi deği­şiklikler yapılmalıdır?

Günümüz şartlarında sigortayı terkedersek, toplum içe­risinde birçok avantajdan mahrum kalırız diye düşünüyorum. Sigortalama işlemleri dünyanın her tarafında yaygın bir şekilde yapılmaktadır. Her ülke, geniş bir ölçüde, kendi sigortalama sistemini kurmuş ve bundan istifade etmekte­dir. Ancak, bizde her nedense bu konuda gerekli atılım yapı­lamamış. Bir çekingenlik göze çarpmaktadır.

Bu konunun asıl yüzünü aydınlatırsanız memnun kalırız.

Cevap:

İslâm şeriatı açısından üç temel itiraza binaen sigortaya cevaz verilemez.

  1. Sigorta şirketleri, aldıkları ilk sigorta taksitinin büyük bir kısmını faizli işlere yatırarak gelir sağlamakta ve bu caiz olmayan işe, herhangi bir şekilde kendisini veya herhangi bir eşyasını sigortalayan kişiler kendiliğinden ortak olmak­tadırlar.
  2. Ölüm, kaza veya zarar durumunda sigorta şirketleri­nin belli bir miktarı vermeyi garanti etmeleri kumara gir­mektedir.
  3. Kişinin Ölmesi durumunda verilen miktar, İslâm’a göre ölen kimsenin şer’î mirasçıları arasında bölüşülmesi gere­ken mirasından sayılmaktadır. Ancak, bu miktar miras sıfa­tıyla dağıtılmamakta; bilakis, poliçe hamilinin vasiyet ettiği kişi ya da kişilere verilmektedir. Halbuki, vâris hakkında şer’an vasiyyet edilemez.

İslâmî usûllere göre sigorta sisteminin nasıl yürütüleceği sorusuna gelince: Bunun cevabı, sorusu kadar kolay değil­dir. Bunu gerçekleştirebilmek için, hem İslâmî usûlleri ve hem de sigorta işlemlerini bilen uzmanlardan oluşan bir komitenin oturup tüm meseleyi inceleyerek, hem bu sistemin yürütülebileceği ve hem de şeriatın usullerinin ihlal edilme­yeceği gerekli değişiklikleri gündeme getirmesi gerekir. Bu iş gerçekleştirilene kadar bizim en azından sigorta yaptır­makla yanlış bir yaptığımızın şuurunda olmamız gerekir. Eğer bu yaptığımız işin yanlış olduğu duygusunu da taşı­mazsak, o zaman zaten sistemin düzeltilmesi diye bir soru­numuz kalmaz.

Günümüzde sigortanın büyük bir Önemi hâiz ve tüm dünyada yürürlükte olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Ancak böy­le bir delille, bir haram helal kılınamaz. Aynı şekilde bir kim­se çıkıp da dünyada olup biten şeylerin ya da dünyada revaç­ta ve yürürlükte olan şeylerin helal olduğunu iddia edemez. Müslüman bir millet olmamız dolayısıyla, caiz ile caiz olma­yanı ayırdetmek ve kendi muamelelerimizi caiz yollarla yap­ma üzerinde ısrarla durmak üzerimize düşen bir vazifedir. [24]

Medeni Hukuk Ve Şeriat Kanunları

Soru:

Medeni hukukun yürürlüğe konulmasından sonra her­hangi bir kimse şeriata uygun olarak karısını boşasa, bu bo­şama geçerli olur mu? Yeni yürürlüğe konan kanunlara göre boşanmanın gerçekleşebilmesi için bazı özel şartların da oluşması gerekiyor.

Cevap:

Herhangi bir hükümetin yürürlüğe koyduğu kanunlar dolayısıyla ne şeriatta herhangi bir değişiklik yapılabilir ve ne de yürürlüğe konan kanunlar şeriatın yerini alabilir. Bu yüzden, serî usullere uygun olarak gerçekleştirilen boşama, yürürlükte olan kanunlara göre geçerli olmasa da Allah ka­tında ve müslümanlar nazarında geçerlidir. Ayrıca, şer’an geçerli olmayan bir boşamayı yürürlükteki kanunlar geçerli de saysalar, bu boşama İslâm nazarında kesinlikle geçerli ol­maz. Müslümanlar kendi evlenme ve boşanma muameleleri­ni Allah ve O’nun Rasûlunün (s.a) şeriatına uygun olarak mı, yoksa yürürlükteki medeni hukuka mutabık olarak mı yapacaklar, artık kendileri karar versinler.[25]

Birkaç Fıkhı Mesele

Soru:

Halledilmesi gereken birkaç meseleyi size arzediyorum. Bizi doğru bir şekilde yönlendireceğinize güvenimiz tamdır.

  1. Şimdiye kadar, hisse senetlerinden zekat alınması ile gili olarak yazdıklarınızı gözden geçirdim. Siz, o yazıları­nızda İslâmî bir devletin veya en azından zekat toplamakla görevli merkezî bir sistemin var olduğu varsayımından ha­reket ediyorsunuz. Meselemiz şudur: Zekat hangi merhale­de ve kimden alınacaktır? Merkezi bir zekat toplama komis­yonunun oluşturulmadığı durumlarda hisse senetlerinden zekat alınması söz konusu olur mu? Şu an birçok kişinin elin­de hisse senedi bulunmaktadır. Bu kişiler zekatlarını hangi oran üzerinden vermelidirler?

Ben kendi hisse senetlerimi nakit paranın karşılığı ola­rak gördüğümden zekat için yüzde iki buçuk ayırmak isti­yordum. Ancak, böyle bir durumda, hisse senetlerinin yıllık geliri üzerinden gelir vergisi de kesilince, geriye kalan tüm kâr zekata gidiyor. Öte yandan, bazı hisselerin geliri o kadar düşük ki, zekatı cepten vermek gerekiyor. Bu durum bizim için kesinlikle tatminkâr değil.

  1. Tercüman’ul Kur’an in 50. cildinin birinci sayısında kutuplarda iftar ve sahur üzerine Dr. Muhammed Hamidul-lah’m bir makalesi yayınlandı. Dr. Muhammed Hamidullah bu konuyu “İslama Giriş” adlı kitabında daha ayrıntılı bir şekilde inceliyor. Makaleyi şöyle bir gözden geçirince hoşu­ma gitmişti, ama ikinci kez üzerinde durarak okuyunca ke­sinlikle itiraz edilmesi gerektiği kanaatine vardım.

Dr. Hamidullah şöyle bir delil öne sürüyor: “Ekvatordan kutuplara doğru gittikçe gündüz ile gece arasındaki fark bü­yümektedir. 45 enleme kadar bu değişiklik tahammül edi­lebilir olduğu halde bundan sonra söz konusu değişiklik ta­hammül sınırları dışına taşmaktadır. Bu yüzden 45°. enlem­den sonra yaşayan bütün müslümanlar 45. enlemin güneş doğma ve batmasına uygun olarak namaz ve oruçlarını ayar­lamalıdırlar.”

Eğer bu öneri kabul edilecek olursa, Kanada, ABD’nin kuzey bölgeleri, İspanya ve İtalya dışında tüm Avrupa’-dairi müslümanların, aynı şekilde hemen hemen Rusya’daki tüm müslümanların dini vazifelerini kendi bölgelerindeki güne­şin doğuş ve batışına göre değil de saat hesabıyla yapmaları gerekir. Bana ulaşan bilgilere göre Paris mescidine ittiba eden Parisli müslümanlar Ramazanda bu şekilde amel et­mektedir. Onlar, Fas radyosuna kulak kesilmekte, Fas’ta if­tar ezanının okunmasıyla birlikte, kendi bölgelerinde güneş tepede de olsa, oruçlarını bozmaktadırlar.

Acaba siz de Dr. Hamidullah’ın bu görüşüne katılıyor mu­sunuz?

Ben, Londra’nın en uzun orucunu gördüm. Sahurdan if­tara kadar yaklaşık 17 saat sürmüştü. Buna rağmen, Pencab’ın [26] 13-14 saatlik orucu bana Londra’dakinden daha zormuş gibi geliyor. Biz Londra’da iken o kadar uzun oruç tutmamıza rağmen iftara kadar hiçbir susuzluk hissetmi­yorduk. Acıktığımız da bir gerçek. Ancak bu, kendi bölgemiz­de (Pencab-Pakistan) uğradığımız Ölçüde bir kırgınlığa yol açmıyordu. O halde, Avrupalı müslümanların kendi bölgele­rindeki güneşin doğuş ve batışını göz ardı ederek Fas’a ittiba etmeleri neden caiz olsun?

Tanıdıklardan birisi Dr. Hamidullah’a mektup yazarak onun 45°. enlemi neden önerdiğini sormuştu. O da cevabın­da, sahabenin bu enleme kadar gittiğini, bu yüzden de kendi­sinin bu enlemi sınır olarak aldığını bildirmişti.

Bu konuda sizin görüşünüz nedir? “Resâil ve Mesâil” de sizin bir cevabınızı okudum, ama oldukça genel bir şey söyle­mişsiniz. Dr. Hamidullah makalesinde o kadar ayrıntıya girmiş ki, normal ve anormal bölgelerin sınırları sorununu gündeme getirmiş. Londra’da böyle bir meselenin önem ar-zetmeye başlamasının nedeni, Avrupalı yeni müslümanla­rın güneş yerine saate uygun olarak ibadet etmek istemeleri­dir. Dahası güç yetirebilseler Cuma namazını pazar günü kı­lacaklar. Böyle bir öneriyle birkaç kez karşılaştım,

3- Burada (Londra’da), müslüman bir öğrenci Alman bir kızla evlenmek istiyor, ancak Alman kız müslüman olmaya yanaşmıyor. Bu yüzden ben bu evliliği durdurmaya çalıştım. Söz konusu müslüman talebeye böyle bir evlilik neticesinde ortaya çıkabilecek bazı sorunları anlattım. Evinde domuz eti yenilmesine, şarap içilmesine tahammül edemeyeceğini, gayr-i müslim olması durumunda bizim haram ola­rak gördüklerimize dikkat göstermeyeceğini ve evliliğin bir işkence halini alacağını izah ettim. O söylediklerimi takdir etti ve böyle bir evlilikten biraz soğur gibi oldu. Ancak, o gün­lerde söz konusu talebe “İslam Merkezi”nin Mısırlı başkam ile görüştü. (Söz konusu bey, Dr. Arberi ile birlikte bir kitap yayınlamıştı. Bu günlerde ise Ezher Üniversitesi Şeriat Fa­kültesi dekanlığına tayini çıktı ve Mısır’a döndü.) O Bey, söz konusu talebeye, hanımının hristiyan olarak kalması duru­munda, kendisinin hanımını şarap içmekten, domuz eti ye­mekten vs. alıkoymaya hiçbir hakkı olmadığını ve onun ken­di dininde caiz olan şeyleri yapması yolunda İslâm’ın serbestiyet verdiğini ve müslüman kocanın bu konuda karısına müdahale etmesi durumunda günah işlemiş olacağını söyle­di.

Acaba bu görüş doğru mudur? Acaba, Hz. Peygamber’in Necran anlaşmasından, herhangi bir müslümanın ehl-i ki­tap olan hanımının İslâm’ın belirtmiş olduğu büyük günah­ları işlemesine cevaz verilemeyeceği hükmü istinbat edile­mez mi?

  1. Söz konusu Mısırlı Bey mihirsiz nikah olabileceği görü­şünü de savunuyordu. Bu doğru mudur? Mihirsiz nikah caiz olur mu?
  2. Bazı Iraklı dostlarım birkaç senedir Londra’da bulun­malarına rağmen namazlarım seferi kılıyorlar. Bunu, “sefer müddeti ne Kur’an’da ve ne de hadiste bildirilmiştir” diyerek delillendiriyorlar ve “bu fakihlerin uydurmasıdır. Dolayısıy­la biz bunu kabul etmiyoruz. Vatanımızdan uzakta olduğu­muz müddetçe seferiyiz. Bütün ömrümüz Londra’da geçse de namazlarımızı seferi kılacağız.” diyorlar.

Bu davranışlarının yanlış olduğuna onları nasıl ikna ede­bilirim?

  1. Söz konusu Iraklı dostlarım, orucun kazası olduğu hal­de namazın kazasının olmadığını da savunuyorlar, “prucun daha sonra tutulması (kaza edilmesi) hükmü Kur’an’da ve­rilmektedir, ama namazın vakti bir kere geçti mi artık ebediyyen geçmiştir. Kur’an’da hiçbir yerde namazın kaza edil­mesinin zikri geçmediği gibi, hadiste de bu konuyla ilgili bir şey yoktur” diyorlar. Sizce bu görüş doğru mudur?
  2. Hisse senetleri hakkında aklıma başka bir soru daha eldi. Şimdiye kadar başkalarının ve sizin, hisse senetlerinin zekat vakti ile ilgili olarak ileri sürdüğünüz görüş, hisse senedinin satın alınmasından sonra bir senenin dol­ması halinde zekatın farz olduğu şeklindedir. Bu işle uğra­şanların elinde genellikle tüm sene boyunca aynı türden his­se senedi bulunmamaktadır. Bazan değer kaybettiği işin hisselerini satmaktadırlar. Bazan da diğer hisseler daha fazla kârlı gözüktüğü için kendi hisselerini satarak, diğerle­rini satın almaktadırlar. Belki şu an için bizim ülkemizde durum böyle olmasa da burada (İngiltere) bu şekildedir. Aca­ba bü durumda da herhangi bir şirketin hisseleri satın alın­dıktan sonra üzerinden bir yıl geçmesi halinde mi zekat la­zım gelecektir? Böyle bir yol takip edilirse, bu işle uğraşanlar zekat vermekten tamamiyle kurtulmazlar mı? Böylece, ze­kat verilmek istendiği halde, zekat şartlarının hiç oluşmaya­cağı bir durumla karşı karşıya kalınmaz mı?

Cevap:

Sorularınızın kısa cevaplarını aşağıda bulacaksınız.

Ticari Hisse Senetlerinin Zekatı

1 ve 7. Ticari hisse senetlerinden zekat verme usûlü, san­ki hisse karşılığında nakit parayı elinizde bulunduruyorsu­nuz da bu paradan zekat hissesini aymyormuşsunuz şeklin­de olmaz. Hisse senetlerinin zekatı ticari eşyanın zekatı üze­rinden verilir. Ticari eşya için zekat verme usûlü şu şekilde­dir: Ticarete başlama tarihi üzerinden bir sene geçince, eli­nizde ne kadar ticari mal (Stock in Trade) bulunduğuna, bu malın maliyetinin ne olduğuna ve. elinizdeki nakit para (Cash in Hand) miktarına bakarsınız. İkisinin toplamı üze­rinden yüzde iki buçuk hesabıyla zekat ayırırsınız. Bu kaide­yi ticarî hisse senetlerine uygulayacak olursak şöyle yapma­mız gerekir: Sahip olduğunuz şirket veya şirketlerin hissele­rinin zekat şartlarının tamamlandığı vakitteki kıymetleri itibari ile ne kadar kıymete sahip olduğuna bakarsınız. Sene boyunca kişi istediği kadar ilk hisse senetlerini satmış ve yenilerini almış olsun, bu bir şeyi değiştirmez. İlk hisse senet­lerini aldığınız tarihten itibaren sene hesabı yapılır ve sene­nin bitiminde sahip olduğunuz hisselerin pazardaki kıymeti üzerinden zekat miktarı tayin edilir. Bununla birlikte, eli­nizdeki nakit paranın ne kadar olduğuna da bakmanız gere­kir. İkisinin toplamı üzerinden kırkta birlik bir oranla zekat verilir.

Kazancınız üzerinden gelir vergisi alınmasıyla birlikte zekat vermeniz durumunda geriye kalan tüm kazancınızın zekat için gitmesi meselesine gelince: Bu problemin herhan­gi bir çözümünü bilmiyorum. Bu, kazancı vergilendirirken zekatı hiçbir şekilde göz önünde bulundurmayan yönetimler altında yaşamanın bir cezasıdır. Sistemi değiştirmedikçe, is­ter istemez, bu cezaya katlanmak zorundayız.

Kutuplarda Namaz

  1. Kutuplara yakın bölgelerde ibadet vakitleri ile ilgili olarak Dr, Hamidullah’ın görüşüne kesinlikle katılmıyorum. Bana göre doğru olan şudun^Yirmi dört saat içerisinde gece gündüz değişimi yaşanan bölgelerde oruç ve namaz va­kitlerinin -gece veya gündüz isterse iki saat uzunluğunda ol­sun- ekvatora yakın bölgeler için uygulanan kaideye uygun olarak düzenlenmesi gerekir.

Şu da var ki, gece veya gündüzün süresinin yirmi dört sa­ati geçtiği bölgelerde vakitlerin saat hesabıyla belirlenmesi ve bu belirlemenin de Mekke veya Medine saatlerine göre ayarlanması gerekir.

Nikah Altına Alınan Ehl-i Kitap Kadının Özgürlük Sınırlan

3- Müslümanların ehl-i kitap kadınları nikahlamaları konusunda verilen müsaadeyi Kur’an-ı Kerim iki şarta bağlamıştır:

A- Muhsenat’tan (iffetli) olmalıdır. B- Onu nikah altına alan müslüman kendi imanını tehli­keye atmanıalıdır. [27]Bu şartlar yüzünden ehl-i kitab’a mensup fâsık ve fâcir kadınlarla nikah yapmak caiz değildir. Ayrıca, evleneceği kadının evinde, ailesinde ve çocukları arasında Islâmca haram kılınmış fiillerin yayılma­sına sebep olmamasına dikkat etmesi müslüman kişinin üzerine düşen önemli bir vazifedir. Şüphesiz ki o, evlendiği kadını din değiştirmeye mecbur edemez. Onun kiliseye git­mesini engelleyemez. Ancak, düğünden önce müstakbel ha­nımına, evlendikten sonra şarap içmemeyi, domuz eti yeme-meyi ve Islâmca haram sayılan diğer fiillerden kaçınmayı şart koşması gerekir.

Önceden bu gibi şartlar koşmaya onun hem hakkı vardır ve hem de böyle davranmak üzerine düşen bir vazifedir. Eğer böyle davranmazsa, bu; onun din işlerinde oldukça fazla ko­laycı biri olduğu mânâsına gelir. Eğer yukarıda söylediğimiz tedbirleri almayıp da, annesinin yaptığı haram işleri -çocuk­ların annelerinden etkilenmemesi beklenemez- çocuklar da yapmaya başlarsa, bunun sorumluluğuna müslüman baba da ortak olur.

Mihirsiz Nikah

  1. Mihirsiz nikah olabilir, ancak İslâm fıkhına göre bu gi­bi durumlarda “mihr-i misil” verilmesi kendiliğinden zo­runlu olur.[28]

Namazın Kısaltılması ve Kaza Edilmesi

  1. Arap ülkelerindeki gençlerin hem dini yeterli bir şekil­de bilmemeleri ve hem de müctehid fakihlerden herhangi bi­risine tabi olmamaları büyük bir talihsizliktir. Bu yüzden de gün geçmiyor ki acayip bir ictihad işitmeyelim. Seferi olan bir kimse, imam Şafii trh.a) imam Ahmed b. Hanbel (rh.a) ve bir rivayet itibariyle İmam Malik’in (rh.a) görüşlerine göre, herhangi bir yerde dört gün veya daha fazla kalmaya niyet ederse, namazını tam (mukim gibi) olarak kılmalıdır. Hz. İbn Abbas (r.a) ve Hz. Ali’ye (k.v) göre ise, on gün veya daha fazlasına niyet etmek seferi olan kimseyi mukim yapar.

Seferinin mukim olması meselesinde İmam Evzaî (rh.a) 12 gün, İmam Ebu Hanife (rh.a) ise 15 gün sınırını tayin et­mektedirler. Kendi şehrinden çıktıktan sonra başka bir yer­de aylarca veya senelerce kalan bir kişinin seferi olarak kal­ması ve namazlarmı seferi kılması şeklinde bir görüş hiçbir İslâm âliminden nakledilmiş değildir. Şüphesiz ulemanın şöyle bir görüşü vardır: Bir kimse herhangi bir yerde, her an yükünü yüklenip gitme durumunda olup, kalma niyeti taşı­maksızın, orada aylarca kalsa bile namazını seferî kılar. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a) Tebük’te 15 gün ve Mek­ke’nin fethi zamanında Mekke’de 18 gün namazlarını seferî kılmıştır.[29] Yine bu sebepten sahabe-i kirâm’ın ordusu Azerbaycan seferinde iki ay kadar namazları seferî kılmıştır. [30]

6- Iraklı dostlarınızın namazın kaza edilebileceğini ka­bul etmemeleri de oldukça şaşırtıcıdır. Halbuki namazın ka­za edilebileceği meselesi birçok hadisle sabittir ve tüm İslâm fakihleri ittifakla bu görüşü benimsemektedirler. Bütün bir İslâm tarihi boyunca dikkate değer hiçbir fakih çıkıp da oru­cun kazası farzdır, ama namazınkisi değildir diye bir görüş belirtmemiştir. Buharı, Müslim, Nesâî, Ebu Davud, tbn Mace, Tirmizl ve Ahmed b. Hanbel’in Müsnedlinâe Hz. Enes, Ebu Hureyre ve Ebu Katade Ensarî’den (r.a) rivayet edilen birçok hadiste Peygamber Efendimiz (s.a) şöyle bu­yurmaktadır: “Kişinin unuttuğu, uykuda iken kaçırdığı, vaktini geçirdiği namazı aklına geldiğinde veya uyandığın­da kılması gerekir.”

Bu, Hz. Peygamberin (s.a) bizzat buyurduğu (sözlü) hü­kümdür. Gelelim Yüce Peygamberin (s.a) bunu uygulaması­na: Ebu Saîd Hudrî, Câbir b. Abdullah ve Imrân Hasîn’den çeşitli hadiseler Ahmed b. Hanbel’in Müsned’i, Buharı, Müslim veNesâî’de nakledilmektedir. Onlar şöyle rivayet etmektedirler: “Rasûlullah (s.a) ve sahabe (r.a) kaçırdıkları namazlarını eda ettiler. Bir seferde gece boyunca hareket edi­lip, gecenin sonunda bir mevkide konaklandı. Konaklanır konaklanmaz herkesi bir uyku aldı. OyU. ki kafiledekiler an­cak güneş doğduktan sonra, sıcaklıktan dolayı uyanabildi­ler. Hz. Peygamber (s.a) hemen ezan okutturdu ve cemaatle birlikte sabah namazını eda etti. Hendek gazvesinde bir gün ikindi namazı kazaya kaldı ve Hz. Peygmaber akşam vakti eda etti. Aynı gazvede başka bir gün öğle ikindi ve akşam na­mazları kazaya kaldı ve yatsı vakti başlarken bu üç namaz da eda edildi.” Bütün bunlardan sonra, artık geçmiş olan na­mazdan muafız diye birşey söylemeye mahal kalır mı bil­mem!.[31]

Ticarî Hisse Senetleri ve Kiraya Verilen Malların Zekatı

Soru:

1- Ticari hisse senetlerinin zekatı ile ilgili Temmuz 1962 ve Kasım 1950, 50. cilt, 1 sayılı Tercüman’ul Kur’an’daki makalenizde bir kesit şu şekildedir:

“Usulen şirkete verilen sermayeden, yalnız bir kez zekat alınması gerekir”. Bu usul gereği -sizin Kasım 1950 yazınıza uygun olarak- şirketten zekat topluca alınırsa, kişilerin elle­rinde bulundurduğu ticari hisse senetlerinden zekat alınma­ması gerekir. Şu sözünüz de burada zikre değer: “Zekat nisa­bından daha az miktarda hisseye sahip olan veya hisselere sahip olma müddeti bir seneden az olan “kişiler istisna tutu­larak, şirketten hisseler üzerinden zekat alınmalıdır. Çoğu zaman, belli bir şirkette nisap miktarından daha az kıymet­te hisseye sahip bir hissedarın, zekat verebilecek nisaba sa­hip olup olmadığını anlamak oldukça zordur,

Bu konunun bir diğer boyutu da yine üzerinde durulmaya değer: Kişilerden sahip oldukları hisse senetleri üzerinden zekat almakla, şirketin bütün hisseleri üzerinden zekat al­manın toplum üzerindeki etkileri birbirinden tamamen farklıdır. Böyle bir durumda şirket, zekat miktarını kendi yıllık giderinin müstakil bir parçası gibi değerlendirerek mallarının fiyatlarını artırma yoluna gidebilir. Çünkü zekat miktarının tamamının her zaman için kazançtan verilmesi veya her zaman için zekat verildikten sonra da hissedarlara kâr kalması mümkün olmayabilir. Zekat fertlerden alınırsa, fiatlar üzerinde böyle bir etkisi olmayacaktır.

Aynı Tercüman’ul Kur’an’ın 22. sayfasında kiraya veri­len mallara da zekat düştüğü görüşü belirtilmektedir. Eğer bu görüş doğru kabul edilirse, bu usulün kiraya verilerek iş­letilen taksi, kamyon ve otobüsün maliyetine de teşmil edil­mesi gerekir. Aynı şekilde, birden fazla ev ve dükkana sahip olup da, onları kiraya veren kişilerden de sahip olduğu taşın­mazların maliyetinin yüzde iki buçuğunu zekat olarak al­mak lâzım gelir. Ben, iki sebepten dolayı bu iki durumda mal sahiplerine zekat düşmesini şüpheyle karşılıyorum:

  1. Kiraya verilen taşınmazlara tüm maliyetleri üzerin­den zekat düşmesi gibi bir görüş veya böyle bir uygulama se­leften günümüze kadar işitümemiştir.
  2. Kitab’ul-Emvâl, 376. sayfada Leys b. Sa’d’dan delil olarak naklettiğiniz rivayet, bu konuda sahih bir delillendir-me olarak gözükmemektedir. Kiralık develerin kira ile çalış­tırılması zekat düşmesini gerektiren bir sebep değildir; onla­ra zekat düşmesinin asıl sebebi kiraya verilenlerin deve (ze­kata tabi bir hayvan) olmasıdır.

Bu meseleyi biraz daha ayrıntılarına inerek incelemeniz ve tereddütlerimizi yok etmeniz ümidiyle.

Cevap:

Zekatla ilgili olarak Kasım 1950’de Tercüman’ul Kur’an’da. yazdıklarımız, hükümetin sorularına bir cevap niteliği taşımaktaydı. O yazıdaki cevaplarımız, şirketlerden resmi olarak zekat alınacağı varsayımı üzerine bina edilmiş­ti. Bir soruya karşılık olarak Tercüman’ul Kur’an’da Tem­muz 1962’de yazdıklarımız ise, şirketlerin zekat vermeyece­ği; bilakis, her hissedarın kendi zekatını kendisinin vereceği varsayımı üzerine bina edilmişti.

Bu farkı göz önünde bulundurarak siz her iki cevabı da okuyun. Eğer zekatı şirket verecekse, her bir hissedarın ayrı ayrı zekat vermesi diye bir sorun kalmaz. Şu da var ki, şirke­tin her hissedarın tek tek zekat verme şartlarına sahip olup olmadıklarını araştırması güçtür. Zekat şartlarını taşıma­yan hissedarların kendi adlarına zekat verilmemesi için şir­keti uyarmaları kendi üzerlerine düşen bir vazifedir.

Zekat toplama işi resmi bir düzenlemeyle yapılırsa, şir­ketin zekat için ayırmış olduğu miktarı ticari giderlere saya­rak fîatları artırması işlemini zekat toplama memurların­dan gizlemesi mümkün olmaz. Böyle bir şeyin önlenmesi res­mi olarak mümkündür. Ancak, resmi bir düzenlemenin söz konusu olmadığı durumlarda, yalnızca dini hamiyete sahip şirketlerin sahipleri kendiliklerinden zekat vermeye yana­şacaklardır. Bu gibi insanlardan, bir elleriyle zekat verir­ken, diğer elleriyle bunu nasıl geri getireceklerinin plânlarını yapmaya başlamaları gibi bir şey beklenemez. Onların böyle bir şey yapabilecekleri farzedilse bile, bir son­raki yıl daha fazla zekat vermeleri gerekir.

Fiatları artırdıkça verilecek zekat miktarı yükselir ve iş o noktaya gelir ki fîatları artırmak mümkün olmaz.

Kiraya verilen mallar hakkında yazdıklarımız kısa bir değini idi. Bu yüzden söylediklerimiz anlaşılamamış. Ben, mobilya, araba veya başka eşyaları kiraya vererek işletme şeklinde bir işe sahip kimselerin yapmış oldukları bu işin maliyetinin söz konusu işte elde ettikleri kazanç itibariyle belirlenmesi gerekir diyorum. Kiraya vererek işlettiği mobil­ya, araba, v.s’nin kıymeti üzerinden zekat alınması gerekti­ğini kasdetmiyorum. Çünkü bunlar, kendisiyle iş yapılan aletler hükmündedir ve aletlerin kıymeti üzerinden zekat verilmez. Aslında bunun mânâsı şudur: Bir işten sağlanılan kazanca bakılarak, bu kadar kazanç sağlayan bir işin mali­yetinin ne kadar olması gerektiği belirlenebilir. Taşınmazla­rın kirasından zekat almması meselesine gelince: Kiraya ve­rilen taşınmazlar için zekat alındığı yolunda seleften bir de­lil olmadığı için bu konuda ben de kararsızım.

Çalıştırılan develerden zekat alınmaması benim daha önce açıkladığım sebep dolayısıyladır. Kişinin, onlar vasıta­sıyla iş yaptığı aletlere ve hayvanlara zekat düşmez. Meselâ: Toprağı sürmeye yarayan saban ve taşımacılıkta kullanılan hayvan gibi. Aynı şekilde, çiftliklerdeki hayvanlara da hay­van zekatı düşmez. Bu gibi şeylerin zekatı, onlar aracılığıyla elde edilen ürünlerden zekat alınması şeklinde gerçekleşti­rilmektedir. Kiraya verilerek çalıştırılan develere de “avâmil” (çalıştırılan) denilmektedir. Bu yüzden onlara da ne hayvan zekatı uygulanmakta ve ne de maliyetleri üzerin­den zekat alınmaktadır. Bilakis, bu kiralama işinin geliri-belli olunca, onun üzerinden zekat almması gerekir. [32]

Soru

Ticari hisse senetlerinin zekatı ile ilgili yapmış olduğu­nuz açıklamalardan sonra da bir mesele çözüm bekliyor. Ze­kat tahsil edilmesi itibariyle; hisse sahiplerinin hisselerinin borsadaki kıymetleri üzerinden zekat alınması ile, şirketin yaptığı ticaret üzerinden zekat alınması şeklindeki söz ko­nusu iki duruma eşit statü verilmesi mümkün değildir. İki ayrı durumda, alınacak zekat miktarları itibariyle, bariz bir farkın meydana gelmesi kaçınılmazdır.

Zekat hesabı yaparken, bu fark göz önüne alınarak, zekat alınırken hangi şeklin kullanılacağının tayin edilmesi gere­kir.

Kiraya verilerek işletilen eşyanm zekatının alınması me­selesi de açıklığa kavuşmuş değil. Sizin, yapılan işin serma­yesi ve kazancı üzerinden işin toplam maliyetinin tahmin edilmesi şeklindeki Önerinize bazı itirazlar söz konusu olu­yor. Şöyle ki:

A. Bu şekilde, üzerinden zekat verilmesi gereken malın hesabı en azından o eşyanm toplam kıymetine eşit, bazı du­rumlarda ondan fazla gelir. Çünkü, işyeri köklü ve iyi bir iş­yeri ise sermayenin tutarı o ölçüde fazla olacaktır.

B. Bu şekli benimsememizin şer’î delili nedir? Gemiler, binek hayvanları, evler, dükkanlar vs.’yi kiraya vererek iş­letme geleneği çok eskilere dayandığı halde, seleften’ buna benzer hiçbir şekil nakledilmemiştir.

C. Şeriat, bazı belli maslahatları göz önüne alarak açıkta olan malla (mal-ı zahir), olmayan (mal-ı bâtın) arasında bir ayırım yapmış ve açıkta olmayan malın miktarının ibrazmı mal sahibine bırakmıştır.

Zekat toplama memuru ile, eşyalarını kiraya vererek iş­leten kişi arasmda ihtilaf söz konusu olduğunda kararı kim verir?

Konuyu bu boyutları üzerinde düşünüp, görüşünüzü bil­dirmeniz ümidiyle.

Cevap:

Şirketlerden zekat alınması konusunda ancak önceki so­runuza verdiğim cevapta söz konusu ettiğim o iki şekil müm­kündür. Yâni; ya İslâmî hükümetin varlığında zekat tahsil etme işleri bir sisteme bağlanır, ya da böyle toplumsal bir sis­temin var olmaması durumunda, dini vecibelerini yerine ge­tirmeyi bir sorumluluk olarak gören fertler zekatlarını biz­zat kendileri verirler. Birinci şeklin söz konusu olması duru­munda şirketin bütün hesapları gözden geçirilerek bir kara­ra varılır. Zekat alınmayan eşyalar bu hesabın dışında tutu­lur. Ancak, ikinci şeklin söz konusu olması durumunda, ferdi olarak, hissedarlar için bu gibi hesapları belirlemek güçtür. Bu yüzden onlar ancak yatırmış oldukları sermayeden zekat vermek zorundadırlar.

Kiraya verilerek işletilen eşyalardan zekat alınması me­selesi oldukça karmaşıktır. Bu meselede usuldeki birçok problemle bizzat ben de karşı karşıyayım. Bu konuda hadis­lerde ve kaynak eserlerde de kaydadeğer bir yönlendirme yoktur. Bu konudaki en büyük sorun; kiraya verilerek işleti­len eşyanın ticari mal statüsüne girmeyip, üretim aletlerine (araç) benzemesindedir. Bu yüzden bu gibi eşyanın zekatı­nın kendi kıymetleri üzerinden verilmesi bana pek doğru gelmiyor. Kiraya verilen eşya hariç tutulduktan sonra, sene sonunda bu iş yerinde üzerinden zekat alınacak eldeki nakit paradan (Cash in Hand) veya banka hesabından başka bir-şey bulunmamaktadır. Halbuki bu tür iş yerleri çok fazla ve günümüzde bu gibi işlerde oldukça büyük paralar dönmek­te. Bu gibi sebeplerden dolayı benisin maliyeti üzerinden bir formül düşündüm. Ancak, bu tamamen ictihadî bir şeydir. Diğer ilim ehlinin de bu mesele üzerinde kafa yorması lazım gelir.

Açıktaki mal (mal-ı zahir) ile, açıkta olmayan mal (mal-ı bâtın) arasında ayırım yaparak yapmış olduğunuz itiraz o kadar güçlü değil. Eğer herhangi bir malın, açıkta olmayan mal (mal-ı bâtın) olup olmadığı üzerinde ihtilaf olursa, veya mal sahibinin ilan etmiş olduğu “mâl-ı bâtın”ı zekat toplama memuru kabul etmiyorsa, her iki halde de tarafsız bir mah­keme karar verebilir. Bu halledilemeyecek kadar karmaşık bir mesele değildir.[33]

İkramiyeli Devlet Bonolarına İştirak

Soru:

Günümüzde hükümet tarafından piyasaya sürülen ikra-miyeli bono[34] kampanyasına katılmak ve çıkması duru­munda ikramiyeyi almak caiz midir, değil midir? Bu zahiren kumar değilmiş gibi gözükmektedir. Çünkü, her iştirakçinin borcunun asıl miktarı daha sonra verilmek üzere behemehal muhafaza edilmektedir. Bu belli miktar dışında ikramiyeli bono hamiline, faiz gibi görülebilecek, belirlenmiş fazla bir para da verilmemektedir. Bu kampanyaya katılmanın şer’î durumunu lütfen açıklığa kavuşturunuz. Çünkü birçok kim­se bu konuda tereddüt içerisindedir.

Cevap:

İkramiyeli devlet bonoları meselesinin asıl yüzü şu şekil­dedir. Nevi itibariyle bu bonolar da hükümetin çeşitli yatı­rımlarda kullanmak üzere halktan alarak faiz verdiği borç­lar cinsindendir. Fark şudur: Önceden her bono hamiline, vermiş olduğu miktar üzerinden tek tek faiz verilirdi. Ancak, şimdi iştirakçilerin tamamından toplanan miktarın faizi bir araya toplanarak, bir kaç iştirakçiye “büyük ikramiyeler” şeklinde verilmektedir. Bu “ikramiyelerin” kime verileceği meselesi ise kura çekilişiyle belirlenmektedir.

Önceleri, her bono alana faiz verileceği özendirilin esiyle vatandaştan borç para alınırdı. Şimdi ise öyle bir uygulama yerine, her iştirakçi, milyonlarca liralık “ikramiye”nin ken­disine çıkabileceği, bu yüzden şansını denemesi gerektiği bahanesiyle teşvik ediliyor.

Bu kampanyanın yukarıda açıkladığımız içyüzünden ko­laylıkla anlaşılmaktadır ki, bunda hem faiz ve hem de kuma­rın özü vardır. Bu kampanyaya katılarak bono satm alan ki­şi:

  1. Parasını faizle işletileceğini bildiği bir işe yatırmakta­dır.
  2. Kendisine kura çekilişinde “ikramiye” çıkan kişi, as­lında her bono hamiline tek tek verilmekte olan faizlerin top­lamını elde etmektedir.
  3. Bu bonoyu satın alan her kişi, yalnızca borç vermek ni­yetiyle değil; vermiş olduğu ana paradan daha fazlasının “ikramiye” olarak kendisine çıkabileceği hesabıyla hareket etmekte ve borç alan taraf da böyle bir Özendirmeden hare­ketle, onu borç vermeye motive etmektedir. Bu yüzden, bu kampanyada faize yönelik bir alışveriş niyeti hâkim bulun­maktadır.
  4. Aslında toplu faiz olan “ikramiye”nin iştirakçilere ve­rilmesi ise, aynı piyangolar da olduğu gibi belirlenmektedir. Fark yalnızca şudur: Piyangolarda, kendisine ikramiye çı­kanlar dışındaki kimselerin biletleri yanmakta ve bilet pa­raları kendilerine ikramiye çıkanlara gitmektedir. Ama ik­ramiyeli bono kampanyasında ikramiye çıkan iştirakçiler dışındaki tüm bono hamillerinin ana paraları yanmamakta, sadece faizle işleyen işlerin ana kuralları gereği her para ya­tırana verilmesi gereken faiz miktarı kendisine değil, kura çekilişi neticesinde taşıdıkları bonoların numarası çıkan bir veya birkaç talihliye verilmektedir. Bu sebepten, bu işlem bizatihi kumar olmasa da kesinlikle kumar niteliği taşımak­tadır.[35]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Siyasî İnkılab Mı Öncelik Taşır, Sosyal İnkılab Mı?

Soru:

Ülkemiz insanlarında genel olarak bir kanı var: İslâm’ın prensip ve hükümleri gerçekte uygun ve güzeldir, ama günü­müz şartlarında uygulanabilir değildir. Halk arasında, alt tabakada olsun elit tabakada olsun, İslâm’a duygusal olarak bir bağlılık mutlaka var, ama İslâmî düşünceyi bütünüyle kavrama ve İslâm’ın bütün emirlerini yerine getirme açısın­dan aynı şeyleri söyleyebilmek mümkün değil. İslâm’ın uy­gulanmasını istediği fikrî ve amelî disiplini görünce, insanın aklına; İslâmî kanunlar uygulanmaya konulursa İslâm aley­hine şiddetli bir tepki husule gelir mi acaba diye bir tedirgin­lik geliyor. Siyasî inkılabtan önce kültürel inkılabı gerçek­leştirmek lazımdır. Islah duygusunu yukarıdan veya dışarı­dan değil de içeriden gerçekleştirme zarureti vardır. Böyle bir ıslah hareketi gerçekleştirilmeden İslâmî bir devlet iste­ğinde bulunmak vakitsiz ve erken değil midir?

Cevap:

Eğer bu mesele üzerinde tam bir açıklama yapmak ister­sek, oldukça ayrıntılı bir cevap yazmamız gerekecektir. Bu soruyu kısaca şöyle cevaplayabiliriz: Şüphesiz, siyasi inkı­labtan önce kültürel, içtimâi ve ahlâkî bir inkılaba zaruret duyulmaktadır. İslâmî inkılabın fıtrî yolu da budur. Yine İslâmî hüküm ve kanunların sadece tepeden inme yöntem­lerle kabul ettirilemeyeceği, bilakis insanların İslâm’ı tat­bik etmeleri için kalblerinde de bir duygu oluşturulması ge­rektiği yolundaki görüşünüz de doğrudur. Ancak, Pakis­tan’ın kurulması ile birlikte siyasi inkılabın başarıya ulaştı­ğı gerçeğini kim inkâr edebilir? Şu halde sosyal inkılabın mı, yoksa siyasi inkılabın mı öncelik taşıdığı hususunda bir soru sormak tamamen yersizdir. Şu an şöyle bir sorunun muhata­bı olmamız lazım gelir: Toplum içerisinde düşünsel inkılab gerçekleşinceye kadar, acaba bizler siyasi yetkilerimizi kâfirce prensip ve usullere uygun olarak mı kullanalım, yok­sa bu yetkileri de İslâmî prensiplere uyduralım mı? Hiç değilse, siyasi iktidarın ekonomi politikasını ve maksadını be­hemehal belirlememiz lazım gelir. Hükümet kadroları ve mekanizması ahlâkî inkılab gerçekleşinceye kadar hiçbir şe­kilde başıboş bırakılamaz. Allah’ın (c.c) ve O’nun Peygambe-ri’nin (s.a) hakimiyet ve üstünlüğüne inanan, toplumsal ya­şamın dizginlerini elinde bulunduran, kendi hayat sistemini ıslaha kendisi kadir olan ve herhangi bir kâfir gücün herhan­gi bir kafirce sistemi bu topluma musallat etmesi söz konusu olmayan bir millet fertlerinin, bir taraftan başkalarına ahlâkla ilgili vaaz ve nasihatlar verirken, diğer taraftan ken­dilerine hâkim sistemin İslâmdışı prensiplere uygun olarak çalışmasına ses çıkarmamaları hiç caiz ve doğru olabilir mi? Bana göre, eğer biz böyle bir durum karşısında sesimizi çıkarmazsak, bireysel olarak irtidad etmemiş sayılsak bile, toplumsal ve ulusal bazda kesinlikle irtidad etmiş sayılırız. Bu meselede şöyle bir ikinci boyut daha vardır: Eğer siz içtimaî ve ahlâkî bir inkılab yapmak istiyorsanız, bu inkıla­bın kaynak ve vesilelerinin neler olabileceği hususunda de­rinlemesine düşünmeniz gerekir. Söz konusu kaynak ve ve­silelere eğitim ve öğretim, toplumsal ıslah, düşünsel ıslah vb. bir çok şeyin dahil olduğu açıktır. Bunlarla birlikte hükü­metin kanunî ve siyasî kaynak ve vesileleri de vardır. Hükü­metin güç ve otoritesi sadece büyük bir ıslah aracı olmakla kalmaz, aynı zamanda ıslahata yönelik tüm önlemleri daha etkili, daha işbitirici ve daha geniş kapsamlı kılma yolunda da etkili bir vesile olur. Bu noktada “ahlâkî ve içtimaî bir in­kılabı gerçekleştirebilmek için hükümet güçlerinin kullanıl­ması neden gerekli olsun ki?” diye bir soru akla takılabilir. Hükümetin bütün çarkları bizim verdiğimiz oylar ve ödedi­ğimiz vergilerle dönmektedir.

Bir taraftan bireysel sıfatla İslâm’ın toplumsal inkılabı için yol bulmaya çalışırken, diğer taraftan hükümetin tüm imkanlarının ahlâk bozucu, fısk ve fücuru yayıcı işlerde kul­lanılmasına göz yummak gibi bir cehaleti ve ahmaklığı ne­den gösterelim?[36]

İslâm’da El Kesme Cezası

Soru:

İslâm’da hırsızlığın cezası el kesme şeklindedir. Günü­müzde hergün yüzlerce hırsızlık vak’ası yaşanmaktadır. Öy­leyse hergün yüzlerce el mi kesilecektir? Bu koşullarda, böy­le bir ceza acımasız ve tatbik edilemez gibi gözükmektedir.

Cevap:

Eğer ben burada, el kesme ve İslâm’daki diğer ağır ceza suçları hakkında İslâm’ın görüş açısını tam anlamıyla açık­lamaya çalışsam, oldukça fazla vaktimi alır. Ben bu konuyu “İslâmî Kanunlar ve Pakistan’da Uygulamaya Geçilebilme­si İçin Pratik Önlemler” adlı kitabımda derinlemesine ince­ledim. Burada sadece şunları söylemekle yetineceğim: Hır­sızlık suçuna karşılık olarak el kesme cezası uygulaması başlatıldıktan kısa bir süre sonra, Allah’ın izniyle, hırsızlık ortadan kalkacak ve yüzlerce elin kesilmesine gerek kalma­yacaktır. Günümüzde hırsızlar “eğer on bin lira [37] çalarsam, yakalansam bile bir müddet hapishanede hükümetin yeme­ğini yer, sonra çıkarım ve elimde de yeterli miktarda param olur” diye düşünmektedir. Böyle bir düşünce içerisinde olan hırsızın eline geçirdiği ilk fırsatta yine hırsızlık yapacağı açıktır. Ülkemizde bu gibi adi suçlulara pek sık rastlanmak­ta ve onları bu suçları işlemekten alıkoymak en büyük sorun­larımızdan birini oluşturmaktadır. Lakin, hırsız birinci kez yakalandığında bir elinin, ikinci kez yakalandığında da di­ğer elinin kesileceğinin bilincinde olsaydı, kolay kolay hır­sızlık yapmaya yanaşmayacaktı. Dahası, hırsızlık yaparak eli kesilen insanın kesik eli tüm hikayeyi anlatmaya yetecek, mahir hırsız ve yankesicilerin dürüst insanlar kılığında dört bir yanda avlarını aradıkları ve kimsenin de onları tanıya­madığı günümüzdeki gibi bir durum yaşanmayacaktı. Be­nim bu konudaki kesin görüşüm şudur: Hırsızlığın önüne ge­çilebilmesi için bu konunun uygulamaya konulmasına şiddetle zaruret vardır. Modern medeniyetin birçok kusurların­dan bir tanesi de suçlunun hedef tahtasını oluşturan toplu­mu değil; suçluyu koruyup, kollamasıdır.

Sırf hırsızın elinin kesileceği sözünü işitmekle bile bu me­deniyetin çocuklarının tüyleri diken diken olmaktadır. Oysa bugün en korkunç suçların toplumumuzda günden güne pa­lazlandığını görmek bile onların kıllarını kıpırdatmalarına yetmemektedir.

Son olarak şunu da söylememiz gerekiyor: İslâm sadece hırsızın elini kesen bir sistem değildir. Bilakis İslâm, zekat ve sadaka sistemi kurarak her ferdin temel gereksinimlerini de karşılamaktadır. Toplumun ahlâkî eğitim ve öğretimi için gerekli düzenlemeleri de yapan İslâm, halka helal ve ca­iz yollarla kazanma ve harcamanın yollarını da öğretmekte­dir. Bütün bunlardan sonra, eğer bir kişinin helal kazancını bir başkası haram olan bir yolla çalarsa, ona el kesme cezası verilir.[38]

İslâm Devletinde Peygambere Küfreden Zımmînin Durumu

Soru:

Bu satırların yazan birkaç günden beri sizin eseriniz olan “İslâm’da Cihad” adlı kitabı okumaktaydı. İslâm’da barış ve savaşla ilgili olarak 240. sayfa, 6. pragrafta şöyle yazıyor­sunuz: “Zırnmî hangi suçu işlerse işlesin, zımmîlik statüsü bozulmaz. Hatta, cizye vermeyi kesmek, müslüman öldür­mek, Peygamber Efendimize saygısızlık göstermek veya müslüman bir kadının şerefiyle oynamak bile onu zimmî sta­tüsünden çıkarmaz. Yalnız şu iki durumda zimmet akdi bo­zulmaktadır: Bunlardan birincisi, zımmînin Dâr’ul İslâm’dan çıkarak düşmana katılması, diğeri de İslâm devle­ti aleyhine açıkça isyana kalkarak fitne ve fesad çıkarması durumudur.”

Fedevî bu görüşünüze katılmamaktadır. Ben de bu görü­şünüzü Kuran ve Sünnet’e uygun bulmuyorum. Araştırma­larıma göre, Peygamber Efendimizin şanına saygısızlık gösteren ve sizin zikrettiğiniz diğer fiilleri irtikap eden zımmîlerin zimmet anlaşmaları bozulmaktadır. Siz kendi görüşünüzü desteklemek için Feth’ul Kadir’in 4. cildi ve Bedâî’nin 113. sayfasına göndermede bulunmuşsunuz. İbn Teymiyye bu konuda “Essârim’ul Musul ala Şâtim’ir Rasûl” başlığıyla müstakil bir risale yazmıştır, lâd’ül Meâd, Tarih’ül Hülefa, Avn’ül Mâ’bûd, Neyl’ül Evtâr gibi kitaplarda selef uleması sizinkinin hilafına görüş ve delil bil­dirmişlerdir. Burada sizin dikkatinizi bir hadis-i şerife çek­mek istiyorum.

Hz. Ali (k.v) şöyle rivayet etmektedir:

“Bir yahudi kadını Peygamberimize dil uzatıyor ve O’nun aleyhine çirkin şeyler söylüyordu. Bu sebeple, bir adam o kadının boğazını sıktı ve ölünceye kadar bırakmadı. Peygamber Efendimiz o kadının kanını heder etti.[39]

Bu arada şunu da söylemek istiyorum: Ehl-i Hadis’in bu­radaki alimlerinden birisi sizin bu görüşünüz aleyhine “Mevlânâ Mevdudi’nin Bir Hatası” başlığı altında bir maka­le yayınladı. Bu makalede sizin görüşünüz aleyhine birçok hadis-i şerif ve ulemanm fetvası yer almaktadır.

Cevap:

Bu mesele muhtelefun fîh olan, yani; üzerinde ihtilaf edil­miş olan bir meseledir. Bu meselede siz ya da diğerleri istedi­ğiniz görüşe sahip olabilir ve istediğiniz delili sunabilirsiniz. Diğer taraftan, başka türlü düşünen büyük bir alim grubu ve onların da delilleri mevcut. İhtilaf cizye vermemenin, Pey­gamber Efendimize saygısızlık göstermenin ve müslüman kadınların şerefiyle oynamanın hukuken suç ve cezayı ge­rektirip gerektirmediğinde değil; bu suçların kanun aleyhine işlenmiş suçlar mı, yoksa devletin anayasası aleyhine iş­lenmiş suçlar mı olduğu konusundadır. Bazı suçlar vardır ki, vatandaşlardan her kim o suçu işlerse sadece suçlu olur. Ba­zı suçlar da vardır ki, bu tür suçları işleyenler vatandaşlık­tan da çıkarılırlar. Hanefîler, zımmuıin yukarıda saydığımız türden işlediği suçların birinci türden suçlar olduğunu söy­lemektedirler. Diğer bazı alimlere göre ise, bu gibi suçlar ikinci kısım suçlar kapsamına girmektedir. Bu, hakkında iki tarafında yeterince dilili olduğu anayasal bir tartışmadır. Bunda kimsenin almacağı birşey yoktur. Benim hakkımda makale yazan şahıs, bunun sadece benim hatam olduğunu söylemekle insafsızlık etmiştir. Eğer böyle bir görüşe sahip olmak hata ise, selef alimlerinden olan bir çok kimse de aynı hatayı işlemiştir. Benim bu konulardaki günahım ise şudur: Herhangi bir meselede Hanefî mezhebini desteklersem, ha­dis mensubları gücenmekte; hadis mensuplarını destekler­sem, Hanefîler peşimi bırakmamaktadırlar.[40]

İslâmî Demokrasi Ve Devlet Memurlarının Politikaya Karışmaları

Soru:

Ağustos 1955 tarihli Tercüman’ul Kur’an da “Değiniler” başlığı altında belirtmiş olduğunuz görüşlere kısmen katıl­mıyorum. Bazı şüphelerimi aşağıya alıyorum:

  1. Siz demokrasiyi[41] Kur’an ve Sünnet’in amacı olarak göstermişsiniz. Günümüzde demokrasinin temelleri halkın sınırsız hakimiyeti teorisi üzerine kurulmuştur. Bizim, de­mokrasiyi hiçbir şekilde Kitap ve Sünnet’in amacma uygun bir yönetim tarzı olarak kabul edemeyeceğimiz açıktır. Bu­nu siz de gayet iyi biliyorsunuz. Siz demokrasi kelimesini meşhur mânâsının dışında kullanıyorsunuz. İslâmî hükü­met tarzı için teokrasi ıstılahını ortaya atan sizsiniz. O hal­de, şimdi bu ıstılahı bırakarak, neden demokrasi tarafına dönüyor sunuz?
  2. Devlet memurlarının siyasi faaliyetlere karışmamala­rı gerektiği şeklindeki düşünceniz tamamen kapalı ve anla­şılmaz bir düşüncedir. Acaba siz demi siyasetle dinin ayrıl­masına inananlardansınız?
  3. Devlet memurları, halkın çoğunluğu tarafından ana­yasaya uygun olarak iktidarı teslim ettiği her iktidara itaati kabul etmelidir şeklindeki görüşünüz de İslâmî öğretilere uygun değildir. Devlet memuru veya normal vatandaş da ol­salar, müslümanlar için sadece Kitap ve Sünnet’e bağlı ida­recilere itaat lazım gelir. Sırf anayasal yollarla ülke iktidarı­nın ele geçirilmesi hiçbir şekilde müslümanları o iktidarı ele geçirenlere itaata mecbur edemez.

Cevap:

Demokrasi ile ilgili olarak, yazılarım ve konuşmalarım aracılığıyla, defalarca şunu açık bir şekilde ortaya koymuşumdur: İslâm’da demokrasinin gerçek özü (cevheri) mev­cuttur. Ancak, İslâm’ın demokrasi kavramı ile batıdaki de­mokrasi kavramı arasında büyük fark vardır. İslâm, halkın sınırsız hakimiyetine değil; Allah’ın (c.c) hakimiyeti altında­ki umumi hilafete inanır. Bu umumi hilafetin yetkileri her­hangi bir kişi, aile veya zümrenin elinde değil, bir bütün ola­rak tüm ümmetin elinde toplandığı ve söz konusu yetkileri kullanmak üzere istediğini seçme hak ve yetkisine sahip ol­duğu için kişiye ya da herhangi bir zümreye dayalı hükümet şeklinden ayırmak maksadıyla îslâmî hükümet tarzına de­mokratik hükümet[42] denilebilir. Bu, İslâm’a mahsus bir de­mokrasi kavramıdır. Bütün dünyada meşhur, yaygın ve üze­rinde ittifak edilmiş tek bir demokrasi kavramının olduğunu söylemek doğru değildir. Batıda bile kapitalist demokrasi, komünist demokrasi vs. birçok demokrasi kavramı mevcut­tur. Buna karşılık, İslâmî hükümet tarzına İslâmî demokra­si (cumhuriyet) ismi verilebilir. Böyle bir İslâmî demokrasiyi ben teokrasi tabiriyle adlandırdım. Bu ıstılahla da islâmî prensiplere dayanan bir çeşit demokrasiyi kastediyoruz.

Ben, devlet memurlarının politikaya karışmalarına karşı çıktım, ama bunun sebep ve delillerini de açıkladım. Siz bu deliller üzerinde düşünme zahmetine katlanmamışsınız. İti­razınızı asıl mesele ile ilgisi olmayan boyutlardan başlatmış­sınız. Hükümet memurlarının, bir özel ve bir de devlet me­muru olmaları hasebiyle tüzel kişilikleri vardır. Özel kişilik­leri itibariyle onların siyasetten ayrı kalmalarını hiç kimse isteyemez. Bu yüzden onların da diğer vatandaşlar gibi oy verme hakkı vardır. Yalnız, devlet memuru olmaları ve tüzel kişilikleri dolayısıyla politikaya katılmaları ve ülke düzeni­ni sağlamak için kendilerine verilmiş bulunan resmi yetkile­rini siyasi görüşler veya partilerden birinin lehine veya aley­hine kullanmaları prensip olarak yanlış olduğu gibi, pratik­te de ülkenin aleyhinedir.

Siz, polisin, askerin ve bürokratların bir grup oluştura­rak belli bir siyasi görüş etrafında toplanmalarını ve ülkeyi ele geçirme yolunda kendi görüşlerini zorla kabul ettirme kararı almalarını veya kendi görüşlerine muhalif olarak se­çimlerle işbaşına gelen partilerin çalışmalarına fırsat ver­memeyi kararlaştırmalarını doğru buluyor musunuz?

Normal bir vatandaş gibi, devlet memurunun da Kitap ve Sünnet’e bağlı idarecilere itaat etmesi gerektiği doğru bir gö­rüştür. Ancak, Kur’an ve Sünnet’e bağlı olmayan idarecile­rin yönetimi altında memurluk yapılmalı, fakat onlara itaat edilmemeli şeklindeki bir görüş de doğru mudur?

Ben, vatandaşların çoğunluğunun yetkileri teslim ettiği otoriteye memurların itaat etmesi gerektiği şeklindeki gö­rüşlerimi bildirirken, bu konudaki demokratik prensipler üzerinde durmadan önce, İslâmî anayasanın prensiplerini de açıklamıştım. Benim söz konusu görüşümün bu konu bü­tünlüğü içerisinde değerlendirilmesi lazım gelirdi. Ancak, siz yine de bu görüşümü konu bütünlüğünden ayırarak ele almak isterseniz, o zaman ben şöyle derim: Eğer halkın ço­ğunluğu Kitap ve Sünnet yolundan ayrılmış bir otoriteye ik­tidar yetkilerini verirse, o durumda dindar bir devlet’memuruna düşen vazifeden istifa etmektir. Onun, hem memurlu­ğa devam edip ve hem de emri altında bulunduğu hükümete itaat etmemesi herhalukârda caiz olamaz. [43]

İslâm’da Cihad Kavramıyla İlgili Bir Şüphe

Soru:

“Allah Yolunda Cihad” isimli makaleniz Tefhim’ul Kur’an m birinci cildinde ve “Cihadın Gerçeği” adlı bir risalenizde yayınlanmıştır. Makalenizin bir yerinde aşağıya al­dığım ibareleri kullanıyorsunuz: “Müslümanların cemaati­nin dünyanın herhangi bir parçasında İslâmî bir hükümet düzeni kurmakla yetinmemesi, gücü nisbetinde bu düzeni dünyanın dört bir tarafına yaymak için çalışması lazım gelir. Peygamber Efendimizin, daha sonrada Hulefâ-ı Râşidîn’in (r.a) uyguladıkları politika buydu. Müslüman cemaatin ilk olarak teşekkül ettiği Arabistan, her yerden önce İslâmî hü­kümetin idaresi altına girmişti. Bundan sonra Peygamber Efendimiz çevredeki ülkeleri kendi din ve prensiplerine da­vet etti. Ancak, onların kendi davetine müsbet ya da menfi cevap vermelerini beklemek yerine, gerekli gücü bulur bul­maz, Roma İmparatorluğu ile çatışmaya başlamıştır.”

Bazı kimseler, yazdıklarınıza, İslâm öğretisi ve tarihinin gerçek boyutlarını yansıtmadığı ve söz konusu görüşün İslâm’ın kılıçla yayıldığı suçlamalarını kuvvetlendirdiği id­diasıyla karşı çıkıyorlar. Bu ifade ile anlatmak istediğiniz şe­yin ne olduğunu ve delillerinizi Tercüman’ul Kur’an’dp açık olarak belirtirseniz memnun kalırız.

Cevap:

Ben, yukarıda iktibas etmiş olduğunuz satırlarımla, ar­kasında Peygamber Efendimizin (s.a) güzel örneği ve Hulefâ-ı Râşidîn’in pratik uygulaması olan tarihi bir haki­kati gözler önüne serdim. Ben hadis ve tarih kitaplarında, Roma İmparatorları ve Acem Kisraları aleyhine askeri hare­kata girişilmeden önce, sahabe-i kiram’m umumi bir tebliğ kampanyası için bu ülkelere gönderildiğine ve bu davet ve tebliğ kampanyasının neticesinin beklendiğine dair bir deli­le rastlamadım. Peygamber Efendimiz (s.a) sadece impara­torlara mektup göndermekle iktifa etmişti. Bununla birlikte O, Roma, İran ve Mısır ülkeleri halklarını doğrudan muhatap alıp, onların cevabını beklemeyi de zorunlu görmemiştir. Hulefâ-i Râşidîn döneminde de aynı durum söz konusu idi. Romalılar aleyhine Önce Mute, daha sonra Tebük gazveleri­nin yapılması ve nihayet Usame (r.a) Ordus’unun onlar üze­rine gönderilmesi bu iddiamızın en açık delilleridir. Hz. Ebu Bekir’in İranlılara karşı vermiş olduğu savaş ve Hz. Ömer’in (r.a) Mısır üzerine yürümesi de iddiamızın delillerindendir.

Eğer konu üzerinde biraz daha dikkatlice durulursa, bu meselede doğrudan doğruya halkı muhatap alma yerine, ne­den onların hükümdarlarına meseleyi iletmekle yetinildiği de kolaylıkla anlaşılır. Bunun sebebi şu idi: Bu ülkelerde şahsî hükümetler vardı. Diktatör idareciler, müstebid kral­lar iktidarı ellerinde bulunduruyorlardı. İslâm’ın yayılması yolundaki en büyük engel, işte bu iktidardaki zorbalardı. Bu kişiler ülke idaresinin dizginlerini ellerinde tuttukları müd­detçe ne umumi bir İslâmî davetin halk arasında yayılması-, na imkan vardı ve ne de halkın bu daveti hak olarak görmesi durumunda onu kabul edecek ve hayatına hakim kılabilecek düşünce ve uygulama özgürlüğü. Bu koşullar altında hü­kümdarlardan kurtulmadan, ne İslâm’ın yayılması gerekti­ği gibi gerçekleştirilebilirdi ve ne de bunun netice ve faydala­rı tüm çıplaklığıyla ortaya çıkabilirdi. Bu yüzdendir ki, bu hükümdarlara yazdığı mübarek mektuplarında Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyordu: “Eğer siz, bu daveti veya bize itaati kabul etmezseniz, kendi idareniz altındaki kimselerin doğru yoldan çıkarılmasının vebali de sizin sırtınıza bine­cektir. “

Peygamber Efendimiz ve O’nun ashabının uygulamala­rından çıkardığımız sonuç şudur: Herhangi bir ülkede hal­kın İslâm davetini işitip kabullenmelerinin fiilen imkansız olduğu bir devlet idaresi varsa, o idarenin davet yolundan kaldırılması zorunludur. Böyle bir idareyi ortaran kaldır­mak, o idarenin yönetimi altında bulunan insanlara inanç ve uygulama özgürlüğü bağışlamakla eş anlamlıdır. Bu âavra-mşm amacı insanları İslâm’ı zorla kabul etmeye zorlamak değil; ülkenin siyasi düzeninde mevcut olan hakkı kavrayıp, ona ittiba etme yolundaki tüm engelleri ortadan kaldırmak­tır.

Burada şunu da açıklamak yerinde olur: Kendisiyle ilgili olarak soru sorduğunuz ifadelerde İslâm davet ve tebliğinin savaş ve barış kanunlarının mükemmel ve geniş kapsamlı kuralları ortaya konmamıştır. Söz konusu satırlar büyük bir meseleye gelişigüzel bir değini özelliği taşımaktadır. Benim özellikle bu konuyu ayrıntılarıyla işlediğim kitaplarımı gör­mezlikten gelerek, ikinci derecedeki bir yazımdan bazı pa­ragrafları seçerek ortaya sürmek, insaf ve araştırma ahlâkı açısmdan doğru bir şey olamaz. [44]

Dârul İslâm’ın Yeni Bir Tarifi

Soru:

İki sorumu huzurlarınıza arzediyorum. Tatmin edici bir cevap lütfedeceğinizi umuyorum. ,

  1. Dâr’ul Küfür, Dâr’ul Harp ve Dâr’ul Islâmm doğru tarifi nedir? Dâr’ul Küfürle, Dar’ul İslâm’da biz neyi asıl ve temel kabul edebiliriz? Bu konuda ben Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenînin aşağıda naklettiğim sözlerinden sonra te­reddüde düştüm.

“Bir ülkede devlet idaresi müslüman olmayan bir toplu­luğun elinde, ama müslüman da her bakımdan o idareye ortaksa ve müslümanlarm dinî ve mezhebi inanç ve düşüncele­rine saygı gösteriliyorsa, o ülke Şah Hazretlerine göre[45] şüphesiz Dâr’ul İslâm (İslâm yurdu) olur. Ve şeriat açısın­dan, müslümanlarm o ülkeyi kendi ülkeleri kabul ederek uğ­runda her çeşit iyi niyeti ve samimi duyguları gösteren hare­ketlerde bulunmaları farz olur.[46] Bu konuda bana yol gös­teriniz.

“Allah insanlar için örnekler verir, umulur ki, onlar öğüt alır, düşünürler.[47] ayetinde “lealle” “belki de, umulur ki” kelimesi gelmiştir ki, bu şüphe ve tereddüt bildi­ren bir kelimedir. Halbuki Allah kesin bilgi sahibidir, herşe-yi eksiksiz ve kesinlikle bilir. O halde bunu nasıl yorumlaya­cağız ve mânâsını nereye yönelteceğiz?

Cevap:

Siz, ilk sorunuzu bana soracağınız yerde Mevlânâ Hüse­yin Ahmed Hoca’nm kendisinden sormuş olsaydınız, daha iyi olurdu. Siz, ondan sorunuz bakalım: Şimdiki Hindistan hükümetinde müslüman ne derecede hükümete ortaktır? Müslümanların din ve mezhep prensiplerine ne derecede saygı gösteriliyor? Bunların gösterdiklerinden kat kat fazla­sı, ingilizlerin idareleri döneminde gösteriliyordu ve müslü-manlar devlet idaresinde çok daha fazla ortaktı. Eğer biri bu­nu kabul etmezse, ingilizler dönemindeki müslüman bakan­lara, idare meclisindeki müslüman üyelere, askeri ve sivil dairelerdeki müslüman memur sayısına bir baksın. Sonra da mevcut Hint hükümetinin idari kademelerinde görev alan müslümanların sayısıyla karşılaştırsın. Durumu göre­cek ve o bununla inandırılmış olacaktır. Dini törenlere, pren­siplere saygıya gelince: Mevcut Hindu iktidarı döneminde camilere yapılan saygısızlıklar, İngilizler dönemindekilerle karşılaştırılarak görülsün. Bugün, müslümanların canına, malına ve kadınların namusuna yapılan ne kadar saldırı varsa, bunlar İngilizler döneminde yapılan bu tür saldırılar­la karşılaştırılsın. Hindu yönetimindeki müslümanların mülkiyet haklarının ne hale getirildiği gözden geçirilerek, ingiliz yönetimindeki 150 yıllık mülkiyet hakları ile karşı­laştırılsın. Bütün bunlara rağmen şimdi mevcut olan Hin­distan yönetimi ve ülkesi Dâr’ul İslâm olarak nitelendirile-biliyorsa, Şah Veliyullah’m tanımına göre, İngiliz yönetimi altındaki Hindistan’a neden Dâr’ul İslâm denilemeyeĞeği so­rulsun. İngiliz yönetimi altındaki Hindistan Dâr’ul Küfür olarak nitelendirildiği halde, Hindu yönetimindeki bugünkü Hindistan’ın niçin Dâr’ul İslâm olarak kabul edildiğini Mevlânâ Hüseyin Ahmed’den açıkça sormalısınız. Bunun cevabmı o versin. Bana da verdiği cevabı bildiriniz ki, ben de bu yeni fıkıh görüşünden faydalanabileyim. Eğer mevcut Hin­distan ülkesi de Dâr’ul Islanışa, artık dünyada hiçbir ülke Dâr’ul Küfür olabilir mi, olamaz mı öğrenmek istiyorum.

Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in hayranlarının hoşlarına git­mese de gerçek şu ki, bugün onun idaresinde bulunan İslâm ilim yuvası Diyobend Külliyesi, İngilizler döneminin ilk de-virlerindeki Aligarh Müslim Universitesi’nden çok çok daha fazla alt seviyede bulunmaktadır. Müslim Üniversitesi’nin kurucusu olan Sir Seyyid Ahmed Han ve arkadaşları Çırağı Ali ve Muhsin’ül Mülk ve diğerleri İngiliz idaresi ile anlaş­makta, Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in ve onun gibi düşünen alimlerin Hindu idaresiyle anlaşmak için düştükleri aşağı­lık durumun onda birine bile düşmemişlerdi. O materyalist­ler, İslâm kavramım silme işinde bugünkü para kulu alimle­rin yaptıklarını yapmaya asla cesaret edememişlerdi. İnsanı öfkeden çatlatan şey; ululuklarına bir zarar gelmesin diye, kendileri ile birlikte Şajı Veliyullah Dehlevî ve diğer büyük kişileri de buna bulaştırmalarıdır.

İkinci sorunuzun cevabına gelince: Yapılıp yapılmaması­nı, Allah’ın insanın cüz’î iradesine bıraktığı işlerde insanın ıslahı için Allah’ın gösterdiği tedbirin neticesinin hasıl olma­sı, insanın bu iradesini doğru yönde (iyiye yönelik) kullan­masına bağlıdır. Çünkü, Allah insanı öyle yapmaya mecbur etmek istemediğinden, elde edilmesi istenen sonucu, yâni; istenenin olmasını “lealle” “umulur ki” ile zikretmektedir. İnsanın böyle bir sonuç elde etmesi kesin değildir. İnsan an­cak tercihini doğru yönde yaparsa böyle bir sonuca ulaşmayı ümit edebilir.[48]

İslâm Devleti Mi Yoksa Ayırımcı Devlet Mi?

Soru:

Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenînin “Nakş-ı Hayat” isimli eserinin bazı itiraz edilebilir yerleri hakkında sizinle daha önce yazışma yapmıştım. Ondan sonra, Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in dikkatini diğer bazı ifadelerine çekmiştim. O da gelecek baskılarda itiraz edilebilir yerleri ya tamamen değiştireceğini veya başkalarının o ifadelere İslâmdışı görüşleri yakıştırmaya imkan bulamayacakları şekilde düzelteceğini bana vaad etmişti. Mevlânâ Hüse­yin’in bu konudaki cevabı şöyle:

“Seyyid Ahmet Şehid Hazretlerinin gayesinin sadece İn­gilizleri ülkeden çıkarmak ve laik temeller üzerine bina edil­miş bir devlet kurmak olduğunu iddia ettiğimi söylemek yer­siz bir suçlamadır. Bu iddialar bütünüyle gerçeğe aykırı olup, açıklamalarımı görmezlikten gelmektir. Her şeye rağ­men, yazdıklarımdan böyle bir sonuca varmak mümkün de­ğildir. Yazdıklarımda başka türlü bir anlam çıkarmaya el-vermeyen ve yanlışlığı hususunda delilleri mevcut olan bir nokta varsa, onun yanlışlığını kabul etmeye hazırım. Hin­distan yönetiminin işlediği utanç verici şeyler ortada iken onun Dâr’ul İslâm olduğunu nasıl iddia edebilirim? Ama tef-rikacı devletle laik devlet arasında İslâm’ın kabul edebilece­ği bazı farklılıkların olduğu da bir gerçektir. Hint-Moğol İm­paratorluğunu ve tarihi iyice gözden geçirdikten sonra kara­rınızı veriniz.”

Merhum Mevlânâ Ahmed Medenî’nin cevabından, onun; Dâr’ul Küfrü, Dâr’ul İslâm olarak kabul etmediğini öğren­mekle bahtiyar oldum. Ama ne yazık ki, “Nakş-ı Hayaf’m a.çık ifadeleri ile Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in verdiği bu ce­vap arasında hiçbir uyum yok. Buna da üzüldüm. Bu konuda daha çok yazışma yapılması gerektiğini hissediyorum.

Cevap:

Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in en azından mevcut Hindis­tan devletini Dâr’ul İslâm olarak kabul etmediğini görerek, ben de çok bahtiyar oldum. Hindistan hükümetinin utanç verici işlerinden, kendisinin de ızdırap duyduğunu haber al­maktan da memnun oldum. Ancak sizin de ifade ettiğiniz gibi, onun “Nakş-ı Hayat” isimli kitabının bir iki yerinde, de? ğil, çeşitli yerlerinde çok tehlikeli ve saptırıcı düşüncelere yer veriliyor. Bu açıdan bakıldığında, bu görüşten vazgeçil­diğine dair açık ve uzun bir reddiye yazmak yerine, kısa bir notla geçiştirilmesinin yeterli olmadığı görülecektir. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Seyyid, Ahmed Şehid Hazretleri­nin İngilizlere karşı yaptığı savaşın hedefini; “Hindistan’ı bu yabancı milletin (ingilizlerin) pisliklerinden, kötülüklerin­den temizlemek, daha sonra da müslumanlarla hinduların birleşerek, uygun gördükleri birini hükümdar seçmeleri idi” diye belirtmektedir. Halbuki, bu görüşünü ispat etmek için ileri sürdüğü Seyyid Ahmed Şehid Hazretlerinin mektubun­da, müslüman- hindu ortak devleti diye hiçbir düşünce yok­tur. Şah Abdülaziz Dehlevi’nin naklettiği sözlerinden tama­men ters mânâ çıkararak şöyle demektedir:

“Eğer bir ülkede, siyasi iktidar (devlet) müslüman olma­yan bir topluluğun elinde, fakat müslüman da kesinlikle bu iktidara ortaksa ve kendilerinin din ve mezhep prensipleri­ne saygı gösteriliyorsa, o zaman, o ülke Şah Abdülaziz Haz­retlerine göre, şüphesiz Dâr’ul İslâm olur. Şeriat açısmdan da müslümanlarm bu ülkeyi kendi ülkeleri kabul ederek, her çeşit iyi niyet ve dilekleri gösteren davranışları yapmala­rı kendilerine farz olur.”

O bununla da yetinmemekte, aksine Moğol İmparatorlu­ğunun çöküş döneminde durumu düzeltmek için çalışan alimlerin amacının; ülkenin refahı, huzur ve sükunu, güven­liği, zulüm ve haksızlığın ortadan kaldırılması, genel olarak bütün insanların refah ve huzuru olduğunu söyleyerek, o alimlerin devletin müslüman olup olmaması ile ilgili hiçbir düşünce ve tasarıları yoktu şeklinde acayip bir takım iddia­larda bulunmaktadır. Bundan daha fazla tehlikeli, bundan daha korkunç ve yanıltıcı olan sözü, Seyyid Ahmed Şehid Hazretlerine atfen yazdığı ve baştan aşağı yanlışlarla dolu olan şu ifadesidir:

“Allah’ın dinini yaymanın (i’layi kelimetullah) vasıtası diğer tebaayı kendisine esir ve mahkûm ederek, belli bir sını­fı (müslümanları) iktidar yapmak değildir. İ’layi kelimetullah’ı yaymanın asıl vasıtası bütün tebaayı iktidara ortak ederek, onların kalplerini İslâm’ın yüce ahlakıyla kazan­maktır.[49]

Bu ifadeler, baştan sona İslâm devleti düşüncesini orta­dan kaldırmakta ve ona aykırı düşmektedir. Bu şu demektir:

“Müslümanlarla müslüman olmayanların birlikte yaşa­dığı toplumlarda İslâm devleti kurmak yanlış değilse bile, mutlaka tercih edilmesi gereken bir yol değildir.” Mevlânâ Hüseyin Ahmed, böyle bir devleti İslâm devleti diye adlandı­racağı yerde ısrarla “ayırımcı devlet”, “zümreci devlet” ola­rak adlandırmaktadır. Onun nazarında kendisini hâkim ilan edip, diğer tebaayı mahkûm hale getirmek haksızlık de­ğilse de uygunsuz ve yersiz bir davranıştır. Ona göre i’layı kelimetullah için en iyi yol; müslümanlarla müslüman olma­yanların ortak devlet kurmalarıdır. Bu devlet her şeye rağ­men İslâm devleti olmayacaktır. Sadece, ahlâki değerlerle müslüman olmayanların gönüllerinin kazanılmasına çalışı­lacaktır.

Bu durumda karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır: Nüfu­sun yüzde seksen, yüzde doksandan fazlasını gayr-i müslim-lerin oluşturduğu dönemlerinde ayırımcı bir devlet kurarak müslümanları hâkim, müslüman olmayanları da iktidara ortak etme yerine mahkûm eden Hulefâ-i Raşidîn’in duru­mu nasıl izah edilecektir? Hatta ben derim ki, Mevlânâ Hü­seyin’in o sözleri, vatandaşları iktidara ortak yapmayan ve katıksız ayırımcı bir İslâm devleti kuran Hz. Peygamber’i (s.a) töhmet altında bırakmaktadır. Mevlânâ Hüseyin Ah­med, Hz. Peygamberin (s.a) Allah’ın dinini yaymanın daha iyi ve daha etkili yolunu bırakarak, daha önemsiz derecede bir yolu seçtiğini söyleyebilecek midir? Mevlânâ Hüseyin Ahmedin sözlerinden ben şunu anlıyorum: Mevlana Hüse­yin Ahmed, iktidarı ele geçiren hindularla anlaşmak için işi o raddeye vardırmıştır ki, Sir Seyyid Ahmed Han ve arkadaş­ları İngilizlerle anlaşmak için bu kadar ileri gitmemişlerdi. Bu tür düşünceler müslümanlarm İslâm hakkındaki temel görüşlerine varıncaya kadar herşeyi darmadağın eder, bo­zar. Bu düşünceleri benimseyen bir müslüman, Hindistan laik devletini kuranların, Hz. Peygamber ve Onun sahabe­lerinden daha insaflı ve daha adil olduğunu düşünecektir. Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in bu yaltaklanması, benim gö­zümde, çok büyük bir cinayettir, zillettir. Ben, onu bağışlaması ve bütün müslümanları böyle yalan yanlış düşüncele­rin etkilerinden koruması için Allah’a tazarru ve niyazda bu­lunuyorum.[50]

İslâm Devleti Veya Ayırımcı Devlet Üzerine Ek Açıklama

Soru:

Uzun zamandır zâtıâlinize bir mektup göndermek ve bazı jnemli meseleleri sizden sormak istiyordum, ama gönül hu­zuru içinde yazabilme fırsatı bulamadım. Ortaya çıkan yeni bir meseleden dolayı derhal bu mektubu yazdım. Önceki gün Tercüman ul Kur’an’m yeni sayısı geldi. Benim âdetim; ge­lir gelmez, ilk oturuşta hemen hemen derginin tamamını okuyup, bitirmektir. Bu sayıdaki “Resâil ve Mesâü” köşesin­de yazdıklarınızı okuyunca çok üzüldüm. Size mutlaka bir mektup yazayım da duygularımı açıklayayım diye içimden şiddetli bir zorlama geldi.

Ben, Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî’nin (rh.a) talebesi ve müridiyim. Bu genel ilgiden başka, bazı sebeplerden dola­yı, hazretle özel bağlantım ve alakam vardır. İçinde bulun­duğumuz devrin bütün alimleri ve şeyhleri içinde en çok say­gı duyduğum kimse Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî Haz­retleridir. Benim görerek, tecrübe ederek şahidi olduğum manevi üstünlüklerini, ilim ve ameldeki faziletlerini şu ana kadar hiçbir kimsede görmedim. Fakat bu kadar şiddetli bağlılığa, saygı ve güven duymaya rağmen, hazretin Cema-at-i İslâmî hakkındaki görüşünü imanım ve vicdanım be­nimsemediği için kabul etmedim. Bunun için de ona olan bağlılığımda herhangi bir fark meydana gelmedi. Şer’î açı­dan bir dayanağını bulmadığım sürece hazretin görüşünü kabul etmemekte ve onun Cemaat-i İslâmî hakkındaki gö­rüşlerine katılmamakta serbest olduğuma inanıyorum” Ce­maat-i İslâmî hakkındaki tutumum, Diyobend İslâm Külli-yesi’nin bütün mensuplarının tutumuna ters düştüğünden, bazıları bunu kendi hocalarıma başkaldırma kabul etti. işte bu suçtan ötürü bazılarının yanında hâlâ suçlu ve reddedilmiş bir insanım. Bazılarının yanında da kendisine küsülen, hakaret edilen birijdm. Size hoş görünmek için değil, sadece hakikati açıklamak için arz ediyorum ki, sırf bu suçtan dola­yı kâfi derecede dünyevi zararlara da tahammül etmem ge­rekti. Hâlâ bir çok sıkıntıya katlanmak zorunda olmama rağmen hiçbir üzüntü duymuyorum. Çünkü, şu ana kadar benim hareket tarzım sırf Allah’ın rızasını elde etmek için­dir. Bunu imanın bir gereği kabul ediyorum. Her ne ise, bu bir girişti. Demek istediğim şudur: Zâtıâlinize arzetmek is­tediğim hususlar zümreci bir aşırılıktan değil, doğrudan doğruya dini bir zorunluluktan ve iyi niyetli bir düşünceden kaynaklanmaktadır. Bu birkaç satırı onun için yazıyorum. Bir süre önce Tercüman’ul Kur’ân’da, Mevlânâ Medenî Hazretlerinin “Nakş-ı Hayat” kitabının bir ibaresi hakkın­da biri size bir soru sormuştu da siz de ona cevap vermiştiniz. O cevapta hayli sertlik, şiddet ve acı ifadeler bulunuyordu. Birincisi, o soruya siz cevap vermemeliydiniz. İlk cevapta da yazıldığı gibi, soruyu sorana; “o ibarenin ne demek olduğunu Mevlânâ Medenî’nin kendisine sorunuz, söz ona aittir, ken­disi açıklasın” diyebilirdiniz. Ama öyle yapmayarak kendi­niz cevapladınız ve gereksiz yere ağır ifadeler kullandınız. O cevabı okudum. Bana da yerinde, uygun gelmedi. Ama be­nim size de saygım ve bağlılığım olduğundan, onu değişik yö­ne çevirdim, başka türlü yorumladım ve üzüntümü bastır­dım. Fakat o günlerde öğrendim ki, Cemaat-i İslâmî ile gayri resmi ilişkide bulunan ve pek çok hizmeti görülen ilim erbabı bir çok kimse bu cevabın üslubuna çok kızmış. Sizin hakkı­nızdaki kanaatleri değişmeye başlamış ve Cemaat’i koru­maktan vazgeçmişler. Onlar, benimle de görüştüler. Hatta, beni, bu konuda size mektup yazarak, gereksiz yere neden bu kadar incitici ifadeler kullandığınızı sormaya zorladılar. Ben o zaman susmayı tercih ettim. Yeni sayıda aynı şeyleri daha da keskin sözlerle tekrarlamışsınız. Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenî (rh.a) vefat ettiği halde, böyle şeyleri fezele-mek ve o üslupla yazmak, artık daha da uygunsuz ve yersiz düşmüştür. Genellikle insanlar böyle yapagelmekteler. Siz de, hoca efendiler ve diğerlerinin Cemaat-i İslâmî ve sizin hakkınızda böyle bir yol seçtiklerini söyleyebilirsiniz. Fakat siz bu tür meselelerde başkalarını taklit etmemelisiniz. Siz, bir hak davetçisi olmanız bakımından, çok üstün bir derece ve değere sahipsiniz. Ben öyle inanıyorum ki, bu yazı tarzı si­zin üstün şahsiyetinizin çok altındadır. Eğer bu yazınızın al­tında sizin adınız ve imzanız olmasaydı, ben kendi hesabıma sizin bu seviyeye ineceğinize asla inanmazdım. Hatta, ben öyle inanıyorum ki, biri size bu soruyu göndermiş olsa bile, siz buna cevap vermemeliydiniz. Soru soran kişi, eğer “Nakş-ı Hayat”\n açık ifadeleri ile Mevlânâ Hüseyin Ah-med’in bu cevabı arasmda hiçbir uygunluk olmadığından do­layı üzülmüşse, bu üzüntüsünü gidermek için neden sizinle mektuplaşma zorunluluğunu hissediyor. Hazret hayatta iken onunla mektuplaşsaydı, yahut onun vefatından sonra yerine geçen kimseden, özel talebesinden, yahut onunla ya­kınlığı olan başka birinden sorsaydı, daha uygun olmaz mıy­dı?

Sizin Merhum Mevlânâ ile hiçbir ilginiz yok ki, onun çe­lişkili ifadelerinin birbirine uyumluluğunu sağlama sorum­luluğu üzerinize düşsün de ona cevap verme zorunda olası­nız. Bu meseleden dolayı size olan düşüncelerimde herhangi bir değişiklik olmuş değil. Hiçbir yanlış düşünceye de kapıl­madım. Ne var ki, bazıları soru soran kişinin hayali olduğu­nu, böyle bir cevabı yayınlamak için uydurma bir soru ortaya atıldığım ve bunu gerçekten soran biri varmış gibi gösterildi­ğini iddia ediyorlar. Merhum Mevlânânın sözlerinden çıkar­dığınız mânâlara ve yaptığınız tenkitlere bakarak, sizin hiç de bulunduğunuz mevkiye yakışmayacak bir tavır sergiledi­ğinizi düşünüyorum. Hangi alim olursa olsun, sizin ifadele­rinize karşı da bu tarz bir ifade kullanılacak olursa, haklı olarak şikayete sebep olur, insaf ve vicdan buna karşı çıkma­yı gerektirir. Bu bakımdan, ben sizden de şikayet etmeyi haklı ve size karşı çıkmayı insaf ve vicdanın gereği kabul edi­yorum. Gerçek şu ki, siz böyle bir cevap yayınlayarak dini ba­kımdan faydalı hiçbir iş yapmadınız. Dini hakim kılma mer­halesini yaklaştırmada da bunun hiçbir tesiri yoktur. Hatta, bu cevaptan dolayı, sizinle olan ve çalışmalarınızı büyük bir dini gayret kabul ederek, görüş veya çalışma bakımından si­ze katılan yüzlerce değil, binlerce insanın gönlü kırılmış, kalbi rencide olmuştur. Siz, isterseniz buna kör bir bağlılık deyin veya daha başka bir şey deyin. Ama şu bir gerçek ki, Hüseyin Ahmed Medenî Hazretlerinin sevgisi, ona olan bağ­lılık, bütün alimlerin, dindar tabakanın kalplerinin derin­liklerinde yerleşmiştir. Onun herhangi bir görüşünü veya fetvasını, herhangi bir sebepten dolayı, bazılarının kabul et­memesi mümkündür. Ama onun şanına yakışmayan, haka­ret ve küçültme ifade eden kelimeler yazılır veya söylenirse, buna tahammül etmek çok zordur.

Şimdi, o vefat ettiğine göre, ortaya dökülmesi gerekme­yen ve ortaya dökülüp yayılması ile dine zerre kadar faydası olmayan sözlerle, lüzumsuz yere neden yeni bir savaş alanı ortaya çıkaralım. Mevcut nazik şartlar içinde, gelmekte olan seçimlerin önemini hissederek, zâtıâliniz de “önemsenecek olan şey, önemli olan şeydir” prensibine göre ve mantıklı ha­reketle davranarak diğer pek çok meselede değişiklik yapıl­ması gerektiğini hissettiniz. Öyle olması da gerekliydi. Bu günlerde ulema-ı kiramın tahrik edilmemesi, onlardan bazı­ları haksızlık da yapsa, dil de uzatsa, intikamcı davranış gös­terilmemesi, bu mantıklı hareket prensibine girmez mi? Bü­tün samimi duygularımla diyorum ki; sizlerin, küçük büyük bütün suçlamalar karşısında sükut etmeniz, alicenaplık gös­termeniz, dini bakımdan çok daha faydalıdır. Cemaat-i İslâmi’nin ağırbaşlılığı da bunu gerektirir. Söz çok uzadı, de­mek istediğimizi kısa bir işaretle de anlayabilirdiniz. Bu me­sele üzerinde mutlaka düşününüz. Kötü etkilerini gidermek için güzel bir yol bulmaya çalışınız. Alimlerin sizin hakkınız­da yaptığı itirazlara biz gece gündüz cevap vermek zorunda kalıyoruz. Ben resmen size bağlı olmadığım halde, insanla­rın gözünde “katı Mevdûdîci”yim. Onların itirazlarına karşı durmadan sizi savunuyorum, ama bu son çıkan yazınıza biri itiraz ederse, ona verebilecek hiçbir cevabım yok. Sizin hak­kınızda ileri geri söylenenlere tahammül etmek de zor olu­yor. Çünkü, bu söylentilerin Cemaat-i İslâmî hareketini ve dolayısıyla da dini hayata hakim kılma mücadelesini hedef aldığını düşünüyor, öyle kabul ediyorum. Çok kıymetli vak­tinizi bu dağınık sözlerle harcadım, ama Allah vere de bun­dan iyi bir sonuç elde edile.

Cevap:

Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed Medenîye olan bağlı­lığınızı biliyorum. Ve bu derin bağlılığa rağmen bana ve Ce­maat-i Islâmi’ye olan ilginizi, sizin insaflılığınıza, hakka olan bağlılığınıza açık bir delil kabul ediyorum. Buna değer verilmezse zulüm olur, haksızlık olur. Fakat “Resâil ve Mesâil” köşemizde, “Nakş-ı Hayat”m bazı ifadeleri hakkın­da bir zat ile yaptığımız yazışmaların yayınlanmasına karşı çıkışınızı ben anlayamadım. Eğer bizzat kendiniz de Mevlânâ Hüseyin Ahmed’e derin saygıdan bir ara sıyrılarak tekrar bu meselede düşünür, bir muhakemede bulunursa­nız, ümit ediyorum ki, siz de yaptığınız o itirazlarda hiçbir mantıklılık bulmayacaksınız.

“Nakş-ı Hayaf’m. 2. cildinin konu edilen ibarelerini her­kesten önce siz, Mevlânânm kitabında tam bir fikir akışı içinde inceleyiniz. İfadeyi aşağıya alıyorum:

  1. Bu hareketin kurucusu ve başı olan Seyyyid Ahmed Şe-hid Hazretlerinin yardım talep etmek için Gualyar eyaleti başvezirine gönderdiği, mektubunda -ki onu biz ileride oldu­ğu gibi zikredeceğiz- net ve açık olarak şöyle demiştir: “Mak­sadımız Hindistan’ı bu yabancı milletin (İngilizlerin) kötülüklerinden, pisliklerinden temizlemektir. On­dan sonra hindularla müslümanlar birleşerek, hü­kümdarlık için kimi uygun görürlerse seçsinler.[51]
  2. ve 14. sayfalarda Mevlânâ Ahmed, Seyyid Ahmed Şe-hid’in yukarıda zikredilen mektubunu nakletmiştir. Ama o mektupta altı çizili cümleler mevcut değil. O mektupta bu cümlelerin aksine şöyle yazılmıştır. “Bu zayıf insanları üst kademedeki idarecilerin takdir etmelerini arzu eder, islâm’a hizmeti cam gönülden yapmalarını ve memleketin idaresine geçmelerini dileriz.”
  3. “Buna ek olarak, bir zümrenin itimadını elde etmek için devlet makam ve mevkilerinin kapılarını kendi zümren-deki insanlara açık tuttuğun gibi, o zümreye de açık tutmak son derece gereklidir. Memleket meselelerinde ve idari meselelerde herhangi bir türden dargörüşlülük gösterilmemed”[52]
  4. “Padişah Evrengzib Alemgir’in vefatından sonra ülke ve idarede çöküş başladı, durum her geçen gün daha da kötü­ye gitti. O zaman alimler durumu düzeltmeye çalıştılar. On­ların amacı; ülkenin huzurunu, emniyet ve düzenini, huzur ve sükununu sağlamak, haksızlık ve kötülüklerin kökünü kazımak, Allah’ın kullarının genel refah ve saadetini temin etmekti. Devletin, müslümanlarm veya müslüman olma­yanların elinde olması onlar için hiç önemli değildi. Onlar sadece, devlet kimin elinde olursa olsun fakat insaflı, adalet­li hareket etsin istiyorlardı.[53]
  5. “Şah Abdülaziz’in (rh.a) yukarıda geçen fetvasında iki mesele özellikle üzerinde durulmaya değer… Şah Abdülaziz Hazretleri bir memleketin Dâr’ül İslâm olması için orada sa­dece müslümanlarm yerleşmiş olmasını yeterli görmemek­te, bilakis Dâr’ul İslâm olabilmesi için orada müslümanlarm şerefli bir şekilde yaşamalarmı ve onların dini yaşayışlarına saygı gösterilmesini de şart kabul etmektedir. Bundan an­laşılıyor ki, eğer bir memlekette siyasi iktidar bir gayri müs-lim topluluğun elinde, müslümanlar da mutlak surette o ik­tidara ortak bulunuyorsa ve onların din, mezhep prensiple­rine saygı gösteriliyorsa, o zaman o memleket Şah Abdülaziz Hazretlerine göre, şüphesiz ki Dâr’ul islâm olur. [54]

Mevlânâ Hüseyin Ahmed altıncı ve yedinci sayfalarda naklettiği Şah Abdülaziz Hazretlerinin fetvalarına ters mânâ vermekte, onlarda bildirilenleri tersine çevirmekte­dir. Bu fetvalarda Şah Abdülaziz (rh.a) şöyle buyuruyor: “Bir yerde müslümanlarm imamının (devlet başkanı, halifesi) kararlan geçmiyor, emri yürümüyor da kâfirlerin hükmü geçiyorsa, orada bazı İslâm hükümlerinden uzaklaşılması kaçınılmazdır. Sadece, cuma ve bayram namazlarının kılını­yor olması, ezan okumaya ve inekleri kurban kesmeye müsa­ade edilmiş olması, böyle bölgeleri Dâr’ul İslâm yakamaz.”

  1. “Şüphesiz Seyyid Ahmed Şehid, yer yer i’layı kelime-tullah’ı ve Alemlerin Rabbi’nin dinine hizmeti zikretmekte ve bunu çalışma ve cihadının itici gücü, sebebi, kaynağı ola­rak bildirmektedir. Ama o çok iyi biliyordu ki, ilayı kelime tullah’ın amacı sadece bir zümrenin hakimiyetine dayanan bir devlet kurulması, kendisinin hâkim olarak diğer vatan­daşların kendisine mahkûm edilmesi değil, bilakis bunun en etkili yolunun vatandaşları siyasi iktidarda kendine or­tak yaparak islâm’ın ahlâkî üstünlükleriyle onların kalple­rinin fethedilmesidir. [55]

Birinci maddede geçen ifadelerin Mevlânâ Hüseyin Ah-med’e ait olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Çünkü on­dan önce ve sonra hiçbir alâmet ve işaret yoktur ki, bundan dolayı o sözlerin başkasına ait ifadelerden alındığı ihtimali olsun. Altıncı sayfada Mevlânâ, el-Burhan adında bir dergi­den bir alıntıyı nakletmiş. Yazışmanın bilinen kaidelerini terkederek iki taraftaki haşiyeyi bırakmış, ana metnin yazı­sından daha ince bir kalem yazısı ile yazılmış olan o alıntıyla yetinmiştir. Bu alıntı yedinci sayfanın ilk üç satırında son bulmaktadır. Bundan sonra aralıksız yedinci sayfadan on al­tıncı sayfaya kadar bütün ifade, metin üslubunda sürmekte ve içinde yer yer başka kitaplardan alıntılar atıflarıyla bir­likte nakledilmektedir. Bizde geçerli bilinen yazı kaidesine göre o sayfalardaki ibareleri okuyan herkes, kesinlikle onla­rı metne ait ifadeler kabul edecektir, On altıncı sayfanın ilk paragrafı biter bitmez, birden önümüze yine atıf (el-Bur­han, II / 21, 74-87) çıkmaktadır. El-Burhan’dan nakledilen bu ibarenin nereden başladığı hiç anlaşılmamaktadır. Bu atıf sadece uzun bir yazıdan Özet olarak alınması muhtemel olan 5 nolu ibare ile ilgili olabilir. 2, 3,4 nolu ibarelerin de el~ Burhandan nakledilmiş olma ihtimali var. Bu el-Bur-hanın hangi dergi olduğunu bilmiyoruz. Dergide çıkmakta olan Burhan dergisi kasdedilmiş olamaz. Çünkü onun adı el-Burhan değil, Burhan’dır. Bu bakımdan kaynağın aslına başvurup incelemek imkansız. Eğer sayfa 6’dan 16’ya kadar olan yazının hepsini el-Burhan dergisine ait kabul etsek, o zaman ondan önce ve sonra Mevlânâ nın söylediklerine ba­karak, Mevlânâ’nın delilli, belgeli olarak anlattıklarının hepsini istişhad olarak nakletmiş, kinaye ve işaret olarak bi­le hiçbir bölümü ile ihtilaf etmemiştir diye kabul etmemiz ge­rekecektir. Bir kimse kendi anlattıklarını pekiştirmek için başka birinin ifadesini nakleder de o ifadenin bir parçasına olsun muhalefet şerhi koymadan olduğu gibi vesika olarak kullanırsa, o zaman kesinlikle bundan şu anlaşılır: Bu kimse naklettiği o sözün sahibi ile aynı düşüncededir. Kelimelerde ve sözlerde değilse de mânâ ve düşüncede mutlaka onunla uyuşmaktadır. Şimdi biraz o ibarelere kendiniz bakınız. O ibarelerde, normal bir insanın ne demek istediğini anlaya­mayacağı, yorumlarla değişik mânâlar çıkarabileceği bir in­celik ve dolanıbaçlılık yoktur. Açık bir dille söylenenler işte şunlardır:

a. Hangi ülkede müslümanlarla müslüman olmayanlar karışık vaziyette bulunuyorsa, orada bir İslâm devleti kur­mak uygunsuz bir iştir. Çünkü bu, “ayırımcı bir devlet” ola­caktır. Ve eğer müslümanlar o ülkeye hâkim olarak diğer va­tandaşları kendi emirlerine alırlarsa, bu adalet ve insafa ay­kırı olur. Öyle memleketlerde en iyi hareket tarzı, müslü­manlarla müslüman olmayanların ortak hükümet kurmala­rıdır. İşte bu, i’layı kelimetullah’ın da en etkili yoludur.

b. Bir memleketin Dar’ul İslâm olması için o memlekette İslâm hükümlerinin uygulanması ve devletin müslümanla-rın elinde olması şart değildir. Devlet ve hükümet müslü-manların elinde olmasa bile, müslümanlar da bütünüyle ik­tidara ortaklarsa ve dini prensiplerine saygı gösteriliyorsa, o zaman o memleket Dâar’ul İslâm olabilir.

c. Eğer devlet müslümanların elinde ise, devletin bütün mevkileri ve yetkileri müslüman olmayanlara da açık tutul­malıdır. Bu bizzat Kur’ân-ı Kerim’in talimatıdır. Böyle yap­mamak adalete, eşitliğe aykırıdır.

d- Önceki iki-iki buçuk asır içinde alimlerimiz, mübarek kişilerimiz, büyük Hint yarımadasında gidişatı düzeltmek, ahvali ıslah etmek için yaptıkları bütün çalışma ve uğraşmaarda, bu memlekette İslâm devleti kurmak gibi bir amaç gütmemişlerdi. Onlar için önemli olan, devlete hâkim olan­ların müslüman olup olmamaları değil; devletin iyi olmasıy­dı.

e. Seyyid Ahmet Şehid ve Şah İsmail Şehid Hazretlerinin yürüttükleri mücadelenin amacı da bir İslâm devleti kur­mak değildi. Onlar sadece, İngilizleri ülkeden çıkartmak için ayağa kalkmışlardı. Bu işi başardıktan sonra, onların hedefi, müslümanları ve hinduları birleştirerek ortak bir devlet kurmaktı.

Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed dikkati çekilmesine rağmen, iki nolu sözler hakkında sadece Hindistan’ın mev­cut idaresine Dâr’ul İslâm tabirini kullanmadığı açıklaması­nı yapmıştır. Beş nolu ifadeler hakkında da sadece şu açıkla­mayı getirdi: Ona göre, Seyyid Ahmed Şehid’in amacı laik bir devlet kurmak değildi. Fakat siz, bu açıklamalarla daha ön­ce söylediği sözlerin muhtevasında en küçük bir değişiklik yapmadığını ve yukarıda geçen beşinci maddede anlattıkla­rında da asla bir düzeltmeye gitmediğini görebiliyorsunuz. Sözündeki her düşünce şöyle veya böyle yerini koruyor. O sözlerden her biri, İslâm ve müslümanlar için öldürücü bir zehirdir. Onların zehirleyici etkisi sadece Hindistan müslü-manlanyla sınırlı kalmamakta, Pakistan’a bile ulaşmakta­dır. Burada da Mevlânâ Ahmed’in talebesi^ müridi veya hür­metkarı olan yahut din konusunda onun bilgisine itimat eden pek çok kimse etkilenecektir. Bu düşüncelerin tesiri al­tında kalarak onları kabul edenlerin görüş açısı ise mutlaka şöyle olacaktır: “Pakistan’da İslâm devleti kurmak yanlıştır. Doğru olan, müslümanlarla, müslüman olmayanların ortak devlet kurmalarıdır.” O kimselerin kafasında Dâr’ul İslâm hakkında tamamen yanlış bir tarif yerleşecek, müsamahakâr, lâdinî devleti de rahatlıkla Dâr’ul İslâm ka­bul edecek ve artık, hâlis bir İslâm devleti kurmak için gön­lünde hiçbir özlem kalmayacaktır. O, yakın geçmişin bütün İslâmî hareketleri hakkında da tamamen yanlış bir kanaat edinecek ve o dönemde bizim bütün din önderlerimiz, İslâm devleti kurma yerine, prensip olarak aynı ona benzer ortak hindu-müslüman hükümeti kurmak istiyorlardı diyecektir. Önceki İslâm mücahidleri de Hindistan’ın Kongre Partisi mensuplarının kurdukları gibi ve Pakistan Kongre Parti­si’nin, Avami Partisi’nin, Halk Partisi’nin ve Milli Avami Partisinin kurmak istedikleri gibi bir devlet kurmak iste­mişlerdi düşüncesine saplanacaktır. Daha tehlikelisi, bu gö­rüşe varan kimselerin şöyle bir tereddüde, düşünce çıkmazı­na yakalanmaktan kurtulabilmeleri çok zor olacak ve eğer gerçekte adalet ve insaf, müslümanlarla, müslüman olma­yanların ortak ülkesinde ayırımcı bir devlet kurulmamasmı gerektiriyorsa, o zaman neden Hz. Peygamber ve Raşid Hali­feler danışma meclisinde müslüman olmayan bir tek kişinin bile yer almadığı, idaresinde müslüman olmayan hiçbir hâkimin, genel valinin, memurun, komutanın bulunmadığı, müslüman olmayanların zimmî yapılarak kendilerine cizye konduğu, kendisinde hakiki İslâm anayasasının ve kanunla­rının uygulandığı ve idari düzeninin politikasını belirlemede hiçbir gayr-i müslimin dahlinin olmadığı ayırımcı bir devlet idaresi kurmuştu diyecektir. Nihayet, hangi delille bu ada­let kabul edilecek? İ’layi kelimetullah’m başta gelen yolu mu, yoksa tercih edilen yolu mu? Bizim için Hz. peygam-ber’in (s.a) ve Raşid Halifelerin (r.a) kurduğu devlet mi, yok­sa Mevlânâ Hüseyin Ahrned’in “Nakş-ı Hayat “ta Örnek ola­rak ileri sürdüğü Moğol devleti mi ölçü olacaktır?

İşte sizin benden üzerinde durmamamı ve kendileri hak­kında susmamı istediğiniz sözler bunlardır. Tek başınıza bu­lunduğunuz bir sırada, sadece Allah için, kendi vicdanınız­dan sizin benden istediğiniz bu şey gerçekten hakkaniyete uygunmudur diye sormanızı istiyorum. Bu isteğinizde din ve dinin menfaatine göre, hocanızın ve grubunuzun durumu si­ze daha kıymetli olmadı mı? İleri sürdüğünüz sebepler ve de­lillerden hiçbirinde bizzat kendiniz bir ağırlık, ölçülülük bu­luyor musunuz?

Medenî Hazretleri öldüğüne göre, böyle sözler söylemeniz yersizdi diyorsunuz. Fakat bu, ancak anlatılan zâtın kişisel kusurları üzerinde söz söylenirse doğru olur. Böyle bir sözü kim söylerse söylesin, onu kötülemekte size ben de katılırım. Ama dini veya içtimai meselelerde bir kimsenin görüşleri üzerinde bir şey söylememek için onun ölmüş olması bir delil ve sebep olamaz. Şüphesiz o Ölmüştür, ama onun düşünceleri yayıldığı biçimde durmaktadır, duracaktır da. Hem de in­sanların düşüncesine tesir etmeye devam edecektir. Bu gö­rüşler üzerinde, onu ileri süren kimse bu dünyadan göçüp gitmiştir diye delil göstererek inceleme yapmayı, doğru ve yanlışını tartışmayı yersiz görürseniz -kaldı ki durum Hüse­yin Ahmed Medenîye özgü değildir-, o zaman vefat eden kimselerin yaptıkları hizmetleri anlatmamamız ve geçmişte yaşamış insanların yanlış düşüncelerinin yayılmasına da kapıları açık tutmamız gerekir.

Merhum Mevlânâ’nın sözleri ile ilgili olarak sizden cevap bekleyen kimsenin sorularına cevap vermek zorunda değil­diniz, ona cevap vermenize ne gerek vardı, diyorsunuz. Size sorarım: Eğer Mevlânâ Hüseyin Ahmed’den başka bir kim­senin hak yoldan saptıran yanlış düşüncelerinden dolayı pe­rişan olan biri benden bilgi isteseydi, ben de ona verdiğim ce­vapta o düşünceleri reddedip, onu ve diğer insanları o yanlış düşüncelerden kurtarmaya çalışmış olsaydım, o zaman da siz bana şu söylediğiniz sözleri söyler miydiniz? Bu sorumun cevabını bana verme yerine, kendi vicdanınıza veriniz. Bu özel meselede, genel kurallara aykırı olarak tercih ettiğiniz farklı hareket tarzının asıl etkeni hangi duygudur, bir düşü­nünüz. Acaba o, Allah için ve Allah yolunda hoş bir duygu mudur, yoksa Allah’ın tertemiz dinine göre hiçbir zaman hoş olmayan bir grupçuluğun, kendi taraftarlığının ayıbına far­kına varmadan katılmak” mıdır?

Sizin bir deliliniz de, Medenî Hazretlerinin sevgi ve saygı­sının bütün alimlerin ve dindar tabakanın kalbinin derinlik­lerine yerleşmiş olması hasebiyle, onun düşüncelerini tenkit etmek bu insanlara ağır geleceğinden benim bu işi yapma­mam gerektiğidir. Çünkü, benim tenkidimden dolayı, a in­sanlar beni ve cemaatimi desteklemekten yüzçevirecekler-dir. Ben bu sözünüze şu kadarcık bir cevap vermeyi yeterli kabul ediyorum: Benim ve Cemaat-i İslâmi’nin bu davasını, benim ve cemaatimin şahsi bir işi kabul eden ve bir lütuf ola­rak elleri bağlı karşımızda duran herkes büyük günahkârdır. Çünkü, din adına ticaret yapmak ve bu ticaret­te ortak olmak en adi ticarettir. Bundan daha çok zarar etti­ren ahş-veriş yoktur. Bugüne kadar bizi bu düşünceyle destekleyen olmuşsa, şimdi o tevbe etmeli ve derhal bu destek­ten elini çekmelidir. Ama eğer biri, bizim bu çalışmamızı ve davamızı sadece Allah için bir din hizmeti kabul ederek des­tekliyorsa, onunla bizim aramızda olan herşey katışıksız hakka bağlılık temeli üzerinde olacaktır. Ne biz ondan hak­ka aykırı bir dilekte bulunabiliriz, ne de o bizden hakka aykırı bir dilekte bulunabilir. Eğer birinin elinde “her kim ki, dini düşünce ve prensiplere karşı ters bir iş yaparsa, onu bertaraf ediniz. Yalnız, bu işi bizim efendilerimizden biri yaparsa ona çıt çıkarmayınız” şeklindeki bir istek için herhangi bir delil ve bu isteği haklı gösterecek herhangi bir ispat tarzı varsa, lütfen bunu ortaya koysun da Kur’an-ı Kerim’de, Hadis’te veya sefef-i salihîn’in örneklerinde bu delilin bir değerinin olup olmadığını biz de görelim. Eğer elinde böyle bir delil yoksa, açıkça söyleyelim ki, biz onun bu isteğini kabul etme­ye hazır değiliz. Allah’ın dinine hizmet için bu tür şartlarla bize katılanlar bizim için güçlenme vasıtası değillerdir. Bu türden şartlarla bize katılanlar bizim güçlenmemize değil, zayıflamamıza sebebiyet verirler. Öyle kimseler dünyada hiçbir zaman hakkı ayakta tutamazlar. O tür insanların hepsi birden bizi desteklemekten el çekmiş olurlarsa, Al­lah’a şükrederiz.

Siz, tekrar tekrar, benim Medenî Hazretlerinin ifadeleri­ni tenkitte çok ağır ve kırıcı bir üslup kullanmamdan şikayet ediyor, çok alt seviyeye indiğimi ileri sürüyorsunuz. Kabul etmek gerekir ki, böyle durumlarda her bağlı insanın kırgın­lığı mutlaka olur. Çünkü, çok sevdiği bir zâtın düşünceleri, görüşleri reddedilmiştir. Bu şey kendi başına üzücüdür. Bu bakımdan, eğer siz bu durumdan şikayet ederseniz, ben onu telafi edemem. Ama eğer bunun dışında benim yazılarımda gözünüze çarpan, herkes tarafından bilindiği ölçüde gerçek­ten kırıcı denebilecek birşey varsa, gösterirseniz, özür dile­mekte zerre kadar tereddüt etmem. Bu konuda şunu iyice anlayınız ki, büyükleriniz hakkında talebe ve müridağzı kullanmak şüphesiz sizler için doğrudur ve öyle yapmanız da gerekir. Ama dünyadaki herkesin sizin büyükleriniz kar­şısında talebelerinin ve müridlerinin yaptığı gibi acz ve edeple kafayı yere eğmelerini isteyemezsiniz. Siz, kendi zümreniz arasında diğer zümrelerin büyükleriyle ihtilafa düştüğünüzde kullandığınız en iyi üslupları ölçü kabul edip bakınız da şikayet ettiğiniz o iki yazımdaki üslup hakikaten şikayet edilecek derecede midir, görünüz.

Siz, kinayeli olarak, benim Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in kitabından ibareler nakletmekte ve onlardan bir takım so­nuçlar çıkarmakta, bazı hocaefendilerin bana karşı davran­dıkları gibi davrandığımı ima ediyorsunuz. Sizin bu hatırlat­manızdan sonra, bir kere daha “Nakş-ı Hayat”\ okuyarak, gerçekten ben öyle sözü saptıran bir ifade kullandım mı diye iyice inceleyip, baktım. Ama Allah şahit ki, öyle bir şey göre­medim. Eğer açıkça bana gösterir de üstadın hangi sözlerini tahrif ettiğimi bildirirseniz, size minnettar olurum. Onun sözlerinden anlaşılan mânâdan başka bir mânâ çıkarttığı­mı, bir yakıştırma yaptığımı ispat ederseniz, hatamı kabul etmekte ve özür dilemekte zerre kadar tereddüt etmem.

Üstadın o ifadelerini tenkitte intikam duygusuyla hare­ket ettiğimi düşündüğünüzü de söylüyorsunuz. Böyle bir su-izanda bulunuyorsanız, bulununuz. Ama Allah katında, baş­kalarının zan ve düşüncesinden dolayı değil, kendi zan ve ni­yetinizden dolayı sorgulanacaksınız. Bana göre, din adına kişisel sevgi veya nefret için yahut nefsânî duygular veya maksatlar için bir iş yapmak, en adi sahtekârlıktır. Bundan ben Allah’a sığınırım. Gerçek şu ki, Mevlânâ Hüseyin ve onun idaresi altındaki Diyobend İslâm Külliyesinin siyase­tini, özel bir eğitim yuvası olarak, senelerdir takip ediyorum. Takip edilen siyasetin yanlışlığına bütün kalbimle inandım ve bu yanlışlığı da her yerde söyledim. Diyobend Külliye-si’nin bu siyaseti destekleme uğrunda yaptığı İslâm’a ve İslâm tarihine ait yorumlar bana göre son derece yanlış, islâm ve müslümanlar için son derece zararlıdır. Benim ke­sin görüşüm, iyice araştırıp inceleyip vardığım kanaatim, hiç tereddüt göstermediğim düşüncem şu ki: İngiliz dönemi­nin başlaması üzerine Sir Seyyid Ahmed Şehid’in okulunun aldığı yeri ne talihsizliktir ki, hindu döneminin gelmesi ile Diyobend’in Hüseyin Ahmed Külliyesi almıştır. Hatta, çok daha yazıklar olsun ki, ondan daha da ileri giderek hindularla aynı çizgide yer almıştır. Bu kanaatimin temelini oluşturan şey, sadece “Nakş-ı Hayat”\n bir kaç cümlesi değil; o kül­liyenin on beş-yirmi senelik mazisinde ortaya koyduğu dav­ranışları, hareketleri, işleridir.

Ahmed Medenînin bazı hürmetkarlarının, soruyu soran kişinin tamamen hayâli olduğu, bu tarzla o tür cevapların yayılmasına imkân hazırlandığı kanaatinde bulunduklarını da yazmışsınız. Diğer bir ifade ile, onlar şunu demek istiyor­lar: Aslında hiçbir kimse bana Ahmed Medenînin sözleri hakkında hiçbir mektup yazmadı. Ben kendiliğimden, ona saldırayım diye, böyle bir mektubu ve yazışmayı icad ettim. Bir gerçek olarak bunun cevabı, mektup ve yazışmanın aslı­nın yazıhanemde muhafaza edildiği ve mektubu yazan zâtın da Hindistan’da bulunup, hayatta olduğudur. Ne zaman is­terseniz, o mektupları görebilir, yazanın kendisinden de onu tasdik ettirebilirsiniz. Böyle bir zannın ahlâkî yönüne gelin­ce: Böyle bir düşünceyi kendi kendine ortaya çıkaranlar, ka­falarım önlerine eğerek düşünsünler ve Merhum Mevlânâ Hüseyin Ahmed’in sohbetinin feyziyle elde ettikleri nefis arınmasını ve ahlâk terbiyesini muhakeme etsinler.

Kendi zümrenizin insanları meselesinde gelince: Onların duygulan o kadar hassas, o kadar nazik ki, açık hatalarına rağmen hiçbir tenkide tahammül edecek durumda değiller, ama başkalarının din ve ahlâkına yapılan her hücum, onlara göre tamamen mubahtır. Hatta, kendi içlerinden hayâli bir suçlama düzenleyerek, karşılarındakinin başına sarabilir­ler. Daha başka ben ne diyeyim. Allah o zatlara hakiki takvayı lütfetsin, ki o takva sebebiyle insan, ağzından bir söz çıkarmadan önce Allah’a ne cevap vereceğini düşünür. [56]

Seçim Sistemi Meselesinde Halkoylaması

Soru:

Seçim sistemi meselesinde Cemaat-i İslâmî referandum yapılmasını istemişti. Buna çeşitli ortamlardan değişik iti­razlar yapıldı. Bunun Özetini sunarak sizden bu itirazlara cevabınızın ne olduğunu öğrenmek istiyorum.

  1. Ayrı (müstakil)[57] seçim, eğer din ve şeriat prensipleri­nin ve âmir hükümlerinin kesin neticesi ise, bunu halkın oyuna sunmak da ne demek oluyor? Aynı şekilde ileride na­maz kılacak mısınız, oruç tutacak mısınız diye de halkm ona­yı istenecek mi? Halkm çoğunluğunun, hak ve doğru dediği şey doğru; yanlış dediği şey yanlıştır, sistemini mi getirmek istiyorsunuz? Halk oylamasında çoğunluğun kararının, ka­rışık liste seçimi[58] lehinde çıktığını farzedelim. O zaman siz, bu halk kararım kabul edecek misiniz? O durumda ayrı (müstakil) seçim İslâm prensiplerinin, emirlerinin gereği ol­mayacaktır.
  2. Ayrı veya karışık liste, ikisi de Islânıdışı seçim sistemi­dir. Çünkü, İslâm açısından Danışma Meclisi1 nde müslüman olmayan üyenin bulunması, prensip olarak yanlıştır. Siz ayrı seçim yapılması talebinde bulunduğunuza göre, bu­nun mânâsı; İslâm devletinin danışma meclisine müslüman olmayanın da katılması prensibini kabul ediyorsunuz de­mek değil midir?
  3. Halkoylamasını teklif ederek seçim tarzı meselesini; belki de halk oylamasının karışık liste seçimi yapılması ile sonuçlanacağı tehlikesine attınız. Bu oylamanın sonucu mutlaka müstakil seçim tarzını verecektir diye elinizde her­hangi bir garantiniz mi var?
  4. Ne tuhaftır ki, karışık liste seçimine karşısınız, ama se­çim sisteminin kararını karışık oylama ile yaptırmaya ha­zırsınız. Zaten sonuçta halk oylaması da karışık olacaktır.
  5. Seçim sistemi meselesi konusunda halk oylaması yap­tıracağınız yerde, neden ülkenin gelecek genel seçimlerinde bu sisteme göre seçime girmiyorsunuz? Eğer halk müstakil seçimi istiyorsa, bu seçim tarzını destekleyen insanlara oy verecek, böylece bu mesele çözülmüş olacaktır.
  6. Halk oylaması için memleketin mevcut anayasasında hiçbir imkan olmadığından, Önce meclisin bu amaçla anaya­sada değişiklik yapması ve değişiklik için üçte iki çoğunluğun olumlu oyunun alınması kaçınılmaz olacaktır. Sorun şu: Karışık üsteli seçim kanununu değiştirmek için kesin ço­ğunluk elde edilmediğine göre, halk oylaması için üçte iki ço­ğunluk nasıl elde edilecektir?
  7. Demokrasi ile idare edilen ülkelerde, genellikle halk oylaması aracılığı ile ülke meselelerine karar verme yerine, Millet Meclisine veya Kurucu Meclis’e kesin karar yetkisi verilmektedir. Doğrudan halka başvurarak problemlerin çö­zülmesinde pek çok zararlar, kusurlar vardır. Bu yüzden, de­mokrasi ile idare edilen ülkelerde halka başvurma tarzı ka­bul görmemiştir.

Halk oylaması teklifine yapılan -benim işittiğim veya okuduğum- büyük itirazlar işte bunlardır. Bunlardan dolayı kafalarda en azından tereddüt meydana geldiğinden, bütün bunları netleştirerek, bu meselede halkı bütünüyle aydınlat­manız uygun olacaktır.

Cevap:

  1. Birinci itirazı yapanlar herhalde Pakistan devlet düze­ninin şu ana kadar din ve şeriat sistemine göre kurulmadığı­nı, aksine halk çoğunluğuna kesin karar verme yetkisi veren cumhuriyet sistemine göre hareket ettiğini bilmiyorlar. Eğer din ve şeriattan gelen emirlerin ülkenin kanunu olaca­ğı kararlaştırılsaydı, o zaman sızlanıp durmamıza ne hacet vardı? Öyle olsaydı, sadece halkın oyuna başvurma mesele­sinde değil hiçbir meselede dinin gayesine uygun çözümler getirmekte herhangi bir zorluk ortaya çıkmayacak; hangi meselede olursa olsun, bir hükmün şeriata uygun olduğu de­lillerle sabit olduğunda kendiliğinden kanun haline gelecek şeriata aykırı olan hangi kanun olursa olsun, kendiliğinden geçersiz sayılacaktı. Fakat işin fiilen böyle olmadığı ortada, kimseden de gizli değil. Gözleriniz Önünde, Millet Mecli­sinin çoğunluğu karışık seçim listesi kanunu çıkardı ve o, memleketin kanunu haline geldi. Artık, bu kanun »eğer de­ğiştirilirse- ancak çoğunluğun kararı ile değiştirilebilir. Yok­sa bütün alimler bir araya gelerek, karışık seçim İslâm’a ay­kırıdır diye ittifakla fetva verseler bile, kanun olduğu gibi kalacak ve yürüyecektir. Böyle durumlarda zoraki, lüzumsuz, hayâlı sözler söylemenin ne faydası vardır? Siz, seçim sisteminin bu inançsızca düzenlenmiş kanununu gerçekten değiştirmek istiyorsanız, o halde bunun mevcut cumhuriyet düzeninde yapılabilecek ve etkili olabilecek yolunu seçiniz. Öyle yapmazsanız, istediğiniz kadar deliller, ispatlar birik­tirin; seçimlerin karışık sisteme göre yapılıp gitmesinden başka elinize hiçbir şey geçmeyecektir.

İleride namazlar, oruçlar konusunda da halk oylaması mı yapılacak demeleri, meseleyi kavramadıklarının bir başka delilidir. O kişiler şunu bilmiyorlar ki, bu ülkede bugün, na­maz ve oruca serbestlik verilmesi; şeriatın emri olduğunu belirten deliller bulunduğundan değil, sadece anayasanın temel haklar çizgisinde vatandaşların kendi dinlerine göre ibadet etme hakkı verilmesinden dolayıdır. Eğer böyle olma­saydı, memleketin kanun koyan meclisleri çoğunluğun oyu ile namaz ve oruç hükümlerinde de değişiklik yapabilirlerdi. Böyle kanunlardan kurtulmak için de isyan etmenizden ya da cumhuriyet sistemi ile karar verdirmek için halk oylama­sı istemekten başka bir yol bulunamazdı.

Kanun yapan meclisin kararları ile halk oylaması karar­ları arasında aslında prensip bakımından hiç bir fark yok­tur. İkisinde de çoğunluğun kararı etkili olmaktadır. Fark sadece işin şeklindedir. Bir yerde kanun yapan meclis üyele­rinin çoğunluğu karar veriyor, diğer yerde memleketin bü­tün halkının çoğunluğu karar veriyor. İş böyle iken, ne kadar tuhaftır ki, kanun yapan meclisler meselesinde çoğunluğun kanun yapma yetkisini kabul edip oturanlar, halkın çoğun­luğunun tercihini işitir işitmez, kıyameti koparıyorlar.

O kimseler, bu halk oylaması meselesinde yapılan işin hak ile bâtıla karar vermek için yapılmadığım, bilakis mem­leketin kanununun ne olup olmayacağına karar vermek için yapıldığını da bilmiyorlar. Eğer halk oylamasında çoğunlu­ğun kararı, bizim bâtıl kabul ettiğimiz şeyi tercih eder, des­tekler şekilde olursa; bu, bizim onu hak kabul etmemiz mânâsına gelmez. Bilakis bu, çoğunluk tercihini hangi yön­de kullanmışsa onun kanun kabul edileceği anlamını taşır. Böyle olmasına rağmen bizim buna bâtıl deme hakkımız, bu kanunu geçersiz kılmak için deliller göstermemiz ve halkın görüş ve oyunu bu kanunun aleyhine çevirmeye çalışmamız, halkın çoğunluğunun kararını değiştirmeye razı edinceye kadar devam edecektir. Nihayet, çoğunluğun kararlan ile ülkenin meclislerinde yapılan kanunlardan hangi kanunun yapılması esnasında azınlığın bunu doğru kabul ettiği ve hangilerini de batıl kabul ettiği anlaşılmış olacaktır.

  1. İkinci itirazı yapan insanların durumu da enteresan­dır. Anayasada müslüman olmayanlara meclis üyesi olma hakkı verildiği zaman sustular. Karışık seçim listesi kanunu meclisten geçtiği zaman da ağızlarıyla geviş alıp oturdular. Bugün de müslüman olmayanların meclis üyesi olma hakkı­nı anayasadan çıkarmak için hiçbir hareket göstermiyorlar. Bu inceliği onlar sadece müstakil seçim isteği yapıldığı za­man düşünüyorlar. Onların niyetlerinin açıkça, kendilerine özgü liderlerinin arkasında, müslüman ve müslüman olma­yanların millî birliğine inanmaları ve’onların yegane gayesi­nin bu ülkede herhangi bir şekilde karışık seçimin uygulan­ması olduğu anlaşılıyor. Müslüman olmayanlara ait meclis üyeliğinin reddi, kullanmaya başladıkları kendi menfaatleri için sadece bir bahanedir. Değilse, Hindistan’da dindışı bir idarenin kurulmasını destekleyen liderleri hakkmdaki ka­naatlerinin ne olduğunu açıklasınlar.

Onların asıl itirazına gelince, onun cevabı şudur: İslâm açısından karışık ve müstakil seçimin durumu asla eşit de­ğildir. Karışık seçimin temeli, bir ülkede yaşayan bütün va­tandaşların; müslüman, hindu, hristiyan, mecusî, ne olursa olsun, hepsinin bir tek millet; devletin de bu tek milletin-or­tak devleti olduğu, o devleti yürütme işinin din ve mezhep farkı gözetmeden bu milletin her ferdinin ortak temsili ile ol­ması gerektiği görüşüne dayanır. Bu görüş, İslâm devleti kavramının kökünü tamamen kazımaktadır. Bu görüşe göre kurulacak devlet düzeni sadece ladini olacak, o düzende İslâm ve diğer dinler aynı seviyede kabul edilecek, onlardan hiç birinin ülke meselelerine karışma hakkı olmayacaktır. O devletin meclislerine seçilerek gelen temsilciler ister müslü­man, ister hindu veya hristiyan olsun, temsilci olma bakı­mından sadece Pakistan halkının temsilcisi olacaklar ve on­lara herhangi bir din veya dini zümre adına konuşma hakkı verilmeyecektir. Daha sonra, bu ülkenin anayasasında şu anda mevcut olan ve bizim İslâmî maddeler dediğimiz mad­deleri bile ortadan kalkacaktır. Kaldı ki, bu ülkede bir gün tam mânâsı ile bir İslâm devleti kurma ümidi taşınabilsin. Artık hangi aklı başında insan müstakil seçim ile karışık se­çimin her ikisi de İslâm nazarında aynı değeri taşır diyebilir. Müstakil seçim, millet olma temelini dine dayandırır ve bu­nunla müslümanlarm ayrı bir millet oluşunu devam ettirir. Bu sayede, müslüman temsilciler sadece müslümanlarm oy­ları ile seçilirler ve onlar, İslâm ve müslümanlar adına ko­nuşma hakkına sahip olurlar.

O temsilcilerin (milletvekillerinin) çoğunluğu İslâm dü­şüncesine sahipse, mevcut anayasanın verdiği imkanlardan faydalanarak devlet düzenini İslâm yolu üzerinde yürütür. Böylesi bir durumda anayasayı değiştirerek tam bir İslâm anayasası yapma imkanı her zaman vardır. Bu sistemin en büyük kusuru ve eksikliği müslüman olmayan temsilcilerin de kanun yapmada ve devleti temsil etmede ortak olmaları­dır. Bunu düzeltmek, devlet düzeni İslâm temeline oturtu­lunca, bir gün mutlaka olabilecektir. Ama karışık millî birlik sistemi getirildikten sonra, İslâmî temeli olan sistemden eser kalmayacaktır.

  1. Yapılan üçüncü itiraz bir vehim ve hayalden ibarettir. Gerçek şu ki, bütün ülkede seçim şekli meselesi üzerinde halk oylamasına gidilse, karışık seçim lehinde karar çıkma­sına yüzde bir bile imkan ve ihtimal yoktur.

Batı Pakistan’ı[59] göz önünde bulundurursak, herkes bi­lir ki orada genel ve özel kesimden halkın çok büyük bir ço­ğunluğu bu seçim tarzına şiddetle karşıdır. Hatta bu lanet sistemi Pakistan’a getirmeye sebep olanlara karşı derin bir nefret bulunmaktadır. Doğu Pakistan’a gelince; kendi tecrü­be ve müşahadelerimize dayanarak diyebilirim ki, oradaki müslümanlarm en az yüzde doksanının oyu müstakil seçim yönündedir. Şu anda oranın sadece avam tabakası değil, eği­tim görmüş tabakasının çoğunluğu da karışık liste seçimine karşı çıkmaktadır. İşte bu sebeptendir ki, kendi iktidarları­nı korumak için hile ve düzenbazlık yaparak bu melun seçim sistemini uygulatma sorumluluğu taşıyan bencil ve menfa-atçi politikacılar halk oylaması sözünü işitir işitmez yerle­rinden zıplamaktadırlar. Çünkü onlar, bu halk oylamasının ne sonuç vereceğini biliyorlar. Halk oylamasında en ufak bir kazanma ihtimalleri olsaydı, bizim bu meydan okuyuşları­mıza karşılık vermekten böylesine korkmazlardı.

  1. Dördüncü itirazı ileri sürenler sanki bu ülkede müslü-man olmayanların rey verme hakları yokmuş da, şimdi biz ortaya çıkıp kendi kendimize halk oyu ile onların da kanaati ve oyu alınmalı şeklinde bir teklif getirmşiz gibi yanlış bir kanaat içindeler. Halbuki, memleketin anayasası önceden bu hakkı onlara vermiştir.
  2. Genel seçimlerden Önce, seçim sisteminin halk oylama­sı yolu ile belirlenmesini istememizin sebebi şudur: Böyle ya­pılmadığı takdirde, ülkenin ilk seçimlerinin kesinlikle karı­şık liste sistemine göre yapılacağı, bu seçim tarzının değişti­rilmesinin ancak seçimlerden sonra mümkün olabileceği, ge­lecek seçimlere kadar artık bunun hiçbir faydasının olama­yacağı ortadadır. Şu anda biz, Doğu Pakistan’ın seçim bölge­lerini baştan sona tarayarak, inkar edilemez sayıda çok in­sanın görüşü ile tesbit ettik ki, karışık liste sistemine göre yapılacak olan ilk seçimde, Bengal ırkçılığı cezbesiyle sarhoş olmuş, şu anda bile Birleşik Bengal (Hindistan elinde bulu­nan Bengal bölgesi ile o zaman Doğu Pakistan olan Bengal’in birleşik şekli) rüyası gören çok sayıda insan seçilerek gele­ceklerdir. Bu insanlar, eğer orada (Doğu Pakistan’da) bu yol­la bir güç elde ederlerse, ikinci bir seçim zamanı gelmeden bir kaç sene içerisinde Pakistan’ın birliğine ve güvenliğine öldürücü bir darbe vuracaklardır. Bu tehlikeye tahammül etmeye hazır olan insanlar, halk oylamasına karşı çıkarak, karışık seçim listesi prensibine göre genel seçim yaptırma yolunu açtırmaya devam etmekte serbesttirler. Ama bu teh­likeli sonuçları biraz olsun hisseden insanların tutumunu anlamaktan tamamen aciziz.
  3. Altıncı itiraz bize göre anayasal durumu hiç tanımama­nın sonucudur. Seçim sistemi üzerinde halk oylaması yaptırmak için anayasada bir değişiklik yapmaya kesinlikle ge­rek yoktur. Çünkü, anayasanın hiç bir maddesi, bu özel me­selede veya herhangi bir ülke meselesinde halk oylamasına gidilmesine engel değil ki, onu değiştirmeden bu iş yapıla­masın. Anayasa, seçim sistemini belirlemek için millet mec­lisini sadece bir kere iki bölge meclisinin görüşünü almaya mecbur etti. Böylece bu şart da yerine getirilmiş oldu. Bu mecbur edilişin gereği yerine getirildikten sonra, artık, mec­lisin kaldırılması zorunlu olan bir anayasa değişikliğine ih­tiyacı yoktur. O bakımdan, bu meclis istediği zaman halk oy­laması yaptırmak için kendi başına bir karar alabilir, mec­listeki herhangi bir çoğunlukla bu kanun yürürlüğe konabi­lir.
  4. Öncelikle yedinci itirazda yer alan, demokrasi ile idare edilen ülkelerde genellikle halk oylaması sistemi geçerli de­ğildir sözü yanlış bir sözdür. Bu söz sadece ingiliz demokra­sisini uygulayan veya Fransız demokrasi tarzmı taklit eden ülkeler için doğrudur. Cumhuriyet sistemine bağlı diğer ül­kelerde genellikle bu sistem geçerlidir, isviçre bu konuda meşhurdur. Ondan başka Avustralya, Kanada, Yeni Zelan­da, İrlanda hür devletler anayasalarında da bu konuda açık maddeler vardır. Avustralya’da 1910’dan 1925’e kadar on iki kere; Yeni Zelanda’da ise 1911’den 1928’e kadar altı kere halk oylaması yapılmıştır. Kanada’da dahi bir kaç kere ana­yasa ile ilgili meselelerde halk oylaması yapıldı. Bölge hükü­metlerinin sorunlarına karar vermek için orada çok kere bu sisteme başvurulmaktadır. Avrupa’da Avusturya, Almanya, Estonya, Litvanya, Letonya ve Çekoslavakya’nm halk ana­yasası, halk oylaması ile ilgili önemli maddeler içermekte­dir. Amerika’nın iki eyaletinden başka diğer bütün eyaletle­rinde anayasaya ait meselelerde halk oyuna başvurma siste­mi geçerlidir. Kanuni işlerde de on dört eyalette halk oyla­ması yaptırılabilir. Bu bakımdan, cumhuriyetle idare edilen ülkelerde kesin ve en son kararı verme yetkisi parlamento veya senatoya verilmiş ve halk kanun yapma veya kanunu değiştirme yolunda her çeşit yetkiden mahrum bırakılmıştır demek tamamen gerçek dışıdır.

Halka problemleri çözdürme sisteminde bir takım bozukluklar vardır. Bu yüzden, bu sistem cumhuriyetle idare edi­len ülkelerde benimsenmemiştir sözüne gelince: Aslında bu da bilmemekten ötürü yapılan bir iddiadır. Yoksa meselenin aslı bunun aksinedir. Senatonun kesin ve son karar verme yetkilerine sahip olmasında öyle bir takım bozukluklar, ha­talar vardır ki, onları denedikten ve gördükten sonra cum­huriyetle idare edilen ülkelerde halk oyuna başvurma yönte­mi değer kazanmış, benimsenmiştir. 20. asrın başlarında Amerika’da bu sistem yaygınlık kazanmıştır. Bunun sebebi­ni bir anayasa uzmanı şöyle anlatıyor:

“A.B.D’de doğrudan doğruya halk tarafından kanun ya­pılması sisteminin yaygınlaşmasına en büyük sebep, halkın kendi eyaletlerinden seçilen meclis üyelerinin kanun yapma yeteneklerine güvenmemeleridir. Özel çıkarları olanların meclis üyeleri ile özel görüşmeler yaparak onların kanaatle­rine tesir ettikerini, bazı üst derece politikacıları kiralayan menfaatçilerin kanun yapan meclisleri etkileri altına aldık­larını gören halk, 19. asrın son döneminde, kanun yapan adamlarına güvenlerini yitirmeye başladı. Eğer biz doğru­dan doğruya iş yaparsak, bundan daha kötü bir beceriksizlik göstermeyiz. Hatta, belki de, bundan daha iyi şeyler yapabi­liriz düşüncesine vardı. Bundan dolayı halk, kanun yapma ve kanun yapan meclislerin yaptıkları kanunları reddetme yetkisini eline aldı. Bu yetkiyi günlük olaylarda kullanmak gayesi ile değil; sadece herhangi bir başka yolla sonuç alına­madığında ve istenilen elde edilemediğinde bu yolun kulla­nılması gayesi ile halk oylaması ortaya çıktı.[60]

Apaçık sahtekârlıkların yapıldığı; hileler ve rüşvetlerle bazı insanların zorla milletvekillerine ulaştığı, namlışanlı, etkili kimselerin dolambaçlı kapılardan meclise girdiği, sahtekârlıklar, dalavereler yaparak son derece nazik ve önemli ülke meselelerinde bile bazı insanları iktidarda tut­mak gayesi ile kanunların yapıldığı bir tarafta bütün ülke­nin feryat ettiği diğer tarafta kiralanmış kanun yapıcıların keyiflerince hareket ettikleri ülkemizde, bu son çarenin ter­cih edilmesine, Amerika ve dünyanın diğer ülkelerinden daha çok ihtiyaç olduğunu artık herkes görebiliyor. Böyle yer­lerde, halkın bu sahtekâr kanun yapıcıların zulümlerinden, aşırılıklarından kurtulmasının bir yolu mutlaka açılmalıdır ki, onların arzusuna ters düşen ve onların protestolarına rağmen çıkarılan kanunlar halk oylaması aracılığı ile değiş-tirebilsin. Demokrasi havarisi kesilen insanların hangi yüz­le “adi ve hileli yollarla iktidara gelen kimseler birkaç sene için ülkede tam yetkili kılınsın. Kendi amaç ve çıkarları uğ­runa diledikleri kadar kanun çıkarabilsinler. Halkın elinde onların kararlarını değiştirecek hiçbir yetki olmasın” diyebildiklerini anlayamıyorum.[61]

İslâmî Devlet Ve Hilafetle İlgili Birkaç Soru

Soru:

Bu mektup tahsil hayatını Almanya’da sürdüren bir öğ­renci tarafından gönderilmiştir. İslâm devlet idaresi ve hali­felikle ilgil ibazı meselelerin sorulduğu mektubun aslı îngilizcedir. Biz onların tercümelerini veriyoruz:

  1. İslâm devlet başkanları için sadece halife tabiri mi kul­lanılır?
  2. Emevi halifelerinin gerçek anlamda halife oldukları söylenebilir mi?
  3. Abbasi halifeleri, özellikle El-Memun hakkındaki ka­naatiniz nedir?
  4. Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve İbn Zübeyr’in (r.a) ortaya koydukları siyasi tavırla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Size göre 680 yılında İslâm ümmetinin gerçek önderi kimdi? Hz. Hüseyin mi, yoksa Yezid mi?
  5. İslâm devlet idaresi altında bulunanların başkaldır­maları (huruç) uygun bir davranış olarak değerlendirilebilir mi?
  6. Başkaldırma (huruç) hareketine katılanlar mescidlere veya mukaddes kabul edilen yerlere (Ka’be, Harem-i Şerif, Ravza-ı Mutahhara) sığındıkları takdirde, İslâm devlet ida­resinin bu insanlara karşı takınacakları tavır ne olmalıdır?
  7. Kur’an-ı Kerime ve Sünnet’e göre, bir İslâm devletinin tebaasından alma hakkına sahip olduğu vergiler hangileri­dir?
  8. Herhangi bir halife kendisinden önceki halifenin uygu­lamalarından ayrı olarak yeni bir uygulama ve hareket baş­latabilir mi?
  9. Haccac b. Yusuf u bir genel vali ve bir yönetici olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
  10. İslâm devleti, kendi vatandaşlarına Kur’an ve Sün-net’te zikredilmeyen ve kendinden önceki halifelerin icraa­tında benzeri görülmeyenbir vergiyi koyma hakkına sahip midir?

Cevap:

Gönderdiğiniz sorulara geniş ve teferruatlı cevaplar yaz­mak için gerekli olan zamana sahip değilim. Bunun için kısa cevaplarını yazıp gönderiyorum.

  1. İslâm devlet başkanı için halife tabirinin kullanılması şart değildir. Hadis, fıkıh, kelam ve İslâm tarihinde İslâm devlet başkam için emir, imam, sultan gibi tabirler kullanıl­mıştır. Aslolan devletin hilafet sistemi üzerine oturtulması, plân ve programını hilafetin ölçüsü üzere yapmasıdır. Ger­çek bir İslâm devleti ne krallık veya hükümdarlık olabilir, ne de halkın egemenliği görüşüne dayalı bir cumhuriyet olabi­lir. Gerçek bir İslâm devleti, yalnız Allah’ın hakimiyetini ka­bul eden, kanunların kaynağı ve en üstünü olarak yalnız Al­lah ve Râsulü’nün koyduğu şeriatı benimseyen ve yalnız Al­lah’ın koyduğu kanunlar çerçevesinde faaliyetini devam et­tiren devlettir. İslâm devletinde, Allah’ın koyduğu Ölçüler içerisinde kötülükleri yok etmek, iyilikleri çoğaltmak ve Al­lah’ın dinini hayatın her alanında tatbik etmek yöneticilerin başlıca hedefidir. Bu devletin iktidarı en üst iktidar değildir. Aksine Allah’ın emirlerini uygulayan bir vekillik ve yetkili­liktir. İşte hilafetin mânâsı budur.
  2. Emevi hükümdarlarının yönetim biçimi gerçek anlam­da bir halifelik değildir. Onlar, her ne kadar İslâm kanunla­rını devletin kanunları olarak benimsemişlerse de, İslâm anayasasının bir çok prensibi de onlar tarafından çiğnenmistir. Onların yönetim biçimi, İslâm’ın özüne ve ruhuna ay­kırı birçok sapmaları bünyesinde barındırıyordu. Bu tür sapmalar Emevi döneminin başlangıcında görülmeye baş­lanmıştır. Nitekim, Emevi idaresinin kurucusu Emir Mua-viye’nin kendi sözü şu idi: “Hükümdarların ilki benim”. Emir Muaviye, oğlu Yezid’i veliaht tayin edince, Hz. Ebu Be­kir’in (r.a) oğlu Abdurrahman ayağa kalkarak, kesin ve sert bir eda ile: “Ama bu krallıktır. Çünkü; kral ölünce oğlu kral olur” dedi.
  3. Prensipleri ve temel yapısı bakımından Abbasi halifeli­ğinin durumu da Emevi halifeliğinin durumu gibidir. Arala­rındaki fark, Emevi halifelerinin dini hususlarda çok perva­sız olmalarına rağmen, Abbasi halifelerinin dini açıdan hali­fe olduklarını halka kabul ettirebilmek maksadıyla dine karşı ilgi duymalarıydı. Abbasi halifelerinin dine karşı duy­dukları bu ilgi maalesef dini açıdan pek çok tahribata sebep olmuştur. Mesela; Me’mun herşeyi din ile irtibatlandırmada Öylesine ileri gitmişti ki, dinle hiçbir alakası olmayan felsefi bir meseleyi itikadi bir mesele haline getirmiş, onu halka ka­bul ettirebilmek için de olmadık zulüm ve işkenceler yapmış­tı.
  4. Kendisi hakkında soru sorduğunuz dönem aslında fit­neler devri idi. O devrin müslümanları zihnî bir çöküntü içindeydi. Fikri kargaşanın yoğun olduğu o dönemde müslümanların fiili liderinin kim olduğuna karar vermek oldukça zor olmaktadır. Ama şurası gayet açıktır ki, Yezid’in siyasi etkisi sadece elinde devlet gücü olmasından ve babasının güçlü bir devlet kurarak onu kendisine veliaht yapmasmdandı. Eğer bu durum olmasaydı da Yezid genel müslüman-lar arasında bulunan bir adam olsaydı, belki de müslümanların gözlerinin lider olarak bakacağı en son kişi olurdu. Bu­nun aksine, Hz. Ali ‘nin oğlu Hz. Hüseyin (r.a) o zaman üm­metin en göze çarpan insanı idi. Serbest seçimde, en kuvvetli ihtimalle, en çok oy ona verilirdi.
  5. Zalim devlet başkanlarına karşı başkaldırma (huruç): Ne zaman ki, onları uzaklaştırarak adaletli ve tertemiz bir idarenin gelmesine imkan sağlar, böyle bir durumda huruç sadece caiz değil, farz (şart) bile olur. İmam Azam Ebu Hanife’nin bu meseledeki görüşü gayet açıktır. Ebu Hanife’nin bu görüşünü Ebu Bekir Cessas, Ahkam’ul Kur’an adlı eserinde ve El-Muvaffak EI-Mekki de, Menâkıb-i Ebu Hanifede nak-letmişlerdir. Adaletli bir devlet başkanına karşı koyarak başkaldırmak işe büyük bir günahtır. Bütün iman ehlinin böyle bir başkaldırıyı bastırmakta İslâm devletini destekle­meleri şarttır. İkisinin ortasındaki durumlar , yâni; devletin adaletli olmadığı, ama sağlam bir inkılabın, devleti amaca uygun yönetebilecek güzel bir devrimin yapılmasına imkan bulunmadığı veya durumun şüpheli olduğu haller için mec-tehidler ve fıkıhçılar değişik fikirler ileri sürmüşler, değişik hareket tarzları belirlemişlerdir. Bazıları, sadece hak sözün (doğrunun) söylenilmesi ile yetinilmesi gerektiğini söyleye­rek başkaldırmanın caiz olmadığı fikrini ileri sürmüş, bazı­ları da başkaldırmayı ve şehadet şerbetini içmeyi tercih et­miştir. Kimileri de ıslah olur, düzelir ümidiyle yardımcı ol­maya çalışmıştır.
  6. Adaletli bir İslâm devletine karşı başkaldıranlar eğer mescidlere sığınırlarsa onlar orada kuşatma altına alınabi­lirler. Eğer oradan ateş açarlarsa, karşılık olarak onlara da ateş açılabilir. Kabe’ye sığınmaları halinde sadece muhasa­ra altına alınarak; isyan bayrağını indirip, silahlarını bıra-kmcaya kadar çaresiz bırakılırlar. Kabe’de kan akıtmak, öl­dürmek veya Kabe’ye saldırmak, topa tutmak, taş atmak, si­lah kullanmak doğru değildir. Zalim bir devlete gelince, onun varlığı zaten başlıbaşma bir günahtır. Kendi varlığını ve devamını sağlamak için yaptığı her çaba günahına günah katmaktan başka bir şey değildir.
  7. Vergi sistemi ile ilgili olarak ne Kuranda ve ne de Hadis’te belirli bir sistem önerilmiştir. Bilakis, müslümanlara zekatı bir ibadet olarak, müslüman olmayanlara da cizyeyi İslâm devletine itaat ettiklerinin alameti olarak şart kılma­sından sonra artık ülkenin ne gibi ihtiyaçları varsa ona göre vatandaşlara vergi koymayı hükümetin iyi niyetine .ve inisi­yatifine bırakmıştır. Haraç vs. yollarla elde edilen gelirler buna örnektir. Bunlar Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’te belirlen­miş değildir. İslâm devleti, bunları kendi inisiyatifi, görüş ve anlayışı çerçevesinde kendisi belirler. Bütün vergiler için dikkate alınması gereken ölçü, memleketin gerçek ihtiyaçla­rıdır. Eğer bir devlet başkanı kendi harcamalarında kullan­mak üzere vergi alırsa bu haramdır. Memleketin gerçek ihti­yaçları için kullanılmak üzere halkın rızası ile toplanan ver­giler ise helaldir.
  8. Herhangi bir halife kendisinden Önceki halifenin uygu­lamalarına uymayabileceği gibi, kendi kararlarım dahi de­ğiştirme hakkına sahiptir.
  9. Haccac b. Yusuf dünyevi açıdan gerçekten değerli bir yönetici, dini açıdan da çok zalim bir idareci idi.
  10. Yedi nolu maddede anlatılan şartları yerine getirmek kaydıyla evet.

Modern Çağın Önderi İslâm Mıdır Yoksa Hristiyanlık Mı?

Soru:

  1. asrın bu medeni, gelişmiş devrine din açısından İslâm mı önderlik yapabilir, hristiyanlık mı? Secularizm veya ateistlik (dinsizlik) insanları maddi ve manevi yönden ilerlete­bilir mi? Özellikle komünizmin kabaran selini durdurma ve yok etme gücü hangisinde vardır?

Cevap:

Bu soru, birkaç sorunun bileşiğidir. Bu bakımdan her bir bölümüne ayrı ayrı cevap verilecek, onlardan ayrı ayrı bah­sedilecektir.

a. Hristiyanlığın bu mesele ile ilgisine gelince, deriz ki: Hristiyanlık bu çağa yol gösterme fikrinden çok önce vazgeç­mişti. İşin aslına bakılırsa, hristiyanlığın hiçbir devirde in­sanlığa önderlik ettiği söylenemez. Hristiyanlık derken, eğer Hz. İsa’nın (a.s) hristiyanlığın elinde kalan öğretileri kastediliyorsa, İncil’in Yeni Ahid bölümüne bakmak sure­tiyle onun insanlık medeniyetine yaptığı hizmetler gözlene­bilir. Yeni Ahidde, bazı mücerret ahlâk prensipleri dışında insanın kendi toplumu, ekonomisi, yönetimi, adalet ve ka­nunları hakkında doğru yolu gösteren herhangi bir buyruk ve emir yoktur. Fakat eğer hristiyanliktan kasıt, papazların düzenlediği hayat tarzı ise herkesin malumudur ki, bu an­lamdaki hristiyanlık Avrupa’da meydana gelen ilmi uyanış ve canlanma ile birlikte başarısız kalmıştır. İslâmiyetin ya­yılması ile birlikte hristiyanlığa karşı taassubtan doğan his­si bir yakınlaşma olmuşsa da Batının bütün ilmi gelişmeleri­ni hristiyanlık taassubundan sıyrıldıktan sonra gerçekleş­tirdiği de bir vakıadır.

b. İslâm’ın bu mesele ile ilgisine gelince: İslâm başlangıç­tan itibaren kültür ve medeniyete Öncülük yapmakla iktifa etmemiş, bilakis kendisine mahsus ayrı bir medeniyet kura­rak yepyeni bir yapı sergilemiştir. Kur’an-ı Kerim ve Pey­gamber (s.a), insan hayatının her bölümü için bir yön çizmiş ve bir yol tarif etmiştir. Hayatm her alanında Kur’an ve Sün­net insana rehberlik etmekte, yol göstermektedir. Bunlar, Miladi 7. asırda uygulandığı gibi, bugün 20. asırda da dahi uygulanabilir. Allah’ın izniyle, binlerce sene sonra bile uy­gulanabilir kalacaktır. Bu gelişmiş çağda İslâm’ın yürürlük­te kalamayacağına, insanlara rehberlik edemeyeceğine veya yol gösteremeyeceğine dair mantıklı ve tutarlı hiçbir delil ge­tiremezler. İslâm’ın uygulanamaz hiçbir emri, hiçbir hükmü ve hiçbir prensibi yoktur. İslâm’ın yetersiz olduğunu iddia edebilecek biri varsa o, İslâm’ın hangi konuda aciz ve yeter­siz kaldığım, hangi konuda yön vermek ve rehberlik etmekte acze düştüğünü anlatmalıdır.

c. Secularizm ve ateizm maddi-manevi hiçbir konuda iler­lemeye yardımcı olamazlar. Bana göre, Batının ulaştığı maddi refah düzeni ne secularizmin ne ateizmin ve ne de ma­teryalizmin bir sonucudur. Onlar bu düzeye onların rehber­liğinde değil, bilakis onlara karşı koyarak ulaşmışlardır. Bu sonuca varmamm sebebi şudur: İnsan, üstün bir gaye uğru­na canım, malım, zamanını, emeğini, şahsi menfaatlerini kı­saca her şeyini feda etmeye hazır olmadan hiçbir ilerleme gösteremez. Secularizm ve ateizm böyle bir temel kurmak­tan aciz olduğundan, insan böyle bir fedakarlığı yapmaya yanaşmaz. Hiçbir beşeri ilerleme, içtimai bir çaba olmadan gerçekleştirilemez. İçtimai çaba ise mutlaka insanların bir­birine sevgi ve fedakârlık göstereceği bir yakınlık ister. Fa­kat seculaizm ve ateizmde sevgi ve fedakârlık için hiçbir temel düşünce yoktur. Batıdaki gelişmelerin temelinde ise, hristiyanlığa başkaldırmış olmalarına rağmen, toplumla­rında bir rivayet, nakil ve anlatış olarak kalmış olan hristi-yan ahlâk prensipleri yatmaktadır. Bunları secularizm ya da ateizm hesabına kaydetmek yanlıştır. Secularizm ve ate­izmin yaptığı şey, batılıları Allah inancı ve ahiret düşünce­sinden uzaklaştırarak materyalizmin tutsağı, süfli ihtiras­ların esiri ve çıkarlarının zebunu kılmak olmuştur. Batılılar gayelerini gerçekleştirmede secularizm ve ateizmden değil, karşı koydukları dinin ahlâki güzelliklerinden yararlandı­lar. Bu bakımdan secularizm veya ateizmin ilerlemeyi sağla­dığı düşüncesi tamamen yanlıştır. Secularizm ve ateizmin insan ruhunda meydana getirdiği değişiklikler bencillik, ni­fak, çekişme, kin ve ihtiras gibi suçlara teşvik edici özellikler olup, bunlar ilerlemeye yardımcı değil, bilakis engel olan özelliklerdir.

d. Komünizm selini durdurma kabiliyeti; insan hayatının yaşanan problemlerini, komünizmden daha iyi bir metodla çözebilen, bununla birlikte insana komünizmde bulunma­yan manevi huzuru da verebilen bir hayat düzeninde olabi­lir. Böyle bir düzen olabilirse, ancak İslâm temeline dayalı bir düzen olabilir.[62]

Hilafet Veya Devlet

İslam’ın devlet düzeni 20. asırda dahi uygulanabilir oldu­ğuna göre piyasada mevcut olan İslâm aleyhindeki goruş ve eğilimleri ortadan kaldıracak en iyi çözüm hangisidir ıon Haldun’un hükümet teorisi mi yoksa hilafet teorisi mı.

Cevap:

Dikkatli bir incelemeye tabi tutulacak olursa İslam devlet düzeninin günümüzde uygulanamazlığı şekhnde. eglim ve düşüncelerin kaynağında islâm ülkelerinde uzun sure hükümranlık kurmuş olan batılı düşüncenin yatmakta ol­duğu görülecektir. Batılılar İslâm memleketlerini işgal et­tikleri zaman, musallat oldukları İslâm ülkesinin kanunla­rını rafa kaldırarak, o ülkeyi kendi koydukları kanunlarla idare ettiler. Ülkelerimizin eğitim sistemini iptal ederek, kendi sistemlerini yürürlüğe koydular. Bizim verdiğimiz eğitim sistemi ile yetişmiş olan bütün devlet memurlarını bulundukları kademelerden uzaklaştırdılar. Onların yerine kendi koydukları sistemlerle eğitilmiş diplomalı kimseleri doldurdular. Ekonomik hayatta da kendi sistemlerini ve kendi yönetimlerini uyguladılar. Böylece, her geçen gün ser­vet, geçim ve ekonomi sahası da batı kültürünü ve eğitimini benimsemiş insanların eline verildi. Bu yolla batılılar, bizim kültürümüzden, medeniyetimizden, onun görüş ve prensip­lerinden sapan, uzaklaşan bir nesli, bizim kendi içimizde or­taya çıkardılar. Onların tezgahından geçmiş olan bu nesil İslâm’ı yaşamaktan uzak olduğu kadar, onun kültüründen, tarihinden, örf ve geleneklerinden, önceki devirlerdeki uy­gulama biçimlerinden de uzaktır. Eğilimleri, duygu ve dü­şünceleri de ona yabancıdır. Bizim İslâm’a dönmemize engel teşkil eden asıl unsur işte bu yabancılaşmadır. İslâm’ın gü­nümüzde uygulanamayacağı yanlış düşüncesinin temelinde de bu yabancılaşma vardır. Eğitim ve öğretim hayatının ta­mamını İslâmdışı yollarla harcamış kimseler, İslâm uygula­namaz demekten başka ne diyebilirler ki? Çünkü onlar ne İslâm’ı bilmektedirler, ne de onunla amel etmek (onu uygu­lamak) için yetiştirilmişlerdir. Onlar sadece içinde yetiştik­leri hayat tarzının uygulanabilir olduğuna inanmaktadır­lar. Şu iki yoldan birini tercih etmekle karşı karşıya bulunmaktayız: Ya İslâm adını kullanarak dünyayı kandırmak­tan vazgeçip millet olarak topyekün küfre rıza göstermeye hazırlanmalıyız, ya da ikiyüzlülüğü bırakarak bütün içtenli­ğimizle eğitim sistemimizi sorgulamalı, onu her açıdan te­ferruatıyla incelemeliyiz. Böylece, mevcut eğitim sisteminin İslâm’dan uzaklaştırıcı yönleri tesbit edilmiş, ne gibi deği­şikliklerin yapılması gerektiği ortaya çıkarılmış olur. îslâmî yönetim tarzını benimseyip uygulayabilecek insanların na­sıl yetiştirilebileceği de ancak bu şekilde öğrenilebilir. Eğitim konusu, üzerinde ciddiyetle durulması gereken çok önemli bir konu olmasına rağmen, eğitim komisyonunda bu­lunanların bu meseleye lütfen bile olsa eğilmediklerini üzüntüyle ifade etmek durumundayım. Bu konuya bir hal çaresi bulmadığımız müddetçe İslâm düzeninin hayata geçi­rilmesi yolları kesinlikle kapalı kalacaktır.

Bu meselenin hal çaresi îbn Haldun’un herhangi bir gö­rüşüne başvurmakta değildir. Çünkü sorun İbn Haldun’un yaşadığı dönemde değil, günümüzde ortaya çıkmıştır.

İşin aslı şu: Batılılar ülkemizi terkederlerken, yerlerine kendi eğitimlerinden geçmiş, kendi kültürlerinin sütünü emerek yetişmiş öyle insanlar bıraktılar ki, bunlar her ne ka­dar fiziki açıdan bize benzer tipler iseler de, kafa yapısı bakı­mından tıpkı onlara benzemektedirler. Bu insanlar, bilgi, anlayış ve ahlâkî açıdan İngilizlerin, Fransızların ve Hollan­dalıların temsilcileri durumundadırlar. Devleti idare eden­ler de onlardır. Bu sebeple ortaya çıkmış karmaşık sorunla­rın çözümü için İbn Haldun’un görüşlerinden faydalanmaya imkan yoktur. Biz sistemi ıslah etmek için ciddi ciddi düşün­meye, dikkatli bir şekilde araştırıp incelemeye, yeni yöntem­ler bulmaya mecburuz.[63]

İslâm Devletinde Zımmîlerin Hakları

Soru:

İslâm ülkelerinde yaşayan hristiyan, yahudi, budist, hin-du, mecusi vs. azınlıklar, müslümanlarm yararlandığı hak­ların tamamından yararlanabilirler mi? Pakistan başta ol­mak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılmakta olan misyonerlik faaliyetlerine müsaade edilebilir mi? İslâm dev­leti kurulduğu takdirde doğrudan dini faaliyetlerde bulunan yahut başka adlar altında dini faaliyetlerini sürdüren Kur­tuluş Ordusu (Salvation Army Hristiyan misyonerlik teşki­latı) katedral, St. John veya St. Francis gibi kuruluşlar (Seylan’da olduğu gibi) kanun yoluyla kapatılacak mıdır, yoksa müslumanların çocukları da aynı okullarda modern eğitim adı altında faaliyet gösteren misyonerlerin ellerine teslim mi edilecektir?

Zamanımızda azınlıklardan cizye almak doğru bir uygu­lama mıdır? Onlar orduya katılsalar, resmi makamlara gel­seler ve devlete bağlı olsalar da kendilerinden cizye alınır mı?

Cevap:

İslâm devletinde yaşayan ve azınlıktan olan insanlar, müslümanların yararlandığı bütün medeni haklardan aynı ölçüde yararlanırlar. Ancak, idarî ve siyasî haklar bakımın­dan müslümanlarla aynı statüye tabi tutulamazlar. Çünkü, İslâm devlet düzeninin işlerliğinden ve onun sağlıklı bir şe­kilde yürütülmesinden sorumlu olanlar müslümanlardır. Zira yeryüzünün neresinde olursa olsun bir devlet kuran müsl umanlar, kurdukları devleti Kuran ve Sünnet’in tayin ettiği ölçüler içerisinde yönetmek zorundadırlar. Bu onlar için dinî bir yükümlülüktür. Kur’an ve Sünnetle bildirilen hakikatlere iman etmemiş insanların Kur’an ve Sünnet’in talimatı doğrultusunda işlerini yürütmeleri beklenemez. Onlara böyle bir sorumluluk yüklemek uygun düşmeyeceği gibi, böyle bir yetkiye sahip kılınmaları da uygun düşmez. Azınlıkların, karar verme yetkisi bulunmayan yönetim ka­demelerine getirilmesinde bir sakınca yoktur. İslâm’ın azın­lıklarla ilgili tavrı açık ve nettir. Müslümanlar, İslâmdışı yönetimlerin yaptıkları gibi iki yüzlü davranmamakta; önce İslâm’ın tavrım açıkça ortaya koymakta, sonra da Rabb’inin huzurunda bütün yaptıklarının hesabını vereceğinin so­rumluluğu içerisinde hareket etmektedir. Müslüman olma­yanlar, kağıt üzerinde bütün azınlıklara sınırsız haklar ta­nıdıklarını söylemelerine rağmen uygulamada bunun tam tersini yaparlar. Onları en basit medeni haklardan bile mah­rum bırakırlar. Söylediklerimizden kuşku duyanlar çıkarsa onlara tavsiyemiz; Amerika’da zencilere; Rusya’da komü­nist olmayanlara; Çin ve Hindistan’da müslümanlara nasıl muamele edildiğine bakmalarıdır. Kendi görüş ve düşüncelerimizi açık açık anlatmaktan ve uygulamaktan niçin çe­kindiğimizi anlayamıyorum.

Müslüman olmayanların dinlerini şerbetçe yaymaları meselesine gelince, bu konudaki kanaatim şudur: Kendi ipi­mizi kendimiz çekmeye karar vernıemişsek böyle bir yanlış­lığa düşmemeliyiz. Bu ahmaklıktır. Böyle yapılacak olursa memleketin kurtuluş ümetleri de söner. Yabancı sermaye ile gelişip büyüyen, arkasında batının her türlü desteğini bulan yerli azınlıktan bu memlekete hayır gelmez. Osmanlı’nın ba­şına musallat olan azınlıkları unutmamak gerekir.

Okullar, hastahaneler açarak sözde insancıl yaklaşım­larla müslümanların imanını çekip almak ve İslâm’a büsbü­tün yabancı yepyeni bir nesil yetiştirmek isteyen hristiyan misyonerlerinin faaliyetlerine müsaade etmek, bana göre, milletçe intihar etmek demektir. Bu konuda yöneticilerimiz son derecede basiretsiz davranmakta, kısa mesafeli basit çı­karlar uğruna, istikbali tehlikenin kucağına atmaktadırlar.

İslâm devletinde gayri müslimlerden cizye alınabilmesi için şu iki şartın gerçekleşmiş olması gerekmektedir: Kendi­sine cizye konulan kişi; ya fethedilmiş bir ülkenin vatandaşı durumundadır ya da herhangi bir anlaşma ile cizye karşılığı İslâm devletinin vatandaşlığına kabul edilmiştir. Pakistan için söz konusu her iki şart da geçerli olmadığından, kanaa­timce, burada yaşayan gayr-i müslimlerden cizye almak şer’î bir zorunluluk değildir.[64]

İslâmî Yönetimde Tutucu Müsteşriklerin Düşüncelerinin Yayılması

Soru:

İslâmiyetle ilgili yazdıkları eserlerde sabit fikirli ve ön­yargılı olarak yerli-yersiz tenkidlerde bulunan, bazen taassub ve cahillikleri yüzünden, bazen de kasıtlı olarak hakare­timiz bir üslup kullanan; İslâm tarihine, Hz. Peygambere (s.a), Onun ehli beytine, Hülefâa-ı Raşidîn’e, müslümanlar olarak kendileriyle iftihar ettiğimiz sahabe-i kiram’a ve İslâm’a hizmet etmiş müslüman önderlere dil uzatan öğretim üyelerinin, öğretim elemanı, konferansçı vs. isimler al­tında İslâm ülkelerine davet edilmeleri sizce uygun mudur? Bir örnek vermek gerekirse, sözde en yetkili Amerikan ve İn­giliz profesörleri tarafından ikinci defa gözden geçirilerek bastırılan Britanica Ansiklopedisi’nde bile gerçek dışı diğer bilgilere ilave olarak Peygamber Efendimizin o çok değerli pâk zevceleri için “cariyeler” tabiri kullanılmaktadır. Bu çir­kin iftiraların sahibi olan müsteşrikler düşüncelerini yay­mak için değişi1 yollarla İslâm devletine gelirlerse, İslâm devleti bunu önlemek için bir yasaklama getirecek midir? Onların zehir saçan yayınlarının devlet kütüphanelerinde bulunmasına izin verecek midir? Onların saçtığı zehirli to­humları kurutmak için herhangi bir tedbir alınmış mıdır? Onların yol açtığı tahribatı düzeltmek veya gerçeği onlara da kabul ettirmek için düşünülmüş herhangi bir tedbir var mı­dır?

Cevap:

Zamanın inkılabı, devirlerin değişmesi diye buna deseler gerek. Bir devir vardır ki, Avrupa’nın hristiyanları Endü­lüs’e (İspanya) giderek müslümanlardan İncil öğrenirlerdi. Şimdi iş tersine döndü. Müslümanlar İslâm’ı, İslâm tarihini, İslâm kültür ve medeniyetini Avrupalılardan sorup öğren­meye başladı. İş o kadar çığırından çıktı ki, Arapça’yı bile müsteşriklerden öğrenir olduk. Avrupa ülkelerinden profe­sörler ithal edilerek onlara İslâm tarihi okutturulmaktadır. Müsteşriklerin İslâm ve müslümanlarla ilgili olarak kaleme aldıkları eserler sadece okunmamakta, onlara iman da edil­mektedir. Halbuki bu insanlar, kendi dinleri ve tarihleri hakkında, kendi dindaşlarından başka hiç kimsenin zerre kadar görüş bildirmesine izin vermemektedirler. Yahudiler, kendi ansiklopedileri Jeıoish Encyclopaedia’yı yayınladı­lar. Yahudiler bu ansiklopedinin tek bir maddesini olsun bırakınız müslümana yazdırmayı, hristiyana bile yazdırmamışlardır. İncil’in tercümesini bile yahudilerin kendileri yapmışlar, hristiyanların yaptığı tercümelere el sürmemiş­lerdir. Ama ne hazindir ki, İslâmiyetle ilgili olarak yahudilerce kaleme alınan makaleler ve kitaplar müslümanlar arasında elden ele dolaştırılmakta; onların bizim dinimiz, fıkhı­mız, kültür ve medeniyetimiz hakkında söz söyleme yetkile­rinin olduğuna, İslâm büyükleri ile ilgili araştırma yaparak onlar hakkında kanaat beyan etme selahiyetine sahip ol­duklarına ve hatta düşündüklerini bize empoze etmek hak­ları bulunduğuna inanılmaktadır. Sağlam temeller üzerine bina edilmiş bir İslâm devletinde bu gibi durumlara müsa­maha edilmeyeceği ortadadır. Buna göz yumulması için de bir neden yoktur. Hem İslâm devleti olsun, hem de İslâm ve müslümanlar bir tarafta yetim gibi dursun; bu iki şey birbiri­ne tamamen zıttır. Bu tutum ve manzara, müslümanların başına musallat olan İslâmdışı devletlerin acayipliklerindendir.[65]

Yargı Düzeninde Değişiklikler Ve Bunun Çeşitleri

Soru:

ingilizlerin uzun süre yönetimi altında bulunan bu küçük kıta ülkesi Hindistan’da İngiliz hukuku iyice yerleşmiş du­rumdadır. Adalet mekanizmasında olsun, mali ve işletme alanlarında olsun, askeri alanda olsun, uzun zaman yürür­lükte kalan ve bir buçuk asırdır da nüfuzunu devam ettiren İngiliz hukukunun kabuğunu yırtmak, askeri ve hukukî dü­zenlemelerini rafa kaldırmak kolay olmasa gerektir. Hakim­ler, avukatlar gibi adlî mercilerde söz sahibi olanlar başta ol­mak üzere hemen herkesin benimseyip, bağışıklık kazandığı İngiliz sistemini ortadan kaldırmanın imkansızlığından bile söz edilebilir. Bu şartlar altında, derli toplu bir tasnife tabi tutulup, sistematik hale getirilmemiş olan İslâm hukuku­nun uygulamaya konulabilmesi için adalet sisteminde re­formlar yapılacak mıdır? İslâm hukuku uygulamaya konul­duğu takdirde, avukatların İslâm adalet sistemi içerisindeki yeri ne olacaktır? Onların, savunma ve davaları usulüne uy­gun olarak yürütme maksadıyla istedikleri davayı erteleme hakları saklı tutulacak mıdır? Günümüz modern toplumun­da da hırsızlık yapanın eli kesilecek, zina eden kimse taşlanarak öldürülecek midir? Hakimlerin yerine geçen kadılar isbat ve şahide gerek görmeden mahkemeyi sonuçlandırabilecekler midir? Ayrıca milletlerarası kuruluşların, meselâ; Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, Güvenlik Kurulu, Millet­lerarası Adalet Divanı, Ticaret Mahkemesi, Af Örgütü vs. kuruluşların müdahalesi karşısında İslâm devleti nasıl bir tavır takınacaktır? İslâm Konfederasyonu veya İslâm Bloku türünden kuruluşlar ihdas edilecekse, bu kuruluşların ko­numu nasıl tayin edilecektir? İslâm devletinin meclisi tara­fından çıkarılacak kanunlar, yahut müctehidlerce ortaya konmuş hükümler İslâm mahkemesi tarafından yeni bir de­ğerlendirmeye tabi tutulabilecek midir? İslâm ülkelerim ve müslümanlan bir araya gelmekten alıkoyan ihtilafların or­tadan kaldırılması mümkün olabilecek midir?

Cevap:

Bu soruya cevap vermeden Önce, şunu iyice bilmelisiniz ki, İngilizler bu memleketi işgal ettikleri zaman hukuk siste­mi baştan ayağa İslâm fıkhı üzerine kurulu idi. İngilizler ge­lir gelmez İslâm fıkhını rafa kaldırıp, kendi sistemlerini oturtmadılar. Belli bir süre uygulamada bırakılan İslâm fık­hı, aşamalı olarak yürürlükten kaldırıldı. İngilizler daha sonra kademeli bir şekilde kendi sistemlerini yerleştirdiler. Bizim için de aynı şey söz konusudur. Eğer biz de İslâm hu­kuk düzenini yerleştirmek istiyorsak, ingilizlerin yaptığı gi­bi, bunu merhale merhale gerçekleştirmek zorundayız. İslâm hukuk düzeninin yeniden yürürlüğe konulabilmesi için makul, mantıklı ve tedbirli bir yol izlemek gerekir. İslâm kanunlarını tertipli, düzenli bir hale koyarak sistematikleş-tirmek sanıldığı kadar zor bir hadise değildir. Üstelik İslâm hukuku tedvin edilmiş bulunmaktadır ve her yerde mevcut­tur. Onu Urdu diline aktarmak son derece basittir. Daha sonra gerektikçe yeni derlemeler de yapılabilir.

İçinde bulunduğumuz gelişmiş ve modern çağda Suudi Arabistan’da zina ve hırsızlık suçlarının cezaları uygulan­maktadır. Ve tecrübeler bütün dünyaya ispat etmiştir ki, bu cezalar sayesinde Suudi Arabistan’da, dünyanın hiçbir ilke­sinde olmadığı kadar, suçlarda azalma olmuştur. Eğer üşmişliğin ve modernleşmişliğin ölçüsü işlenen suçların ve gerçekleştirilen cinayetlerin çoğalıp artması demekse, bü­yük bir heyecan ve coşku ile batı hukuk sistemini uygulama­ya devam etmelidir. Yok, eğer gelişmişlik ve ilerlemişliğin gerçek ölçüsü suçları asgariye indirmek, hatta ortadan kal­dırmak ise, uygulamalar da göstermiştir kiy İslâm kanunla­rını yürürlüğe koymaktan başka çıkar yol yoktur.

Aslında bu devrin ladini (dinsiz) medeniyetinin özellikle­rinden biri de bütün ilgi ve alakalarını suçlulara yöneltmesi, onlara yardımcı olmasıdır. İslâm hukukunun verdiği cezala­ra vahşice bir cezalandırma gözüyle bakmalarının sebebi de budur. Batılıların gözünde çirkin ve vahşice olan davranış, hırsızlık yapmak değil; o suç sebebiyle hırsızın elini kesmek­tir. Zina yapmaksa, zaten Batı medeniyetinde bir zevk ve eğ­lenceden ibarettir.

İslâm hukukuna göre kadıların şahitlerin ifadelerine başvurmaksızın karar verme yetkisine sahip oldukları şek­lindeki bir düşüncenin nereden kaynaklandığını doğrusu ben bilmiyorum. Böyle bir sistemin geçmişte uygulandığını da bilmiyorum. Tam tersine, şahitlikle ilgili pek çok prensip­leri vaz eden bizzat Kur’an-ı Kerim’dir. Hadis-i şeriflerde de şahitlik hukuku ile ilgili bir çok açıklamalar yapılmıştır. Hulefâ-i Raşidîn’in aldığı kararlarda da bolca örneklerine rastlanmaktadır. Bu prensipler fıkıh bilginleri tarafından büyük emekler sarfedilerek itina ile derlenmiştir. İslâmiyetin uygulandığı dönemlerde ıspatsız, delilsiz karar veren hiçbir hakime rastlanmamıştır.

Avukatlık meselesi ise basit müdahalelerle halledilebilir. Yapılacak şey, avukatların kanunları istedikleri şekilde yo­rumlamalarının engellenmesidir. Avukatlar ödeneklerini devletten almalıdırlar. Avukatın görevi mahkemeye kanun­ları hatırlatmak ve mahkemenin sağlıklı bir şekilde sonuç­landırılmasına yardımcı olmaktır. Günümüzde avukatlık, mahkemeyi yanıltan, vekili olduğu kişiyi her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan bir müessese olarak algılan­maktadır. Avukatlığın bu şekilde bir me”slek olarak algılan­ması çok kötü sonuçlar doğurmaktadır.

Beynelmilel teşkilatlarla işbirliği yapabilir, onlara katılabiliriz. Kendi prensiplerimize uygun düşmeyen herhangi bir durum söz konusu olduğunda duruma göre ya çekimser davranırız ya da ayrı bir yol takip ederiz. Müslüman ülkeler kendi birleşik devletlerini (commonwealth) veya konfede­rasyonlarını (confederation) kurabilir ve aralarındaki mü­nasebetleri İslâm’ın prensiplerine uygun olarak tanzim ede­bilirler.

İslâm mahkemesinin, kanun yapan İslâm meclisinin ka­rarlaştırdığı içtihada dayalı hükümleri yeniden değerlendir­me hakkı yoktur. Onun üzerinde bir karar veremez. Ama eğer o hükümler kanun yapan meclisin yetkilerini aşmışsa, o zaman, onları yetki sınırı aşılarak varılmış kararlar olarak kabul edebilir.

İslâm ülkelerini ve müslümanlan bir araya gelmekten alıkoyan ihtilafları ortadan kaldırmanın tek yolu, müslüma-nım diyen herkesin Kur’an ve Sünnet’in direktifleri doğrul­tusunda yaşamaya hazır olduklarım dürüst ve samimi bir biçimde ortaya koymalarıdır. Kur’an-ı Kerim’i anlamada, Rasulullah’m sünnetini yorumlamada ortaya çıkacak farklı­lıklar müslümanların birlikte hareket etmelerini engelleye­bilecek ihtilafların sebebi olamaz. Eğer biz Kur’an ve Sün-net’i senet ve ölçü kabul eden kainatın efendisi Hz. Peygam-ber’den (s.a) sonra başka bir peygamberin gelmeyeceğine inanan herkesin bizim kardeşlerimizden biri olduğu prensi­bini esas alırsak, bu ihtilaflar hiç kimseyi bizim kardeşimiz olmaktan alıkoyamaz. Bir kimsenin, Kur’an-ı Kerim’in her­hangi bir ayetini farklı anlaması yahut herhangi bir hadistan farklı bir anlam çıkarması, onun İslâm kardeşlik camia­sından uzaklaştırılması için bir sebep olamaz. Pakistan ana­yasasına uygun olarak karar veren mahkemelerin aldığı kararlar nasıl geçerli oluyor, bütün mahkemelerin aynı kararı vermeleri istenmiyorsa, buradaki durum da aynıdır.[66]

Bilim Çağında İslâmî Cihadın Keyfiyeti

Soru:

Müslümanların cihad duygusunu canlı tutmak için bu­gün bu 20. asırda nasıl bir yol tercih edilmelidir? Artık savaş­lar kılıç-kalkanla, ok atarak yapılmamakta, taraflar savaş alanına dizilerek karşılıklı güç denemelerinde bulunma­maktadır. Savaş stratejileri değişmiş bulunmaktadır. 20. yüzyılda teknolojik silahlar, atom bombaları, roketatarlar ve beşinci kollar gündemdedir. Devreye gizli servisler gir­mektedir. Bütün bunları dikkate alarak atom çağının ciha­dını anlatır mısınız? Ay’a, Venüs’e, Jüpiter’e ayak basan, uzaya uydular gönderen, roketlerle birlikte uçan ve yepyeni f keşiflerin sahibi olan insanlar mücahidler grubuna dahil edilecek midir? Ülkenin düzenini sağlamada ve yönetimle il­gili meselelerde ordunun rolü ne olacaktır. Çağın getirdiği değişiklikler sebebiyle, modern dünyada ordunun konumu ve etkinliği artmış durumdadır. Barış zamanlarında boş ye­re ordu beslemek yerine, onlardan her alanda faydalamlamaz mı?

Cevap:

Gihadla ilgili olarak kavranılması gereken ilk konu “ci-had’la “kıtal”m (yüzyüze çarpışma) aynı şey yolmadığıdır. Ülkenin çıkarı için milli bir menfaat uğruna cihad etmekle, Allah yolunda cihad etmek aynı şeyler değildir. Müslüman­ların içindeki cihad ateşini yeniden tutuşturmak gerekmek­tedir. Müslümanların kalplerindeki cihad kıvılcımının alev­lenmesi için yeryüzündeki bütün kötülükleri kaldırıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar canlarını fedaya hazır olacak bir iman seviyesine yükselmeleri gerekmektedir. Oy­sa şimdi bu cihad aşkının yok edilmesi için ne gerekiyorsa o yapılmakta, iman yerine, şüphe ve inkar tohumları ekilmek­tedir. Eğitim yoluyla, cemiyette ve toplumda her müslümanın “bu şey İslâm’a göre kötüdür” diyebildiği kötülükler yay­gınlaştırılmaktadır. Bu şartlar altında müslümanların ci­had aşkı nasıl körüklenecektir diye sormak bir anlam ifade etmemektedir. Bu durumdaki bir müslüman için ya kiralık asker olmak ya da milli çıkarlar için savaşmaktan başka bir yol kalmamaktadır.

Teknolojik silahlara ve savaş stretejisine gelince: Bunlar hak için de, batıl için de kullanılabilecek vasıtalardır. İma­nın halavetine varmış olan müslüman İslâm’ın varmak iste­diği hedefi kendi hedefi haline getirecek olursa, onun bütün çabası, aşk ve heyecanı bu devirde kullanılan harp vasıtala­rım kullanma yeteneğine sahip olmak ve cihad için gerekli olan bu vasıtaları temin etmek olacaktır.

Ay’a, Merih’e, Jüpiter’e gitmek kendi türü ve önemi bakı­mından, Cristof Colomb’un Amerika’ya ayak basmasından ve Vasgo de Gamanın Doğu Hint Adalarına ulaşmasından daha farklı bir şey değildir. Bunların yaptıkları Allah yolun­da cihad etmekse, Ay’a, Merih’e, Jüpiter’e ayak basanlar da mücahid olurlar.

Yönetim işlerine ve memleket düzenine ordu ve askeri karıştırmak, memleket için de ordunun kendi için de son de­rece zararlıdır. Ordu, ülkeyi dış düşmanlardan korumak için kurulmuştur. Düşmanla savaşmak için eğitilen ordunun bu özelliklerini ve yeteneklerini kendi ülkesinin insanlarına yö­nelik olarak kullanması uygun değildir.

Ordunun içişlerine müdahale ederek politikanın içine çe­kilmesi halkın gözünden düşmesine sebep olur. Oysa halkın orduyu sevmesi, onu desteklemesi, savaş anında ona yar­dımcı olması ordu için çok önemlidir. Dünyanın değişik yer­lerinde gerçekleştirilen askeri ihtilaller de göstermiştir ki, ordunun idareye müdahale etmesi fayda yerine zarar getir­mektedir.[67]

İslâm Devletinde Kadınların Çalışma Alanı

Soru:

Cahiliye dönemi gibi en karanlık devirlerde bile kadına en yüksek değeri bahşeden İslâm’ın bugün yeniden devlet ol­ması durumunda kadınlar; siyasî, sosyal ve ekonomik hak­lardan erkeklerle aynı ölçüde yararlanabilecekler midir? Miras konusunda kadınlarla erkekler eşit mi tutulacaklar? Devlet okullarında, özel okullarda, kolejlerde ve üniversite­lerde karma eğitim (erkeklerle kadınların birlikte eğitim görmeleri) yapılmasına müsaade edilecek midir? Ülkenin ve milletin ekonomik durumunu düzeltmek için gayret sarfeden erkeklerle ve kadınların yanyana birlikte çalışmalarına izin verilecek midir? Seçme ve seçilme hakkı verilen kadın­lardan biri siyasi rakiplerini geride bırakarak başbakanlık makamına gelmeyi garantilediğinde, onun bu hakkı İslâmî hükümler gereğince engellenecek midir? Günümüzde bu­nun pek çok Örnekleri de vardır. Mesela; Seylan’da bir kadın devletin başında bulunmaktadır. İngiltere’de kraliçenin ha­kimiyet ve saltanatı vardır. İçlerinde elçilik yapanlar da var. Bhopal Nevvabi’nin kız kardeşi Abide Sultan bu görevde bu­lunmuştur. Begüm Rana Liyakat Ali Han Hollanda’da elçi­dir. Daha başkaları da var. Meselâ; Bayan Lakşmi Pandit İn­giltere’de Hindistan’ın yüksek komiseridir. Birleşmiş Mil­letlerin başkanlığını da yapmıştır. Nurcihan ve Jhansy Kra­liçesi Raziye Sultanı, Vacit Ali’nin eşi Hazret Mahel’i de-say­mak gerekiyor. Bu kadın, Lucknow’da İngilizlere karşı ko­yan askerlerin komutanlığını yapmıştır. Bu kadınların hep­si de yeteneklerini ve etkili olduklarını ispatlamışlardır. Fatıma Cinnah Pakistan’da başbakanlığa seçilse, İslâm devlet sistemi onun bu yetkisini tanımayacak, ona bu görevi verme­yecek midir? Kadınların doktorluk, avukatlık, hakimlik, ko­mutanlık, pilotluk vs. yapmalarına bugün de müsaade edil­meyecek midir? Kadınların, hemşire olarak hastalara nasıl baktıkları ve nasıl başarılı hizmetler verdikleri de zikredil­meye değer. İslâm’ın ilk savaşında kadınlar yaraları sarıp, hastaları tedavi ettiler, su dağıttılar, askerlerin cesaretini yükselttiler. Durum bu iken, zamanımızda nüfusun yarısını oluşturan kadınlar dört duvar arasına hapsedilmiş olarak mı hayatlarını sürdüreceklerdir?

Cevap:

Dünyevi meselelerin halli için İslâm prensiplerinden ta­viz vermek, o prensiplerden saparak herhangi bir işi hal yo­luna koymak yetkisi İslâm devletine verilmiş değildir. Böyle bir talepte de bulunamaz. İslâm devletinin yönetim kademe­sinde bulunanlar, İslâm’ın getirmiş olduğu prensiplere ger­çekten iman etmiş olan ve o prensipler doğrultusunda amel etmeye çalışan insanlar iseler, zaten bu prensiplerden sap­mayı akıllarının ucundan bile geçirmezler. İslâm’ın kadına bakışma gelince: Temel prensip olarak, kadın ve erkek değer ve saygı açısından birbirine eşittir. Ahlâki ölçüler bakımın­dan da eşittirler, Ahirette mükâfatları açısından da eşittir­ler. Ama ikisinin iş alanı, çalışma sahası bir değildir, aynı de­ğildir. Devlet idaresi, ülke yönetimi, askeri hizmetler ve bu­na benzer diğer işler erkeğin çalışma alanı ile ilgilidir. Kadı­nı bu alanın içine sürükleye sürükleye getirip sokmanın ka­çınılmaz sonucu; ya sorumluluğunun çoğu kadınlar üzerinde bulunan aile hayatımızın tamamen mahvolması ya da ka­dınlar üzerine ikinci bir ağır yükün daha yüklenmesi demek­tir. Bu durumda onlar, erkeklerin asla ortak olamayacakları tabiî görevlerini yerine getirirlerken bir de erkeklerin görev­lerinin yarısını kendi üzerlerine almış olacaklardır. Hem an­nelik görevini yerine getirmek hem de erkeklerin yapacakla­rı işleri omuzlamak pratikte imkansız olacağından, aile ha­yatımız mahvolacak demektir. Batıda yaşanan tecürebele-rin acı sonucu bunu ispatlamaktadır. Başkalarının yaptığı ahmaklıkları gözü kapalı tekrarlamanın akıllıca bir iş olma­dığı ortadadır.

Erkekle kadının mirastan eşit miktarda pay sahibi olma­larına İslâm hiçbir şekilde müsaade etmez. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’in açık hükmü buna engeldir. Erkek ve kadının mi­rastan eşit şekilde yararlanmaları insaf ve adaletle de bağ­daşmaz. Zira İslâm, ailenin mali konulardaki bütün yükünü erkeğin sırtına yüklediği gibi, kadının nafakasını ve mihrini vermeyi de erkeğe yüklemiştir. Kadınınsa mali hiçbir so­rumluluğu yoktur. Bu şartlar altında erkekle kadına miras­tan eşit pay vermek nasıl olur da doğru kabul edilebilir?

İslâm, prensip olarak ıhtılata (kadınlarla erkeklerin ka­rışık halde bulunmalarına) karşıdır. Bu şekildeki bir toplum yapısını onaylamamıştır. Aile kurumunun sağlam olması gerektiğine inanan hiçbir sistem, kadınlarla erkeklerin karı­şık halde yaşamalarını istemez. Kadınlarla erkeklerin içice

yaşadığı batı toplumlarında bunun acı sonuçlan görülmüş­tür. Bizim ülkemizin insanları da bu acı sonuçları kabullen­meye kendilerini hazır hissediyorlarsa, bırakınız bildikleri­ni yapsınlar. İslâm’ın kesinlikle yasakladığı bu iş için zorla bir çıkış yolu bulmaya çalışmak abesle iştigal etmektir.

Savaş sırasında kadınlardan tedavi hizmetlerinde yarar­lanma yoluna gidilmişse, bu, İslâm’ın barış zamanlarında da kadınlarla erkeklerin yanyana getirilmeleri, iş yerlerine, ofislere, devlet dairelerine, eğlence kulüplerine, parlamen­tolara yerleştirilmeleri demek değildir. Erkeklerin yapacağı işlerden sorumlu tutulan kadınların, erkekler karşısında başarılı olmaları beklenemez. Zira kadınların fıtratı buna müsait değildir, bu tür işler için yaratılmamışlardır. Bu ağır işin üstesinden gelebilecek fıtrî özellikler, ahlâkî ve fikrî ka­biliyetler erkeklere verilmiştir. Eğer kadınlar da bu özellik­leri taşıyabilmek için erkekleşme çabası içerisine girecek olurlarsa, zarar ikiye katlanacak; hem kadın, hem de toplum zarar görecektir. Kendisi zarar görecektir; çünkü, erkekliğe özenen kadın, kadınlığını yitirecek, ancak erkekleşmiş de ol­mayacaktır. Kendisine özgü olan ve yaratılışı bakımından ona uygun düşen iş sahasmdaki başarısı yok olacaktır. Top­lum ve devlet düzeni zarar görecektir; çünkü, devlet ehliyetli elemanlar yerine, ehliyetsiz elemanları çalıştırmış olacak ve ne erkekleşebilen ve ne de kadınlığını koruyabilen bu çeşit kadınlar yaptıkları çalışmalarla devlet idaresine de iktisadi yapıya da zarar verecektir. Bu şekilde çalıştırılan kadınların topluma verdikleri zararı burada sayıp dökmenin bir yararı yoktur. Mısır resmi makamları tarafından yakın zamanlar­da yapılan bir açıklamada, resmi dairelerde ve ticari mües­seselerde görev yapan yüz on bin kadının işlerinde başarılı olamadıkları, kadınların çalıştığı iş kollarında verimin er­keklerin çalıştığı iş kollarına oranla yüz de elli beş düşük ol­duğu açıklaması yapılmıştır. Yine Mısır’daki Ticaret Odala­rı tarafından yapılan bir başka açıklamada da kadınların kendilerine verilen sırrı hemen ifşa ettikleri söylenmiştir. Batılı ülkelerde cereyan eden casusluk olaylarında da şöyle ya da böyle kadınların parmağının bulunduğu bilinmekte­dir.

İslâm kadınların eğitimine özel bir önem vermiş, onların en üst düzeyde eğitilmelerini istemiştir. Ancak, bunu yapar­ken bazı şartlara uyulması emrini vermiştir:

  1. Kadınlar, kendileri ile ilgili olan iş sahalarında yetişti­rilmek üzere, özel olarak eğitilmelidir. Onlara, erkeklere ve­rilen eğitimin aynısı verilmemelidir.
  2. Eğitim karma olmamalıdır. Kadınlara, kadın öğretim yuvalarında, ancak kadınlar tarafından öğretim yaptırılma­lıdır. Karışık öğretimin, tahripkâr sonuçları batının gelişmiş ülkelerinde o naktaya gelmiştir ki, artık bu tehlikeleri sade­ce akıl körleri inkâr edebilir. Meselâ; Amerika’da 17 yaşın al­tında bulunan ve kolejlerde okuyan kızlara bakınız. Karma öğretim görmelerinden dolayı, her sene ortalama bin tanesi hamile kalmaktadır. Her ne kadar memleketimizde bu bo­yutta bir felaket yaşanmamışsa da karma eğitimin sonuçları bizde de görülmeye başlamıştır.
  3. Yüksek öğretim görmüş kadınlar, sadece kadınlara öz­gü olan işyerlerinde hizmet vermelidir. Meselâ; kadınlara yönelik hizmet veren eğitim-öğretim yuvalarında, kadın hastanelerinde vs.[68]

İslâm Devletinde Toplumun Islahı Ve Terbiyesi

Soru:

İslâm devleti kurulduğu zaman, kadınların her geçen gün artan, hiçbir ölçüye sığmayan serbest davranışları zor­la, şiddetle önlenecek midir? Kadınların modayı takip etme adına bedenlerini teşhir etmeleri, yarı çıplak elbiselerle ya­hut daracık kıyafetlerle arz-ı endam etmeleri, erkekleri tah­rik eden kokular sürünerek ortalıkta dolaşmaları gibi hadi­selere nasıl bir çözüm getirilecektir? Hollywood filmlerine özenen gençliğin takındığı çılgınca tutumları nasıl engelle-necektir?

Müslümanlardan olsun, gayri müslimlerden olsun; genç­lerin ahlâkî hiçbir sınır tanımayan taşkınlıklarına sınırla­ma getirilecek midir? Karşı çıkmaları durumunda hem onlar hem de onların anne babaları ve hamileri cezalandırılacak mıdır? Böyle yapıldığı takdirde onların vatandaşlık hakları ellerinden alınmış olmaz mı? A.P.W.A, Y.M.C.A, Y.W.CA gi­bi izci kızların oluşturduğu kuruluşlara İslâm düzeninde ta­hammül gösterilebilecek midir? Kadınlar İslâm mahkeme­lerinden boşanmalarını isteyebilecekler midir? Bu devirde de erkeklerin birden fazla kadınla evlenmelerine müsaade edilecek midir? İslâm hukuku, bir erkeğin hoşlandığı bir ka­dınla medeni nikahla evlenmelerine izin verecek midir? İslâm devleti, kadınların gençlik festivalleri düzenlemeleri­ne, danslı müzikli oyun ve eğlencelere katılmalarına, güzel­lik yarışmalarında boy göstermelerine, hostes olarak görev yapmalarına ve filmlerde rol almalarına karşı çıkacak mı­dır? Aynı şekilde, radyo, televizyon, sinema gibi yerlerde millî bünyeyi tahrib eden, ahlâkî değerleri hiçe sayan şarkılı türkülü eğlencelere, müzik, dans ve balo gösterilerine ya­saklama getirilecek midir? Yoksa ^ararlı bir hale mi dönüş­türüleceklerdir?

Cevap:

İslâm, toplumu terbiye eder ve onu yetiştirirken yalnız kanunî yollara başvurmaz. Toplumun ıslahı için eğitim-öğretimden, basmyaym araçlarından ve toplumun baskısın­dan önemli ölçüde istifade eder. Çünkü bunlar İslâm toplu­mu için özel önemi olan vasıtalardır. Toplumun ıslahı için ge­rekli olan bu vasıtalardan azami ölçüde yararlanılmasına rağmen yine de aksayan yönler bulunuyorsa, işte o zaman İslâm kanunî tedbirlere başvurur ve onları uygulamakta te­reddüt etmez. Hakikaten, kadınların hayasızca sergiledikle­ri çıplaklık hiçbir İslâm devletinin katlanamayacağı iğrenç bir hastalıktır. Alınan bütün tedbirlere rağmen bu hastalık iyileştirilemiyorsa, kanunî tedbirlere başvurmak zorunlu halagelecektir.

Bunu yapmak vatandaşlık haklarını kısıtlamak anlamı­na geliyorsa, kumar oynayanları yakalamak, hırsızları, soyguncuları cezalandırmak da vatandaşlık haklarmı ihlal et­mek, hürriyetleri kısıtlamak, özgürlüklere darbe indirmek anlamına gelir. İçtimaî hayatın insanların davranışlarına birtakım sınırlamalar getirdiği bir gerçektir. Hiç kimseye, kendisinden kaynaklanan veya başkalarından görerek işle­diği kötülükler yüzünden toplumu ifsad etmesi için göz yu­mul ama z.

İslâmî bir hayat tarzında izci kızlar için yer yoktur. Kur’an’a aykırı bir yol takip etmemek ve kendi çalışma alanı içerisinde kalmak kaydıyla A.P.W.A nın çalışmalarına izin verilebilir. Genç Hristiyan Kadınlar Kuruluşu (Y.M.C.A) hristiyan kadınlara ait olan bir kuruluş olarak kalabilir, fa­kat herhangi bir müslüman kadının o kuruluşa girmesine müsaade edilemez. Genç Müslüman Kadınlar Teşkilatı (Y.W.M.A) ise İslâmî çizgilerini sürdürmeleri kaydıyla çalış­malarına devam edebilir.

Müslüman kadınlar İslâm mahkemesine başvurarak bo­şanma talebinde bulunabilirler. Boşanmaya dair belgeleri de İslâm mahkemesinden alabilirler. Yalnız, mahkemeden ayrılma belgesini yahut nikahın geçersiz kılındığına dair belgeyi alırken, bunu yapmaya şer’î ölçüler dahilinde yetkili kılınmış olmaları gerekir. Şurası umutulmamalıdır ki, talak (basama) yetkisi yalnız erkeğe verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in erkeğe verdiği bu yetkiye hiçbir şekilde müdahale edilemez. Hem Kur’an’ın adını anıp, hem de ona aykırı düzenlemeler yapmaya çalışmak ayrı bir konudur. Asr-ı saadet’ten günü­müze kadar İslâm tarihinin hiçbir döneminde erkeklere ve­rilen bu yetkiye müdahale edildiğine, erkeklerde bulunan boşama hakkının erkeklerden alınıp kadınlara verildiğine şahit olunmamıştır. Mahkemelerden hiçbiri de kendisini bu konuda müdahaleye yetkili görmemiştir. Kadınların da boşama yetkisine sahip olmaları gerektiği şeklindeki düşünce bize Avrupa’dan gelmiştir. Bu düşünceyi sahiplenenlerden hiçbiri de kadına boşama yetkisi verilmesinin Avrupa’da do­ğurduğu kötü sonuçları araştırmamış, işin içyüzünü merak etmemiştir. Ülkemizde henüz evlerde yaşanan bu felaketler sokaklara taştığı zaman, insanlar Allah’ın kanunlarına mü­dahale ederek onlarda tahrifat yapmanın ne büyük bir cina­yet olduğunu anlayacaklardır.

Erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesine kanunî ya­saklamalar getirme fikri de dışarıdan ithal edilmiştir. Erkeğin birden fazla kadınla evlenmesinin kanun yoluyla engel­lenmesine Kur’an-ı Kerim’in izin verdiği şeklindeki uydur­ma fetva da aynı şekilde ithal malıdır. Bu fikir, evli bir erke­ğin birlikte yaşadığı metresinden nikahsız olarak dünyaya gelen çocuğunu kanun yoluyla onun üzerine kaydeden -Fransa’da olduğu gibi-, fakat aynı kadınla nikahlanıp evlen­mesini suç sayan bir toplumun bize hediyesidir. Sanki bütün yasaklar helalleredir, haramlara değil. Size sorarım, Kur’an-ı Kerim hakkında en küçük bir bilgiye sahip olan her­hangi bir insanın bu ölçü ve bu anlayışı kabul etmesi müm­kün müdür? Böyle bir insanın zinayı onaylayıp, nikahı ha­ram saymak gibi saçma bir zihniyeti, tuhafin tuhafı bir anla­yışı benimsemesi mümkün olabilir mi? Bu çeşit kanunlar yapmak, müslümanlar arasında zinanın yayılmasını arttır­maktan başka bir işe yaramaz. Kız arkadaşların ve metres­lerin çoğaldığı, fakat ikinci bir eşin yasaklandığı toplumun yaşayış ve gidişatı; İslâm toplum yapısından uzaklaşacak, batı toplum yapısıyla aynîlesecektir. Manzarayı gözünde canlandırdığı halde bundan hoşnudluk duyacaklara bir di­yeceğim yok. Fakat, ben müslümamm diyen hiç kimsenin gönlü buna razı olamaz.

Müslüman kadının medeni nikah diye bir sorununun ol­mayacağı ortadadır. Böyle bir sorun ortaya çıkarsa bu ancak müşrik (kâfir) bir kadınla, hristiyan yahut yahudi bir kadın­la evlenme konusunda ortaya çıkar. İslâm hukukuna uygun olarak evlenmeyi kabul etmeyen böyle bir kadınla, sırf ona olan ilgisi ve bağlığı yüzünden, hiçbir dini kuralı tanımadan evlenmek isteyen herhangi bir müslüman çıkarsa, böyle bi­rinin İslam’dan fetva aramasına ihtiyacı yoktur. İslâm ne­den kendi mensuplarından birine bunun için izin versin? İs­lam mahkemesinin böyle bir görevi ve yetkisi var mıdır ki, müslümanları bu şekilde evlendirebilsin?

Herhangi bir İslam devleti, müslüman kadınların gençlik festivalleri düzenlemelerine, danslı, müzikli oyun ve eğlen­celere katılmalarına, güzellik yarışmalarında boy gösterme­lerine ve hava yollarında hosteslik yaparak yolcuların gö­nüllerini eğlendirmelerine izin verecekse, böyle bir islam devletinin varlık sebebi ne olacaktır? Bu tür işler ancak küfür devletini oluşturan kafirlerin kolaylıkla ve serbestçe ya­pabilecekleri işlerdir.

Sinema, film, radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının tümü, Allah’ın insanlara verdiği güç sayesinde ortaya çıka­rılmış bir takım keşiflerdir. Bunlar bizatihi varlıkları itiba­riyle hiçbir kötülük barındırmazlar. Onları kötü yapan, on­ların kullanılış biçimleridir. İslâm devletine düşen; bu vası­taların kötülüğü yaygınlaştırmak için kullanılmalarını ön­lemek, onlara insanlığın kurtuluş ve saadeti için kullanmak­tır.[69]

Pakistan’da Serî Cezaların Uygulanması Meselesi

Soru:

Pakistan’da Cemaat-i İslâmî’ye karşı olan kişiler, sıkıyö­netimden önce yaymaya çalıştıkları o önemli meseleyi yeni­den yaymaya hazırlanıyorlar. Yâni; sizin ve Cemaat-i Islâmî’nin kötülünmesi meselesi. Nitekim bazı Özel gazetele­re bakıldığında bu rahatlıkla anlaşılıyor. Bu kişilerin konuş­malarında da bu tür sözler genel toplantılar ve oturumlarda işitilmektedir. Herkesin kulağına bu sözler geliyor.

Onlar bu konuda en çok şu noktaya yükleniyorlar ve di­yorlar ki: “Mevlânâ Mevdûdî ve Cemaat-i Islâmî, Pakistan’da serî cezaları ve kısası uygulamaya zulüm diyor. Hal­buki bu, Kur’ân’ın kabul ettiği cezalardır.” Şu sıralarda, üst seviyede bir âlim, parlamentoda sizin hakkınızda bu şekilde bir beyanat verdi. Bazı gazetelerde de yayınlanan beyanat­ları şöyledir: “Parlamentoda veya eyalet meclislerinde suçla­rı önlemek maksadı ile ne zaman şer’î cezalan uygulamaya yönelik bir önerge versek, zındık ve imansız meclis üyeleri bize karşı çıkarak, “Mevlânâ Mevdûdî, Pakistan gibi müslü-manlarla kâfirlerin karışık olduğu bir toplumda şer’î cezala­rı ve ilâhî emirleri uygulamak zulümdür, diye fetva verdi” demekte ve Mevlânâ Mevdûdî’nin yazılarını okuyarak bize dinletmektedirler.” Bu kişiler parlamentodan çıktıkları za­man da halka şöyle demektedirler. “Pakistan’da İslâm düzeninin kurulmasına ve ilâhî emirlerin; kısasın ve diğer şer’î cezaların uygulanmasına en fazla engel teşkil edenler, biz­zat bu ülkede İslâm düzeninin kurulmasını yüksek sesle, ba­ğıra çağıra isteyenlerdir.” Yânı; siz ve Cemaat-i İslâmî men­supları olmuş oluyorsunuz.

Bu tür tartışmalar şimdi her çeşit toplantılarda başla­mıştır. Genellikle bu tartışmalar insanlar üzerinde iyi etki bırakmıyor. İnsanlar yanlış anlamaların ve yanlış tahminle­rin esiri oluyorlar. Bu durum, uzun vadede İslâm’ın ve müs-lümanların aleyhine olmaktadır. Cemaat-i İslâmî’de faali­yet gösterenlerin de aynı sebepten dolayı her yerde zorlukla karşılaşmaları endişesi vardır.

Şer’î cezaların bugünkü Pakistan’da uygulanması ile ilgi­li tutumunuza açıklık getiren yeterli bir açıklamanıza veya herhangi bir yazınıza rastlamış değilim.

Cevap:

Tavsiyeleriniz ve iyi dileklerinize gönülden teşekkür edi­yor, onlara büyük değer veriyorum. Ama siz, bu oyunu oyna­yan kişilerin oyunlarının derinliğinde ne olduğuna dikkat etmemişsiniz. Şer’î cezalarla ilgili benim bir tek cümleme Özel bir mânâ giydirerek, yanıltmaya ve her yerde onu yay­maya çalışanların yaptığı bu iş, gerçekten Pakistan’da şer’î cezaların uygulanmasını gönülden isteyen insanların işi mi­dir? Samimiyetle bu işi arzu eden insan, Allah’ın kanunları­nın uygulanması konusunu bütün müslümanlarm üzerinde görüş birliğinde olduğu bir mesele olarak ortaya koymaya çalışmalıdır. Ama bu kişiler, senelerden beri İslam hukuku­nun uygulanması uğrunda savaş veren bir din hiz­metkârına, Allah’ın kanunlarının uygulanmasına karşı çı­kan insan yaftası takıyorlar. Onun adını reklam yaparak, iş­te bu kimse Pakistan’da şer’î kanunların uygulanmasına zu­lüm diyor, diyerek herkesi inandırmaya çalışıyorlar. Sora­rım; o cümlenin mânâsı benim anlattığım mıdır, yoksa onla­rın o cümlenin içine soktukları mânâ mıdır? Bu cümlenin ifa­de ettiği mânâyı ben mi insanlara anlatmak istiyorum, onlar mı? Bu cümleyi ele alarak ilahi emirlerin uygulanması konu­sunda engel olma aracı ben mi oluyorum, onlar mı? Bugün bu adamlar son derece sahtekârlıkla şöyle diyorlar: “Biz şer’î ce­zaların uygulanması için bir önerge sunduğumuzda, zındık ve imansız parlamento üyeleri tarafından Mevlânâ Mevdûdî şöyle fetva vermiştir diyerek muhalefet yapılıyor ve engel çı­karılıyor.” Onlardan sorunuz: Sadece Mevdûdî’den intikam almak maksadıyla, onun bir tek cümlesinden yola çıkarak cezalara karşıdır diye zoraki bir anlam yükleyen ve hergün bir zındığın onu kendi amaçları için elinde silah olarak kul­lanmasına imkan hazırlayanlar sizler değilseniz, Mevdûdî’nin bu fetvasını o zındık, inançsız parlamento üye­lerine sizden başka kimler haber verdi?

Mesele sadece bir cümle ile ilgili değildir. Her geçen gün benim kitaplarımdan, cümlelerimden yeni bir takım şeyler çıkarılmakta ve bana bir takım yeni suçlar isnad edilmekte­dir. Bu kişilerin benimle olan meseleleri, Diyobend ileri ge­lenleri ile Brelvî grubunun yap agel dikleridir. Kesinlikle inanmışım ki, bu insanlar Allah’ı ve ahireti asla düşünmü­yorlar. Hatta, onların konuşma tarzlarında dürüstlük bir ta­rafa, namusluluğun izleri dahi gözükmüyor. Bu bakımdan, onların hiçbir sözüne önem vermemeye ve sabırla kendi işi­mi yapmaya devam etmeye karar verdim.

“Haksızlık yapanlar ne gibi bir akıbete uğrayacaklarını pek yakında bileceklerdir.[70]

Soru:

Tefhim’ul Kur’an’daki “Elin Kesilmesi ve Diğer Şer’i Ce­zalar” konusu bir süreden beri tartışmaların ana başlığı ha­line geldi. Bu meselede bölgenin müftüsüne başvuruldu. O zat anlatılan konuyu iyice inceledikten sonra, aşağıdaki hu­susların zâtıâlinizden sorulmasına karar verdi:

1- İslâm hukuku ve prensipleri kesinlikle birbirinden ay­rılamaz mı, yoksa buna ufakta olsa bir imkan var mıdır? Meselâ; hükümet şer’î cezaların uygulanması kanununu çı­karsa ve hâkimler bu kanunları fiilen uygulama serbestliğinde olsalar da toplumun durumu şu andaki gibi olsa ve top­lumu ıslah etmek için hiçbir kanunî düzenleme yapılmasa, böyle bir durumda şer’î bakımdan gerçekleşmiş olan recm ve kırbaçlama cezası zulüm olur mu, olmaz mı?

  1. Siz Tefhim’ul Kur’an’da. şöyle yazıyorsunuz: “İslâm hukuku ve aile ahlâkı hakkındaki İslâm’ın öğretileri ile ev­lenme, boşanma ve örtünme gibi ilâhî emirler arasında derin bir bağ vardır. Bundan dolayı onlar birbirinden ayrılmaz­lar.”

Halbuki, yukarıda geçen duruma göre bu bağ kopar. Şüp­hesiz bu işin sorumlusu olan kimseler (parlamento veya hü­kümet) yersiz hareketlerde bulunmuş olacaklardır, ama o hukuka göre, hükmü ve cezayı uygulayacak olan mahkeme­nin bu hükmü ve cezayı uygulaması da zulüm olmaz mı?

  1. Hükümet, toplumu ıslah için şer’î cezaları uygulamayı bir süre için durdurmalı ve îslâmî hükümlerin yürürlüğe ko­nulmasında özel bir sıra mı takip etmelidir?

Cevap:

Benim o yazım hakkında soru sorulmadan önce, aynı ya­zının altındaki yazılış tarihine bakılsaydı ve yazıda anlatıl­mak istenen asıl şeyin ne olduğuna dikkat edilseydi, iyi olur­du. Tefhim’ul Kur’an’ın ikinci cildinde, bu konunun anlatıl­dığı yerin sonunda Mart 1939’da yazıldığı notu düşülmüş­tür. O zaman bu sorunun öne sürüleceği herhangi bir İslâmi hükümet yoktu ki, şer’î cezaların uygulanması veya ulgu-lanmaması ortaya sürülsün. Yazının konusu da bu ülkede şer’î cezaların nasıl uygulanabileceği meselesi değildi. O ya­zının maksadı, zina suçuna verilen recm cezası ile hırsızlığın şer’î cezalarını son derece katı kabul eden ve vahşice ceza de­mekten de çekinmeyen kimselerin itirazlarına cevap ver­mekti. O cevapta bu kişilere şu anlatılmak isteniyordu: İslâm’ın hedefi, yalnız bu suçları işleyenleri cezalandırmak değildir. Onun asıl hedefi, insanları bu tür suçları işlemeye teşvik eden sebepleri ortadan kaldırmaktır. Siz İslâm’ın bu ıslah hedefini göz ardı ederek, toplum-u içinde binbir çeşit ahlâksızlığın gelişmesi için her çeşit imkan ve fırsatların, se­beplerin hazırlandığı birşey zannediyor ve sonra da bu durunı devam ettirilerek İslâm’ın sadece ceza kanunu uygula­nacak diye kıyameti kaparıyorsunuz. Bunun da sebebi, bu cezaların size haddinden fazla katı gelmesidir. Bu düşünce­den yola çıkarak, benim şeriat kanunlarının uygulanmasına karşı olduğumu keşfedenlerin ne derece iyi niyetli oldukları­nı ve onların keşiflerine ne kadar değer verilebilir olduğunu size sormak isterim.

Şimdi müftü efendinin bu konu üzerinde ileri sürdüğü so­ruların kısa cevabını sunuyorum:

Bugün eğer bir müslüman, İslâm devletinin bütün hü­kümlerini, kanunlarını ve onun bütün rslah edici emirlerini geçersiz kılarak, İslâm kanunlarından sadece şer’î cezaları alır ve adliyelerde bunların uygulanmasını emrederse, zina eden, hırsızlık yapan veya içki içen birine şeriatın emrinin uygulanması kararını veren kadı veya hakim zalim olmaz. Ama şüphesiz Allah’ın şeriatmin bir bölümünü geçersiz kı­lıp, diğer bir bölümünün uygulanmasına karar veren devlet idaresi mutlaka zalim olur. Ben böyle bir devlet idaresinin Kur’an-ı Kerim’in:

“Siz Kuranın bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Kim ki sizden böyle yaparsa onun cezası ancak dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde de onlar en şiddetli azaba atılacaklardır” [71]ayetine uygun düştüğünü kabul ediyorum. Bizzat kendi­si içki imal edip, satmaya izin veren; toplantılarında, kok­teyllerinde, yetkilileri ve saygıdeğer misafirleri içki kulla­nan devletin kanunlarında eğer içki içene seksen değnek kır­baç vurma cezası belirlenmişse, ben bu devleti İslam kanun­larını uygulayan bir devlet olarak kabul etmiyorum. Bir ta­raftan, erkeklerle kadınların serbestçe buluşup kaynaşma­larına zemin hazrılayan; kız ve erkek çocuklarını birlikte aym okullarda okutan; kadınları erkeklerle birlikte büro ve da­irelerde çalıştıran; çıplak resimlerin, açık saçık filmlerin ve her türlü müstehcen neşriyatın hiçbir engelle karşılaşma­dan yayılmasına imkan tanıyan, hatta teşvik eden; 16 yaşın­dan küçük kızların ve 18 yaşından küçük genç erkeklerin ev­lenmelerini kanunla yasaklayan; diğer taraftan da zina su­çuna recm ve kırbaç cezası uygulayan bir devletin gerçekte islâm hukukunu uygulayan bir devlet olduğuna inanmıyo­rum. Ben, faiz ve kumarı helal hale getiren ve o haramları bizzat yaygınlaştıran bir devletin hırsıza el kesme cezasını uygulayarak İslam kanunlarını uygulayan bir devlet olabi­leceğini asla kabul etmiyorum. Eğer bir alim, bu çelişkili ve birbirine tamamen zıt hareket tarzının caiz olduğunu kabul ediyorsa, ona göre şeriatı parçalayıp onun parçalarından bir kısmını terkederek bir kısmını almak zulüm değil, hatta bir iyi özellik ise, bu görüşünü ısbat eden delillerini buyursun ortaya döksün.

Aslında bu mesele, “mevcut şartlar ve durumlarda şer’î cezaların uygulanması caiz midir, değil midir?” şeklindeki hukukî bir soru üzerinde tartışma yapmakla çözülemez. Al­lah ve Rasûlü bize sadece emirler ve hükümler vermekle kal­mamış, onlarla birlikte bir de hikmet (firaset) vermiş; nasıl bir hikmet, akıl ve mantıkla hareket edilmesi gerektiğini de öğretmiştir. Allah’ın verdiği bu yeteneği kullanarak, uzun süre küfrün, ahlâksızlığın boyunduruğu altında kalmanın neticesi olarak ortaya çıkan mevcut şartlarda ülkemizde di­ni hakim kılma işinin nasıl olması gerektiğini düşünmeliyiz. Benim şeriatı anladığım kadarı ile, onun idari düzeninde ıs­lah ve suça iten sebepleri ortadan kaldırma ile cezalandırma arasında tam bir ölçü ve ahenk konulmuştur.

Şeriat bir taraftan bize her yönüyle nefsi terbiye etme ve ahlâkî güzelleştirme yollarını öğretirken, diğer taraftan da kendileri ile amel ettiğimiz, onları uygulamaya koyduğumuz takdirde yozlaşmaya sebep olan şeyleri ortadan kaldıracak bir takım emirler veriyor. Buna ilave olarak, bütün ıslah ve önlemlerimize rağmen bir yerde bozukluk, uygunsuzluk, kö­tülük görülürse, şiddetle üzerine gidilerek düzeltilsin diye bir ceza kanunu da veriyor. Bu program ölçülü bir biçimde uygulanacak olursa şeriatın hedefine Öyle ulaşılabilir. Onu parça parça yaparak bir bölümünü atıp bir bölümü uygula­mak; dinin ruhuna, özüne, hikmetine tamamen aykırıdır. Bizim uyguladığımız bölümün uygulanması gerektiğine da­ir hüküm Kur’an-ı Kerim’de vardır diyerek bunun geçerli ol­duğu ısbat edilemez. Bu isbat ve mantık yolu aynen; uzman bir doktorun verdiği reçetenin, zır cahil birinin eline geçme­sine ve o reçetenin içindeki bir çok ilaçtan yalnız bir iki tane­sini seçerek hastaya kullanmasına, bunun yanlış olduğunu söyleyen biri çıkınca da onu susturmak için, kullandığımız bu ilaçların hepsi o uzman doktorun reçetesinde yazılmıştır, demesine benzer. Onun yaptığı hareketin doğruluğunu bu şekilde ispatlaması karşısında sizin vereceğiniz cevap: “Ey Allah’ın kulu! O doktorun reçetesinde bulunan onca tedavi edici, koruyucu ilaçlar dururken, hepsini bırakıp sadece bu zehirleyicileri alıyor, sonra da doktorun adını kullanarak ben bu reçeteyi kullanıyorum diyorsun. Doktor sana ne za­man, benim reçetemden istediğin ilaçları seçip alarak, iste­diğin hastaya kullanabilirsin dedi” demekten başka ne ola­bilir?

Bununla birlikte şu mesele de üzerinde durulmaya, dü­şünülmeye değer: Şeriat, acaba kendim uygulatmak için imanlı, takvalı, Allah’a kesin bağlı bir eleman mı istiyor yok­sa ahlâksız, her çeşit kötülükleri yapan, günahkâr, adî, hat­ta şeriatın hükümlerinin sağlamlığına bile inanmayan in­sanlar mı? Bu konuda da sadece caiz olup olmadığının huku­ki tartışması meseleye karar vermek için yeterli değildir. Tek başına hukuki açıdan bir iş caiz olsa bile, yine de dinin hikmeti, ruhu özü açısından onun doğru olup olmayacağı so­rusu geride kalacaktır. Dinin hikmeti, ruhu, şeriat hüküm­lerinin; çoğunluğu rüşvetçi, ahlâksız, Allah’tan ve ahiretten korkmaz ve içlerinden çoğu inanç ve düşünce olarak batı ka­nunlarını üstün, İslam kanunlarını ise yanlış ve eskimiş ka­bul eden idareciler vasıtasıyla uygulanmasını mı gerektirir? Bana göre bütün dünyada İslâm’ı kötü tanıtmak ve müslü-manları da İslâm’dan ümitsiz bırakmak için bu tip adamla­rın eliyle şeriat hükümlerinin uygulatılmasmdan daha etki­li bir reçete olamaz. Eğer davanın yanlış yürütülmesi yoluyla haksız bir karara varılarak birkaç insana haksız yere hır­sızlık ve zina suçundan dolayı el kesme ve recm cezası verile­cek olursa, o zaman o ülkede şer’i cezaların adını dahi anma­nın imkansızlaşacağını ve bunun, İslâm’ın başarısızlığının, yetersizliğinin simgesi sayılacağını göreceksiniz. Bu bakım­dan eğer biz dine az çok hizmet etmek istiyor, ona düşmanlık yapmak istemiyorsak; ülkenin düzenini her şeyden önce dini çok iyi anlayan, hem de samimiyetle onu uygulamayı arzu eden kimselerin ellerine teslim etmeye çalışmalıyız. Bu ya­pıldıktan sonradır ki, İslam’ın ıslah projesi bütün yönleri ile kuşatıcı bir tarzda uygulamaya konulabilir. Bu ıslah projesi ile birlikte İslam’ın şer’i cezalarının uygulanması da müm­kün hale gelecektir. Bu iş çok sabır ve çok büyük hikmet is­ter. Bu el çabukluğu ile yapılan bir marifet değil ki, bugün kanun yapan mecliste bir iki oturum fırsatı elde edildi diye, yarın şeriat kurallarını uygulatmak için bir kanun taslağı sunulsun.

Şu meselenin de iyice anlaşılması gerekir: Bazen öyle bir durumla karşılaşılmaktadır ki öteden beri İslâm hukuku uygulanagelen ülkede dereceli olarak çöküş başlamaktadır. Hatta durum o noktaya gelmektedir ki, şeriatın bir bölümü terk edilmekte, uygulanan bölümleri ise ahlâksız, uygunsuz insanların elleriyle yürütülmektedir. Böyle bir durumda di­nin hikmeti ve mantığı, şeriatın uygulanan bölümlerinin de terkedilmesini gerektirmez. Bilakis, genel bir ıslah çalışma­sı yaparak; bir taraftan iyi kimseleri, kokuşmamış zümreleri iktidara getirmeye çalışmak, diğer taraftan da şeriatın geri kalan bölümlerini uygulamaya koymak için gayret sarfedilmelidir.

Küfür ve ahlâksızlık selinin herşeyi silip süpürdüğü ve artık bizim yeni baştan düzeltmeye başlamamızın gerektiği durumlarda ise ıslah, onarım ve düzeltmeye üst katlardan veya çatıdan değil, temelden başlamamız gerektiği açıktır.[72]

Anayasayı Yorumlama Hakkı

Soru:

Anayasayı yorumlama hakkı kanun koyucuya mı ait ol­malıdır yoksa adalet mekanizmasına (mahkemelere) mi? Eskiden mahkemelerin elinde bulunan bu hak onlardan alı­narak anayasa tarafından kanun koyuculara verilmiş bu­lunmaktadır. Bu duruma itiraz eden mahkemeler yetkileri­nin daraltıldığı iddiasıyla anayasayı yorumlama hakkının tekrar kendilerine verilmesini istemektedir. Bir yetkili ise, “İslâm’ın ilk döneminde mahkemelerin görevi, sadece dava­ları görmek ve karara bağlamaktı. Kanunları açıklama ve yorumlama hakkı mahkemelere verilmemişti. Kanunun doğru veya yanlış olduğuna karar verme yetkisi mahkemele­rin elinde değildi” demektedir. Bu görüş ne derece doğrudur?

Cevap:

İçinde bulunduğumuz devrin kanun ve tüzüklerini ilgi­lendiren bazı meselelerin İslâm’ın başlangıç dönemindeki örnekleriyle mukayese edilip, onlara benzetilmesi yaygın bir moda halini aldı. Fakat bu şekilde mantık yütürenler, İs­lam’ın başlangıç dönemlerindeki toplum yapısı ile içinde bu­lunduğumuz toplum yapısı arasındaki müthiş farkı, o günün idarecileri ile bugünün idarecileri arasındaki muazzam ayrı­lığı göz ardı ediyorlar.

Hulefâ-i Râşidîn zamanında, Kur’an ve Sünnet’i en iyi bi­len insanlar halife olarak seçilirdi. Onun iffetli, tertemiz ve takvalı yaşayışını bilen müslümanlar, onun herhangi bir meselede dinden asla taviz vermeyeceğini bildikleri için kendilerini emniyet içerisinde hissederlerdi. Halifelerin isti­şare yaptığı danışma meclisine seçilen insanlar, dini konu­larda herkesten fazla bilgisi olan, dini en iyi anlayan insan­lar arasından seçilirdi. Dini konularda yeterli bilgisi olma­yan yahut ruhsal dengesi dinde tahrifat yapmaya müsait olan insanlarla, bidate düşmesinden korkulan veya İslâmdışı eğilimleri olabilecek olan insanlar asla danışma meclisine alınmazdı. O dönemde toplumu oluşturan insanla­rın kahır ekseriyeti dinin boyası ile boyanmış, ona teslim olmuştu. Böyle bir ortamda yaşayan hiç kimse İslam’ın hü­kümlerine aykırı olan, İslam’ın ruhuna ters düşen bir karar vermeye cesaret edemediği gibi İslam’a aykırı tüzükler, yö­netmelikler yayınlamayı da aklından geçiremezdi. İşte bu yüce Ölçü, o günün mahkemelerinin de ölçüşüydü. Kur’an ve Sünnet’i derinden kavrayan, üstün derecede takva sahibi olan, haramlardan uzak duran, Allah’ın kanunundan kıl pa­yı sapmayan kimseler hâkimlik mevkine getirilirlerdi. Böyle olunca da kanun koyucularla, kanunları uygulamakla gö­revli adalet mensupları arasındaki münasebetler, böyle bir toplum için olması gereken en üst ve en ideal seviyedeydi. Bütün hâkimler davaları doğrudan doğruya Kur’an ve Sün­net hükümlerinin temel ölçüsüne göre bağlarlardı. İctihad yapılması gereken meselelerde ise genellikle doğrudan ken­dileri ictihad yaparlardı. Hakimin ictihad yetkisini aşan da­valarda ise halifenin istişare heyetine seçilme şerefini taşı­yan insanlarla istişare yapılır, dava onlara havale edilirdi. Böylesi durumlarda da dinin temel yapısına daha çok uy­gunluk arzeden içtimai ictihadla (toplu ictihad) karar veri­lirdi. Böyle bir sistemde, danışma meclisinin çıkardığı ka­nunların hakimler tarafından yeniden gözden geçirilip dü­zeltilmesine ve hakimlere böyle bir yetki verilmesine gerek yoktu. Onlara herhangi bir kanunu reddetme yetkisi veril­miş olsaydı, bu sadece anayasaya (Kitap ve Sünnet’e) aykırı–olan kanunları reddetme ile sınırlı olacaktı. Hakkında Kur’an-ı Kerim’de ve Sünnet’te açık bir hüküm buluran ko­nularda ayrı bir kanun yapma yetkisi zaten yoktu. Kanun yapma, sadece kendileri hakkında Kitap ve Sünnet’te kesin bir hüküm (nass) bulunmayan konularda söz konusu idi. Bu durumda ictihad ederek kanun yapma zorunluluğu ortaya çıkıyordu. O zaman da içtimai (toplu) ictihad, ferdi içtihada tercih ediliyordu. Kişisel bazı ictihadlarm bundan farklı ol­ması fazla bir önem taşımıyordu.

İslâm’ın ilk dönemlerindeki anayasa örneği ve adalet me­kanizması ile bugünkü anayasaların ve hukuki düzenleme­lerin birbirleri ile hiçbir şekilde mukayese edilemeyeceği or­tadadır. Günümüz idarecileri ile meclislerinin hiçbir şekilde Hulefâ-i Râşidîn’e ve onların istişare heyetine benzemediği aşikardır. Bugünün hâkimlerinin, o günün kadıları gibi ol­madığı da meydandadır. Bu devrin kanun yapıcıları da o devrin bağlı olduğu çizgilere bağlı değildir. Bu durumda bize düşen ilk görev Hulefâ-i Râşidîn döneminin şartlarını hazırlamaya çalışmaktır; anayasayı ve kanunları günümüze uyarlayarak Raşid Halifeler dönemindeki benzerlikleriyle mukayese etmek değil. Bu şartlar altında şer’î meselelerle il­gili hususlarda en son kararı verme yetkisi ne idarecilerin el­lerine teslim edilebilir ve ne de adalet mahkemesine. Bu yet­kiler bugünün danışma meclislerine de bırakılamaz, danış­ma konseylerine de. Bunların hiçbirisi müslümanın şer’î me­selelerde kendilerine tam itimat edebilecekleri pozisyonda (ölçü ve yetkide) değildir.

Dini hükümleri yok sayan keyfi ictihadlarm ortadan kal­dırılması için müslümanlarm uyandırılmasmdan başka bir çözüm yoktur. Milletin her ferdi bu tür ictihadları engelle­meye, onlarla mücadeleye hazır hale gelmelidir.

Kendisi hakkında şeriatın müsbet ya da menfi herhangi bir hüküm belirtmediği anayasal konularda bugünkü kanun koyuculara sınırsız yetki tanımak oldukça tehlikelidir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek için de tarafsız bir müesseseye ihti­yaç vardır. Mevcut şartlarda, yapılan kanunların anayasaya uygunluğunu kontrol edebilecek teşkilatın adalet teşkilatın­dan başkası olamayacağı da malumdur.[73]

Soru:

Şimdilerde cumhuriyet düzeni, en mükemmel ve en güzel bir idari düzen kabul edilmektedir. İslâm’ın devlet idaresi hakkında da onun büyük ölçüde cumhuriyet prensiplerine dayalı olduğu düşünülmektedir. Cumhuriyet sisteminin ba­na göre öyle eksik ve hatalı yanları bulunmaktadır ki, bunla­rı İslam’ın nasıl yok edebileceğini öğrenmek istiyorum. Bu kusurlar şöyle sıralanabilir:

  1. Diğer idari düzenlerde olduğu gibi, cumhuriyet düze­ninde de yönetim halkın elinden alınarak birkaç kişiye teslim edilmekte, servet ve mal biriktirme vasıtası haline dö­nüşmekte, böylece hakimiyet zenginler sınıfının (plutoc-racy) veya üst sınıfın (obgrachy) eline geçerek bir baskı reji­mi haline gelmektedir. Buna nasıl bir çözüm getirilebilir?
  2. Çeşitli halk kesimlerinin birbiriyle çatışan, birbirine tezat teşkil eden çıkarlarının gözetilmesinin psikolojik açı­dan zorluğu ortadadır. Cumhuriyet düzeninin halkın bu so­rumluluğundan yakasını kurtarması mümkün müdür?
  3. Halkın çoğunluğunu cahil, saf, hissiz ve anlayışsız şa-hıstperest (kişilere aşırı bağlı) insanlar oluşturmaktadır. Bencil ve menfaatperest gruplar onları sürekli yanıltmakta, sürekli sömürmektedir. Temsili sisteme dayanan bu tarz cumhuri düzenlerin başarılı olmaları oldukça güçtür.
  4. Halkın desteğini alarak seçim yoluyla meclise giren üyelerinin çokluğu yüzünden meseleleri tartışmak, istişare etmek, inceleyip bir sonuca bağlamak çok zor olmaktadır. İs­lam’ın kendine ait cumhuriyet idaresinde bu bozuklukların ortaya çıkmasına nasıl mani olacağını lütfen bize anlatım.[74]

Cevap:

Sizin cumhuriyet düzeni hakkında yaptığınız tenkitlerin hepsi hassas noktaları itibariyle kendi yerinde doğrudur. Yalnız, bu konuda kesin bir neticeye varmadan önce, bunla­rın dışında kalan bazı hassas noktalardaki eksiklikleri ve hataları da gözden geçirmek gerekir.

Sorulması gereken ilk soru; insanların sorunlarını hallet­mek, meselelerini çözmek ve işlerinin yürümesini temin et­mek için hangi yolun daha doğru ve daha sağlıklı olduğudur. Halkın kendi sorunlarını halletmek ve kendilerine ait işleri yürütmek üzere istedikleri kimseleri yönetici olarak seçme­leri ve yönetici olarak seçilenlerin halkın rızasını alarak işle­rini yürütmeleri ve halkın onlara olan güveni devam ettiği sürece iş başında kalmaları mı daha doğrudur yoksa bir kim­senin yahut bir zümrenin kendi kendilerini yönetici ilan ede­rek, bütün işleri kendi istedikleri şekilde görüşmeleri ve hal­km kendilerini hiçbir şekilde müdahale etmemeleri mi? Bi­rinci tarzın daha adil ve daha insaflı olduğu kabul ediliyorsa, o zaman bizim ikinci madde üzerinde hiç durmamamız, o ka­pıyı hemen kapatarak bütün tartışmaları birinci yol üzerin­de yoğunlaştırmamız gerekir.

Dikkatle değerlendirilmesi gereken ikinci bir nokta da bugüne kadar binbir çeşit cumhuriyet şeklinin uygulamaya konulmuş olmasıdır. Bu değişik tercihler ve uygulamalar bir kenara bırakılarak, cumhuriyet düzeninin temel prensipleri ve amaçları açısından ne derece başarılı olup olmadığı araş­tırılacak olursa, cumhuriyet düzenindeki eksikliklerin üç noktada yoğunlaştığı görülür:

  1. Cumhuriyet idarelerinde halka mutlak yetki ve mut­lak hakimiyet verilerek sınırsız bir özgürlük tanınmaya çalı­şılmaktadır. Bir insan tek başına dünyadaki her işin üste­sinden gelmeye muktedir olamadığına göre, aynı özellikteki insanlardan meydana gelen bir topluluk nasıl olur da bütün egemenlik haklarını elinde bulundurabilir? Bu şekilde oluş­turulmak istenen tam özgürlükçü bir cumhuriyet sistemi, sonuçta belli bir zümrenin halk üzerinde hakimiyet kurduğu bir yönetim biçimi halini alır. Oysa İslam daha başlangıçta sağlıklı bir tedavi yöntemi uygulamakta ve cumhuriyet sis­temine yeni bir yön tayin ederek sağlam bir temele oturt­maktadır. İslâm, cumhuriyet sistemini evrenin gerçek hâkimi olan Allah’ın koyduğu temel kanunlar çerçevesinde kalmaya mecbur eder. Hem halk için hem de onu idare eden yöneticiler için bu kanunlara bağlı kalmak zaruri bir şart ol­duğundan, cumhuriyet yönetiminin başarısızlığına sebep olan halkın mutlak hâkimiyeti ve sınırsız Özgürlüğü gibi bir durum ortadan kalkmış olur.
  2. Hiçbir cumhuriyet yönetimi, halkm onun sorumlulu­ğunu paylaşma bilincini elde etmesine ve ona uygun ahlâki davranışları benimsemesine kadar devam edemez. Bunun içindir ki, İslâm bütün müslümanların birer birer eğitilme­sini ve ahlâki açıdan olgunlaştırılıp yetiştirilmesini şart ko­şar.

İslâm’ın istediği, her müslümanm iman ve sorumluluk bilincini içinde taşıması, İslam’ın temel prensiplerine teslimiyet ve bağlılığı kendi içinde duymasıdır. Bu teslimiyet ve bağlılık ne kadar zayıf olursa, cumhuriyet rejiminin başarılı olması o kadar güçleşecek, teslimiyet ve bağlılık duygusu­nun fazlalığı oranında da cumhuriyetin başarılı olma imka­nı artacaktır.

  1. Cumhuriyet düzeninin başarılı bir şekilde hayatiyetini devam ettirebilmesi için uyanık, sağlam bir kamuoyunun bulunması şarttır. Böyle bir kamuoyunun oluşturulabilmesi için de şu şartlar gereklidir: Toplum iyi insanlardan oluşma­lıdır. İyi insanlardan oluşan bu toplum sağlam temeller üze­rine bina edilmiş bir toplum düzeninde yaşamalıdır. Böyle bir toplum düzeninin oluşması için de kötülüklerin gelişip yayılması önlenmeli, iyiliklerin çoğalmasına gayret gösteril­melidir. İslâm, bunun için bize gerekli olan bütün yolları gös­termiş, gerekli bütün emirleri vermiştir.

Yukarıda zikredilen üç şartın üçü de yerine getirilecek olursa cumhuriyet düzeni başarılı bir şekilde yürüyecektir. Hatta, yöneticilerin farklı şekillerde yönetime gelmiş olma­ları bile cumhuriyet düzeninin başarılı olmasına engel teşkil etmeyecektir. Çünkü, hatası ve eksikliği görülen yöneticiler ya düzeltilecek ya da bu işi daha iyi yapan yeni bir yönetici kadrosu teşekkül ettirelecektir. Geriye sadece cumhuriyet düzenini denemek kalmıştır. Tecrübelerden yararlanmak suretiyle, aşamalı olarak kusurlar giderilecek, daha iyi ve daha başarılı bir yönetim ortaya konacaktır.[75]

Devlet Başkanının Veto Hakkı

Soru:

Pakistan devlet başkanının halifet’ül müslimîn (müslü­manların halifesi) veya emîr’ül müminin (müminlerin emiri) olarak anılması için bir süredir basm yoluyla kamuoyu oluşturulmaya çalışılıyor. Aynı amaca yönelik olarak devlet başkanına veto yetkisi verilmesi gerektiği fikri de işleniyor ki,, halifelik düşüncesi güçlü bir biçimde canlı kalsın. Bu fik­ri savunanlar, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) seçkin sahabeler toplu­luğuna karşı bile veto yetkisini kullandığını öne sürmekte, sahabenin çoğunluğunun karşı çıkmasına rağmen; zekatı reddedenlerle, peygamberlik iddiasında bulunanlara savaş ilan ettiğini söylemektedirler. Bu iddialarıyla, son derece karmaşık ve ihtilaflı bir mesele olan devlet başkanının veto etme yetkisine güç kazandırmak istemektedirler.

Size yöneltmiş olduğumuz bu iki soruya, kesin ve açıkla­yıcı cevaplar vereceğinizi ümit ediyoruz.

  1. Hz. Ebu Bekir (r.a) bugünkü anlamda bir veto yetkisi kullanmış mıdır?
  2. Eğer böyle bir yetki kullanılmışsa, bu yetkiyi herhangi bir şer’î delile dayandırmış mıdır?

Cevap:

Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki devlet idaresi ile bugünkü başkanlık sisteminin aynı olduğunu düşünmek, İslâm tari­hinden habersiz olmak demektir, “islam Devlet idaresi” adlı kitabınım 331-333. sayfalarında bu farkla ilgili geniş açıkla­malarda bulunmuştum. O açıklamalar dikkatlice okunacak olursa, hilafet sisteminde veto hakkı olarak adlandırılan hu­susla bugünkü devlet başkanlarının anayasa ile düzenlen­miş veto yetkileri arasında hiçbir benzerlik olmadığı görüle­cektir. Hz. Ebu Bekir’in (r.a) davranışlarından sadece ikisi bu konuda delil olarak ileri sürülmektedir ki, Hz. Ebu Bekir (r.a) bu konularda şahsî kanaatlerinden yola çıkarak bir ne­ticeye varmamış, Kitap ve Sünnet’ten deliller getirmişti. Bu konulardan biri Usame Ordusunun hazırlanması, diğeri de irtidad edenlere savaş açılması idi. Üsame Ordusu ile ilgili olarak o şöyle demişti: vBu karar, Hz. Peygamber (s.a) hayat­ta iken alınmış bir karardır. O’nun halifesi olarak bana dü­şen, O’nun aldığı kararı değiştirmek değil; aynen uygula­maktır. Benim, Rasûlullah’ın (s.a) verdiği bir karar üzerin­de değişiklik yapma hakkım yoktur.” irtidad edenlerle ilgili olarak da şu delili ileri sürmüştü: “Namazla zekat arasında fark gözeten ve ben namaz kılacağım, ama zekat vermeyece­ğim diyen herkes veya her topluluk dinden çıkmıştır (mür-teddir). Onları müslüman addetmek yanlıştır”. Bu açıdan, lâ ilahe illallah’ diyen insanlara karşı kılıç kullanmanın yanlış olduğunu ileri sürenlerin delilleri kabul edilemez. Hz. Ebu Bekir’in (r.a) getirdiği bu deliller karşısında sahabe bo­yun eğmiştir. Eğer bu karar bir “veto” olarak telakki edile­cekse, bu veto devlet başkanmın vetosu değil; Allah’ın Kita-bı’mn ve Rasûlullah’ın Sünneti’nin vetosudur.

İşin aslına bakılacak olursa, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) bu davranışını veto olarak değerlendirmek yanlıştır. Çünkü, Hz. Bekir’in uygulamasına önceleri karşı çıkan ashab-ı ki­ram, Hz. Ebu Bekir’in (r.a) gösterdiği delilleri gördükten sonra bu kanaatlerinden vazgeçmişler ve Hz. Ebu Bekir’in (r.a) uygulamasının doğruluğunu kabul etmişlerdir.[76]

Dini Hayata Hâkim Kılma Konusunda Birkaç Düşünsel Sorun

Peygamber Efendimizden sonra halifelik sorumlulukları omuzlarına yüklenilen yüce sahabelerin beşer cinsinin en güzel bir gül demeti oldukları reddedilme korkusu olmadan söylenebilir. Bununla birlikte, Râşid Halifeler dönemindeki düzenin süratle alt üst olduğu ve Cemel savaşı, Şiftin savaşı gibi İslâm hareketinin gelişmesine olumsuz etki yapan olay­ların ortaya çıktığı tarihi gerçeği de inkar edilemez bir vakıa­dır. Bu yüzden, zihnimizde bir takım istifhamlar uyanmak­tadır. İstesek de istemesek de yüzyüze kaldığımız bu istif­hamları cevaplandırmanızı istirham ediyorum. Bu sorular şunlardır:

  1. Peygamber Efendimizin hayatta olduğu döneme bu ka­dar yakın bir zamanda ve üstelik O’nun terbiye ve eğitimin­den geçmiş ashab-ı güzîn’in de aralarında bulunduğu bir top­luluk arasında sendin-bendim davası güdülebiliyor; sen ola­caksın, ben olacağım çekişmesi yapılabiliyorsa, onların yüce şahsiyetlerini anlayıp kavramaktan bile aciz olan bizler ne­yimize güvenerek ideal bir İslâm devleti kuracağımızı iddia ediyoruz?
  2. İslâm devletinin şuurları o kadar hızlı bir biçimde yayı­lıyordu ki, İslâm’ı benimsemiş insanların eğitimine aynı hız­la yetişmek mümkün değildi denilecek olursa, o zaman da akla şöyle bir soru gelmektedir: Madem ki İslâm’ı kabul eden insanların eğitimi İslâm’ın yayılma hızına paralel olarak ya­pılamıyordu. O halde İslâm toplumu tam olarak eğitilme­den, İslam devlet düzeni yeterince sağlanmadan, sınırların genişlemesi için niçin bu kadar gayret sarfedildi?
  3. Bizin önderlerimiz olan insanlar kendilerim hatalar­dan kurtaramamış, yanlış davranışlardan alıkoyamamışlarsa, onların gerçekleştiremediğini biz nasıl gerçekleştire­ceğiz? Kendimizi büyük hatalardan nasıl koruyacağız? Biz dini hayata hâkim kılma, dini ayakta tutma mücadelesini hangi güç ve hangi cesaretle kendimizde bulacağız?

Cevap:

Sorularınız oldukça kısa ve kolay gibi gözüküyor. Fakat sorularınızın cevabı o kadar kısa ve kolay değil. Oysa şu an­da sorularınızı geniş bir şekilde cevaplandırma imkanına sa­hip değilim. Bu yüzden, oldukça kısa ve öz cevaplarla yetine­ceğim. İnşaallah bu kısa cevaplar sizi tatmin etmeye yeter.

  1. Biz millî tarihimizi değerlendirirken yalnız kara leke­lerin peşine takılıp, onları görerek eziklik hissine kapılma­malıyız. Bizim tarihimizde yalnız bunlar yoktur. Tarihimi­zin pek çok sayfası rahatlıkla övünebileceğimiz altın sayfa­larla, emniyet ve huzur telkin eden parlak zaferlerle dolu­dur. Biz, tarihimizin çok az sayıdaki kusurlarına bakmak ye­rine, bu parlak sayfalarına bakmalı; istikbale yönelik çalış­malarımızı onları dikkate alarak plânlanıalıyız. Tarihimizin parlak dönemlerini unutup, yalnız kusurlarını görmek ve yapılan hatalara takılıp kalmak; bizi umutsuzluğa düşüren ve bize eziklik veren yersiz bir davranıştır.
  2. Herhangi bir düşünceyi yaymakla, onu cemiyet düzeni içerisinde sağlamlaştırmak arasındaki ölçü, denge ve orantı, düşünce dünyacı için kurulabilir; ama uygulama dünyasın­da bunu gerçekleştirmek imkansızdır. Şirkten veya küfür­den pişmanlık duyduğunu, hata ve günahlarından vazgeçti­ğini söyleyerek size gelen herhangi bir insanı hangi ölçülerle geri çevirebilirsiniz? Ona: “Ben şu anda işi sağlamlaştırma­ya, toplum düzenini sağlamaya ve onu dayanıklı kılmaya ça­lışıyorum. Şimdilik yayılmayı ve genişlemeyi düşünmüyo­rum” diyebilir misiniz?
  3. İnsan, insan olarak kaldığı sürece beşeri kusurlardan hâli olamaz. Beşer olması hasebiyle, yaptığı işlerde bir takım beşeri noksanlıkların bulunması ve belli sınırlar içerisinde kalması tabiîdir. Bununla birlikte, herkes kendisine düşen vazifeyi en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmalı ve aynı za­manda bile bile hata yapmamaya gayret etmeli ve bilmeden yapılan hatalar için de bağışlaması için Allah Teâlâ’ya dua ve yakarışta bulunmalıdır.[77]

Bir Uzlaşma Teklifi

Soru:

Pakistan, bir anayasa ortaya koymanın nazik safhasın­dan geçmektedir. Pakistan’m özel bir kesimi, İslâm anaya­sasından yakasını kurtarma düşüncesindedir. Böyle bir du­rumda sizin Cemaat-i İslâmî teşkilatınız ile büyük alimler arasında didişmeler, atışmalar olması çok üzücüdür. Temel amaçları arasında İslâm anayasası maddesi büyük harflerle göze çarpacak şekilde belirtilen Cemaat-i İslâmî de bu birbi­rinin görüşüne karşı çıkma sahasında ayrı bir grup haline gelerek savaşmaya hazır hale gelmiştir.

Cemaat-i islâmî; bilgi, takva, tarafsızlık ve haramlardan sakınma konusunda kendilerine güven duyduğu büyük alimlerden üçüncü bir grubu davet edip, ikinci grubun Ce­maat-i İslâmî’ye yönelttikleri bütün itirazları onların huzu­runa getirmelidir. Eğer itiraz edilebilecek bir söz dizisi orta­ya konamazsa, şüphesiz bu Mevdûdî’nin değer ve şahsiyeti­ni yüceltecektir. Eğer aksi söz konusu olur, o büyük alimler ortaya konulan fikirleri karşı çıkılabilir kabul ederlerse, o zaman da Mevdûdî o sözlerden vazgeçtiğini açıklar. Böyle yapılacak olursa, ihtilaflar bir ölçüde halledilmiş olmaz mı? Bütün bu sorunlar, ancak samimi davranılır ve ahiret saade­ti arzu edilirse çözümlenebilir.

Not: Bu teklifin birer “sureti Tesnim, Neuây-ı Vakt ve Neuây-ı Pakistan gazetelerine gönderilmiştir.

Cevap:

Beni muhatap alarak, içinde bir uyuşma teklifi ileri sür­düğünüz kıymetli mektubunuz geldi. Birincisi; bu uyuşma teklifinin muhatabı olarak nasıl oldu da beni aldınız anlaya­madım. Daha hapishanede iken bana karşı bir iftira kam­panyası başlatıldığını, dışarı çıkar çıkmaz da bir suçlama tu­fanına tutulduğumu görmediniz mi? Bana saldıran kişilere daha önce asla saldırmadığımdan, onların haksız ithamları­na hiçbir cevap vermediğimden haberiniz yok mu? Hal bu iken, hangi adalet ve insaf duygusu sizi hiç kimse ile herhan­gi bir çatışmaya girmemiş birine uyuşma teklifi sunmaya it­ti?

Sizin, “Cemaat-i İslâmî de bu aykırı görüşler alanına bir grup şeklini alarak, savaşmak üzere çıktı” demenizi de neye dayandırdığınızı anlayamadım. Gerçekten dürüst bir kimse bu sözü söyleyebilir mi? Dikkatle takip edecek olursanız, ba­na ve Cemaat-i İslâmî’ye yapılan saldırılar karşısında sü­rekli olarak sustuğumu göreceksiniz. Cemaat’in (partinin) gazetesi olan Tesnim de hemen hemen tamamen susmuş­tur. Gazete ve dergilerin sahipleri olan bazı Cemaat üyeleri sabredemedikleri için bazı şeyler yazdılar. Fakat, öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, onların yazdıkları şeylerin bana ve Cemaat’e karşı yazılan yazılarla hiçbir ilgisi yoktur. Hat­ta, onlardan bir kısmı benim yasaklamam üzerine bundan vazgeçtiler, bazılarım.da vazgeçirmeye çalışıyorum. Eğer siz bunu “savaşmaya hazır” ifadesi ile yorumlarsanız, Allah Tealâ size insaf versin demekten başka ne diyebilirim.

“Uyuşma teklifi” adı ile gönderdiğiniz teklifiniz hakkın­da kısa bir şeyler takdim ediyorum. Siz buyuruyorsunuz ki: “Filan filan büyük zatları üçüncü bir grup (taraf) kabul ede­rek, Cemaat-i İslâmî’nin karşı çıkılabilen bütün sözlerini, yazılarım onların önüne koyun”. Ama ben size şunu soruyo­rum: Neden sadece Cemaat-i İslâmî’nin itiraz edilebilir yazı­ları sunuluyor da herhangi birine göre itiraz edilebilen bü­tün insanların sözleri sunulmuyor? Asıl mesele şudur: Bize itiraz eden zatlar kendilerine vahiy geldiğinden dolayı konu­şuyor değiller ki. Onların yazıları ve sözleri de nihayet birer insan sözüdür. O sözlerden çoğu bize göre, itiraz edilebilir sözlerdir. Ama aramızdaki fark şudur: Biz hiçbir zaman, hiç­bir kimsenin sözlerinden parçaları seçip çıkararak onlara karşı çıkma ve şöhret oyununa başlama lüzumsuzluğunu yapmadık. Aksine, senelerdir, bu anlamsız ve lüzumsuz dav­ranışlara muhatap olduk. Bu çizgi bugün dahi sürdürülmek­tedir. Şimdi bize, bu mektupla, efendiliğimizin mükâfatı mı veriliyor ki, bütün ülkede sadece biz, bu üçüncü grup insan­ların huzuruna bir suçlu olarak çıkarılmak üzere seçilmek­teyiz? Biz onlara karşı lüzumsuzluk tufanı kaldırmadığımız için mi ikram edilmekteyiz?

Başka bir yanıltmayı da bu münasebetle açığa çıkarmayı çok gerekli görüyorum. İşin gerçeği, bir bütün olarak büyük alimlerin hepsi Cemaati İslâmî’ye karşı bir birlik meydana getirmiş değillerdir. Aksine, pek çok ciddi ve Allah’tan kor­kan alim, ayrı görüşlerini korumakla birlikte- dini hâkim kılma ortak amacında Cemaat-i İslâmî ile işbirliği yapmak­ta ve yardımlaşmaktadır. Cemaat-i İslâmî aleyhine estirilen tufanı gönülden arzu etmemekte ve bunu durdurmak için kendi çaplarında gayret de göstermektedirler. Aleyhte tufan estirenler arasında, ilmi, irfanı yerinde olmakla birlikte, makam ve mevkiinin değerini bilmeyen bazı insanlar kesin­likle vardır. Ama bunlar bütün büyük alimler değillerdir. Cemaat-i İslâmî’yi tufana tutanlar arasında gayet basit de­ğerde politikacı kimseler de bol bol vardır.

Son olarak, bu çeşit tekliflerden beni bağışlamanızı rica ediyorum. Bana göre bu çeşit iftiralar, ithamlar düzme has­talığının tedavisi üçüncü bir gruba müracaat etmek değil; aksine, böyle kimseleri kesinlikle göz ardı ederek işini yap­maya devam etmek ve eğer bu kimseler bütün ömürlerini bu mânâsız uğraşlar içinde harcamak istiyorlarsa varsınlar harcasınlar diyerek onları kendi hallerine bırakmaktır.[78]

Yersiz Endişeler

Soru:

Son günlerde alimlerden bazıları, Lahor şehrinde çıkan bir gazete aracılığı ile sizin on üç sene önce yazdığınız yazıları kendi konu akışı içinden çıkararak, tek başına, kopuk cümleler halinde değerlendirmekte ve ona göre fetvalar üre­terek insanları yanıltmaya çalışmaktadırlar. Gerçi, o yazı­lardan dolayı herhangi bir yanlışlığa düşmedim. Fakat bu­gün biri bana, sizin ve Pakistan Alimler Topluluğunun üst dereceli bir üyesinin konuşmalarını içeren bir makale gös­terdi. O makalede size şöyle denilmektedir: “Siz Mehdi oldu­ğunuzu iddia etmeyeceksiniz, ama size bağlı olanların sizi Mehdi kabul etmeye başlayacakları endişesi vardır.” Nite­kim sizden, “ben öldükten sonra hiç kimse beni Mehdi kabul etmesin” diye ilan etmeniz istenmiş, ama siz susmayı tercih etmişsiniz. Bu durum insanları şüpheye düşürmektedir.

Cevap:

Sizin saflığınıza çok, hem de pek çok hayret ettiğimi söy­lersem, ne olur bana kızmayınız. Mektubunuzu okuyunca, iftiracılık ve itham kampanyası yürüten insanların sizin gi­bi kimseleri göz Önüne alarak işlerini yürüttüklerini anla­dım. Çünkü onlar, hiç olmazsa kurduğumuz hilelerin onda birini yuttururuz ümidi taşımaktadırlar. Bana yazdığınız konuda nasıl hileye düşürüldüğünüzü, nasıl aldatıldığınızı bizzat kendiniz görünüz.

Adamın biri bana diyor ki: “Siz kendiniz Mehdi olma iddi­asında bulunmayacaksınız.” Ona şu şekilde karşılık veriyo­rum: “Ben inşaallah Rabbimin huzuruna her çeşit iddiadan arınmış, tertemiz olarak varacağım. Bana bu suçlamayı ya­pan insanlar Allah’ın huzurunda ne cevap verecekler görece­ğim”. Buna mukabil bana deniyor ki: “Fakat sen öldükten sonra, bazı insanların seni Mehdi kabul etme endişesi var­dır. Bu bakımdan sen, ben öldükten sonra hiç kimse beni Mehdi kabul etmesin diye ilan et.”

Dürüst, vicdanlı bir inşam inandırmak ve ikna etmek için benim bu cevabım yeterliydi. Çünkü, o yazıda ben; öldükten sonra hakkımda yanlış bir iddiada bulunacak kimseleri, Hz. İsa’yı arkasmdan Allah’ın oğlu kabul eden kimselere benzet­tim. Bundan daha ağır, daha sert bir söz olarak başka ne di­yebilirdim? Fakat itiraz eden kişi bu sözleri naklederek, si­zin gibi kimseleri aldatmak için; “bak, bu adamın gönlünde başka maksat var, biz kendisinden bunu ilan etmesini istedi­ğimiz de bundan kaçınmaktadır” demektedir. Bu oyuna ge­lerek, bu hileyi kabul ederek, benden böyle bir isteği tekrar­ladığınız için sizin saflığınız doğrusu tebrik edilmeye değer. Dünyada sizin gibi insanlar bulunduğu sürece, hileci ve dü­zenbaz insanların faaliyetlerinin durması düşünülemez.

Son olarak şunu da açıklamayı istiyorum: Ben ne herhan­gi bir dini makam iddiasında bulundum ve ne de kendi şahsı­ma böyle bir mevkii layık gördüm. Bu bakımdan hiçbir şekil­de benim bir bağlım, bana kendini adamış biri yoktur. Ben ve benimle olanların hepsi Allah ve Rasûlü’ne bağlı, kendilerini onlara adamış kimseleriz. Bizim ilişkilerimiz Allah yolunda yol arkadaşı olmaktan başka bir şey değildir.[79]

Allah’ın Ve Ebeveynin Hakları

Soru:

Ben büyük bir çıkmaza yakalandım. Bu çıkmaz için sizin bana yol göstermeniz gerektiğine inanıyorum. Ben Cemaat-i İslâmî çalışmaları içinde sürekli görev alan biriyim. Bu ba­kımdan, evden uzakta bulunmak zorundayım. Ebeveynim ısrarla, yanlarında kalarak ticari işlere başlamamı istiyor­lar. Sen ana-baba haklarını göz önünde tutmuyorsun diye bana sürekli mektuplar yazıyorlar. Bu konuda ben daima huzursuzluk hissediyorum. Bir taraftan ana-baba haklarını içimde hissediyor, diğer taraftan da dini ayakta tutma müca­delesinde Cemaat’in bir ferdi olarak kalmam gerektiğini dü­şünüyorum. Bu konuda bana sağlam bir çıkış yolu gösterir­seniz, aşırılıktan kurtulmuş olurum. Evdekilerden çok farklı bir düşünce ve anlayışa sahip olduğum için eve döndüğümde sıkıntılı bir hayat yaşayacağımı da biliyorum. Ama eğer on­ların isteğine itaat etmek, onların arzularını yerine getir­mek şart ise, bu durumda en iyisi benim o sıkıntıya seve seve katlanmamdır. Babam her sözümü reddederek, beni sürekli tersliyor. Kendisine en mutedil cevapları bile versem, beni dinlemek istemiyor.

Cevap:

Ana babaya itaatle, dine hizmet arasında ölçülü olma me­selesi, Cemaat-i İslâmî’ye ve onun amaçlarına bağlı olmaya yakınlık duymayan bütün ana babaların çocukları için sı­kıntı sebebi olmaktadır. Ama eğer evlat, iyi bir işte çalışarak yahut bol kazanç getiren rahat bir memurluk yaparak maddi sıkıntılardan uzak bir hayat yaşıyorsa, isterse binlerce kilo­metre uzakta olsun, hiçbir ana baba ona; geri dön, işi bırak, memuriyeti terket, bizimle ol dememektedir. Hatta bu şart­larda yaşayan oğulların günah deryasına dalmış olmaları, bayağı bir hayat sürmeleri bile onları genellikle etkilemiyor. İlginçtir; eğer aynı evlat kendini dini hizmetlere vakfetmiş-se, o zaman ebeveynin aklına kendi hakları geliyor, evlatla­rının yanlarında kalıp hizmet etmelerini istiyorlar. Oğulları teşkilattan bir miktar maaş alıyor olsa bile aynı şeyi yapıyor­lar. Oğullarının işlerini derhal bırakarak yanlarına gelmesi­ni yoksa haklarım helâl etmeyeceklerini öne sürüyorlar. Öy­leleri de var ki, evlatları onlara karşı görevlerini yetiren ge­tirmiş olsa bile öfkelerini yenemiyor, onların hizmetlerinden hoşnud kalmıyorlar. Bir süredir bu tür olaylara şahit oluyo­rum. Bu yüzden Cemaat’e bağlı pek çok genç ebeveyninin is­teklerine boyun eğmek zorunda kalmakta ve bu durum hâlâ önemli bir sorun olarak devam etmektedir. Sizin durumunu­zun içyüzünü tam olarak bilemediğim için birşey söyleye­mem. Sizin anlattığınız gibi ise, ebeveyniniz size haksızlık yapıyor. Bu durumda yapacağınız şey; nerede çalışıyorsanız, çalışmanıza orada devam etmeniz ve gücünüz elverdiği oranda ailenize mali katkıda bulunmanızdır. Hatta, kendi­nizi zorlayarak, daha fazla mali destek sağlayın. Fırsat bul­dukça da onları sık sık ziyaret etmeye gayret edin. Ama ger­çekten daha farklı bir durum söz konusu ise, aileniz; sizin yanlarında kalmanıza gerçekten muhtaç durumdaysa, onla­rın sözüne uyarak yanlarına dönmeniz dahi isabetli olacak­tır.[80]

Seçim Sistemi

Soru:

Size bir açıklama göndermek zorundayım. Bir süre önce, deneme maksadıyla on yıllık bir süre için karma seçim yapıl­masını önermiştim. Teklifimle ilgili delilleri sıraladıktan sonra karma seçime karşı en büyük muhalefet Cemaat-i İslâmî tarafından yükseltilmektedir demiştim. Daha sonra aşağı-yukarı şunları söylemiştim: “Cemaat-i İslâmî arasın­da gönlümün derinliklerinde son derece saygı duyduğum, hürmet beslediğim kimseler vardır. Ama şunu da biliyorum ki, Cemaat-i İslâmî Pakistan’ın kuruluşu için bir gayret gös­termedi. Hindistan bölünmeseydi de Hindistan ile Pakistan birleşik bir devlet halinde olsaydı, acaba Cemaat-i İslâmî müstakil (ayrı) bir seçim için sesini yükseltebilir miydi?” Bu sözümün arkasından, Cemaat-i îslâmî’ye bağlı bazı dostla­rım benden şikayetçi oldular. Ben de onlara durumu arzederek dedim ki: “Ben kendi görüşümü ispat için bir delil göster­meye çalışıyordum. Maksadım Cemaat-i islâmî’ye saldır­mak değil, aksine kendi görüş açımın geçerli olduğuna ağır­lık kazandırmaktı.”

Yanlış anlaşılmanın ortadan kalkması için bu açıklamayı zâtıâlinize sunmayı da gerekli gördüm.

Cevap:

Gazetelerdeki konuşmanızı okumuştum da gönlümde hiçbir gocunma ve şikayet doğmamıştı. Siz biliyorsunuz ki, bundan çok daha ağırım başkaları söylüyorlar ve yazıyorlar. Benim ise hiçbir zaman hiç kimseden bir şikayetim olmadı. Bu bakımdan sizin açıklama göndermeniz benim için hiç ge­rekli değildi. Yine de ben kendikendinize bunu gerekli his­settiğiniz için size teşekkür ediyorum.

Şüphesiz ki, karma seçim hakkında destekleyici delil or­taya koyarken Cemaat-i İslâmî hakkında söylediğiniz söz, doğru değildir. İfadenizden, önceleri Cemaat-i İslâmî’nin po­zisyonunu anlamaya çalışmadığınız, şu anda da onu tam ola­rak bilmediğiniz anlaşılmaktadır. Cemaat-i İslâmî’nin Pakistan’ın kurulması çalışmalarına katılmamasından hare­ketle, onun Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılarak bir devlet haline gelmesine karşı olduğu veya birleşik bir Hindistan (Pakistan-Hindistan olarak tek devlet) olmasını destekledi­ği sonucunu çıkarmak, büyük bir kanaat ve mantık hatası­dır. Eğer siz, benim o zamanki yazılarımı iyice okursanız, müslümanlarm problemlerim çözmek, meselelerini bir so­nuca bağlamak için bir taraftan müslüman milliyetçiler zümresinin, diğer taraftan da milliyetçi müslümanlar züm­resinin ortaya koydukları hareket tarzlarına ve yol göster­melerine güven duymadığımı anlayacaksınız. Bu ikisi hak­kında, o zaman belirttiğim kanaatlerim daha sonra kelime kelime doğrulandı, hâlâ da doğrulanmaktadır. İşte bu gü­vensizlikten dolayı ikisinden de uzak durdum ve kendimce doğru olan için faaliyet gösterdim. Eğer, Pakistan’ın Hindis­tan’dan ayrılarak ayrı bir devlet olmasına, birgün olsun kar­şı çıkmışsam, o sözümün veya davranışımın yerini gösteri­niz. Birleşik Milliyeti veya Birleşik Hindistan’ı destekleme yolunda ne zaman bir söz söylemişsem, bu sözü lütfedip gös­teriniz. Böyle bir şey olmadığı halde, benden veya Cemaat-i İslâmî’den, “eğer Hindistan’la Pakistan birleşik bir devlet ol­saydı, siz o zaman da müstakil seçim ister miydiniz?” diye sormanız nasıl doğru olabilir?

Bundan başka bu konunun sizin göz ardı ettiğiniz başka bir yönü daha vardır. O da şudur: İslâmdışı devlet düzeni ile herhangi bir şekilde işbirliği yapmayı veya böyle bir devlet düzenine ortak olmayı, Cemaat-i İslâmî prensip olarak yan­lış kabul etmektedir. Bu bakımdan, Pakistan’ın Hindis­tan’dan ayrılmasından önceki seçimde biz kesinlikle huzur­lu değildik, ondan hiç de zevk almadık. Allah korusun, eğer Pakistan Hindistan’la birleşik olsaydı ve orada laik sistem hüküm sürseydi, bu durumda öyle bir devletin, dindışı dev­let düzeninin seçimlerine katılmayı hiçbir zaman kabul et­mezdik. Yâni; o seçim listesine girip, seçilmeyi düşünmez­dik. O halde, bizim için müstakil veya karma seçim sorunu o düzende nasıl ortaya çıkmaktadır? Cemaat-i İslâmî, o şekil­deki dindışı bir düzende yürüteceği çalışma plânını kendi grubunun yayınlarında açıkça ortaya koymuştu. Bizim bu çalışma ve hareket tarzımızı yanlış kabul etme ve ona yanlış deme hakkına sahipsiniz. Ama bizim gerçek maksadımıza aykırı olarak, söylediğimiz sözlere bizim Birleşik Hindistan istediğimiz ve Pakistan’ın ayrı bir devlet olmasına karşı ol­duğumuz mânâsını giydirmeniz, bizim en azından sizin gibi mantıklı insanlardan ummadığımız bir haksızlıktır.[81]

Cemaat-İ İslâmînintavrı Ve Üslûbu

Soru:

Her ne kadar Cemaat-i İslâmî’nin bir üyesi değilsem de bu ülkede batıcılığın sapık görüşlerine, inançsızlıgm açacağı derin yaralara karşı koyduğunu gördükçe, Cemaat-i İslâmî’ye fazlasıyla bağlandım ve bu bağlılığın heyecanı ile âcizane görüşlerimi arzediyorum.

Pakistan’daki anayasa ve seçim meselesinin yeni baştan incelenmesine ve son derece ihtiyatlı bir şekilde inceden in­ceye düşünülüp tasarlanılarak bir sonuca ve bir karara bağ­lanmasına ihtiyaç vardır. Çünkü, mevcut anayasa bütünüy­le ve kendini meydana getiren her yönüyle açık ve kesin ola­rak İslâm’ın gerçek hakimiyetim kabul etmemektedir. Kitap ve Sünnetle belirlenmiş, bütün mectehidlerce üzerinde gö­rüş birliğine varılmış olan hükümlerin yürütülmesi, uygu­lanması dahi mevcut anayasaya göre devlet başkanının, anayasa mahkemesinin onayına muhtaçtır. Böyle bir du­rumda, Allah’ın kanunlarının bile insanların onayına muh­taç hale getirildiği yetmiyormuş gibi, İslâm’a göre yasaklan­mamış olan pekçok şey, değişik yorumlardan dolayı bu ülke­nin ceza kanunlarında suçlar listesine girmekte ve İslâm’ın kesinlikle sevmediği şeyler ise mubahlar (işlenmesinde hiç­bir sakınca olmayan şeyler) listesine sokulmaktadır. Mevcut anayasa, hem Kur’an-ı Kerimi, hem de Sünnet’i parlamen­tonun oy çoğunluğunun kabul etmesine ve yorumlamasına tabi tutmakta ve hem de devlet başkanının kabulüne ve im­zalamasına bağlı kılmaktadır. Üçüncü bir taraftan da mah­kemelerin kendine göre tefsirine muhtaç hale getirmektedir. Halbuki anayasanın tamamında devlet başkanının, kabine üyelerinin, meclis üyelerinin ve mahkeme üyelerinin İslâm’a uygunlukları, İslâmî açıdan yetenekleri bir kerecik olsun gerekli bir şart olarak öngörülmemektedir. Onların İslâm’ı bilmeleri, Allah’a teslimiyetleri, kötülüklerden uzak­laşmaları hiçbir şekilde gerekli bir ölçü kabul edilmemekte­dir. Böyle bir durumda, bu anayasayı İslâm anayasası ola­rak kabul etmek ve uygulamak şöyle dursun, ona İslâm ana­yasası demek bile mümkün değildir.

İslâm adıyla ortaya çıkarılan Pakistan’ın durumu karma seçimden dolayı şüphesiz ki sarsılmaktadır. Ama müstakil seçimden, müslüman millet taraftarlığından başka ne ele geçebilir? Müstakil bir seçim tarzı İslâm hakkında kesinlik­le anlamsızdır, hatta zararlıdır. Böyle bir seçimden sonra mecliste, müslüman olsun, olmasın; herkese eşit oy hakkı verildiğine, müslüman olup olmadığına bakılmaksızın mec­lis başkanı veya başkan yardımcısı yapılabildiğine, bakan namzedi olabildiğine ve İslâmî hükümlerin açıklanmasında ve tenkidinde görüşbirliği içerisinde olup olmadığına veya o konuda konuşup konuşmadığına bakılmaksızın herkese eşit oy hakkı verildiğine göre müstakil (ayrı) seçim yapmak İslâm’a gerçekten bir fayda sağlamak yerine, İslâm’ın genel­liğine ve evrenselliğine zarar da verebilir. Bu durumda, İslâm’ın başkaları karşısında bir savaş cephesi haline gelme tehlikesi de vardır. Müslüman olmayan milletler, onu kendi­lerine siyasi ve ekonomik rakip kabul etmeye başlayacaklar ve müslüman olmayanların gönlü İslâm’a karşı daha da ki­litlenmiş olacaktır. Ülkede diğer milletlerle (azınlıklarla) var olan çekişme ve çatışma daha çok artacak ve belki de za­man geçtikçe İslâm dini,Pakistan’da -İsrail oğullarında ol­duğu gibi- müslümanlann millî dini haline gelecektir. Bu ül­kedeki müslümanlarm durumu bugün olduğu gibi devam ederse, herhangi bir gerçek İslâmî fayda sağlanması beklenemez.

Size arzettiğim bu düşüncelerimde bir ağırlık, bir gerçek­lik bulursanız, zâtiâlinizden mutlaka bunun üzerinde dü­şünmenizi ve bu nazik durumlarda İslâm milletine doğru bir önderlik yapmaktan geri durmamanızı rica edeceğim. Allah Teâlâ bunu sağlam şekilde yerine getirmeye sizi muvaffak kılsın ve müslümanlann gönlünü sizi desteklemek ve yar­dımcı olmak için açsın.

Cevap:

Kıymetli düşünceleriniz üzerinde durulmaya değer, fay­dalı bir istişaredir ve teşekküre layıktır. Cemaat-i İslâmî’den hoşlanan ve ona gönül bağlayan insanlar arasın­da, bulundukları yerlerde meseleleri derinden düşünen ve tavsiyeleri, istişareleri ile bize yardımcı olmaktan da kaçın­mayan görüş ve fikir sahibi kimselerin bulunmasından dola­yı Rabbime şükrediyorum.

Sizin dikkat çektiğiniz meseleler hakkında bizim görüşü­müz şudur: Biz davamızı hayal aleminde, bir boşlukta değil, gerçekler dünyasında yürütüyoruz. Bizim gayemiz sadece gerçeği açıklamak ve insanlara duyurmak olsaydı, o zaman biz sadece çekinmeden hak sözü söylemekle yetinirdik. Ama biz hakkı hâkim kılma, gerçeği ayakta tutma uğrunda çalış­makla yükümlü bulunduğumuz ve bu gerçekler dünyasında bir çıkış yolu bulmak zorunda olduğumuz için ideoloji ile ha­reket tarzı arasındaki Ölçüyü koruyarak yürümemiz gereki­yor. İdeoloji, sadece en son amacımızı göz önönünde bulun­durmamızı değil, bütün insanlığı ona çağırmaya ve ona özen­dirmeye çalışmamızı da gerektiriyor. Hareket tarzı, davra­nış politikası ise, hedefimize adım adım, aşama aşama ilerle­memizi ve gerçekler dünyasında karşılaştığımız durumları kendi hedefimiz için faydalı hale getirerek; engelleri, zorluk­lan uzaklaştırmaya çalışmamızı icap ettiriyor. Bu maksat için en son hedefimize ulaşma yolunda bir takım ara ve ça­buk elde edilebilir amaçları da göz önünde bulundurmak zo­rundayız. Taki onlardan her birini elde ede ede ilerlememize devam edelim.

Örnek vermemiz gerekirse: Milletlerarası dünyada bizim en son hedefimiz, evrensel örnek bir İslâm devletidir. Ona ulaşma yolunda bir taraftan batı sömürgeciliği, Rus komü­nizmi; diğer taraftan müslüman milletlerin mevcut durumu büyük bir engeldir. Bu engelleri yok etmek bizim ara amaçla­rımız içinde bulunmaktadır. Müslüman devletlerin arala­rındaki düşmanlık, onların değişik bloklarda yer alması, onların içinde şovenizmin doğması ve onlara dindışı görüşlere bağlı devletlerin hâkim ması; bütün bunlar, yolumuza çı­kan engellerdir. Bütün bunlardan kurtulmak zorundayız. Eğer biz bu amaca oluşmak için herhangi bir zamanda, yakın bir hedef üzerinde bir söz söylemiş veya bir iş yapmışsak, en son hedefimizi bıraktığımız veya ona ters bir söz söylediği­miz sanılmasın. Bu konuda en küçük bir tereddüde düşmeyi­niz.

Aynı şekilde, İslâm anayasası hakkında yazdığınız şey­lerden hiçbiri bizden gizli değildir; hiçbir zaman da gizli de­ğildi. Ama bizim amacımız için açık açık dindışı bir devletin kurulması; sizin gözünüze ilişen, şimdiki kısmen dine dayalı devlet düzeninden çok daha zararlı ve tehlikeli olurdu. Şüp­hesiz biz, herşeyi elde etmiş değiliz. Ama çatışmanın ilk aşa­masında, biz devletin bütünüyle dindışı bir devlet haline gel­mesini önlemeyi kesinlikle başardık diyebilecek kadar fay­dalı olduk. Ayrıca, İslâm’ın öyle bir takım temel prensipleri­ni kabul ettirdik ki, bu kabul ettirilen prensiplerle daha ileri adımlar atılabilir ve çok daha başarılı işler yapılabilir. Mak­sadımız, amacımız elde edilmiştir diye bir yanlış düşünceye kapılmadık. Biz bu noktada kalma niyetinde de değiliz. Biz bulunduğumuz noktayı daha çok amaçları elde etmeye vası­ta yapmak istiyoruz. Şu anda biz, daha ileri adım atmak için, o yakm amacı elde etmeden önce bulunduğumuz durumdan daha iyi bir durumdayız.

Seçim sistemi konusunda da bizim görüşümüzü iyice an­lamamışsınız. “Neden Karma Seçim ve Neden Değil” kitap­çığımın son bölümünde ileri sürdüğüm görüşleri dikkatle ve düşünerek yeniden okuyunuz. Ve kendi kendinize de bir dü­şününüz: Eğer karma seçim, kendi şovenizm görüşü ile ve dindışı arka plânla yürütülse idi, o durumda en son hedefi­mize gidiş yolunda karma seçim mi daha çok engel olurdu, yoksa sizin de üzerine parmak bastığınız kusurlarıyla birlik­te müstakil seçim mi? Bir de şu var: Müstakil seçim yoluyla meydana gelen kusurları ortadan kaldırmak mı daha kolay­dır, yoksa karma seçimin ortaya çıkardığı kusurları yok et­mek mi? Bu meseleleri düşünerek bir sonuca varınız ve en son hedefimizi hiçbir zaman gözümüzden uzaklaştırmadığımızı unutmayınız. Bizim ilerleyişimiz, işte o asıl ve en son hedefe doğrudur. Ne var ki, ancak ara amaçlan gerçekleştirerek ve yoldaki engelleri yok ederek daha ileriye doğru gide-biliyoruz. Bir tek sıçrama ile son hedefe ulaşmak mümkün değildir.

Soru:

Benim ileri sürdüğüm görüşlere ilgi gösterdiğiniz, onları değer verilebilir kabul ettiğiniz için Allah Teâlâ’nm sizi mükâfatlandırmasını dilerim. Sizin cesaretlendirici cevap­larınızdan sonra, bu konudaki, birkaç dileğimi daha size ulaştırmayı gerekli görüyorum. Allah korusun, bunlar yazılı bir tartışma kabul edilmemelidir. Aksine bu düşünceler, se­nelerden beri müslümanlann idare edilişlerini ve dünya ça­pında geriliklerini bir talebe gibi inceleyip araştıran ve İslâm’ın dünyada ve ahirette insanlığı kurtaracak tek yol ol­duğuna iman edip bunu kesin inancı kabul eden bir kişinin sade düşünceleridir. Eğer bizim seçim yoluyla ulaşmak iste­diğimiz en son amacımız, kısmen dine dayalı mevcut anaya­sanın mükemmel bir İslâm anayasasına çevrilmesi ve ana-yasının, İslâm dininin yapılması gerekli olan buyruklarını hiçbir değişikliğe uğratmadan doğru bir şekilde yerine getirebilmesi ise, o zaman bunun için ilk ve en uygun iyi yol; Ki­tap ve Sünnet’i bilen, takvah ve görüşü keskin müslümanların oluşturduğu bir anayasa mahkemesinin kurulması ve doğrudan doğruya bunun için gayret gösterilmesi idi. Ülke­nin her yerindeki değişik ve birbirine zıt grupların anayasa yapmak bahanesiyle İslâm’ın adını kullanarak, tuhaf ve mo­dern yorumlar yapmaya koyuldukları böyle günlerde, bu tür doğrudan çalışmalara özellikle ve daha çok ihtiyaç vardır. Ama Cemaat-i İslâmî’nin görüş sahibi olan kişilerinin çoğu, eğer bunu uygun görmüyorlarsa, bu durumda müstakil se­çimle, karma seçim sistemi arasındaki farkı tam bir titizlikle tefrik etmeleri ve hangi sistem o amaca ulaşmak için daha kolay ve doğruya daha yakındır bilmeleri gerekir. Müslü­manların müstakil seçime bağlılığı, geçen elli yıldan beri’de­vam edegelen psikolojik bir bağlılıktır. Müstakil seçim, hin duların sayıca çoğunluğu elde bulundurmaları karşısında ortaya çıkmıştı. Ne talihsizliktir ki, bu Hint müslümanlarının politikalarının en önemli meselesi haline geldi. Şimdi eğer bu vasıta İslâm anayasasının amaçlarını elde etmek için Pakistan’da kullanılırsa, aşağıdaki amaçları elde etmek son derece zorlaşacaktır.

  1. Bu durumda, İslâm adını kullanarak müslüman olma­yanlara karşı muhalefet gösteren, nefeslerini tüketircesine nâra atan ve seçmenin arkasına sığınan zümre, gerçekten İslâmî bir programa sahip olanlardan daima Önde gidecek­tir. Nitekim geçen elli seneden beri bunlar en önde olagel­mişlerdir. Bu zümre daha önceleri de İslâm’ın mübarek adı­nı kendi emellerine alet ederek İslâm’a yanlış temsilcilik yaptılar. Onların düşünce ve hareket tarzları bugün de ay­nen eskiden olduğu gibidir ve eskiye oranla daha fazla başa­rılı olma imkânına sahiptirler.
  2. Müslümanlar sayıca çok olmalarına rağmen, bencil po­litikacıların yanlış bilgiler vermesi ve aldatmaları sebebiyle müslüman olmayanlar karşısında kolayca korkuya düşecek­ler ve isterik bir aşağılık duygusuna yakalanacaklardır.
  3. Oy kullanan müslümanlar nazarında kendi grubun­dan olan müslüman adayları kazandırmak İslâm’ın en bü­yük meselesi haline gelecektir.
  4. Müslüman gruplardan herbirinin kendi içinde birden fazla aday çıkarması halinde İslâm adına ortaya çıkacak çe­kişmeler İslâm ve müslümanlar için başlıbaşma bir felaket olacaktır.
  5. Müslüman olmayan gruplar kendi aralarında daha sı­kı işbirliği yaparak, ileride yabancı güçlerin aleti olacak bir­leşik bir blok haline gelebilirler. Yabancı güçler bu birleşik bloka destek olmak için ülke meselelerine öyle bir takım mü­dahaleler yapabilirler ki, bu yüzden ülkede bir sinir harbi ve kargaşa ortamı yaşanabilir.
  6. Ülkede uygulanan bu zümreci politika yüzünden ileri­de İslâm’ın durumu ikinci dereceye düşebilir. Böyle olursa îslâm’m herkesi içeren davet imkanları en aza inebilir. Müs­lüman olmayan zümreler memleketin içinde ve dışında İslâm’ın birer rakibi haline gelebilir.
  7. Müslüman olmayan ülkelerde İslâm’ın yerleştirilmesine çalışanlar adına bu öyle bir örnek olacaktır ki, bundan do­layı onların karşılaştıkları zorluklar tahmin edilemeyecek kadar artacak ve onlar, müslüman olmayan milletlerle in­sanlık ölçüsü içerisinde konuşma görüşme imkanı bulama­yacaklardır.

Ve nihayet müstakil seçimden sonra, ülkemizde binbir çeşit ahlaksızlık ve edepsizliğe Önderlik yapmakta en önde giden ve etkili olan servet ve makam sahibi bu insanların güçleri daha da artacaktır. Seçim bugün onlar için nasıl baş­kasının ortak olamadığı bir miras haline gelmişse, müstakil seçim yoluyla onların bu durumu daha da güçlenecektir. Ar­tık ya onların serveti ve hakimiyeti sona ermeli ya da onların karakteri İslâmlaşmalıdır. Bunun ikisi de Allah’ın özel ikra­mı ile olabilir. Kulların iradesi ve tedbiri ile imkansızdır.

Bunun aksine karma seçim yapılması halinde -ki buna karma seçim yerine, genel seçim denmesi daha da uygun olur- parti programının başarılı olması ana hedef olacaktır. Her ne kadar bugün Cemaat-i İslâmî topluluğu bütün hızı ve özverisiyle İslâm için çalışmalarını sürdürüyorsa da onlar İslâm’ı parti programı haline getirerek, memleketin bütün insanlarına öncelikle hitap etme, başvurma durumuna gele­ceklerdir. İkincisi, onlar bu programı teori olarak milletlera­rası bir hareket konumuna getirecekler ve İslâm ülkelerinde olsun; diğer memleketlerde olsun, çalışanlar arasmda ortak nokta vazifesini gördüreceklerdir. Üçüncüsü, kişilerin karşı karşıya gelmesi ile (seçimlerde kazanma savaşı vermeleri ile) kişisel çekişme son bulacak, grupların prensiplerinin ve programlarının birbiriyle çatıştığı bir savaş haline gelecek­tir. Biz, İslâm prensiplerini, İslâm programını elimize ala­rak bütün millete ve ülkeye başvuracağız. Bu prensip ve programla; menfaatçi, bencil gruplarla açık, serbest ve eşit tarzda karşı karşıya gelebileceğiz, yarışabileceğiz. Dördün­cüsü, İslâm topluluğu ne zaman muvaffak olursa olsun, di­ğer unsurların yardımına muhtaç olmadan ülkenin bütün yapısını rahatlıkla İslâm kalıbına sokabilecek ve örnek bir İslâm devleti modelini sunmaya muktedir olabilecektir. “Neden Karma Seçim ve Neden Değil” kitapçığınızda, seçim bu açıdan incelenmemiştir. Bu yönler üzerinde de inceleme yapmanızı sizden rica edeceğim. Bununla birlikte, tasavvur edilen seçimin mevcut destekçileri ile asla uyuşmadığımı da göz önünde bulundurunuz. Çünkü, onların bu karma seçim­le amaçları, hiçbir müslümanın müslümanlığını korumaya­cağı ve hiçbir hindunun hindu kalmayacağı bir Pakistan mil­leti meydana getirmektir. Benim bu seçim tarzını savun­maktaki amacım; Pakistan’da saf, tertemiz bir müslüman millet meydana getirmektir. Eğer karma seçim yanlış dav­ranışlardan, tedbirsizliklerden dolayı müslümanhktan uzaklaşan bir Pakistan toplumu meydana getirme amacına vasıta yapılırsa, o zaman benim desteğim kesinlikle müsta­kil seçime kayacaktır. Benim dürüst ve samimi kanaatim, şu anda halis İslâm anayasa mahkemesinin kurulması müm­kün olmuyorsa, İslâmı parti programı yaparak, karma seçi­min parlamento üyeliğine vasıta yapılmasıdır. Böyle yapıl­dığı takdirde İslâmî amaçlara en iyi yolla ve kolaylıkla ulaşı­labilecek ve müstakil seçimlere oranla karşımıza daha az en­gel çıkacaktır.

Mektubunuzun ikinci paragrafının sonunda şöyle yazı­yorsunuz: “En son hedefimize ulaşma yolunda bir takım ara ve elde edilmesi kolay ve çabuk amaçları da göz önünde bu­lundurmalıyız. Tâki onları teker teker elde ederek ilerleye­bilelim.” Aslında bu çok yanlış bir düşüncedir. Müslümanla­rın bir çok toplulukları bu anlayışla hareket ettiler ve onlar elde edilmesi kolay olan herhangi bir amaca öyle daldılar ki:

“Bu girdapta binlerce gemi batıp gitti

Öyle battı ki, bir tahtası bile sahile vurmadı” şiirinin anlattığına uygun düştü. Halbuki ara amaçların en önemli değeri, olsa olsa, sadece bir araç olmalarıdır. Her ne kadar sizinden son hedef gözlerimizin önünden silinip git­medi” ifadeniz övülmeye değer ise de bana göre, ara vasıtala­ra çabuk elde edilebilen amaç değeri vermek tehlikeden uzak değildir. Onların değeri sadece araç olarak kalmalı, amaç olarak asla onlara yüklenilmemelidir.

İdealizm ile, davranış metodu arasındaki ölçüyü devam ettirmenin doğru yolu, Cemaat-i İslâmî topluluğunun ideal­leri ile hareket tarzı ve çalışma metodu arasındaki birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Ayrıca, amaçla çalışma tarzı arasında öyle bir bağ bulunmalıdır ki, o bağ her meselede yo­lun her dönemecini hedefe yöneltici olmalıdır. Bu devirde düşünce bozukluğuna ve anlayış dağınıklığına üstün gele­bilmek için gerekli olan en büyük bilgelik ve en önemli dav­ranış amacın evrenselliğini zayıflatmamaktır.

Dindışı anayasa varken bizim savaşımız açık bir düş­manla idi. Firavun ve Ebu Leheb zihniyetleriyle savaşıyor­duk. Demirle, kılıçla, diken ve ateşle Örülü olan o yol, her ne kadar korkunç ve tehlikeli idiyse de, aldatıcı değildi. Ama ya­rı dini olan bir anayasanın var olması eski münafıkça zihni­yetler karşımıza çıkmaktadır. Hz. Ali (r.a) ve Hz. Ömer b. Abdülaziz’in (r.a) karşısına çıkan münafıkça düzen, şimdi yarı dini anayasayla sergilenmektedir. “Yarım hoca dinden eder” meşhur sözünü bilmiyor değilsiniz. Bana göre, devle­tin dindışı bir devlet haline gelmesini önlemek için çaba sarfeder ve bunu büyük bir zafer olarak kabul ederken, devletin yarı dini bir devlet haline gelmesi çok daha büyük bir tehli­kenin başlangıcı olabilir. Bu durumda sadece Pakistan müs-lümanları için değil, İslâm için bile dahili pek çok fitneler or­taya çıkabilir. Bu durumu derhal düzeltme yoluna gitmek son derece önemlidir. Yoksa, anayasanın adının İslâm ana­yasası olması hiçbir değer taşımaz. Anayasanın, “hiçbir ka­nun, Kitap ve Sünnet’e aykırı olmayacaktır” diye ilan etme­si, 1857 yılında Kraliçe Victoria’nın “dinle ilgili meselelere devlet idaresi tarafından hiçbir müdahalede bulunulmaya-çaktır” meşhur ilanı gibi, sadece kağıt üzerinde kalan bir bil­diriden ibaret olacaktır.

Allah’ın hâkimiyeti açık bir şekilde kabul edilmediği müddetçe, Kitap ve Sünnet kanun yapıcılıkta müsbet mânâda kaynak ve anayasn üzerinde hâkim güç kabul edil­meyecektir. Kitap ve Sünnet’i çok iyi bilen, takva ve basiret erbabı üyeleri hâvi anayasa mahkemesinin kurulması ger­çekleşmediği, Kitap ve Sünnet’i açıklama ve yorumlama hakkı, selef metoduna uygun olarak İslâm ilimlerinde üstün seviyeye ulaşmış ve şeriatı temsil etme hakkını elde etmiş olanlara özgü kılınmadığı sürece, mevcut anayasa küçük bir gafletle İslâmdışı amaçlar için rahatça ve çok kolaylıkla kul­lanılabilir. Hatta o kötü amaçlar İslâm’ın amaçları olarak tanıtılıp yaygınlaştırılabilir.

Son olarak Cemaat-i İslâmî mensupları hakkında da size arzedeceğim bazı düşüncelerim var. Benim çevremde bulu­nan, samimiyetine, dürüstlüğüne ve çalışmalarına saygı duyduğum, kalbimin derinliklerinden takdir ettiğim cemaat elemanları genel toplantılarında ne anayasanın bu eksik yönleri üzerine halkın dikkatini çekmektedirler ne de hakiki İslâm danışma meclisinin seçim meseleleri konusundaki gö­rüşünü halkın önüne koymaktadırlar. Bunun sonucu olarak halk, “memleketimizin anayasası en iyi bir İslâm anayasası haline gelmiştir. İslâm’m, sadece müstakil seçim diye Önem­li ve son bir meselesi kalmıştır” şeklinde bir yanlış düşünce­ye kapılmaktadır. Sonra, halkla ilişkileri geliştirme tarzları da tenkitçi ve olumsuz bir biçimde olmaktadır. Bu sebeple, bölgesel, kişisel ve basit ihtilafları büyütme fırsatı verilmek­tedir. Kendi gruplarına olan aşırılıkları o kadar donuklaşı-yor ki, bazı idari ve dini meselelerde basit ve ayrıntılarla ilgi­li ihtilaflara da cemaatinizin şahsi veya zümreci inadı dere­cesi veriliyor. Bu ülkenin geniş idari ve dini tarihini belki de tam olarak bilmemekten veya aşırı grupçuluğun şuursuz he­yecanından olsa gerek, mevcut durumları daha önceki mese­lelerle halka halinde birbirine öyle bağlamaktadırlar ki, da­ha Öncekilerin yaptıkları işler çok kere yanlış tanıtılmakta ve geçmiş büyüklerimizin İslâm hakkındaki basireti, ve sa­mimiyetlerinden kuşku duyulmaya başlanıyor. Her ne ka­dar cemaatinizin bazı yazarlarından ve sizden az çok şikayet Öz konusu oluyorsa da, yakınımızda bulunan elemanlar ve cemaatinizin değerli üyeleri bu konuda doğrudan pek çok yanlış düşüncelere sahiptirler. Geçmişte yaşananları, bu za­manın ve bu çevrenin ölçüsüne göre kıyaslamayı nerede ise adet haline getirdiler. Amaçtan geri kalmaksızın hoşgörü ve anlayış içerisinde hareket edilseydi, ne iyi olurdu. Bütün bunlarla birlikte onlar benim için mevcut toplumun en kıy­metli ve en saygıdeğer insanlarıdır. Allah bize, birbirimizle daha çok yardımlaşma başarısı lütfetsin. Allah bizi dinine en sağlam ve en doğru hizmeti yapabilecek hale getirsin.

Cevap:

Yazık ki, benim önceki mektubumda yazdığım “biz dava­mızı boşlukta, hayâl aleminde değil, gerçekler dünyasında yürütüyoruz. Bizim görevimiz sadece hakkı ilan ve gerçeği açığa çıkarmak değildir. Biz, aynı zamanda hakkı hâkim kıl­mak için de çalışmak mecburiyetindeyiz. Bunun için biz ger­çekler dünyasında bir çıkış yolu bulmak zorundayız” şeklin­deki sözlerime dikkat etmemişsiniz. Bu sözleri size verdiğim cevabın tâ başında yazmamın sebebi; mektubunuzdan, ama­cımız uğrunda mücadele verdiğimiz bu gerçekler dünyasına gözünüzü kapayacak kadar kendi hayâl dünyanıza gömül­düğünüzü hissetmemdi. Benim bu endişemi ikinci mektubu­nuzla tasdik ettiniz. Dikkatinizi çekmeme rağmen bu tarafa bakmaya yönelemediğiniz anlaşılıyor. Ben önceki mektu­bumda, ikinci olarak şunu demiştim: “Kendisini sadece ger­çekler dünyasında hakkı ilan etmekle görevli saymayıp, hakkı hâkim kılmayı da kendisine görev bilen bir insanın, idealizm ile hareket tarzı arasındaki denge ve ölçüyü en iyi şekilde devam ettirmesi gerekir.” Bu meseleyi iyice anlama­ya çalışmamışsınız. Bu ikinci mesele de kafanıza iyice yer­leşmediği sürece bizim hareketimizin çalışma tarzını değer­lendirmeniz imkansızdır. Bu bakımdan, sizin uyarılarınız üzerinde konuşmadan önce, benim bu iki meseleyi tekrar ge­nişçe anlatmam gerekiyor.

Biz, hangi ülke ve hangi toplumda olursak olalım, hâkim kılınmış bir düzeni değiştirerek başka bir düzeni hâkim kıl­maya çalıştığımızda, “doğrudan doğruya” kendi amacımıza doğru durmadan ilerleyeceğimiz bir atmosfer, bir ortam hiç­bir zaman rahatlıkla elimize geçmeyecektir. Şüphesiz o ül­kenin bir tarihi olacaktır. Genel olarak o toplumun ve özelde de o toplumun çeşitli bölümlerinin bir takım kültürleri, geç­mişe ait belgeleri olacak. Orada fikrî, ahlâkî ve psikolojik bir atmosfer de bulunacak. Bizimle birlikte başka el ve ayak sa­hipleri de yer alacak ve onlar da o ülkeyi, o toplumu başka bir düşünceye ve başka bir yola alıp götürmek isteyecekler. De­ğişik çalışmalar yapan bu insanlardan bazılarının çalışma­ları bizim için uygun gelecek olsa bile, bir kısmı uygun düşmeyecek, hatta engelleyici olacaktır. Kurulu düzenin az veya çok süre ile orada hâkim olması, bu faal unsurların bize daha az ve o kurulu düzene daha çok uygunluk göstereceğine bir delil olacaktır. Buna ek olarak, düzen kendine yatkın olan veya yatkın olabilecek olan bütün unsurlardan mutlaka faydalanmaya çalışacak ve bize yatkın olmadığını bildiği bü­tün faal unsurları, bizimle uyuşmaz veya en azından bize faydasız hale getirmeye çalışacaktır. Bizim amacımıza karşı çıkan diğer bütün hareketler de ya hakim olan düzeni des­tekleyecekler ya da o anda mevcut olan faal unsurları kaba kuvvet haline getirerek, mümkün olduğu kadar bize karşı kullanmaya çalışacaklardır.

Bu şartlar altında bizim ne hazırlıklarımızı başka bir yer­de tamamlayarak gelip o ülkenin geçmişine ve o andaki mev­cut durumuna kök salmış düzenini birdenbire değiştirme imkanımız vardır ve ne de o toplumda ve o çevrede yaşaya­rak çekişme ve çatışmadan uzak, bir kenarda hazırlıklarımı­zı tamamlayıp mücadele alanına çıkar çıkmaz hedefimize ulaşma imkanı. Bu mücadele ve çatışma safhasından geçer­ken, herhangi bir şekilde “doğrudan doğruya” hedefe ulaşı-vereceğimiz de düşünülmesin. Şüphesiz biz, bu gerçekler dünyasında bize yatkın unsurlardan yardım alarak, bize zorluk çıkaran güçlerle çatışarak, kademe kademe kendi yo­lumuzu açacağız. İmkan bulduğumuz her adımı derhal ve zamanında atmamız, ikinci bir adıma imkan ve fırsat hazır­lamak için bütün gücümüzü kullanmamız gerekecek. Karşı tarafın darbesi bizi geriye itiyorsa, o zaman atılan ilk adımın yerinde ayaklarımızı sağlam tutup, yerimizden oynamama­ya çalışacağız. Bu mücadele sırasında en son ve asıl hedefi­mizi gözümüzden uzaklaştırmamamız ne kadar gerekli ise, o hedefe doğru atılan her adımda ayağımızı koyduğumuz ye­ri en sağlam şekilde koruyacak olan her ara adıma amaç Öne­mi vermemiz de o kadar gereklidir. Hiçbir adımımızın yanlış atılmaması için en son hedefe gözleri dikmek ne kadar gerek­li ise, her ara adıma, atıldığı sırada yakın asıl amaç* değeri vermek, o olmadan ileriye adım atma imkanı hiç kalmadığı için o kadar gereklidir. Sadece isteklerini, temennilerini an­latmakla yetinmemesi gereken, hatta asıl amacına doğru gerçekten yürümesi de gereken bir insanın her adımını sağlam basması ve diğer adımını atmak için elde edilebilir bü­tün yatkın güçlerden, -sanki o anda yapılacak iş sadece bu iş­tir diyecek şekilde- faydalanması ve mevcut bütün engelleri yok etmek için aynı şekilde mücadele etmesi gerekir.

Bu işte tek başına teori iş görmemektedir. Teoriyle birlik­te akıllı ve mantıklı bir şekilde hareket etmek ve çalışma yapmak da kaçınılmazdır. Bu akıllı ve mantıklı hareketi (hikmetli davranışı) göz ardı eden teorici insan, çeşit çeşit sözler söyleyebilir. Çünkü o, ya amaca giden kafile içinde bu­lunmamaktadır ya da kafileyi alıp hedefe götürme sorumlu­luğu kendisine ait değildir. Ama sadece yürümeyen, yürüt­mek zorunda da olan insan herşeyi sadece düşüncedeki gü­zelliğine dayanarak kabul edemez. O, hangi şartlarda ve du­rumlarda çalıştığına, uygulama açısından ölçerek- bakmak zorundadır. O anda yanında bulunan veya elde edilmesi mümkün olan güçleri ve yolda karşılaşılan her çeşit engelle­ri görerek; hangi şeyin kabul edilebilir, hangisinin kabul edi­lemez olduğuna bakmak ve ne gibi sonuçlar doğuracağını ölçmek, tartmak ve görmek zorundadır. Nazariyeci (teorici) adam çekinmeden, hangi aşamada olursa olsun, tek tek adım atmaya ve her adımın yeri için çatışmaya ne gerek var, “doğrudan doğruya” neden ileri gidilmesin diyebilir. Ama işi yapan kimse, yoldaki engel güçlerin saldırısından zarar gör­meden acaba nasıl ilerleyebilirim diye düşünmeye mecbur­dur. Engel oluşturan güçlerin tepesinden atlayarak mı gide­yim, yer altından tünel açarak mı geçeyim, yoksa öyle bir ta­viz vereyim ki onu görünce bütün bu hücumlar dağılsın, ben de kafilemi alıp doğruca kendi hedefime doğru mu ilerleye­yim diye muhakeme etmek, inceleme yapmak zorundadır. Teorici insan, çatışma sırasında herhangi bir yerde bekleme­yi veya geri çekilmeyi rahatlıkla tavsiye edebilir. Bekleyerek veya geriye çekilerek hazırlık yapınız, ondan sonra öyle bir haşmetle geliniz ki, bir tek hamlede eski düzen son bulsun; yeni düzen tamamen yerleşip, hâkim olsun diyebilir. Fakat işi yürüten kimse böyle tavsiyeleri kabul etmeden önce, en­gel çıkaran güçler ortada dururken çatışmayı durdurup bek­lemek mümkün müdür, değil midir bakmak zorundadır. Ge­riye çekilirsem bir hamlede hedefe ulaşmak şöyle dursun, bulunduğum bu yere tekrar gelme imkanım kalır mı, kalmaz mı diye düşünmek; beklemem veya geri çekilmem halinde engel güçler de durarak veya geri çekilerek o yeri benim için daha elverişsiz hale getirmekten vazgeçerler de hazırlıkları­mı tamamlayarak işlerini bitirebileceğim bir hücum yapma­ma imkan doğar mı diye muhakeme etmek mecburiyetinde­dir. Kısacası; teorici adamın, düşünülebilen her teklifi öne sürmesi mümkündür. Çünkü, onun yaşadığı hayâl aleminde başa gelen bu haller ve gerçekler mevcut değildir. Onun dün­yasında sadece hayaller, düşünceler vardır. Ama işi yürüten insan bu işi gerçekler dünyasında yapmaktadır ve onun üze­rinde işi yürütme sorumluluğu bulunmaktadır. Bu bakım­dan o, uygulanması ve yapılması gereken konuları hiçbir şe­kilde arka plâna atamaz, göz ardı edemez.

Gerçekler dünyasında amacına fiilen ulaşmak isteyen in­sanın teori ile davranış tarzı arasındaki dengeyi çok iyi kur­ması, ölçüyü çok iyi ayarlaması şarttır. İdealizm, insanın he­definin son noktasından daha az bir şeye göz ucuyla dahi bakmamasını ve hedeflediği prensipler üzerinde ısrarla dur­masını gerektirir. Ama gerçekler dünyasında bu iş, şöyle ya da böyle asla yürüyemez. Gerçekler dünyasında hedefe ulaş­mak; bir taraftan işi yürütenin eline geçen araçlara, diğer ta­raftan işi yapanın elde ettiği fırsatlara bağlıdır. Üçüncü ta­raftan da çeşitli aşamalarda kendileriyle karşılaştığı uygun olan ve olmayan durumların azalan-artan oranına bağlıdır. Bir kimse için bu üç şartın birlikte ve uygun şekilde gerçek­leşmesi çok zordur. Hiçbir zaman hak enlinin eline böyle uy­gun bir fırsat geçmemiştir, bugün de geçeceğine dair hiçbir işarete rastlanmamaktadır. Vaziyet bu iken, ilk adımımı va­racağım son hedefe koyacağım; çalışmam sırasında bir men­faat ve mecburiyet uğruna prensiplerimden hiçbir istisnaya, hiçbir tavize imkan bırakmayacağım diyen kimse bu amaç için fiilî hiçbir hizmette bulunamaz. İdealizmle birlikte, aynı ölçüde davranış mantığı ve hikmeti de gereklidir.’Amaca ulaşmak için yolun nelerini ileriye adım atma vasıtası yap­mak gerektiğini 0 belirler. Hangi fırsatlardan faydalanılma­sı gerektiğini, hangi engelleri bertaraf etmeye amaç önemi Verilnıesi ettiğini, kendi prensiplerinden hangilerinde tavizsiz olunacağını ve hangilerinde -çok daha önemli men­faatler uğruna- zaruret dolayısıyla tavizkâr davranılabile­ceğini o tayin eder. Bu konudaki Ölçünün en güzel Örneği Peygamber Efendimizin hareket tarzında görülmektedir. Burada ben O’nun hayatındaki sayısız örneklerden sadece bir tanesini gösteriyorum. Hz. Peygamber’in kurmak için gönderildiği hayat nizamı yalnız Araplar için değil, bütün in­sanlık içindi. Ama bu hayat düzeninin Araplar arasında ku­rulması ve tam olarak oturup yerleşmesi, onun bütün dün­yada kurulmasının kaçınılmaz bir vasıtası idi. Çünkü, dava­sında muvaffak olmak için Araplar arasında O’nun elinde bulunan fırsatlar başka hiçbir yerde yoktu. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) bu fırsatlara amaç önemi vermiş, dave­tini dış dünyaya ulaştırmanın ilk önlemlerini almakla yetin­miştir. Bütün ilgisini, bütün gücünü sadece Araplar arasın­da dini hâkim kılma üzerinde harcamış ve bu büyük amaca ulaşmada zararlı olabilecek milletlerarası hiçbir iş yapma­mıştır.

İslâm düzeninin prensiplerinden biri de bütün ırk ve ka­bile imtiyazlarına son vererek, İslâm kardeşliği içerisine gi­ren bütün insanlara eşit hak verilmesi, takva dışında hiçbir derece farkının bırakılmaması idi. Bu husus Kur’an-ı Ke-rim’de de bildirildi. Rasûlü Ekrem Efendimiz de bunu sadece mübarek diliyle tekrar tekrar anlatmakla kalmadı, köle ve uşak çocuklarına emirlik, valilik mevkileri vererek, gerçek eşitliği pratik hayatta da kurmaya çalıştı. Ama ne zaman ki, bütün memleketin idaresi meselesi öne çıktı, işte o zaman, “Devlet başkanları Kureyş kabilesindendir” buyurarak yol gösterdi. Bu Özel konudaki buyruk ve yol göstermenin, bir bütün olarak ortaya konulan eşitliğin genel prensiplerine aykırı düştüğünü herkes görebilir. İslâm’ın bu çok Önemli prensibinde bu kadar büyük bir istisna imkanı neden ortaya çıkarıldı diye bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı “o zaman­ki Araplar arasında Arap olmayan herhangi biri şöyle dur­sun, Kureyş’ten olmayan herhangi bir Arab’ın halifeliği bile fiilen başarılı olamazdı. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) halifelik konusunda, eşitliğin bu genel prensibine göre amel etmekten sahabeyi alıkoymuştur” demekten başka ne olabilir! Hz. Peygamber’den sonra Araplar arasında İslâm düzeni yıkılacak olursa, dünyada dini ayakta tutma görevini kim yerine getirebilirdi? Bir prensibi ayakta tutmak uğruna, bu prensibe oranla çok daha fazla önemli dini amaçlara zarar verecek bir konuda ısrar etmek; sadece hikmetli, mantıklı bir davranışa değil, din mantığına, hikmetine de aykırıdır. Fakat bu mesele İslâm’ın bütün prensipleri hakkında aynı şekilde değildir. Dinin temelinin dayandığı prensiplerde, meselâ Allah’ın birliği, peygamberlik vs. de ameli menfaat­ler açısından taviz olarak nitelenebilecek hiçbir örnek Hz. Peygamberin (s.a) hayatında görülemez. Böyle bir şeyi dü­şünmek bile mümkün değildir.

Bu meseleleri iyice düşünür, kafanıza iyice yerleştirirse­niz, pek çok şeyin cevabını kendiliğinizden bulabilirsiniz. Ben de sizin sözleriniz üzerinde sırası ile durarak kısa ve Öz­lü bir anlatımla yapıyoruz bahanesiyle yerimi ifadeye çalışa­cağım.

  1. Sizin düşüncenize göre; mevcut yarı İslâmî anayasayı kusursuz tam bir İslâm anayasası haline getirmek için ilk ve daha iyi yol, Kitap ve Sünneti çok iyi bilen, takva, basiret, ze­ka ve inisiyatif sahibi müslümanlardan oluşan bir anayasa mahkemesinin kurulmasıdır. Bu amaç için siz doğrudan doğruya mücadeleyi, uğraşmayı tercih ediyorsunuz. Size gö­re bu doğrudan doğruya mücadele ve çalışma zorunluluğu şu sebepten daha da çok gereklidir: Ülkede değişik ve birbirine zıt sınıflar anayasa yapıyoruz bahanesiyle İslâm’ın tuhaf, acayip ve yeni yorumlarını yapmaya başlamışlardır. Nite­kim siz, bu maksat için seçimleri vasıta yapmayı en son nok­tada kabul etmeye hazırsınız. Siz, söylediğiniz sözlerin hiç birinin ameli yönü üzerinde durmadınız, düşünmediniz. Gerçekler dünyasında bizim karşılaştığımız durum şudur: Memleketimizde kanun koyan ilk kuruluş İngilizlerin idare­si zamanında gerçekleştirilmiştir. Bu düzeni onlar kendi an­layış ve düşüncelerine göre, millî, demokratik ve laik temel­ler üzerine oturttular. Bu düzen seneler boyu işte bu prensip­lere göre gelişti. Ülkenin düzeni bu prensiplere göre onarıl­makla kalmadı, eğitim düzeni de ona uygun düşünceyi ha­zırladı. Toplumumuzun etkili tabakaları bunları benimsedi ve bir bütün olarak toplum bunlara tamamen uyum sağladı. Elimizdeki araç ve imkanların azlığına rağmen, bu binanın asıl kafirce temeli (dindışı düzeni) değiştirilerek, onun yeri­ne sizin yarı dini dediğiniz bu temel atılmıştır. Önceki dokuz sene içinde bu işin hangi zorluklarla başarıldığını unutma­yınız. Şu anda bile, dindışı tercih ve eğilimler taşıyan etkili tabakanın bu yarı dini dediğiniz anayasayı değiştirmek için nasıl uğraştıklarına gözünüzü kapamayınız. Acaba mevcut şartlarda, tam ve halis İslâmî kavramlara uygun bir anaya­sa mahkemesinin kurulması fiilen mümkün müydü? Bugün kabul edilebilir olan şeyi ele geçirme imkanı varken, onu alıp gelecekte daha ileri adım atmaya vasıta yapma yerine; istek­lerimizin tümü üzerinde ısrar etmemiz ve onu elde edemedi­ğimiz için de nasıl olsa isteklerimizin hepsini elde edemiyo­ruz, o halde elimizde bulunanları da reddetmeliyiz demek, akıllıca bir davranış mıdır?

Sizin de “anayasanın İslâm gereklerini hiçbir değiştirme­ye tabi tutmadan, tam olarak yerine getirebilmesi” dediğiniz gibi, şimdi biz de bu yarı İslâmî anayasayı eksiksiz İslâm anayasası haline getirme konusunu önümüze koyduk. Siz haklı olarak diyorsunuz ki: “Bu iş için Kitap ve Sünnet’i çok iyi bilen, akıl, mantık, fîraset ve takva ehli müslümanlardan oluşan bir anayasa mahkemesine ihtiyaç vardır.” Fakat siz bunun için seçim yerine doğrudan çalışmayı tercih ediyorsu­nuz. Biraz da bunun ameli yönüne bakınız. Bu şekildeki bir anayasa mahkemesi için uygun insanları aday gösterme işi­nin hiç kimseye havale edilemeyeceği açıktır. Bu kişileri seçme hakkının sadece dini kuruluşlarla, dini topluluklarla ve dindar insanlarla sınırlı tutulması da mümkün değildir. Böyle yapılsa bile, mevcut duruma göre onların oyuyla öyle insanlar seçilip geleceklerdir ki, onlar eliyle belki de İslâm devleti kurma düşüncesi toprağa gömülecektir.

Bütün bunlardan sonra kabul etmek zorundayız ki, hal­kın oy verme hakkından başka, seçimin başka bir şekli ne mümkündür ne de ona karşılık daha uygun bir şekil vardır. Eğer siz bu meseleyi tam olarak anlarsanız, artık bu yarı dini anayasanın eksiksiz İslâm anayasası haline çevrilmesinin ve onun İslâm gereklerini hiçbir değişikliğe uğratmadan yerine getirmesini sağlamanın yolunun halkı, düşünce ve ahlâkî açıdan; Kitap ve Sünnet’i iyi bilen, akıl, mantık, iz’an ve takva sahibi insanları hem arzu eden hem de onları arayıp bulup tercih edebilen insanlar haline getirmeye çalışmaya bağlı olduğunu kendiliğinizden anlayacaksınız. Bu işin ka­deme kademe, çok yönlü ve ömür tüketen uzun bir çalışmay­la yapılabileceği ortadadır. Şu da ortadadır ki, bu iş bomboş bir ortamda olmayacak; aksine, zorluk ve engeller çıkaran güçlerin, muazzam imkanlar, vasıtalar ve güçlerle halkın kafasını ve ahlâkım bunun tam tersi bir seçim türüne hazır­ladıkları bir durum ve ortamda olacaktır. Bu durumda, se­çimleri göz ardı ederek sadece doğrudan bir çalışma ile yeti-nildiği takdirde ele ne geçecek düşünebiliyor musunuz? “Doğrudan çalışma”, dışarıdan baskı yaparak istenilen tür­den bir anayasa mahkemesinin kurulmasını anayasaya göre bir şart olarak kabul ettirme mânâsına veya memlekette Ki­tap ve Sünnet’i iyi bilen, akıl, mantık, iz’an ve takva sahibi kimselerin anayasa mahkemesinde üstün gelecekleri yahut tamamen hâkim olacakları genel bir düşünce tarzı ve ahlâk anlayışı yerleştirme mânâsına da alınsa, iki durumda da -bu sonuç fiilen ne zaman ortaya çıkarsa çıksın- sadece dışarı­dan ve doğrudan olmayacak aksine seçim yoluyla olacaktır. Bu seçim sistemini ister bugün, isterseniz 10-20-50 sene son­ra kullanınız sonuç değişmeyecektir. O halde, gerçek durum bu olduğuna göre, seçimi göz ardı etme yerine bu “doğrudan doğruya” çalışma tarzı, genel düşünce ve ahlâk inkılâbı, se­çimle birlikte neden yapılmasın? Bu çalışmalar neden bütün hızıyla devam etmesin? Ve neden bu çalışmalarda elde edi­len başarılar vasıtalı veya vasıtasız seçimler üzerinde etkisi­ni göstermekte kullanılmasın? Bu stratejiyi bütün açıklığıy­la engelleyici güçlere bırakmakta ne fayda görüyorsunuz? Bu stratejik yeri onlara bir kere terkettikten sonra, oraya ne zaman dönerseniz dönünüz, ayağınızı basacağınız yeri çok daha fazla daralmış bulacaksınız. Bunu anlamıyor musu­nuz?

2.aktadır: Siz, gerçek manzarayı göz ardı ederek öyle bir boş ortam hayâl ediyorsunuz ki, o boş ortamda düşünceleri­niz arzuladığınız şekilde uygulanabilecektir. Hayâl ettiğiniz ortamda geçmişi ve bugünü olmayan her şeyden uzak bir in­san topluluğunun yaşadığını, bu sade ve renksiz topluluğun önüne İslâmî bir program koymaktan başka bir şeye gerek olmadığını zannediyorsunuz. Halbuki burada, uzun süreden beri cumhuriyet, dindışılık, laiklik ve ülke milliyetçiliği kav­ramları üzerine dayalı bir düzenin fiilen musallat olduğu bir topluluk yaşıyor. Bu yapılanma sadece devlet düzeninde de­ğil, öğretim düzeninde, sosyal ve medeni düzende de yayıldı ve derinlere kök saldı. Bu düzenin üç temel kavramı birbiriy­le ayrılmaz bir bütün halinde, birbiri içine girmiştir.

Bununla birlikte bizim düçâr olduğumuz diğer bir gerçek mesele de şudur: Bu toplumda sadece insan olmaktan öte hiçbir şey olmayan kimseler yaşamıyor. Bilakis müslüman olan ve olmayan iki büyük grup yaşıyor. Müslüman olmayan grubun çoğunluğunu hindular oluşturuyor. Müslümanlar­dan devlet idaresini fiilen elinde bulunduran sınıf veya sınıf­lar, bizim ülkeyi kendisine doğru çekip götürdüğümüz dini düzene düşünce yapıları bakımından karşıdırlar. Uzun za­mandan beri başımıza musallat olmuş olan dindışı düzeni deteklemektedirler. Müslüman olmayanlar arasındaki ço­ğunluğu oluşturan hindu grup ülke milliyetçiliği kavramına sadece duygusal olarak bağlı kalmamaktadır. Onların bü­tün arzu ve istekleri bu ülkede (Pakistan’da) milliyetçilik kavramına dayalı dindışı bir cumhuriyet düzeninin kurul­masıdır. Bu durumlarda karma seçim, sizin kendisini İslâm programı sunmak için uygun gördüğünüz o sade şekilde gel­meyecek, aksine o bütün tarihi ve mevcut arka plânı ile ve dindışılığı destekleyen bütün grupların ülke milliyetçiliğini kullanacakları bir alet olarak gelecektir. Özellikle Doğu Pa­kistan’ın (Bangladeş’in) durumunu bilenler, orada karma seçimin dindışüığa (laikliğe) ve Bangel milliyetçiliğine oran­la, İslâm programına daha uygun düşebileceği hayâline ka­pılmazlar. Bu Bangel milliyetçiliğinin ve dindışılığın geri­sinde olan güçleri ve Doğu Pakistan’da bulunan bunlara uy­gun vasıta ve imkanları iyice ölçüp biçtikten sonra, bu rüya, bu iyiniyetli düşünce hemen yok olur. Müstakil seçimin ne kadar zararlı, karma seçimin ne kadar faydalı olduğunu an-latsanız da, bunlara şöyle veya böyle inanılsa bile, şu düşünce bir soru olarak devam edecektir: Şu anda içinde bulundu­ğumuz gerçek durumu görmezlikten gelip, bu iki seçim ara­sında bir karşılaştırma yaparak tercihte bulunmak; birini terkedip diğerini benimsemek, mantıklı bir davranış ve da­ha iyi bir hareket tarzı olarak ne derece doğrudur?

Siz her yerde kalıplaşmış bir İslâmî program sunulama-yacağım, bunun bir tek ölçüsünün olmadığını; bilakis yeri­ne, zamanına ve şartlara göre değişik üslup ve tarzları oldu­ğunu da unutmuşsunuz. Öyle yerler vardır ki, orada yaşa­yanların hepsi müslüman olmayan kimselerdir. Öyle yerler de vardır ki, müslümanları düzeni ile yönetilmektedir. Bir üçüncü çeşit yerler de vardır ki, orada müslüman olduğunu söyleyenler çoğunluktadır, ama yoldan çıkmış olmaları ya­hut gaflet içerisinde bulunmaları sebebiyle kâfirce bir sis­tem içerisinde hayatlarını sürdürmektedirler. Öyle yerler de olabilir ki, orada kâfirce düzen hükmetmektedir, ama müs­lüman olduğunu söyleyenlerin çoğunluğu İslâm düzenini ar­zulamaktadır. Bütün bunlardan daha farklı durumda olan öyle yerler de vardır ki, orada müslüman olduğunu açık açık söyleyenler sadece çoğunlukta, üstün durumda değildirler; onlar bulundukları yerde İslâm düzeninin temelini de at­mışlardır. Geriye, yarım bırakılmış bu işin tamamlanması kalmıştır. Niyet budur. Biz Pakistan’da ilk dört durumla de­ğil, bu son durumla başbaşayız. Bu ülkede her şeyden önce, müslüman olduğunu açık açık söyleyen insanlara seslenme-lisiniz. Onlara bu yarım kalmış plânı tamamlamaya hazır ol­maları düşüncesiyle seslenmelisiniz. Bu merhalede ihtiyaç duyulan programı ileri sürmelisiniz. Bu durumda eğer seçim sistemi karma olursa o zaman sizin çok geri plana çekilerek oradan davete başlamanız, müslüman olan ve olmayan her­kese eşit ölçüde hitap etmeniz ve atılmış temeli.göz ardı ede­rek, kendi başınıza yeni bir temel atma işine başlamanız ge­rekecektir. Bunu gören herkes sizin akıllılığınıza gülecektir. Eğer siz böyle yapmaz da eksik kalmış işi tamamlamak için bir program ileri sürecek olursanız, o zaman hangi akla göre müslüman olmayan insanlara bu daveti alıp götüreceğinizi bana söyler misiniz? Müslüman olmayan bu insanlara hangi mantığa uyarak, yarı dini anayasayı mükemmel İslâm anayasası haline çevirmek ve İslâm anayasasının gereklerim hiçbir değişiklik yapmadan yerine getirmek için Kitap ve Sünnet’i tam bilen, akıl, mantık, iz’an ve takva sahiplerine ihtiyaç olduğunu söyleyeceksiniz? Onlara, hangi akıl ve mantıkla, gelin bizimle birlikte siz de onları seçin, memleket milliyetçiliğine (ırkçılığa) dayanan dindışı bir düzenin teme­lini atmak isteyenleri terkedin diyeceksiniz?

Burada sorun sadece akıl, mantık ve hikmet sorunu de­ğildir. Kur’an ve Sünnetle bildirilen İslâm’ın o temel kanu­nunun da sorunudur. Bu temel kanun İslâm’a inananlarla, inanmayanları her bakımdan aynı ölçüde görmez. İnanan­lar, iman ve amel bakımından ne kadar değişik derecelerde olurlarsa olsunlar -onlardan biri isterse en güçlü inanan de­recesinde, diğeri de İslâm’ın tamamen başlangıç çizgisinde duruyor olsun- temel kanuna göre her bakımdan eşit hakla­ra sahiptirler. İnanmayanların temel kanundaki durumları ise onlardan farklıdır. İslâm düzeni ne zaman kurulursa ku­rulsun, İslâm temel kanununa (anayasasına) göre, o düze­nin binası, ancak müslüman toplum temeli üzerine yükselti­lecek, onun çalışma alanı kendisini hak kabul eden insanlar olacak; kabul etmeyenler değil. Bu düzeni yürütenlerin se­çilmesi, görevden alınması, göreve getirilmesi ancak inanan­lar eliyle olacak; inanmayanlar eliyle değil. Bu ayrıcalığı İslâm bizzat getirmektedir. Bu durum İslâm devletinin da­nışma meclisinin sadece müslümanlardan meydana gelme­sini gerektirir. Ama eğer zaman ve şartları gözeterek bu da­nışma meclisine müslüman olmayanların katılması da ka­bul edilirse, o zaman en azından o meclisin müslüman üyele­ri müslümanların oyları ile seçilmelidir. Buraya müslüman olmayanların oyunun girmesinin hiçbir anlamı yoktur. Bu­nunla taassup meydana geliyorsa, gelsin. İslâm davetine en­geller çıkıyorsa, çıksın. Biz, İslâm’ın mucidi (ortaya çıkara­nı) değiliz ki, kendi keyfimize göre, canımızın istediği gibi program yapalım ve İslâm davetinin hangi yolla yapılması gözümüze daha faydalı gözükürse onu tercih edelim. İslâm’ın kendisi, kendi düzeninde, müslümanla müslüman olmayanı ayırıyorsa, biz niçin İslâm’dan daha ileri giderek bu ayırımı göz ardı edelim? Niçin acâip bir İslâm düzeni kurmanın programını elimize alıp, ortaya çıkalım?

  1. Sizin anlattığınız yarı İslâmî anayasanın bütün tehli­keleri tamamen doğrudur. Böyle bir anayasada sizin saydı­ğınız yakın bütün tehlikelerden daha fazlasına biz inanıyo­ruz. Bunu tam bir İslâmî anayasa ile değiştirme çalışmaları­na ne kadar ağırlık vermişseniz, bunda tamamen haklısınız. Ama “bu yarı dini anayasaya nisbetle, dindışı anayasa yapıl­ması tercihe layıktır” diyerek anlattıklarınızda aşırı müba­lağa göstermeniz, sizinle aynı görüşte olmamızı zorlaştır­maktadır. Gerçek şu ki, kâfirlerin devletinin küfür üzerine kurulması başka, müslümanlarm milli devletinin küfür üze­rine kurulması tamamen başka bir şeydir. Bunun ikisi ara­sında yerle gök kadar fark vardır. Eğer daha başlangıçta, Pa­kistan’ın yeni doğan bu devletini bu yola dönmekten menet­me gayretine başlanmasaydı ve müslümanlarm millî heye­canları İslâm devleti isteğine doğru yöneltilmeseydi, bu ül­kede kısa bir zamanda İslâm düzeni getirme mücadelesi yo­lunda mevcut duruma oranla kat kat fazla ağır zorluklar or­taya çıkardı. İnsanın sadece dağ kazma zevki uğruna önüne ağır zorluklar dağı dikmesi, sonra da bu dağları yarmayı dü­şünmesi akıllıca bir şey değildir. Bu yarı dini anayasanın bü­tün aldatıcılıklarma ve tehlikelerine rağmen bizim için orta­ya çıkan en büyük kolaylık, artık anayasa ve cumhuriyet sis­temlerinde arzu edilen değişikliği getirme yolunun açılması­dır. Artık biz, sağlam bir Ölçü ve şaşmaz bir tahminle, bir ta­raftan vatandaşların düşüncelerini, anlayışlarını ve ahlâkî değerlerini durmadan değiştirmeye çalışabilir; diğer taraf­tan da bu değişiklikler ve daha iyiye yönelmeler ne kadar meydana geliyorsa, o ölçüde ve o oranda seçimler üzerinde etkili olarak, kendisiyle ülkenin hayat düzenini, yaşayış tar­zını doğrudan İslâm düzenine çevirmek için devletin imkan­larını kullanabileceğimiz gücü kazanabiliriz. Bu adım adım gelişme ile toplum ve devletin ikisinin de İslâm’a uygun ola­cağı zaman gelecektir. Tamamiyle dindışı bir anayasanın yapılması halinde bu yol bizim için tamamen kapanır. Bu ga­yeye ulaşmak için şimdikinden kat kat bozuk ve aşılması zor yeni bir yol aramamız gerekir. Ayrıca, devletin kâfirce duru­munun fiilen İslâmî duruma dönmesi için yapılacak en son iş ne olmalıdır sorusu bizi sonuna kadar perişan edecektir.

Buna ek olarak şöyle birşey daha var: Bizim daha önceki sekiz dokuz senelik mücadelemizde sadece devletin dindışı bir devlet olmasının önüne geçecek kadar çalıştığımızı ve ya­rı dini bir anayasa yaptırdığımızı söylemek, çok büyük bir hatadır ve asıl gerçeği çok yanlış ölçmektir. İşin aslı şudur: Bizim anayasa üzerindeki mücadelemiz sadece ve sadece anayasa yaptırma mücadelesi değildi. Aslında o mücadele, bu ülkedeki iki eğilimin çekişmesiydi. Dindışı bir eğilim ül­keye tamamen hâkimdi. Bu ülkeye hakim olan dindışı eğili­min arkasında sadece devletin bütün imkânları yoktu. Bu dindışı eğilimin arkasında bütün dünyanın hâkim düzenle­rinin düşünce birikimleri, kültür baskıları ve bizim kendi milletimizin en güçlü ve en etkili tabakalarının düşünce ve fiili yardımları da vardı. Bu dindışı eğilim, temel kanunlar bakımından bu yeni doğan ülkenin gelecekteki düzeninin hangi kavramlar, hangi görüşler ve hangi prensipler üzerin­de kurulması gerektiği üzerinde karar verme yetkisine de sahipti. Çünkü, kanun yapan meclis -bir tek kişi hariç- ya ta­mamıyla dindışı eğilimler taşıyan ya da İslâmî eğilimler ko­nusunda en azından umursamaz olan kimselerden oluşuyor­du. Diğer taraftan İslâmî anayasa isteğinin arkasında, İslâm’la birlikte, müslüman halkın duygusal bağlılığı dışın­da hiçbir dünya gücü yoktu. Bu duygusal bağlılık; kendisine din adına göstermelik bir oyuncak vererek avutulabilecek, hatta mide ve ekmek adma yönü komünizme kadar çevirebi­lecek ölçüde zayıf idi. Halkta görülen ve belirgin olmayan İslâm devleti isteği, açık ve net bir kavrayışla kafalara yer­leşmemişti. Hatta oldukça ileri derecede ilim sahibi olan ki­şilerin düşünce seviyeleri de şeyhülislamlık ve şer’î adalet sisteminden daha ileri bir noktaya ulaşmamıştı. Mücadele bu noktadan başlayarak mevcut yarı dini anayasa yapılma­sına kadar ulaşmışsa, siz bunun; bir bütün olarak, dini eğili­min gücünün artması ve dindışı eğilimin gücünün azalması olmadan gerçekleştiğine veya gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz? İşte, ulaşılan bu netice, bu sekiz dokuz senelik sü­re içinde iki eğilimin güçlerinin birbiriyle orantısının ne de­recede değiştiğinin açık bir ölçüsüdür. Bu sonuç sadece bir anayasa isteğinden ortaya çıkmadı. Bugün gözlerinizin önünde duran ne varsa, o; halkın duygularının istenilen yö­ne çevrilebileceğinin bir işaretidir. Artık halkın duyguları kesinlikle İslâmî eğilim tarafına çevrilmiş, İslâm düzeninin ve İslâm devletinin açık ve net bir kavramı onların gözleri önüne getirilip konulmuştur. İslâmî eğilim halkın içinde o kadar tanıtılıp yerleştirilmiştir ki, artık onlar bir takım oyunlarla aldatılamazlar.

Halkta bu eğilime ve İslâm düzenine şiddetli bir susama olmasa bile, en azından ondan başkasına razı olamayacakla­rı bir istek ve arzu meydana getirmiştir. Kamuoyu İslâm dü­zenini öylesine benimsemiştir ki, İslâm düzeni kavramı ka­muoyuna sapasağlam yerleşmiş, memleketin başka bir yöne alınıp götürülmesi ve atılan adımın ilerlediği yerden geriye çekilmesi imkansızlaşmıştır. Ayrıca zeki tabaka da İslâmî hayat düzeni; İslâm hukuku ve İslâm anayasası konusunda bilgilendirilmiş ve zihinlerindeki şüpheleri yok etmek için çok önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu sayede bugün, o taba­kanın dindışı düzeni destekleyen miktarından daha fazlası İslâmî düzeni destekleyen tarafa yönelmiştir. Buna ilave olarak şunu da söyleyelim: Bu süre içerisinde İslâm için doğ­rudan doğruya faaliyet gösterenlerin ve İslâm’a gönül veren­lerin sayısında da hayli artma olmuştur. Bu mücadelenin başlangıçtaki haliyle bir kıyaslama yapılacak olursa, bugün artık bu eğilime hizmet için öncekinden pek çok fazla elin, beynin ve imkanın hazır olduğu inkar edilemez. Bütün bun­lar yarı dinî bir anayasa yaptırarak bitmemiştir. İşte bunlar bizim ileride yapacağımız işin birikmiş gücü ve sermayesi­dir. Allah’ın lütuf ve desteğinden sonra ileride yapacağımız ıslah ve düzeltme için birinin gücünden destek almayı düşü-nebilirsek, işte o; önceden yaptığımız işin hazırladığı serma­yedir. Bunun değer ve önemim ölçmekte mübalağa yapmak ne kadar yanlışsa, değerini azaltmak, küçük görmek de o ka­dar yanlıştır. Aslından fazla, olduğundan daha çok ölçme­nin, değerlendirmenin sonucu; yapma gücü bizde bulunma­yan bir işi yapmak için harekete geçmemiz olacaksa, aslında daha az öçlmenin sonucu da bizim şu anda yapabileceğimiz şeyler için adım atmaktan vazgeçmemiz olacaktır. Ve mümkündür ki, ileride bir daha bu fırsatlar ele geçmez veya bugü­ne göre çok daha az ele geçer.

  1. Mektubunuzun en son bölümünde belirttiğiniz gibi, sözleri ve hareket tarzıyla size şikayet etme fırsatı veren Cemaat-i İslâmî mensuplarının haline çok üzüldüm. Biz araş­tırarak onların kimler olduğunu öğreneceğiz. Kendilerini belirlediğimizde onları ıslah etmeye çalışmaktan geri dur­mayacağız. Ama Cemaat-i İslâmî mensupları genel olarak ne mevcut anayasanın hatalı yönünü açıklamada ve ne de kusursuz bir İslâm anayasası kavramı oluşturmakta kusur işlemişlerdir. Onlar, mükemmel bir İslâm anayasası hazır­lanmıştır ve iş artık sadece son seçime kalmıştır diyerek hal­kı yanlış bir düşünceye de sevketmemişlerdir. Sizin anlattı­ğınız diğer kusurları ortadan kaldırmak için inşaallah mut­laka gayret gösterilecektir. Herşeye rağmen insan işi en üst dereceye ulaşmış olamaz. Diğer bir deyimle, insan ne kadar iyi yaparsa yapsın, yine de kusurları olur. Eğer siz Cemaat mensuplarının hatalarını bana sürekli haber verirseniz, hatta benim kendi kusurlarımı da bana bildirirseniz, size minnettar kalırım. Özellikle benim, nerede daha önce geçip gitmiş büyük zâtların yaptıkları işleri yanlış tanıttığımı ve­ya selefin (İslâm’ın ilk döneminin bilginleri) İslâm anlayışı­nı, ince görüşünü, İslâm’daki samimiyetlerini şüpheli hale soktuğumu bana mutlaka bildiriniz. Yanlış olduğuna ikna edildiğim her sözümü, her hareketimi düzeltmeye hazırım. Böyle bir hataya düşmüşsem bile, bunun bilerek yapılmadı­ğına kesinlikle inanınız.

Dini Hâkim Kılmak Farzı Ayn Mıdır?

Soru:

Bendeniz birtakım sualler sorarak, zâtıâlinizi cevap ver­me zahmetine sokmak istiyorum. Her ne kadar zâtıâlinizin meşguliyetleri dolayısıyla bunun uygun olmadığı anlaşılı-yorsa da ben bu soruların cevabını sizden öğrenmeye kendi­mi zorunlu hissediyorum. Çünkü onlar arasında bulunan çok önemli bazı sorular bu amaç ve bu teşkilatla ilgilidir ve bu teşkilatın varlığı sizin çok başarılı çalışmalarınızın sonucudur. Ben dokuz seneden beri bu cemaatle birlikteyim. Bu süre içinde hemen hemen teşkilatın bütün kitaplarını dik­katle okudum. Gönülden gelen bir görev duygusu ve hatta iç­ten gelen manevi bir baskıyla teşkilata girme saadetini elde ettim. Kur’an ve Sünnet’in delilleriyle tatmin olarak bu ce­maat düzenine katılmayı imanımın, ıslahımın bir gereği ka­bul ettim. Duygusal olarak değil, bilakis bütün akıl ve iza­nımla şöyle düşünüyorum: Bu cemaatin hak yolda olduğunu iyice anlayamayan insanlar Allah Teâlâ katında affedilebi­lir, bağışlanabilir. Ama kafası ve gönlü, küçük bir kıta bü­yüklüğündeki ülkede, bu devirde, bu hak işi, gerçek hizmeti tam olarak gören, bir kitle olarak hareket ve düşüncelerinin eteğine yapışılabilecek, bütün şüphelerden uzak bir cemaat işte budur diye vicdanı haykıran herkesin bu cemaate katıl­ması Allah katında üzerine bir borçtur, farz-ı ayn’dır. Eğer o herhangi bir düny?, menfaatini göz önüne alarak veya her­hangi bir nefsani duygudan dolayı bu cemaatle ilgisini ke­serse, o kimse Allah Teâlâ katında sorgulanacak, azarlana-caktır. Allah biliyor ki, ben bu satırları herhangi bir zümreci-lik veya bağnazlıktan hareket ederek yazmadım. Aksine, bu fakir ne anlamışsa onu açıklamıştır. Eğer bu yazılarımda bir yanlış anlamanın etkisi varsa, onu lütfen kaldırınız.

Ben yedi sekiz aydan beri burada kalıyorum ve din bilgini olan bir büyük zatla görüşüyorum. Cemaat’in davetini ve metodunu hakkın tâ kendisi kabul ediyor. Cemaatle tam bir anlayış birliği de var. Bununla birlikte, onun düşüncesi şöy­le: Cemaat’in durmadan uğraştığı dini hâkim kılma görevi herkese farz değil, aksine farz-ı kifayedir. (Bazı insanların çalışmasıyla değerlerinin üzerinden sorumluluk düşer.) Bu bakımdan, bu görevi bazı kimseler yaparsa, artık herkesin orada görev alması gerekli olmaz. Eğer bir kimsenin dünya menfaatleri onu bu işten uzaklaştırır ve bu yüzden cemaatle olan her çeşit ilişkisini keser de dini hâkim kılmak için tek başına hiçbir iş yapmazsa, hiçbir günah işlemiş olmaz ve o, Allah Teâlâ katında bundan dolayı hiçbir sorguya çekilmez, azarlanmaz. Bu iş cenaze namazı gibidir. Eğer bir kimsenin zamanı ve fırsatı varsa ve mizacı da uygunsa, bu işe katılma­lıdır. Eğer zamanı ve fırsatı yoksa, mizacı da uygun düşmüyorsa, bu göreve katılıp katılmamakta tamamen serbesttir. O, bu sözü dini hâkim kılma görevi konusunda söylüyor. Cemaat’in teşkilatlanmasına gelince: O büyük zât bu teşki­lata katılmak, teşkilatın başkanının sözünü dinlemek, bu yolda karşılaşılan zorluklara sabretmek ve bu amaç için her çeşit bedeni ve mâlî fedakârlıklarda bulunmak gibi işlerin hepsine tam anlamıyla nafile değeri vermektedir. Nitekim o, açık ifade ile diyor ki: “Bunlar Allah katında yüksek derece elde etmek için gerekli olan, ama kesin kurtuluş ve ^ağışlan-ma için şart olmayan teheccüd namazı gibi işlerdir. Ne za­man kendisine, “bu yolda canlarını feda edenler çocukları­nın, ailesinin geleceği hakkında hiçbir şey düşünmeyenler, bütün bunları bir tek nafile iş için mi yaptılar?” denilse, ga­yet açık ve net olarak şöyle demektedir: “Onların bütün fedakârlıkları sadece üstün dereceler elde etmek içindi, yok­sa böyle yapmaları onlara farz değildi.” O bu sözleri önüne İhvân-ı Müslimîn örneği sürüldüğü zaman söyledi. Onun anlayışı şudur: Eğer bu çalışma doğru kabul edilirse, İhvân-ı Müslimîn ve onlar gibi Allah için canlarım feda eden diğer hak ehli kişiler övgüye layık olacakları yerde, aksine kötü­lenmeye layık duruma geleceklerdir. Sadece nafile bir iş için canını vermek ve geri kalmış kendi insanlarını terkedilmiş halde bırakmak, dinde aşırılık değil de nedir? Bu işi yapan, Alah katında azabı hak etmiş olabilir.

Cemaat düzenine bağlılık ve cemaatin başkanına itaat söz konusu olduğunda da şöyle demektedir: “Çeşitli devirler­de ve çeşitli ülkelerde dine hizmet görevini yürütmek için ayağa kalkmış olan böyle değişik teşkilatların çalışma düze­nine bağlı kalmak ve onların başında bulunanlara itaat et­mek farz değildir. İtaat ancak Allah’ın Peygamberine ve Ra-şid Halifelere farzdı. Çeşitli ülkelerde dine hizmet için kuru-lagelen böyle cemaatlerin başkanlarına itaat etmek farz de­ğildir.” Sanki artık yapılacak hiçbir iş kalmamıştır. Hayret edilecek şey, eğer bu devirde Peygamberi metod üzerine hali­felik kurulsa, o zaman onun başkanına itaat etmek Râşid Halifeler devrinde olduğu gibi farzdır, ama onlar bunu da ka­bul etmeye hazır değiller.

Bir din bilgininin ağzından bu sözleri işitmek beni kahrediyor. Ben kendi eksik ilmim Ölçüsünde onu ikna etmeye çok çalıştım, ama onun ilk ve son cümlesi şu değişmez söz olmuş­tur: “Bu işler farz-ı ayn (herkesin sorumlu olduğu görev) de­ğildir. Farz-i kifaye (bir kısmının yapması ile diğerlerinin yapmak zorunda olmadığı iş) veya nafile değeri taşır.” Bu sözler ve bu şekildeki düşünceler İslâm davasının, İslâm ha­reketinin gelişip güçlenmesinde öldürücü bir zehir gibidir. Bu sözlerin bu yola henüz adım atmış gençlerin kulaklarına gitmesi onların çalışma azmini felç etmeye yeterlidir. Bu sözlerim bu şekilde düşünenleri tahrik etmek için değil, ak­sine onların yanlış düşüncelerinin yayılmasından endişe et­tiğim içindir. Aslında Cemaat’in bütün yayınları onlara cevap veriyor, ama herhalde herhangi bir yerde toplu olarak kısa ve delilli cevaplar bulunmamaktadır.

Din alimi olan o zâtın kafası, fıkıh tabirleri ve fıkıh mese­leleri ile o kadar sarmaş dolaş olmuş ki, Cemaat’in yayınladı­ğı eserlerin ortaya sürdüğü delilleri değersiz, ağırlıksız bu­luyor ve şöyle diyor: “Cemaat’in yayınladığı kitaplarda delil­ler ve belgeler yoktur.” Önceleri onun bu cümle ile ne demek istediğini anlayamamıştım. Çünkü, Cemaat’in yayınladığı kitapların belge ve mantık gücü ile silahlanması, karşı ko­yanların bile kabul ettikleri üstün özelliğidir. Bu bakımdan, sözünü açıklamasını istedim: “O eserlerde Hanefi mezhebi fıkhının veya diğer fıkıh ekollerinin kitaplarına atıfta bulu­nulmamıştır. Kuran ve Sünnet’ten ise sadece kendi düşün­celerine göre delil getirmişlerdir” demeye başladı. Konuşma­larının özü, Özeti şu: Eğer Hanefî fıkhının herhangi bir kita­bında, dini hâkim kılma ve bu yolda bir topluluk meydana getirme, sonra da onun metoduna bağlı olma ve başkanına itaat etmenin farz-ı ayn olduğuna dair bir hüküm gösterilir­se inanacak, yoksa Cemaat’in toplantılarına katılma konu­sunda kendisine ısrar edildiği ve haftalık rapor istendiği takdirde Cemaatle görüş birliği içinde olmaktan da vazgeçe­cek. Sizden istirhamım, verilecek cevapta Hanefi fıkhına ait kitaplara atıfta bulunmak mümkünse, bu yapılsın. Belki o zaman gönlündeki düğümler çözülür.

Bir soru da ben kendim sormak istiyorum: Çok kere ka­famda şu soru canlanır durur: İslâm’ın şartları olarak beş

şey anlatılır. Bunlar içinde dini ayakta tutma çalışmaları yapma şartı yoktur. Halbuki, önemi göz önüne alınırsa, al­tıncı şart değerine sahip olmalıydı. Eğer öyle olsaydı, İslâm; yalnız namaz, oruç, zekat ve hacla sınırlı kalmaz, onun ge­rektirdiği davranışlar her müslümanın önünde sürekli du­rur ve her devirde şuurlu hareketler meydana getirirdi. Di­nin emirleri arasında, dini ayakta tutma görevinin (farizası­nın) değerinin ne olduğunu lütfedip açıkça yazınız.

Önceleri Cemaat’le olan ilişkileri, üye olmak için dilekçe verecek kadar ilerlemiş olan bir başka büyük zât var. Fakat onun kafasına ansızın bir mesele takıldı ve elini eteğini top­layarak Cemaat’ten o kadar uzaklaştı ki, sanki Cemaatle hiçbir ilişkisi olmamış. O zât diyor ki: “İslâm anayasasının düzenlenişinden sonra Pakistan bir İslâm devleti haline gel­miş ve bu ülkede bütün müslüman vatandaşlar bir yönetim düzenine, bir itaat sistemine tâbi olmuşlardır. Bu itaat düze­ni herkesi bir araya toplamakta ve herkese hâkim olmakta­dır. Artık herkes bu büyük itaat düzeninin etrafında çevre­lenmiş, birleşmiştir. Bu bakımdan, böyle bir düzen varken, herhangi bir başka düzen kurulması ve insanlardan kendisi­ne itaat edilmesinin istenmesi, tıpkı bir devlet içinde ona pa­ralel başka bir devletin kurulması gibidir. Kısacası; herhan­gi bir cemaate, herhangi bir teşkilata ve herhangi bir başka­na ihtiyaç yoktur. Pakistan bir İslâm devletidir. Devletin onu yönettiği görülmektedir. Bütün müslümanlar, artık bir cemaatin değil; bilakis bu devletin her yeri tutan teşkilatı­nın bir üyesidir. Artık o vatandaşların tam itaatleri, bağlılık­ları, işte bu devlet denen teşkilatın hakkıdır; herhangi bir başka cemaatin değil. Şimdi itaat herhangi bir kimseye de­ğil, devletin başkanına olmalıdır”. Bu anlayış sonuç itibariy­le vatandaşların cemiyet kurma hakkının son bulduğu bir anlayış tarzıdır. Bu anlayışta sadece vatandaşların cemiyet kurma hakkı son bulmamakta, bu hakkı zikretmek bile dev­lete başkaldırmakla eşit tutulmaktadır. Bu anlayışa cevabı­nız nedir? Acaba İslâm devleti gerçekten Öyle bir devlet mi olacaktır ki, onda başka partinin döllenmesine ve doğması­na fırsat verilmeyecek? Eğer verilirse, bir itaat düzeni açı­sından, onun durum ve değeri ne olacaktır? Böylesi bir durumda herhangi bir müslümanın İslâm’ın gerektirdiği sos­yal faaliyetleri yapmak için herhangi bir cemaate katılması­na gerek yoktur; Çünkü, o artık bir İslâm devletinin vatan­daşı durumundadır diye düşünmesi uygun mudur? Bu soru­lar ilmî açıdan özel önem taşımaktadır, bunlara verilecek ce­vap da ilmi olmalıdır.

Bir diğer soru da şu: Şeriatte, cemaatle namaz kılmanın değeri nedir? Bu vacip midir? Sünnet-i Müekke’de midir? Ki-faye vacip midir? Sünnet-i Müekke’de kifaye midir? Hangi durumlarda veya hangi mazeretlerde cemaatle namaz kıl­manın vacipliğinin yahut müekkede oluşunun şiddeti azal­maktadır? Burada mescidler az ve uzak mesafelerdedir. Bu yüzden pek çok insan namazlarını evlerinde kılıyor. İstese­ler az bir zahmete katlanarak camilere gidebilirler. Ama ki­mi beraberinde kimse olmadığını mazeret göstermekte, kimi gece karanlığını, kimi su ve çamuru, kimi de yolların bozuk oluşunu. Bu özürler mantıklı mıdır? Dükkanlarında namaz kılan bazı adamlar yalnız oldukları bahanesini ileri sürüyor­lar. Bunlar içinde Cemaat-i İslâmî’nin üyeleri ve sempati­zanları da var. Bu adamlar toplantı yapıyorlar ve cemaatle namaz vakti geçip gidiyor. Daha sonra kendi başlarına teker teker namazlarını kılıyorlar. Bu hareketlerin nereye kadar doğru olduğunu lütfen yazınız.

Büyük günahlar arasında yalanın derecesi nedir? Kitap ve Sünnet’te bunu işleyene bildirilen bütün tehditleri anlatı­nız. Yalan söylenmesinin mubah olduğu durumlar var mı­dır?

Bir kimsede altı yüz gram gümüş değerinden daha fazla değerde, ama 86 gramdan daha az miktarda altın varsa ve kesinlikle gümüş karışımı değilse ve para da artmıyorsa, bu durumda o kişiye zekat farz olur mu, olmaz mı? Bu soru altı­nın zekat nisabı 86 gram olduğu için sorulmuştur.

Pek çok insan vitir namazının üçüncü rek’atmda bilerek ve sürekli İhlas Sûresini okuyor. Bu durum özellikle Rama­zan ayında, teravih bittikten sonra vitir namazı cemaatle kı­lınırken görülüyor. Bu aynı şeyin sürekli yapılışı bir delile mi dayanmaktadır, yoksa sadece alışkanlık mıdır? Aynı şeyi de­vam ettirmek doğru mudur?

Fitre miktarı konusunda çok farklı görüşlere rastlan­maktadır Kimi üç kilo civarında buğday veriyor, kimi iki buçuk küo, kimi de iki kilo bir çeyrek. Doğru ölçü hangisidir? Bu konuda sız nasıl hareket ediyorsunuz? Fitre konusunda sor­mak istediğim diğer bir şey de şu: Eğer bir kimse, kendisi ni-sab miktarı mala sahip olamamış da karısı o seviyeye ulaş-mışsa; bu durumda fitre sadece hanımına mı vacip olacaktır, yoksa kocasına da vacip midir? Çocuklar için de fitre verilir mi, verilmez mi?

Cevap:

Cemaat-i İslâmî hakkında belirttiğiniz görüşün hemen hemen aynısını Cemaat’i kurarken ben de belirtmiştim. Hak açığa çıktıktan, Cemaat-i İslâmî’nin hak.yolda olduğu anla­şıldıktan sonra, artık onunla birlikte olmamanın Allah Teâlâ katında sorumluluğu gerektireceğini sürekli olarak insanların kafasına yerleştirmeye çalışıyorum. Elbette, Ce­maat-i İslâmî’nin niceliği ve durumu hakkında bir tereddü­dü olan veya iyi niyet ve samimiyetle gönlü tatmin olmayan kimseler bağışlanabilirler.

Sözünü ettiğiniz din âliminin, “dini ayakta tutma çalış­maları her bakımdan sadece farz-ı kifayedir” demesi yanlış bir anlayış ve sakat bir düşüncedir. Dini ayakta tutma yolun­daki bu çalışmanın farz-ı kifaye olması, sadece kişinin kendi ülkesinde veya bölgesinde dinin hâkim olduğu, kâfirler tara­fından Dâru’l islâm’a (islâm yurduna) hiçbir saldırı yapıl­madığı ve çevre bölgelerde de dini hakim kılma çalışmaları yapıldığı takdirde mümkündür. Bir zümrenin bu farzı yeri­ne getirdiği bölgelerde, bu farz diğer insanlardan düşer ve meselenin biçimi cenaze namazı türünden olur. Ama eğer din kişinin kendi ülkesinde yenik bırakılmışsa, Allah’ın şeri­atı terkediüp geçersiz kılınmışsa ve apaçık olarak haramlar, ahlâksızlıklar alıp yurümüşse, Allah’ın belirlediği çizgi çiğ’ neniyorsa veya kişinin ülkesi İslâm yurdu olmuş ama civar ülkeler tarafından yıkılma tehlikesi varsa, bu gibi durum. larda bu çalışmat farz-ı kifaye dep tam bir farz-ı ayn olur Gücü kuvveti olduğu halde; dini hâkim kılmak, dini koru­mak için savaşmaktan kaçınan nerkes Allah katında sorumlu olacaktır. Bu konuda fıkıh kitaplarının yapraklarını çevirmeden önce tarif ettiğiniz kişinin, namaz ve oruca bağlı ol­duğu halde kalpleri cihaddan soğutanlara şiddetli azaplar verileceği tehdidini anlatan, hatta o gibi kimselerin münafık olduğunu da belirten Kur’an ayetlerini okuması gerekir. Kur’an-ı Kerim bu gibi durumlarda cihad yapmayı imanm mihenk taşı kabul etmekte, ondan bilerek kaçınanların, hat­ta tembellik yapanların hiçbir itaatini de değerli saymamak­tadır. Anlattığınız kimse, bununla yetinmeyerek hâlâ kendi­sine bir delil gösterilmesini istiyorsa, fıkıh kitaplarındaki ci­had bahislerini bularak baksın. Düşmanın İslâm yurduna saldırması halinde cihadın farz-ı kifaye mi, farz-ı ayn mı ol­duğunu görsün. Bu fıkıh kitaplarının yazıldığı devirde İslâm ülkelerinden hiçbirinde İslâm hukuku kaldırılmamış, şer’î cezalar da geçersiz kılınmamıştı. Bu bakımdan o kitaplar sa­dece düşmanın hücum etmesi halindeki hükmü açıklamış­lardır. Fakat ne zaman ki müslümanların kendi vatanların­da küfür kanunları geçerli, İslâm kanunları geçersiz kılın­mış ve idari yetki Allah’ın belirlediği çizginin ayakta tutul­masını vahşice bir hareket kabul eden insanların eline geç­mişse, mesele düşman saldırısına göre bir kaç kere daha faz­la ağırlık kazanmış, daha büyük önem arzetmiştir. Bu du­rumda dini birazcık olsun anlayan hiçbir kimse dini hâkim kılma gayretine sadece farz-ı kifayedir diyemez.

Cemaat düzenlemesine gelince: Küfür hükümleri karşı­sında Allah’ın hükümlerinin uygulanmaya çalışılmasının topluca ve düzenli bir mücadele verilmeden yapılamayacağı açıktır. Bu bakımdan; düzenli, toplu bir mücadele için cema­atin varlığı ve var olan cemaate sıkı sıkıya sahip çıkılması gereklidir. Bu konuyla ilgili pek çok hadis vardır. Şüphesiz, tamamen iman ehli kişilerden meydana gelmiş bir cemaatin olmadığı ve bu büyük amaç için sosyal bir güç meydana getir­mek amacıyla değişik çalışmaların sürdürüldüğü yerlerde, şeriat sahibinin cemaatin bulunduğu halde verdiği hüküm­ler gibi cemaate bağlı olma hükümleri ortaya sürülemez. An­cak dini hâkim kılma konusunun şer’î önemini tanıyan ve bu konuda bir müminin görev ve sorumluluğunu duyan bir kim­se de bu çalışmalara ilgisiz kalamaz. Böyle bir yolu benimseyemez. Onun üzerine düşen; bunları ciddiyetle incelemek ve hangi çalışmanın doğru ve hak üzere olduğuna kanaat geti­rirse o çalışmada görev almaktır. Kişinin bir cemaati hak üzere görüp, ona bağlanmış olması halinde çalışmalara ve teşkilata katılmaması baştanbaşa İslâmdışı bir harekettir. Bu hizmete katılış sadece nafile bir ibadet değil, bilakis farz bir ibadettir. Çünkü, bu olmadan dini hakim kılma görevi fii­len yerine getirilemez. Emre itaatle ilgili hadislerde bildiri­len hükümler ve bizzat Kur’an-ı Kerim’de ulu’l emre itaat ko­nusunda gelen ilâhî fermanlar vardır. Bu hükümler sadece Hz. Peygamber (s.a) ve Râşid Halifeler dönemi içindi diye dü­şünmenin ve o şekilde kabul etmenin hiçbir delili yoktur. Eğer öyle olsaydı, o zaman bunun mânâsı; artık hiçbir İslâm devleti yürütülemez ve Allah yolunda hiçbir cihad yapıla­maz demek olurdu. Çünkü, teşkilata bağlanmadan, emre itaat edip söz dinlemeden bunlar anlaşılamaz. Din ilminden birazcık olsun nasibi olan birinin hiçbir dayanağı olmayan böyle sözleri nasıl söyleyebildiğine şaşıyorum.

Anlattığınız diğer insanlar, akıllarınca, bugüne kadar müminlerin emirleri mevkiine oturtulmuş insanların bile düşünemedikleri incelikleri düşünmüşlerdir. Eğer bu mese­le onların düşündüğü şekilde olursa, o zaman memleketin bütün cemaatlerini bir kalemde silip atmak, burada İslâm hükümlerinin uygulanmasını söyleyen herkesin ağzını ka­patmak ve zevku sefa içerisinde, binbir çeşit ahlâksızlık ve günah bataklığında yuvarlanıp gitmek gerekir. Artık bu ül­kede İngiliz döneminin kanunları rahatlıkla yürür. Şeriatın uygulanmasına çalışanlar sadece dünyada değil, ahirette bi­le yüzleri kara ve azaba layık gösterilmiş olur. Çünkü onlar şer’î açıdan şeriatı uygulama gayreti göstermeye izin veril­miş olmazlar. Aklı, iz’am bu kadar olan düşük seviyeli insan­ların Cemaati İslâmî’yi terkedip gitmelerini işitince doğru­su pek sevindim.

Artık sorularınızın kısa cevaplarını sunuyorum:

  1. Dinî hâkim kılma görevinin değerini anlamada sizin tereddüde düşmenizin sebebi, İslâm’ın şartlan ile iman ehli kişilerin görevleri arasında bir fark görmemenizdır. islâm şartları, üzerlerine İslâm hayat binasının kurulduğu şeylerdir. İman ehli kişilerin görevleri ise, İslâmca bir hayatın ku­rulmasından sonra yerine getirilmesi gereken iman gerekle­ridir. İslâm’ın şartları hakim değilse, İslâmca bir hayatın bi­nası asla dikilemez. Eğer o binanın dikilmesinden sonra imanın gerekleri yerine getirilemiyorsa, bu; kırda viran va­ziyette duran bir binanın durumu gibidir. Dini hâkim kılma görevi, İslâm’ın şartı (direği) değildir. Bilakis o, İslâm binası kurma amaçları arasında en önemli bir amaçtır. Bu binanın kurulması, bu binada oturanlar ve bu binanın genişletilmesi hep bu amaca bağlıdır. Eğer bu farz ihmal edilecek olursa, İslâm binası ağır ağır eskiyecek ve içine küfür ve ahlâksızlık tohumlarını yerleştirme fırsatı doğacak, böylece İslâm bina­sının genişleyerek bütün yaratıkların sığmağı haline gelme imkanı ortadan kalkacaktır. İşte bu bakımdan, bu iş müslü-manlarm hayatının hedefi olarak gösterilmiştir.

Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat (aşırılığı olmayan, adil, seçkin) bir ümmet kıldık.[82]

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; ma­ruf (iyi ye İslâm’a uygun) olanı emreder, münker (kötü, çir­kin ve İslâmca aykırı) olandan sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.[83]

  1. Bir İslâm devlet biçimi daha vardır ki, o biçimde devlet sadece nazariye (görüş ve teori) olarak İslâm devleti değil, aksine devleti yürüten organ (hükümet) da bir idare olarak fiilen İslâm hükümetidir. Duygu ve yaşayış olarak çok iyi, takva sahibi, iman ehli kişiler idareyi yürütmekte, danışma sistemi asıl İslâm ruhu ile ayakta durmakta ve İslâm’ın, uğ­runa devletini kurmak istediği amaçlar için bütün hükümet sistemi iş görmekte, faaliyette bulunmaktadır. Bu biçimdeki devlet idaresinde devlet başkanı, bütün iman ehlinin lideri ve onun önderliğindeki bütün ehl-i iman bir tek cemaattir. Bu durumda cemaat içinde cemaat oluşturmak için yapılan her çalışma yanlış olacak, bir imamın önderliğinden vazge­çip, bir diğerinin önderliğini kabul etmek, ona itaat etmek caiz olmayacaktır. Diğer biçim ise, devletin sadece nazariye olarak İslâm devleti olması, geri kalan İslâmî özelliklerden hiçbir şeyin bulunmamasıdır. Bu durumun değişik kademe­leri vardır ve her kademenin hükümleri ayrıdır. Böyle bir du­rumda devleti ıslah için düzenli, toplu çalışma yapmak hiç­bir şekilde İslâm’a aykırı değildir. Bazı durumlarda bu çalış­mayı yapmak farzdır bile. İslâm devletinin ahlâksız, günahkar idarecileri buna caiz değildir. İslâm’a aykırıdır di­yorlarsa, bırakınız desinler. Ama tuhaf olan, bunun caiz ol­madığına dair en küçük şer’î bir delil bulunmamasına rağ­men, temiz ve iyi niyetli insanların buna caiz değildir, deme­leridir. Eğer bu caiz değilse, Emevilere başkaldıranları gizli ve ve açık olarak destekleyen müctehidlerin hali ne olacak, onların derecesi ne hale gelecektir.

Namaz ile ilgili şer’î hüküm şudur: Ezan sesi nereye ka­dar ulaşıyorsa, mescide gitmeye mâni şer’î bir özrü bulunan insanlar hariç, ezanı işiten herkes mescide gitmelidir. Şer’î özürler ise kişinin hastalığı veya bir tehlike ile karşı karşıya olması yahutta şeriatça geçerliliği kabul edilen bir engelin bulunmasıdır. Yağmur çamur bu tür engellerden sayılır. Ni­tekim böyle durumlarda sahabe-i kiram’dan bazıları ezan okunur okunmaz, insanlar bulundukları yerde namazlarını kılsınlar diye “dikkat edin, bulunduğunuz en uygun yerde namazınızı kılın” diye nida ederlerdi. Cemaat-i İslâmî men­supları toplu olarak bulundukları halde ayrı ayrı namaz kıl­mayı cemaatle namaz kılmaya tercih ediyorlarsa bunu ka­bul etmek mümkün değildir. Bu davranışa şiddetle itiraz edilir. Bu alışkanlık düzeltilmelidir.

Büyük günahlar içinde yalanın yeri, onun da büyük gü­nah oluşudur. Hatta, Peygamber Efendimiz bunu münafıklık alâmetleri içinde saymıştır. Bunun caiz olabileceğine an­cak, yalan söylendiğinde çok kötü bir durumun önüne geçil­mesi mümkün oluyorsa izin verilmiştir. Meselâ; mazlum bir insanı zalim bir adamın elinden kurtarmak veya karı koca arasını düzelterek yuvanın yıkılmasının önüne geçmek vs.

Eğer bir kimsede zekat verme ölçüsünün altında altın varsa, ona zekat düşmez. İsterse onun değeri gümüşün değe­rinden çok daha fazla olsun.

Herhangi bir namazda, herhangi bir sûreye bağlı kalıp devamlı onu okumak doğru değildir. Alışkanlık olarak devamlı okunmasında bir sakınca yoktur, ama ara sıra değiş­tirmek gerekir. Böyle yapılırsa, bidate düşülmemiş olur.

Fitre miktarındaki farklılığın sebebi, o devirde Araplar arasında kullanılan ölçü ve tartılarda ortaya çıkan zorluk­lardır. İlim ehli kimselerin kendi araştırmalarıyla belirle­dikleri ölçülerden herhangi birine göre fitre veren insanlar sorumluluktan kurtulmuş olurlar. Bu konuda aşırı zorlama­ya lüzum yoktur. Bayram günü kendi ihtiyacını karşıladık­tan sonra fitre verebilecek durumda olan herkes fitresini vermelidir. Eğer kadının gücü yetiyorsa kadına vacip olur. Çünkü, kocasının geçimi onun üzerine düşmez. Fakat bana göre çocuklarının fitresini vermesi gerekir.[84]

Tebliğ Cemaati İle Dayanışma

Soru:

Bir mesele uzun süredir yerleşik bir düşünce halinde zih­nimi meşgul ediyor. Ben Özel olarak dua ediyorum ki, Allah Teâlâ, çalışmaları ve gayretleri içinde pekçok tesirin gizli bulunduğu, kalp ve kafa güçleriyle pekçok şeyin düzelebildi­ği ve bozulabildiği o ilim ve manevi yetki sahibi büyükleri bu tarafa yöneltsin. Eğer onlar bu çalışmalara yönelirlerse, hem ümmetin ıslahı mümkün olur, hem tefrike ortadan*kal-kar ve hem de yeniden yapılanma inkılabı gerçekleşir. İm­kansız gözüken herşey imkan dahiline girer. Böyle kişilerin düşünce gücünün bir araya gelmesi ve anlaşma içinde olma­ları için Allah’a dua ediyoruz.

Bizim söylemek istediğimiz şey çok büyük ve karmaşık bir şeydir. Benim gibi az yetenekli insanlar için böyle önemli konularda kalem oynatmak asla uygun değildir. Fakat Allah Teâlâ’mn yardımı ve O’nun merhametine güvenerek bu çağ­rıyı yapmaya başladım. Belki de çok faydalı bir sonuç ortaya çıkar.

Siz kendi yazdıklarınız içinde çeşitli yerlerde “biz bu işe Allah için ve sadece Allah’a güvenerek başladık, eğer ben bir hata yapıyorsam Allah beni ıslah etsin, yanlışlarımı düzelt­sin” diyorsunuz. Bir de iyi niyete ve hakka bağlılığa dayanan açık sözlülükle, peşin hükümlü olmadan bu tür ihtilaflar üzerinde geniş görüşlülükle düşünmeyi teklif ediyorsunuz. Biz sizin gerçekten dargörüşlülük göstermediğinize bütün samimiyetimizle inanıyoruz.

Belki biliyorsunuz, ben ilk din şuurumu Tebliğ Cemaati aracıhğ ile elde ettim. Benim o cemaatle olan ilgim hâlâ sür-muktedir. Bu ilgiyi sürdürmeyi nasib etmesi ve ondan daha çok faydalanmayı lütfetmesi için Allah’a dua ediyorum. Bu­nunla birlikte Cemaat-i îslâmî ile de derin bir irtibat meyda­na geldi. Artık zamanımın çoğunu bu cemaatin işlerine har­cıyorum. Öğünmüyorum, ama şu bir gerçek ki, Cemaat-i îslâmî şu anda canlı bir cemaattir. Dinine bağlı insanların gözleri de şu anda ona çevrilmiştir. Beni en çok üzen ve bence en acı olan durum Cemaat-i İslâmî ile Tebliğ Cemaatinin çe-kişmesidir. Bu konuda Tebliğ Cemaati içinde Önemli yerleri olan dostlarımızla görüştük ve açıkça onlara şu itirazlarımı­zı söyledik: Siz müslüman olmayanların İslâm’a girmeleri ve hidayete ermeleri için Allah’a dua edebiliyorsunuz, ama gönlünüzdeki bu genişliği Cemaat-i İslâmî için göstermiyor-sunuz. Siz, günahkar ve ahlâksız müslümanlarm inanç ve davranışlarını düzeltmek için her çeşit zahmete katlanabili­yor, her türlü sıkıntı ve eziyete tahammül edebiliyor, onların bütün ahlâksızlıklarına, azarlamalarına sabredebiliyorsu­nuz. Fakat size göre dalalette olan Cemaat-i İslâmî ilgilen­meye değer gözükmüyor. Size göre buna ihtiyaç da yoktur. Onlarla buluşmak, onların sözlerini dinlemek ve onların yaptıkları şeyleri anlamak bile, size göre, hak yoldan çıkma­ya davet etmek demektir. Onlar böyle olmakla birlikte Cemaat-i İslâmî’deki dostların durumu da bu açıdan onlardan daha iyi değildir. Tecrübemize dayanarak şunu diyebiliriz ki, Tebliğ Cemaati’ne bağlı olan kişilere bakarak Cemaat-i İslâmî mensuplarında da bir tepki oluşmaktadır. Bunun ne­den böyle olduğunu bir türlü anlayamıyorum. Tebliğ Cema-ati’nin insanlara dini tebliğ ettiğini dindışı kötü bir hareketi yaymaya çalışmadığını biliyoruz. Kelime-i şehadet ve na­mazla sınırlı olduğuna inamlsa bile bu tebliğ dini tebliğ değil midir? Bunlar temel meseleler değil midir? Bunlar herhangi bir müslümanm, hangi derecede ilim ve amel sahibi olursa olsun, bunlar olmadan müslüman olarak kalamayacağı ana meseleler değil midir? Onların gece gündüz demeden çalış­maları sadece Allah rızası için değil midir? Ben bunları an­latmaya çalıştım. Ve iriandım ki, onların kafasında bu anla­yış genişliği yoktur. Sıska ve zayıf bir adamın din için yaptığı küçük bir gayret, Allah katında değerli olamaz mı? Ben diyo­rum ki, bütün cahilliğine, zayıflığına hatta ahmaklığına rağ­men saf bir insan Allah rızası için O’nun dinini yüceltmeğe çalışırsa, safiyeti sebebiyle belki de ilim, amel ve hikmetin­den dolayı tekebbüre kapılıp safiyeti bozulabilme ihtimali olan ilim sahibi ve yetkili bir insandan daha fazla değere sa­hiptir.

Herşeye rağmen bu sözler kendi kendimize söylediğimiz sözlerdir. Dinin menfaatıyla ilgili noktaya gelince, kimbilir benim bu düşüncelerim ne ölçüde doğrudur. Böyle kimsele­rin kafasında eğer İslâm düzeninin Önemi yer ederse, o za­man benim için onlar faydalı olabilirler.

Dünyada yaşayıp, dünyalığa heves etmeyecek, bilakis ne düşünüp yaparsa ahiret için yapacak bu gibi ihlaslı insanları nereden bulabiliriz? Tebliğ Cemaati hakkında söylediklerim kesinlikle doğrudur diye ısrar etmiyorum, ama bildiğim ka­darıyla Râşid Halifeler dönemini de bu gibi insanlar omuzla­rında taşımışlardır.

Benim bu çağrımın ana davası şudur: Eğer biz onlara dostluk elimizi uzatırsak ve onlara yönelerek kendimizle bü­tünleştirmeğe çalışırsak, bu ne ölçüde başarılabilir ve hayra vasıta olabilir? Benim gayem bir cemaatin diğerine katılma­sı değildir. Hatta isteyen istediği şekilde çalışmaya devam etsin. Herkes kendi çizgisi içinde kaldığı halde biz onlara yardımcı olalım, onlar da bize duacı olsunlar. Müslümanla­rın iki zümresi arasındaki ihtilafın yok olması çok önemlidir.

Cevap:

Diğer dini zümrelerle ilgili olarak benim görüşüm, kim hangi ölçüde Allah’ın dinine bir hizmette bulunuyorsa bu hizmetin büyük bir ganimet olduğudur. Ben bu görüşümü sürekli olarak açıklıyorum. Din karşıtı hareketler karşısın­da dine hizmet edenlerin hepsi aslında birbirine yardımcı olan kimselerdir, onlar birbirlerini kendine yardımcı kabul etmelidir. Eğer rekabet duygusu meydana gelecek olursa, biz Allah adına ticaret yapan kimseler olmuş oluruz. Bu du­rumda, şüphesiz her ticarethane sahibi, bu çarşıda benden başka hiçbir dükkan ve hiçbir mağaza görülmesin diyecek­tir. Ama eğer biz böyle bir ticaret işi yapmıyor da samimiyet­le Allah’ın dinine hizmet ediyorsak, bizden başkaları da Al­lah yolunda hizmette bulunuyor diye sevinmemiz gerekir. Eğer biri kelime-i şehadet getirtiyorsa, şüphesiz o da Allah yolunda bir hizmet yürütüyor demektir. Eğer başka biri ab-dest ve gusül meselelerini öğretiyorsa o da bu yolun bir hiz­metini başarıyor demektir. Onun, benimle; benim, onunla rekabete girişmemiz ve birbirimizin yoluna taş koymamız neden olsun. Kötülükleri, adîlikleri, mel’ânetleri yaymaya çalışanlara karşılık, kelime-i tevhidi; güzellikleri, iyilikleri öğretenler benim için değerli ve sevimlidir.

Ben Cemaat-i İslâmî teşkilatında çalışanlarda da daima işte bu duyguyu meydana getirmeye çalıştım. Aksine bir davranışı hiçbir zaman sevmedim. Eğer siz herhangi bir yer­de Cemaat arasında bundan daha farklı bir duygu ve hareket görmüşseniz, yer ve kişileri belirleyerek haber veriniz ki, ben bunu düzeltebileyim. Özellikle Tebliğ Cemaati’yle olan durumu siz anlattığınız için ben şunu arzediyorum: Bu ce­maat hakkında da ben daima içimde iyi niyet, güzel duygu besledim. Dilimle, kalemimle onun için daima iyi sözler kul­landım. Rahmetli Mevlânâ Muhammed İlyas (Tebliğ Cema­atinin kurucusu) hayatta iken kendisinin huzuruna vardım, yanında bulundum. Mevad bölgesinde onunla birlikte dolaşarak hareketlerini yakından inceledim. Çalışmalarında gördüğüm hayırlı ve güzel yönleri yayın organım olan “Ter­cüman ul Kur’an” aracılığıyla genişçe anlattım. Olması ge­reken şeyleri ve eksik olan yönleri gizlice sadece rahmetli Mevlânâ İlyas Hazretlerine arzetmekle yetindim.[85] O gün­den bugüne kadar, benim bu cemaate karşı veya onun idare­cilerine karşı herhangi bir söz söylediğime veya yazdığıma yahutta Cemaat-i İslâmî görevlilerinin herhangi bir zaman­da o cemaatin yoluna taş koyduğuna bir tek Örnek gösterile­mez. Fakat üzüntü ile söylemem gerekiyor ki, Tebliğ Cemaa-ti’nin benimle ve Cemaat-i İslâmî ile olan tutumu bundan çok farklı olagelmiştir.

Tebliğ Cemaati’nin yalnız genel çalışanları değil, başta-kilerine kadar çoğu, Cemaat-i İslâmî’ye karşı öyle bir tutum içine girmişlerdir ki, bir keresinde yazılı olarak şikayet et­mem bile gerekmişti,[86] Ama onlar hiçbir düzeltme ve ıslaha yönetmediler. İçinde bulunduğumuz bu günlerde o cemaatin Önemli bir yetkilisinin dergisinde, bana ve Cemaat-i İslâmî’ye peşpeşe yaptığı saldırıları da görmüş olacaksınız. Bu kişiler geçtiğimiz günlerde Diyobend İslâm Külliyesi’nin Cemaat-i İslâmî aleyhine verdiği fetvanın kopyalarını Doğu Pakistan’da (Bengladeş) büyük miktarda dağıttılar. Halbu­ki iyi niyetli bir din hizmetçisi, Cemaat-i İslâmî’nin orada ge­lişen dinsizlik hareketini durdurmak için gösterdiği gayret­ler ve yaptığı çalışmalara katılmasa bile, en azından dinsiz­ler karşısında bu cemaati lekeleme gayretinde bulunmama­lıydı. Düşmanlık eli o taraftan uzatılagelmektedir, hâlâ da uzatılmaya devam etmektedir. Dostluk eli nereye gidilerek onunla birleştirilsin! Ne yazık ki, onlar katında bir müslü-manın iyilik ve ikramı; günahkârların ve binbir çeşit ahlâksızlıkların önde gidenlerine yapılır, ama bize yapıl­maz. Bu kişiler en azından şunu düşünmeliler: Onların beni ve Cemaat-i îslâmî’yi kötüledikleri gibi, ben de onları ve ce­maatlerini kötülemeye başlarsam işin sonu nereye varır? İn­sanlar nazarında iki cemaat de önemsenmez olacak ve’dine hizmet edemeyeceklerdir. Cemaatlerin birbirine saldırması ve birbirinin kuyusunu kazmakla uğraşması ile işte bu so­nuç ele geçecektir. Bu hareketlerin ortaya çıkaracağı sonuç, genel olarak bütün dindar insanların değerinin ve güvenilir-likerinin halk nazarında son bulmasından ve dine karşı ha­reketlerin bundan faydalanmalarından başka birşey olma­yacaktır. İşte bundan dolayıdır ki, bana yapılan bu saldırıla­rı daima göz ardı etmeye çalışarak sabrettim. Cemaat-i İslâmî mensuplarına da sabretmelerini telkin edegeldim. Eğer biz de onları kötülemek üzere ortaya çıksaydık -onlar­dan hiçbiri kendisine vahiy geldiğinden dolayı söz söylemi­yor ki- söylediklerinin herhangi bir yerinden bir hata bula­rak dilimize dolayıp, veryansın edebilirdik. Ama Allah koru­sun, biz bunlarla uğraşacak halde değiliz. Hele bugün bunun vebali çok daha büyüktür.[87]

Bihar Eyaleti Müftülüğünün Soruları­na Cevaplar

Hindistan’ın Bihar ve Orissa eyaletlerinin şeriat idaresi fetva kuruluna sürekli Cemaat-i İslâmî ile ilgili sorular gel­mektedir. Bu sorularda Cemaat-i İslâmî’ye birtakım haksız­lıklar yapılmakta, asılsız sözler isnad edilmektedir. Bunlar arasında daha çok Cemaat-i İslâmî’nin ve onun üyelerinin dini yönleri hakkında sorular bulunmaktadır. Bize gelen bu soruların cevaplarını Cemaat-i İslâmî sorumlularının ken­dilerinden almayı daha münasip bulduk. Bunun sebebi, Ce-rnaat-i İslâmî’nin ve onun üyelerinin dini yönleri hakkında fikir sahibi olmak ve onlarla ilgili şer’i hükmü bildirmekte kolaylık elde etmektir. Kanaatimize göre bu şekilde doyuru­cu bilgi elde etmeden şer’i bir hüküm belirtmek tedbirliliğe sığmaz. Sizden aşağıdaki soruların cevaplarını çok kısa ola­rak mümkünse sadece evet ve hayırla yazmanızı istiyoruz. Cemaatin ve sorumlularının bu konudaki tutum ve görüşleri şudur diye kesin bir bilgi sahibi olmamız için sizden kesin bilgiler rica ediyoruz. Bazı kereler, sözü uzatmakla mesele açıklık kazanacağı yerde daha şüpheli ve karmaşık hale gelmektedir. Bunu gözönünde bulundurunuz. Maksadımız size bir itirazda bulunmak değil, aksine Cemaat hakkında aşağı­daki meselelerde kesin bilgiye sahip olmak ve Cemaat’le üyelerinin dini durumunu belirtmekte, başkalarına anlat­makta kendimize kolaylık sağlamaktır. Bizi kendinize bir gönüldaş kabul ederek cevaplar yazacağınızı umuyorum.

  1. Sizin düşüncenize göre, sahabe-i kiram’ın (r.a) icmaı (bir meselede aynı görüş etrafında toplanmaları) şer’i bakımdan hüccet midir, değil midir?
  2. Sahabe-i kiram’ı kötüleyen, onlara yakışıksız şeyler is-nad eden, dindar herhangi bir kimseye bile yakıştırılmaya­cak bir takım sözler yakıştıranlar günahkâr ve fasık kimse­ler midir, değiller midir?
  3. Size göre, farzları terkeden ve büyük günahları işleyen kimseler müslüman mıdır, değil midir?
  4. Tasavvuf (bugünkü hali değil), diğer bir tabirle ihsan ve sülük denen Nakşibendî, Çeştî, Şühreverdî, Kadiri v.s bü­yüklerinin öğrettiklerini ve Şeyh Sehabeddin Muhammed Nakşibend, Ecmirli Hace Muîniddin Çeştî, Şeyh Sehabeddin Şühreverdî, Şeyh Muhiddin Abdülkadir Geylâni gibi zâtların tasavvufunu, sizler din için faydalı mı kabul ediyor­sunuz, zararlı mı?
  5. Herhangi bir rivayetin Hz. Peygamber’e ait olduğunu anlamadaki sağlamlık birinci derecede rivayete mi aittir, di­rayete mi? Hadisin sağlamlığını anlamaya yarayan diraye­tin size göre tarifi nedir?
  6. Cemaat-i Islâmîmn üyelerinden ve sempatizanların­dan başka, kendine ehl-i sünnet ve’1-cemaat diyen ve sizin tabirinizle sadece soydan gelen genel müslümanlar şeriat açısından İslâm çizgisi içinde midirler, yoksa dışında mı?
  7. Size göre hakkın ölçüsü olmak ne demektir? Bu ölçüye göre sahabe-i kiram hak ölçüsü müdür, değil midir?
  8. Müslüman olması bakımından, bir müslümanm sadece taklid etmesi farz mıdır, değil midir? Size göre kişisel takli­din derecesi nedir? Sizin nazarınızda kişisel taklide vacib di­yenler takdire mi layıktırlar, tenkide mi?

9- Siz, Allah Teâlâ’nın isteyerek peygamberlerin ayağını sürçtüğüne inanıyor musunuz?

  1. Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad ibadetleri içinde şer ı bakımdan bizzat kasdolunan hangisidir? En üstün derece hangisine aittir? Namaz, oruç, hac, zekat İslâm’da asıl amaç değil midir? Bunların değeri araçlar ve vasıtalar olmak mı­dır? Asıl amaç cihad mıdır? Bu inanç size mi aittir, değil mi­dir?
  2. Kelime-i şehadet getirdikten sonra, gücü yetmesine

rağmen kendisinden borç isteyen bir müslümana borç ver­meyen bir kimse dört-beş gün veya dört-beş saat sonra vefat etse, siz bunu müslüman kabul ederek cenaze namazını kı­lar mısınız, kılmaz mısınız?

  1. Resmî bir devlet dairesinde memur veya devlet mah­kemelerinde hâkim veya askeri hâkim olan müslümanlar eliyle Hindistan kanunları yürütülmekte, kanun koyan mec­lislerin üyeleri olan müslümanlar kanun yapmakta görev al­maktadırlar. Sizin kanaatinize göre bu insanlar İslâm çizgi­si içinde midirler, değil midirler? Size göre bu gibi kimselerin dindeki yeri ve dinin bunlarla ilgili hükmü nedir?

Cevap:

Bizi hatırlamanıza teşekkür ederim. Başkaları hakkında fetva verme sorumluluğunu kendi üzerinize neden aldığınızı bir türlü anlayamıyorum. Eğer bir kimse sizler hakkında benden bilgi istese, ben hemen mazeret ileri sürerim ve bir sorular listesi yaparak size göndermem. Madem ki siz bu so­ruları göndermek zahmetine katlandınız, o halde ben de kı­saca cevaplarını göndereyim.

  1. Evet, bana göre sahabe-i kiramın icmâı (bir mesele üzerinde görüş birliğinde olmaları) elde bir delildir, uyulma­sı gereken bir hüccettir.
  2. Sahabe-i kiramı kötüleyen kimse, benim nazarımda sadece fâsık (âdî bir günahkâr) değildir. Onun imanı bile şüphelidir.

“Kim onlara buğzederse ben de onlara buğzederim.”

  1. Biz onu müslüman kabul ediyoruz, ama onun ıslah edil­mesi için çalışmayı da gerekli görüyoruz.
  2. Bize göre Allah’ın Kitabı ve Peygamber’inin Sünnet’ine uyan her şey faydalıdır, uymayan herşey zararlıdır. Bu genel tarif içine tasavvuf da girer. Tasavvufta, Kitap ve Sünnet’e uyan ne varsa, haktır ve doğrudur. Onun faydalı olması te­reddütlerin üstündedir. Fakat Kitap ve Sünnet’in dışında olan şeylerin karışmasını kabul etmiyoruz, ondan uzak du­ruyoruz, başkalarına da uzak durmalarını tavsiye ediyoruz.
  3. Hadisleri incelemede bakılacak ilk şey hadisin senedi­dir. Ancak ondan sonra dirayet derecesi gelir. Dirayetten maksat; hadisin anlattığı şeyi inceleyerek, onun; Kur’an-ı Kerim’e ve şüphe götürmeyen gerçek sünnetlere aykırı dü­şüp düşmediğine bakılması, onu destekleyen başka rivayet­lerin olup olmadığının araştırılmasıdır. Eğer bir söz söylen-mişse veya bir hareket yapılmışsa, hangi durumda söylen­miş ve yapılmıştır, o sözün söylendiği yer ve durumla ilgisi nedir vs. bakılmasıdır.
  4. Cemaat-i İslâmî’ye katılmak bize göre ne hiçbir zaman müslüman olmanın şartı olmuştur ne de şu anda şartdır. İnşaallah biz bu ahmaklığa asla kapılmayacağız ve bu cemaat­te olmayanlara müslüman değildir deme salaklığına asla düşmeyeceğiz. Cemaat’in dışında kalan bütün müslümanla-ra biz, “soydan gelen müslüman” demedik. Tersine, dini bil­meyen ve onunla ilgili hiçbir ameli olmayan, ahlâkı, adetleri ve hareketleri ile açık açık İslâm’a aykırı davranışlar içinde olan kimselere bunu söyledik.
  5. Bize göre hak ölçüsünden maksat; kendisine uygun dü­şülmesi hak, aykırı düşülmesi bâtıl olan şeydir. Bu bakım­dan hak ölçüsü, sadece Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin Sünneti’dir. Sahabe-i kiram hak ölçüsü değildir. Aksine Ki­tap ve Sünnet ölçüsüne tam oturan kimseler hak ölçüsüdür. Kitap ve Sünnet ölçüsü ile ölçerek biz, sahabe-i kiram zümre­sinin hak üzere oldukları sonucuna ulaştık. Onların icmaını biz şu bakımdan hüccet olarak kabul ettik ki, bize göre onla­rın Kitap ve Sünnet’e en küçük bir aykırılıkta bile olsa görüş birliğine varmaları imkansızdır.

8- Müslüman olması bakımından her müslümanın Hz. Peygamberi (s.a) taklid etmesi farzdır. Müctehid imamlar­dan herhangi birini taklid etmeye (onun mezhebine girerek görüşlerini uygulamaya) gelince: Kendi başına şer’î mesele­leri inceleme ve bir kanaate varma yetkisi taşımayan müslü-manlar için bu taklidi gerekli görüyoruz. Araştırarak bir ka­naate varma yeteneği taşıyan kimselere gelince; eğer o kişi, müctehid imamlardan birinin görüşlerinin sağlamlığına iti­mat eder, kalbi tamamen güven içinde olursa, bize göre bu bağlanma ve taklide itiraz edilemez. Ama incelemeleri ile ulaştığı noktada o herhangi bir meselede kendi imamının de­ğil de diğer bir imamın görüşünü Kitap ve Sünnet’e daha uy­gun bulduğu halde, kasten kendi imamını taklit ederse, bu bizce caiz değildir.

9- Benim düşüncem şudur: Peygamberler (a.s) Allah Teâlâ’nın kontrolünde faaliyet gösterdiklerinden dolayı on­larda ayak sürçmesi (çok küçük hata) olamaz. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir zaman onlardan gafil olmamıştır. Allah Teâlâ onlarda ayak sürçmesi olmasını, onların da birer kul ve beşer olduklarının, Allah’a ait sıfatlara sahip olmadıklarının açık­ça bilinmesi için dilemiştir.

  1. Bana göre asıl amaç dini hâkim kılmak ve onu ayakta tutmaktır.

“Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.[88]

Namaz, oruç, zekat ve hac kendileri üzerinde bu dinin ku­rulduğu şartlardır. Bu bakımdan onları yerine getirmek, di­ni ayakta tutup hâkim kılmak için yapılması istenilen şey­lerdir. Cihad ise, dini bütün düzeni ile ayakta tutmaya vasıta olduğu için o da dini ayakta tutmak için yapılması istenen şeydir. Sorunun son bölümünün cevabı Hz. Müaz b. Cebelin rivayet ettiği hadiste mevcuttur:

“Dikkat et, ben sana işin başını, direğini ve zirvesini bil­direyim mi?” “Evet, bildir ya Rasûlallah” dedi. Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu, işin başı islâm’dır, di­reği namazdır, zirvesi de cihaddır.”

  1. Ben onun cenaze namazını kesinlikle kılarım.
  2. Bana göre, onlar İslâm dairesinin dışında değildir. Ben onları müslüman kabul ediyorum. Size de şunu hatırlat­mak istiyorum ki, sizin yaptığınız bu işler müslümanm yapacağı işler değildir.[89]

[1] Tercüman ul Kur’an, Cemdiyelevvel, 1375 / Ocak, 1951

[2] İbn Ömer’in kölesi Nâfi, Sahih-i Müslim.

[3] Ömer b. Nafı, Sahih-i Buhari

[4] Feth’ul Bârı; Kitâb’ul-Libâs, üab’us Serâvil Zâd’ul-Meâd, Peygamber’in (s.a) Şalvarı, Nalini v.s Eşyaları Bölümü.

[5] Feth’ul Bârî: Kitâb’ul-Libâs, Bornoz Bölümü.

[6] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Zilkade, 1375 / Temmuz, 1956

[7] Ba­kara: 228

[8] Tercüman’ul Kur’an, Muharrem – Safer, 1367 I Ekim, 1956

[9] Tercüman’ul Kur’an, Muharrem-Saf er, 1377 I Ekim-Kasım 1957

[10] Fâtır: 10

[11] Tercüman ul-Kur*an, Şubat, 1959

[12] Meryem: 59-60

[13] Tercüman ul Kur’an, Mart, 1959

[14] Tercüman’ul Kur”an, Nisan, 1960

[15] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Ocak, 1962

[16] Tercüman ul Kur’an, Şubat, 1961

[17] Tercüman ul Kur’an, Şubat, 1961

[18] Meselâ: Yûnus; 18, Nahl; 73, Meryem 49, Hac; 17, Furkan; 17-55 gibi bir­çok ayette ‘ibadet ediyorlar’ anlamına gelen yabüdu kelimesi kullanıl­mış olmasına rağmen, En’am; 108, Yûnus; 66, Hûd; 101, Nahl: 20 gibi bir­çok ayette de “çağırıyorlar, yalvarıyorlar, duâ ediyorlar’ anlamına gelen ‘yed’û’ kelimesi kullanılmıştır. (Çev.)

[19] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Şubat, 1961

[20] Tercüman ul Kur’an, Aralık, 1961

[21] Fy inananlar, namaza dur(mak iste)diğiniz zaman yüzlerinizi, dirsekle­re kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve ayaklarınızı da to­puklara kadar (yıkayın). Eğer cünüp iseniz tam temizlenin. Hâsta yahut yolcu iseniz, yahut biriniz tuvaletten gelmişse, ya da kadınlara dokun­muş ve su bulamamışsamz temiz toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat si­zi temizlemek ve size olan nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredesi-niz.” (Mâide: 6)

[22] Sadece mest üzerine meshetmekle iktifa eder, (Çev.)

[23] Tercüman’ul Kur’an, Ağustos, 1962

[24] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Ağustos, 1962

[25] Tercüman’ul Kur’an, Mayıs, 1962

[26] Pakistan ve Hindistan arasında bölüşülmüş, senenin büyük kesiminde 45-50 dereceye kadar varan aşırı sıcaklarıyla meşhur bir bölge. (Çev.)

[27] Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine Kitap verilenle­rin yemeği, size helâl, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Ve inananlar dan, namuslu hür kadınlar ve sizden önce kendilerine Kitâb verilenler­den namuslu hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın na­muslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helâldir. Kim inanmayı kabul etmezse, onun ameli boşa çıkmıştır ve o, ahirette kaybe­denlerdendir.” (Mâide: 5)

[28] Mihr-i misil: Mihrin belirlenmemesi durumunda gelin adayının emsalle­rinin aldığı kadar mihre hak kazanması (Çev.)

[29] Müsned-i Amed b. Hanbel, Ebu Davud

[30] Müsned-i Ahmed

[31] Tercüman ul Kur’an, Temmuz, 1962

[32] Tercüman ul Kur’an, Şubat, 1963

[33] Tercüman ul Kur’an, Şubat, 1963

[34] Hükümetin bazı yatırımlara fon sağlayabilmek amacıyla piyasaya sür­düğü kıymetli kağıt. Bir çeşit, halktan borç alma kampanyası. Düzenli aralıklarla yapılan çekilişlerde bono hamillerine büyük ikramiyeler veri­lerek vatandaşın devlete borç vermesi özendiriliyor. (Çev.)

[35] Tercüman’ul Kur’an, Ocak, 1963

[36] Tercüman ul Kur’an, Zilhicce, 1373/Eylül, 1954

[37] 1951 yılında verilmiş bir örnek olduğu dikkate alınmalıdır. (Çev.)

[38] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Zilhicce, 1373 i Eylül, 1954

[39] Bkz: Ebu Davud ve Mişkât’ül Meşabih, Katl’u Ehl’ir Ridde ve’l İfsad (îrti-dad Edenlerin ve Bozguncuların Öldürülmesi Babı sh: 308)

[40] Tercüman ul Kur’an, Zilkade, 1374 j Temmuz, 1955

[41] Kelimenin Urduca aslı cumhuriyettir, fakat bu kelime İngilizce’ye çevrilir­ken demokrasi olarak tercüme edilmektedir. Urduca’da ise demokrasi ve cumhuriyet kelimeleri birbirlerinin yerine de kullanılabilmektedir. (Çev.)

[42] Demokratik hükümet halkın yönetimi mânâsında kullanılmaktadır.

[43] Tercüman’ul Kur’an, Cemâdiyeluhra, 13751 Şubat, 1959

[44] Tercüman ul Kur’an, Şevval, 13751 Haziran, 1956

[45] Şah Abdülaziz kastediliyor.

[46] Nakş-ı Hayat, 11/11

[47] İbrahim: 25

[48] Tercüman ulKuran, Şevval, 1375/Mart, 1956

[49] Nakş~ı Hayat, 11/12

[50] Tercüman ul Kur’an, Şevval, 13771 Temmuz, 1958

[51] Nakş-ı Hayat, sh: 5

[52] a.g.e. sh: 10

[53] a.g.e. sh: 11

[54] a.g.e. sh: 11

[55] a.g.e. sh: 15

[56] Tercüman ul Kur’an, Zilkade, 13771 Temmuz, 1958

[57] Ayrı seçim: Müslümanların ve müslüman olmayanların kendi delegelerini, kendi başlarına seçmeleri sistemi.

[58] Karışık liste seçimi: Müslümanların ve müslüman olmayanların aynı liste ile eşit şartlarda seçileceği bir seçim sistemi.

[59] O tarihte Pakistan Bengladeş’i de içine aldığı için Batı ve Doğu Pakistan diye iki parçadan oluşuyordu.

[60] Sosyal Bilgiler Ansiklopedisi, VIII/51

[61] Tercüman ul Kuran, Şaban, 13771 Mayıs, 1958

[62] Tercüman’ul Kur’an, Cilt 57, Sayı: 1, Ekim, 1961

[63] Tercüman ul Kuran, Cilt: 57, Sayı: 1, Ekim, 1961

[64] Tercüman ul Kur’an, Cilt: 57, Sayı: 1, Ekim, 1961

[65] Tercüman’ulKuran, Cilt: 57, Sayı:2, Kasım, 1961

[66] Tercüman’ul Kur’an, Cilt: 57, Sayı: 2, Kasım, 1961

[67] Tercüman ‘ul Kur ‘an, Ocak, 1962

[68] Tercüman ul Kur’an, Ocak, 1962

[69] Tercüman ‘ul Kur’an, Cilt: 57, Sayı: 4, Ocak, 1962

[70] Şuara: 227

[71] Bakara: 85

[72] Tercüman ul Kur’an, Cilt: 59, Sayı: 1, Ekim, 1952

[73] Tercüman ul Kur’an, Cilt; 59, Sayı: 3, Aralık, 1972

[74] Urduca’nın kendine özgü dil yapısından bu mektubun bir hanım tarafın­dan yazıldığı anlaşılmaktadır, fakat Türkçe’ye tercümede bu ayrıntı kay­bolmaktadır.

[75] Tercüman’ul Kur’an, Cilt: 60, Sayı: 3, Haziran, 1963

[76] Tercüman’ul Kur’an, Cilt: 61, Sayı: 2, Kasım, 1963

[77] Tercüman ul Kur’an, Aralık, 1963

[78] Tercüman ul Kur’an, Muharrem, 1375 i Eylül, 1955

[79] Tercüman ‘ul Kur’an, Muharrem, 13751 Eylül, 1955

[80] Tercüman ul Kur’an, Cemâdiyelevvel, 1365/Ocak, 1959

[81] Tercüman ul Kur’an, Rabîulevvel, 13761 Kasım, 1956

[82] Bakara: 143

[83] Âl-i İmrân: 110

[84] Tercüman ul Kur’an, Şevval, 13761 Temmuz, 1957

[85] Bkz: Tercüman’ul Kur’an, Ekim, 1939

[86] Bkz: Resâil ve Mesâil, II / 582 – 600

[87] Tercüman’ul Kur’an, Cilt: 5, Sayı: 6 Eylül, 1958

[88] Şûra: 13

[89] Tercüman’ul Kur’an, Ağustos, 1961

Hayat Rehberi

4. Bölüm – Fetvalar

Fetvalar – Ebul Ala Mevdudi | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.