Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

36 – Yasin Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Mekke’de indiği icma ile kabul edilmiştir. 83 âyettir. Şu kadar var ki bir kesim: Yüce Allah’ın: “Onların önden gönderdiklerini de, izlerini de yaza­rız” (Yâsîn, 36/12) buyruğunun -ileride de geleceği gibi- ensardan olan Se-limeoğulları hakkında, bulundukları yerleri bırakıp Rasûlullah (sav)’ın mes­cidinin yakınına gelmeyi istemeleri üzerine indiğini söylemişlerdir.

36 – Yasin Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Yasin Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

Ebû Davud’un Kitabında (Sünen’inde) Ma’kil b. Yesar’dan şöyle dediği zik­redilmektedir: Peygamber (sav) buyurdu ki: “Ölülerinize Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.”[1] el-Acurrî’nin zikrettiğine göre Um ed-Derda, Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğunu zikretmektedir: “Üzerine Yâsîn Sûresi okunan herbir ölünün Allah mutlaka işini kolaylaştırır.”[2] Darimî’nin Müsned’inde Ebu Hureyre’den şöyle dediği zikredilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Her kim Allah’ın rızasını isteyerek bir gece Yâsîn Sûresi’ni okur ise o gece­de ona mağfiret olunur.” Bunu Ebu Nuaym de rivayet etmiştir.[3]

Tirmizî’nin rivayetine göre de Enes (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Her şeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsîn’dir. Her kim Yâsîn’i okuyacak olursa, onu okuması karşılığında Kur’ân-ı Kerîm’i on defa okumuş gibi Allah ona (ecir) yazar.” (Tirmizî) dedi ki: Bu garib bir hadistir. Senedinde Harun Ebu Muhammed diye birisi vardır ki, meçhul bir ravidir. Bu hususta Ebu Bekir es-Sıddîk’tan da gelmiş rivayet vardır. Ancak Ebu Bekir yoluyla gelen bu hadis isnadı bakımından sahih değildir, isnadı zayıftır.[4]

Âişe (r.anha)’dan rivayete göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Kur’ân-ı Kerîm’de okuyanlarına şefaat eden, onu dinleyenlere mağ­firet olunan bir sûre vardır. Biliniz ki bu sûre Yâsîn Sûresi’dir. Bunun Tevraftaki adı “el-Muimme”dır.” Ey Allah’ın Rasûlu! el-Muimme ne demektir? di­ye sorulunca şöyle buyurdu: “O sûreyi okuyanı dünya hayrı ile kuşatır, âhi-retin dehşetli hallerini ondan uzaklaştırır. Bu sûre aynı zamanda ed-Dafia ve el-Kadıye diye de adlandırılır.” Ey Allah’ın Rasûlü! Bu nasıl olur? diye soru­lunca şöyle buyurdu: “Bu sûreyi okuyandan her türlü kötülüğü defeder, onun bütün ihtiyaçlarını karşılar. Bu sûreyi okuyan kimsenin bu okuyuşu yirmi hac­ca bedeldir. Bu sûreyi dinleyen kimsenin bu dinlemesi Allah yolunda sada­ka olarak dağıttığı bin dinar gibidir. Bu sûreyi yazıpta (onun suyunu) içen bir kimsenin içine bin tane ilaç, bin nur, bin yakîn, bin rahmet, bin şefkat, bin hidayeti de içine sokar. Ayrıca içinden her türlü hastalık ve her türlü ki­ni alıp götürür.” Bunu es-Sa’lebî, Âişe (r.anha)’dan gelen bir rivayet olarak zikretmiş, Tirmizî el-Hakim de Nevadiru’l-Usul’de Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)’dan müsned (sened-i muttasıl) bir hadis olarak rivayet etmiştir.[5]

Darimî’nin Müsrced’inde Şehr b. Havşeb’den şöyle dediği kaydedilmek­tedir: İbn Abbas dedi ki: Kim sabahı ettiğinde Yâsîn Sûresi’ni okuyacak olur­sa, akşamı edinceye kadar o günü için ona kolaylıklar ihsan edilir. Kim bu sûreyi gecenin ilk saatlerinde akşamı ettiğinde okuyacak olursa, sabahı edinceye kadar o gece ona kolaylıklar verilir[6]

en-Nehhas da Abdurrahman b. Ebi Leyla’dan şöyle dediğini zikretmekte­dir: Herşeyin bir kalbi vardır. Kur’ân’ın kalbi de Yâsîn’dir. Kim bunu gündü­zün okuyacak olursa, artık o keder ve üzüntülerden kurtulur. Kim geceleyin onu okursa günahları bağışlanır. Şehr b. Havşeb dedi ki: Cennet ehli (cen­nette) sadece Ta-Ha ve Yâsîn sûrelerini okurlar.

Bu üç rivayetin üçünü de el-Maverdî merfu olarak (Peygamber (sav)’a ula­şan bir sened ile) rivayet edip şöyle demiştir: ed-Dahhak, İbn Abbas’tan ri­vayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Şüphesiz her şeyin bir kal­bi vardır ve Kur’ân-ı Kerîm’in kalbi de Yâsîn’dir. Her kim bu sûreyi gecele­yin okuyacak olursa, o gece ona kolaylıklar verilir. Her kim bunu bir gün­düz okuyacak olursa, o gün ona kolaylık verilir. Şüphesiz ki cennetliklerden Kur’ân kaldırılır (Kur’ân’ı unuturlar). Ta-Ha ve Yâsîn dışında hiçbir şey oku­mazlar. “[7]

Yahya b. Ebi Kesir der ki: Bana ulaştığına göre Yâsîn Sûresi’ni geceleyin okuyan bir kimse sabahı edinceye kadar sevinç içerisinde kalır. Sabahleyin onu kim okursa, akşama kadar sevinç içinde kalır. Bunu gerçekten deneyen kimseler bana anlatmışlardır. Bu rivayeti de es-Sa’lebî ve İbn Atiyye zikret­miştir. İbn Atiyye de: Tecrübe de bunun doğruluğunu ortaya koymuştur, de­miştir.

Tirmizî el-Hakim, Nevadiru’l-Usul’de Abdu’l-A’la’dan şöyle dediğini nak­letmektir: Bize Muhammed b. es-Salt anlattı, o Ömer b. Sabit’ten, o Muham-med b. Mervan’dan, o Ebu Cafer’den dedi ki: Her kim kalbinde bir katılık his­sederse Yâsîn Sûresi’ni bir cam kaseye zaferan ile yazsın, sonra da onu iç­sin. Rahmetlik babam bana anlattı, dedi ki: Bize Asram b. Havşeb, Bakıyye b. el-Velid’den anlattı, Bakıyye, el-Mutemir b. Eşref den, o Muhammed b. Ali’den dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Kur’ân yüce Allah dışında her-şeyden faziletlidir. Kur’ân’ın diğer sözlere üstünlüğü Allah’ın yarattıklarına üstünlüğü gibidir. Kur’ân’a gereken saygıyı gösteren bir kimse yüce Allah’a saygı göstermiş olur. Kur’ân’a gereken saygıyı göstermeyen bir kimse Allah’a da saygı göstermez. Allah’ın nezdinde Kur’ân-ı Kerîm’in saygınlığı tıpkı ba­banın çocuğuna karşı saygınlığı gibidir. Kur’ân şefaatçidir ve şefaati kabul olu­nan bir kitabtır. Kur’ân tasdik edilen bir tartışmacıdır. Kur’ân kime şefaat eder­se, onun şefaati kabul edilir. Kur’ân ile tartışan bir kimsenin o tartışması tas­dik edilir. Kur’ân’ı önüne koyan bir kimseyi Kur’ân cennete götürür. Kur’ân’ı arkasına atan kimseyi ise cehennem ateşine sürükler. Kur’ân hamelesi (ez­berleyerek ve amel ederek taşıyıcıları) Allah’ın rahmeti ile kuşatılmış, Allah’ın nuru giydirilmiş, Allah’ın kelamı kendilerine öğretilmiş kimselerdir. Bunla­rı dost belleyen kimse Allah’ı dost bilmiş, bunlara düşmanlık eden kimse de Allah’a düşmanlık etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurur: “Ey Kur’ân taşıyıcı­ları, O’nun kitabına gereken saygıyı göstermek suretiyle Rabbinizin çağrısı­nı kabul ediniz. Böylelikle o sevginizi arttırır, kullarına sizi daha çok sevdi­rir. Kur’ân’ı dinleyen kimse üzerinden dünya belasını defeder. Kur’ân’ı oku­yan kimseden de âhiret belasını defeder. Allah’ın Kitabından bir âyet-i ke­rime dinleyen bir kimseye Arşın altından itibaren yere kadar olan herşeyden daha faziletli şeyler verilir. Şüphesiz Allah’ın Kitabında kıyamet gününde el-Azize, sahibi de şerif diye anılan bir sûre vardır. Bu sûre kendisini bellemiş olan kimse için Rabia ve Mudar’dan daha fazla kimseye şefaat eder. İşte bu Yâsîn Sûresi’dir.”[8]

es-Sa’lebî’nin Ebu Hureyre’den rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöy­le buyurmuştur: “Kim perşembe gecesi (perşemfteyi cumaya bağlayan gece) Yâsîn Sûresi’ni okuyacak olursa, günahı bağışlanmış olarak sabahı eder.[9]

Enes’ten rivayet edildiğine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim kabristana girer ve Yâsîn Sûresi’ni okursa, o gün Allah onların azabı­nı hafifletir ve o kimse için de harfleri sayısınca hasenat yazılır.”[10]

  1. Yâsîn.
  2. Çok hikmetli Kur’ân hakkı için.
  3. Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin.
  4. Dosdoğru bir yol üzerindesin.
  5. Güçlü ve intikam alıcı, çok rahmet edici tarafından indirilmedir.

“Yâsîn” buyruğu bir kaç türlü okunmuştur. Medineliler ile el-Kisaî “Yâsîn. Çok hikmetli Kur’ân hakkı için” buyruğunda yer alan “Yâsîn”in sonundaki “nun”u “vav”a idgam ile okumuşlardır. Ebu Amr el-A’meş ve Hamza ise “nûn”u izhar ile: diye, İsa b. Ömer; şeklin­de nûn harfini nasb ile İbn Abbas, İbn Ebi İshak ve Nasr b. Asım; şek­linde nün harfini esre ile okumuşlardır. Harun el-Aver ve Muhammed b. es-Semeyka; şeklinde “nûn” harfini ötreli okumuşlardır. Böylece bunlar beş kıraat olmaktadır.

Birine^ kıraat olan idgamlı kıraat Arapçada ön görülen bir kıraat şeklidir. Çünkü sakin “nûn” “vav”a idgam edilir. “Nûn” harfini izhar ile okuyan kim­se de bunu şöyle açıklar: Hece harfleri üzerlerinde vakıf yapmak suretiyle okunur. İdgam ancak idrac ile okuma halinde sözkonusudur.

Sibeveyh nasb ile okuyuşu sözkonusu etmiş ve bunu iki türlü açıklamış­tır: Birincisi, mef’ul olarak kabul edip munsarıf kabul etmemektir. Çünkü ona göre bu A’cemi (yani Arapça olmayan) ve “Habil” konumunda bir isimdir. İfa­denin takdiri: “Yâsîn’i hatırla” şeklindedir. Ayrıca Sibeveyh bunu sûrenin ismi olarak değerlendirmiştir. Onun diğer görüşüne göre bu; : Nasıl ve nerede” lafızları gibi fetha üzere mebnidir.

Esreli okuyuşa gelince, el-Ferra’nın iddiasına göre bu Arapların: “Yemin olsun ki yapmayacağım” tabirlerini andırmaktadır. Buna göre; “Yâsîn (hakkı için)” yemin olmaktadır. İbn Abbas da böyle de­miştir.

Bunun: Dün, Hazami, bunlar, Rakaşi”ye (ve ben­zeri sonu kesre üzere mebni kelimelere)” benzediği de söylenmiştir.

Ötreli okuyanlar: “den beri, orası, yanlız, asla” kelimele­ri ile, müfred münada olarak; Ey adam” deyip vakıf yapanların söy­leyişine benzeterek okumuşlardır.

İbn es-Semeyka’ ve Harun der ki: Bunun tefsiri ile ilgili olarak: “Ey adam” anlamında olduğu rivayeti de gelmiştir. Buna en uygun olan ise (sin harfinin) ötreli okunmasıdır.

İbnu’l-Enbarî der ki bu sûrenin bir başlangıcıdır, diyen kimselerin görü­şüne göre “Yâsîn” diye vakıf yapmak güzeldir. Yâsîn, ey adam demektir, di­yenler ise bunun üzerinde vakıf yapmazlar. İbn Abbas, İbn Mesud ve baş­kalarından gelen rivayete göre bunun manası: Ey insandır. Bunlar aynı za­manda yüce Allah’ın: Ali Yâsîn’e (İlyas’a) selam olsun.” (es-Saffat, 37/130) buyruğunu, Muhammed’in alîne selam olsun, diye açık­lamışlardır.

Said b. Cübeyr de şöyle demektedir: Bu Muhammed (sav)’ın isimlerinden birisidir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Muhakkak sen gönderilmiş peygam­berlerdensin” buyruğudur. es-Seyyid el-Himyerî de şöyle demektedir:

“Ey nefs! Samimi sevgi ile olanca gayretinle, Kimseye içten öğüt verme; Ali Yâsîn’den başkalarına.”

Ebubekr el-Verrak: Ey insanların efendisi demektir, diye açıklamıştır. Bunun Allah’ın isimlerinden birisi olduğu da söylenmiştir. Bu da Malik’in gö­rüşüdür. Eşheb ondan şöyle demektedir: Ben ona: Herhangi bir kimse Yâ­sîn adını alabilir mi? diye sordum, o da: Yüce Allah’ın: “Yâsîn, çok hikmet­li Kur’ân hakkı için” buyruğu dolayısıyla olmaması gerektiği görüşündeyim. Çünkü yüce Allah: Bu Benim adımdır, Yâsîn’dir diye buyurmaktadır, dedi.

İbnu’l-Arabî der ki: Bu çok üstün bir açıklamadır. Çünkü kulun yüce Rab-bin adını alması kendisinde o ismin bir manası bulunması halinde caiz olur. Alim, kadir, murid, mütekellim gibi. Malik’in: “Yâsîn” adının insana verilmesini kabul etmeyişi anlamı bilinemeyen Allah’ın isimlerinden bir isim oluşun­dan dolayıdır ve bu anlam, yüce Rabbin kendine has olan hususiyetlerinden birisinin adı da olabilir. O vakit kulun böyle bir isim almaya kalkışması da caiz olmaz.

Şayet yüce Allah: “İlyas’a (âli Yasin’e) selam olsun.” (es-Saffat, 37/130) di­ye buyurmuştur. (Buna ne cevab verilir)? denilecek olursa, şöyle deriz: Bu, harfleri hecelenebilen bir şekilde yazılmıştır. O bakımdan bunun isim olarak kullanılması caizdir. Malik, harfleri hecelenebilecek şekilde (kelime halinde) yazılmamış olan ile ilgili olarak açıklamada bulunmuştur. Buna sebep ise iza-hındaki zorluktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Yüce Allah, bu sûreye Ya ve Sin harf­leri ile başlamıştır. Bütün hayırlar bu iki harfte toplanır. Ayrıca bu şekilde­ki bir başlayış onun kalp olduğuna delildir. Kalp vücudun başıdır. Aynı şe­kilde “Yâsîn” Sûresi de diğer sûrelerin başıdır, Kur’ân’ın tamamını kapsamak­tadır.

Yine Yâsîn’in menşei hakkında farklı görüşler vardır. Said b. Cübeyr ile İkrime bu Habeşçedir derken, eş-Şa’bî, Taylıların lehçesi böyledir, el-Hasen Kelb’in lehçesi böyledir der. el-Kelbî ise bu Süryanicedir, Araplar da bunu kullandıklarından ötürü Arapça olmuştur, demiştir. Bu anlamdaki açıklama­lar daha önceden hem Ta-Ha Sûresi’nde (20/1. âyetin tefsirinde) hem de bu kitabın (tefsirin) mukaddimesinde (Kur’ân-ı Kerîm’de Arapçanın Dışında Kelimeler Var mıdır? bahsinde) yeteri kadarıyla geçmiş bulunmaktadır.

Kadı Iyad “Yâsîn”in anlamı ile ilgili müfessirlerin görüşlerini sıralamış ve onun naklettiğine göre Ebu Muhammed Mekkî, Peygamber (sav)’ın şöyle bu­yurduğunu bildirmiştir: “Benim Rabbimin nezdinde on tane ismim var­dır… “[11] Daha sonra bunlar arasında Ta-Ha ve Yâsîn’i de saymaktadır.

Derim ki: el-Maverdî, Ali (r.a)’dan şöyle dediğini belirtmektedir. Ben Ra-sûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Şüphesiz yüce Allah Kur’ân-ı Ke­rîm’de beni yedi isim ile anmıştır: Muhammed, Ahmed, Taha, Yâsîn, Müzzem-mil, Müddessir ve Abdullah.”[12] Bunu el-Kadî (el-Maverdi) söylemiştir.

Ebu Abdurrahman es-Sülemî’nin Cafer es-Sadık’tan naklettiğine göre yü­ce Allah, bununla peygamberine hitaben “es-Seyyid” demeyi murad etmiştir.

İbn Abbas’tan da “Yâsîn”in “ey insan” demek olduğu ve yüce Allah’ın bu­nunla Muhammed (sav)’ı kastettiğini söylediği nakledilmiştir. Ayrıca İbn Abbas: Bu bir yemindir ve yüce Allah’ın isimlerinden bir isimdir, diye de açık­lamıştır.

ez-Zeccac dedi ki: Anlamının ey Muhammed, ey adam ve ey insan oldu­ğu söylenmiştir.

İbn el-Hanefiye’den “Yâsîn” ey Muhammed, Ka’b’dan gelen rivayete gö­re de “Yâsîn” yüce Allah’ın gökleri ve yeri yaratmadan ikibin yıl önce yap­tığı bir yemin olduğunu söylediği nakledilmiştir. Yüce Allah önce: Ey Muham­med: “Muhakkak sen gönderilmiş peygamberlerdensin” diye buyurduk­tan sonra “çok hikmetli Kur’ân hakkı için” diye buyurmuştur.

Yâsîn’in Peygamber (sav)’ın isimlerinden bir isim olduğu kabul edilip bu ifadede yemin anlamı olduğu da sahih ise; bunda -az önce geçtiği üzere- pek büyük bir tazim anlamı olduğu ortaya çıkar. Bunda yemin anlamı olduğunu daha sonra gelen yeminin ona atfedilmiş olması da pekiştirmektedir. Şayet nida anlamında ise onun risaletinin tahkiki ve hidayete ilettiğine dair şahit­liği ortaya koymak üzere de ondan sonra bir diğer yemin gelmiştir. Yüce Al­lah, ismine ve Kitabına yemin ederek, Muhammed (sav)’ın Allah’ın vahyi ile kullarına gönderdiği rasûllerden ve sahib olduğu imanı dolayısıyla dosdoğ­ru bir yol üzere olduğuna yemin etmektedir. Yani onun izlediği yolun her­hangi bir eğriliği yoktur ve haktan uzak değildir.

en-Nekkaş der ki: Yüce Allah, Kitabında göndermiş olduğu herhangi bir peygamberin rasûl olduğuna ondan başka hiçbir kimse için yemin etmiş de­ğildir. Bu ise “ey efendi” anlamına geldiğini söyleyenlerin açıklamasına gö­re çok büyük bir tazim ve onun şanını oldukça yüceltici bir ifade olur. Pey­gamber (sav) da: “Ben Âdem oğlunun seyyidi (efendisi)yim.” diye buyurmuş­tur. (en-Nekkaş’ın) sözleri burada sona ermektedir.

el-Kuşeyrî’nin naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Kureyş kâfirle­ri sen Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin, Allah seni bize peygamber olarak göndermiş değildir, dediler. Yüce Allah da muhkem Kur’ân-ı Kerîm’e, Muhammed’in gönderilmiş peygamberlerden olduğuna yemin etmektedir.

“Çok hikmetli (hakim)”; herhangi bir tutarsızlık ve çelişkiye maruz kal­mayacak şekilde son derece sağlam ve muhkem kılınmış demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde; “Bu âyetleri sağlamlaştırılmış (muhkem kılın­mış)… bir kitabdır” (Hud, 11/1) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde bu Kitab, söz dizisinde ve anlamlarında da muhkem ve sağlam kılınmıştır. Herhangi bir tutarsızlık ona erişemez.

“Hakim” bazan yüce Allah hakkında “kef” harfi esreli olarak: “muhkim (sağlamlaştıran, sağlam kılan)” anlamında da kullanılabilir. Tıpkı “elinv’in “mu’lim (can yakıcı)” anlamında kullanılması gibi.

“Dosdoğru bir yol üzerindesin.” Yani İslâm’ın kendisi olan dosdoğru bir din üzerindesin. ez-Zeccac: Senden önce gelip geçmiş olan peygamberlerin yolu üzerindesin, diye açıklamıştır. Yine ez-Zeccac “Muhakkak sen gönde­rilmiş peygamberlerdensin” buyruğu: “Muhakkak”ın haberidir. “Dos­doğru bir yol üzerindesin” buyruğu da ikinci haberdir. Yani şüphesiz ki sen gönderilmiş peygamberlerdensin ve muhakkak sen dosdoğru bir yol üzerin­desin, demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şüphesiz ki sen dosdoğru giden ve gönderilmiş peygamberlerdensin. Bu durumda “dosdoğru bir yol üzerinde­sin” buyruğu “gönderilmiş peygamberlerdensin” buyruğunun sılası kap­samındadır. Şüphesiz ki sen dosdoğru bir yol üzere gönderilmiş peygamber­lerdensin, demek olur. Bu da yüce Allah’ın: “Muhakkak ki sen dosdoğru yo­la iletirsin… Allah’ın yoluna” (eş-Şura, 42/52-53) buyruğuna benzer. Yani o yolu izlemeyi emreden Allah’ın yoluna (iletirsin) demektir.

“Güçlü ve intikam alıcı, çok rahmet edici Allah tarafından indirilme­dir” buyruğunda yer alan “İndirilme” lafzını İbn Amir, Hafs, el-A’meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef mastar (mef’ul-i mutlak) olarak “lam” har­fini nasb ile okumuşlardır. “Allah bunu özel bir şekilde in­dirmiştir” anlamındadır. Mastarı muzaf yaparak marife (belirtili) olmuştur. Yü­ce Allah’ın: “Boyunlarını uurcm.”(Muhammed, 47/4) buyruğu­na benzer ki; bu da-.Boyunları vurarak (onları öldürün) anlamındadır. Diğer­leri ise hazfedilmiş bir mübtedanın haberi olarak diye ref’ ile ve: O … indirilmiştir” anlamında okumuşlardır. Yahutta senin üzeri­ne indirilen (bu kitab) aziz ve rahim olan tarafından indirilmiştir, anlamın­dadır.

Bununla birlikte “Kur’ân”dan bedel olmak üzere mecrur olarak di­ye de okunmuştur. Buna göre “İndirilme” Kur’ân-ı Kerîm’e raci olur. Peygam­ber (sav)’a raci olduğu da söylenmiştir. Yani şüphesiz ki sen gönderilmiş pey­gamberlerdensin ve şüphesiz ki sen “aziz ve rahim olan tarafından indirilmiş­sin.” Burada “indirme” buna göre; peygamber olarak gönderilmek anlamın­dadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki Allah size zi­kir indirmiştir… Okuyan bir peygamber (göndermiştir).” (et-Talak, 65/10-11) Yine yüce Allah yağmuru gönderdi, yağmuru indirdi, denilerek aynı an­lam kastedilmektedir. Muhammed (sav) da yüce Allah’ın semadan indirdiği rahmetidir.

Bunu nasb ile okuyanlar da şöyle derler: Şüphesizki sen aziz ve rahim olan tarafından rasûl olarak gönderilmiş peygamberlerdensin, demektir.

Aziz (güçlü ve intikam alıcı): Kendisine muhalefet edenlerden intikam alan; “Çok rahmet edici (rahim)” de kendisine itaat edenlere merhametli olan, de­mektir. [13]

  1. Ataları azab ile korkutulmadığı için kendileri gafiller olan bir kav­mi korkutasın diye.
  2. Andolsun ki, onların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler.
  3. Şüphe yok ki Biz, onların boyunlarına çenelerine varan demir hal­kalar koyduk. O bakımdan başlarını kaldırmış haldedirler.

“Ataları azab ile korkutulmadık… bir kavmi korkutasın diye” buyruğundaki: lafzının, aralarında Katade’nin de bulunduğu tefsir alimlerinin ço­ğunluğuna göre, i’rabta yeri yoktur. Çünkü bu bir nefy (olumsuzluk) edatı­dır. Anlamı da: Senden önce atalarına korkutup uyaran bir kimsenin gelme­diği bir kavmi uyarıp korkutasın diye… demektir.

Bunun: ism-i mevsulu anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna gö­re buyruk, ataları uyarılıp korkutulduğu gibi sen de kendilerini uyarıp kor­kutasın diye… demek olur. Bu açıklamayı da İbn Abbas, İkrime ve yine Ka-tade yapmıştır.

ile fiilin bir arada mastar anlamını verdiği de söylenmiştir. Atalarının uyarılıp korkutulmasına benzer bir şekilde bir kavmi uyarıp korkutasın di­ye… demek olur. Çünkü Araplara tevatür yoluyla peygamberlerin haberle­rinin ulaşmış olması mümkündür. O halde anlam, bizzat kendilerinden gel­miş bir peygamber vasıtasıyla uyarılıp korkutulmamış… demek olur. Bu hususta haber kendilerine ulaşmış olmakla birlikte (zamanla) gaflete düşmüş, yüz çevirmiş ve bunu unutmuş da olabilirler.

Ayrıca bu, herhangi bir peygamberin haberi kendilerine ulaşmamış kav­me yönelik bir hitab da olabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Halbuki Biz, onlara okuyacakları kitablar göndermemiştik. Senden önce onlara bir nezir (uyarıp korkutucu bir peygamber) de göndermemiştik.” (Se-be’, 34/44); “O senden önce kendilerine bir korkutucu gelmemiş olan bir kav­mi kendisi ile uyarasın diye Rabbinden gelen haktır. Olur ki hidayet bulur­lar.” (es-Secde, 32/3) Kendilerine herhangi bir peygamberin gelmemiş oldu­ğu bir kavim…

Peygamberlerin haberlerinin kendilerine ulaştığı kimselerin sözkonusu edildiğini kabul edenlerin görüşlerine göre anlam şöyle olur: Bunlar şu an­da bu uyarmadan yüz çevirmekte ve gaflet içinde bulunmaktadırlar. Nitekim bir şeyden yüz çeviren kimse hakkında: “o bundan gafildir” denilir.

Bir başka açıklamaya göre onlar Allah’ın vereceği cezadan yana gaflet için­dedirler, demektir.

“Andolsun ki onların çoğunun üzerine o söz hak olmuştur.” Yani az-ab onların çoğuna vacib olmuştur. “Artık onlar” senin uyarman ile “imana gelmezler.”

Bu, yüce Allah’ın ilminde küfür üzere öleceği bilinen kimseler hakkında­dır. Daha sonra yüce Allah, onların imanı terkediş sebeblerini açıklayarak şöy­le buyurmaktadır:

“Şüphe yok ki Biz, onların boyunlarına… demir halkalar koyduk.” De­nildiğine göre bu buyruk Ebu Cehil b. Hişam ile Mahzumoğullarına mensub iki arkadaşı hakkında inmiştir. Şöyle ki Ebu Cehil eğer Muhammed’i namaz kılarken görecek olursa, mutlaka başını taş ile yaracağına dair yemin etmiş­ti. Onu görünce ona atmak üzere bir taş kaldırmaya eğildi. Ancak bu işi yap­mak üzere davranınca eli boynuna doğru gitti ve taş da eline yapıştı. Bu açık­lamayı İbn Abbas, İkrime ve başkaları yapmıştır. Buna göre bu ifade bir tem­sildir, yani o eli boynuna zincir ile bağlanmış bir kimse durumundadır. Ebu Cehil daha sonra arkadaşlarının yanına geri dönünce gördüklerini onlara ha­ber verdi. İkinci adam olan el-Velid b. el-Muğire: Başını ben yaracağım de­di. O da peygamber namaz kılarken ona taş atmak üzere gitti, yüce Allah göz­lerini kör etti. Peygamberin sesini işittiği halde onu görmez oldu. Arkadaşla­rının yanına geri döndü, ancak onları göremiyordu. Nihayet ona seslendik­lerinde şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, ben onu görmedim, sadece onun sesini duydum. Üçüncüleri de: Allah’a yemin ederim ki, onun başını ben ya­racağım dedi. Sonra da eline taş alıp gitti. Bu sefer gerisin geri dönmeye baş­ladı ve nihayet sırtüstü baygın olarak yere yıkıldı. Ne oluyorsun? diye soru­lunca, başıma çok büyük bir iş geldi, dedi. Ben adamı gördüm fakat ona yak­laşınca kendisinden daha büyüğünü asla görmediğim bir devenin benimle onun arasında durup kuyruğunu salladığını gördüm. Lat ve Uzza adına yemin ederim ki, eğer ona yaklaşacak olsaydım, bu erkek deve beni yiyecekti.

İşte bunun üzerine yüce Allah: “Şüphe yok ki Biz, onların boyunlarına çenelerine varan demir halkalar koyduk. O bakımdan başlarını kaldırmış haldedirler.” buyruğunu indirdi.

İbn Abbas: “Şüphe yok ki Biz, onların sağ ellerine… koy­duk” diye okumuştur. ez-Zeccac dedi ki: Bu ifadeler Biz onlann ellerine… koyduk” diye de okunmuştur. en-Nehhas der ki: Bu oku-yuş(lar) bir tefsirdir. Mushafa muhalif olan şekilde kıraat olmaz.

Cemaatin benimsediği kıraate göre ifadede hazfedilmiş lafızlar vardır. İfa­denin takdiri şöyledir: Biz, onların boyunlarına ve ellerine zincirler koyduk. Bunlar onların çenelerine kadar ulaşmaktadır. O halde burada kasıt boyun­lar değil ellerdir. Araplar bu gibi anlatımlarda (bu tür lafızları) hazfederler. Bunun bir benzeri de: “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler” (en-Nahl, 16/81) buyruğudur. Bu: …ve bir de soğuktan koruyacak elbiseler takdirinder ki, bu hazfedilmiştir. Çünkü sıcağa karşı koruyan, soğuğa karşı da koruyucudur. Di­ğer taraftan zincirler eğer boyuna vurulacak olursa, ellerin de zincire vurul­muş olması kaçınılmaz bir şeydir. Özellikle burada yüce Allah: “çenelerine varan” diye buyurmaktadır ki, bununla ellerin de zincire vurulmasının kas­tedildiği anlaşılmış olmaktadır.

“O bakımdan başlarını kaldırmış haldedirler.” Yani onlar başlarını eğemeyecek şekilde kaldırmış bulunuyorlar. Çünkü elleri çenesinin altında zincire vurulmuş bir kimsenin başı yukarı doğru kalkar. Abdullah b. Yahya’nın rivayetine göre Ali b. Ebi Talib (ra) onlara “başları kaldırma” şeklini; elle­rini çenesinin altına getirip onları birbirine yapıştırarak başını yukarı doğru kaldırarak göstermiştir.

en-Nehhas der ki: Bu, bu hususta gelmiş rivayetlerin en değerlileridir. Bu el-Esmaî’nin anlattıklarından alınmıştır. O şöyle demektedir: Atın başını kal­dırmak maksadıyla dizginlerini çekmeyi anlatmak üzere; ” Atın dizginlerini çektim” denilir.

en-Nehhas der ki: Burada “kaf” harfi mahreç itibariyle yakınlığından ötü­rü “kef’den bedel getirilmiştir. Nitekim (kâf ve kef harfleriyle): “Onu kahrettim” denilir. el-Esmaî der ki: Başı yukarı doğru dikilsin diye atın boynunu çekmeyi anlatmak için; “Atın boynunu (dizginlerini) çektim” denilir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

“Ve baş(ı) ise yukarı kalkıktır.”

“Dizginlerini çekerek başını yukarı doğru kaldır­dım” denilir ve bu kullanımların sadece sonuncusu elifsizdir. Bu açıklama­lar el-Esmaî’den nakledilmiştir.

tabiri “devenin havuzun yakınında iken başını kaldırıp su içmemesi”ni anlatmak için kullanılır. Bunu yapan deveye: “Ba­şını sudan çeken deve” denilir. Yine; ifadeleri “susamadığı için içmeyerek başını kaldıran deve” hakkında kullanılır. “Develerin suya gitti fakat su içmeyip -herhangi bir rahatsızlık ya da soğuk do­layısıyla- başını yukarı doğru kaldırdı” denilir. Bu şekilde davranan develer için; denilir. Böyle olan tekil erkek deve için; dişi de­ve hakkında da; denilir. Çoğulu için kıyasa uygun olmayarak; “Su içmeyip başını kaldıran develer” denilir. Bişr bir gemiyi nitelen­dirirken şöyle der:

“Ve biz o geminin kenarlarında oturuyor,

Başlarını yukarı doğru kaldırmış develer gibi gözlerimizi kapatıyorduk.”

“Gözleri kapatıp başı kaldırmak” demektir. “Demir hal­ka (tasma) dar olduğundan dolayı başını yukarıda tuttu” denilir. son derece soğuk iki ay, anlamındadır. Bu soğuk iki ay ise iki kânun (kânun-i evvel ve kânun-i sanî) ayları olup onlara bu isim verilmiştir. Çünkü deve­ler suyun soğukluğu dolayısıyla rahatsız olduklarında başlarını yukarı doğ­ru kaldırırlar. “Seviki (kavrulmuş unu) avuçlayarak ağzıma at­tım” tabiri de buradan gelmektedir.

Bir başka açıklamaya göre; bu yüce Allah’ın onların hidayetten yüz çevi­rişlerini anlatmak üzere verdiği bir misaldir. Onların bu yüz çevirişleri tıpkı zincire vurulmuşun yüz çevirişi gibidir. Bu açıklamayı Yahya b. Sellam ile Ebu Ubeyde yapmıştır. Nitekim: “filan kişi bir eşektir” denilince, o hidayeti gör­mez denilmek istenir. Şair de şöyle demiştir:

“Onların doğruya gelmelerini engelleyen bukağılan ve zincirleri vardır.”

Nakledildiğine göre Ebu Züeyb, cahiliye döneminde bir kadını seviyor­du. İslama girdikten sonra bu kadın kendisini yanına davet edince, bunu ka­bul etmeyerek şu beyitleriyle ona cevab vermişti:

“Ey Malik’in annesi, artık durum eskisi gibi değil, Ama boyunlarımızın etrafını zincirler kuşatmıştır. Artık genç delikanlı yaşını başını almış gibidir ve o asla söylemez,

âdil olmayan bir sözü Bundan dolayı; genç ve güzel kadınlar, ondan yana rahata kavuşmuştur.”

O bu sözleriyle; İslâm’ın getirmiş olduğu yasaklar dolayısıyla biz zina et­mekten ve fasıklıktan alıkonulduk, demek istemektedir.

el-Ferra da şöyle demektedir: Bu bir misaldir. Yani Biz onları Allah yolun­da infak etmekten alıkoyduk. Bu da yüce Allah’ın: “Elini (zincire vurulmuş gibi) boynuna bağlanmış kılma” (el-İsra, 17/29) buyruğuna benzemektedir. ed-Dahhak da böyle açıklamıştır.

Yine denildiğine göre bunlar, hakka karşı büyüklenmeleri itibariyle eli zin­cire vurulmuş ve boynuna bağlanmış kimse gibidirler. Bu kişi böylece başı­nı yukarıya doğru kaldırmış ve aşağıya indiremez olur. Gözünü de açmak­sızın yummuş olur. Büyüklük taslayan kimse de boynunu yukarı doğru kal­dırmak ile nitelendirilir.

el-Ezherî der ki: Elleri boyunlarına bağlanınca zincirler çenelerini ve başlarını -tıpkı başlarını yukarıya kaldıran develer gibi- yukarı doğru kaldır­malarına sebep olur.

Bu engelleme, kâfirlerin kalblerinde küfrü yaratmak suretiyle olur. Bazı­larına göre ise küfürlerine bir ceza olmak üzere iman etme başarısının on­lardan alıkonulması ile olur.

Bir başka açıklamaya göre; bu âyet-i kerime, yarın cehennem ateşinde bir­takım kimselere verilecek ceza, boyunlarına takılacak tasmalar ve zincirlere işarettir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O zaman boyunlarında tas­malar ve zincirler bulunacak.” (el-Mu’min, 40/71) Yüce Allah, onların bu hal­leri hakkında (kesin olarak gerçekleşeceğinden) mazi kipiyle haber vermiş­tir.

“O bakımdan başlarını kaldırmış haldedirler” buyruğuna dair açıklama­lar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Mücahid der ki: “Başlarını kaldır­mış haldedirler” buyruğu, onlar her türlü hayrı işlemekten yana zincire vu-rulmuşçasına alıkonulurlar, demektir. [14]

  1. Hem Biz, onların önlerinden bir sed ve ardlarından da bir sed çektik. Gözlerini de perdeledik. Artık onlar görmezler.
  2. Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Artık onlar inanmazlar.
  3. Sen ancak Zikr’e uyan ve gayb ile Rahman’dan kalbinden say­gı duyarak korkan kimseleri uyarırsın. İşte böylesini bir mağ­firet ve kerim bir ecirle müjdele!

“Hem Biz, onların önlerinden bir sed ve ardlarından da bir sed çektik”

buyruğu hakkında Mukatil şöyle demektedir: Ebu Cehil Peygamber (sav)’a elini uzatamayıp taş da elinden düşmüş olduğu halde arkadaşlarının yanına geri dönünce Mahzumoğullarından bir başka kişi taş alıp: Ben onu bu taş­la öldüreceğim, dedi. Peygamber (sav)’a yaklaşınca, Allah gözlerini kör et­ti, Peygamber (sav)’ı göremedi. Arkadaşlarına geri döndüğünde onlar ken­disine sesleninceye kadar onları farkedemedi. İşte âyet-i kerimenin manası budur.

Muhammed b. İshak da bu husustaki rivayetinde şunları söylemektedir: Rabia’nın iki oğlu Utbe ve Şeybe ile Ebu Cehil ile Ümeyye b. Halef, Peygam­ber (sav)’a eziyet etmek için sürekli gözetleyip duruyorlardı. Yâsîn Sûresi’-ni okuyarak onların bulundukları yere geçti. Elindeki toprağı üzerlerine at­tı ve: “Hem Biz, onların önlerinden bir sed ve ardlarından bir sed çektik” buyruklarını okudu. Peygamber (sav) yanlarından geçip gidinceye kadar baş­ların; .jrinden kaldırmadılar. Bu husus daha önceden İsra Sûresi’nde (17/45. âyetin tefsirinde) geçtiği gibi “sed”e dair açıklamalar da daha önce­den (18/94. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. “Sed”kelimesinin, “sin” harfi ötreli (süd şeklinde) ile üstün (sed şeklinde) olarak söylenmesi iki ay­rı söyleyiştir. “Gözlerini de perdeledik.” Yani gözlerini örttük. Bakara Sû-resi’nin baş taraflarında (2/7. âyet, 9. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas, İkrime ve Yahya b. Ya’mer “gözlerini de perdeledik” anlamın­daki buyruğu; “Gece körlüğü gibi onların gözlerini zayıflattık” an­lamında “ğayn” ile değil de “ayn” ile okumuşlardır. Şair de şöyle demiştir:

“Ne zaman onun yanına gidersen, Onun ateşinin ışığı dolayısıyla göremez olursun.”

Yüce Allah da: “Kim Rahman’ın zikrini görmezlik­ten gelirse…” (ez-Zuhruf, 43/36) diye buyurmaktadır. Her iki okuyuşun da anlamı birbirine yakındır, anlam da onları kör ettik şeklindedir. Nitekim şa­ir şöyle demiştir:

“Bunca musibetlerden ötürü -babasız kalasıca- yeryüzü, Bana karşı hep sedlerle doluverdi. Oradaki tepecik bir yeri bulamıyorum, el-Uzeyb ile Murad toprakları arasında.”

“Artık onlar” Katade’nin açıklamasına göre hidayeti “göremezler.” Bir di­ğer açıklamaya göre de onu öldürmek için kendi aralarında karar aldıkların­da Muhammed’i göremezler, demektir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

ed-Dahhak dedi ki: “Hem Biz, onların önlerinden” dünyada “bir sed ve ardlarından” âhirette “de bir sed çektik.” Yani onlar hem öldükten sonra dirilişi göremediler, hem dünyada şer’î hükümleri kabul etmeyecek şekilde körleştiler. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Biz, onlara yakın arkadaşlar kıldık. Onlar da önlerinde ve arkalarında olanı kendilerine süslediler.” (Fussilet, 41/25) Yani onlara dünyayı süslü gösterdiler ve âhireti yalanlama­ya çağırdılar.

Şöyle de açıklanmıştır: Buna göre; “hem Biz, onların önlerinden bir sed” yani dünya aldanışı “ve ardlarından da bir sed” âhireti yalanlayışı “çektik” demek olur. Bir başka açıklamaya göre: “Önlerinden” âhirette demektir, “ard­larından” da dünyada demektir.

“Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Artık onlar iman etmezler” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/6. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i kerime Kaderiye’nin ve diğerlerinin görüşlerini de reddetmektedir.

İbn Şihab’dan rivayete göre Ömer b. Abdu’1-Aziz kaderiyeci Gaylan’ı hu­zuruna getirtmiş ve ona şöyle demiş: Ey Gaylan! Aldığım habere göre sen ka­deriye görüşünü benimsiyormuşsun. O: Bana iftira ediyorlar, ey mü’minle-rin emiri, demiş. Daha sonra da şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri! Yüce Al­lah’ın: “Gerçekten Biz, insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu sınar du­ruruz. Bu nedenle onu işiten ve gören yaptık. Gerçekten Biz ona yolu göster­dik, ister şükredici olsun, ister nankör olsun.” (el-İnsan, 76/2-3) buyruğu hak­kında ne dersin? Ömer b. Abdu’1-Aziz dedi ki: Ey Gaylan oku. Gaylan oku­maya devam etti. Nihayet yüce Allah’ın: “Artık kim dilerse, Rabbine doğru bir yol alır.” (el-İnsan. 76/29) buyruğuna kadar geldi. Yine ona: Oku, dedi. O da yüce Allah’ın: “Ama Allah dilemedikçe siz de dileyemezsiniz.” (el-İn­san, 76/30) buyruğunu okuyunca, Gaylan: Allah’a yemin ederim ey mü’min­lerin emiri! Hiçbir zaman Allah’ın Kitabında bu âyetin varlığını farketmemiş-tim. Bu sefer ona: Ey Gaylan Yâsîn Sûresi’nin baş taraflarını oku, dedi. O da Yâsîn Sûresini okumaya başladı. Nihayet: “Onları uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Artık onlar inanmazlar” âyetine kadar geldi. Bu sefer Gaylan: Allah’a yemin ederim, ey mü’minlerin emiri! Bundan önce bu âye­ti sanki hiç okumamış gibiyim. Şahid ol ey mü’minlerin emiri, ben tevbe edi­yorum. Bunun üzerine Ömer b. Abdu’1-Aziz dedi ki: Allah’ım, eğer samimi ise tevbesini kabul buyur ve ona sebat ver. Şayet yalan söylüyorsa ona acı­mayacak bir kimseyi musallat kıl ve onu mü’minlere bir ibret yap. Daha son­ra Hişam onu yakaladı, el ve ayaklarını kesip onu astı. İbn Avn dedi ki: Ben onu Dımaşk (Şam) kapısı yanında asılmış gördüm. Bu halin ne oluyor, ey Gay­lan? diye sorduk, o şu cevabı verdi: Salih insan Ömer b. Abdu’l-Aziz’in bed­duası beni tuttu, dedi.

“Sen ancak Zikr’e uyan” yani Kur’ân’a uyup onun gereğince amel eden “ve gayb ile” yani Katade’nin açıklamasına göre görülmeyen azabı ve ateşi dolayısı ile “Rahman’dan kalbinden saygı duyarak korkan kimseleri uya­rırsın.” Bir açıklamaya göre; sen insanların görmediği ve tek başına kaldı­ğı zaman Allah’tan korkan kimseleri uyarırsın. “İşte böylesin!” günahları için “bir mağfiret ve kerim bir ecirle” yani cennet ile “müjdele!” [15]

  1. Muhakkak Biz, ölüleri diriltiriz. Onların ileri gönderdiklerini de, izlerini de yazarız. Biz, herşeyi önder bir kitabta tesbit etmi­şizdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [16]

1- Ölülerin Diriltilmesi:

Yüce Allah: “Muhakkak Biz, ölüleri diriltiriz” buyruğu ile bizlere, inkar­cıların kanaatlerini reddederek ölüleri dirilteceğini haber vermektedir.

ed-Dahhak ile el-Hasen şöyle açıklamışlardır: Yani Biz, onları cehaletten sonra iman ile diriltiriz. Ancak birinci açıklama daha kuvvetlidir, yani amel­lerinin karşılığını görmeleri için ba’s ile onları dirilteceğiz, kabirlerinden kal­dıracağız.

Daha sonra yüce Allah, izlerin dahi yazılacağını hatırlatarak onları tehdit etmektedir ki, bu da bir sonraki başlığın konusudur. [17]

2- İnsanın Yaptığı Herşey Tesbit Edilmektedir:

Yüce Allah, herşeyin ve insanın bütün yaptıklarının tesbit edildiğini bize bildirmekte (ve böylelikle inkarcıları tehdit etmektedir.)

Katade dedi ki: Bu, yapılan herbir ameli tesbit ediyoruz, demektir. Müca-hid ve İbn Zeyd de böyle açıklamışlardır. Yüce Allah’ın şu buyrukları da bu­nu andırmaktadır: “Herkes önden neyi yollamış, geriye neyi bıraktıysa bil­miş olacaktır.” (el-İnfitar, 82/5); “O gün insana önden yolladığı şeyler ile ge­riye bıraktığı şeyler haber verilir.” (el-Kıyame, 75/13); “Allah’tan korkun! Her­kes yarın için ne hazırladığına bir baksın.” (el-Haşr, 59/18) O halde geri­ye kalan ve insanlar tarafından anılan şeyler, insanın hayır ya da şer türün­den yaptığı şeylerdir ve insan bunların karşılığını görecektir. Geriye kalan, öğrettikleri bir ilim, tasnif ettikleri bir kitap yaptıkları bir vakıf, mescid, ri-bat, köprü ve buna benzer yaptıkları bir bina gibi bıraktıkları güzel eserler­dir. Yahut ta bazı zalimlerin müslümanlann başına geçirdikleri bir görev ya­hut onların zarara uğramalarına sebeb teşkil eden ortaya çıkartılmış bir yol ya da Allah’ı zikretmekten alıkoyan şarkı nağmeleri ve oyalayıcı şeyler gibi ortaya çıkardıkları herhangi bir kötülüktür. İşte başkalarının sonradan gelip takip ettikleri herbir güzel yol ile herbir kötü yol da böyledir.

Bir açıklamaya göre de burada sözü edilen “izler” mescidlere yürüyüp gi­denlerin izleridir. İşte Ömer, İbn Abbas ve Said b. Cübeyr bu anlama göre yorumlamışlardır. Yine İbn Abbas’tan gelen rivayete göre “izlerini” buyruğu mescidlere attıkları adımlarını da yazarız, demektir.

en-Nehhas der ki: Bu, bu hususta yapılmış en uygun açıklamadır. Çünkü ayet-ı kerimenin bu hususta indiğini söylemiştir. Zira ensarın evleri mescid-den oldukça uzaktı. Peygamber (sav), kendisine kadar ulaşan merfu hadis­te şöyle buyurmuştur: “Mümin) mescide gitmek üzere çıkacak olursa, attığı herbir adım dolayısıyla ona bir hasene yazılır ve attığı herbir adım dolayısıy­la bir günahı silinir. Hem gidişinde, hem de dönüşünde bu böyledir. “[18]

Derim ki: Tirmizî’de Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediği kaydedilmekte­dir: Selimeoğulları Medine’nin uzakça bir yerinde meskun idiler. Mescidin ya­kınına taşınmak istediler. Bunun üzerine şu: “Muhakkak Biz, ölüleri diril­tiriz. Onların ileri gönderdiklerini de, izlerini de yazarız” âyeti nazil ol du. Rasûlullah (sav): “Şüphesiz sizin izleriniz de yazılır” diye buyurdu, on­lar da yerlerini değiştirmediler. (Tirmizî) dedi ki: Bu, es-Sevrî’nin rivayeti ile hasen ve garib bir hadistir[19]

Müslim’in Sahih ‘inde de Cabir b. Abdullah’tan şöyle dediği kaydedilmek­tedir: Selimeoğulları mescidin yakın bir yerine gelip yerleşmek istediler. (Ca­bir) dedi ki: O sırada etraftaki arsalar da boştu. Peygamber (sav) bu duru­mu öğrenince şöyle dedi: “Ey Selimeoğulları! Yurdunuzdan ayrılmayınız, iz­leriniz yazılır. Yurdunuzdan ayrılmayınız, izleriniz yazılır.” Bunun üzerine on­lar da: Yerimizden ayrılmak bu durumda hoşumuza gitmezdi, dediler.”[20]

Sabit el-Bünanî dedi ki: Ben Enes ile namaza gitmek üzere yürüyordum. Hızlıca yürümeye koyulunca, namaz bittikten sonra beni tuttu ve şöyle de­di: Peygamber (sav) ile birlikte yürüyorken hızlanıverdim. Beni namaz bit­tikten sonra alıkoydu ve bana dedi ki: “Sen izlerin dahi yazıldığını bilmiyor musun?”[21] İşte bu, bu âyet-i kerimenin bu hususa delil gösterildiğini ortaya koymaktadır.

Katade, el-Hasen ve -yine- Mücahid şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerimede­ki “izler”den kasıt atılan adımlardır.

es-Sa’lebî de Enes’den şöyle dediğini nakletmektedir: İzlerden kasıt, cu­ma namazına gitmek üzere atılan adımlardır. “İzler (el-asar)”in tekili “eser” diye gelir. “Esr” diye geldiği de söylenmiştir. [22]

3- Uzak Yerden Mescide Gelmek ve Yakın Mescidi Bırakıp Uzak Mescide Gitmek:

Bu âyetin anlamını tefsir eden hadis-i şeriflerde, mescidden uzaklığın da­ha faziletli olduğuna delil vardır. Eğer mescide yakın ise yakın mescidi bı­rakıp daha uzak bir mescide gidebilir mi? Bu hususta görüş ayrılığı vardır. Enes’ten gelen rivayete göre o, yeni yapılmış (yakın) mescidi bırakıp (uzak­taki) eski mescide gidermiş.

Başkasından gelen rivayete göre ise; uzak mescide gitmek daha büyük bir ecri gerektirir. Ancak el-Hasen ve başkaları bunun mekruh olduğunu kabul ediyorlardı. el-Hasen şöyle demiştir: Yakınındaki mescidi bırakıp başka bir mescide gitmez. Malik’in kabul ettiği görüş de budur.

Yakınındaki mescidi bırakıp büyük mescide (camiye) gitmek hususunda da iki görüş vardır. İbn Mace’nin kaydettiği rivayete göre Enes b. Malik şöy­le demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Kişinin evinde kıldığı namaz bir na­mazdır. Kabilelerin mescidinde kıldığı namaz yirmibeş namaz gibidir. Cuma­ların kılındığı mescidde kıldığı namaz da beşyüz namaza bedeldir.”[23]

4- Bazı Lafızların Nahiv Açısından Açıklaması:

Hadis-i şerifte geçen: “Yerlerinizden ayrılmayınız” lafzı iğra olmak üzere nasbedilmiştir. Orada kalınız, yerlerinizden asla ayrılmayınız, demek­tir. “Yazılır” lafzı ise bu emrin cevabı olarak cezmedilmiştir.

“Her şeyi” lafzı, “Tesbit etmişizdir” fiilinin delalet ettiği

gizli bir fiil ile nasbedilmiştir. Sanki: “Biz, herşeyi yaz­dık, onları yazdık” denilmiş gibidir (iştigal).

Bunun mübteda olarak merfu gelmesi caiz olmakla birlikte nasbedilme-si daha uygundur. Böylelikle fiilin amel ettiği lafız, daha önce gelen fiilin amel ettiği diğer lafza atfedilebilsin. el-Halil ve Sibeveyh’in görüşü de budur.

“Önder kitab (imam)”dan kasıt ise, delil teşkil eden, kendisine uyulan ki-tab demektir. Mücahid, Katade ve İbn Zeyd bununla Levh-i Mahfuz’u kastet­mektedir, demişlerdir. Bir kesim de bununla amel defterlerini kastetmiştir, demişlerdir. [24]

  1. Onlara şu kasaba halkını örnek göster: Hani oraya elçiler gel­mişti.
  2. O zaman Biz, onlara iki elçi göndermiştik de onlar bu ikisini de yalanlamıştı. Biz de üçüncü bir kişi ile (onları) desteklemiştik. Hep birlikte: “Elbette biz size gönderilmişizdir” dediler.
  3. Dediler ki: “Siz ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da hiç­bir şey indirmemiş tir. Siz ancak yalan söylersiniz.”
  4. Dediler ki: “Rabbimiz bizim gerçekten size gönderilmiş kimse­ler olduğumuzu biliyor.”
  5. “Bize düşen apaçık tebliğden başkası değildir.”
  6. Dediler ki: “Gerçekten biz sizi uğursuz belledik. Şayet vazgeç­mezseniz sizi elbette taşlarız ve hiç şüphesiz size bizden çok acık­lı bir azab dokunur.”
  7. Dediler ki: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle birliktedir. Size öğüt verilirse de mi? Hayır, siz haddi aşan bir topluluksunuz.”

“Onlara şu kasaba halkını örnek göster: Hani oraya elçiler gelmişti”

buyruğunda hitab Peygamber (sav)’edir. Bu buyruk ile o kasaba halkını kav­mine örnek vermesi emredilmektedir.

el-Maverdî’nin naklettiğine göre bu kasaba bütün müfessirlerin kanaati­ne göre Antakya’dır. Antakya, Antabis ahalisine nisbet edilmiştir. Antabis ise bu şehri bina eden kimsenin adıdır. Arapçalaştırıhnca böylece değişikliğe uğ­ramıştır. Bu açıklamayı es-Süheylî yapmıştır. Bu şehrin adının “ti” yerine “te” ile Antekye diye söylendiği de olur. Bu şehirde putlara tapan Antikos b. Antikos diye anılan bir firavun (kral) varmış. Bunu da el-Mehdevî zikretmiş, Ebu Cafer en-Nehhas da bunu Ka’b ile Vehb’den naklen kaydetmiştir. Yüce Al­lah ona Sadık ve Saduk ile üçüncüleri olan Şelum’u peygamber olarak gön­dermişti. Taberî’nin görüşü budur. Başkaları ise Şemun ile Yuhanna adları­nı verirler. en-Nekkaş ise Sem’an ve Yahya adlarını vermektedir. Bunlar ne Sadık, ne de Saduk diye bir isimden söz etmezler.

“Örnek” ile Kasaba halkı” lafızlarının “göster” anla­mındaki fiilin iki mef’ulu olması mümkündür. Yahut ta “kasaba halkı” laf­zı “örnek”den bedel de olabilir. Sen onlara kasaba halkının misalin örnek olarak göster, demek olur ki burada muzaf hazfedilmiştir.

(Bu buyrukla) Peygamber (sav) bu müşriklere kendilerine üç peygamber gönderilmiş olan bu kasaba halkı kâfirlerinin başına gelenleri örnek olarak göstermek ve uyarıp korkutmakla emrolunmaktadır.

Bir görüşe göre bunlar doğrudan doğruya Allah tarafından peygamber ola­rak gönderilmiş rasûllerdir. Bir diğer görüşe göre İsa (a.s) bu elçileri Allah’a çağırmak üzere Antakya’ya göndermiştir. İşte yüce Allah’ın:

“O zaman Biz, onlara iki elçi göndermiştik” buyruğunda anlatılan bu­dur. Bu buyrukta yüce Rabbimiz göndermeyi kendisine nisbet etmektedir. Çünkü İsa (a.s) bu iki elçiyi Rabbin emriyle göndermiştir. Bu da İsa (a.s)’ın semaya yükseltildiği sırada olmuştur.

“…de onlar bu ikisini de yalanlamıştı.” Denildiğine göre bu iki peygam­beri dövmüşler ve hapse atmışlardır.

“Biz de üçüncü bir kişi ile desteklemiştik.” Yani o elçilik görevini üçün­cü birisi ile güçlendirmiş ve pekiştirmiştik.

Ebu Bekr’in rivayetine göre Asım: “Biz de üçüncü bir kişi ile desteklemiştik” buyruğundaki birinci “ze”yi şeddesiz okumuş, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır.

el-Cevherî der ki: Yüce Allah’ın: “Biz de üçüncü bir kişi ile desteklemiş­tik” buyruğunda “ze” harfi hem şeddeli, hem şeddesiz okunabilir. Güçleri­ni pekiştirdik, güçlendirdik, demektir. el-Esmaî der ki: Ebu Amr b. el-Alâ bu hususta bana el-Mütelemmis’in şu beyitini okumuştur:

“Ona yük vurulduğunda zayıftır ama eti de güçlü ve sağlamdır. Yükleri kösele uzunca iplerle bağlandığında da (o deve) böğürmez.”

Buna göre her iki okuyuş da aynı anlamdadır.

Şeddesiz okuyuşun “galib geldik, yenik düşürdük” anlamında olduğu da söylenmiştir. “Ve söz söylemede de beni yendi” (Sad, 38/23) buyruğunda da bu anlamdadır. Şeddeli okuyuş ise güçlendirdik ve çoğalt­tık anlamına gelir.

Kıssalarda nakledildiğine göre; İsa (a.s) onlara önce iki elçi göndermiş­ti. Bunlar birkaç koyununu otlatan yaşlıca bir adamla karşılaştılar. Bu kişi Yâ-sîn Sûresi’nde sözü edilen şahıs olan Habib en-Neccar idi. Onu Allah’ın di­nine davet ettiler ve: Bizler İsa’nın elçileriyiz. Seni Allah’a ibadet etmeye da­vet ediyoruz, dediler. Onlardan bir mucize isteyince, biz hastaları şifaya ka­vuştururuz, dediler. Deli bir oğlu vardı, yatakta yatan hasta bir oğlu vardı di­ye de söylenmiştir. Ellerini ona sürdüler, yüce Allah’ın izniyle sağlıklı bir şe­kilde ayağa kalktı. Adam da Allah’a iman etti.

Yine denildiğine göre; şehrin uzakça bir yerinden koşarak gelen kişi odur. O, onların durumunu etrafa anlattı. Bir çok hastayı şifaya kavuşturdular. Put­lara tapan kralları onlara elçi göndererek soru sormasını emretti. Her ikisi de: Biz İsa’nın elçileriyiz, dediler. Kendilerine: Peki âyetiniz (mucizeniz, delili­niz) nedir? diye sorunca, biz anadan doğma körü, abraşı ve hasta kimseleri Allah’ın izni ile iyileştirir, seni de bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmeye ça­ğırırız. Kral onları vurmak istedi. Vehb’in dediğine göre kral onları hapset­ti ve onlara yüzer sopa vurdurdu. Durum İsa (a.s)’a ulaşınca üçüncü bir el­çi gönderdi.

Denildiğine göre, bu havarilerin başı olan Şemun es-Safa idi. Onu bu iki kişiye yardımcı olsun diye göndermişti. Şemun hükümdarın yakınları ile otu­rup kalktı ve nihayet onlar arasında önemli bir yeri oldu. Onlar da ona alış­tılar. Durumunu hükümdara anlattıklarında o da ona güven duydu ve dinin­de ona uyduğunu açıkladı. Hükümdar gidişini beğendi. Şemun günün birin­de hükümdara şöyle dedi: Bana ulaştığına göre sen, seni Allah’a davet eden iki kişiyi hapse atmıştın. Onların durumunun ne olduğunu sana sorsak? Şöyle dedi: Kızgınlığım onların istediklerini gerçekleştirmeme engel oldu. Şe­mun: Onları huzura getirsen deyince, o da huzura getirilmelerini emretti. Şe­mun onlara: İddianızın doğruluğuna dair deliliniz nedir? diye sordu. İki el­çi: Biz anadan doğma körü ve abraşı iyileştiririz, dediler. Anadan doğma, göz­leri kör bir çocuk getirildi. Gözlerinin bulunduğu yeri tıpkı alnı gibi dümdüz idi. İki elçi Rabblerine dua ettiler. Gözlerinin yeri açıldı, çamurdan iki fın­dık kadar bir parça alıp onun gözlerinin yerine koydular. Bu iki çamur par­çası hemen göz oluverdi ve onlarla görmeye başladı. Kral bu işe hayret et­ti ve şöyle dedi: Burada yedi günden beri ölmüş bir çocuk vardır. Babası ge­linceye kadar onu defnetmiyeceğim. Rabbiniz bunu diriltebilir mi? Elçiler açıkça Allah’a dua ettiler, Şemun da gizlice dua etti. Ölmüş olan çocuk dipdiri ayağa kalktı ve insanlara şöyle dedi: Ben yedi gün önce öldüm. Müşrik ol­duğum görüldü, bu bakımdan ateş dolu yedi vadiye girdirildim. İçinde bu­lunduğunuz halden sizi sakındırıyorum, Allah’a iman ediniz. Daha sonra se­manın kapıları açıldı. Bu üç kişiye Şemun’a ve iki arkadaşına şefaat eden gü­zel yüzlü genç bir delikanlı gördüm ve nihayet Allah beni diriltti. Şehadet ede­rim ki Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Bir ve tektir, ortağı yoktur. Yine şe­hadet ederim ki İsa Allah’ın ruhu ve kelimesidir ve şehadet ederim ki bun­lar da Allah’ın elçileridir.

Ona: Bu Şemun da aynı şekilde onlarla birlikte midir? dediler. O: Evet, hem de o onların en üstünleridir, dedi. Şemun da bunun üzerine Mesih’in ken­dilerine gönderdiği elçi olduğunu onlara söyledi. Sözleri hükümdarı etkile­di ve hükümdarı Allah’a davet etti. Hükümdar pekçok kimseyle birlikte iman etti, başkaları da inkâr etti.

el-Kuşeyrî’nin naklettiğine göre hükümdar iman etmekle birlikte kavmi iman etmedi. Cebrail bir çığlık attı ve bu çığlık dolayısıyla aralarından kalan bütün kâfirler oluverdi.

Rivayete göre İsa, elçilere o kasabaya gitmelerini emredince, onlar: Ey Al­lah’ın Peygamberi! Bizler onların dillerini bilmiyoruz, konuşamıyoruz deyin­ce, İsa (a.s) onlar için Allah’a dua etti. Oldukları yerde uykuya daldılar, uyan­dıklarında melekler onları taşıyıp Antakya topraklarına bırakmışlardı. Herbi-risi de diğeri ile o gittikleri toplumun dilleri ile konuşmaya başladı. İşte yü­ce Allah’ın: “Onu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik” (el-Bakara, 2/87) buyruğun­da anlatılan budur. Onlar da hep birlikte: “Elbette biz size gönderilmişiz-dir, dediler.”

“Dediler ki: Siz ancak bizim gibi birer insansınız.” Yemek yer ve çar-

şı-pazarda dolaşırsınız. “Rahman da hiçbir şey indirmemiştir.” Bu indirdik-leriyle herhangi bir şeyi emretmediği gibi, yasaklamamıştır da. “Siz” risalet iddianızla “ancak yalan söylersiniz.” Bunun üzerine elçiler:

“Dediler ki: Rabbimiz: “Bizim gerçekten size gönderilmiş kimseler olduğumuzu” siz bizi yalanlasanız dahi “biliyor.

“Bize düşen” yüce Allah’ın bir ve tek olduğu hususunda”apaçık tebliğ­den başkası değildir.”

Kasaba halkı onlara dediler ki: “Gerçekten biz sizi uğursuz belledik.”

Uğursuzluğunuzun bize zarar vereceğinden korktuk. Mukatil dedi ki: Üç yıl süre ile onlara yağmur yağdırılmadı. Bu sizin uğursuzluğunuzdan dolayıdır, dediler. Denildiğine göre elçiler on yıl süre ile o kasaba halkını korkutup uyar­mayı sürdürdüler.

“Şayet” bizi korkutup uyarmaktan “vazgeçmezseniz, sizi elbette taşlarız.”

el-Ferra, sizi elbette öldürürüz, diye açıklamıştır. el-Ferra der ki: Kur’ân-ı Ke-rîm’de geçen bütün “recm: taşlamak” tabirleri öldürmek anlamındadır. Ka-tade de: Bu buyruk asıl anlamı ile taşa tutmak anlamında kullanılmıştır. Si­ze hakaret edip sövüp sayacağız diye de açıklanmıştır. Bu anlamdaki bütün bu açıklamalar daha önceden (Hud, 11/91’in tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

“Ve hiç şüphesiz size bizden çok acıklı bir azab dokunur.” Bunun öl­dürme olduğu söylendiği gibi, can yakıcı işkenceler olduğu da söylenmiştir. Bir başka açıklamaya göre öldürmeden önce derinin yüzülmesi, azaların ke­silmesi, asılmak gibi can yakıcı işkencelerdir.

Bunun üzerine elçiler “dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle birlik­tedir.” Yani hayır ve şer türünden payınız ne ise sizinle beraberdir ve yaka­nızı bırakmaz. Yoksa bu durumunuz bizim uğursuzluğumuzdan ötürü değil­dir. Bu anlamdaki açıklamayı ed-Dahhak yapmıştır.

Katade de: Amelleriniz sizinle birliktedir diye açıklarken, İbn Abbas: Rı-zıklar ve kaderler size tabidir, sizden ayrılmaz anlamındadır, diye açıklamış­tır. el-Ferra da: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle birliktedir” buyruğunu, rız­kınız ve ameliniz sizinle beraberdir, diye açıklamıştır ki, anlam birdir.

“sizin uğursuzluğunuz” buyruğunu el-Hasen, diye oku­muştur ki, “sizin uğursuz olarak bellemeniz” demek olur.

“Size öğüt verilirse de mi?” Katade’nin açıklamasına göre size öğüt ve­rilirse de mi yine uğursuz mu belleyeceksiniz, demektir.

“se mi” buyruğunda dokuz türlü okuyuş vardır. Medineliler ikin­ci hemzeyi hafifleterek; diye okurken, Kufeliler her iki hemzeyi tahkik ile; diye okumuşlardır.

Üçüncü şekil, aralarına “elif” sokulmak suretiyle iki hemzeli; şeklin­deki okuyuştur. Bu “elif” arka arkaya iki hemze gelmesin diye sokulmuştur. Dördüncü şekil dır. Burada ilk hemzeden sonra bir “elif”, “eliften son­ra da hafifletilmiş bir hemze yer almıştır. Beşinci okuyuş ise; şeklinde, aralarında “elifin yer aldığı üstün iki hemze iledir. Altıncı okuyuş şekli ise diye üstün ve tahkikli iki hemze iledir. el-Ferra’nın naklettiğine göre bu kıraat Ebu Rezin (ya da Ruzeyn)’in kıraatidir.

Derim ki: es-Salebî de bu kıraati Zir b. Hubeyş ile İbn es-Semeyka’dan nak-letmiştir. İsa b. Ömer ile Hasan-ı Basri; “Dediler ki: Si­ze nerede öğüt verilirse, sizin uğursuzluğunuz da sizinle birliktedir” diye oku­muştur. Yezid b. el-Ka’ka’ ile el-Hasen ve Talha da: “Size öğüt verilirse” an­lamındaki lafzı “kef” harfini şeddesiz olarak; diye okumuştur. Bütün bu okuyuşları en-Nehhas zikretmiş bulunmaktadır.

el-Mehdevî de Talha b. Musarrif ile İsa el-Hemezanî’den hemzeyi med ile; diye okuduklarını nakletmektedir. Buna göre istifham (soru) hem­zesi üstün olan bir hemzeden önce gelmiş (ve ikisi med olmuş)dır.

el-Macişun: ” Size öğüt verildi diye” anlamında üstün tek bir hem­ze ile okumuştur. İşte bunlar toplam dokuz kıraat etmektedir.

İbn Hürmüz: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle birliktedir” anlamını veren buyruğu; “Kuşunuz (ameliniz, takdiriniz) sizinle birliktedir”den sonra; diye okur ki; size öğüt verildi diye mi (böyle yapıyorsunuz)? anlamındadır ve bu yeni bir ifade başlangıcıdır. Yani size öğüt verilecek olur­sa, siz bunu uğursuzluk kabul ediyorsunuz.

Bir açıklamaya göre, onlar herbir peygamber kavmini davet ettiğinde onun davetini kabul etmediklerinden sonunda helak edildiklerini öğrenince, bu­nun uğursuzluğundan korktular.

“Hayır, siz haddi aşan bir topluluksunuz.” Katade dedi ki: Bu şekilde uğursuz bellemekle haddi aşmış oluyorsunuz. Yahya b. Sellam ise küfre sap­makla haddi aşıyorsunuz, diye açıklamıştır.

İbn Bahr der ki: Burada haddi aşmak (şeref), fesad ve bozgunculuk an­lamındadır. Hayır siz fesad çıkartan, bozgunculuk yapan bir topluluksunuz, demektir. Haddi aşan (müsrif) bir topluluksunuz, şirk koşanlarsınız, diye de açıklanmıştır. İsraf, haddi aşmaktır, müşrik de haddi aşan bir kimsedir. [25]

  1. Defken şehrin uzak bir yerinden bir adam koşarak gelip: “Ey kavmim! Elçilere tabi olun” dedi.
  2. “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Hem onlar hidayet bul­muş kimselerdir.
  3. “Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek misim? Üstelik siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.
  4. “Ben Ondan başka bir takım ilâhlar edinir miyim? Eğer Rahman bana bir zarar vermek dilerse, onların şefaatinin bana hiçbir fay­dası olmaz ve onlar beni kurtaramazlar.
  5. “Bu takdirde ben muhakkak apaçık bir sapıklık içinde olurum.
  6. “Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Artık bana kulak verin.”
  7. (Ona): “Cennete gir” denildi. Dedi ki: “Keşke kavmim bilse idi;
  8. “Rabbimin bana mağfiret ettiğini ve beni ikram olunanlardan kıldığını.”
  9. Ondan sonra Biz, kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indir­medik, indirecekler de değildik.
  10. O ancak tek bir çığlıktan ibaretti. Hemen sönmüş (kor gibi) ol­dular.

“Derken şehrin uzak bir yerinden bir adam koşarak gelip…” Burada­ki adam Habib b. Murrî’dir. Marangoz idi. Bunun dokumacı olduğu veya kas-sar (elbise ağartan) olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas, Mücahid ve Mukatil derler ki: Bu marangoz Habib b. İsrail idi. Put yontardı. O Peygamber (sav)’a altıyüz sene öncesinden iman edenlerden­dir. Nitekim büyük Tubba’ ile Varaka b. Nevfel ve başkaları da böyle iman etmişlerdi. Halbuki (bunlardan başka) hiçbir peygambere peygamber olarak ortaya çıkmadan önce kimse iman etmiş değildir.

Vehb dedi ki: Habib cüzzamlı idi, evi de şehrin en uzak kapılarından bir kapının yakınında idi. Yetmiş yıldan beri putlara ibadet ediyor, onlara dua ediyordu. Belki bu putlar ona acırlar ve bu hastalığını giderirlerdi, fakat onun bu duası kabul olunmadı. Elçileri görünce, elçiler kendisini Allah’a ibadete çağırdılar. O: Peki bir delil (mucize, belge)niz var mı? deyince, elçiler: Evet dediler. Biz gücü herşeye yeten Rabbimize dua ederiz ve senin bu hastalığını iyileştirir. Adam: Bu gerçekten hayret edilecek bir iştir, dedi. Ben bu put­lara yetmiş yıldan beri benim bu hastalığımı gidermeleri için dua edip du­ruyorum, onlar buna güç yetiremediler. Sizin Rabbiniz bu işi bir sabah vak­tinde nasıl giderebilecek? Onlar: Evet, bizim Rabbimiz dilediği herşeye güç yetirendir. Bu putların ise hiçbir fayda ve zararı yoktur, dediler. O da onla­ra iman etti, onlar da Rabblerine dua ettiler. Allah da onun hastalığını iyileş­tirdi. Daha önce onda sanki bu hastalık yokmuş gibi İşte o vakit para kazan­maya koyuldu. Akşam olunca, kazancını sadaka olarak dağıttı. Yarısını ço­luk çocuğuna yedirdi, geri kalan yarısını da tasadduk etti. Kavmi elçileri öl­dürmek isteyince, kavmine varıp: “Ey kavmim! Elçilere tabi olun, dedi.”

Katade dedi ki: O bir mağarada Allah’a ibadet ediyordu. Elçilerin geldi­ği haberini duyunca, koşarak geldi ve elçilere: Siz bu getirdikleriniz karşılı­ğında bir ücret istiyor musunuz? diye sorunca, elçiler hayır bizim mükafatı­mızı ancak Allah verecektir dediler.

Ebu’l-Aliye dedi ki: Bunun üzerine Habib onların doğru söylediklerine inandı, onlara iman etti ve kavmine yönelerek: “Ey kavmim! elçilere tabi olun dedi.”

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun.” Yani eğer onlar doğru söy-lemeyen kimseler olsalardı, şüphesiz sizden mal isteyeceklerdi.

“Hem onlar hidayet bulmuş kimselerdir.” Siz de onlar sebebiyle hida­yet bulunuz.

“Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek misim?” Katade dedi ki: Kavmi ona: Sen de o elçilerin dini üzere misin? diye sordu. O da kendilerine: “Ben, beni yaratana ne diye ibadet etmeyecek misim?” diye cevap verdi.

“Üstelik siz yalnız O’na döndüreleceksiniz.” O, bu sözleriyle onlara kar­şı delil getirmiş oluyordu. Yaratılmayı kendisine izafe etmesinin sebebi de bunun şükretmeyi gerektiren bir nimet oluşundan dolayıdır. Öldükten son­ra dirilişi onlara izafe etmesi ise bunun tutumlarını değiştirmelerini gerekti­ren bir tehdit oluşundan dolayıdır. Böylelikle nimeti kendisine izafe etmesi ile o şükrünü açığa vurmuş, öldükten sonra dirilişi kâfirlere izafe etmesi ise daha etkileyici bir ifade olmuştur.

“Ben O’ndan başka birtakım ilâhlar” yani putlar edinir miyim? “Eğer Rah­man bana bir zarar vermek dilerse” bu sözleriyle daha önceki hastalık mu­sibetini kastetmektedir. “Onların şefaatinin bana hiçbir faydası olmaz ve onlar beni” içine düştüğüm bela ve musibetlerden “kurtaramazlar.”

“Bu takdirde” yani böyle bir şeyi yapacak olursam “ben muhakkak apa­çık bir sapıklık” yani bir hüsran “içinde olurum.”

“Şüphesiz ben Rabbinize iman ettim. Artık bana kulak verin.” İbn Mes’ud dedi ki: O Rabbleri olan Allah’a iman ettiğini belirterek elçilere hi-tab etti. “Bana kulak verin” buna şahid olun, demektir. Yani iman ettiğime dair benim şahidlerim olunuz.

Ka’b ile Vehb derler ki: O bu sözleri kavmine söylemişti: Sizin inkâr et­tiğiniz Rabbinize şüphesiz ben iman ettim, demişti.

Denildiğine göre o kavmine: “Ey kavmim! elçilere tabi olun. Sizden hiç­bir ücret istemeyenlere uyun” deyince, onu krallarının yanına götürdüler ve: Sen bize düşman olanlara uydun, dediler. O da elçileri öldürmesinler di­ye onları uğraştırmak maksadıyla onlarla uzun uzun konuştu ve nihayet: “Şüp­hesiz ben Rabbinize iman ettim” deyince, üzerine atılıp onu öldürdüler.

İbn Mes’ud dedi ki: Bağırsakları duburünden çıkıncaya kadar onu ayak­larıyla çiğnediler. Daha sonra onu bir kuyuya attılar. İşte er-Ress diye bili­nen kuyu budur, Ashab-ı Ress de onlardır.

Bir rivayete göre de onlar her üç elçiyi de öldürmüşlerdi.

es-Süddî dedi ki: Onu taşa tuttular. O ise: Allah’ım, kavmimi hidayete ilet, diye dua ediyordu. Fakat onu öldürünceye kadar taşlamaya devam ettiler.

el-Kelbî dedi ki: Bir çukur kazdılar ve onu o çukura attılar. Üzerine de top­rak doldurdular ve bu şekilde onu öldürdüler.

el-Hasen dedi ki: Onu ateşte yaktılar ve şehrin suruna astılar. Kabri An­takya suru içindedir. Bunu da es-Salebî nakletmiştir.

el-Kuşeyrî de şöyle der: el-Hasen dedi ki: Kavmi onu öldürmek isteyin­ce, yüce Allah onu semaya kaldırdı. O cennettedir, ancak semanın yok olu­şu ile cennetin de yok olması halinde ölecektir. Yüce Allah, tekrar cenneti yaratacağında onu da cennete koyacaktır.

Bir başka açıklamaya göre bacaklarından ikiye ayırıncaya kadar onu tes­tere ile biçtiler. Allah’a yemin olsun ki, ruhu çıkar çıkmaz cennete gitti ve cen­nete girdi. İşte yüce Allah’ın: “Cennete gir denildi” buyruğunda anlatılan bu­dur. O cenneti görünce: “Dedi ki: Keşke kavmim bilse idi; Rabbimin bana mağfiret ettiğini…” Rabbimin günahlarını bağışladığını…

Burada; “Mağfiret ettiğini” ifadesindeki; fiil ile birlikte mastar konumundadır. Bunun; ism-i mevsulu anlamında olup sılanın aidinin hazfedilmiş olduğu da söylenmiştir. Bununla birlikte teaccüb (hay­ret) anlamını ihtiva eden bir soru olması da mümkündür. Sanki şöyle demiş gibidir: Keşke kavmim, Rabbimin bana ne sebeble mağfiret ettiğini bilmiş ol­salardı. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.

el-Kisaî ona itiraz ederek şöyle demektedir: Eğer bu doğru olsaydı, bu­nun “eliP’siz olarak; şeklinde gelmesi gerekirdi.

el-Ferra: Soru olmakla birlikte bunun “elif’li kullanılması da caizdir de­yip buna dair birtakım beyitler dahi zikreder.

ez-Zemahşerî der ki: “Ne diye bana mağfiret ettiğini…” şeklin­de “elif’siz daha güzeldir. Bununla birlikte “elifle gelmesi de caizdir, ” Bunu ne diye yaptın?” denilirken, (birincisi) “elif’li (ikincisi) “elif’siz kullanılır.

el-Mehdevî der ki: Soru halinde “elifin tesbiti çok azdır. Buna göre “Bilselerdi” buyruğu üzerinde vakıf yapılır. Bir kesim de şöyle de­miştir:

“Cennete gir, denildi” buyruğu senin cennete girmen vacib oldu, demek­tir. Bu onun cennete girmeyi hakettiğine dair bir haberdir. Çünkü cennete girme hakkı dirilişten sonra elde edilir.

Derim ki: Ancak âyetin zahirinden anlaşılan öldürüldüğü vakit ona: Cen­nete gir, denildiğidir.

Katade dedi ki: Yüce Allah, onu cennete koydu, o orada diridir ve rızık-lanmaktadır. Bununla da yüce Allah’ın: “Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rabbleri katında diridirler, rızıklanırlar” (Al-i İmran, 3/169) buyruğunu kastetmektedir. -Al-i İmran Sûresi’nde (belirtilen âyet-i kerimenin tefsirinde) açıklaması geçtiği üzere-. Doğrusunu en iyi bi­len Allah’tır.

“Dedi ki: Keşke kavmim bilse idi” ifadeleri, bir sonraki âyet-i kerimede sözü edilen o pek büyük lutfa mazhar oluşunu ifade eden sözleri ona soru sorulmuş olması takdirine binaen söylenmiş sözlerdir.

“Rabbimin bana mağfiret ettiğini ve beni ikram olunanlardan kıldığı­nı” buyruğundaki: “İkram olunanlardan” lafzı diye de okunmuştur.

Bu temennisinin anlamı ile ilgili iki görüş vardır. Birincisine göre o, kav­minin güzel sonuç ve övülmeye değer akıbetini bilmeleri için durumunun ne olduğunu öğrenmelerini temenni etmiştir. İkinci görüşe göre ise onlar da ken­disi gibi iman edip sonunda kendi durumuna erişsinler diye bu temennide bulunmuştur.

İbn Abbas der ki: O hem hayatta iken, hem öldükten sonra kavmine sa­mimiyetle öğüt vermiş bir kimsedir. el-Kuşeyrî bunu Peygamber (sav)’a merfu bir rivayet olarak kaydederek şöyle der: Haberde belirtildiğine göre Peygamber (sav) bu âyet-i kerime hakkında: “O hayatta iken de, ölümünden sonra da kavmine samimi olarak öğüt vermiştir” diye buyurmuştur.

İbn Ebi Leyla der ki: Ümmetlerin ileri geçenleri üç kişidir. Bunlar göz açıp kırpacak kadarhk bir süre dahi kâfir olmamışlardır. Bunların en faziletlileri olan Ali b. Ebi Talib, ondan sonra Firavun hanedanından iman eden şahıs ile Yâsîn Sûresi’nde sözkonusu edilen kişidir. İşte bunlar sıddîk olan kimseler­dir. ez-Zemahşerî ise bunu Rasûlullah (sav)’dan gelmiş merfu bir rivayet ola­rak zikretmektedir.

Bu âyet-i kerimede öfkeyi yutup cahil kimselere karşı müsamahakâr davranmanın kendisini kötü kimselerle azgınların arasına katanlara merha­met ve şefkat beslemenin gerekli olduğuna, ayrıca böylelerini kurtarmak için elden geleni yapıp onları kurtarmak maksadı ile yumuşak davranarak bu ha­llerine sevinmek, ona beddua etmek yerine kurtuluşları için çalışmanın ge­rekliliğine delalet vardır. Nitekim bu şahsın kendisini öldüren ve puta tapı-cı kâfir oldukları halde kendisinin başına her türlü sıkıntıyı getirmeye çalı­şan kimseler için nasıl hayrı temenni ettiğine dikkat etmemiz gerekir.

Habib öldürülünce, yüce Allah, onun için gazaba geldi ve kavminden in­tikam almayı çabuklaştırdı. Cibril’e verdiği emir üzerine o da bir çığlık ko­pardı ve onlardan tek bir kişi kalmamak üzere hepsi öldüler. İşte yüce Al­lah’ın şu buyruğu bunu dile getirmektedir:

“Ondan sonra Biz, kavminin üzerine gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecekler de değildik.” Yani Biz Habib’in öldürülmesinden sonra onla­ra ne bir risalet, ne de bir peygamber gönderdik. Bu açıklamayı Katade, Mü-cahid ve el-Hasen yapmıştır.

el-Hasen der ki: “OrdıT’dan kasıt peygamberlere vahiy indiren melekler­dir. Ordunun askerler olduğu da söylenmiştir. Yani Ben onları helak etmek için ne ordu, ne de asker göndermeye ihtiyaç duydum. Aksine onları tek bir çığlık ile helak ederim. Bu anlamdaki açıklamayı İbn Mes’ud ve başkaları yap­mıştır.

Yüce Allah’ın: “İndirecekler de değildik” buyruğu onların durumlarının pek önemli olmadığına işarettir. Yani Biz, o şahıstan yahut onun semaya yük­seltilmesinden sonra onları sadece bir çığlıkla helak ettik. “İndirecekler de değildik” buyruğunun onlardan öncekilere indirmedik, anlamında olduğu da söylenmiştir.

ez-Zemahşerî der ki: O halde yüce Allah: “Biz de üzerlerine bir rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik.” (el-Ahzab, 33/9) buyruğu ile; “İndiri­len üçbin melekle… işaretlenmiş beşbin melekle size yardım edecektir.” (Al-i İmran, 3/124-125) buyruklarında da belirtildiği gibi, Bedir ve Hendek gü­nü gökten neden askerler gönderdi diye soracak olursan, şöyle derim: As­lında tek bir melek dahi yeterdi. Çünkü Lut kavminin şehirleri Cebrail’in ka­natlarından sadece bir tüy ile helak edildiği gibi Semud ülkesi ile Salih kav­mi tek bir çığlık ile helak edilmiştir. Fakat yüce Allah Muhammed (sav)’ı -Habibu’n-Neccar şöyle dursun- bütün peygamberler ve ulu’1-azm peygamber­lerine her hususta üstün kılmış, hiç kimseye vermediği şekilde şerif ve aziz kılmanın sebeblerini ona ihsan etmiştir. İşte bunlardan birisi de onun için se­madan ordular indirmiş olmasıdır. Sanki “indirmedik, indirecekler de de­ğildik” buyruğu ile ordular indirmenin ancak senin gibi kimselerin ehil ka­bul edildiği pek büyük işlerdendir ve Biz böylesini senden başkası için yapmayız, demek istemiş gibidir.

“O ancak tek bir çığlıktan ibarettir.” Genel olarak; “Tek bir” laf­zını; “Onların cezalandırılması ancak tek bir çığlık­tan ibaret oldu” takdirine binaen nasb ile okumuşlardır.

Ebu Ca’fer b. el-Ka’kaâ’ ile Şeybe ve el-A’rec ise; “Bir çığlık” buy­ruğunu hem burada, hem de yüce Allah’ın: “O tek bir çığlıktan ibarettir. Artık hepsi…” (Yâsîn, 36/53) buyruğunda ref ile okumuşlar ve böylelikle “kevn” fiilini vaki olmak, meydana gelmek anlamın­da kullanmışlardır. Sanki yüce Allah: Onların başına ancak bir tek çığlık gel­di, diye buyurmuş gibidir.

Ancak Ebu Hatim ve bir çok nahivci bu okuyuşu “sayha”nın müennes olu­şu sebebiyle zayıf kabul etmişlerdir. Nitekim: “Hind’den baş­kası kalkmadı” şeklinin zayıf oluşu gibi. Çünkü anlamı; şek­lindedir. Ebu Hatim der ki: Şayet Ebu Ca’fer (b. el-Ka’ka)’ın okuduğu gibi ol­saydı, o takdirde; diye buyurulması gerekirdi.

en-Nehhas ise şöyle demektedir: Burada olmaz denilen şeylerin hiçbiri­si yerinde bir itiraz değildir. Çünkü; ” Senin cariyenden baş­kası bana gelmedi” tabiri: “Senin cariyenden baş­ka bir kadın ya da bir cariye bana gelmedi” anlamındadır. Ref ile okuyuşun takdiri, Ebu İshak’ın dediği şekildedir. O şöyle demektedir: Bu kıraat: “Onların başına gelen sadece tek bir çığlıktan ibaretti” demektir. Başkasının takdiri ise; ” Onların başına gelen sadece tek bir çığlık idi” şeklindedir. Arapçada: “Meydana geldi” anlamında kullanılması çokça görülen bir şeydir.

Abdurrahman b. el-Esved ise -ki Abdullah b. Mes’ud’un kıraatinin de böy­le olduğu söylenir-: “O ancak tek bir çığlıktan ibaretti” di­ye okumuştur. Fakat bu şekildeki okuyuş mushafa uymamaktadır. Diğer ta­raftan bu kökten fiilin bilinen şekli “Feryad etti, feryad eder, çığlık attı, atar” şeklindedir. “Horozların ötüşünden daha ağır” deyi­mi de buradan gelmektedir. Bu durumda burada bu kelimenin; şek­linde gelmesi gerekirdi. Bu açıklamaları en-Nehhas zikretmiştir.

Derim ki: el-Cevherî şöyle demektedir: ile mastardır, Feryad etti, eder” demektir. Yüksek sesle bağıran herkes de; ‘dır. de çığlık demektir.

Derim ki: Bu açıklamalara göre bu; ile şekillerinde kullanı­labilir ve bunlar iki ayrı söyleyiştir. O halde böyle bir kıraat sahihtir, ona iti­raz etmek söz konusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Hemen sönmüş oldular.” Yani hareketsiz ölülere döndüler. Bu, alevi sön­müş, küle dönmüş ateşe bir benzetmedir. Katade helak oldular, diye açık­lamıştır ki, mana birdir. [26]

  1. Ey şu kullara hasret! (Çünkü) kendilerine ne kadar peygamber geldi ise muhakkak onu alaya alırlardı.
  2. Kendilerinden önce nice nesiller helak ettiğimizi ve onların ken­dilerine geri dönmediklerini görmezler mi?
  3. Hepsi de mutlaka huzurumuza getirileceklerdir.

“Ey şu kullara hasret!” buyruğu(nda “hasret” kelimesi) mansub-tur. Çünkü bu bir nekreye (belirtisize) bir nidadır. Basralılara göre böyle bir nidada nasbtan başkası mümkün değildir. Ubeyy’in kıraatinde izafet olarak: şeklindedir.

Sözlükte “hasret”in gerçek mahiyeti, insanı pişmanlıktan ötürü çaresiz bı­rakan bir durum ile karşı karşıya kalması demektir.

el-Ferra’nın iddiasına göre tercih edilen kıraat şekli nasbdır. Bununla bir­likte (Ubeyy’in kıraatinde olduğu gibi) sılaya bitişik bir nekre (belirtisiz münada) merfu okunacak olursa, yine de doğru olur. Buna dair birtakım ka­nıtlar da getirmiştir. Bunlardan birisi de onun Arapları”Ey bizim işimiz dolayısıyla üzülen! Sen üzülme” diye kullandıklarını işitmiş ol­masıdır. Ayrıca şu mısraı da zikreder:

“Ey çürümenin oldukça değişikliğe uğrattığı yurt…”

en-Nehhas der ki: (Ancak) böyle bir iddia, nida bahsinin ya da çoğunlu­ğunun iptali (anlamsız kılınması) anlamına gelir. Çünkü o katıksız nekreyi ve uzunluk itibariyle muzaf seviyesinde olan şeyleri de merfu kullanırken iki kelime arasında bulunan tenvini hazfetmekte, gerektirici herhangi bir sebep olmaksızın mana itibariyle mef’ul olanları da merfu okuyabilmektedir. Arap­lardan işittiğini belirttiği ifade onun caiz kabul ettiğine benzemez. Çünkü bu ifade takdim ve te’hir takdirindedir. Yani: “Ey üzülen ki­şi, bizim işimizden ötürü üzülme” anlamındadır. Beyit de: “Ey o yurt…” takdirindedir. Daha sonra yurdun kendisine hitab ile ifade değiştiril­miştir. Bu da: “Ey şu kimseler, çürüme şu yurdu de­ğiştirmiş bulunuyor” anlamındadır.

Nitekim yüce Allah’ın: “Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlar da içindekileri… götürüp…” (Yunus, 10/22) buy­ruğu da buna benzemektedir.

Buna göre “hasret” kelimesi nida olmak üzere mansubtur. Nitekim; “Ey adam buraya gel!” demek de böyledir.

Nidanın anlamı da şudur: İşte bu, hasretin sözkonusu olacağı bir yerdir. Taberî’ye göre de anlam şöyledir: Kulların Allah’ın rasûllerine alay etmele­rinden ötürü pişmanlık duyarak, yanarak, yakılarak, ey kullara hasret, demek­tir.

İbn Abbas da şöyle demektedir: “Ey kullara hasret!” Vay kulların haline demektir. Yine ondan gelen rivayete göre bunlar kendilerine hasret duyu­lan kimselerin konumuna düşmüşlerdir, anlamına gelir.

er-Rabî’ b. Enes’in Ebu’l-Aliye’den rivayetine göre burada sözkonüsu “kullar” elçilerdir. Çünkü kâfirler azabı gördüklerinde: “Ey şu kullara has­ret!” diyerek onları öldürdükleri, onlara imanı terkettikleri için hasret çekti­ler. İmanın kendilerine fayda vereceği bir zamanda iman etmiş olmayı temen­ni ettiler. Mücahid de böyle açıklamıştır.

ed-Dahhak da şöyle demektedir: Bu, elçileri yalanlamaları üzerine melek­lerin kâfirlere duyduğu bir hasrettir.

“Ey şu kullara hasret!” sözlerinin şehrin uzak bir tarafından koşarak ge­lip kavmi kendisini öldürmek için üzerine atıldıklarında söylediği söz oldu­ğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre kavmi şehrin uzakça bir tarafından koşarak gelen adamı öldürdükleri sırada ve o kavme azab gelip çattığı es­nada bu sözleri o üç elçi söylemiştir. “Ey şu kimselere hasret!” sözleriyle keş­ke iman etmiş olsalardı, diye temenni etmiş gibidirler.

Bir başka açıklamaya göre bu o kavmin söylediği bir sözdür. Bu kavim o adamı öldürüp elçiler de kendilerinden ayrılıp gidince -veya ta rivayetler-deki farklılığa göre- adamla birlikte üç elçiyi de öldürdüklerinde: Şu elçile­re ve şu adama hasret! Keşke imanın fayda vereceği sırada onlara iman et­miş olsaydık, dediler. Bu açıklamalara göre ifade burada tamam olmakta, son­ra da yeni bir cümle başı olarak: “Kendilerine ne kadar peygamber geldi ise…” diye başlamaktadır.

İbn Hürmüz, Müslim b. Cündeb ve İkrime: “Ey şu kullara hasret!” anla­mındaki buyruğu; şeklinde ifadenin açıkça anlaşılması ve an­lamın ruhta iyice yer edip etkisini sağlaması arzusuyla “he” (hasret sonun­daki yuvarlak te) harfini sakin olarak okumuşlardır. Burası vakıf yapacak yer olmamakla birlikte bir öğüt ve uyanda bulunup dikkat çekme yeri olduğun­dan dolayı böyle okumuşlardır. Araplar da bu gibi yerlerde böyle yaparlar. Nitekim Peygamber (sav)’ın kıraatinin iyice açıkça anlaşılması ve kavranma­sı arzusu ile harf harf birbirinden ayırarak okumak şeklinde olduğuna dair gelen rivayet de bu kabildendir.

(Buna göre) buradaki: “ullara” lafzının “hasref’e taalluk et­mesi de caizdir. Ona değil de hazfedilmiş bir lafza taalluku da mümkündür. Sanki vakfı “hasret” üzerinde takdir edip “he” (yuvarlak te)’yi sakin okumuş, ondan sonra “Kullara” diye okumuştur ki; bu da: “Ben kul­lara hasret çekiyorum” demek olur.

İbn Abbas, ed-Dahhak ve başkalarından gelen rivayete göre de onlar Ey kulların hasreti!” diye izafet terkibi şeklinde ve: “edatının hazfi ile okumuşlardır. Bu; mushafın hattına uymamaktadır. Burada­ki izafetin faile izafet kabilinden olması ve faillerin (öznenin) kullar olması da mümkündür. Çünkü kullar azabı gördüklerinde hasret çekerler. Bu da: “Ey Zeyd’in ayağa kalkması” demek gibidir. İzafetin mefule yapıl­mış olması da mümkündür. Bu takdirde kullar, meful (nesne) olurlar. Sanki kullara şefkat duyan bir kimse hasret çekmiş gibi olur. “Ey şu kullara hasret!” diye okuyanların kıraati de bu anlamı pekiştirmektedir.

“Kendilerinden önce nice nesiller helak ettiğimizi ve onların kendile­rine geri dönmediklerini görmezler mi?” buyruğu ile ilgili olarak Sibeveyh şöyle demektedir: edatı, “Nice”den bedeldir. Buradaki bu edat, ha­ber anlamını ifade etmek içindir. Bundan dolayı soru edatı olmayan bir eda­tın, ondan bedel olması caizdir. Anlamı da şudur: Bunlar daha önce helak ettiğimiz nesillerin kendilerine geri dönmediklerini görmediler mi?

el-Ferra ise; ” Nice”nin iki bakımdan nasb konumunda olduğunu söy­lemiştir. Bunlardan birincisi “gör(me)diler” fiili ile nasbedilmiş olmasıdır. Bu­na İbn Mes’ud kıraatindeki: “Helak ettiğimiz kimseleri gör­mediler mi?” şeklindeki kıraatini delil göstermektedir. Diğer açıdan burada­ki “nice” edatının “helak ettiğimizi” fiili dolayısıyla nasb konumunda olma­sıdır.

en-Nehhas der ki: Birinci görüş imkansızdır. Çünkü “nice” anlamındaki bu edatta makabli (önceki ifadeler) amel etmez. Çünkü bu bir soru edatıdır. İstifhamın ise makablinin haberinin kapsamına girmesi imkansız bir şeydir. Bu edatın haber olması halindeki hükmü de böyledir. Her ne kadar Sibeveyh buna kısmen işaret edip “Onlar” lafzını “nice” anlamındaki bu edat­tan bedel kabul etmiş olsa da böyledir.

Diğer taraftan Muhammed b. Yezid bunu şiddetle reddederek şöyle de­mektedir: “Nice” anlamındaki edat “helak ettik” fiili ile nasb mahallinde, “on­lar” da aynı şekilde nasb mahallindedir. Ona göre de: “Çünkü onlar…” demektir. Yani: “Kendilerinden önce nice nesilleri” toptan imha etmek su­retiyle “helak ettiğimizi… görmediler mi?” demektir. (Muhammed b. Yezid) devamla dedi ki: Buna delil de bu buyruğun Abdullah b. Mes’ud’un: “Kendilerinden önceki nesillerin kendi­lerine dönmediklerini…” şeklindeki okuyuşudur.

el-Hasen ise; “Onlar kendilerine dönmezler” şeklinde ye­ni bir cümle olarak hemzeyi esreli okumuştur.

Bu âyet-i kerime ölümden sonra ve kıyametten önce birtakım yaratılmış­ların tekrar geri döneceklerini iddia edenlerin kanaatini reddetmektedir.

“Hepsi de mutlaka huzurumuza getirileceklerdir” buyruğu ile kıyamet günü amellerin karşılığının görülmesi için huzura getirileceklerini kastetmek­tedir.

İbn Amir, Asım ve Hamza: ” Hepsi de mutlaka” buyruğundaki; yı şeddeli okumuş, diğerleri ise şeddesiz okumuşlardır. şekli şed­delisinden muhaffef (şeddesiz)dir, ondan sonraki buyruk da mübteda olarak merfudur, daha sonraki ifadeler ise haberdir. Lafzı değişince (şeddeliyken şed­desiz olunca) ameli de ortadan kalkmış olmaktadır. Haberin başına “lam”ın gelişi ise bu edat ile olumsuzluk edatı anlamını veren benzeri arasın­daki farkı göstermek içindir. Ebu Ubeyde’ye göre ise; fazladan gelmiş­tir. Ona göre ifade: “Şüphesiz onların hepsi” takdirindedir.

el-Ferra da şöyle demektedir: i şeddeli okuyan bunu “Mutlaka” anlamında ı da olumsuzluk edatı; anlamında kullanmış olur. Yani;

Mutlaka onların hepsi…” takdirindedir. Bu da yüce Allah’ın: “O ancak deliliği olan bir adamdır” (el-Mu’minun, 23/25) buyruğuna benzemektedir.

Sibeveyh de bu hususta: “Allah hakkı için senden bunu mutlaka yapmanı istiyorum,” şeklindeki kullanımı nakletmektedir. el-Ki-saî’nin iddiasına göre ise böyle bir kullanım bilinmemektedir. Bu anlamda­ki açıklamalar, daha önce Hud Sûresi’nde (11/27. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ubeyy b. Ka’b’in kıraatinde: “Onların hepsi de mutlaka huzurumuza getirilecektir” şeklindedir. [27]

  1. Onlar için delillerden birisi de -kendisini canlandırdığımız ve ondan tane çıkardığımız- ölü topraktır. İşte ondan yemektedir-ler;
  2. Biz, orada hurma ağaçlarından ve üzüm bağlarından bahçeler var ettik. Orada pınarlar fışkırttık.
  3. Meyvesinden yesinler diye. Halbuki onu elleri yapmamıştır. Hâ­lâ şükretmezler mi?
  4. Yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve bilmedikleri nice şey­lerden bütün çiftleri yaratan (Allah) münezzehtir.

“Onlar için delillerden birisi de kendisini canlandırdığımız… ölü top­raktır” buyruğu ile yüce Allah, ölüleri diriltmeye kullarının dikkatini çekmek­te, tevhidini ve kudretinin kemalini onlara hatırlatmaktadır. Bu da bitkiler­le ve oradan taneleri çıkartmakla canlandırdığı ölü topraktır.

“İşte ondan” yani taneden “yemektedirler.” Ve onunla gıdalanıp beslenmektedirler.

Medineliler: “Ölü” kelimesini (ye harfini) şeddeli okurken diğer­leri şeddesiz okumuşlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara Sûresi, 2/173- âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Biz, orada” yani yerde “hurma ağaçlarından ve üzüm bağlarından bahçeler var ettik.” En değerli meyvelerden olduklarından dolayı özellikle hurma ve üzüm bahçeleri sözkonusu edilmiştir.

“Orada” yani o bahçeler arasında “pınarlar fışkırttık. Meyvesinden ye­sinler diye” buyruğundaki “meyvesinden” lafzındaki “he” zamiri pınarların suyuna aittir. Çünkü meyveler o sudan meydana gelmektedir. Bu açıklama­yı el-Cürcanî, el-Mehdevî ve başkaları yapmıştır.

3ir görüşe göre de; sözünü ettiğimiz meyvelerden yesinler, anlamındadır. Yüce Allah’ın: “Davarlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Size onla­rın karınlarındaki …nden… içiriyoruz.” (en-Nahl, 16/66) buyruğunda oldu­ğu gibi.

Hamza ve el-Kisaî: “Meyvesinden” buyruğunu “se” ve “mim” harf­lerini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Diğerleri ise bu iki harfi üs­tün okumuşlardır. el-A’meş’den ise, “se”yi ötreli, “mim” harfini de sakin okuduğu rivayet edilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-En’am Sûresi’nde (6/99- âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Halbuki onu elleri yapmamıştır” buyruğundaki; “..ma” daha önce geçen “meyvesinden” anlamındaki buyruğa atf ile cer ma-hallindedir ki “ve elleri ile yaptıklarından da (yesinler diye…)” demek olur.

Kûfeliler ise (“onu” anlamındaki) “he” harfi olmaksızın; “Yap­mamıştır” diye okumuşlardır. Diğerleri ise hazf sözkonusu olmaksızın asıl ka­ideye uygun olarak sonunda “he” ile okumuşlardır. İsmin uzunluğu dolayı-sı ile sılanın hazfi konuşma ve anlatımda çokça görülen bir şeydir.

Buradaki; “…ma…”nın i’rabta mahalli olmayan bir nefy edatı olma­sı da mümkündür. O takdirde sıla ve ona raci bir zamire ihtiyacı olmaz. Ya­ni (mealdeki anlamında olduğu gibi) elleri ile yapmadıkları Allah’ın kendi­leri için bitirmiş olduğu ekin… demek olur. İbn Abbas, ed-Dahhak ve Mu-katil’in görüşü budur. Başkaları da şöyle demişlerdir: Anlamı, ellerinin yap­tıkları şeylerden yani gerek mahsullerden, gerekse de çeşitli tatlı ve yiyecek­lerden, ayrıca kendilerinin imalat yolu ile -ekmek, susam ve zeytinden çıkar­tılan yağ gibi- edindikleri şeylerden yesinler diye… anlamındadır. Bunun, in­sanların yetiştirmek üzere diktikleri şeylere raci olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdaki bir açıklama yine İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.

“Hâlâ” Allah’ın nimetlerine “şükretmezler mi?”

“Yerin bitirdiklerinden” yani çeşitli türlerde olduğu için bitkilerden “nefislerinden” çocuklar, eşler, erkek ve dişiler yaratarak “ve bilmedikle­ri nice çiftleri” kara, deniz, gök ve yerde yaratmış olduğu çeşitli türleri “ya­ratan Allah münezzehtir.” Yüce Rabbimiz, kendi zatını kâfirlerin söyledik­lerinden tenzih etmektedir. Çünkü onlar gözleriyle gördükleri bunca nimet ve kudretinin eserine rağmen O’nunla birlikte başkasına ibadet ederler.

Bu buyrukta emir takdiri vardır. O’nu kendisine yakışmayan şeylerden ten­zih ediniz, teşbih ediniz, demektir. Bunun teaccüb (hayret ve şaşkınlık) an­lamını ifade ettiği de söylenmiştir. Yani gördükleri bunca âyet ve belgeye rağ­men bunların kâfir olmaları gerçekten şaşırtıcıdır. Nitekim herhangi bir şey­den ötürü şaşırıp hayret eden bir kimse “subhanallah!” der.

Çiftler (ezvac); türler ve çeşitler demektir. Herbir çift bir türdür, çünkü renk, tat, şekil, küçüklük ve büyüklük itibariyle aralarında farklılık vardır. İş­te bunların farklı oluşları onların çift olarak biraraya gelişleri anlamına ge­lir. Katade ise bununla erkek ve dişi kastedilmektedir, der.

“Bilmedikleri” ile ilgili olarak şu da söylenebilir: İnsanların bilmediği bir­takım şeyleri meleklerin bilmesi mümkün olduğu gibi, hiçbir mahlukun o ya­ratılmışı bilmemesi de mümkündür.

Bu âyet-i kerimenin delil gösterilme şekli şudur: O tek başına yaratıcı ol­duğuna göre, O’na hiçbir şekilde ortak koşmamak gerekir. [28]

  1. Onlar için bir diğer delil de gecedir. Ondan gündüzü soyup çı­karırız da onlar hemen karanlığa giriverirler.
  2. Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar yerine kadar akıp gi­der. İşte bu, Aziz ve Alim’in takdiridir.

“Onlar için bir diğer delil de gecedir. Ondan gündüzü soyup çıkarırız.”

Yani yüce Allah’ın birliğine, kudretine, uluhiyetinin kabul edilmesine delil teşkil eden alametlerden birisi de gecedir.

Soyup çıkarmak; sıyırmak, çekip almak” demektir. Mesela; “Allah onu dininden soyup çıkardı” denilir. Bu lafız “çıkart­mak” anlamında da kullanılır. Burada ışığın gidip karanlığın gelmesi bir şey-

den sıyrılmaya ve kendisinden sıyrılıp soyulanın da açıkça ortaya çıkması­na benzetilmiştir. O halde bu bir istiaredir.

“Hemen karanlığa giriverirler.” Karanlık içinde kalırlar.

Gecenin karanlığına girdik” denilir. “Öğle vaktine girdik” Sabahladık, kuşluk vaktine girdik, akşamladık” da bu ka­bildendir.

“Ondan” lafzının: “Üzerinden” anlamında olduğu da söylen­miştir. Yani Biz, onun üzerinden gündüzün aydınlığını soyup çıkartırız.

“…da onlar hemen karanlığa giriverirler.” Karanlık içinde kahverirler, demektir. Çünkü gündüzün aydınlığı havaya karışır ve ortalığı aydınlatır. Ha­vadan çıkıp ayrıldı mı karanlık olur.

“Güneş de kendisi için belirlenmiş bir karar yerine kadar akıp gider”

buyruğunun: “Onlar için bir diğer delil de… güneştir” takdirinde olması mümkün olduğu gibi “güneş” anlamındaki lafzın daha sonra gelen fiilin açık­ladığı mukadder bir fiil ile merfu olması da mümkündür.[29]

Mübteda olarak merfu olması da mümkündür (mealde olduğu gibi). “Akıp gider” fiili de haber konumunda yani akıp gidicidir, demek olur.

Müslim’in Sahih’inde Ebu Zerr’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasû-lullah (sav)’a yüce Allah’ın: “Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar ye­rine kadar akıp gider” buyruğu hakkında soru sordum da şöyle buyurdu: “Onun için belirlenmiş olan karar yeri Arş’ın altındadır.”[30]

Yine Müslim’de Ebu Zerr’den rivayete göre Peygamber (sav) bir gün şöyle buyurmuştur: “Şu güneşin nereye gittiğini biliyor musunuz?” Onlar: Al­lah ve Rasûlü daha iyi bilir, dediler. Şöyle buyurdu: “Bu güneş arşın altın­da kendisi için belirlenmiş karar yerine ulaşıncaya kadar akıp gider. Oraya vardı mı secdeye kapanır. Kendisine kalk ve geldiğin yere geri dön denilin-ceye kadar bu halde devam eder. O vakit oraya geri döner ve doğduğu yer­den yine sabah vakti doğar. Sonra tekrar arşın altında kendisi için belirlen­miş karar yerine ulaşıncaya kadar akıp gider ve secdeye kapanır. Yine kalk ve geldiğin yere geri dön denilinceye kadar bu halde kalır. Tekrar yerine ge­ri döner ve doğduğu yerden sabah vakti yine doğar. Sonra da yine akıp gi­der, insanlar onda alışkın olmadıkları bir hal görmezler. Nihayet arşın altın­daki o karar yerine tekrar ulaşır, ona kalk ve battığın yerden sabah vakti doğ, denilir. O da sabah olunca battığı yerden doğar.” (Devamla) Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Bu işin ne zaman olacağını biliyor musunuz? Bu: “Ogün daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kim­seye imanı fayda vermez.” (el-En’am, 6/158) (buyruğunun işaret ettiği) za­manıdır. “[31]

Buhârî’deki lafız da şöyledir: Ebu Zerr’den dedi ki: Peygamber (sav) gü­neş battığı sırada Ebu Zerr’e: “Nereye gittiğini biliyor musun?” dedi. Ben: Al­lah ve Rasûlü daha iyi bilir, deyince, şöyle buyurdu: “Arşın altında secde ede­ceği yere kadar gider. İzin ister, ona izin verilir. Secde edibte isteği kabul edil­meyip izin isteyib de ona izin verilmeyerek: Geldiğin yere geri dön, denile­ceği zaman pek uzak olmasa gerek. Bunun üzerine o da battığı yerden do­ğacak. İşte yüce Allah’ın: “Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar yeri­ne kadar akıp gider. İşte bu Aziz ve Alim olanın takdiridir.” buyruğunda anlatılan budur. “[32]

Tirmizî’deki lafzı ile de bu rivayet şöyledir: Ebu Zerr’den dedi ki: Güne­şin battığı sırada mescide girdim. Peygamber (sav) da oturuyordu. Peygam­ber (sav) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Zerr! Bunun nereye gittiğini biliyor musun?” Ben: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Şöyle buyurdu: “Bu gider ve sec­de etmek için izin ister. Ona izin verilir. Sanki ona: Geldiğin yerden git doğ, denilir. O da battığı yerden doğar. Sonra da: “(l^j^iıUdUİ): İşte bu, onun için belirlenmiş karar yeridir” diye okudu. (Tirmizî) dedi ki: Bu da Abdullah (b. Mes’ud)’ın kıraatidir. Ebu İsa (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir.[33]

İkrime dedi ki: Güneş battığı vakit arşın altındaki bir mihraba girer ve sa­bah oluncaya kadar Allah’ı teşbih eder. Sabah olunca Rabbinden doğmak­tan affedilmesini ister. Rabb ona: O da neden? diye sorunca, şöyle der: Ben doğduğum vakit seni bırakıp bana ibadet ediliyor. Şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle der: Sen çık, bundan dolayı senin için bir sorumluluk yoktur. Ben onlara cehennemi çekip sürükleyecek yetmiş bin melek ile göndereceğim ve onlar da o cehenneme gireceklerdir.

el-Kelbî ve başkaları da: Bu buyruğun anlamı batım yerinde en uzak ko­nakladığı yere kadar akıp gider. Sonra en yakın konak yerine tekrar döner demektir, der. Buna göre onun karar yeri daha ötesine gidemediği ve ora­dan geriye doğru geldiği yere ulaşmasıdır. Tıpkı kastettiği en uzak noktaya ulaşıncaya kadar belli bir mesafeyi katedip orada maksadını gerçekleştirdik­ten sonra yolculuğuna ilk olarak başladığı yere dönmesi gibidir. Buna göre güneşin en uzak konak yerine ulaştırılması -ki bu el-Hen’a diye bilinen ve ikizler burcundaki ayın altıncı konak noktasını teşkil eden iki yıldızdır [34] doğduğu vakit olur. Bu da yılın en uzun günüdür, gece de en kısa gecedir. Bu sırada gündüz onbeş saat, gece de dokuz saattir. Sonra gündüz eksilmeye baş­lar ve güneş geri döner. Süreyya yıldızı doğunca gece ve gündüz eşit olur, herbirisi oniki saat olur. Daha sonra da en yakın konak yerine ulaşır ve bu sırada en-Neaim -denilen ve devekuşunu andıran dört ya da sekiz parlak yıl­dızdan oluşan ayın konaklarından bir konak-[35] yıldızı doğar. Bu da en kı­sa gündür. Gece de onbeş saat çeker. Nihayet kovanın su dolum yerinin ar­kadaki yıldızı çıkınca gece ile gündüz eşit olur. Sonra da gece her gün gün­düzden bir saatin üçte birinin onda biri (yani iki dakika) alır. Her on gün­de saatin üçte biri (yirmi dakika) alır. Her ayda tam bir saat alır. Birbirine eşit-leninceye kadar böyle sürer. Gece de onbeş saati buluncaya kadar (gündüz­den) almaya devam eder, gündüz de geceden aynı şekilde alır.

el-Hasen der ki: Güneşin bir yılda üçyüzaltmış doğuş yeri vardır. Hergün bir doğuş yerinde konaklar ve bir dahaki yıla kadar aynı yerden doğmaz. İş­te güneş bu konaklar arasında akıp gider. Onun karar yeri de bunlardır.

Bu görüş, bir önceki görüş ile aynı anlamı ifade eder.

İbn Abbas da şöyle demektedir: Güneş batıp daha ilerisine gitmediği nok­taya ulaşınca, doğuncaya kadar arşın altında karar kılar.

Derim ki: İbn Abbas’ın bu açıklamaları bütün bu açıklamaları özetlemek­tedir. Onu dikkatle düşünelim.

Bir başka açıklamaya göre güneş dünyanın sonunun geleceği son vakti­ne kadar akıp gider.

İbn Mes’ud ve İbn Abbas “Güneş akıp gider, onun kararı yoktur (dur durak bilmez)” diye okumuşlardır. Yani güneş, gece ve gündüz akıp gider, onun durması da, bir yerde karar kılması da yoktur ve bu yüce Allah kıyamet gününde onu tortop edip ışığını söndüreceği vakte kadar devam edecektir. (Bu hususta) mushafa muhalif okuyan kimseler: Ben İbn Mes’ud ve İbn Abbas’ın kıraatine göre okuyorum, diye delil gösterirler. Ebu Bekr el-Enbarî ise der ki: Bu (kıraat) batıldır ve bu kıraat onu nakleden­lerin yüzüne geri çarpılır. Çünkü Ebu Amr’ın, Mücahid’den onun İbn Ab-bas’dan ayrıca İbn Kesir’in Mücahid’den onun İbn Abbas’dan rivayet ettiği­ne göre; “Güneş kendisi için belirlenmiş bir karar ye­rine kadar akıp gider” diye okuduğunu rivayet etmişlerdir. İşte İbn Ab­bas’dan gelen ve icmaın da sahih olduklarına tanıklık ettiği bu iki senet, ce­maatin ve ümmetin ittifakla kabul ettiği kıraate muhalefet eden bu zayıf se­netle gelen rivayeti çürütmektedirler.

Derim ki: Diğer taraftan kaydettiğimiz sabit hadisler de (bu muhalif gö­rüşü) ileri sürenin görüşünü reddetmektedir. Bu kişi Allah’ın Kitabına karşı ne kadar da cüretkardır! Allah kahretsin.

Yüce Allah’ın: “Kendisi için belirlenmiş bir karar yerine ka­dar” buyruğu demektir. “Müstekar” da karar kılınan yer demektir.

“İşte bu” yani gece, gündüz ve güneşin-durumu ile ilgili anılan bu husus­lar “Aziz ve Alim olanın takdiridir.” [36]

39- Aya gelince, Biz onun için de konaklar takdir ve tayin ettik. So­nunda, o kuruyup incelen eski hurma dalı gibi yay şekline dö­ner.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [37]

1- Ay ve Konakları:

Yüce Allah’ın: “Aya gelince” buyruğunun “re” harfi ötreli olarak okunursa; “Onlar için bir diğer delil de aydır” takdirinde olur. Mübteda olarak merfu olması da mümkündür. (Ay’ı… takdir ettik, anlamın­da olur).

Kufeliler ise “ay” anlamındaki kelimeyi bir fiil takdiri ile nasb ile okumuş­lardır. Ebu Ubeyd’in tercih ettiği okuyuş budur. O der ki: Çünkü ondan ön­ce de, ondan sonra da birer fiil vardır. Ondan önce “soyup çıkarırız” fiili, ondan sonra da “takdir ve tayin ettik” fiili vardır.

en-Nehhas der ki: Bütün Arapça dilbilginleri -bildiğim kadarıyla- onun de­diğinden farklı kanaattedirler. Bunlardan birisi de el-Ferra’dır. O şöyle de­mektedir: Bu kelimenin ref ile okunması daha çok hoşuma gider. Arap dil-bilginlerine göre ref’in daha uygun olmasının sebebi ise, kendisinden önce­ki buyruğa atfedilmiş olması ve anlamının: Onlar için bir âyet (delil) de ay­dır, anlamında oluşudur. Ebu Ubeyd’in: Ondan önce “soyup çıkarırız” fiili gelmektedir, sözlerini ele alalım. Ondan önce ona daha yakın bir fiil olan “akıp gider” fiili vardır. Bu fiilden önceki “güneş” anlamındaki kelime de mer­fu olarak gelmiştir. Ondan sonra geldiğini belirttiği “Onun için… tak­dir ve tayin ettik” fiili ise sonda gelen “he” zamirinde amel etmiştir. (Bu du­rumda; Onu… takdir ve tayin ettik, anlamını verir).

Ebu Hatim dedi ki: Ref ile okunması daha uygundur. Çünkü burada fiil daha sonra gelen zamir ile (onda amel etmek suretiyle) meşgul olmuş, bun­dan dolayı (ay anlamındaki kelime) mübteda olarak merfu olmuştur.

Ay konakların kendisi olmadığına göre, nasıl olur da yüce Allah: “Biz onu takdir ettik” diye sorulacak olursa, (ki bu mukadder soru Ebu Hatim’in açık­lamasına göredir) buna iki türlü cevap verilir: Evvela bu: “Biz onu konaklı olarak takdir ve tayin ettik” demek olur. Yüce Allah’ın: “O ka­sabaya sor” (Yusuf, 12/82) buyruğuna benzer. Diğer takdire göre ise “Biz onun için konaklar takdir ve tayin ettik” demek olur. Son­ra da buradaki “lam” harfi hazfedilmiştir. Bunun hazfinin güzel kaçması, fi­ilin şu buyrukta olduğu gibi iki mefule geçiş yapabilen bir fiil olmasından do­layıdır: “Musa kavmi arasından yetmiş adam seçti.” (el-A’raf. 7/151)

Ayın yirmisekiz konağı vardır. Her gece bunlardan birisindedir. Bu konak­ların ismi şöyledir: Şeretan, butayn, süreyya, deberan, hek’a, hena, zira, tarf, cebhe, haratan, sarfe, avva, simak, gafr, zubbaneyan, iklil, kalb, şevle, ne-aim, beledde, sa’d ez-zabih, sad bula, u’s-dussuut, sa’du’l-ahbiye, el-ferğu’l-mukaddem, el-ferğu’1-muahhar, batnu’1-hut.

Ay bunların sonuncusuna geldi mi tekrar baştakine döner. Yörüngesini yir­misekiz gecede tamamlar. Daha sonra görünmez olur, sonra tekrar hilal ola­rak doğar ve yörüngesinde konakları katetmeye yeniden başlar. Bu yörün­geleri ise burçlara paylaştırılmıştır ki, her bir burca iki tam, üçte bir konak düşmektedir. Şeretan, butayn ve süreyyanın üçte biri, hamel (koç) burcuna, süreyyanın üçte ikisi deberan ve hek’anın üçte ikisi ise öküz burcuna düş­mektedir. Diğer burçlara da böylece paylaştırılmıştır. Burçların isimleri da­ha önce Hicr Sûresi’nde (15/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yü­ce Allah’a hamdolsun. (Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır).

Denildiğine göre, yüce Allah, güneşi ve ay’ı ateşten yarattıktan sonra do­ğuşları esnasında bunları nur ile büründürmüştür. Güneşin nuru arşın nurun-dandır. Ayın nuru da Kürsi’nin nurundandır. İşte asıl yaratılışları ve onlara giydirilen ışığın esası budur. Güneşin ışığı, etrafı aydınlatması ve panldama-sı için, olduğu halde bırakıldı. Aya gelince, Ruhu’1-emin kanadını onun yü­zü üzerinden geçirince, bu kanadın etkisi ile ışığını sildi. Çünkü o bir ruh­tur, ruhun hakimiyeti ise diğer eşyaya galip gelir. Böylece bu silinme insan­ların gördüğü şekliyle kaldı. Sonra ay sudan bir kab içine yerleştirildi, son­ra da ona bir mecra tayin edildi. İşte her gece içinde bulunduğu bu kabtan dolayı insanlara belli şekilde ve miktarda bir ay olarak görünür ve bu tama­men görününceye kadar öylece devam eder, insanlar da bunu tamamiyle ve vuvarlak haliyle görürler. Daha sonra her gece onun bir parçası tekrar ka­bına geri döner ve daha önce arttığı miktarda görünüş ve ay şekli itibarı ile eksilir. Güneş görmediği taraftan eksilmeye başlar. Bu tarafı ise batı yönü­dür. Nihayet kurumuşluğu ve oldukça ince olması dolayısıyla yay şekline dön­müş hurma salkımının dalına döner.

Aya “kamer” adının verilmesi gizleninceye kadar aydınlığı ve beyazlığı ile atmosferi ağartması (aydınlatması)ndan dolayıdır. [38]

2- “Eski Hurma Dalı”:

“Sonunda o kuruyup incelen eski hurma dalı gibi yay şekline döner”

buyruğu hakkında ez-Zeccac şöyle demiştir: “Urcun: Kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalı”; üzerinde dalların bulunduğu salkım çöpüdür. Bu da eğilip bükülmek demek olan “in’irac”den “fu’lun” veznine gelmiş bir kelime­dir. Buyruğun anlamı şudur: Ay konaklarında yürüyüp durur. Son konağına gelince, oldukça incelir, kavislenir ve tıpkı bir hurma salkımı çöpü gibi oluncaya kadar eni daralır. Buna göre sonundaki “nun” fazladan gelmiştir.

Katade der ki: Bu hurma ağacının bükülmüş, kurumuş salkım (çöpü)dır.

Sa’leb der ki: “Kuruyup incelen eski hurma dalı gibi yay şekline” buy­ruğunda geçen “el-urcun” hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra bütünüyle koparılmış salkımdan geriye kalandır. “Kadim” de eskimiş, çürü­meye yüz tutmuş demektir. el-Halil ise “rubai babı”nda der ki: “el-Urcun” sal­kımın aslıdır. Sarı ve enlidir. Büküldüğü vakit hilal ona benzetilir.

el-Cevherî de şöyle demektedir: “el-Urcun” eğilen ve diğer küçük salkım­ların kendisinden kopartıldığı ve hurma üzerinde kuru olarak kalan büyük­çe salkımın asıl kısmıdır. “Urcun ile onu vurdu” demektir. Bunların görüşlerine göre ise “nun” kelimenin aslındandır. Kaysoğulları A’şa’sının şiirindeki şu beyitte de böyledir:

“Ona misk ve hoş kokular karıştırdı da, Ayın urcunu gibi o sapsarıdır.”

Buna göre ay, inceliği ve sarılığı ile eskiyip kuruyup yay hali almış bulu­nan urcuna “hurma salkımı çöpüne” benzetilir. Yine buna ihan, kibâse, kinv de denilir. Mısırlılar buna “isbata” adını verirler.

“Urcun” kelimesi “ircevn” şeklinde “fircevn” vezninde de okunmuştur. Bun­lar “buzyevn” ile “bizyevn” gibi iki ayrı söyleyiştir. Bunu ez-Zemahşerî zik­redip şöyle demiştir: O (el-urcun) salkımın taneleri ile bittiği yer arasındaki çubuğa verilen isimdir.

Şunu bil ki, sene dört mevsime ayrılır. Herbir mevsimin yedi konağı var­dır. Bunun ilki bahardır. Baharın başlangıcı da martın onbeşinci günüdür. Bu mevsimin gün sayısı doksanikidir. Bu mevsimde güneş üç burç kateder: Koç, öküz ve ikizler burcu. Yedi menzilin (konağın) adı ise şeretan, butayn, sü-reyya, deberan, hen’a, hena ve ziradır.

Daha sonra haziranın onbeşinci gününde yaz mevsimi girer. Bu da dok-saniki gündür. Güneş bu mevsimde üç burç kateder. Yengeç, arslan ve ba­şak burçları, yedi de konak kateder. Bunlar da nesra, tarf, cebhe, haratan, sarfe, avva ve simakdır.

Arkasından eylül onbeşinde sonbahar mevsimi girer. Bu da doksanbir gün­dür. Güneş bu mevsimde de üç burç kateder. Bu burçlar terazi, akreb ve yay burçlarıdır. Yedi konak ise gufr, zübbanan, iklil, kalb, şevle, neaim ve bel­dedir.

Sonra da aralığın onbeşinde kış mevsimi girer. Bu da doksan gündür. Dok­sanbir gün olduğu da olur. Güneş bu mevsimde üç burç kateder. Bunlar da oğlak, kova ve balık burçlarıdır. Katettiği konak sayısı da yedi olup bunlar sa’d ez-zabih, sa’d bula, sa’d es-su’ud, sa’d el-ahbiye, el-ferğ el-mukaddem, el-ferğ el-muahhar ve batnu’1-hut konaklarıdır.

Şimdi de Süryanilerin aylarının isimlerini verelim: Teşrin-i evvel (ekim), teşrin-i sanî (kasım), kânun-î evvel (aralık), kânun-î sanî (ocak), şubat, azar (mart), nisan, eyyar (mayıs), haziran, temmuz, ab (ağustos) ve eylül. Teşri­ni sanî, nisan, haziran ve eylül otuz gün, şubat ise yirmisekiz gün ile dört­te bir gün çeker. Diğer ayların hepsi ise otuzbir gündür.

Bu açıklamalarla yüce Allah’ın kudretine dikkat edip üzerinde düşünme­nizi istedik. İşte yüce Allah’ın: “Aya gelince, Biz onun için de konaklar tak­dir ve tayin ettik” buyruğu bunu anlatmaktadır. Herhangi bir konakta bu­lunduğu takdirde hilal ondan bir sonraki konakta görülür. Fecr de ondan iki konak öncesinde ortaya çıkar. Mesela güneş nisanın yirmibeşinci gününde Süreyya konağında ise, fecr şerateynde ortaya çıkar. Hilal de deberanda gö­rünür. Sonra her gece bir konakta ortaya çıkar ve nihayet yirmisekiz gece­de, yirmisekiz konak kateder. Güneş ise iki konak daha katetmiş olur, o da bunları kateder. Sonra güneşten bir sonraki konakta (ilk günün hilali olarak) ortaya çıkar. “İşte bu Aziz ve Alim olanın takdiridir.” (Allahu âlem) [39]

3- “Eski”nin Mahiyeti ve Ona Dair Hükümler:

Yüce Allah’ın: “…eski…” buyruğu ile ilgili olarak ez-Zemahşerî şöyle demektedir: Buradaki kadim (eski)den kasıt, üzerinden bir yıl geçmiş olan­dır. O bu şekilde eskidi mi incelir, bükülür ve sararır. Bu üç yönüyle de hilal ona benzetilmiştir.

Denildiğine göre, bir şeyin kadim olmakla nitelendirilmesinin asgari sü­resi üzerinden bir yıl geçmesidir. Mesela bir kimse: Benim kadim (eski) bü­tün kö\e\erim hürdür, dese yahut da buma vasiyetinde yazacak o\sa, kö­leliği üzerinden bir yıl veya daha fazla geçmiş olanlar hürriyetlerine ka­vuşurlar.

Derim ki: Hilallere dair hükümler hakkındaki açıklamalar daha önceden Bakara Sûresi’nde (2/189- âyet, 3- başlık ve devamında) geçmiş bulunmak­tadır. Yüce Allah’a hamdolsun. [40]

  1. Güneşin aya erişip yetişmesi gerekmediği gibi, gece de gündü­zü geride bırakıcı değildir. Hepsi de birer yörüngede yüzerler.

“Güneşin aya erişip yetişmesi gerekmediği gibi…” buyruğunda “güneş” anlamındaki lafız mübteda olarak merfudur. Başına gelen; olumsuzluk edatının marifede amel etmesi mümkün değildir.

İlim adamları bu âyet-i kerimenin anlamı hususunda çeşitli açıklamalar­da bulunmuşlardır. Kimisi şöyle der: Yani güneş aya yetişip ayın işlevini ip­tal etmez. Bu da şu demektir: Onların herbirisinin kendi alanı üzerinde bir etkisi vardır. Biri diğerinin alanına girerek, onun etkisini ortadan kaldırmaz. Bu da güneş -daha önce En’am Sûresi’nin son taraflarında (6/158. âyetin tef­sirinde) açıklandığı üzere- batıdan doğacağı vakitte bu hususların sonunu ge­tireceği zamana kadar böylece sürüp gidecektir.

Denildiğine göre, güneş doğduğu vakit ayın ışığı olmaz. Ay doğduğu za­man da güneşin ışığı olmaz. Bu anlamdaki açıklama İbn Abbas ve ed-Dah-hak’tan rivayet edilmiştir.

Mücahid der ki: Bunlardan birinin ışığı, diğerinin ışığına benzemez, de­mektir. Katade de şöyle demektedir: Bunların herbirisinin bir sınırı ve bir ala­meti vardır. Ondan öteye gitmez, ondan da geriye kalmaz. Birisinin aydın­latma zamanı geldi mi, diğerinin aydınlatması gider.

el-Hasen de şöyle demektedir: Her ikisi hilalin doğduğu özel bir gecede bir arada bulunmaz (kavuşmaz)lar. Yani güneş, ay doğuncaya kadar kalmaz.

Ancak güneş battı mı ay doğar.

Yahya b. Sellam der ki: Özellikle ayın ondördüncü gecesinde güneş aya yetişmez. Çünkü güneş doğmadan önce o batıverir.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: İkisi de semada birbirine kavuş­tuklarında onlardan birisi diğerinden önceki bir konakta bulunur. Her ikisi de aynı konakta bulunmazlar. Yine bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre; ay dünya semasında, güneş ise dördüncü se­madadır. Güneş aya yetişmez. Bunu da en-Nehhas ve el-Mehdevî zikretmiş­tir. en-Nehhas der ki: Bunun anlamı ile ilgili olarak yapılmış en güzel ve red­dedilmesi en zor açıklamalardan birisi de şudur: Ay hızlı hareket eder. Gü­neş ise bu hareketinde ona yetişemez. Bunu el-Mehdevî de zikretmiştir. Yü­ce Allah’ın: “Güneş ve ay bir araya getirildiği zaman” (el-Kıyame, 75/9) buy­ruğuna gelince, bu daha önce En’am Sûresi’nin sonlarında (6/158. âyetin tef­sirinde) geçtiği üzere güneşin doğmasının alıkonulacağı zaman gerçekleşe­cektir. Yine buna dair açıklamalar ileride Kıyame Sûresi’nde (75/9- âyetin tef­sirinde) de gelecektir. Her ikisinin bir arada bulunması ise dünyanın sonu­nun geleceğinin, kıyametin de kopacağının bir alameti olacaktır.

“Hepsi” yani güneş, ay ve yıldızlar “de birer yörüngede yüzerler.” Akıp

giderler. Döner dururlar diye de açıklanmıştır. Burada “yüzerler” anlamın­da; şeklinde (akıl sahipleri için kullanılan kip ile) denilip di­ye kullanılması (cansız varlıklar hakkında kullanılması gereken kipin kulla-nılmaması)nın sebebi, yüce Allah’ın bu varlıkları akıl sahibi varlıkların yap­mış olduğu bir iş ile nitelendirmiş olmasıdır.

el-Hasen der ki: Güneş, ay ve yıldızlar sema ile yer arasında bir yörün­gededirler. Bunlar (bir yere) bitişik değildirler. Bitişik olsalardı akıp gitmez­lerdi. Bu açıklamayı es-Sa’lebî ve el-Maverdî zikretmiştir.

Bazıları yüce Allah’ın: “Gece de gündüzü geride bırakıcı değildir” buy­ruğunu gündüzün geceden önce yaratılmış olduğuna ve gecenin yaratılış iti­barıyla gündüzden önce olmadığına delil göstermişlerdir.

Şöyle denilmiştir: Bunların herbirisinin vakti gelir ve biri diğerinden ön­ce gelmez. Bu durum kıyamet gününde güneş ile ay bir araya getirileceği vak­te kadar sürüp gidecektir. Nitekim yüce Allah: “Güneş ve ay biraraya geti­rileceği zaman” (el-Kıyame, 75/9) diye buyurmaktadır. Şu zamandaki bu ar­ka arkaya geliş ise kulların işlerinin eksiksiz bir şekilde “ve yılların sayısı­nı ve hesabı bilmeniz içindir.” (Yunus, 10/5) Gece dinlenip rahata çekilmek, gündüz de gerekli işleri yapmaya ayrılması içindir. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: “Geceyi ve gündüzü sizin için (birinde) sükun bulaşınız ve (diğerinde) lütfundan arayasınız diye yaratmış olması O’nun rahmetindendir” (el-Kasas, 28/73) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: “Uykunuzu da bir dinlenme yaptık.” (en-Nebe’, 78/9) Yani gündüzü çalışmaktan yorulan bedenleriniz için dinlenecek bir va­kit kıldık demektir. O halde yüce Allah’ın: “Gece de gündüzü geride bıra­kıcı değildir” buyruğu gece gündüzü geçecek değildir demektir. Mesela: ” Filan filanı geçti” yani onu yenik düşürdü denilir.

el-Müberred de şöyle demektedir: Ben Umare’nin: “Ge­ce de gündüzü geçici değildir” şeklinde (gündüz anlamındaki nehar kelime­sini esreli okuyacak yerde üstün) okuduğunu duydum, ona: Bu da ne olu­yor? diye sordum. O da ben bununla şeklindeki okuyuşu kastet­miş oluyorum, tenvini hazfettim, çünkü böylesi daha hafiftir.

en-Nehhas der ki: Buradaki “gündüz” (anlamındaki en-nehar) kelimesinin tenvinsiz olarak nasb edilmesi mümkün olduğu gibi, tenvinin hazfedilmesi-nin iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla olması da mümkündür. [41]

  1. Onlar için bir diğer delil de Bizim zürriyetlerini dopdolu gemi­de taşımış olmamız;
  2. Ve kendileri için bunun gibi binecekleri şeyleri de yaratmış bu-lunmamızdır.
  3. Eğer dilersek onları suda boğarız ve ne kimse onların imdadı­na yetişir, ne de kurtarılırlar.
  4. Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir vakte kadar geçin­meleri için (boğmayız).

“Onlar için bir diğer delil de” buyruğunun (“delil” diye meali verilen laf­zın) üç anlama gelme ihtimali vardır: Birincisi, onlar için bir ibret anlamın­da olmasıdır. Çünkü âyetlerde (belge ve delillerde) ibret alınacak hususlar vardır. İkincisi onların üzerinde bir nimet anlamında olmasıdır. Çünkü âyetlerde ihsan edilen nimetlerin varlığı da sözkonusudur. Üçüncüsü ise onlar için bir uyarı bulunması demektir. Çünkü âyetlerde uyarı manası da vardır.

“Bizim zürriyetlerini dopdolu gemide taşımış olmamız” buyruğu bu su­rede açıklaması en zor yerlerdendir. Çünkü taşınanlar kendileridir.

Denildiğine göre anlam şudur: Mekkelilere delillerden birisi de bizim geç­miş nesillerin “zürriyetlerini dopdolu gemide taşımış olmamız”dır. Buna göre her iki zamir birbirinden farklı yerlere aittir. Bunu el-Mehdevî zikretmiş­tir. en-Nehhas da, bu açıklamayı Ali b. Süleyman’dan bunu söylerken din­lediğini nakletmektedir.

Her iki zamirin Mekkelilere ait olduğu da söylenmiştir. Yani onların zür-riyetlerinden kasıt, onların çocukları ve onların aralarındaki zayıf kimseler­dir.

Birinci görüşe göre gemiden kasıt, Nuh’un gemisidir. İkinci görüşe göre ise gemi bir cins isimdir. Şanı yüce Allah, bu buyruk ile lütuf ve minnetini haber vererek yaratmış olduğu gemilerde yürümesi ve binmesi zor olan zür-riyeti ve zayıf kimseleri gemilerde taşıdığını bildirmektedir. Bu açıklamaya göre her iki zamir aynı yere raci olur.

Bir başka açıklamaya göre, “zürriyeften kasıt, babalar ve dedelerdir. Yü­ce Allah bunları Nuh (a.s)’ın gemisinde taşımıştır. Buna göre hem atalara, hem de çocuklara zürriyet denilebilir. Böyle denilebileceğine bu âyet-i kerime de­lil teşkil etmektedir. Bu açıklamayı Ebu Osman yapmıştır.

Atalara “zürriyet” denilmesinin sebebi, çocukların onlardan zer’i (türemiş olması)dir.

Dördüncü bir görüşe göre de açıklama şöyledir: Zürriyet’ten kasıt nutfe-lerdir. Yüce Allah bu nutfeleri kadınların karnında taşırmıştır. Bu da dopdo­lu gemiye benzetmedir. Bu açıklamayı da Ali b. Ebi Talib (r.a) yapmıştır, el-Maverdî de bunu zikretmiştir.

Daha önce Bakara Sûresi’nde (2/124. âyet, 19- başlıkta) zürriyet lafzının türeyişi ve buna dair açıklamalar yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

“Dopdolu” lafzı dolup taşmış anlamındadır. “Fulk (gemi)” ise tekil de kullanılır, çoğul da kullanılabilir. Buna dair açıklamalar da daha ön­ceden Yunus Sûresi’nde (10/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Ve kendileri için bunun gibi binecekleri şeyleri de yaratmış bulunma-mızdır” buyruğundaki “Binecekleri” buyruğunun aslı; şek­lindedir. İsmin uzunluğu ve âyet sonu olması dolayısıyla “he” harfi hazfedil-miştir.

Buyruğun anlamı ile ilgili olarak üç görüş vardır: Mücahid, Katade ve bir grup tefsir aliminin görüşü olup ayrıca İbn Abbas’tan da rivayet edilmiş olan görüşe göre “bunun gibi” buyruğu develer hakkındadır. Yüce Allah onları tıpkı denizde üzerlerine binilen gemiler gibi karada binmek için yaratmıştır. Araplar da develeri gemilere benzetirler. Şair Tarafe şöyle demektedir:

“Malikî (Malik b. Sa’d’e nisbet edilen) kadınların sabahleyin o binekleri sanki, Ded vadisinin geniş bir yerini andıran büyük bir gemi gibidir.”

İkinci görüşe göre kasıt, develer, atlar ve sırtına binilen bütün binekler­dir.

Üçüncü görüşe göre de maksat gemilerdir.

en-Nehhas der ki: En sahih olan görüş budur. Çünkü bu İbn Abbas’tan muttasıl senet ile gelen bir açıklamadır. O “ve kendileri için bunun gibi bi­necekleri şeyleri de yaratmış bulunmamızdır” buyruğu hakkında şöyle de­miştir: O kendilerine ona benzeyen binecekleri, gemileri yaratmıştır.

Ebu Malik der ki: Bunlardan kasıt küçük gemilerdir. Bunları da büyük ge­miler gibi yaratmıştır. Bu açıklama İbn Abbas ve el-Hasen’den de rivayet edil­miştir.

ed-Dahhak ve başkaları da derler ki: Maksat Nuh gemisinden sonra ya­pılan gemilerdir.

el-Maverdî der ki: Dopdolu gemideki zürriyetten kasıt kadınların karın-lanndaki nutfelerdir, şeklindeki Ali (r.a)’ın te’vilinin bir gereği olarak da yü­ce Allah’ın: “Ve kendileri için bunun gibi binecekleri şeyleri de yaratmış bulunmamızdır” buyruğu hakkında beşinci görüş olarak da şöyle söylene­bilir: Bunun te’vili, kadınların, eşlerinin üzerlerine çıkması için yaratılmış ol­maları da sözkonusu olabilir. Fakat ben bunu herhangi bir kimseden nakle­dilmiş bir görüş olarak görmedim.

“Eğer dilersek onları suda” denizde “boğarız.” Bu durumda zamir ya o zürriyet sahiplerine yahut herkese döner. Bu da İbn Abbas’ın açıklamasının ve “bunun gibi” ile kastedilenin develer değil de gemiler olduğunu söyle­yenlerin görüşlerinin doğruluğuna delildir.

“Ve ne kimse onların imdadına yetişir.” Yani Said’in Katade’den rivaye­tine göre kimse onların yardımına koşmaz, onları kurtaramaz. Seyhan’ın da ondan rivayetine göre onları kimse koruyamaz, demektir. Her ikisinin de an­lamı birbirine yakındır.

İmdada yetişen” anlam itibariyle; ve aynıdır. Yani bura­da: kipi kipi anlamındadır.

“Ne kimse onların imdadına yetişir” anlamındaki buyruğun; şeklinde (hı harfi üstün değil de iki ötreli) okunması da caizdir. Çünkü ondan sonraki ifadede sadece merfu oluş mümkün olabilir, çünkü bu bir marifedir. O da Ne de kurtarılırlar” buyruğudur. Nahiv-ciler de; ” Evde hiçbir adam yoktur, Zeyd dahi yoktur” söyleyişini tercih ederler.

“Ne de kurtarılırlar” boğulmaktan kurtarılmazlar demektir. Azab’tan kurtarılmazlar anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak” buyruğunda (rahmet kelimesi­nin nasb ile gelmesi hakkında) el-Kisaî der ki: Bu istisna dolayısıyla nasb edil­miştir. ez-Zeccac ise mef’ulün leh olarak nasbedilmiştir yani tarafımızdan bir rahmet için… demek olur.

“Ve bir vakte kadar geçinmeleri için” buyruğu da ona atfedilmiştir. Bu­radaki vakitten kasıt da Katade’nin açıklamasına göre ölümdür. Yahya b. Sel-lam ise kıyamete kadar diye açıklamıştır. Yani bizim onları ecellerine kadar onlara merhamet edip geçinmeleri için onları faydalandırmamız müstesna­dır ve Allah geçmiş ümmetlerin azabını acilen (dünyada) verdiği halde Mu-hammed (sav)’ın ümmet(i davet)inin azabını -onu yalanlamış olsalar dahi- kı­yamete kadar ertelemiş bulunmaktadır. [42]

  1. Onlara: “Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun. Olur ki rahmet olunursunuz” denildiğinde (yüz çevirirler).
  2. (Çünkü) Rabblerinin âyetlerinden onlara bir âyet her geldiğin­de, mutlaka ondan yüz çevirenler oldular.
  3. Onlara: “Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” denilse, kâfir­ler iman edenlere derler ki: “Allah dilese idi, kendilerini yedi-rebileceği kimseleri mi yedirelim! Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.”
  4. Ve derler ki: “Eğer doğru söyleyenler iseniz; bu vaad ettiğiniz (diriliş) ne zaman olacaktır?”
  5. Onlar birbirleri ile çekişirlerken kendilerini alacak bir tek çığ­lıktan başkasını gözlemiyorlar.
  6. (O zaman) onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler, ne de aileleri­ne geri dönebilirler.

“Onlara: Önünüzdekinden ve arkanızdakinden korkun… denildiğinde”

buyruğu hakkında Katade şöyle demektedir: “Onlara: Önünüzdekinden” siz­den önce geçmiş ümmetlerin başına gelmiş olan olaylardan; “arkanızdakin­den” âhiretten “korkun denildiğinde” demektir.

İbn Abbas, İbn Cübeyr ve Mücahid de: “Önünüzdekinden” geçmiş günah­lardan “arkanızdakinden” de gelecek günahlardan… anlamındadır, demiş­tir. el-Hasen: “Önünüzdekinden” ömrünüzün geçmiş bölümlerinden, “arka­nızdakinden” ömrünüzün geri kalan bölümlerinden… demektir, demiştir.

Bir açıklamaya göre de; “önünüzdekinden” dünyadan, “arkanızdakin­den” de âhiret azabından… anlamındadır. Bu açıklamayı da Süfyan yapmış­tır. Bu görüşün aksini es-Sa’lebî, İbn Abbas’tan nakletmiş bulunmaktadır. O şöyle demiştir: “Önünüzdekinden” âhiretten ve âhiret için yaptıklarından “ar­kanızdakinden” de dünyadan sakınınız ve ona aldanmayınız, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre; “önünüzdekinden” sizin için zahir olan şey­lerden “arkanızdakinden” ise size gizli kalan şeylerden korkun anlamında­dır.

Buna verdikleri cevabın ne olduğu hazfedilmiştir. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlara bunlar söylendiği takdirde, onlar yüz çevirirler. Buna delil de bundan sonra gelen yüce Allah’ın:

“Rabblerinin âyetlerinden onlara bir âyet her geldiğinde mutlaka yüz çevirenler oldular” buyruğudur. Bu buyruk ile sözü geçen cevaba gerek gö­rülmemiştir.

“Onlara: Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” yani fakirlere tasadduk edin “denildiğinde…” buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen şöyle demek­tedir: Bununla yahudiler kastedilmektedir. Onlara fakirlere yemek yedirme­leri emredilmişti. Maksadın müşrikler olduğu da söylenmiştir. Peygamber (sav)’ın fakir olan ashabı onlara: Bize sizin Allah’a ait olduğunu iddia ettiği­niz mallarınızdan bize veriniz, dediler. Onlar bu sözleriyle yüce Allah’ın: “On­lar Allah’a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar…” (el-En’am, 6/136) buyruğuna işaret etmiş oluyorlardı. Ancak müşrikler bu isteklerini kar-şılamayıp onları mahrum bıraktılar ve alay ederek: Allah dileseydi size ye­mek yedirirdi. Bizim dinimize geri dönmediğiniz sürece size yiyecek bir şey­ler vermeyeceğiz, dediler.

“Kâfirler iman edenlere derler ki: Allah dilese idi, kendilerini yedire-bileceği kimseleri mi yedirelim?” Biz bunlara mı rızık verelim? Çünkü on­lara müslümanların: Rıztk veren yüce Allah’tır, dedikleri ulaşmıştı. Onlar da alay olmak üzere: Allah dilediği takdirde muhtaç bırakmayacağı kimselere mi rızık verelim, demişlerdi.

İbn Abbas der ki: Mekke’de zındıklık yapan kimseler vardı. Bunlara yok­sullara sadaka vermeleri emredilince: Allah’a yemin ederiz ki olmaz, dedi­ler. Allah o kimseleri fakir bırakmışken biz nasıl yemek yediririz? Çünkü bun­lar mü’minlerin Allah’ın bütün fiillerini, onun meşietine bağlı gördüklerini ve: Allah dilese filanı zengin kılardı, Allah dilese elbette aziz kılar, Allah dilese elbette şöyle olur, dediklerini duyuyorlardı. İşte onlar bu şekildeki bir ceva­bı mü’minlere alay yollu ve onların işleri Allah’ın meşietine bağlı kabul eden ifadeleri ile alay olsun diye söylemişlerdi.

Bir başka açıklamaya göre de onlar bu sözlerini mü’minlerin kendilerine söyledikleri: “Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” sözlerine sarılarak söylemişlerdi. Yani bize rızkı veren Allah ise, o sizi de rızıklandırmaya ka­dirdir. Ne diye bizden rızık bulmaya çalışıyorsunuz, demişlerdi.

Böyle bir karşı delil, elbetteki batıldı, çünkü yüce Allah bir kula bir ma­lı mülk olarak verip de sonra da o malda kendisine birtakım hakları vacib kı­lacak olursa, onun elinden o miktarını almış gibi olur. Dolayısıyla böyle bir itiraz anlamsızdır. Onların: Allah dileseydi onları da yedirirdi, sözleri elbet­teki doğrudur, fakat bunu delil göstermeleri bir yalandır. Bu da yüce Allah’ın şu buyruklarına benzer: “Müşrikler: Allah dileseydi… şirk koşmazdık… di­yeceklerdir.” (el-En’am, 6/148); “Münafıklar: Şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah’ın Rasûlüsün, dediler. Allah da biliyor ki sen hiç şüphesiz O’nun Rasûlüsün ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar yalancıdırlar.” (el-Münafikun, 62/1)

“Siz ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz” buyruğu, denildiğine göre kâ­firlerin mü’minlere söyledikleri sözlerin bir parçasıdır. Yani sizler bizden mal istemek ve Muhammed’e uymakla apaçık bir sapıklık içindesiniz… Bu anlam­daki açıklamayı Mukatil ve başkaları yapmıştır.

Bir diğer görüşe göre ise bu, Peygamber (sav)’ın ashabının onlara söyle­dikleri bir sözdür.

Üçüncü bir görüşe göre ise bu, böyle bir cevab vermeleri üzerine yüce Al­lah’ın kâfirlere söylediği bir sözdür.

Denildiğine göre; Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a) müslümanlardan yoksul olan­lara yemek yediriyordu. Ebu Cehil onunla karşılaşmış ve: Ey Ebu Bekir, sen Allah’ın bunlara yemek yedirmeye kadir olduğunu iddia ediyor musun? de­yince, Ebu Bekir: Evet, diye cevab vermiş. Ebu Cehil bu sefer: Peki niye bun­lara yemek yedirmiyor? deyince, o da: Bir takım kimseleri fakirlikle, bir ta­kım kimseleri zenginlikle imtihan etmiştir. Fakirlere sabretmeyi, zenginlere de vermeyi emretmiştir. Ebu Cehil şöyle demiş: Allah’a yemin ederim ey Ebu Bekir şüphesiz ki sen bir sapıklık içindesin. Allah’ın bunlara yemek yedire­ceğine kadir olduğunu iddia ediyorsun, bununla birlikte O, bunlara yemek yedirmiyor, kalkmış sen onlara yemek yediriyorsun. Bunun üzerine bu âyet-i kerime ile yüce Allah’ın: “Artık kim (infak edip) verir ve sakınırsa, o el-hüs-na’yı (cenneti) de doğrularsa…” (el-Leyl, 92/5-6) buyrukları nazil oldu.

Âyet-i kerimenin bir grub zındık hakkında indiği de söylenmiştir. Bunlar arasında zındıklığa saparak, yaratıcıya iman etmeyen ve bu sözleriyle de müs-lümanlarla alay eden kimseler de vardı. Bunu da el-Kuşeyrî ve el-Maverdî zik­retmiştir.

“Ve derler ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaadettiğiniz ne zaman olacaktır” buyruğuna gelince, bunlara: “önünüzdekinden ve arkanızdakin-den korkun…” denildiğinde, onlar: “Bu vaad ettiğiniz ne zaman olacaktır?”

diye cevap verdiler. Bu da onların alay olsun diye söyledikleri sözleri idi, yok­sa bu tehdide gerçekten inandıklarından dolayı sormuyorlardı.

Yüce Allah: “Onlar birbirleri ile çekişirlerken kendilerini alacak bir tek çığlıktan” bu da İsrafil’in Sûra üflemesidir; “başkasını gözlemiyorlar” bek­lemiyorlar. Onlar dünya işleri hakkında birbirleriyle çekişirlerken oldukları yerde ölüverecekler. Bu herkesin baygın düşeceği üfürüştür.

“Birbirleriyle çekişirlerken” lafzı beş türlü okunmuştur. Ebu Amr ile İbn Kesir “ye” ile “hı” harflerini üstün, “sad” harfini şeddeli okurlar. Verş’in, Nafî’den rivayeti de böyledir. Diğer kıraat sahipleri ile Verş’in dışın­daki Nafî’in öğrencileri ondan “hı” harfini sakin ve “sad” harfini de -iki sa­kini arka arkaya getirmek suretiyle- şeddeli okuduğunu rivayet etmişlerdir.

Yahya b. Vessab, el-A’meş ve Hamza ise “hı” harfini sakin ve “sad” har­fini de şeddesiz olarak; “Onunla davalaştı” kökünden gelen bir fiil gibi okumuşlardır. Asım ve el-Kisaî ise “hı” harfini esreli, “sad” harfini de şed­deli okumuşlardır ki; “birbirleriyle davalaştıkları zaman, çekiştikleri zaman” anlamındadır. Denildiğine göre onlar, kendi kanaatlerine göre öldükten sonra diriltilmeyeceklerine dair karşılıklı delillerle çekişirlerken, bu üfürüş onları gelip yakalayacaktır.

İbn Cübeyr, Ebu Bekir’den, o Asım’dan ayrıca Hammad da Asım’dan “ye” ile “hı” harflerini esreli ile (sad harfini) şeddeli okuduğunu rivayet et­mişlerdir.

en-Nehhas der ki: Birinci kıraat en açık olanlarıdır. Bu kıraatte asıl şekil; şeklidir. Burada “te” harfi “sad” harfine idgam edildikten sonra, onun harekesi de “hı” harfine nakledilmiştir. Ubeyy’in kıraatinde de; şek­lindedir. Ancak (Nafî’den rivayet edilen şekliyle) “hı” harfinin (sonra gelen “sad” şeddeli okunmakla birlikte) sakin okunması caiz değildir. Çünkü bu ar­ka arkaya iki sakinin getirilmesidir. Bunlardan herhangi birisi ise med ve lin harfi değildir. Aslına uygun olarak “hı” harfinin sakin olarak okunduğu da söylenmiştir. “Birbirleriyle tartışırken” demektir. Burada muzaf hazfedilmiştir. Anlamın; kendileri ile tartışan kimse ile kendilerince tar­tışırlarken… şeklinde olması ve böylece mefulün hazfedilmiş olması da mümkündür. es-Sa’lebî, bu Ubeyy b. Ka’b’in kıraatidir, demiştir.

en-Nehhas der ki: “Hı” harfi esreli, “sad”ın şeddeli okunuşuna gelince, bun­da da asıl şekil; dir. Burada “te” harfi “sad”a idgam edildikten son­ra arka arkaya iki sakinin gelişi dolayısıyla “hı” harfi esreli okunmuştur, el-Ferra ise bu kıraatin daha güzel ve daha çokça okunan şekil olduğunu id­dia etmiş ve daha uygun olan “te”nin harekesini “hı”, harekesine vermeyi bı­rakıp “hı” harfi için bir başka hareke getirmiş ve böylelikle “ye” harfi ile es­reyi arka arkaya getirmiş, üstelik bunun daha güzel ve daha çok okunan kı­raat olduğunu söylemiştir. Bu nasıl daha güzel olabilir ki? Mekkileler, Bas-ralılar ve Medinelilerin tümü böyle okumuşlardır. Asım’dan gelen “ye” har­fi ile “hı” harfinin esreli okuduğuna dair rivayete gelince, bu itba’ dolayısıy­la (arka arkaya gelen harekeleri aynen okuma)dır. Buna dair açıklamalar da­ha önceden: “O şimşek neredeyse gözlerini kapıp a/iuerece&.”(el-Bakara, 2/20) buyruğu ile “… yoksa hidayet verilmedikçe…” (Yunus, 10/35) buyruğu açık­lanırken geçmiş bulunmaktadır.

İkrime yüce Allah’ın: “Bir tek çığlıktan başkası” buyruğu hakkında şöy­le demektedir: Bu Sûr’a yapılacak ilk üfürüştür. Ebu Hureyre de şöyle demiş­tir: İnsanlar çarşı-pazarlarında bulunuyorlarken, kimisi devesini sağarken, ki­misi kumaşı ölçerken, kimisi işini görmek için giderken Sûr’a üfürülecektir.

Nuaym, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “İki kişi kumaşlarını satış yapmak üzere açmış iken kıyamet kopuverecektir. Onlar onu daha katlayamadan kıyamet kopacaktır. Adam davarlarını sulamak maksadı ile havuzunu çamurla sıvarken daha onları sulayamadan kıyamet kopacaktır. Kişi terazisinde tartmak isterken (bir kefesine ağırlık koyduğunda) alçalmışken (diğerine de koyacağını koyup) da­ha yükseltemeden kıyamet kopacaktır. Adam yemek üzere lokmasını ağzı­na götürmüşken onu yutamadan kıyamet kopacaktır. “[43]

Abdullah b. Amr’ın rivayetinde de şöyle denilmektedir: “Onu (üfürmeyi) işitecek ilk kişi develeri için havuzunu sıvayan bir kimse olacaktır. O da bay­gın düşecek, diğer insanlar da baygın düşecektir. “[44]

“Onlar ne bir tavsiyede bulunabilirler” yani biri diğerine kendisinde bu­lunan haklara dair bir vasiyette bulunamayacaktır. Bir diğer açıklamaya gö­re, biri diğerine tevbe etmesini, günahından vazgeçmesini tavsiye edemeye­cektir. Aksine çarşı-pazarlarında bulundukları yerde ölüp düşeceklerdir. Öldükleri takdirde de “ne de ailelerine geri dönebilirler.”

Şöyle de açıklanmıştır: “Ne de ailelerine geri döneDİlirler” yani onlar£ herhangi bir cevap veremezler. Katade de şöyle demiştir: “Ne de ailelerine” yani evlerine “geri dönebilirler.” Çünkü daha oraya gidemeden ölüm on­ları çabucak yakalayıvermiş olacaktır. [45]

  1. Sûr’a da üfürüldüğünde hemen kabirlerinden Rabblerine doğ­ru süratle gidecekler.
  2. “Vay bize! Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?” diyecekler. “Bu, Rahman’ın vaadettiğidir, peygamberleri de doğru söylemiş­lerdir.”
  3. O tek bir çığlıktan ibarettir. Hepsi artık huzurumuza getirilive-rirler.
  4. O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. Siz işledi­ğinizin ancak karşılığını görürsünüz.

“Sûr’a üfürüldüğünde” buyruğunda sözü geçen Sûr’a üfürmek, yeniden yaratılış için ikinci üfürüştür. Daha önceden Nemi Sûresi’nde (en-Neml, 27/87-90. âyetlerin tefsirinde) sadece iki üfürüş olduklarını, üçüncü üfürme-nin sözkonusu olmadığını açıklamış idik. Bu âyet-i kerime de buna delalet etmektedir.

el-Mubarek b. Fedale, el-Hasen’den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasû-lullah (sav) buyurdu ki: “İki üfürüş arasında kırk yıl vardır. Birincisinde yü­ce Allah herbir canlıyı öldürecek, ikincisi ile bütün ölüleri Allah dirilte­cek.”[46]

Katade der ki: (“Suver”) “suret”in çoğuludur. Suretlere ve ruhlara üfürül­düğünde demektir. Suretin çoğulunun “suver” şeklinde gelmesi binanın surunun çoğulunun da “(sin harfi ile) suver” gelmesi gibidir. el-Accac der ki:

“Nice yüksek duvar ile korunmuş kimseye, Surun üst taraflarını aşarak vardım.”

Ebu Hureyre’den: “Suretlere üfürüldüğünde” diye okudu­ğu da rivayet edilmiştir. en-Nehhas der ki: Doğrusu buradaki: “Sûr” kelimesinin “vav” harfinin sakin (med harfi) olarak okunmasıdır; (bu da) karn (boynuz) anlamındadır. Rasûlullah (sav)’dan gelen rivayet ile böyledir. Ay­rıca Arap dilinde de bu şekliyle bilinen bir telaffuzdur. Nitekim dilciler şu mıs­raları zikrederler:

“İki ordunun karşı karşıya geldiği sabah tosladık onlara biz, O su birikintilerinin (yakınında kopan) tozları arasında hırıltı çıkaran (atlar)la, Şiddetli bir şekilde tosladık onlara ki, iki boynuzun toslaması gibi değildi bu.”

Bu hususa dair yeterli açıklamalar daha önce En’am Sûresi’nde (6/73- âye­tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Hemen kabirlerinden…” buyruğundaki kabirler anlamındaki; kelimesi, (peltek) “se” yerine “fe” ile diye de okunmuştur. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir. Kahire; denildiği gibi (»jip de denilir. An­cak fasih söyleyiş “peltek se” iledir, çoğulu da; ile diye ge­lir. el-Mütenehhil el-Hüzelî der ki:

“(Oradaki) kabirlerle ve inişli çıkışlı yerlerin dibindeki, Kilimlerdeki çizgileri andıran alametlerle tanıdım.”

Kabir edindi, demektir. “Rabblerine doğru süratle gidecekler” çıkacaklar demektir. Bu açıklama­yı İbn Abbas ve Katade yapmıştır. İmruu’l-Kays’ın şu mısraında da bu anlam­dadır:

“Elbiselerimi senin elbiselerinden sıyırıp çıkar, sen de sıyrılırsın.”

Çocuğa “nesil” denilmesi de buradan gelmektedir. Çünkü o da annesinin karnından çıkar.

“Hızlıca çıkarlar” diye de açıklanmıştır. ile Hızlıca yol almak” demektir. Kurdun yürüyüşüne bu ismin verilişi buradan gelmektedir. Şair (Lebid) şöyle demiştir:

“Yakın yerde akşamı etmiş kurdun hızlıca koşusu gibi, Ki gece üzerine soğuk yaptığından kaçmış olan.”

Kurt hızlıca koştu, koşar” denilir ki bu da: babındandır. Bunun muzari’inin şeklinde geldiği de söy­lenmiştir. Bu da hızlıca yürümek demektir. Buyruk hızlıca kabirlerinden çıkarlar, demektir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır: “Sizin yaratılma­nız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can(ı yaratıp diriltmek) gibi­dir.” (Lukman, 31/28); “Darmadağın çekirgeler gibi kabirlerden çıkarlar.” (el-Kamer, 54/7) Mearic Sûresi’nde de: “O gün onlar sanki dikilmiş putla­ra süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar.” (el-Mearic, 70/1) diye buyurulmaktadır ki, burada da hızlıca giderler, demektir.

Rivayette kaydedildiğine göre ashab şöyle demiştir: Biz Peygamber (sav)’a zayıflığımızdan ötürü şikayette bulunduk. O da bize: “Size nesli tavsiye edi­yorum” diye buyurdu[47] Çabuk yürümenizi tavsiye ediyorum, demektir. Çünkü bu insana güç verir.

“Vay bize!… diyecekler.” İbnu’l-Enbarî der ki: Buradaki: “Vay bi­ze!” buyruğu üzerinde vakıf güzel bir vakıftır. Daha sonra; “Yattığımız yer­den kim kaldırdı bizi” diye okumaya başlanır.

Kimi kıraat aliminin: “Diriltilmemizden dolayı vay bize!” şek­linde “mim” ve “se” harfini esreli okuduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca bu, Ali (r.a)’dan da rivayet edilmiştir. Bu okuyuşa göre ise “Vay bize!” anlamında­ki buyruk üzerinde vakıf güzel olmaz. Daha sonra: “Yattığımız yer­den” buyruğuna kadar okuması gerekir.

Ubeyy b. Ka’b’ın kıraatinde: “Bizi kim uyandırdı” lafzı hemen: “Yattığımız yerden” lafzına vasi ile okunmuştur. Bu genel olarak okunan şeklin doğruluğuna delil teşkil etmektedir. el-Mehdevî dedi ki: İbn Ebi Leyla “Vay bize!” diye “te” harfi fazlası ile okumuştur ki; bu da “vay” anlamındaki “el-veyl”in müennes halidir. “Vay hali­me! Ben kocamış bir kadın… iken ben mi doğuracak mışım?” (Hud, 11/72) buyruğunda da böyledir.

Ali (r.a) da: “Diriltilişimizden ötürü vay bize!” diye okumuş­tur. Buna göre ..den” harfi “Vay bize!” anlamındaki kelimeye taalluk etmektedir. Yahut ta “vay”den haldir. Bu takdirde hazfedilmiş bir kelimeye taalluk eder. Sanki: “Diriltilişimizden ötürü vay oldu bize!” demiş gibidir. Onun haberi olması caiz olduğu gibi, onun hali olması da ca­izdir.

“Yattığımız yerden” buyruğundaki “…den” lafzı “ba’s: öl­dükten sonra diriliş”in kendisine taalluk etmektedir.

Şöyle denilmiştir: Onlar kabirlerinde azab görüyor olacakları halde, na­sıl böyle diyecekler? Buna cevab şudur: Ubeyy b. Ka’b dedi ki: Onlar bir uy­kuya dalacaklardır. (Sonra bunlar olacaktır).

Bir rivayette de onlar: “Vay bize bu yattığımız yerden bizi kim kaldırdı?” diyeceklerdir. Ebu Bekr el-Enbarî der ki: Bu rivayet ” Bizi (kim) uyandırdı” lafzın, Kur’ân’a dil uzatan birtakım kimselerin söylediği gibi Kur’ân lafzından değildir. Aksine bu; “bizi… kaldırdı” buyru­ğunun bir tefsiridir yahut onun ihtiva ettiği manalarının bir bölümünü ifade etmektedir. Ebu Bekr (el-Enbarî devamla) dedi ki: Ben bunda aynı şekilde: “Bizi kim kaldırdı?” şeklinde: de ki “elif” olmaksızın ve; nûn’u sakin olarak bellemiş bulunuyorum. Doğrusu ise dile uygun olarak bu­nun; şeklinde “nûn” harfi üstün ve: deki hemzenin fethasi; in “nûn”una verilmiş olmasıdır, hemze ıskat edilmiş olur. Nitekim Arap­lar da: “Sana haber veren, sana bildiren kimsedir” demiş­lerdir ki burada: “Sana haber veren”in hemzeli kullanılışını kasteder­ler.

Ayrıca “Uyuyanı uyandırdım” ile “Uyuyan uyandı” kullanımları da nakledilmiştir. Ahmed b. Yahya en-Nahvî de bize şöyle bir beyit aktarmıştır:

“Ve bir kınayıcı (hanım) ki geceleyin uyanıp kınamaya başladı beni, Halbuki bundan önce hiçbir kınayıcı ziyaretime gelmemişti.”

Ebu Salih dedi ki: Birinci defa Sûra üfürüldüğü vakit, kabirdekilerin azabı kaldırılır ve ikinci üfürüşe kadar bir uyku uyurlar. İkisi arasında da kırk yıllık bir süre vardır. İşte: “Vay bize! Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?”

şeklindeki sözlerini bundan ötürü söyleyeceklerdir. Ayrıca İbn Abbas ve Ka-tade de böyle demişlerdir.

Meanî alimleri şöyle demişlerdir: Kâfirler cehennemi ve cehennemdeki tür­lü azabları görecekleri vakit, kabirlerindeki azabları ona kıyasla onlara bir uy­ku gibi gelecektir. Mücahid dedi ki: Bunun üzerine mü’minler onlara: “Bu Rahmanınvaadettiğidir” diyeceklerdir.

Katade de dedi ki: Allah’ın kendilerine hidayet vermiş olduğu kimseler on­lara: “Bu, Rahman’in vaadettiğidir” diyecektir.

el-Ferra ise: Melekler onlara: “Bu, Rahman’ın vaadettiğidir” diyecekler­dir, demiştir.

en-Nehhas der ki: Bu görüşler arasında bir uyum vardır. Çünkü melekler hem mü’minlerdendirler, hem de Allah’ın hidayet verdiği kimselerdendirler.

İşte yüce Allah’ın: “İman edip salih amel işleyenler ise, işte bunlar yaratı­lanların en hayırlılarıdır.” (el-Beyyine, 98/7) âyeti ile Peygamber Efendimi­zin: “Mü’min kimse Allah nezdinde bütün yarattıklarından hayırlıdır.” hadisi [48]buna göre yorumlanır.

Meleklerin ve diğer mü’minlerin de onlara: “Bu, Rahmanın vaad ettiği­dir” diyecek olmaları da mümkündür.

Denildiğine göre, kâfirler birbirlerine: “Yattığımız yerden kim kaldırdı

bizi?” diyeceklerinde rasûllerin dünyada iken kendilerine haber verdikleri hu­susları gözleriyle görecekleri vakit tasdik etmiş olacaklar, sonra da kendile­ri: “Bu Rahmanın vaadettiğidir. Peygamberleri de doğru söylemişler­dir.” Biz ise bunu yalanladık diyecekler ve ikrarın kendilerine fayda verme­yeceği bir zamanda bunu söyleyeceklerdir.

Hafs: “Yattığımız yerden” buyruğu üzerinde vakıf yaptıktan son­ra; “Bu” diye yeniden okumaya başlardı.

Ebu Bekr el-Enbarî dedi ki: ” Yattığımız yerden kim kal­dırdı bizi?” buyruğunda vakıf yapmak güzeldir. Sonra: “Bu rahmanın vaadettiğidir” diye okumaya başlanır. Bununla birlikte: “Yattığımız yerden bu” üzerinde vakıf yaparak “bu” anlamındaki işaret zamirini “yattığımız yer” anlamındaki kelimeye tabi olarak mecrur ka­bul edip daha sonra da; “Rahman’ın vaadettiğidir” diye baş­lamak da mümkündür. Bu da: “Sizin diriltilmeniz, Rahman’ın vaadettiğidir” anlamındadır. Sizin diriltilişiniz Rahman’ın vaadidir, demek olur.

en-Nehhas der ki: İfade: “Yattığımız yerden” lafzında tamam olmaktadır. “Bu” lafzı ise mübteda olarak ref mahallindedir. “Rahma­n’ın vaadettiğidir” buyruğu da onun haberidir. Bununla birlikte (“bu” işa­ret zamirinin) “yattığımız yer” lafzının sıfatı olarak cer mahallinde olması da mümkündür. O takdirde ifade; “Yattığımız bu yerden…” lafzın­da tamam olur. Buna karşılık: “Rahman’ın vaadettiği” buyru­ğu da üç bakımdan ref mahallinde olur. Ebu İshak bunlardan ikisini sözko-nusu ederek şöyle demektedir: Evvela: “Bu” zamiri takdiri ile olur. İkin­ci şekil bu buyruk; “Rahman’ın sizin diriltilmenize dair vaadi bir haktır” anlamında olmasıdır. Üçüncü şekil ise: “Si­zin diriltilmeniz Rahman’ın vaadettiğidir” anlamında olmasıdır.

“O tek bir çığlıktan ibarettir.” Onların kabirlerinden kaldırılıp diriltilme-leri tek bir çığlık ile olacaktır. Bu da İsrafil’in: Ey çürümüş kemikler, ey par­çalanmış sinirler ve ey darmadağın olmuş saçlar! Allah sizlere ayırdedici hükmünü vermek için biraraya gelmenizi emretmektedir, diyeceğine işarettir.

İşte yüce Allah’ın: “Hak olan çığlığı işitecekleri gün, işte o çıkış günüdür.” (Kaf, 50/42); “Davetçiye hızlıca koşarak…” (el-Kamer, 54/8) Hak buyrukla­rının anlamı -ilerde geleceği üzere- budur.

Eğer kendisinden gelen rivayet sahih ise İbn Mes’ud’un kıraati: “O tek bir çığlıktan ibarettir.” şeklindedir. Görüldüğü gibi buradaki: da “çığlık (sayha)”‘ demektir. Daha önce bu husus geç­miş bulunmaktadır.

“Hepsi artık huzurumuza getirUlverirler” buyruğu “İşte onlar” mübtedadır. Onun haberi olan “Hepsi” nekredir. “Huzurumuza ge-tiriliverirler” de onun sıfatı kapsamına girer.

“Huzurumuza getiriliverirler” buyruğu ise, hep birlikte hesab için du­rulacak yerde (Mevkıfte) topluca hazır edileceklerdir, demektir. Bu da yüce Allah’ın: “Kıyamet hadisesi ise ancak bir göz kırpma gibidir.” (en-Nahl, 16/7) buyruğunu andırmaktadır.

“O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz.” Yani yapılmış amellerin sevabı eksiltilmez.

“Siz işlediğinizin ancak karşılığını görürsünüz.” Bu buyrukta yer alan: “Şey” iki bakımdan nasb konumundadır: Birincisi bu meçhul fiilin ikinci mefulüdür. İkincisi harf-i cerrin hazfedilmesi dolayısı ile nasb mahal-lindedir. Bu da: “İşlediğinizin ancak karşılığı…” takdirinde­dir. Bu da: “Onu işlediğinizin” takdirinde olup sonundaki zamir haz-fedilmiştir. [49]

  1. Muhakkak o gün cennetlikler sevinç içinde meşgul olacaklar.
  2. Onlar ve eşleri gölgelerde, tahtlar üstünde yaslanacaklar.
  3. Onlar için orada meyveler ve istedikleri herşey vardır.
  4. Çok merhametli bir Rabbden: “Selam” denir.
  5. “Ey günahkârlar! Sizse bugün ayrılın.”

“Muhakkak o gün cennetlikler sevinç içinde meşgul olacaklar” buyru­ğu hakkında İbn Mes’ud, İbn Abbas, Katade ve Mücahid şöyle demişlerdir: Onların meşgul olacakları iş, bakirelerle yatmak olacaktır.

Tirmizî el-Hakim “Müşkilu’l-Kur’ân” adlı eserinde şöyle demektedir: Bi­ze Muhammed b. Hamid er-Razî anlattı, bize Yakub el-Kummî anlattı. O, Hafs b. Humeyd’den, o Şimr b. Atiyye’den, o Şakik b. Seleme’den, o Abdullah b. Mes’ud’dan naklettiğine göre Abdullah b. Mes’ud, yüce Allah’ın: “Muhakkak o gün cennetlikler sevinç içinde meşgul olacaklar” buyruğu hakkında de­di ki: Onların işleri bakirelerle beraber yatmak olacaktır. Bize Muhammed b. Humeyd anlattı. Bize Harun b. el-Muğire anlattı. Harun, Nehşel’den, o ed-Dah-hak’tan, o İbn Abbas’tan bunun gibi açıklamada bulunduğunu nakletmiştir.[50]

Ebu Kılabe dedi ki: Cennetliklerden olan bir kimse hanımı ile birlikte iken ona: Haydi hanımının yanına git, denilecektir. O: Ben hanımımla birlikteyim ve meşgulüm diyecek, yine ona: Yine hanımının yanına git, denilecektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Cennetlikler, içinde bulundukları lezzet ve nimet­lerle o kadar meşgul olacaklardır ki, masiyet ehli ile onların cehenneme git­melerinden içinde bulunacakları can yakıcı azabtan dolayı üzülmeyecekler­dir. İsterse aralarında akrabaları ve yakınları bulunsun. Bu açıklamayı Said b. el-Müseyyeb ve başkaları yapmıştır.

Vekî’ dedi ki: Burada dinleyecekleri şarkı ve çalgılar kastedilmektedir. İbn Keysan dedi ki: “Meşgul olacaklar” yani birbirlerini ziyaret edecekler. Yü­ce Allah’ın ziyafetinde bulunacaklar, diye de açıklanmıştır.

Rivayet edildiğine göre kıyamet gününde bir münadi şöyle seslenecektir: Bana itaat eden ve kimsenin görmediği yerlerde bile benim emirlerimi mu­hafaza eden kimseler nerede? Bunlar yüzleri ayın ondördü ve parıldayan yıl-dızlarmış gibi ayağa kalkacaklar. Dizginleri yakuttan olan nurdan asil deve­lere binmiş olacaklar. Herkesin gözü önünde bu develer sırtlarında onları uçu­racaktır. Nihayet Arşın önünde dikilecekler, yüce Allah da onlara şöyle di­yecektir: Bana itaat eden, Benim ahdimi kimsenin görmediği yerlerde bile ko­ruyan kullarıma selam olsun. Sizi Ben süzüp seçtim, sizi Ben tercih ettim. Hay­di gidin cennete hesabsız olarak giriniz. “Bu gün size bir korku yoktur. Siz üzülmezsiniz de” (ez-Zuhruf, 43/68) Bunun üzerine Sıratın üzerinden gözü kapıp giden şimşek gibi geçecekler ve cennetin kapıları açılacak onlara.

Daha sonra ise mahşerde insanlar durmuş olacaklar ve biri diğerine: Ey kavim, filan nerede, filan nerede? diye soracak. İşte birbirlerine soru sora­cakları bu vakitte bir münadi: “Muhakkak o gün cennetlikler sevinç için­de meşgul olacaklar (Buradaki anlatıma göre “sevinç içinde meşguldürler” diye anlaşılmalıdır) diye seslenecektir.”

“iş, meşguliyet” anlamındaki lafız; şeklinde kullanılabildiği gibi, diye de kullanılır. Bunlar iki ayrı söyleyiştir. Bu iki şekilde de okun­muştur. “Korku ve haram şeyler” kelimelerinde ol­duğu gibi. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Maide, 5/42. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Sevinç içinde” buyruğunu el-Hasen: Sevinçli olacaklar diye açıklamış­tır. İbn Abbas da bu anlamda açıklamıştır. Mücahid ve ed-Dahhak ise, beğen­dikleri bir iş içinde diye açıklamışlardır. es-Süddî rahat içinde diye açıklamış­tır, anlamları birbirlerine yakındır.

(Âyet-i kerimedeki kipin kökünü teşkil eden): Sevinç: Şaka ve güzel söz” demektir.

Ebu Cafer, Şeybe ve el-A’rec elifsiz olarak; diye okumuşlardır. Bun­lar “Rahat içinde olan, rahat olan ve tetikte olan, sa­kınan” kelimeleri gibi iki ayrı söyleyiştir. Bu açıklamayı el-Ferra yapmıştır.

el-Kisaî ve Ebu Ubeyde ise şöyle demişlerdir: “Fakihe (meyve, ni­met) sahibi” demektir. Tıpkı; “Yağlı, etli, hurmalı, sütlü” kelimeleri gibi. “Meyveler ve nimetler içinde olan” demektir. “Elif­siz olarak; şekli Katade’nin açıklamasına göre “beğenmiş ve hoşnut olmuş haldedirler” demek olur. Ebu Zeyd dedi ki: nitelemesi ru­hen hoş, rahat ve güleç yüzlü olan kimse hakkında kullanılır. Talha b. Mu-sarrif de bu buyruğu; şeklinde hal olarak nasb ile okumuştur.

“Onlar ve eşleri gölgelerde, tahtlar üstünde yaslanacaklar” buyruğu mübteda ve haberdir. Bununla birlikte; “Onlar” lafzının te’kid; “Eşleri” lafzının zamire atfedilmesi; “Yaslanacaklar” laf­zının “sevinç içinde olacaklar” buyruğuna sıfat olması da mümkündür.

“Gölgelerde” buyruğu genel olarak esreli “zı” ve med “elifi ile diye okunmuştur. İbn Mes’ud, Ubeyd b. Umeyr, el-A’meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef; ise “zı” ötreli ve “elifsiz olarak okumuşlardır. Birin­ci okuyuşta kelime; “Gölge” lafzının çoğuludur. İkinci okuyuşta ise ke­lime; “Gölge yapan (ağaç ve benzen şeyler)” lafzının çoğuludur.

“Tahtlar üstünde” ifadesi de yüksek köşklerdeki tahtlar (karyolalar) üze­rinde demektir. Tekili: («&jt) şeklinde gelir, “Gemi”nin çoğulunun diye gelmesi gibi. Şair de şöyle demektedir:

“Dalları üzerindeki gülün kırmızı rengini alması sanki, Gülümseyenin bahçesinde kuşluk vaktinde,

Haya ettiklerinden dolayı mahcub olmuş bakire kızların yanağı gibidir, Tahtlar üzerinde birbirlerine reyhan hediye eden.”

Haberde belirtildiğine göre Ebu Said el-Hudrî, Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Cennetlikler hanımları ile cima ettikleri her seferinde tekrar bakireye dönerler.”[51]

İbn Abbas da şöyle demiştir: Cennet ehli olan bir kimse yetmiş yıl huri­nin boynuna sarılır. Ne o ondan usanır, ne o ondan. Ona vardığı her sefe­rinde bakire olduğunu görür. Ona varmak istediği her seferinde de tekrar şeh­veti avdet eder. Yetmiş erkek gücüyle onunla cima eder. Onlardan meni gel­mez. Erkekten de huriden de meni gelmeksizin cima ederler.

“Onlar için orada meyveler… vardır” buyruğu mübteda ve haberdir.

“Ve istedikleri herşey vardır” buyruğunda yer alan: “İstedikleri”

lafzındaki ikinci “dal” harfi “te”den ibdal edilmiştir. Çünkü bu fiil; veznindedir. Fiilin kökü de; İstedi” lafzından gelmektedir, yani bir şey is­teyip kendisine verilen demektir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. Buna göre “istedikleri” dualarında temenni ettikleri şeyler anlamında olur.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlardan kim bir şey isteyecek olursa, o ona verilecektir. Çünkü yüce Allah, ancak güzel şeyleri istemek ve istenmesi gü­zel olan şeyleri dilemek tabiatında yaratmış olacaktır.

Yahya b. Sellam: “İstedikleri şeyler” canlarının çektiği şeyler demektir, diye açıklarken İbn Abbas: Dileyecekleri şeyler demektir, diye açıklar. İki­sinin de anlamı birbirine yakındır.

İbnu’l-Enbarî der ki: “Onlar için… istedikleri herşey vardır” buyruğu üzerinde vakıf yapmak güzeldir. Bundan sonra da:

“Selam” buyruğu ile, onlara selam denilir, anlamında başlanılır.

“Selam” lafzının: “Onlar için istedikleri herşey ka­tıksız olarak verilir” anlamında merfu okunması da mümkündür. Ancak bu açıklamaya göre “İstedikleri herşey” üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.

ez-Zeccac der ki: “Selam” buyruğu; “Şey”den bedel olarak merfudur. Onlar için Allah’ın onlara selam vermesi de vardır, demek olur. Bu ise cennet ehlinin en büyük arzusudur.

Cerir b. Abdullah el-Becelî’den rivayet edilen hadise göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Cennet ehli nimetleri içerisinde bulundukları bir sırada onlara bir nur görünecektir. Başlarını kaldıracaklar bir de ne görsün­ler, şanı yüce Allah üst taraflarından onlara görünmekte ve: Ey cennet ehli, es-selamu aleykum, diye buyurmaktadır. İşte yüce Allah’ın: “Çok merhamet­li bir Rabden selam denir” buyruğu bunu anlatmaktadır. Rab onlara, onlar da ona bakarlar. Ona baktıkları sürece içinde bulundukları hiçbir nimete dö­nüp bakmazlar bile. Nihayet hicabı arkasında onlardan gizlenince onların bu­lundukları yerlerde nuru ve bereketleri üzerlerinde kalmaya devam eder.”[52] Bunu es-Salebî ve el-Kuşeyrî zikretmişlerdir.

Bu manadaki bir rivayet Sahih-i Müslim’de de sabittir. Biz bu rivayeti Yu­nus Sûresi’nde yüce Allah’ın: “ihsanda bulunanlara daha güzeli ve daha da fazlası vardır.”(Yunus, 10/26) buyruğunu açıklarken zikretmiş bulunuyoruz.

Buradaki: “Şey”in belirtisiz “selam” lafzının onun sıfatı olması da mümkündür. Onların istedikleri herşey eksiksiz olarak onlara verilecektir, de­mek olur. Mübteda olarak merfu olması “selam”in onun haberi olması da mümkündür. Bu açıklamalara göre ise; “Onlar için istedikle­ri herşey vardır” buyruğunda vakıf yapılmaz.

İbn Mes’ud’un kıraatinde: “Selam” lafzı mastar olur. Hal konumun­da da kabul edilebilir. Onlara istedikleri herşey esenlikli olarak ya da iste­dikleri gibi teslim edilerek verilecektir, anlamında, olur. Bu görüşe göre: “İstedikleri” lafzı üzerinde vakıf yapmak güzel olmaz.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî ise yeni bir cümle başı olarak: diye okumuştur ki şöyle denilmiş gibidir: Bu sadece onlara verilir ve bu konuda onlarla hiçbir şekilde çekişilmez. Bu durumda: “Onlar için is­tedikleri herşey vardır” buyruğunda vakıf tam olmaktadır. Bununla birlik­te “selam” lafzının, Allah’ın: “Onlar için istedikleri herşey vardır” lafzından bedel olması ve; “İstedikleri herşey”in haberinin de; “Onlar için vardır” buyruğu da olması mümkündür. Yine “selam” lafzının ikinci bir haber olması da mümkündür. Bu durumda ifade: Kimse bu hususta onlarla çekişmeksizin bu katıksız olarak onlar içindir, demek olur.

” Söz (mealde: denir)” lafzı: “Allah bunu onlara söy­leyecektir” anlamında mastardır, ya da takdirindedir. Hazfedilmiş fiile masdarının lafız olarak zikredilmiş olması delil teşkil etmektedir.

Anlamın: “Onlara istedikleri herşey bir söz olarak veril­miş olacaktır.” Yani Allah tarafından onlara verilmiş sözün bir gereği olarak onlara verilecektir, şeklinde olması da mümkündür. Bu ikinci görüşe göre; “İstedikleri” lafzı üzerinde vakıf güzel olmaz.

es-Sicistanî der ki: “Selam” buyruğu üzerinde vakıf tam bir vakıftır. An­cak bu bir hatadır, çünkü “denir” buyruğu, ondan önce anılanların dışında­dır.

“Ey günahkârlar! sizse bugün ayrılın” buyruğunda geçen: “Ay­rılın” fiili muhatab olarak; “Ayrılın” şekillerinde aynı an­lamda kullanılır. “Ben onu ayırdım, o da ayrıldı” diye kulla­nıldığı gibi; “Onu ayırdım, o da ayrıldı” diye de kullanılır.

Yani bu söz, cennet ehlinin cennete götürülmeleri emredileceği vakit, sor­gulanmak üzere durdurulacakları sırada söylenecektir. Cennetlikler arasın­dan çıkıp ayrılın, demektir.

Katade dedi ki: Onlar herbir hayırdan ayrılıp uzaklaştırılmış olacaktır, ed-Dahhak şöyle demektedir: Günahkârlar birbirlerinden ayrılacaklardır. Yahu­diler ayrı bir fırka, hristiyanlar ayrı bir fırka, mecusiler ayrı bir fırka, sabiîler ayrı bir fırka, puta tapıcılar ayrı bir fırka olacaklardır. Yine ondan şöyle de­diği nakledilmiştir: Herbir fırkanın cehennem ateşinde içine gireceği ve ka­pısının kapatılacağı bir evi bulunacaktır. Ebediyyen orada kalacak, ne o fır­ka başkasını görecek, ne başkası tarafından görülecektir.

Dâvûd b. el-Cerrah dedi ki: Müslümanlar günahkârlardan ayrılacaklardır. Ancak heva sahibi kimseler (itikadı bid’at sahihleri) günahkârlarla birlikte ola­caklardır. [53]

  1. “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın! Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır.” diye size emrimi açıklamadım mı?
  2. Ve: “Bana ibadet edin” diye. İşte dosdoğru yol budur.
  3. “Andolsun ki o, sizden pekçok kimseyi saptırdı. Niçin akıl et­miyorsunuz?”
  4. “İşte vaadolunduğunuz cehennem budur.”
  5. “Küfre sapmanızdan ötürü bugün oraya girin.”

“Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın” masiyetimi gerektiren hususlarda ona itaat etmeyin “…diye size emrimi açıklamadım mı?”

Buradaki “ahd (emir)” vasiyet anlamındadır. Ben rasûllerim vasıtasıyla si­ze tebliğ edip tavsiye etmedim mi? demektir.

“Tapmayın” anlamındaki buyrukta geçen; edatı, el-Kisaî’nin dediği gibi, nehy içindir.

“Ve Bana ibadet edin diye” buyruğundaki: “Diye”nin “nûn”u (sakin iken hareke verilmek ile ilgili) asıl kaideye uygun olarak esreli gelmiştir. Bu­nu ötreli okuyanlar ardından ötre gelen bir kesreyi hoş görmediğinden do­layı böyle okumuşlardır.

“İşte dosdoğru yol budur.” Yani Bana ibadet dosdoğru dindir.

“Andolsun ki o sizden pekçok kimseyi saptırdı.” Pekçok insanı azdır­dı. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Katade pekçok toplulukları, el-Kelbî pekçok ümmeti diye açıklamıştır, anlamları birdir.

“(^r): Çok kimse” buyruğunu Medineliler ile Asım “cim” ile “be” harf­lerini esreli okumuşlardır. Ebu Amr ile İbn Amir “cim” harfini ötreli, “be” har­fini de sakin olarak (dolayısıyla “lam” harfi de şeddesiz olarak) okumuşlar­dır. Diğerleri ise “cim” ile “be” harflerini ötreli, “lam” harfini şeddesiz oku­muşlardır. el-Hasen, İbn Ebi İshak, İsa b. Ömer, Abdullah b. Ubeyd ile en-Nadr b. Enes ise “lam” harfini şeddeli okumuşlardır. Ebu Yahya ile el-Eşheb el-Ukaylî ise “cim” harfini esreli, “be” harfini sakin, “lam” harfini de şedde­siz okumuşlardır. Böylece bu kelime toplam beş türlü okunmuş olmaktadır.

el-Mehdevî ile es-Salebî: Bunların hepsi de “çok yaratık” anlamında fark­lı söyleyişlerdir.

en-Nehhas der ki: Bu kıraatlerin en açık (uygun) olanı birincisidir. Buna delil de bütün kıraat alimlerinin: “Sizi ve önceki nesilleri…” (eş-Şuara, 26/184) buyruğunu bu şekilde icma ile okumuş olmalarıdır. Bu durum­da; “Çok kimse” lafzı in çoğulu olmaktadır. Hepsinin de iştika­kı aynıdır. Bu da: “Aziz ve celil olan Allah mahlukati yarattı” kullanımından gelmektedir.

Altıncı bir kıraat daha sözkonusu edilmiştir ki o da: “Nesiller” şek­linde “ye” iledir. Ayrıca ed-Dahhak’tan nakledildiğine göre bir cil (nesil) on-bin (kişi)dir, azamisinin ne kadar olduğunu ise yüce Allah’tan başkası bile­mez. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

“Niçin akü etmiyorsunuz?” Niçin şeytanın sizin düşmanınız olduğunu kav­ramıyor, Allah’a itaat etmenin gerekli olduğunu bilmiyorsunuz?

“İşte vaadolunduğunuz cehennem budur.” Yani cehennem bekçileri on­lara: İşte vaadolunduğunuz ve sizin yalanladığınız cehennem budur, diye­ceklerdir.

Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş­tur: “Kıyamet gününde Allah insanları, cinleri, öncekileri, sonrakileri tek bir düzlükte toplayıp biraraya getirecek. Daha sonra cehennem ateşinden bir par­ça insanların üzerinden görünecek, onları çepeçevre kuşatacak. Sonra da bir münadi: “İşte vaadolunduğunuz cehennem budur. Küfre sapmanızdan ötü­rü bugün oraya girin” diye seslenir. İşte o vakit herbir ümmet dizleri üze­rine çöker. Herbir gebe de karnındakini bırakır. Süt emziren herbir anne em­zirdiğini unutur. İnsanları da sarhoş görürsün, halbuki onlar sarhoş değildir­ler; ama Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”[54]

  1. Bugün, Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını el­leri bize söyler ve ayakları şahitlik eder.
  2. Eğer dileseydik, gözlerini silme kör ederdik de yolda didişip du­rurlardı. Artık nasıl görebileceklerdi?
  3. Ve eğer dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirirdik. De­vam etmeye de, geri gelmeye de güçleri yetmezdi.
  4. Kime uzun ömür verirsek yaratılışta onu başaşağı çeviririz. Akıl erdirmiyorlar mı?

“Bugün, Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri bi­ze söyler ve ayakları şahitlik eder” buyruğunu Müslim’in Sahih’inde yer alan Enes b. Malik’ten gelen şu rivayet açıklamaktadır: Enes b. Malik dedi ki: Ra-sûlullah (sav)’ın huzurunda idik, güldü. Sonra: “Niye güldüğümü biliyor mu­sunuz?” diye sordu. Biz: Allah ve Rasûlü daha iyi bilir, dedik. Şöyle buyur­du: “Kulun Rabbine hitabından dolayı (güldüm). O: Ey Rabbim! Sen beni zu­lümden alıkoymadın mı? der. Yüce Rab: Evet, der. Bu sefer kul şöyle der: Ben kendime karşı ancak kendimden olan şahidi kabul ederim. Bunun üzerine yüce Allah: Bugün sana karşı şahid olarak kendin yetersin. Şahidler olarak da kiramen katibin yeter. (Peygamber devamla) buyurdu ki: Allah ağzına mü­hür vurur ve bu sefer azalarına konuş denilir. Azalan yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücadele edip duruyordum. “[55]

Müslim bunu Ebu Hureyre’den gelen rivayetiyle de kaydetmiştir. Orada da şöyle denilmektedir: “Sonra ona şöyle denir: Şimdi Biz sana karşı şahidi­mizi göndereceğiz. O kendi kendisine benim aleyhime kim şahitlik edecek diye düşünürken, ağzına mühür vurulur ve baldırına, etine, kemiklerine: Ko­nuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri yaptıklarını söylerler. Bunun böyle olma­sının sebebi ise kendi nefsinden şahidler dolayısıyla ileri sürebileceği bir ma­zeretinin bırakılmamasıdır. Bu ise münafık kişidir, Allah’ın kendisine gazab ettiği kişi budur. “[56]

Tirmizî’nin rivayetine göre de Muaviye b. Hayde, Peygamber (sav)’dan nak­lettiği bir hadisinde şöyle demektedir: Eliyle Şam (Suriye) tarafına işaret ede­rek şöyle buyurdu: “Sizler ta şuradan buraya kadar (olan alan üzerinde) bi-nekli, piyade olarak hasredileceksiniz. Kıyamet gününde yüzünüz üzere çekileceksiniz, ağızlarınız da konuşamayacak şekilde mühürlenecektir. Siz­ler Allah nezdinde en hayırlıları ve en şereflilerini teşkil ettiğiniz yetmiş üm­metin tamamlayıcısı olacaksınız. Sizden herhangi biriniz hakkında ilk konu­şacak uzvunuz baldın olacaktır.” Bir diğer rivayette ise “baldırı ve elleri ola­caktır” denilmektedir.[57]

Hadisteki (“mühür” diye tercüme edilen): “el-fidan” testi ve ibrikin üze­rindeki süzgeç demektir. Bu açıklamayı el-Leys yapmıştır. Ebu Ubeyd der ki: Baldırları konuşsun diye kendileri konuşturulmayacaklardır. İşte bu ibrikin ağzına konulan fidam (süzgeç)e benzetilmiştir.

Diğer taraftan ağızların mühürlenmesinin sebebi ile ilgili dört türlü açık­lama yapıLnıştır:

1- Çünkü onlar: “Rabbimiz olan Allah hakkı için biz müşriklerden olma­dık” (el-En’am, 6/23) diyecekler. Bundan dolayı yüce Allah da onların ağız­larını mühürleyecektir ve sonra azaları konuşacaktır. Bu açıklamayı Ebu Mu­sa el-Eşarî yapmıştır.

2- Hesab için: Mevkıfte bekleyenler onları tanıyıp onlardan ayrılsınlar di­ye böyle yapılacaktır. Bu açıklamayı İbn Ziyad yapmıştır.

3- Konuşmayan kimsenin ifadesi delil olarak konuşanın ikrarından daha beliğdir, etkileyicidir. Çünkü bu icaz seviyesindedir. İcaza ihtiyaç duyulma­yacak bir günde dahi olsa bu böyledir.

4- Böylelikle nefsi hususunda kendisine yardımcı olan azalarının artık Rab-bine karşı kendi aleyhine şahitler olduklarını bilmesi için böyle olacaktır.

Şayet: Yüce Allah: “Neler kazandıklarını elleri bize söyler ve ayakları şahitlik eder” buyruğunda elin yapacağını “söylemek” diye nitelendirir­ken, ayağın yaptığını “şahitlik” olarak nitelendirmesinin sebebi nedir? deni­lecek olursa, şöyle cevap verilir: El o işini doğrudan yapan, ayak ise orada bulunan bir organdır. Hazır bulunanın başkası hakkında söyleyeceği söz de şahidliktir; işi yapanın kendi aleyhinde söylediği söz ise, söylediği ya da yap­tığına dair bir ikrardır. İşte bundan dolayı yüce Allah, ellerin yaptıklarını “söz söylemek” diye ifadelendirirken, ayakların yaptıkları işi de “şahidlik” olarak ifadelendirmiştir.

Ukbe b. Amir’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav)’ı şöy­le buyururken dinledim: “Ağızlara mühür vurulacağı gün insandan ilk konu­şacak olan kemik sol bacağının baldırı olacaktır.” Bunu el-Maverdî ile el-Meh-devî zikretmiştir.[58]

Ebu Musa el-Eşarî dedi ki: Zannederim insanın ilk konuşacak azası sağ bal­dırıdır. Bunu da el-Mehdevî zikretmiştir.

el-Maverdî der ki: Diğer azalardan önce baldırın konuşacak olma ihtima­li vardır. Çünkü işlediği masiyetlerin lezzeti bedeninin alt tarafının bir bölü­münü teşkil eden organlardan birisi olan baldınndaki duyu organları ile id­rak eder, hisseder. İşte onlara yakınlığı dolayısıyla diğerlerinden öncelikli olarak şahitlikte bulunma ihtimali olabilir. Öncelikle solun sözkonusu edilme­sine gelince, sağ organlardaki arzunun sol taraftaki organlara göre daha güç­lü oluşundandır. Arzusunun azlığı dolayısıyla solun sağın önüne geçirilmiş olma ihtimali vardır.

Derim ki: Arzunun daha ileri olması dolayısıyla aksi de sözkonusu olabi­lir. Her ikisi ile birlikte el de bulunabilir. Kısacası bütün bunların toplamı ile arzu ve lezzet tamam olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Eğer dileseydik gözlerini silme kör ederdik de yolda didişip dururlar­dı. Artık nasıl görebileceklerdi?” buyruğunda yer alan: “Silme kör ederdik” buyruğunun mazi ve müzari şekilleri el-Kisaî’nin naklettiğine göre; Dilcilere göre; “Göz yarığı bulun­mayan kör” demektir.

İbn Abbas der ki: Onları hidayete karşı kör ederdik. Böylelikle ebediyyen hakka giden yolu bulamazlardı, demektir. el-Hasen ve es-Süddî derler ki: Ya­ni biz onları kararsızlık içerisinde kör olarak bırakırdık. Bunun da anlamı şu­dur: Biz onları kör eder ve böylelikle onlar ne evlerinde ne de başka yerler­de hiçbir iş görme imkanını bulamayacak şekilde basiretleri olmaz, göremez­lerdi. Taberî’nin tercih ettiği açıklama budur.

“Yolda didişip dururlardı.” Yani yolu aşıp geçmek için birbirleriyle ya­rışırlardı. “Artık nasıl görebileceklerdi?” Görme imkanını nereden bulacak­lardı?

Ata, Mukatil ile Katade -ayrıca İbn Abbas’tan da bir rivayet olarak- dedi­ler ki: Eğer Biz dileseydik, onların sapıklık gözlerini çıkartır ve sapıklık yo­lunda onları kör eder, onların sapıklıktaki basiretlerini hidayete yönlendirir, böylelikle onlar hidayet bulur ve doğru yolu görürler, âhirete giden yola hız­lıca koşarlardı. Daha sonra da: “Artık nasıl görebileceklerdi” diye buyur­muştur ki, Biz onlara bunu yapmadık demektir. Yani onların hidayet gözle­ri silme kör iken ve sapıklıkta devam ediyorken nasıl doğru yola hidayet bu­labilecekler?

Abdullah b. Selam’dan bu âyet-i kerimenin te’vili ile ilgili geçen açıkla­malardan farklı bir rivayet gelmiş ve o bu âyetin te’vilinin kıyamet günün­de gerçekleşeceğini söylemiş ve şöyle açıklamıştır: Kıyamet gününde Sırat köprüsü kurulacağında bir münadi şöyle seslenecektir: Muhammed (sav) ile onun ümmeti ayağa kalksın! İyileriyle, kötüleriyle ayağa kalkacaklar ve Sı-rat’ın üzerinden geçmek üzere onun peşinden gideceklerdir. Sırat’ın üzeri­ne geldiklerinde Allah aralarından facir olanların gözlerini silme kör edecek, onlar da o Sırat üzerinde koşuşacaklardır. O Sırat’ı aşıp geçebilmek için onu nereden görebilecekler ki.

Daha sonra bir münadi: Haydi İsa (a.s) ile onun ümmeti ayağa kalksın. Ümmeti ayağa kalkar, iyileriyle, kötüleriyle onun peşinden giderler. Onların da durumu aynı olur ve diğer peygamberler de aynı durumla karşılaşırlar.

Bunu en-Nehhas zikretmiş olup biz de bu anlamıyla İbnu’l-Mübarek’in “er-Rekaik” adlı eserinde belirttiği gibi; et-Tezkire adlı eserimizde de kaydetmiş bulunuyoruz. Bunu el-Kuşeyrî de zikretmiştir.

İbn Abbas (r.a) dedi ki: el-Esved b. el-Esved bir taş aldı. Beraberinde Mah-zumoğullarından da bir topluluk vardı. Bunu Peygamber (sav)’ın üzerine at­mak istedi, Allah gözlerini silme kör yaptı, taşı da eline yapıştırdı. Ne pey­gamberi görebildi, ne de gideceği yolu. Âyet-i kerime onun hakkında inmiş­tir.

“Silme kör” göz kapaklan arasında göz yarığı bulunmayan ki­şiye denilir. Bu ifade; “Rüzgar izi sildi” tabirinden alınmıştır. Bu açıklamayı el-Ahfeş ve el-Kutebî yapmıştır.

“Ve eğer dileseydik, oldukları yerde suratlarını değiştirirdik. Devam et­meye de, geri gelmeye de güçleri yetmezdi” buyruğundaki: “Surat­ları değiştirmek”: Hilkati değişikliğe uğratmak onu taş, cansız veya hayvana dönüştürmek demektir. el-Hasen der ki: Biz onları oldukları yerde oturtur, öne de gidemez, arkalarına da dönemez hale düşürürdük. İşte cansız bir var­lık da bu şekildedir. Ne öne gidebilir, ne arkaya. Mesh (suratların değiştiril­mesi) bazan insan suretinin hayvana dönüştürülmesi ile de olur. Sonra bu hay­van nereye gidebileceğini de düşünemez, şaşırır kalır. Ne ileri gider, ne de geri.

İbn Abbas (r.a) dedi ki: Bu Biz, dileseydik onları evlerinin içinde dahi he­lak ederdik, demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer Biz, dileseydik masiyet işle­me cesaretini gösterdikleri yerde suretlerini değiştirirdik.

Abdullah b. Selam dedi ki: Bütün bunlar kıyamet gününde olacaktır. Yüce Allah Sırat’ın üzerinde onların gözlerini silme kör edecektir.

el-Hasen, es-Sülemî, Zirr b. Hubeyş ve Asım Ebu Bekr’in rivayetine gö­re: “Oldukları yerde” anlamındaki buyruğu çoğul olarak; “Yerle­rinde” diye okumuşlar, diğerleri ise tekil okumuşlardır.

Ebu Hayve “gitmeye” anlamındaki kelimeyi mim harfini (ötre yerine) üs­tün olarak; diye okumuştur. “Mim” harfi ötreli olarak gitmek anlamın­da olup in mastarıdır.

“Kime uzun ömür verirsek yaratılışta onu başaşağı çeviririz” buyruğun­daki “onu başaşağı çeviririz” anlamındaki lafzı Asım ile Hamza: şeklinde birinci “nûn” ötreli ve “kef” harfi de şeddeli olmak üzere; “Ba-şaşağı çevirmek”ten gelen bir fiil olarak okumuşlardır. Diğerleri ise; şeklinde birinci “nûn”u üstün, “kef’ı da ötreli olarak “O şeyi baş üstü çevirdim” O da çevrildi” kullanımından gelen bir fi­il olarak okumuşlardır.

Katade dedi ki: Yani o çocukluk halini andıran yaşlılık haline döner. Süf-yan da yüce Allah’ın: “Kime uzun ömür verirsek, yaratılışta onu başaşa-ğı çeviririz.” buyruğu hakkında şöyle demiştir: Kişi seksen yaşına ulaştı mı, artık bedeni değişir ve gücü zayıflar. Şair de şöyle demektedir:

“Kim uzunca yaşarsa, günler eskitir onun yeniliğini,

Onun en güvendiği iki şey olan işitmesi ve görmesi ona ihanet eder.”

Uzun ömür gençliğin yerine yaşlılığı, gücün yerine zayıflığı, fazlalığın ye­rine eksikliği getirir. Çoğunlukla görülen budur. Peygamber (sav) da erzel-i ömre (ömrün en kötü haline) döndürülmekten Allah’a sığınmıştır.[59] Buna dair açıklamalar daha önceden en-Nahl Sûresi’nde (16/70. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Artık size bütün bunları yapanın ölümden sonra sizi diriltmeye kadir ol­duğu hususunda; “akıl erdirmiyorlar mı?” Nafî’ ve İbn Zekvan; “Akıl erdirmiyor musunuz?” şeklinde “te” ile diğerleri ise (erdirmiyorlar mı? anla­mında) “ye” ile okumuşlardır. [60]

  1. Biz, ona şiiri öğretmedik. Ona yakışmaz da. O ancak bir zikir ve apaçık bir Kur’ân’dır.
  2. Tâ ki o, diri olan kimseleri korkutup uyarsın ve kâfirler aley­hine söz hak olsun.

Yüce Allah’ın: “Biz, ona şiiri öğretmedik. Ona yakışmaz da” buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [61]

1- Peygamber Şair de Değildir, Şair Olması da Uygun Değildir:

Yüce Allah, Peygamber (sav)’ın durumunu haber vererek kâfirlerden, onun şair olduğunu Kur’ân’ın da bir şiir olduğunu söyleyenlerin sözlerini: “Biz, ona şiiri öğretmedik, ona yakışmaz da” buyruğu ile reddetmektedir. Evet, Ra-sûlullah (sav) böyleydi, şiir söylemez ve şiirin veznine göre, kalıplarına gö­re konuşmazdı. Hatta eskiden söylenmiş bir beyiti herhangi bir sebeple okumaya çalıştığında veznini bozarak okurdu; sadece anlamlarını muhafa­za ederek söylerdi. Bunlardan birisi de bir gün okuduğu (ve bazı kelimele­rinin yerlerini değiştirdiği) Tarafe’nin şu beyitidir:

“Günler gösterecek sana bilmediğin şeyleri,

Ve kendisini azıklandırmadığın kimse sana getirecek haberleri.”

Bir gün de kendisine insanların en şairi kimdir? diye sorulmuş, o da: “Şu beyiti söyleyen kişidir” demişti:

“Görmediniz mi beni gece vakti geldiğim her seferinde, Orada gördüm; hoş kokulara sürünmemiş olsa bile.”

Bir gün de şu beyiti okumuştu:

“Sen benim talanlarım ile kölelerinkini, Akra’ ile Uyeyne’ye mi pay edeceksin?”

Peygamber (sav)’ın bir beyiti düzgün bir şekilde, nadiren okuduğu da olur­du.

Rivayete göre o Abdullah b. Revaha’ya ait şu beyiti okumuştur:

“Yanı yatağından uzak olarak geçirir geceyi,

Müşrikler yataklarında ağır uykuya dalmış olduklarında.”

el-Hasen b. Ebi’l-Hasen dedi ki: Peygamber (sav):

“Kişiyi (kötülüklerden) alıkoyan olarak, İslâm ve ağaran saçlar yeter.”

mısraını okumuş, Ebu Bekir (r.a) ise şöyle demişti: Ey Allah’ın Rasûlü! Şa­ir bunu şöyle söylemiştir:

“Ey Hureyre! Sabahleyin yolculuk hazırlığını yapacak olursan (bil ki) Ağaran saçlar ile İslâm kişiyi (kötülükten) alıkoyucu olarak yeterlidir.”

Bunun üzerine Ebu Bekir ya da Ömer: Şahidlik ederim ki sen Allah’ın Ra-sûlüsün. Yüce Allah: “Biz, ona şiiri öğretmedik. Ona yakışmaz da.” diye bu­yurmaktadır. “[62]

el-Halil b. Ahmed’den şöyle dediği nakledilmiştir: Şiir, Rasûlullah (sav)’ın birçok sözden daha sevdiği bir şeydi. Fakat o doğru-dürüst şiir okuyamazdı. [63]

2- Hz. Peygamberin Nadiren Şiir Kalıplarına Uygun Söz Söylemesi:

Peygamber Efendimizin bazan şiir kalıplarına uygun sözler söylemiş ol­ması, onun şiiri bildiğini gerektirmez. Yine bazan nesir olarak söyleyip de herhangi bir vezne uygun sözlerinin durumu da böyledir. Mesela, Huneyn gününde söylediği:

“Sen kanayan bir parmaktan başka bir şey misin ki Allah’ın yolundadır senin bu karşılaştıkların.”

Yine onun söylediği:

“Ben peygamberim yok bunda yalan,

Ben Abdu’l-Muttalib’in oğlu(nun oğlu)yum.”

Bunun benzeri bazan Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde de, herkesin sözlerinde de görülebilir. Ancak bu ne şiirdir, ne şiir türünden şeylerdir. Yüce Allah’ın şu buyrukları gibi: “Siz sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre (iyiliğe, cennete) kavuşamazsınız.” (Al-i İmran, 3/92); “Allah’tan bir zafer ve yakın bir fetih.” (es-Saf, 61/13); “Büyük havuzları andıran çanaklardan ve yerlerinde sabit kazanlardan…” (Sebe’, 34/13) ve buna benzer daha başka âyetler.

İbnuİ-Arabî bu türden bazı âyet-i kerimeler zikretmiş, bunlar hakkında açıklamalarda bulunmuş ve bunların vezin kalıplarının dışında olduklarını söy­lemiştir. Ayrıca Ebu’l-Hasen el-Ahfeş Hz. Peygamber’in: “Ben peygamberim yok bunda yalan” sözünün şiir olmadığını söylediği gibi, el-Halil b. Ahmed de Kitabu’l-Ayn’de: İki ayrı parça halinde gelen seci’li sözler şiir olamazlar demiştir. Yine ondan gelen rivayete göre bu recez türünden bir sözdür. Şöy­le de denilmiştir: “Yok bunda yalan” anlamındaki lafız ile “Abdu’l-Muttalib”in “be”leri üzerinde vakıf yapılmadıkça receze benzemez. Peygamber (sav)’ın da bunu nasıl söylediği bilinmemektedir.

İbnu’l-Arabî der ki: Durumundan kuvvetle anlaşıldığına göre “yok bun­da yalan” lafzındaki “be” merfudur. Buna karşılık “Abdu’l-Muttalib”in “be”si ise izafet terkibi dolayısıyla esrelidir.

en-Nehhas da şöyle demektedir: Bazılarının söylediklerine göre rivayet irablı olarak gelmiştir. Eğer i’rablı gelmiş ise, bu bir şiir olmaz, çünkü ilk be­yitteki “be” harfini ötreli, üstün ya da tenvinli okuyup da ikincisinin “be”si-ni esreli okuyacak olursa, bu şiir vezin kalıbının dışına çıkar.

Kimisi de şöyle demiştir: Bu vezin şiir vezinlerinden değildir. Ancak bu açıkça bir gerçeği inkâr etmektir. Çünkü bu şekilde Arapların şiirlerini el-Ha­lil ve başkaları da rivayet etmiş bulunmaktadır.

Hz. Peygamber’in: “Sen kanayan bir parmaktan başka bir şey misin ki?” sözlerine gelince, denildiğine göre bu aruzun seri’ diye bilinen kalıbından-dır. Ancak bunun böyle olması; “Kanayan” kelimesindeki “te”nin es­reli okunması halinde mümkün olur. Eğer sakin okunacak olursa hiçbir şe­kilde bu şiir olmaz. Çünkü bu şekilde bu iki kelime “fe’ul” vezninde olurlar. Seri’ kalıbında ise fe’ul yoktur. Peygamber (sav) bunu “te” harfini sakin ya da işba’ sözkonusu olmaksızın harekeli söylemiş olabilir. Bunun şiir olduğu­nu kabul etsek dahi, esas alınan mısraların birbirinden ayrılması halidir. Böy­lece bu konudaki itiraz da ortadan kalkmış olmaktadır. Peygamber (sav)’ın da şiiri bilen ve şair bir kimse olması da gerekmez. Çünkü nadiren bir be-yitin okunması ve recez ya da başka türden kafiyelerin tutması hiçbir zaman bunları söyleyen kimsenin şiiri bilen birisi olmasını gerektirmez. İlim adam­larının ittifakıyla böylesine şair de denilmez. Nitekim bir kimse bir ip yapa­cak olursa, onun iplikçi olması gerekmez.

Ebu İshak ez-Zeccac dedi ki: “Biz ona şiiri öğretmedik” buyruğunun an­lamı şudur: Biz ona şiir söylemeyi öğretmedik yani biz onu şair kılmadık. Bu ise onun bir miktar şiir okumasını ya da söylemesini engellemez. en-Nehhas dedi ki: Bu, bu hususta yapılmış en güzel açıklamalardan birisidir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah, kendisine ona şiiri öğretmediğini ha­ber vermektedir. Onun şiir okumadığını haber vermiş değildir. İfadenin za­hirinden anlaşılan da budur.

Bu hususta açıkça anlaşılan bir açıklama da yapılmıştır. Bu açıklamayı ya­pan kişi bu konuda dilbilginlerinin icmaı olduğunu dahi iddia etmiştir. On­lara ait bu açıklama şu şekildedir: Şiir söylemek kastı olmaksızın vezinli söz söyleyen herkesin söylediği bir söz, şiir olamaz, sadece şiire uygun düşmüş bir söz olur. Bu da açıkça anlaşılan bir sözdür. Derler ki: Yüce Allah’ın pey­gamberi hakkında sözkonusu olmadığını belirttiği husus şiiri ve şiir türleri­ni bilmek, onun aruzlarını, kafiyelerini ve şiir söyleme vasfına sahib olmak (şairlik)dir. İttifakla Peygamber bu vasıflara sahib değildir. Nitekim Ku-reyşliler, Araplar hac mevsiminde yanlarına gelecek olurlarsa, neler söyleye­ceklerini kendi aralarında danıştıklarında birilerinin: O şairdir, diyelim de­mesi üzerine aklı başında kimselerin şöyle dediklerini görüyoruz: Allah’a an-dolsun o vakit Araplar sizi yalanlayacaklardır, çünkü onlar şiirin her türlü­sünü bilirler. Allah’a yemin ederim onun söyledikleri, şiirlerin hiçbir türüne benzememektedir. Onun sözleri şiir değildir.

Ebu Zerr’in kardeşi Üneys de şöyle demiştir: Ben onun sözünü şairlerin söyledikleri söz türleri ile karşılaştırdım. Onun şiire uyduğunu göremedim. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[64] Üneys de Arapların arasında en şair kim­selerden biri idi.

Utbe b. Ebi Rabia da Peygamber ile konuştuktan sonra şunları söylemiş­tir: Allah’a yemin ederim, onun sözü şiir de değildir, kehanet de değildir, sihir de değildir. Nitekim buna dair açıklamalar yüce Allah’ın izniyle Fussilet Sûresi’nde (41/40-43. âyetlerin tefsirinde) gelecektir.

Arapların fasihlerinden olan ve belağatli söz söyleyen başkaları da böy­le demişlerdir.

Diğer taraftan dilden dökülen vezinli sözler şiir sayılmaz. Şiir sayılması için şiir maksadı ile şiir vezninde söylenmeleri gerekir. Bir kimse şöyle diyebi­lir: “Bizim bir hocamız bize anlattı ve -o şöy­le seslendi: Ey Kisaî’nin arkadaşı diye.” Ancak bu şiir sayılamaz. Yine hasta yatağında, aklı başında birisi olarak sayılan bir adamın söylediği: “Alın doktora götürün beni; ve bu kendisini dağladı deyin.” sözleri de şiir sayılmaz. [65]

3- Şiir Söylemek Bir Kusur mudur?:

İbnu’l-Kasım’ın, Malik’ten rivayetine göre ona şiir okumak hakkında sorul­muş, o da: Fazla ileri gitme, çünkü yüce Allah’ın onun hakkında: “Biz, ona şiiri öğretmedik. Ona yakışmaz da” diye buyurmuş olması, şiirin kusurların-dandır. Yine (Malik) dedi ki: Bana ulaştığına göre Ömer b. el-Hattab (r.a) Ebu Musa el-Eş’arî’ye şöyle bir mektub yazmış: Şairleri huzurunda topla ve onla­ra şiir hakkında sor. Şiir söyleyip söylemediklerine bir bak. Bu iş için Lebid’i de hazır bulundur. Ebu Musa şairleri topladı ve onlara sordu. Onlar: Biz şi­iri biliyor ve söylüyoruz, dediler. Lebid’e de sorunca, o da şöyle dedi: Ben yü­ce Allah’ın: “Elif, lam, mim. Bu o kitabtır ki, onda hiç şüphe yoktur” (el-Ba-kara, 2/1-2) buyruğunu dinlediğimden bu yana hiçbir şiir söylemiş değilim.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bu âyet-i kerime şiirin kusurunu ortaya koymaz. Tıp­kı yüce Allah’ın: “Sera bundan önce hiçbir kitab okumuş değildin ve sağ elin­le de onu yazmamıştın.” (el-Ankebut, 29/48) buyruğunun, yazı yazmanın bir kusur olduğunu ifade etmediği gibi. Nasıl ki Peygamberin ümmî olması ya­zı için bir kusur teşkil etmiyorsa, Peygamberin şiir söylemediğinin belirtilme­si de şiirin bir kusur olduğunu ortaya koymaz.

Rivayete göre Me’mun, Ebu Ali el-Minkârî’ye şöyle sormuş: Aldığım ha­bere göre sen ümmi birisiymişsin, doğru dürüst şiir okuyamıyor ve konuşur­ken de lahn (irab hatası) yapıyormuşsun. Ebu Ali şöyle demiş: Ey mü’min-lerin emiri! Bazan farkında olmadan yanlış konuşabilirim (lahn yapabilirim), ümmî olup doğru dürüst şiir söyleyememe gelince, Rasûlullah (sav) da ya­zı yazmasını bilmez, doğru dürüst şiir okuyamazdı.

Me’mun ona şöyle demiş: Ben sana sendeki üç kusur hakkında soru sordum, sen bunlara dördüncüsünü de ekledin, o da cahillik. Ey cahil! Bu hu­suslar Peygamber (sav) için bir faziletti. Ancak bunlar sende ve senin ben-

zerlerinde bir kusurdur. Peygamber (sav) hakkında bunların söz konusu ol­maması, onun hakkındaki yanlış kanaatleri bertaraf etmek içindi. Şiir söyle­menin ve yazı yazmanın bir kusur olduğundan dolayı değildir. [66]

4- Peygambere Şairlik Gerekli Değildir:

“Ona yakışmaz da” yani onun şiir söylemesi de gerekmez. Şanı yüce Al­lah, bu özelliği peygamberinin alametlerinden birisi olarak belirlemiştir. Böylelikle ona ilâhi risaletin gönderildiği hususunda hiçbir kimsenin hatırı­na bir şüphe gelmesin, onun Kurân-ı Kerîm’i tabiatındaki şiir söyleme gü­cü dolayısıyla ortaya koyduğu zannedilemesin.

Kur’ân-ı Kerîm’de olsun. Allah Rasûlünün sözleri arasında olsun, şiir veznine uygun bulunan birtakım ifadeleri ileri sürerek inkarcı birisinin itiraz etmesine imkan yoktur. Çünkü şiir veznine uygun olmakla birlikte, şiir maksadıyla söylenmeyen sözlere şiir denilemez. Şayet bunlara şiir denilebi­lecek olursa, -az önce de açıklandığı gibi- şiir veznini tanımayan avam olan kimselerden vezinli söz söyleyen herkesin şair sayılması gerekirdi. ez-Zec-cac şöyle demektedir: “Ona yakışmaz da” buyruğunun anlamı şudur: Düz ne­sir değil de şiir söylemek ona kolay gelmez.

“O”, onun size bu okuduğu “ancak bir zikir ve apaçık bir Kur’ân’dır.”

“Tâ ki o, diri olan kimseleri” Katade’ye göre kalbi diri olanları, ed-Dah-hak’a göre de aklı başında olanları “korkutup uyarasm” demektir.

Bunun Allah’ın ilminde iman edeceği bilinen kimseleri korkutup uyara-sın anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da: “Korkutup uyarsın” buy­ruğunun “ye” ile değil de “te” ile okunmasına göredir. “Te” ile (korkutup uya-rasın anlamında) okuyuş Peygamber (sav)’a hitab olur ve bu Nafî’ ile İbn Amir’in kıraatidir. Diğerleri ise yüce Allah yahut Muhammed (sav) ya da Kur’ân-ı Kerîm korkutup uyarsın, anlamında olmak üzere “ye” ile okumuş­lardır. İbn es-Semeyka’ın “ye” ve “zel” harflerini üstün olarak; diye oku­duğu da rivayet edilmiştir. “Ve kâfirler aleyhine söz hak olsun” yani Kur’ân-ı Kerîm ile kâfirlere karşı delil getirilmiş olsun. [67]

  1. Görmezler mi ki; Biz, onların faydasına kendi ellerimizle var et­tiğimiz davarlar yarattık? İşte kendileri bunlara sahiptirler.
  2. Onları kendilerine boyun eğdirdik. Hem binekleri bunlardan­dır, hem onlardan yerler.
  3. Ve onlarda kendileri için faydalar ve içecekler vardır. Hâlâ şükretmezler mi?

“Görmezler mi ki; Biz, onların faydasına kendi ellerimizle var ettiği­miz davarlar yarattık?” buyruğundaki “görmek” kalbin görmesidir. Yani bak­mazlar, ibret almazlar ve tefekkür etmezler mi… demektir.

“Ellerimizle var ettiğimiz” buyruğu da aracısız, vekâlet ve ortaklık söz-konusu olmaksızın yaptığımız, yoktan var ettiğimiz… demektir.

” Şeylerden” lafzındaki: edatı; ism-i mevsulü anlamın­dadır. İsmin uzunluğu dolayısıyla aid olan “he” zamiri hazfedilmiştir. Ancak; mastar anlamı veren edat olarak kabul edilirse; bu zamirin ayrıca tak­dirine gerek kalmaz.

“Davarlar” anlamındaki; buyruğu in çoğulu olup bu kelime müzekkerdir.

“İşte kendileri bunlara sahiptirler.” Bunları zabt etmekte, onlara güç ye-tirerek emirleri altında tutmaktadırlar.

“Onları kendilerine boyun eğdirdik.” Yani bu davarları onların emirle­rine verdik, onlara müsahhar kıldık. Öyle ki küçük bir çocuk, kocaman bir deveyi tutup çekebilmekte, ona vurmakta, onu ciilediği gibi yönlendirmek­te, buna rağmen deve ona itaatin sınırlan dışına çıkmamaktadır.

“Hem binekleri bunlardandır” buyruğundaki “Binekleri” keli­mesi genel olarak “re” harfi üstün okunmuştur. Onların sırtlarına bindikleri şeyler demektir. Nitekim; “Sütü sağılan dişi deve” denilirken: manasınadır.

el-A’meş, el-Hasen ve İbn es-Semeyka’ ise “re” harfini mastar olmak üze­re ötreli okumuştur. Âişe (r.anhâ)’dan da bu kelimeyi diye okudu­ğu rivayet edilmiştir, mushafında da böyledir. ile aynı şeydir. Tıpkı sağmal hayvan anlamında; ile ın; “yük taşıyan hayvan” anlamında da; ile ın kullanılabilmesi gibi.

Kufeli nahivcilerin naklettiklerine göre de Araplar “he” (müenneslik te’si) getirmeksizin; “Çok sabırlı kadın ve çok şükreden kadın” di­ye kullanırlar. Ancak: “Sağmal koyun, sırtına binilen dişi deve” diye kullanırlar. Çünkü böylelikle onlar fiili bizzat yapan ile fiilin üzerinde yapıldığı şahıs arasında fark gözetmek istemişlerdir. Bundan dolayı fi­ili bizzat yapandan he’yi hazfetmişler, buna karşılık fiilin üzerinde yapıldığı varlık isminde bu “he”yi hazfetmemişlerdir. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Orada simsiyah karganın kanadındaki siyah tüyü andıran, Kırkiki sağmal (deve) vardır.”

Buna göre bu kelimenin (Hz. Âişe’nin okuyuşunda olduğu gibi): şeklinde olması gerekir.

Basrahlar ise burada “he (yuvarlak te)”nin hazfedilmesi nisbet dolayı-sıyladır. Birinci görüşün lehine delil el-Cermî’nin Ebu Ubeyde’den şöyle de­diğine dair yaptığı rivayettir: tekil için de, çoğul için de kullanılabi­lir. ise ancak çoğul için kullanılır. Buna göre bu şekil çoğulun mü-zekkerliği dolayısıyla böyledir. Ebu Hatim’in iddiasına göre ise burada; “Hem binekleri bunlardandır” şeklinde “re” harfi ötreli mastar ol­duğundan dolayı caiz olmaz. “Re” harfi üstün olarak anlamı ise binilen var­lıklar demektir. el-Ferra ise “re” harfinin ötreli Okunma­sını caiz kabul etmiştir. Bu da: “Yedikleri de onlardandır, içtik­leri de onlardandır” demeye benzer.

“Hem onlardan” yani etlerinden “yerler.”

“Ve onlarda kendileri için” yünleri, tüyleri, kılları, yağları, etleri ve da­ha başka şeyleriyle “kendileri için faydalar ve” sütlerinden “içecekler var­dır.”

Buradaki “Faydalar” ile “İçecekler” lafızlarının munsa-rıf olmayış sebebleri her ikisinin de tekil kullanımlarda benzeri olmayan ço­ğullardan (munteha el-cumu’) olması dolayısıyladır.

“Hâlâ” yüce Allah’a nimetleri dolayısıyla “şükretmezler mi?” [68]

  1. Kendilerine yardım olunur ümidi ile O’ndan başka tanrılar edindiler.
  2. Onlar kendilerine yardım edemezler. Halbuki kendileri tanrı­lar için hazırlanmış askerlerdir.
  3. O halde onların söyledikleri seni üzmesin. Muhakkak Biz, on­ların gizlediklerini de, açıkladıklarını da biliyoruz.

Yüce Allah’ın kudretinin bunca âyet ve belgelerini görmüş olmalarına rağ­men başlarına azabın inmesi halinde uydurma ilâhlar tarafından “kendileri­ne yardım olunur ümidi ile O’ndan başka tanrılar edinirler” hiçbir iş yapmaya güçleri, kudretleri olmayan uydurma ilâhlara tapınırlar.

“Kendilerine yardım olunur ümidi ile” buyruğu türünden Araplar arasından: “Belki o bunu yapar” diye kullananlar da var­dır.

“Onlar” yani uydurma ilâhlar “kendilerine yardım edemezler” buyruğun­da: “Edemezler” lafzı uydurma ilâhlar hakkında “vav” ve “nün” ile (aklı eren varlıklar gibi) çoğullarının yapılmış olmasının sebebi onlardan da insan gibi söz edilmesidir.

“Halbuki kendileri” yani kâfirler “tanrdar için hazırlanmış askerlerdir.”

el-Hasen der ki: Onlar bu tanrıları savunurlar ve onlara gelecek zararları ön­lemeye çalışırlar.

Katade de şöyle demektedir: Dünya hayatında onlar namına kızar ve öf­kelenirler.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu uydurma ilâhlara ibadet ederler ve on­ların işlerini görürler. O bakımdan onların uydurma ilâhlara karşı durumu tıp­kı hazır askerler gibidir. Halbuki bu uydurma ilâhların onlara yardım edebil­meye güçleri de yoktur.

Bu üç görüş de anlam itibariyle birbirine yakındır.

Şöyle de açıklanmıştır: Uydurma ilâhlar, ibadet edenler için, onlarla bir­likte cehennemde hazır edilecek askerlerdir. Biri diğerine gelecek zararı ön­leyemez.

Anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Bu putlar, bu kâfirler için cehen­nemde onların aleyhine hareket edecek Allah’ın askerleridir. Çünkü bu put­lar onlara lanet okuyacak ve onların kendilerine ibadetlerinden uzak olduk­larını belirteceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Uydurma ilâhlar kıyamet gününde -onlara ibadet edenlerin zanlarına göre- yardımcı olmak üzere hazır edilecek askerlerdir.

Haberde nakledildiğine göre kıyamet gününde Allah’tan başka varlıkla­ra ibadet etmiş bulunan herbir kavme dünyada ibadet ettikleri varlık temsil olunur, onlar da onun arkasından gider ve cehenneme varırlar. Böylece bun­lar onlar için hazır edilmiş askerler gibidirler.

Derim ki: Bu haberin ihtiva ettiği mana Müslim’in Sahih’inde Ebu Hurey-re yoluyla gelen bir hadis olarak; Tirmizî’de de yine ondan rivayet edilen bir hadis olarak sabit olmuştur. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah kıyamet gününde insanları tek bir düzlükte bir araya getirecek, son­ra alemlerin Rabbi onlara görünüp şöyle diyecek: Dikkat edin, herbir insan (dünyada iken) neye ibadet ediyor idiyse onun arkasından gitsin. Haç sahi­bi olanlara (haça tapanlara) haçları, surete tapanlara suretleri, ateşe tapan­lara ateşleri müşahhas olarak gösterilecek. Onlar da (dünyada iken) ibadet ettiklerinin peşinden gidecekler. Geriye müslümanlar kalacak…” deyip ha­disi uzun uzadıya kaydederler.[69]

“O halde onların söyledikleri seni üzmesin.” buyruğunda: “seni üzme­sin” anlamında; şekli, fasih olan söyleyiştir. Bununla birlikte Arap­lar arasında; diye “ye” harfi ötreli, “ze” harfi esreli olarak kullanan­lar da vardır.

Buyruktan kasıt, yüce Allah’ın peygamberini teselli etmektir. Yani onla­rın şair ve sihirbaz(sın) şeklindeki sözleri seni üzmesin. İfade burada tamam olduktan sonra yüce Allah yeni bir cümle olmak üzere: “Muhakkak Biz on­ların” söz veya amel olsun “gizlediklerini de açıkladıklarını da biliyoruz” ve onlara bunun karşılığını vereceğiz, diye buyurmaktadır. [70]

  1. İnsan, hiç Bizim kendisini bir nutfeden yarattığımıza bakmaz mı? Böyle iken o apaçık bir hasım olup çıkıyor.

“İnsan” buyruğundan kasıt İbn Abbas’ın dediğine göre; Abdullah b. Ubeyy’dir. Said b. Cübeyr: el-As b. Vail es-Sehmî’dir derken, el-Hasen: Ubeyy b. Halef el-Cumahî’dir demiştir. İbn İshak da böyle demiş, ayrıca İbn Vehb bunu Malik’ten rivayet etmiştir.

“Hiç Bizim kendisini bir nutfeden yarattığımıza bakmaz mı?” Nutfe pek az su demektir. Suyun damladığını ifade etmek üzere; fiili kullanılır.

“Böyle iken o, apaçık bir hasım olup çıkıyor.” Yani düşmanlık ederek tartışmakta ve bunun için deliller ortaya koymaya kalkışmaktadır. Bununla yüce Allah şunu murad etmektedir: O daha önce kendisinden sözedilmeye değer bir şey değil iken sonradan açıktan açığa tartışan bir hasım oluvermek-tedir.

Şöyle ki; bu kişi Peygamber (sav)’a çürümüş bir kemik getirerek: Ey Mu-hammed ne dersin? Allah bu kemiği çürüyüp gittikten sonra diriltecek midir? Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştu: “Evet, Allah seni de di­riltecek ve cehennem ateşine sokacaktır.” Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [71]

  1. Kendi yaratılışını unutarak Bize bir misal getirip dedi ki: “Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?”
  2. De ki: “Onları ilk defa yaratan kim ise onları O, diriltecektir. O, her türlü yaratmayı en iyi bilendir.”

“Kendi yaratılışını unutarak Bize bir misal getirip dedi ki: Çürümüş hal­deki kemikleri kim diriltecek?” buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki baş­lık halinde sunacağız: [72]

1- Yaratılışını Düşünen Ahirete Zorunlu Olarak İman Eder:

“Kendi yaratılışını unutarak Bize bir misal getirip…” yani o, Bizim kendisini ölü bir nuieden yaratıp ona hayat verdiğimizi unuttu. Bu da şu de­mektir: Onun bu itirazının cevabı bizzat kendi yapısında vardır. İşte bundan dolayı Peygamber (sav) kendisine: “Evet (diriltecektir). Allah seni de diril­tecektir ve cehennem ateşine koyacaktır” diye cevap vermiştir.

Bu buyrukta kıyas yapmanın sıhhatli olduğuna delil vardır. Çünkü yüce Allah, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere karşı ilk yaratmayı delil getirmiş­tir.

“Dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek” buyruğundaki: “Çürümüş…ler” demektir, Kemik çürüdü” denilir, Çü­rümüş” demek olup çoğulu da: diye gelir. Burada yüce Allah; di­ye buyurup diye buyurmamasının sebebi, bunun; vezninin ye­rine kullanılmış olması dolayısıyladır (ma’dul). Bu şekilde, gerçek şeklinden ve vezninden udul ile (vazgeçilerek) kullanılan lafızların da asıl hakkettik­leri i’rabı da sözkonusu olmaz (munsarıf olmazlar).

Yüce Allah’ın: “Anan da ahlaksız bir kadın değildi.” (Meryem, 19/28) buyruğunda (son kelimenin sonundaki) “yuvarlak te” dü­şürülmüştür. Çünkü bu kelime in yerine getirilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bu kâfir Peygamber (sav)’a: Acaba ben bu çürümüş kemiği ufalayıp rüzgara karşı savuracak olursam, senin görüşüne göre, Al­lah bunu tekrar iade eder mi? demiş, bunun üzerine de: “De ki: Onları ilk defa yaratan kim ise onları diriltecektir” buyruğu nazil olmuştur. Yani bun­ları herhangi bir şey olmaksızın ilk olarak yaratan, bir şeyden -ki o da acbu’z-zeneb’dir- ikinci olarak tekrar yaratmaya elbette ki kadirdir.

“O her türlü yaratmayı” yani nasıl ilk olarak yaratacağını ve tekrar iade edeceğini “en iyi bilendir.” [73]

2- Kemikler de Canlıdır:

Bu âyet-i kerimede kemiklerin de canlı olduğuna ve ölüm dolayısıyla ke­miklerin de necis olduğuna delil vardır. Ebu Hanife ile Şafiî mezhebine men-sub kimi ilim adamlarının görüşleri de böyledir.

Şafiî (r.a) ise, kemiklerde can yoktur demiştir. Buna dair açıklamalar da­ha önce en-Nahl Sûresi’nde (16/80. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.[74]

“…Kemikleri kim diriltecek?” sözü ile kemik sahiplerini kastetmiştir. Dil­de muzafın, muzafu’n-ileyh yerine kullanılması çoktur. Şeriatte de olan bir şeydir denilecek olursa, buna şöyle cevap veririz: Bu ancak bir zaruret do­layısıyla ihtiyaç duyulması halinde olan bir şeydir. Burada böyle bir takdir­de bulunmayı gerektiren bir zorunluluk bulunmadığı gibi, buna ihtiyaç da yoktur. Çünkü yüce yaratıcı bunu bize haber vermiştir. O buna kadirdir, ha­kikat de bunun böyle olduğuna tanıklık etmektedir. Ayrıca hayatın alameti olan duyma, kemikte var olan bir hususiyettir. Bu açıklamayı İbnu’l-Arabî yap­mıştır. [75]

  1. O, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. Hemen ondan ateş ya­kıyorsunuz.
  2. Göklerle yeri yaratan onlar gibisini yaratmaya kadir değil mi­dir? Evet. Ve O, biricik yaratandır. Herşeyi en iyi bilendir.
  3. O, bir şeyi diledi mi ona emri sadece “ol” demesidir. O da olu­verir.
  4. Herşeyin egemenlik ve tasarrufu elinde bulunanın şanı ne yü­cedir! O, münezzehtir, yalnız O’na döndürüleceksiniz.

“O, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır” buyruğu ile yüce Allah, bir­liğine dikkat çekmekte, ölüleri diriltmeye kemal derecesinde kadir olduğu­nu göstermektedir. Bu da onların gördükleri ıslak, nemli odundan kuru ve ya­kıcı olan ateşi yaratması şeklinde, tanık oldukları bir husustur. Çünkü kâfir şöy­le demişti: Nutfe hayat tabiatı dolayısıyla nemli ve sıcaktır. Bundan hayat or taya çıkmaktadır. Kemik ise ölüm tabiatı dolayısı ile kuru ve soğuktur. On­dan nasıl hayat ortaya çıkar. Bunun üzerine yüce Allah: “O, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır” buyruğunu indirmiştir. Yani yeşil ağaç sudandır. Su da ateşin zıddı olan rutubetli ve soğuktur. Zıt iki şey de birarada bulunmaz. Ancak yüce Allah, bundan (yeşil ağaçtan) ateşi çıkartmıştır. O halde O, zıddı kendi zıddından çıkartmaya kadir olandır. O, herşeye gücü yetendir.

Âyet-i kerime ile kastedilen Arapların çakmaktaşı durumunda olan merh ve afar diye bilinen ağaçlardır. Arapların şu sözü de bunu ifade etmektedir: “Her ağaçta ateş vardır, fakat bilhassa merh ve afarda bu fazlasıyla vardır.” Afar üstteki çakmak taşıdır, merh ise alttaki taş­tır. Misvak gibi iki dal alınır. Bunlardan su damlar. Biri, öteki üzerine sürtü­lür ve bunlardan ateş çıkar. Yüce Allah: “yeşil ağaçtan” diye buyururken “ağaç” çoğul olduğu halde: “Yeşil” diye buyurup diye buyurmaması, lafız itibariyle tekil olmasının gözönünde bulundurulması dola-yısıyladır. Bununla birlikte Araplar arasında: “Yeşil ağaç” di­yenler de vardır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Siz elbette zakkum ağacından yiyeceksiniz ve o ağaçlardan karınları(nızı) dol­duracaksınız.” (el-Vakıa, 56/52-53)

Daha sonra yüce Allah, delil getirerek şöyle buyurmaktadır: “Göklerle ye­ri yaratan onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir?” Bu buyruktaki “onlar”dan kasıt, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlerin benzeridir. Sellam Ebu’l-Münzir ile Yakub el-Hadramî; “Kadir (gücü yeten)” lafzını fiil olarak; “Güç yetirir” diye okumuştur.

“Evet” yani göklerle yerin yaratılması, onların yaratılışından daha büyüktür. Gökleri ve yeri yaratan onları öldükten sonra diriltmeye de güç yetirendir.

“Ve O, biricik yaratandır. Herşeyi en iyi bilendir.” el-Hasen -bu husus­ta kendisinden gelen farklı rivayetler bulunmakla birlikte-; “Yaratan” lafzını diye de okumuştur.

“O, bir şeyi diledi mi ona emri sadece “ol” demesidir. O da oluverir.”

el-Kisaî “O da oluverir” buyruğunu; şeklinde nasb ile; “Demesi”ne atf ile okumuştur. Yani O, bir şeyi yaratmayı diledi mi her­hangi bir yorgunluğa ya da herhangi bir işleme gerek duymaz. Bu anlamda­ki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır.

“Herşeyin egemenlik ve tasarrufu elinde bulunanın şanı ne yücedir!”

buyruğu ile yüce Rabbimiz kendisini acizlikten ve ortağı bulunmaktan ten­zih etmektedir.

(Egemenlik ve tasarruf anlamı verilen) melekût ile melekûta lafızları Arap dilinde mülk (mutlak olarak malik olmak, sahib olmak) anlamındadır. Araplar “Ceberuta, rahamutadan hayırlıdır” derler.

Said b. Katade der ki: “Herşeyin melekûtu (egemenlik ve tasarrufu)” herşeyin anahtarları demektir.

Talha b. Musarrif, İbrahim et-Teymî ve el-A’meş: diye okumuştur. Bu da “melekût” ile aynı anlamdadır. Ancak bu okuyuş mushafa muhaliftir.

“Yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Ölümünüzden sonra O’na döndürülecek ve O’nun huzuruna gideceksiniz. Genel olarak okuyuş: “Dön­dürüleceksiniz” şeklinde muhatab olmak üzere “te” iledir. es-Sülemî, Zirr b. Hubeyş ve Abdullah (b. Mesud)’ın arkadaşları: Dönecekler” diye haber olmak üzere “ye” ile okumuşlardır.

(Yasin Sûresi burada sona ermektedir).

Kuran

Yasin Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.