Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

32 – Secde Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle, Mekke’de inmiştir. Ancak Medine’de inmiş üç âyet müstesna. Bunlar da yüce Allah’ın: “Mü’min kimse fâsık kimse gibi midir?” (32/18) buyruğundan itibaren üç âyetin sonuna kadardır. Bu el-Kelbî ve MukauTin görüşüdür.

32 – Secde Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Secde Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Başkaları ise: Beş âyet müstesna, demişlerdir. Bunlar da yüce Allah’ın: “Yanları yataklarından uzak kalır… ve onlara: Yalanladığınız o ateşin azabını tadın, denilir” (es-Sccde, 32/15-20) âyetleridir.

Bu sûre otuz âyet-i kerîmedir, Yirmidokuz âyet olduğu da söylenmiştir. Sahih(-i Müslim)’de, İbn Abbastan rivayete göre Peygamber (sav) cuma gü­nü sabah namazında: “Elif, Lâm, Mim. Kitabın indirilmesi” diye başlayan es-Secde Sûresi’ni ve: “İnsan üzerinden öyle bir uzun süre geçti ki, o anıl­maya değer bir şey değildi” (el-İnsan, 76/1) sûrelerini okurdu[1]

Ebu Muhammed ed-üarimî de Müsned’inde Cabir b. Abdutlah’ın şöyle de­diğine dair rivayeti kaydetmektedir: Peygamber (sav): “Elif, Lâm, Mim. Ki­tabın indirilmesi…” diye başlayan es-Secde suresi ile: “Bütün mülk elinde bulunanın şanı ne yücedir!” (el-Mülk, Ğ7/1) sûrelerini okumadan uyumaz­dı. ed-Darimî dedi ki: Bi2e Ebu’l-Muğire haber verdi, bize Abde, Halid b, Ma-dan’dan anlattı, dedi ki: Siz el-Mundye (kurtarıcı, koruyucu) sûresini oku­yun. O: “Elif, Lâm, Mim. Kitabın indirilmesi” diye başlayan (es-5ecde Sû­resi)’di r. Bana ulaştığına göre bir adam bu sûreyi okur, ondan başka bir şey okumazmış, günahları da pek çokmuş. Bu sûre kanatlarını onun üzerine yay­mış ve şöyle demiş: Rabbim, sen ona mağfiret buyur, çünkü o beni çokça okurdu. Şanı yüce Rabbimiz de sûrenin o adam hakkındaki şefaatini kabul edip, şöyle buyurmuş: “Siz o kimsenin lehine herbir günahı karşılığında bir hasene yazınız ve bir derecesini yükseltiniz.”[2]

  1. Elif, Lâm, Mim.
  2. Kitabın indirilmesi -ki onda şüphe yoktur- âlemlerin Rabbindendir.

“Elif, Lâm, Mİm. Kitabın indirilmesi” buyruğundaki: “Kita­bın İndirilmesi” buyruğunun merfu okunacağı icma ile kabul edilmiştir. Mas­tar olarak mansub gelseydi yine caiz olurdu. Nitekim Kûfeliler şu âyetlerde böy­le okumuşlardır: “Muhak­kak sen. gönderilmiş peygamberlerdensin. Doğru bir yol üzerindesin. Güçlü ve intikam alıcı, çok rahmet edici tarafından indirilmedir.” (Yâsîn, 36/3-5)

Burada “indirilmesi” buyruğu mübtedâ olarak ref ile gelmiştir. Haberi ise; “onda şüphe yoktur” anlamındaki buyruktur. Yahut ta bu bir mübteda tak­diri ile haberdir. Yani; Bu (kitabın) indirilmesidir” yahut ta: “Okunan… indirilmiş…dir” ya da: “Bu harfler in­dirilmiştir” takdirinde olur. Nitekim “Elif, Lâm, Mim” de harflerin söz konu­su edildiğine delildir. Diğer taraftan “onda şüphe yoktur” anlamındaki buy­ruğun “kîtabt)dan hal konumunda olması da mümkündür.

“Âlemlerin Rabbİndendir” buyruğu da haber olur.

Mekkî dedi ki: En güzel açıklama budur.

“Ki onda şüphe yoktur, âlemlerin Rabbindendir” buyruğu, onun Allah tarafından indirildiğinde şüphe yoktur, anlamındadır. O ne bir büyüdür, ne bir şiir, ne bir kâhinlik, ne de öncekilerin efsaneleri.[3]

  1. Yoksa onlar: “Onu kendiliğinden uydurdu” mu derler? Hayır o, senden önce kendilerine bir korkutucu gelmemiş olan bir kav­mi kendisi ile uyarasın diye Rabbinden gelen haktır. Olur ki hi­dayet bulurlar.

“Yoksa onlar: Onu kendiliğinden uydurdu mu derler?” buyruğunda yer alan: “Yoksa”; “Hayır, bilakis” ve istifham elifi ile birlikte takdiri yapılan, munkaü’ olandır. Yani; “Aksine onlar… mı diyorlar?” de­mektir. Bu da bir sö2den bir başka söze geçildiğini gösterir. Şanı yüce Allah âlemlerin Rabbinden indirildiğini ifade ettikten ve bu hususta herhangi bir şüphe olmadığını belirttikten sonra, bu sö2ü bir kenara bırakarak: “Yoksa on­lar onu kendiliğinden uydurdu mu? derler.” Yani onu kendisi düzüp ken­di kendisi meydana getirdi mi, derler sözlerine geçiş yaptı.

“Hayır, o… uyarasın diye Rabbinden gelen haktır” buyruğu ile yüce Al­lah onların uydurma iddialarını yalanlamaktadır. Kata de der ki: Yüce Allah bu buyruğuyla Kureyşlilen kastetmektedir. Onlar ümmi bir ümmet idiler. Mu-hammed (sav)’dan önce onlara Allah’ın azabı ile korkutan hiçbir kimse gel­memiştir.

“Uyarasın diye” buyruğu makabline taalluk ettiğinden dolayı; “Rabbinden” buyruğu üzerinde vakıf yapılmaz. Bununla birlikte bu­nun mahzuf olan bir lafza taalluk etmesi de caizdir. İfadenin takdiri: “Bir kavmi uyarasın diye onu indirmiştir” şeklinde olur, o tak­dirde; “Rabbinden” lafzı üzerinde vakıf yapmak caiz olur.

“Kendilerine bir korkutucu gelmemiş” anlamındaki buyrukta yer alan: nefy edatıdır. Bir korkutucu” (lafzındaki “min” harf-i cerri) sıla (fazladan, ulama için gelmiş)dır. “Bir korkutucu” ise ref” mahallindedir.

Korkutucu (nezir) bildirip, korkutan kimse demektir.

Bir açıklamaya göre “bir kavim”den kasıt İsa ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasındaki fetret ehlidir. Bu İbn Abbas ve Mukatil’in görüşüdür. Bir diğer açıklamaya göre; yüce Allah’ın onlara karşı hücceti kendilerinden önce gelmiş olan peygamberlerin uyarıp korkutması ile -ayrıca (onlara) bir peygamber görmemiş olsaydı dahi- sabit idi.

Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (el-Maide, 5/19. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır. [4]

  1. Allah, göklerle yeri ve onların arasında olanları altı günde yara­tandır. Sonra Arş’a istiva edendir. Ondan başka sizin için bir ve­li de yoktur, bir şefaat edici de. Artık öğüt almaz mısınız?

“Allah, göklerle yeri ve onların arasında olanları altı günde yaratan­dır” buyruğu ile yüce Allah, Kur’ân’ı dinlemeleri ve onun üzerinde dikkat­le düşünmeleri için kudretinin kemalini onlara öğretmektedir.

“Yaratan” buyruğu yoktan vareden, yokken icad eden, hiçbir şey değil­ken meydana getiren demektir.

“Altı günde” de pazardan, cuma gününün sonuna kadar olan süre içeri­sinde.,, demektir. el-Hasen dedi ki: Bu günler dünya günlerinden altı gün­dür. İbn Abbas da şöyle demektedir: Yüce Allah’ın gökleri ve yeri yaratmış olduğu altı gün bir günün süresi, dünya senelerinden bin seneye karşılıktır. ed-Dahhak da: Altı bin sene diye açıklamıştır. Yani ahi ret günlerinden altı gün­lük bir süre içerisinde demektir.

“Sonra Arş’a istiva edendir.” Buna dair açıklamalar daha önceden el-Ba­kara suresi (2/29. âyet, 5. başlık) ile e!-A’raf Sûresi’nde (7/54. âyetin tefsirin­de) ve başkalarında geçmiş bulunmaktadır. Bu hususta ilim adamlarının görüşlerini de yeterii şekliyle “el-Kitabu’l-Esnâ fi Şerhi Esmâi’llahi’l-Hüs-nâ” adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.

Buradaki; Sonra” ifadesi bir tertib ve sıralamayı ifade etmek için de­ğildir. Burada “vav: ve” anlamındadır.

“O’ndan başka sizin için bir veli de yoktur. Bir şefaat edici de.” Yani kâ­fir olanların azablarını engelleyecek herhangi bir dostları, herhangi bir şefa­atçileri olmayacaktır. (Cümlenin) mahalli itibariyle merfû olması caizdir.

“Artık” O’nun kudreti ve mahlukatı hakkında “öğüt almaz mısınız?” [5]

5- O, herşeyi gökten yere tedbir eder. Sonra miktarı sîzin sayma­nıza göre bin yıl olan bîr günde O’na yükselir.

“O, herşeyi gökten yere tedbir eder” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Yani kaza ve kaderi indirir. Vahyi Cebrail ile indirir diye de açıklanmıştır.

Amr b. Murre’nin rivayetine göre Abdurrahman b. Sâbât şöyle demiştir: Dünya işlerini dört kişi idare eder; Cibril, Mikâil, öiüm meleği ve İsrafil. Hep­sine Allah’ın salat ve selamlan olsun. Cibril rüzgarlarla ve (Allah’ın) ordula­rı ile görevlidir. Mikâil ise yağmur ve su ile görevİidir. Ölüm meleği ruhları almakla görevlidir. İsrafil ise bunlara emirleri indirir.

Arş’ın işlerin tedbir yeri olduğu da söylenmiştir. Nitekim Arşın altındaki yerlerde tafsilâtın yeridir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonra Arş üze­rinde istiva etmiştir. Güneşe de, ay’a da emrine boyun eğdirmiştir, Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider. Her işi yerli yerince düzenler. Âyetleri uzun uzadıya açıklar.” (er-Rad, 13/2) Sema vatın altındaki yerler ise tasrif (işlerin yerine getirilmesi)nin yeridir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Andol-sun ki Biz onu onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik.” (el-Fur-kan, 25/50)

“Sonra… ona yükselir” buyruğu ile ilgili olarak Yahya b. Sellâm söyle de­mektedir: Kastedilen kişi Cebrail’dir. O vahyi indirdikten sonra semaya çıkar. en-Nekkaş da şöyle demiştir: Kastedilen kişi işleri semadan yere doğru ted­bir eden melektir.

Bunİarın yeryüzünde bulunanlara dair haberler olduğu da söylenmiştir. Bu haberler onları taşıyan meleklerle birlikte O’na yükselirler. Bu açıklama­yı da İbn Şecere yapmıştır.

“Miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde” buyruğuna gelin­ce, denildiğine göre “sonra… ona yükselir” yani bu emir ve tedbir dünya­nın sona erişinden sonra ona; “miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir günde” yükselir ki, bu gün Kıyamet günüdür.

Az önce geçen bu görüşlere göre “yükselir” lafzındaki zamir daha önce kendisinden sözedilmemiş olmakla birlikte melek hakkındadır. Çünkü ma­nadan o zaten anlaşılmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah’ın: “isteyen biri… istedi” diye başlayan sûrede yer alan: “melekler de, ruh da oraya miktarı el-libinyıl olan bir günde yükselir” (el-Mearic, 70/4) buyruğunda açıkça on­dan sözedilmiş bulunmaktadır.

“Ona” buyruğundaki zamir, “sema “yi müzekker kabul edenlere göre gö­ğe yahut meleğin döndüğü yere ya da yüce Allah’ın ism-i celâline aittir. Mak­sat, yüce Allah’ın onun için tesbit ettiği yerdir. Emirler yüce Allah’a döndü­ğü takdirde semaya dönmüş demektir. Yani Sidre-i Münteha’ya ulaşır. Çün­kü yerden göğe yükselenler oraya kadar yükselir, yere indirilenler de ora­dan iner. Bu anlamdaki ifadeler Müslim’in Sakih’inde sabit olmuştur.[6]

“Miktarı” anlamındaki buyrukta yer alan zamir ise tedbire racidir. Yani: Bu tedbirin miktarı dünya yıllarından bin yıldır. Bu da şu demektir: Herbir işin bin yıllık işleri, tek bir günde hükme bağlanır. Sonra bunu meleklerine ulaştırır. Bu bin yıl geçti mi bin yıllık süre için bir daha hüküm verilir ve bu böylece ebediyyen devam eder. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır.

Buradaki zamirin, urûc’a (yükselişe) ait olduğu da söylenmiştir. Bir diğer görüşe göre anlam şöyledir: O dünya işlerini kıyametin kopacağı vakte ka­dar tedbir ve idare eder. Sonra bu emir ona yükselir ve süresi bin yıl olan bîr günde onun hakkında hüküm verir.

Bir diğer görüşe göre anlam şöyledir: O güneşin doğuşu, batışı, doğuş ye­rine tekrar geri dönüşü ile ilgili işleri, mesafe itirabiyle miktarı bin yıl olan bir günde idare eder.

İbn Abbas şöyle demiştir: Yani melekten başkası o mesafeyi katedecek ol­sa bin yıl yol alır. Çünkü iniş beşyüz, yükseliş beşyüz yıldır. Bu açıklama mü-fessirlerden bir topluluktan da rivayet edilmiş olup, Taberînin tercih ettiği açıklama da budur ve bunu el-Mehdevî zikretmiştir. Birinci görüşün ifade et-üği anlamın aynısıdır. Yani Cibril hızlı bir şekilde yol alışı dolayısıyla bin yıl­lık bir süreyi sizin bir gününüzde alır. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir.

el-Maverdî’nin, İbn Abbas ve ed-Dahhak’tan naklettiğine göre melek, bin yıllık bir süreye denk olan bir günde yükselir. Katade’den gelen rivaye­te göre de melek miktarı bin yıl olan bir günde iner ve yükselir. Buna göre onun inişinin miktarı beşyüz, yükselişinin miktarı da beşyüz yıl olur. Kata-de İle es-Süddî’nin görüşüne göre bu böyledir. İbn Abbas’ın ve ed-Dahhak’ın görüşüne göre ise iniş bin yıl, yükseliş de bin yıldır.

“Sizin saymanıza göre” buyruğu, sizin dünya günlerinden hesab edip say­manıza göre demektir. Bu gün ise dünya yıllarından bin yıl île takdir edilen bir zaman süresinden ibarettir. Yoksa İki gece arası bir gündüzü de bulunan bir gün değildir. Çünkü Allah nezdinde böyle bir şey yoktur. Araplar kimi za­man ikindi vakti hakkında da “yevm (gün)” tabirini kullanırlar Şairin şu be-yitinde olduğu gibi:

“Birisi arkadaşlarla beraber kalman ve meclislerde bulunulan bir gün, Diğeri ise gün boyunca düşmanların üzerine yürüyüşten ibaret olan bir gün olmak üzere iki gün(den ibarettir, hayat):”

Şair burada Ö2el iki günü kastetmiyor. O, zamanlarının iki kısma ayrıldığını anlatmak istemekte ve bunların herbir kısmından “gün” diye sözetmekte-dir. İbn Ebi Able “yükselir” anlamındaki fiili:”Yükselinilir” şeklinde meç­hul kip olarak okumuştur. Ayrıca “sizin saymanıza” anlamındaki buyruk da “ye” harfiyle; “Onların saymalarına göre” diye okunmuştur.

Yüce Allah’ın “miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselirler” (el-Meâric, 70/4) buyruğu ile bu âyet-i kerîmenin birlikte anlaşılması müşkil (içinden çı­kılması zor) bir anlam İfade etmektedir.

Abdullah b. Feyruz ed-Deylemî bu âyet-i kerime ile yüce Allah’ın: “Mik­tarı ellibin yıl olan bir günde” âyeti hakkında sormuş, Abdullah b. Abbas ta şu cevabı vermiştir: Bu yüce Allah’ın “günler” diye adlandırdığı bir süredir, mahiyetinin ne olduğunu da bilmiyorum. Bundan dolayı hakkında bilmedi­ğim bir şey söylemekten de hoşlanmıyorum. Daha sonra Said b. el-Müsey-yeb’e de bu âyet hakkında soruldu, o da: Bilmiyorum diye cevap verdi. Ben ona İbn Abbas’ın söylediğini bildirince, bu sefer İbnu’l-Müseyyeb soru so­rana şöyle dedi: İşte İbn Abbas bunun hakkında bir şey söylemekten çekin­di. Halbuki o benden daha bilgilidir.

Ancak daha sonra ilim adamları bu hususta konuşmuşlardır. “Seele sâilun” (el-Mearic) Sûresi’ndeki âyet, -bu âyetten farklı olarak- kıyamet gününe işa­ret etmektedir. Yani yüce Allah bu günü kâfirler için öyle bir zorlaştırmış ola­caktır ki; onlara elli bin yıl gibi gelecektir. İbn Abbas’tan da bu görüş nak­ledilmiştir. Araplar hoşlanılmayan günleri uzun olmakla, sevinç günlerini de kısalıkla nitelendirirler. Şair şöyle demiştir:

“Ve mızrak gölgesi gibi bir gün ki, kısalttı uzunluğunu, Bizim için tulumun kanı (şarap) ile udi ar m çalınması.”

Bir diğer açıklamaya göre kıyamet günü bünyesinde bir çok günler bu­lunan bir gündür. Bu günlerin kimisi bin yıl, kimisinin miktarı ellibin yıldır. Bir diğer açıklama da şöyledir: Kıyamet vakitleri farklı farklıdır. Kâfirler bin yıl kadar uzun süren bir azab türü ile azablandırılırlar. Sonra süresi ellibin yıl olan bir başka tür azaba geçirilirler.

Bir başka açıklama da şöyledir: Kıyametin ellibin konumu vardır ve her­bir konum bin yıldır. İşte “melekler süresi ellibin yıl olan bir günde ona yük­selirler” (el-Meâric, 70/4) buyruğunun anlamı budur ki, günden kasıt vakit­tir Yani kıyamet günündeki konumlardan bir konumun vakti, bu kadar

en-Nehhas dedi ki: Gün (yevm) söziükte vakit anlamındadır. Buna güre: Melekler ve ruh ona miktarı bin yıi oian bir sürede yükselirler. Bir başka va­kitte ise miktarı ellibin yıl olan bir sürede yükselirler. Vehb b. Münebbih’ten nakledildiğine göre o: “Miktarı ellibin yıl olan bîr günde” buyruğu hakkın­da şöyle demiştir: Yerin en aşağısı ile Arş arasındaki mesafe bu kadardır.

es-Sa’lebî’nin, Mücahid, Katade ve ed-Dahhak’tan naklettiğine göre yüce Allah’ın: “Meleklerde, ruh da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yük­selir” (el-Mearic, 70/4) buyaığunda yerden, Cebrail’in bulunduğu Sidre-i Mün-teha’ya kadar olan mesafeyi kastetmiştir. Yani yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: Cebrail ile onunla beraber aynı makamda bulunan diğer melekler dünya günlerinden eliibin yıllık bir sürelik bir mesafeyi bir günde alırlar. “Ona” buyruğundan kastt da, yüce Allah’ın kendisine yükselmelerini emret­miş olduğu mekândır. Bu da İbrahim (a.s)’ın: “Ben Rabbime gidiciyim, pek yakında beni doğru yola iletecektir” (es-Saffat, 37/99) buyruğuna benzemek­tedir ki, o bununla Şam topraklarını kastetmiştir. Yine yüce Allah’ın “Kim Al­lah’a ve Rasûlüne hicret maksadıyla evinden çıkarsa…” (en-Nisa, 4/100) buy­ruğunda kastedilen Medine’dir. Ebu Hureyre dedi ki: Peygamber (sav) şöy­le buyurdu: “Aziz ve celil olan Rabbimden melek bana bir risalet getirdi. Son­ra bir ayağını kaldırıp semanın üzerine koydu, diğerini ise yere koydu ve bir daha da kaldırmadı.”[7]

  1. İşte gizliyi de, açığı da bilen o Galib, Rahim olan budur.

“İşte gizliyi de, açığı da bilen” insanların görmediklerini ve onlar için gaib olanı da, onların huzurlarında olup bildiklerini de bilendir.

Buradaki: “İşte” Ben anlamındadır. Nitekim bu türden açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nin baş taraflarında (2/2. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmakladır.

Bu ifadede tehdit anlamı vardır. Yani siz fiillerinizi ve sözlerinizi ihlasla yapınız, çünkü Ben bütün bunların karşılıklarını size vereceğim. [8]

  1. O ki, yarattığı herşeyi güzel yapmıştır. İnsanı yaratmaya da ça­murdan başlamıştır.
  2. Sonra O, onun soyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süz­meden kılmıştır.
  3. Sonra O, onu düzeltip tamamlamış, ona ruhundan üfürmüştür. Sizin için kulaklar, gözler ve kalbler yaratmıştır. Ne kadar az şük­redersiniz!

“O ki, yarattığı herşeyi güzel yapmıştır” buyruğundaki: “Yarat­tığı” anlamındaki buyruğu İbn Kesir, Ebu Amr ve İbn Âmir “lam” harfini sa­kin olarak; diye, diğerleri ise üstün okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim kolay olduğundan dolayı tercih etmişlerdir. Bu da “şey”in sıfatı olarak cer mahallinde mazi bir fiildir, İbn Abbas’tan gelen ri­vayete göre anlamı, yarattığı herşeyin yaratılışını son derece sağlam kılmış­tır. Yani onu murad ettiği şekilde yaratmış ve O’nun iradesinden başka bir şekilde var olamamıştır. Bir başka görüşe göre O’nun yaratmış olduğu her-bir şey güzeldir. Zira hiçbir kimse benzerini meydana getiremez ve yarattı­ğı herbir şey de kendi yaratıcısının varlığına delâlet etmektedir.

“Lâm” harfini sakin okuyanların bu okuyuşu Sibeveyh’e göre mastardır. Çünkü bu okuyuş; “Herşeyi özel bir şekilde yaratmıştır” anlamına delâlet etmektedir. Büyüce Allah’ın; “Allah’ın yaratması” (en-Nisa, 27/88) buyruğu ile “(Bunlar) Allah’ın size yazdık­larıdır” (en-Nisa, 4/24) buyruklarına benzemektedir. Sibeveyh’ten başkala­rına göre ise “herşey” lafzından bedel olmak üzere nasb ile gelmiştir. O ki, herşeyin yaratılışını güzel yapmıştır, demek olur. Bazı nahivcîlere göre de; “Güzel yapmıştır” buyruğu belletmiş ve bildirmiştir anlamında olmak üzere bir mef uldür. Çünkü bu anlamıyla bu fiil, iki mef ule geçiş yapar ki her­bir şeye yaratmasını kavratmışttr, belletmiştir demek olur.

Tefsir (temyiz) olmak üzere nasb edildiği de söylenmiştir. Yaratılış itiba­riyle herşeyi güzel yapmıştır demek olur. Cer harfinin düşürülmesiyle nasb edilmiş olduğu da söylenmiştir ki; Yaratmasında herşe­yi güzel yapmıştır” demek olur. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir.

“Güzel yapmıştır” buyruğu sağlam ve muhkem kılmıştır, demektir. Ya­ratılan herbir şeyin yaratılmasından murad ne ise yaratılış maksadı itibariy­le en güzel şekildedir. İşte bu anlam dolayısıyla İbn Abbas ve İkrime şöyle demişlerdir: Maymunun kıçı belki güzel değildir, fakat son derece sağlam ve muhkemdir.

İbn Ebi Necîh’İn, Mücahid’den rivayetine göre; “yarattığı herşeyi güzel yapmıştır” sağlam kılmıştır demektir. Bu da yüce Allah’ın: “Rabbimiz, bü­tün herşeye hilkatini verip sonra da doğru yolu gösterendir” (Tâ-Hâ, 20/50) buyruğuna benzemektedir. Yani yüce Allah insanı hayvan gibi yaratmamış­tır. Hayvanı da İnsan gibi yaratmamıştır.

“Yarattığı” lafzı; “İşte O’nun yaratması budur” takdiri­ne göre ref ile de okunabilir.

Bunun lafız itibariyle umumi olmakla birlikte anlamı itibariyle özel oldu­ğu da söylenmiştir. O, güzel olan herşeyin yaratılışını güzel kılmıştır, demek olur. Hem lafız, hem mana itibariyle umumi olduğu da söylenmiştir. Yani O, yarattığı herşeyi güzel yaratmıştır. Hatta yaratılışı itibariyle köpek dahi gü­zeldir. Bu açıklamayı da İbn Abbas yapmıştır. Katade de: Maymunun kıçı hak­kında: O güzeldir, demiştir.

“İnsanı* yani Âdem’i “yaratmaya da çamurdan başlamıştır. Sonra onun soyunu bayağı bir sudan meydana gelen bir süzmeden kılmıştır* buyru­ğu (ve buna dair açıklamalar) daha önceden el-Mu’minun Sûresi’nde (23/12-14. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccac: “Bayağı bir sudan” buyruğunu zayıf ve güçsüz diye açıklamış­tır. Başkası ise, insanlar nezdinde önemsenmeyen diye açıklamışlardır.

“Sonra onu düzeltip tamamlamış’1 İfadeleri tekrar Âdem (a.s)’a aittir. Ya­ni onun hilkatini düzenli kılmış “ona ruhundan üfürmüştür.” Bundan son­ra yine Adem’in zürriyetini sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizin için kulaklar, gözler ve kalbler yaratmıştır.”

Şöyle de açıklanmıştır: Sonra bu bayağı ve değersiz suyu dengeli, ölçü­lü bir yaratık haline getirmiş, ona ruh üflemiştir. Onun şerefine dikkat çek­mek üzere de kendi nefsine izafe etmiştir. Bu da aynı zamanda O’nun fiili ve yaratmasının bir neticesidir. Yüce Allah’ın “kulum” buyruğu ile kulu kendisine izafe etmesi gibidir. “Üfiürmek” tabirini kullanması ise ruhun (rüzgar anlamına gelen) riyh cinsinden oluşundan dolayıdır. Bu husus geniş açıklamalarıyla daha önce en-Nisa Sûresi’nde (4/171. âyet, 3- başlıkta) ve baş­ka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

“Ne kadar az şükredersiniz!” Yani buna rağmen sîzler şükretmiyor, hat­ta nankörlük bile ediyorsunuz. [9]

  1. Dediler ki: “Biz yerde kaybolduğumuz vakit, gerçekten biz ye­ni bir yaratılışta mı olacağız?” Evet, onlar Rabblerİne kavuşma­yı inkâr ederler.

“Dediler ki: Biz yerde kaybolduğumuz vakit…” buyruğu ile öldükten son­ra inkâr edenlerin sözleri dile getirilmektedir. Helak olduğumuz, çürüdüğü­müz ve toprak olduğumuz vakit… demektir.

“Kaybolmak” anlamındaki fiil, Arapça: “Su, sütün içeri­sinde kayboldu” tabirinden alınmıştır. Araplar bir şey azınlık olup başka bir şey ona daha baskın gelir de azın izi görünmeyecek hale geldiği takdirde; “Kayboldu” derler. Şair el-Ahtal şöyle demektedir:

“Herşeyi önüne katıp gelen köpüklü bir sel dalgasında bir çop gibiydin, sen Selin beraberinde getirdiği ve onda kaybolup giden.”

Kutrub dedi ki: “Kaybolduğumuz” yerde kaybolup gittiğimiz an­lamındadır. Sonra da en-Nâbiğa ez-Zübyanî’nin şu beyitini nakletmektedir?

“Onu (toprağa gömerek) kaybedenler (ölümüne dair) kesin bir haberle geldiler, Cevlan (denilen yerde); bir kararlılık ve bir bağış(ta bulunan kişi) bırakılmış oldu.”

İbn Muhaysın ve Yahya b. Ya’raer “lam” harfini esreli olarak; “Kay­bolduğumuz” diye okumuşlardır ki; bu da bir söyleyiştir. el-Cevherî dedi ki: Bu fiil: “Kayboldum, kaybolurum” diye kuilanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Defei: Eğer öen sap mışsarn ancak kendi aleyhime sapmış olurum.” C’Sebe’, 34/50) Bu, Necidli-lerin şivesi olup fasih olan da budur. el-Aliye tararlarında bulunanlar ise “lam” harfini esreli olarak; ” Kayboldum” diye mazisini Kaybolu­rum” diyerek “te” müzariinİ kullanırlar. İsm-i faili de; diye gelir. “Onu kaybetti ve telef etti” demek olur, “Ölü defnedildi” anlamındadır. Nitekim şair de.- “Onu kaybedenler (toprağa gömenler)…” demiştir.

İbnu’s-Sikkit der ki: Deven elinden kaçıp gittiğinde: dersin. Nerede olduklarını bilmediğin takdirde ise; “Mescidin ve evin nerede olduğunu bilmiyorum (yollarını kaybettim)” denilir. Aynı şe­kilde yerinde durup ta nerede olduğu, ona nasıl ulaşılacağı bilinemeyen her-şey hakkında da böylece kullanılır. Hadis-i şerifte geçen: ise “bel­ki onun İçin gizli saklı kaimin” anlamındadır. Bu da yüce AJlah’ın: “Biz yer­de kaybolduğumuz vakit… mı” buyruğundan gelmektedir ki, orada gizli sak­lı olduğumuz vakiı mi, anlamındadır. “Allah onu saptırdı, o da saptı” demek olur. “Sen kaybolmuş olana doğru yolu göste­rirsin” denilir; ancak (aynı manada): denilmez.

el-A’meş ve el-Hasen ise “sad” harfi diye okumuşlardır ki; kokuştu­ğumuz… demek olur. Aynı zamanda bu, Ali b. Ebi Talib (r.a)’m da kıraatidir.

en-Nehhas der ki: Sözlükte bu fiil bilinen bir şey değildir. Ancak; Et koktu” denilir. Yine aynı anlamda olmak üzere; deni­lir. el-Cevherî der ki: ” Et kokeu, kokar” denilir ve muzari fiilinde “sad” harfi esreli kullanılır, mastarı da; diye gelir. Et ister pişmiş ol­sun, ister çiğ olsun kullanımda değişiklik olmaz. Şair el-Hutay’a şöyle demiş­tir;

“O öyle bir delikanlıdır ki; tenceresinde ne varsa cömertçe verir, Onun yanında kokuşmuşluk eti, asla bozmaz.”

da onun gibi aynı anlama gelir.

“Gerçekten biz yeni bir yaratılışta mı olacağa?” Yani biz bundan son­ra bir daha yeniden mi yaratılacağız?

Gerçekten biz” (şeklinde, soru edatsız), okuyuşu da vardır. “Gerçekten biz… mi” diye de okunur.

en-Nehhas der ki: Burada Arapça açısından oldukça zor bir mesele vardır. Âyet-i kerîmedeki: “vakit” lafzındaki amil hangisidir? Çünkü: “Gerçekten” edatından sonra gelen, ondan önce gelen lafızlarda amel edemez. Bu soru halinde ise mesele daha da zordur. Çünkü sorudan sonraki ifadele­rin böyle olması ve: “Gerçekten” edatından öncesinde amel etmemesi öncelikle sözkonusudur. Hele bunlar bir araya gelmişse durum ne olacaktır?

Bu buyruğu: “Gerçekten” diye okuyanların kıraatine göre âmil: “Kaybolduğumuz” buyruğudur, “Gerçekten biz mi” diye oku­yanların okuyuşuna göre ise amil gizli olup, takdiri: “Öldüğü­nüz takdirde (Ölümden sonra) mı diriltileceğiz?” şeklinde olur. Ancak yine bu hususta bir başka soru daha vardır. O da şudur: Birinci okuyuşa göre: “Vakit” (anlamındaki) lafzının cevabı nerededir. Çünkü bunda şart ma­nası vardır. Bu hususta kabul edilen görüş, ondan sonra mazi bir fiil oldu­ğu şeklindedir. Bundan dolayı bunun da kullanılması caiz olmuştur.

“Evet, onlar Rabblerlne kavuşmayı inkâr ederler.” Yani onlar yüce Al­lah’ın öldükten sonra diriliş kudretini inkâr edemezler, çünkü O’nun kudre­tini itiraf ve kabul etmektedirler. Fakat onlar kendilerinin hesaba çekilmeye­ceklerine ve yüce Allah’ın huzuruna çıkmayacaklarına inanmışlardır, [10]

  1. De klt “Sîze vekil kılınan ölüm meleği sizin ruhunuzu alır. Son­ra da Rabbinize döndürüleceksiniz.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [11]

1- Ölüm Meleği:

“De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği sizin ruhunuzu alır” buyruğu ile yüce Allah, onların öldükten sonra dirilişi uzak gördüklerini sözkonusu et­tikten sonra, canlarının alınmasını ve onları tekrar yaratacak olanın kendisi olduğunu haber vermektedir.y. Ruhunuzu alır” buyruğundaki “ruh almak” birşeyi bütün sayı ve birimleriyle almak, tamamen kabzetmek halini anlatmak üzere kullanılan; den gelmektedir. Mesela; “Allah onun hayatını ta­mamladıktan sonra ruhunu kabzetti” demektir. “Filandan malımı eksiksiz aldım” anlamındadır.

“Ölüm meleği’nin adı Azrail’in anlamı daha önceden el-Bakara Sûresi’nde de (2/98. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere- Abdullah’tır. Onun bütün tasarruf­ları yüce Allah’ın emriyle, yaratraasıyla ve yuktan varetmesiyledir. Hadis-i şe­rifte rivayet edildiğine göre bütün hayvanların canlarını -ölürn meleği değil-Altah alır. Sanki yüce Allah böylelikle onların hayatlarını tümden yokediyor gibidir, Bunu İbn Atiyye zikretmektedir.

Derim ki: Bundan farklı bir şekilde de rivayet gelmiş ve ölüm meleğinin pire ve sivrisineğe varıncaya kadar bütün canlıların ruhlarını aldığı belirtil­miştir. Ca’fer b. Muhammed babasından şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (sav) ensardan bir adamın başı ucunda duran ölüm meleğine bak­tı, Peygamber (sav) ona şöyle dedi: “Benim bu arkadaşıma yumuşak davran, çünkü o bir mü’mindir.” Bunun üzerine ölüm meleği şöyle dedi: “Ey Muham­medi Gönlün rahat olsun, gözün aydın olsun. Ben bütün mü’minlere yumu­şak davranırım. Şunu da bil ki, ister şehirde katsınlar, ister çölde yaşasınlar, islerse de denizde bulunsunlar ne kadar ev halkı varsa hepsini ben günde beş defa tek tek gözden geçiririm. Öyle ki ben onların küçüklerini de, bü­yüklerini de bizzat kendilerinden daha çok tanırım. Allah’a yemin ederim ey Muhammed, eğer ben bir sivrisineğin canını almak istesem, onu almamı em­reden yüce Allah olmadığı sürece buna gücüm yetmez.”[12]

Ca’Fer b. Ali dedi ki; Bana ulaştığına göre Cebrail onları namaz vakitleri esnasında sahifelerde gözden geçirir. Bunu da el-Maverdî zikretmektedir.

el-Hatib Ebubekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Bağdadî dedi ki: Bana Ebu Mu­hammed el-Hasen b. Muhammed el-Hallac anlattı, dedi ki: Bize Ebu Muham­med Abdullah b. Osman es-Saffar anlattı, dedi ki: Bize Ebubekir Hamid el-Mısrî anlattı, dedi ki: Bize Yahya b. Eyyub el-AHâf anlattı, dedi ki: Bize Sü­leyman b. Muheyr el-Küllabî anlattı, dedi ki: Ben Malik b. Enes (r.a)’ın meclisinde hazır bulundum. Bir adam yanma gelip ona: Ey Abdullah’ın ba­bası! Pirelerin de canını ölüm meleği mi alır? diye sorunca, Malik uzun bir süre sesini çıkarmadı, sonra: Pirelerin canı var mı? diye sordu. Adam: Evet deyince, şu cevabı verdi: Onların da canlarını ölüm meleği alır. “Allah ölümleri vaktinde ruhları alır” (ez-Zumer, 39/42) âyetini okudu.

İbn Atiyye (az önce kaydedilen) hadisi zikrettikten sonra, şöyle demek­tedir: İşte Âdenıoğullarında da durum böyledir. Ancak Âdemoğlu ayrıca ölüm meleği ile onunla birlikte diğer meleklerin ruhlarının kabzedilmesi için görevlendirilmesiyle müşerref kılınmıştır. Yüce Allah ölüm meleğini yarattı­ğı gibi, onun eli vasıtasıyla da ruhların kabzedümesini, cisimlerden çekilip çıkartılmasını da yaratmıştır. Şanı yüce Allah, ayrıca ölüm meleğinin emri ile çalışacak, onunla birlikte bulunacak bir ordu da yaratmıştır. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: “Meleklerin o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vu­ra vura… canlarını alırken birgörseydin.” (el-Enfal, S/50); “Elçilerimiz onun ruhunu alırlar.” (el-En’am, 6/61) Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-En’âm Sûresi’nde (6/61. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Bârİ herşeyin yaratıcısıdır ve herbir fiilin hakiki failidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeye-ninkini de uykusunda (alır)” (ez-Zümer, 39/42); “O ölümü ve hayatı yara­tandır.” (el-Mülk, 67/2);”O öldüren ve diriltendir. Ölüm meleği ruhları kab-zeder, yardımcıları da görevlerini yaparken canı çıkartan yüce Allah’tır. İş­te bu hususla ilgili âyet ve hadislerin birlikte anlaşılma şekli böyledir. Ancak ölüm meleği vasıla olarak ve bu işi gerçekleştirme aracı olarak üstlenen ol­duğundan dolayı tıpkı yaratmanın meleğe izafe edildiği hallerde olduğu gi­bi, canı almak ta ona İzafe edilmiştir. Daha önceden el-Hac Sûresi’nde (22/5. âyet, 3. başlıkta) geçtiği üzere.

Mücahİd’den rivayet edildiğine göre, dünya, insanın önünde duran ve di­lediği yerden istediğini alabildiği bir leğen gibi, ölüm meleğinin önündedir. Bu anlamda merfu bir rivayet te gelmiştir ve biz bunu “et-Tezkire” adlı ese­rimizde kaydetmiş bulunuyoruz.

Yine rivayet edildiğine göre yüce Allah kendisini ruhları kabzetmek üze­re görevlendirdiğinde ölüm meleği şöyle demiş: Rabbim, Sen kötü bir şekil­de benden sözedilmesine ve Ademoğullarının bana sövüp saymalarına se-beb teşkil edecek bir işle görevlendirdin. Yüce Allah ona şöyle dedi: “Ben ölüm için hastalık, çaresizlik gibi ölümü kendilerine nisbet edecekleri birta­kım sebepler ve gerekçeler yaratacağım. Hiç kimse senden hayırdan başka bir şekilde sözetmeyecek.” Biz bunu tamamıyla “et-Tezkire” adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Ayrıca O’nun ruhları çağırmasıyla birlikte, ruhların kendisine geldiğini ve onları kabzettiğini sonra da rahmet yahut azab melek­lerine teslim ettiğini de zikretmiş idik ki, oradaki açıklamalarımız bu husus­lara vakıf olmak isteyenleri tatmin edecek kadardır. [13]

2- Vekâlet Akdinin Dayanağı:

Bazı alimler vekâletin caiz oluşuna yüce Allah’ın: “Size vekil kılınan” ya­ni ruhlarınızı kabzetmekle görevlendirilen ifadesini delil göstermişlerdir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Böyle bir delil çıkartma ifadenin lafzındandır, mana­sından değildir. Eğer biz bunu delil kabul edecek olursak, buna kıyasen yü­ce Allah’ın: “De ki: Ey insanlar, şüphesiz ben… Allah’ın size, kepinize gön­derdiği bir peygamberiyim.” (el-A’raf, 7/158) buyruğunda sözü edilen risa-letin şanı yüce Allah’ın nâibliği ve risaletinin tebliği hususunda O’nun vekil­liği olduğunu söyleyebilmeliydik. Aynı şekilde yüce Allah’ın: “Zekâtı verin” (en-Nur, 24/56) buyruğunda da sözü ediien husus bir vekalettir, diyebilme­liydik. Şüphesiz yüce Allah, bütün canlıların rızkını teminat altına almış ol­makla özellikle zenginlere gıda sahibi olma imkanlarını vermekle birlikte, fa­kirlerin rızkını yanlarında kılmak suretiyle de fakirleri onlara muhtaç etmiş, ayrıca bu malın belli bir zamanda ve belli bir miktarı ile onlara teslim edil­mesini de emretmiştir. O bunu ilmiyle tedbir etmiş, hükmü ile yerine geti­rilmesini istemiş, hikmetiyle de bunu takdir etmiştir. Hükümler ise ancak is­tenilen maksatları hakkında ve asli konuları ile ilgili varid oldukları takdir­de lafızlara taalluk eder. Eğer maksatlarının dışında ortaya çıkacak olurlar­sa, hükümlerin onlara taalluku olmaz. Nitekim ahş-veriş lafız ve mana İtiba­riyle bilinen bir şeydir. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Al­lah mü’minlerden canlarını ve mallarını -onlara cenneti vermek karşılığın­da- satın almıştır.” (et-Tevbe, 9/111) Bu âyet-i kerîme efendinin kölesi ile aiış-veriş yapmasının caiz oluşuna delildir, denilemez. Çünkü her ikisinden de gözetilen maksat farklıdır. Ancak birtakım manaların çıkartılması kaçınıl­maz bir şey olursa, şöyle denilebilir: Bu âyet-i kerime Hakim’İn borçlu olan kimsedeki hakkı zorla almak üzere -kendisinin bu hususta herhangi bir fi­ili olmaksızın yahut ta sözkonusu olduğu takdirde onun bir rızasının etkisi de mevzubahis olmaksızın- bir başkasını nâib (vekil) olarak tayin etme hak­kına sahiptir. [14]

  1. Günahkârları, Rabblerinin huzurunda başlarını eğip: “Rabbimiz gördük, İşittik. Artık bizi geri döndür, salih amel işleyelim. Gerçekten biz inandık” diyecekleri vakit, bir görsen.

“Günahkârları, Kabblerinin huzurunda başlarını eğip… bîr görsen” buy­ruğu mübtedâ ve haberdir. ez-Zeccâc dedi ki; Peygamber (sav)’a hitab üm­metine hitabdır, anlamı da şudur: Ey Muhammedi Sen kıyamet gününde ölüm­den sonra dirilişi inkâr edenleri görsen, hayret verecek şeyler göreceksin. An­cak Ebu’l-Abbas’ın benimsediği görüş başka türlü olup onun görüşüne gö­re mana şöyte olur: Ey Muhammedi Günahkâr kimseye şunu de ki: Şayet sen günahkârları Rabblerinin huzurunda başlarını önlerine eğmiş olarak görecek olursan, yaptıkların dolayısıyla hic şüphesiz pişman olacaksın.

“Rabblerinin huzurunda” Rabblerinin kendilerini hesaba çekip amelle­rinin karşılıklarının verileceği esnada “başlarını” pişmanlıktan, horluktan, üzüntüden, zilletten ve kederden dolayı “eğip: Rabbimiz” daha önce yalan-ladıklanmızın doğruluğunu “gördük”, inkâr ettiğimiz şeyleri “işittik” diye­ceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Senin tehdidinin doğruluğunu “işittik” rasûlleri-nin söyledikleriyle tasdik edildiklerini “işittik” demektir. Ancak onlar gör­menin kendilerine fayda sağlamayacağı bir zamanda görmüş olacaklar, duy­manın kendilerine fayda sağlayamayacağı bir zamanda işitmiş olacaklardır.

“Artık bizi” dünyaya “geri döndür, salih amel İşleyelim. Gerçekten biz” öldükten sonra dirilişe “İnandık” ve tasdik ettik. Bu açıklamayı da en-Nekkaş yapmıştır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Bizler Muhammed (sav)’ın getirdiğinin doğ­ruluğunu tasdik edenleriz. Bu açıklamayı da Yahya b. Seltam yapmıştır.

Süfyan es-Sevrî dedi ki: Yüce Allah onların bu sözlerini yalanlayarak şöyle buyurmaktadır: “Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasakla­nan şeylere geri dönerler.” (el-En’âm, 6/28)

“Gerçekten biz İnandık” buyruğunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: İşte şimdi bizim bütün şüphe ve tereddütlerimiz ortadan kalkmıştır. Halbu­ki onlar dünyada iken de işitiyor ve görüyorlardı, fakat düşünmüyorlardı. Gör­meyen ve işitmeyen kimse gibi idiler. Âhirette akılları başlarına gelip uyana­cakları vakit ancak o zaman işitmiş ve görmüş gibi olacaklardır.

Bir diğer açıklamaya göre: Rabbimiz gerçek delil Senin delillerindir. Biz Senin rasûllerini gördük, dünyada Senin hayret verici yaratıklarını da gördük. Onların söylediklerini de işittik. İleri sürecek hiçbir delilimiz yoktur. İşte bu onların bir itirafı olacaktır ve bunun akabinde de iman etsinler diye dünya­ya geri döndürülmeyi isteyeceklerdir. [15]

  1. Eğer Biz dikseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik. Fakat Benden sâdır olan: “Cehennemi bütünü İle cinlerden ve İnsan­lardan elbette dolduracağım” sözü hak olmuştur.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazî dedi ki: Cehennemlikler: “Rabbirniz gördük, işittik. Artık bizi geri döndür, salih amel işleyelim. Gerçekten biz inandık.” (Secde, 32/12) diyecekleri vakit yüce Allah da onlara: “Eğer Biz dlleseydik, her nefse elbette hidayetini verirdik” buyruğu Üe onlara cevap verip söz­lerini reddetmiş olacaktır. Yani: Eğer Ben dilemiş olsaydım, bütün insanla­rı hidayete iletirdim. Onlardan hiçbir kimse ayrılığa düşmezdi. “Fakat Ben­den sadır olan… sözü hak olmuştur” buyruğu ile onlara cevab verecektir. Bu açıklamayı İbnu’l-Mubarek “er-Rakaik” adlı eserinde uzunca bir hadisin sözleri arasında zikretmektedir. Biz de bunu “et-7ezkire”de zikretmiş bulu­nuyoruz.

en-Nehhas dedi ki: “Eğer Biz dileseydik, her nefse elbette hidayetini ve­rirdik” buyruğunun anlamı hakkında iki görüş vardır. Bir görüşe göre bu dün­yada olurdu, diğer görüşe göre ifadelerin akışı bunun âhirette gerçekleşece­ğine delâlet ettiği şeklindedir. Yani Biz dilemiş olsaydık, onların istedikleri gibi tekrar onları dünyaya ve imtihana geri döndürürdük. “Fakat Benden sa­dır olan: Cehennemi bütünü ile cinlerden ve insanlardan elbette doldu­racağım sözü hak olmuştur.” Yani Bana isyan eden kimseleri cehennem ate­şiyle mutlaka azablandıracağıma dair sözüm haktır. Şanı yüce Aüah da tek­rar onları geri döndürecek olursa, aynı hallerine döneceklerini bilmiştir. Ni­tekim yüce Allah: “Eğer geri döndürülürlerse, yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler” (el-En’am, 6/28) diye buyurmaktadır.

Buradaki hidayetin anlamı, kalbte marifetin yaratılmasıdır. Mutezile’nin te’vili ise şu şekildedir: Eğer dileseydik Biz dehşet verici muazzam belgele­ri açığa çıkartmak suretiyle hidayete onları zorlardık. Fakat O’nun böyle bir şey yapması güzel değildir. Çünkü o takdirde insana verilen mükellefiyet do­layısıyla cereyan edecek olan maksada aykırıdır. Sözkonusu bu maksat, an­cak mükellefin kendi tercihi İle yapmış olduğu şeylere hak kazanılan seva­bı vermektir.

İmamiyye bu âyetin te’vilinde şöyle demişlerdir; Bu buyruk ile âhirette cen­net yoluna iletip hiçbir kimseyi cezalandırmaması manasını kastetmiş olma­sı mümkündür. Fakat cehennemi dolduracağına dair sözü hak olmuştur.

Bize (Ehl-i Sünnete) göre yüce Allah’ın herkesi cennete İletmesi vacib de­ğildir. Aksine vacib olan masum olanları hidayete iletmektir. Günah işleyen kimseleri ise yaptıkları işlerin karşılığı olmak üzere cehennem ateşine ilet­mesi mümkündür. Ancak böyle bir şeyin mümkün olması, onların görüşle­rine göre imkansız olmalıdır. Çünkü onlar hidayetten kastın imana hidayet verilmesi olduğunu kat’î olarak söylemişlerdir.

Bu iki teVilleri dolayısıyla ilim adamlarınca onlara karşı”usulü’d-din” ba­hislerinde yeteri kadar tenkit yapılmıştır. Bu hususta onlara verilen en uygun cevap şöyle denilmesidir: Bizim görüşümüze göre de, sizin görüşünüze gö­re de yüce Allah’ın çaresizlik, mecbur bırakmak ve zorlamak yolu ile onla­rı hidayete iletmesi batıldır. Çünkü böyle bir şey, Cebriye mezhebini kabul etmeye götürür. Bu ise bize göre de, size göre de çok bayağı bir görüştür. O halde geriye sadece hidayet bulan mü’minlere yüce Allah’ın iman ve ita­ate kendi tercihleri dolayısı ile hidayete iletmiş olduğu tezi kalmaktadır. Böy­le olmalı ki, teklif sahih olabilsin ve buna bağlı olarak cebren ve zor ile de­ğil de ihtiyar ve tercih ile dileyen iman ve itaat etsin. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: “Aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere” (et-Tek-vir, 81/28); “Artık kim dilerse, Rabbine doğru bir yol alır.” (ei-İnsan, 71/29) Daha sonra bu her iki âyetin akabinde de yüce Allah: “Ama Allah dileme­dikçe siz dileyemezsiniz” (el-İnsan, 76/30 ve et-Tekvir, 81/29) diye buyur­maktadır. Buna göre mü’minlerin imanı kendi meşfeüeri ile meydana gelmek­te, bununla birlikte; yüce Allah dilemedikçe onların dilemelerinin sözkonu-su olmadığını da bildirmektedir.

İşte bundan dolayıdır ki Cebriye’ciier hidayetlerinin yüce Allah’ın meşi-etine bağlı olduğunu gördüklerinden şöyle demişlerdir: Bütün insanlar, bü­tün itaatlerinde mecburdurlar. Onlar bunu söylerken yüce Allah’ın: “Âlem­lerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz” (el-İnsan, 76/30) buyruğunu gözönünde bulundurmuşlardır.

Kaderiye ise imana yol bulup hidayete ermenin, kulların meşietine bağ­lı olduğunu gördüklerinden: İnsanlar kendi fiillerinin yaratıcılarıdırlar, demiş­lerdir. Bunu söylerken de yüce Allah’ın: “Aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere” (et-Tekvir, 81/28) buyruğunu gözönünde bulundurmuşlardır.

Bizim mezhebimiz (tutturduğumuz yol) ise itikatta iktisad (orta yol)dır. Bu da Cebriye ile Kaderiye mezhebleri arasında bir mezhebtir ve esasen işlerin en hayırlıları orta yollu olanlarıdır. Çünkü hak ehli şöyle demektedirler: Biz­ler mecburen yaptığımız işler ile kendi seçimimiz ile yaptığımız İşler arasında fark görmekteyiz. Şöyle ki: Bizler insanın kendi çabası ve iradesi ile ol­maksızın kudretine de bağlı bulunmaksızın elinin titremesi şeklinde ortaya çıkan hareket ile insanın titreme hareketine benzer bir hareketle ve kendi ter­cih ve iradesiyle eJini hareket ettirmesi arasında bir fark olduğunu idrak edi­yoruz. Titreme hareketi ile irade ile yapılan hareket arasında fark gözetme­yen -ki bu iki hareket de onun zatında bulunmakta müşahedesi ile elinde his­sedilmekte, bunun böyle olduğunu duyularıyla da hissetmektedir- böyle bir kimse, akien bunaktır, duyuları itibariyle sağlam değildir, akıllı kesimin dı­şındadır. İşte apaçık gerçek budur: İfrat ile tefrit yolları arasındaki orta yol budur. Şair de şöyle demiştir:

“İşlerin orta yollu olanının iki ucu da yerilmiştir.”

İşte bu itibar ile ilim adamlarından nazar ehli olanlar bu anlayışa kesb iti­bariyle “iki konum arasındaki konum” adını vermişler ve onlar bu adlandır­mayı yüce Allah’ın aziz Kitabından almışlardır ki; o da: “Herkesin kazandı­ğı (iyilik) kendisine, yaptığı (kötülük) de onun aleyhinedir” (el-Bakara, 2/286) buyruğudur. [16]

14.0 halde siz bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz için (azabı) ta­dın. Gerçekten Biz de sizi unuttuk. Şimdi işleyegeldiklerinize karşılık olarak ebedilik azabını tadın.

“O halde siz bu gününüze kavuşmayı unuttuğunuz için (azabı) tadın” buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre buradaki “unutmak-“tan kasıt, hatırlamanın sözkonusu olmadığı haldir. Yani onlar bu gün için hiç amelde bulunmadıklarından, onu unutmuş olan kimseler gibi olacaklardır.

İkinci görüşe göre “unuttuğunuz için” terkettiğiniz için anlamındadır. Ay­nı şekilde “Biz de sizi unuttuk” buyruğunda da bu anlama gelmektedir.

Muhammed b. Yezid yüce Allah’ın: “Andolsun Biz daha önce Âdem’e vah-yetmiştik. Fakat o unuttu” (Tâ-Hâ, 20/115) buyruğunu delil göstererek göyle demektedir: Burada “unutma”nın terketmek anlamına geldiğinin delili yü­ce Allah’ın İblis’in söylediğini haber verdiği şu sözleridir: “Rabbiniz size bu ağacı ancak iki melek yahut ebedi kalanlardan olmayasanız diye yasakla­dı.” (Tâ-Hâ, 20/115) Eğer Âdem “unutan” birisi olsaydı, şüphesiz ki ona ha­tırlatmış olurdu. Daha sonra da delil olarak şu beyiti zikretmektedir:

“Sanki onun böğründen çıkan (ve fışkıran kan)

içki içenlerin ateş kenarında unuttukları bir şiş idi.”

Burada “unuttukları” lafzı, terkettikleri demektir. Eğer bu “unutmak” demek olsaydı, bu işi sadece bir defa yapmış olmaları gerekirdi.

ed-Dahhak dedi ki: “Unuttuğunuz” emrimi terkettiğiniz demektir. Yahya b. Sellam da: Bugünde öldükten sonra dirilişe imanı terkettiğiniz için anla­mındadır.

“Bi2 de sizi unuttuk.” Hayırdan yana terkettik. (Hayırsız bıraktık) demek­tir. Bu açıklamayı es-Süddî yapmıştır.

Mücahid dedi ki: Sizi azabta terkettik demektir. Şanı yüce Allah’ın: “(j&s-J ûl); Gerçekten Biz de sizi unuttuk” buyruğunun yeni bir ifade ola­rak başlaması ve fiilden önce; “( S[): Gerçekten” ile onun isminin gelmesi, onlardan alınacak intikamın şiddetli olacağını ifade etmektedir. Bunu tadı­nız, anlamındadır. Yani sizin bu başlarınızı önünüze eğmeniz, bu rüsvaylı­ğınız ve bu gamsnız, kederiniz Allah’ın sizi unutmasından dolayıdır. Ya da anlamı şudur: Sizler ebedi azabı tadınız. Bu ise cehennemde hiçbir şekilde kesintisi olmayan daimi azab demektir.

“İşleyegeldiklerinize karşılık olarak” buyruğu, dünyada işlediğiniz ma-siyetler karşılığında demektir.

Bazan “tatmak” tabiri ruhun karşı karşıya kaldığı haller hakkında da -ta­dılan şey olmasa dahi- kullanılabilir. Buna sebep ise tadılan şeyin tadını ru­hun hissettiği gibi, bu şeyi de hissetmesinden ötürüdür. Örner b. Ebi Rebia dedi ki:

“Onun bir fesad olduğunu iddia ediyorsan eğer, tat onun hicranını, Evet, şunu bil ki; kimi zaman iddia ve kanaatler yalandır.”

el-Cevherî dedi ki: “Ben filanın yanında bulunanı tattım” demek, onu denedim demektir. “Yayın tadına baktım” demek, ya­yın sertliğini anlamak maksadıyla kirişini çektim, demektir. Allah ona yaptıklarının vebalini tattırdı, demektir. Şair Tufeyl şöyle demek­tedir:

“Muhaccir (günü) sabahı tattığımız gibisini siz de tadınız, Ciğerlerimiz deki öfke ve ızdırabın benzerini.”

(«iji;); Peyderpey onun tadını aldım, demektir. Denenmiş ve bilinen iş, demektir. Şair de şöyle demektedir:

“Süslenmeye ihtiyacı olmayacak kadar güzel olanların kalbi şarkı söyleyen kimsenin, Verilmesi gereken İkramiyelerinin gecikmesi gibi; bilinen ve denenmiş bir husustur.”

Usanmış, melul kimse, demektir. [17]

15- Bizim âyetlerimize ancak kendilerine âyetlerle öğüt verildi­ğinde secdeye kapanan ve Rabblerini hamd ile teşbih edenler iman eder. Hem onlar büyüklük de taslamazlar.

Bu buyruk, Peygamber (sav)’a bir tesellidir. Yani onlar küfre çokça alışmış olduklarından dolayı sana iman etmezler. Sana ve Kur’ân-ı Kerîm’e, onun üze­rinde iyiden iyiye düşünen ve ondan öğüt alan kimseler iman ederler. Bun­lar ise Kur’ân-ı Kerîm kendilerine okunduğu takdirde “secdeye kapanan…” kimselerdir. İbn Abbas dedi ki: Rükûa varan kimseler diye açıklamıştır. el-Mehde-vî dedi ki: Bu açıklama secde âyetinin okunması esnasında rükûa varmayı da gerekli görenlerin mezhebine uygun bir açıklamadır. Bu açıklamayı yapanlar şanı yüce Allah’ın: “Hemen…, rükû ederek, yere kapanıp (Allah’a) döndü” (Sâd, 38/24) buyruğunu delil gösterirler. Bir diğer açıklamaya göre bundan kasıt da, secdeye varmaktır. İlim adamlarının çoğunluğu da bu kanaattedir. Yani bun­lar Allah’ın âyetlerini ta’zim etmek, O’nun satvetinden ve azabından korkmak sureliyle yüzleri üzere Allah için secdeye kapanırlar.

“Rabblerini hamd İle teşbih edenler”; hamd ile teşbihi birlikte yapanlar demek olup, bu da O’nu hem tenzih (noksanlıklardan uzak olduğunu söy­leyen), hem de ona hamd eden kimseler demektir. Bu bakımdan onlar sec­de ettiklerinde: “Subhanallahi ve bi hamdihi, subhane Rabbiye’l-a’lâ ve bi hamdihi” derler. Yani yüce Allah’ı müşriklerin söylediklerinden tenzih ede­rek secdeye kapanırlar. Süfyan dedi ki: “Hamd ile teşbih edenler” Rabble-rine hamdederek namaz kılanlar demektir.

“Hem onlar” Yahya b. Sellâm’ın açıklamasına göre, O’na ibadete karşı “bü­yüklük de taslamazlar.” en-Nekkaş da: Mekkeliler secde etmeyerek büyük­lük tasladıkları gibi, “büyüklük taslamazlar” diye açıklamıştır. [18]

  1. Yanları yataklarından uzak kalır. Rablerine korkarak ve ümit ederek dua ederler. Onlara verdiğimiz miktarı nifak da ederler.

“Yanlan yataklarında» uzak kalır.” Yani yattıkları yerlerden yanlan uzak durur ve onlara doğru yanaşmaz. Bu ifade, hal olarak nasb mahallin-dedir ki: “Yanlan uzaklaşmış haldedir” anlamındadır.

Yatılacak yerler, yataklar” kelimesi, ‘in çoğuludur. Bu da “uyku uyumak üzere yatılan yerler” demektir.

Yatma vakitlerinde (yataktan) uzak kalırlar, anlamına gelme İhtimali de vardır. Ancak böyle bir açıklama mecazdır. Hakikat anlamı ise daha uygun­dur. Abdullah b. Revâha’nın şu beyitleri de bu anlamdadır:

“Ve aramızda Allah Rasûlü vardır, Allah’ın Kitabım okuyan, Sabah vaktinde fecr yarılıp (aydınlık) yukarı doğru yükseldiğinde, Geceyi geçirir yatağından yanını uzak tutmuş haliyle, Yataklar müşriklere ağırlık verdisinde.”

ez-Zeccâc ve er-Rummânî şöyle demişlerdir: Uzak durmak; yu­karı doğru çekilmek” anlamındadır. Hakaret ederken ve benzeri sözler söy­leyip, hacaya düşen kimseyi affetmek hakkında da bu anlamı ifade eder.

“Yanlar” ise n çoğuludur.

Yanlarının yataktan uzak kalış sebebleri hususunda da iki görüş vardır. Birinci görüşe göre ya namazda oldukları için, ya namazın dışında yüce Al­lah’ı zikrettiklerinden dolayı yataklarından uzak kalırlar. Bu açıklamayı İbn Abbas ve ed-Dahhak yapmıştır. İkinci görüşe göre, bunun sebebi namaz kıl­malarıdır.

Kendisi sebebiyle yanlarının yataktan uzaklaştığı namazın mahiyeti husu­sunda da dört görüş vardır. Birinci görüşe göre geceleyin nafile namaz kıl­malarıdır. Müfessirlerin cumhurunun kabul ettiği görüş budur, çoğunluk da bu kanaattedir. Öğülmeye sebeb olan nokta da budur. Aynı zamanda bu Mü-cahid, el-Evzaî, Malik b. Enes, el-Hasen b. Ebi’l-Hasen, Ebu’l-Âliye ve baş-kalanmn da görüşüdür. Yüce Allah’ın: “… Gözleri aydınlatan ne nimetler giz­lendiğini hiçbir kimse bilmez” (es-Secde, 32/17) buyruğu buna delil teşkil etmektedir. .Çünkü onlar başkalarından gizleyip sakladıklarının karşılığında gizlenip saklanan mükâfatlar ile karşılık görmüş olacaklardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. İieride buna dair açıklamalar gelecektir. [19]

Gece ve Evvâbin Namazları:

Gece namazı kılmaya dair pekçok hadis-i şerif vardır. Bunlardan birisi de Muâz b. Cebel’in rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir. Buna göre Peygamber (sav) ona şöyle demiştir: “Sana haynn kapjlannı göstereyim mi?: Oruç bir kal­kandır, sadaka suyun ateşi söndürdüğü gibi günahı söndürür ve bir de ki­şinin geceleyin namaz kılması. Sonra da yüce Allah’ın: “Yanları yatakların­dan uzak kalır… ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilmez.” (es-Secde, 32/16-17) âyetini okudu.”[20] Bu hadisi Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned’mde,

Kadı İsmail b. tshak ile Ebu İsa et-Tirmizî rivayet etmişlerdir. Tirmizî hadis hakkında hasen, sahih bir hadistir, demiştir.

İkinci görüş kendisine “el-ateme” adı da verilen yatsı namazıdır. Bu açık­lama el-Hasen ve Ata’ya aittir. Tirmizî’de yer alan rivayete göre Enes b. Ma­lik bu: “Yanları yataklarından uzak kalır” âyetinin “el-ateme (yatsı)” diye bilinen namazı beklemek hakkında inmiştir, demiştir. Tirmizî dedi ki: Bu ha-sen, garib bir hadistir[21]

Üçüncü görüş akşam ile yatsı arasında nafile namaz kılmaktır. Bu da Ka-tade ve İkrime’nin görüşüdür. Ebu Davud’un rivayet ettiğine göre Enes b. Ma-lik’ten şu: “Yanları yataklarından uzak kalır, Rabblerine korkarak ve ümit ederek dua ederler. Onlara verdiğimiz rızıktan İnfak da ederler” âye­ti hakkında: Sahabe akşam ile yatsı arasında nafile namaz kılarlardı, demiş­tir.[22]

Dördüncü görüş, ed-üahhak dedi ki: Yanların yataklardan uzak kalma­sı, kişinin yatsı ile sabah namazlarını cemaatle birlikte kılması demektir. Ebu’d-Derdâ ve Ubâde (b, es-Sâmit) da böyle demişlerdir.

Derim ki: Bu güzel bir görüştür ve manası itibariyle bu husustaki diğer gö­rüşleri de kapsamına almaktadır. Çünkü yatsı namazını küıncaya kadar bek­leyen bir kimse namazdaymışcasına ve yüce Allah’ı zikretmeye devam edi­yormuş gibi değerlendirilir. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ki­şi namazı beklemeye devam ettiği sürece namaz kılıyor demektir. “[23]

Enes de şöyle demektedir: Âyetten maksat yatsı namazını beklemektir. Çünkü Rasûlullah (sav) yatsı namazını yaklaşık gecenin ilk üçte birine kadar geciktirirdi.

İbn Atiyye dedi ki: Cahiliye döneminde insanlar güneş battığı andan iti­baren ve kişi ne zaman dilerse, o zaman uykuya yatarlardı. Yatsı namazına kadar beklemek onların alışmadıkları bir şeydi ve onlara zor bir iş geldi. Sa­bah namazım cemaatle özellikle de Peygamber (sav)’in kıldığı şekilde vak­tinin ilk girdiği sıralarda kılan bir kimse de bu durumdadır. Çünkü adeten bu namazı ilk vaktinde kılan bir kimse, seher vaktinde uyanır, abdest alır, na­maz kılar ve tan yeri ağanncaya kadar yüce Allah’ı zikretmeye koyulur. Böy­lelikle hem vaktin başında, hem de sonunda yataklardan uzak kalmak hasıl olmuş olur. Müslim’in kaydetmiş olduğu Osman b, Affan yoluyla gelen ha­dis de bu kanaati pekiştirmektedir. Osman b. Affan dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Kim yatsı namazını cemaatle kılacak olursa, gecenin yarısını namaz kılmakla geçirmiş gibi olur. Sabah namazını da ce­maatle kılan, gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur,”[24]

Tirmizî ile Ebû Davud’un bu hadisi kaydederken kutlandıkları lafızları şöy­ledir: “Kim yatsı namazında cemaatle birlikte bulunursa, bu onun için gece­nin yansını namaz kılmakla geçirmek demektir. Kim de yatsı ile sabah na­mazını cemaatle kılarsa, bu da onun için bir geceyi namazla geçirmiş gibi olur.”[25]

en-Nur Sûresi’nde (24/58. âyet, 8, başlıkta) Ka’b’dan yatsı namazından son­ra dört rek’at kılan kimsenin bu dört rek’atinin Kadir gecesi mesabesinde ola­cağına dair rivayeti de geçmiş bulunmaktadır.

Akşam ile yatsı arasında namaz kılmanın ve gece namazı klimanın fazi­letine dair hasen derecesinde pekçok rivayet gelmiştir. İbnu’l-Mübarek şöy­le demektedir: Bize Yahya b. Eyyub haber verdi, dedi ki: Bana Muhammed b. el-Haccac yahut İbn Ebi’l-Haccac anlattığına göre o, Abdulkerim’in şöy­lece rivayet ettiğini duymuştur: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Kim akşam ile yatsı arasında on rekat namaz kılacak olursa, onun için cennette bir köşk bi­na edilir.” Bunun üzerine Ömer b. el Hattab ona şöyle dedi; O vakit bizim köşklerimiz, evlerimiz çok olur ey Allah’ın Rasûlü. Bu sefer Rasûlullah (sav): “Allah en büyüktür, lütfü en çok olandır -ya da: en hoş olandır-” diye buyur­du[26]

Abdullah b. Amr b. el-Âs’dan dedi ki: Evvâbîn (Rabblerine dönenler) na­mazı akşam ile yatsı arasında insanlar tekrar namaza dönünceye kadarki hal­vet (yalnızlık)dır.

Abdullah b. Mes’ud da bu vakitlerde namaz kılar ve şöyle dermiş: Akşam ile yatsı arasında namaz gaflete karşı bir namazdır. Bunu da İbnu’l-Mübarek zikretmiştir.

es-Sa’lebî de İbn Ömer’den merfu bir rivayet olarak şunu kaydetmekte­dir: Peygamber (sav) buyurdu ki: “İki yanı akşam İle yatsı arasında yataklar­dan uzak kalan bir kimse için cennette bir yıllık mesafede İki köşk bina edi­lir. Bunlarda öyle ağaçlar vardır ki, eğer doğu ve batıdaki insanlar bunlara konaklayacak olursa meyveleri onların hepsine yetecektir.” İşte bu Evvâbîn namazıdır, gafillerin gafleti -gaflette olduğu vakitdır. Şüphesiz ki kabul olunup da geri reddolunmayacak dualardan birisi de akşam ile yatsı arasın­da yapılacak duadır. [27]

Yataklardan Uzak Kalmanın Faziletine Dair:

İbnu’l-Mübarek’in naklettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştin Kıyamet gü­nünde bir münadi şöyle seslenir: Bugün kimlerin kerem sahibi olduklarını bileceksiniz. Haydi her durumları için yüce Allah’a hamdedenler ayağa kalksınlar. Bunlar ayağa kalkar ve cennete doğru gönderilirler. Daha sonra münadi ikinci bir defa seslenir: Bugün kimlerin kerem sahibi olduklarını bi­leceksiniz. Haydi yanları yataklardan uzak kalan “Rabblerİne korkarak ve ümit ederek dua eden, kendilerine verdiğimiz rızıktan da iiıfak ederler” kimseler ayağa kalksınlar. Onlar da kalkarlar ve cennete doğru giderler. Mü­nadi üçüncü bir defa seslenir: Bugün kerem sahibi kimselerin kimler oldu­ğunu bileceksiniz. Haydi “kendilerini ticaretin de, alışverişin de, Allah’ı an­maktan, namazdan, zekâtı vermekten alıkoymadığı” (en-Nur, 24/37) kim­seler ayağa kalksınlar. Bunlar da ayağa kalkar ve cennete doğru giderler[28]

Bunu es-Sa’lebî Esma binti Yezid yoluyla merfu olarak zikretmiş bulun­maktadır. Buna göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah kıya­met gününde öncekileri de, sonrakileri de biraraya getirip topladığında bir münadi bütün insanların duyacağı yüksek bir sesle şöylece seslenir: Bugün burada bulunanlar kimlerin ilahi lütuf ve kereme lâyık olduklarını bilecek­lerdir. Haydi dünyada iken yanlan yataklardan uzak kalanlar ayağa kalksın­lar. Bunlar az sayıda olmakla birlikte ayağa kalkacaklardır. Daha sonra ikin­ci defa şöylece seslenir: Bugün kimlerin ilahi lütuf ve kereme layık olduk­larını bileceksiniz. Haydi hiçbir ticaretin ve alışverişin kendilerini Allah’ı an­maktan alıkoymadığı kimseler ayağa kalksınlar. Bunlar da ayağa kalkarlar. Sonra üçüncü bir defa seslenir: Bugün kimlerin lütf u kereme daha layık ol­duklarını bileceksiniz. Haydi sevinçli ve rahat zamanlarında da, zorlu ve sı­kıntılı zamanlarında da her durumda Allah’a hamdeden kimseler ayağa kalksınlar. Bunlar da az olmakla birlikte ayağa kalkacaklar, hep birlikte cennete girecekler, *sonra da diğer insanlar hesaba çekileceklerdir.”[29]

İbnu’l-Mübarek dedi ki: Bize Ma’mer bir adamdan rivayetle haber verdi. Bu kişi Ebu’1-Alâ b. eş-Şifrî’den, o Ebu Zerr’den şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Üç kişi vardır ki, yüce Allah onlara güler ve onlara müjdeler verir. Ge­celeyin namaz kılmak üzere kalkıp sıcak yatağını terkettikıen sonra güzel bir şekilde abdest alan, sonra da namaza duran kimse. Bunun üzerine yüce Al­lah meleklerine şöyle der: “Kulumu bu işleri yapmaya iten nedir?” Onlar der­ler ki: Rabbimiz, onun halini sen bizden daha iyi bilirsin. Bunun üzerine şöy­le buyurur: “Evet, ben onun halini daha iyi bilirim. Fakat siz de bana söyleyin.” Şöyle derler: Sen, ona bir şeyleri ümit etmesini söyledin, o da onları ümit etti. Bir şeylerden de korkuttun, o da korktu. Bunun üzerine yüce Allah şöy­le buyurur: “Sizi şahit tutuyorum ki, korktuklarından ben onu emin kılaca­ğım ve umduğu şeyleri de kendisine vereceğim.” Diğer bir adam ise bir as­keri müfreze ile birlikte bulunup, düşman ile karşılaşan, arkadaşları bozgu­na uğrayıp geri gittikleri halde, kendisi öldürülünceye yahut ta yüce Allah kendilerine zafer verinceye kadar, sebat gösteren kimsedir. Yüce Allah me­leklerine yukarıda sözü edilen benzer sözleri söyler. Diğeri ise gece boyun­ca yol alıp nihayet gecenin sonuna doğru arkadaşlarıyla birlikte konaklayan, arkadaşları uyudukları halde kendisi kalkıp namaz kılan kimsedir. Yüce Al­lah bunun üzerine meleklerine şöyle der…”[30] diyerek olayı nakleder. [31]

“Rabblerine… dua ederler” buyruğu hal olarak nasb mahal-lindedir. “Dua edenler olarak” anlamındadır. Yeni bir cümie başı ola­rak (isti’nâf) sıfat olması da mümkündür. Yani onların yanlan yataklardan ay­rılır. Onlar aynı zamanda her hallerinde gece ve gündüz Rabblerine dua eder­ler. “Korkarak” lafzı ise mef ulun leh (korktukları için anlamında)’dir. Mas­tar (mef ul-i mutlak) olması da mümkündür. “Ümit ederek” buyruğu da onun gibidir, yani azabtan korktukları, mükâfatı da umdukları için Rabblerine dua ederler.

“Onlara verdiğimiz rızıktan İnfak da ederler” buyruğundaki; eda­tı, anlamındadır. Mastar da olabilir. Her iki şekilde de onun; “…tan, dan” edatından ayrı yazılması gerekmektedir.

“İnfak da ederler” buyruğu farz olan zekâtı verirler anlamındadır, diye açıklandığı gibi; nafile tasaddukta bulunurlar diye de açıklanmıştır. Bu gö­rüşe göre övülmeleri daha ileri derecede olur. [32]

  1. Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere yüzleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilmez.

“Onlara… ne nimetler gizlendiğini” anlamındaki buyruğu Hamza: “Onlara ne nimetler gizlediğini” şeklinde “ye” harfini sakin ola­rak (narf-i med olarak) okumuştur. Diğerleri ise üstün ile okumuşlardır. Ab­dullah’ın kıraatinde ise: Ne nimetler gizlediğimizi” şeklinde “nûn”u ötreli olarak okumuştur. el-Mufaddal ise el-A’meş’ten: “Ne ni­metler gizlendiğini” şeklinde ötreli “ye” ve üstün “fa” ile okumuştur. (“Göz­leri, aydınlatan” anlamındaki buyruğu) tbn Mes’ud İle Ebu Hureyre: “Gözleri aydınlatanlardan” diye okumuşlardır.

“Ne nimetler gizlediğimi” anlamında “ya” harfini sakin okuyanların oku­yuşu muzari bir fiil olup baştaki hemze mütekellim hemzesidir. “Ne’; (an­lamındaki edat) “gizlediğim” anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir ve istif­ham (soru) anlamındadır. Cümle de iki mefulün yerini tuttuğundan dolayı nasb konumundadır. “Ne”ye ait olan zamir ise hazfeditmiştir.

“Ye” harfini üstün okuyanların okuyuşuna göre, bu meçhul ve mazi bir fiildir. “Ne” anlamındaki edat ta mübtedâ olarak ref mahallindedir, haberi ise “gizlendiğini” anlamındaki fiil ve sonraki ifadeler teşkil etmektedir. “Gizlen­diği” lafzındaki zamir de “ne” anlamındaki edata aittir.

ez-Zeccac der ki: Bu buyruk “O’nun onlar için ne nimetler gizlediğini” yani Allah’ın onlar için ne nimetler gizlediğini, anlamında da okunmuştur ki, bu da Muhammed b, Ka’b’ın kıraatidir. Bu durumda “ne” an­lamındaki edat nasb mahallindedir.

el-Mehdevî dedi ki: (İbn Mes’ud ve Ebu Hureyre gibi): “Göz­leri aydınlatan şeyler” diye okuyanların kıraatinde çoğul olan “aydınlatıcı şey­ler; ‘in çoğuludur. Burada bu lafzın çoğul gelmesi, çoğula (gözler)e İza­fe edilmesinden dolayıdır. Tekil okunması ise mastar oluşundan ötürüdür ve bu, cins isimdir.

Ebubekr el-Enbarî de şöyle demektedir: Bu Mushafa aykırı değildir. Çünkü “Aydınlatıcı” lafzının “te”si vakıf halinde de vaslı kabul eden­lerin anlayışına göre; “Allah’ın rahmeti” lafzının, (açık) “te” ile yaz­dıkları gibi yazanların kullanılışına göre yazılmıştır. Bu durumda yazıda “Aydınlatanlar” lafzından, telaffuzda var oİmakla birlikte “te” harfinin düşmesi karşı çıkılacak bir husus değildir. Nitekim hem dilde, hem söyleyiş­te sabit olduğu halde “semavâf’den de (mim harfinden sonraki) “elifin ya-zılmayışına da karşı çıkamamaktadır.

Anlatılmak istenen de şudur: Şanı yüce Allah insan olsun, melek olsun hiç­bir kimsenin bilemediği ve onlar için hazırlamış bulunduğu nimetİeri haber vermektir. Bu âyet-i kerîmenin anlamını Peygamber (sav)’ın şu hadis-i şerifi de dile getirmektedir: “Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Ben salih kullanma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın ha­tırından geçmemiş olan şeyler hazırladım, Daha sonra şu: “Yanlarıyatakla­rından uzak kalır… Onlara işlediklerine mükafat olmak üzere…” âyetle­rini okudu.” bu hadisi Sahih(-i Müslim) de Selıl b. Sa’d es-Sâidî’den rivayet­le kaydetmiş bulunmaktadır[33]

İbn Mes’ud da şöyle demiştir: Tevrat’ta şu yazılıdır: Yanlan yataklardan uzak kalanlara hiçbir gözün görmediğini, hiçbir kulağın işitmediğini ve; hiç­bir insanın hatırından geçmeyen şeyleri vermek, Allah’ın bir ahdidir. İbn Ab-bas da şöyle demektedir: Bu hususla durum, tefsiri bilinemeyecek kadar yü­ce ve büyüktür.

Derim ki: Bu büyük lütuf cennette mevkileri itibariyle en yüksek merte­bede olanlar hakkındadır. Nitekim bu Müslim’in Sahih’inde şöylece açıklan­maktadır: el-Muğire b. Şu’be’den rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: “Musa (a.s) Rabbinden dilekte bulunarak şöyle dedi: Rabbim, cen­netlikler arasında en aşağı mertebede olan kişi kim olacaktır? Yüce Allah, şöy­le buyurdu: Bu, cennetlikler cennete girdikten sonra gelecek olan bir adam­dır. Ona cennete gir denilir, o: Rabbim herkes kendi yerine yerleşmiş bulu­nup da alacaklarını aldıktan sonra nasıl (girebilirim), der. Ona: Dünya hü­kümdarlarından birisinin mülkünün benzerinin senin olmasına razı mısın? de­nilir, o: Razı oldum Rabbim, der. Bunun üzerine Allah: Sana bunu, bir o ka­darı, onunla beraber bir o kadarı daha, bir o kadarı, bir o kadarı, bir o ka­darı daha veriyorum der. Beşincisinde ise kişi: Rabbim razı oldum, der. Bu sefer yine: Sana buniar ve onların on misli daha var. Ayrıca canının çektiği, gözünün zevk aldığı şeyler de sana verilecektir, Adam: Razı oldum Rabbim, der. Bu sefer (Musa): Peki Rabbim konumu en yüksek olanları deyince, yü­ce Allah şöyle buyurdu: Bunlar Benim murad ettiğim kimselerdir. Onların lü­tuf ve ihsanlarını Ben ellerimle diktim ve onların üzerini mühürledim. Hiç­bir göz (benzerini) görmemiş, hiçbir kulak işitmemiş ve hiçbir İnsanın kal­binden (bunlar) geçmemiştir. (Peygamber) buyurdu ki: Bunun yüce Al­lah’ın Kitabından tasdikini de şu buyruk yapmaktadır: “Onlara o işledikle­rine mükafat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiç­bir kimse bilmez.”[34] Bu Muğire’nin kendi sözü olarak mevkuf bir rivayet ha-Ünde de zikredilmiştir.

Yine Müslim’in kaydettiğine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Şanı yüce ve mübarek olan Ailah şöyle buyurmaktadır: Ben salih kullanma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın kalbinden geçmediği şeyleri onlara saklamak üzere hazırlamış bulunu­yorum. Allah’ın bu hususta sizleri haberdar kıldığı hususlar ise ayrıdır. Da­ha sonra yüce Allah’ın: “Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere göz­leri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiçbir kimse bilmez” âyetini okudu. “[35]

İbn Şîrîn dedi ki: Bundan maksat yüce Allah’a bakmaktır, el-Hasen dedi ki: Sözü edilen bu kimseler birtakım amellerini başkalarından gizlediler. Yü­ce Allah da onlar için hiçbir güzün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği hu­susları (mükâfat olarak) gizledi. [36]

  1. Mü’min kimse fâsık kimse gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [37]

1- Mü’min Fâsık Gibi Değildir:

“Mü’min kimse fasık kimse gibi midir? Bunlar eşit olmazlar” buyruğu mü’min fâsık gibi değildir, demektir. İşte bundan dolayı Biz bu mü’minlere pek büyük mükâfatlan vereceğiz.

İbn Abbas ve Ata b. Yesâr şöyle demişlerdir: Âyet-İ kerîme Ali b. Ebi Ta lib ile el-Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Buna sebeb, onların birbirlerine karşı söz söylemeleri ve atışmalarıdır. el-Velid: Ben senden da­ha iyi konuşurum, silahım seninkinden daha keskin, bünye İtibariyle birli­ğime daha çok fayda sağlar, -birlik arasında daha çok yer doldururum, di­ye de rivayet edilmiştir,- deyince, Ali (r.a) ona: Sus, sen birfasıksın, diye ce­vap vermişti. Bunun üzerine bu âyet-t kerîme nazil oldu.

ez-Zeccac iie en-Nehhas âyet-i kerîmenin Ali ile Ukbe b. Ebi Muayt hak­kında indiğini zikretmektedirler.

İbn Atiyye dedi ki: Buna güre bu âyet-i kerîmenin Mekke’de inmiş olma­sı gerekir. Çünkü Ukbe Medine’de bulunmuş değildir. O, Rasûlullah (sav)’ın Bedir’den dönüşü esnasında Mekke’ye giderken yolda ölmüştü. Diğer görü­şe de el-Velid’e fâsLk isminin verilmesi sözkonusu edilerek itiraz edilir. Çünkü el Velid’in müslüman olduğu ilk sıralarda, içinde bulunan birtakım rahatsızlıklar dolayısıyla bu sözleri söylemiş olması yahut ta onun Mustalık oğul­lan hakkında olmadık şeyleri nakletmesi ile ilgili şeyler söylemesi dolayısıy­la inmiş olma ihtimali vardır. Öyle ki onun hakkında: “Eğer bir fasık size bir haber getirirse…” (el-Hucurat, 49/6) âyeti nazil olmuştu. Nitekim ileride el­ti ucurat Sûresi ‘nde (49/6, âyet, 1. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecek­tir. Şeriatın onun hakkında böyle bir tabiri kullanmış olma ihtimali de var­dır. Çünkü o haksızlık eden kimseler tarafında bulunuyordu. Osman (r.a) dö­neminde içki içen ve insanlara sabah namazını kıldırdıktan sonra geri dönüp de: Size daha fazla kıldırmamı ister misiniz? diye soran da kendisidir ve bu­na benzer kaydedilmesi epey uzun sürecek başka işleri yapan kişi de odur. [38]

2- Mü’min ile Kâfir Eşit Olamazlar:

Şanı yüce Allah, mü’minleri ve âyetin sonundaki tekzib (yani eşit olma­yacaklarının bildirilmesi) bunu gerektirdiğinden ötürü, küfürleri sebebiyle fâ-sık olduklarını belirttiği fasıklar kısmına ayırması, mü’min ile kâfir arasında eşitliğin olmamasını gerektirmektedir. Bundan dolayı mü’min ile kâfir ara­sında kısas sözkonusu değildir. Zira kısasın vacib olmasının şartlarından bi­risi de katil ile maktul arasındaki eşitliktir. İşte ilim adamları zımmî kimse kar­şılığında müslumanın öldürülebileceğini söyleyen ve yüce Allah, buradaki buyruğu ile âhirettekİ mükâfat açısından eşitliklerinin sözkonusu olmayaca­ğını kastetmiştir yoksa dünyada adaletin uygulanmayacağını kastetmemiştir, diyen Ebu Hanife’ye karşı ilim adamlarımız, bunu delil gösterirler. Ancak biz­ler (ona karşı) bu âyetin umumi olduğunu kabul ediyoruz. Daha sahih olan da budur, zira bunu tahsis edecek bir delil de bulunmamaktadır. Bu açıkla­mayı tbnu’l-Arabî yapmıştır. [39]

3- “Eşit Olmazlar”:

“Eşit olmazlar” buyruğu(nun çoğul gelmesi) ile ilgili olarak ez-Zeccac ve başkaları şöyle demişlerdir: “Kimse” hem tekil, hem de çoğul için kul­lanılabilir. en-Nehhas da şöyle demiştir: Bu lafız anlam itibariyle çoğulun ye­rini de tutar. Bundan dolayı yüce Allah: “Eşit olmazlar* diye buyurmuştur. Nahivcilerin pek çoğunun görüşü de budur. Bazıları da: “Eşit olmazlar* ço­ğul kipi, iki kişi hakkında da kullanılır. Çünkü jki kişi de çoğuldur. Zira bir kişi diğeri ile birlikte bulunmaktadır, derler. ez-Zeccac da bu görüşü benim­semiştir. Hadis de bu görüşe delil teşkil etmektedir. Çünkü İbn Abbas’tan böy­le rivayet edilmiştir. Başkası ise şöyle demektedir: “Mü’mln kimse… gibi mi­dir?” buyruğu Ali b. Ebi Talib (r.a) hakkında, «iasık kimse gibi midir” de el-Velid b. Ukbe b. Ebi Muayt hakkında inmiştir. Şair de şöyle demektedir:

“Ölüm her ikisi arasında eşit değil midir? Ölüp de kabirlere gömüldüklerinde.[40]

  1. iman edip salih amel İşleyenlere gelince, onlar için amelleri se­bebi ile ağırlanmak üzere Me*vâ cennetleri vardır.
  2. Ama fasık olanların karargâhı ateştir. Ondan her çıkmak İste­diklerinde tekrar oraya geri çevirilirler ve onlara: “Yalanladı­ğınız o ateşin azabını tadın” denilir.

“İman edip salih amel İşleyenlere gelince, onlar İçin… Me’vâ cennet­leri vardır” buyruğuyla yüce Allah, her iki kesimin de yarın kalmak üzere gidecekleri yeri haber vermektedir. Mü’minler için Me’vâ cennetleri vardır. Yanı onlar kalmak üzere cennetlere gideceklerdir. Burada cennetlerin “(ka­lınacak yer anlamına gelen) el-Me’vâ”ya izafe edilmesi, bu yerin birçok cennetler ihtiva eden bir yer olmasından dolayıdır.

“Ağırlanmak üzere” yani onlara ziyafet ve ikram olmak üzere… (bunlar verilecektir). “Gelen misafir için yapılan ve hazırlanan şey­ler” demektir. Bu daha önce Âl-i İmran Sûresi’nin sonlannda (3/190-200. âyet­ler, 20, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu lafız ucennetler”den hal olmak üzere nasb ile gelmiştir. Yani onlar için hazırlanmış haliyle cennetler vardır. Bununla birlikte mef ulun leh olması da mümkündür.

“Ama fösık olanların” imandan çıkıp küfre girenlerin “karargahı ateştir.” Onlar orada kalacaklardır.

“Ondan her çıkmak istediklerinde tekrar oraya geri çevirillrler.” Yani ateşin alevleri onları yukarı doğru ittikçe, ateşteki yerlerine geri gönderi­lirler. Çünkü onlar cehennemden çıkmayı ümit ederler. Buna dair açıklama­lar daha önceden el-Hac Sûresi’nde (22/22. âyetin tefsirinde) geçmiş bulun­maktadır.

“Ve onlara” cehennem bekçileri yahut ta yüce Allah: “Yalanladığınız o ateşin azabını tadın, denilir.”

Tatmak (zevk; tadı alınan) hem maddi, hem manevi şeyler hakkında kul­lanılır. Yine bu sûrede buna dair açıklamalar daha önceden (32/14. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. [41]

  1. Andolsun ki Biz, onlara -belki dönerler diye- en büyük azaptan önce, yakın azaptan mutlaka tattıracağız.

“Andolsun ki Biz onlara… yakın azaptan mutlaka tattıracağız” buyru­ğu İle ilgili olarak el-Hasen, Ebu’l-Âliye, ed-Dahhak, Ubeyy b. Ka’b ve İbra­him en-Nehaî şöyle demişlerdir; Yakın azabtan kasıt kulların tevbe etmele­ri için karşı karşıya kaldıkları dünya musibetleri ve hastalıklarıdır. İbn Ab bas da böyle açıklamıştır. Ondan gelen bir başka rivayete göre maksat, suçlara verilen hadler (cezalar)dır.

İbn Mes’ud, el-Huseyn b. Ali ve Abdullah b, el-Haris de şöyle demişler­dir: Maksat Bedir günü kılıçla öldürülmektir.

Mukatil de şöyle açıklamıştır: Mekke’de leşleri yiyecek hale gelinceye ka­dar, çektikleri yedi yıllık açlıktır. Mücahİd de böyle demiştir.

Yine Mücahid’den gelen rivayete göre “yakın azab” kabir azabıdır, el Be-râ b. Âzib de böyle demiştir.

(Hepsi birlikte) şöyle demişlerdir: En büyük azab da kıyamet gününün aza­bıdır. el-Kuşeyrî de şöyle demektedir: Kabir azabı olduğu dahi söylenmiştir, ancak bu tartışılır. Çünkü yüce Allah: “Belki dönerler dîye” diye buyurmak­tadır. (el-Kuşeyrî) dedi ki: Azabı öldürülmek diye yorumlayanlar “belki dö­nerler dîye” buyruğunu, onlardan geri kalanlar dönerler, diye açıklarlar. En büyük azabın cehennem azabı olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ca’fer b. Muhammed’den gelen ve bunun Mehdi’nin kılıç ile çıkmasıdır, şeklindeki rivayeti bundan müstesnadır. En yakın azab ise fiatların yükselmesi demektir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah’ın: “Belki dönerler diye” buyruğu Mücahid İle el-Berâ’ya göre belki dönmek isterler ve bunu taleb ederler di­ye, demektir. Bu da yüce Allah’ın: “Artık bizi geri döndür, salih amel işle­yelim” (es-Secde, 32/12) buyruğunu andırmaktadır.

Burada “dönme isteğTne “dönüş” adının verilmesi tıpkı “namaza kalkmak isteme”nin yüce Allah’ın: ”Namaza kalktığınızda” (el-Maide, 5/6) buyruğun­da “namaza kalkmak” diye adlandırılmasına benzer. Ayrıca bu görüşün le­hine; “Döndürülürler” diye meçhul olarak okuyanların kıraati de de­lil teşkil etmektedir. Bunu da ez-Zemahşerî zikretmiştir. [42]

  1. Rabbinin âyetleri ile kendisine öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kimdir? Muhakkak ki Biz gü­nahkârlardan intikam alanlarız.

“Rabbİnin âyetleri” delil, belge ve alâmetleri “ile kendisine öğüt veril­dikten sonra” onları kabul etmeyerek “yüz çeviren kimseden daha zalim

kimdir?” Hiç kimse böylesi bir kişiden daha fazla kendisine zulmedenıez.

“Muhakkak ki Biz günahkârlardan” yalanlamaları ve yüz çevirmeleri do­layı siy la “intikam alanlarız.” [43]

  1. Andolsun ki Bİz, Musa’ya da kitabı verdik. Sen ona kavuşmak­tan şüphe etme ve Biz onu İsrailoğullarına hidayet (önderi) kıl­dık.
  2. Ve onlardan sabrettikleri zaman Bizim emrimizle hidayete ile­ten önderler kıldık. Onlar âyetlerimize iyiden İyiye inanıyorlar­dı.
  3. Şüphesiz Rabbin anlaşmazlığa düştükleri şeyler hakkında kıya­met gününde aralarında bizzat hüküm verecektir.

“Andolsun ki BİZ Musa’ya da kitabı verdik. Sen ona kavuşmaktan şüp­he etme.” Yani ey Muhammed, Musa ile kavuşmaktan yana şüphen olmasın. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Peygamber (sav) Musa (a.s) ile îsra ge­cesinde karşılaşmıştır. Katade dedi ki: Mana, sen İsra gecesinde onunla kar­şılaşmış olduğundan yana şüphe içinde olma, şeklindedir. Her ikisinin de an­lamı birdir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Sen kıyamette Musa ile karşılaşmak­tan yana şüphe içinde olma. O günde sen onunla karşılaşacaksın.

Bir başka açıklama şöyledir: Musa’nın Kitabı kabul ile karşılamış olduğun­dan yana şüphen olmasın. Bu açıklamayı Mücahid ve ez-Zeccac yapmışlar­dır. el-Hasen’den rivayete güre o, buyruğun anlamı hakkında şöyle demiş­tir: “Andolsun ki Biz Musa’ya da kitabı verdik.” Ona eziyet edildi ve yalan­landı, O bakımdan sen de onun karşılaşmış olduğu yalanlama ve eziyetle­rin benzeri ile karşılaşmaktan yana şüphe içerisinde olma. Bu açıklamaya gö­re; “Ona kavuşmak” lafzındaki “he (o)” zamiri hazfedilmiş bir ifade­ye ait olur ve onun karşılaştığı şeylerle karşılaşmaktan… anlamında olur.

en-Neiîhas dedi ki: Bu, garib bir görüştür. Şu kadar var ki bu görüş Amr b. Ubeyd’in rivayetlerindendtr.

İfadede bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöy­ledir: De ki: Sizin canınızı almakla görevli olan ölüm meleği sizin canınızı alır. O bakımdan sen ona kavuşmaktan şüphe etme. Buna göre bu ifade; “Andol­sun ki Biz Musa’ya da kitabı verdik” buyruğu ile “Ve Biz onu İsrai loğu Harı­na hidayet kıldık” buyruğu arasında bir mu’teriza (ara) cümlesi olarak gel­miş olmaktadır.

“Bizonu… kıldık” buyruğundaki zamirin kime ait olduğu hususunda iki görüş vardır. Birincisine göre “Biz Musa’yı kıldık” anlamındadır ve bu görüş Katade’ye aittir. İkincisine göre ise Biz kitabı kıldık anlamındadır. Bu da el-Hasen’in görüşüdür. “Ve onlardan… önderler” din hususunda kendilerine uyulacak liderler “kıldık.”

Kûfeliler: “Önderler” diye okumaktadırlar. en-Nehhas ise şöyle de­mektedir: Bu bütün nahivcilere göre bir lahindir. Çünkü bu aym kelimede iki hemzenin arka arkaya kullanılması demektir ve bu nahvin incelikli ko­nularından birisidir.

Bunun açıklaması şöyledir: Bu kelimenin aslı şeklindedir. Sonra “mim”in harekesi “hemze”ye verildikten sonra (ilk mim ikinci) “mim”e idgam edilmiş, ikinci “hem2e” de iki “hemze” arka arkaya gelmesin diye hafifietil-miştir. (Çünkü) iki ayrı harf halinde arka arkaya iki hemzenin gelmesi uzak (pek doğru olmayan) bir iştir. Tek bir harfte ise; Adem, diğer” ke­limelerinde ve benzerlerinde olduğu gibi, İkincisi hafifletilmedikçe caiz olmaz. “Bu, bundan daha önderdir” denilirken “vav”h da “ye”li de kullanılabilir. Bu açıklamalar daha önceden et-Tevbe Sûresi’nde (9/12. âyet, 7. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Bizim” bu hususta onlara verdiğimiz “emrimizle” bu emre binaen “hi­dâyete” insanları bize itaat etmeye “ileten önderler kıldık.” Buradaki “bizim emrimizle” buyruğunun “Bizim emrimize” anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Yani insanları Bizim dinimize ileten önderler kıldık.

Denildiğine göre kasıt peygamberlerdir. Bu görüş Katade’ye aittir. Bir di­ğer açıklamaya göre kasıt fukahâ ve İlim adamlarıdır,

“Sabrettiklerizaman” buyruğundaki: “Zaman” kelimesi umumiyet­le “lâm” harfi üstün, “mim” harfi de üstün ve şeddeli olarak okunmuştur, “Sab­rettikleri zaman” demektir. Ancak Yahya, Hamza, el-Kisaî, Halef ve Yakub’ dan rivayetle Ruveys; “Sabrettikleri için” diye okumuşlardır. Yani onlar sabrettikleri için Biz de onları önderler kıldık. Ebu Ubeyd de bu okuyuşu İbn Mes’ud’un;”Sabrettikleri için” şeklindeki “be” ile oku­yuşunu gözöntinde bulundurarak tercihe değer bulmuştur.

Burada sözü edilen “sabır” din üzere ve sıkıntılara karşı bir sabırdır. Dün­yadan uzak kalmakta sabır, diye de açıklanmıştır,

“Şüphesiz Rabbin… kıyamet gününde aralarında bizzat hüküm verecek­tir.” Yani mü’minler ile kâfirler arasında hüküm verecek ve herkese haket-tiği karşılığı verecektir. Peygamberler ile kavimleri arasında hüküm verecek­tir, diye de açıklanmıştır. Bunu da en-Nekkaş nakletmiştir. [44]

  1. Meskenlerinde gezip dolaştıkları kendilerinden önceki nice nesilleri helak etmemiz artık onları doğru yola iletmedi mi? Mu­hakkak bunda âyetler vardır. Hâlâ dinlemeyecekler mi?

“Artık onları doğru yola iletmedi mi?” buyruğunu Ebu Ab-durrahman es-Süiemî, Katade ve Yakub’dan Ebu Zeyd “nun” İle: “Onlara hidayet vermedik rai?” (anlamında) okumuşlardır. Bu (anlaşılması) açık bîr kıraattir. en-Nehhas şöyle demektedir: “Ya” ile (iletmedi mi, anlamında­ki kıraat) okuyuşun açıklanması zordur. Çünkü şöyle denilir: Fiilin mutlaka bir failinin olması gerekir, “İletmedi” fiilinin faili nerede? Nahivciier bu hu­susta birtakım açıklamalar yapmışlardır. el-Ferrâ der ki: Buradaki: “Ni­ce” lafzı “iletmedi” anlamındaki fiil ile ref mahallindedir. Ancak bu nahiv-cilerin: İstifham (soru edatlann)da da: “Nice” edatında da Önceki la­fızlar hiçbir şekilde amel etmezler, şeklindeki kanaatlerine aykırıdır.

Ebu’l-Abbas’ın görüşüne göre ise: “İletti” buyruğu: “Hida­yete delalet etmekte olup: “Hidayet onları hidayete ilet­medi mi?” demektir. Anlamın: “Allah onları hidayete iletme­di mi” şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ister “ya” ile okunsun, ister “nun” ile okunsun anlam birdir. Biz onlara kendilerinden önceki kâfir nesilleri helak ettiğimizi açıklamadık mı, demek olur. ez-Zeccac da şöyle de­mektedir: “Nice” lafzı, “Helak ettik” fiili ile nasb mahallindedir.

“Meskenlerinde gezip dolaştıkları” buyruğunda yer alan “gezip dolaş­tıkları” lafzındaki zamirin helak edilenlerin meskenlerinde yürüyenlere ait olma ihtimali vardır. İşte bunlar onların meskenlerinde yürümekte ve ibret almamaktadırlar, demek olur. Bu zamirin helak edilenlere ait olma ihtimali de vardır, o takdirde hal olur. Anlamı da: Onlar meskenlerinde yürümekte iken Biz onları helak ettik, şeklinde olur.

“Muhakkak bunda âyetler vardır. Hâlâ” Allah in âyetlerini “dinlemeye­cekler” ve öğüt almayacaklar “mı?” [45]

  1. Görmezler mi ki Biz suyu kupkuru yere süreriz de onunla hay­vanlarının ve kendilerinin yedikleri ekini bitiririz? Hâlâ görmez­ler mi?

“Görmezler mi ki Bii suyu kupkuru yere süreriz?” Yani bitkisi bulun­mayan kupkuru yere orayı canlandıralım diye suyu sürmemizdeki kudreti­mizin kemalini bilmezler mi?

ez-Zemahşerî dedi ki: “Kupkuru” bitkisi kesilip koparılmış yer de­mektir. Bu ise ya suyu bulunmadığından dolayı olur yahut ta orası otlanıla­rak bitkisinin sonu getirildiğinden dolayı olur. Bitki bitirmeyen çorak arazi­ye böyle denilmez. Burada yüce Allah’ın: “Onunla… ekini bitiririz” buyru­ğu delil teşkil etmektedir. İbn Abbas der ki: Bu, Yemen’deki bir yerdir. Mü-cahid dedi ki: Orası (Yemen’deki yerin adı) Ebyen’dir,

İkrime de: Sözkonusu edilen, yağmur yağmamış, kuraklaşmıs. yerdir, ed-Dalıhak ise: Kurak ve susuzluktan ölmüş yerdir. el-Ferrâ der ki: Bitkisi bu­lunmayan yerdir, demişlerdir. el-Esmaî de: Hiçbir şey bitirmeyen yer demek­tir, demiştir.

Muhammed b. Yezid dedi ki: “el-Curuz: Kupkuru” lafzının başına elif lam gelmiş olduğundan ütürü muayyen bir yerin adı olma ihtimali uzaktır. Bu­nunla birlikte “Abbas ve Dahhak” özel isimlerinin başına elif lam getirerek, el-Abbas ve ed-Dahhak diyenlerin görüşlerine göre Özel bir yer adı olması da mümkündür. Üstelik İbn Abbas’ıan gelen rivayet sahihtir ve tenkid edi­lecek bir tarafı yoktur. Diğer taraftan bu lafız bîr sıfattır. Marifenin sıfatı ise elif ve lam ile gelir. Bu kelime, “önüne gelen herşeyi yiyip bitiren, geriye bir şey bırakmayan adam” anlamındaki; den alınmıştır. Reeez veznin­de şair de şöyle demiştir:

“Aldatıcıdır, önüne geleni yer, acıktı mı da ağlar, Hurmayı yer, çekirdeğini atmaz.”

“Bulduğu herşeyi yiyen dişi deve” demektir. “Son derece kesici keskin kılıç”; Çekirgeler ekini toptan imha etti” anlamına gelmektedir. el-Ferrâ ve başkalarının naklettiklerine göre; “Kupkuru yer” denilir. “Cimrilik et­ti, arzu etti, korktu” üç fiili ile birlikte, bu dört fiilde de dört türlü söyleyiş vardır.

Rivayet edildiğine göre bu yerde nehir yoktur. Denizden de uzaktır. Her yıl nemli bir hava gelir ve yılda üç defa ekin ekerler. Yine Mücahid’den nak­ledildiğine göre burası Nil arazisidir.

“Onunla” o su ile “hayvanlarının” ot ve yonca gibi “ve kendilerinin” tane, sebze ve meyve t ürün den “yedikleri ekini bitiririz.”

“Hâlâ görmezler mi?” Bunu görüp bizim tekrar onları ölümden sonra di­riltmeye kadir olduğumuzu bilmezler mi?

“Bitiririz* buyruğu “süreriz” buyruğu üzerine atfedilmiş de olabilir. Ma­kabli (önceki) ile bağlantısı olmayan (munkatı1) bir ifade de olabilir. “Hay­vanlarının… yedikleri” sıfat olmak üzere nasb mahallindedir. [46]

  1. Derler ki: “Bu fetih ne zaman olur? Eğer doğru söyleyenler İseniz…”
  2. De ki: “Fetih gününde kâfirlere imanları fayda vermez. Onlara mühlet de verilmez.”

“Eterler ki: Bu fetih ne zaman olur? Eğer doğru söyleyenler iseniz” buy-ruğundaki: “Ne zaman?” ref konumundadır. Bununla birlikte zarf ola­rak nasb konumunda olması da mümkündür.

Katade dedi ki: Fetih, hüküm vermek demektir. el-Ferrâ ve el-Kutebî Mek­ke’nin fethini kastetmektedir, demişlerdir. Ancak, Mücahid’in yaptığı: Mak­sat kıyamet günüdür, şeklindeki açıklama, bundan daha uygundur.

Rivayet olunduğuna göre mü’minler; Yüce Allah kıyamet gününde aramız­da hüküm verecektir. İyilik yapana mükafat verecek, kötülük işleyeni de ce­zalandıracaktır, demişlerdi. Bunun üzerine kâfirler alay olmak üzere: Fetih günü ne zaman olacak? Yani bu hüküm verme ne zaman olacak? dediler.

Hakim’c “fâtih ve fettâh” da denilir. Çünkü eşyalar onun vasıtası ite feth olur (açılır ve biri diğerinden ayrılır). Kur’ân-ı Kerîm’de de; “Rabbimiz bizim­le kavmimiz arasında sen kak ile fethet (hüküm ver)” (el-A’raf, 7/89) diye buyurulmaktadır. Bu husus daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/76. âye­tin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

“De ki: Fetih gününde” buyruğunda (“gün” anlamındaki; “yevm” kelime­sinin) üstün gelmesi zarf olduğundan dolayıdır. el-Ferrâ merfu okunmasını da caiz görmüştür.

“Kâfirlere İmanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.” Eğer fe­tih gününden kasıt, Bedir günü yahut Mekke’nin fethedildiği gün ise, tevbe için onlara süre tanınmaz ve ertelenmezler. Çünkü Bedir’de öldürüldüler, Mek­ke’nin fethedildiği gün de kaçtılar, Halid b. el-Velid onlara yetişti ve yetiş­tiklerini öldürdü. [47]

  1. Artık onlardan yüz çevir ve bekle! Çünkü onlar da beklemekte olanlardır.

“Artık onlardan yüz çevir” buyruğunun şu anlama geldiği söylenmiştir: Sen onların cahilliklerinden yüz çevir ve enırolunduğun şekilden başkası ile onlara cevap verme!

“Ve bekle! Çünkü onlar da beklemekte olanlardır.” Yani Fetih gününü. Allah’ın senin lehine, onların aleyhine hüküm vereceği günü bekle.

İbn Abbas dedi ki: “Artık onlardan” yani Mekke’deki Kureyş müşrikle­rinden “yüz çevir.” Bu buyruk et-Tevbe Sûresinde yer alan ve kılıç kullan­mayı emreden: “Artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün” (et-Tevbe. 9/5) buyruğu ile nesholmuştur. “Ve bekle” yani Benim sana verdiğim sözü bekle! Bedir gününü bekle, anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Çünkü onlar da beklemekte olanlardır.” Zamanın başınıza getireceği musibetleri gözetlemektedirler.

Âyetin neshedilmemiş olduğu da söylenmiştir. Zira ateşkes ve buna ben­zer hususlar dolayısıyla savaşma emri bulunmakla birlikte yüz çevirmek sözkonusu olabilir. Buyruk, sen delili onlara açıkladıktan sonra onlardan yüz çevir ve bekle, çünkü onlar da beklemektedirler, diye de açıklamıştır. Şayet: Onlar kıyamet gününe İman etmedikleri halde, kıyamet gününü nasıl bek­lesinler? diye sorulacak olursa, buna iki şekilde cevab verilebilir:

1- Anlam şöyle olur: Onlar ölümü beklemektedirler. Ölüm ise kıyametin sebebleri arasındadır. O takdirde bu ifade bir mecaz olur,

2- Aralarında kıyamet hakkında şüphe eden olduğu gibi, iman edenleri de vardır, O takdirde bu buyruk, bu iki sınıfa da verilen bir cevab olur. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah’tır.

İbn es-Sümeykâ “Çünkü onlar da beklemekte olanlardır” anlamındaki buyrukta yer alan “zı” harfini (esreli değil de) üstün olarak: “Onlar beklenmektedirler” diye okumuştur. Bu okuyuş, Mücahid ve İbn Muhay-sın’dan da rivayet edilmiştir. el-Ferrâ dedi ki: Böyle bir okuyuş takdiri ve haz­fedilmiş bir ifade kabul edilmedikçe sahih olamaz. İfadenin takdiri de Onlar gözetlenmektedirler” şeklindedir. Ebu Hatim dedi kî: Sahih olan bu harfin esreli olduğudur, yani sen onların azablarını bekle, on­lar da senin helak oluşunu beklemektedirler.

Şöyle de denilmiştir: İbn es-Sümeyka’nın “zı” harfinin üstün ile doğru kab­ul ettiği kıraatin anlarrn şudur: Sen onların helak edilmelerini bekle, çünkü onlar helak edilişleri beklenilmesine layık olan kimselerdir. Yani onlar kaçınılmaz olarak helak olacaklardır ve sen bunu gözetle, çünkü semadaki melekler de onu beklemektedirler. Bu açıklamayı ez-Zemahşerî zikretmiştir ki, ei-Ferrâ’nın açıklamasının anlamı da budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Kuran

Secde Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.