Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

31 – Lokman Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

İki âyet dışında Mekke’de inmiştir. Katade dedi ki: Bu iki âyetin başı: “Eğer yerde olan bütün ağaçlar kalem olsa…” buyruğundan itibaren bir sonraki âye­tin sonuna kadardır. Ibn Abbas ise üç âyet müstesnadır demiştir. Bunların il­ki de: “Eğer yerde olan bütün ağaçlar…” âyetidir. Otuzdört âyet-i kerîmedir.

31 – Lokman Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Lokman Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

  1. Elif, Lâm, Mîm.
  2. Bunlar pek hikmetli Kitabın âyetleridir.

3- ihsan edenler için hidayet ve bir rahmettir.

  1. Onlar ki; namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve onlar âhirete kesin olarak iman edenlerdir.
  2. İşte onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felah bu­lanların tâ kendileridir.

“Elif, Lâm, Mîm. Bunlar pek hikmetli Kitabın âyetleridir.” Sûrenin başlangıçlarına dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

“Bunlar” mübtedâ takdiri ile ref ma hail indedir.

“Bunlar”ın yerine; “Bunlar pek hikmetli Kitab’ın âyetleridir” de denilir.

Kitab’tan kasıt, Kur’ân-ı Kerîm’dir. “Hakim” ise son derece sağlam ve muh­kem demektir. Herhangi bir gediği ve çelişkisi bulunmayan, tutarsızlığı ol­mayan demektir. Hikmetli diye açıklandığı gibi, hâkim (hükmeden) diye de açıklanmıştır.

“İhsan edenler İçin hidâyet ve bir rahmettir* anlamındaki buyruklar hal olarak nasb ile gelmişlerdir. Bu da “İşte size bir mucize ol­mak üzere Allah’ın dişi devesi” (eiA’raf, 7/73) buyruğunda olduğu gibidir. Medineliler, Ebu Amr, Âsim ve el-Kisaî’nin kıraati bu şekildedir. Hamza ise; “Bir hidayet ve bir rahmettir” diye merfû’ okumuştur. Bu da iki şekilde açıklanır, Birincisine göre, mübtedâ takdir edilir, çünkü bu, bir âye-cin başıdır, tkinci açıklamaya göre, bu; “(Jjhj; Bunlar”ın haberidir.

“İhsan et«n” ise; Yüce Allah’ı görüyormuşçasına Allah’a ibadet eden, ken­disi: Onu görmese dahi Allah’ın kendisini gördüğünü bilen kigi demektir. İh­san edici kimselerin, İslâm dininde ihsan edicilik durumunda olan kimseler olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “ihsan edi­ci olarak kendisini Allah’a teslim eden… kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir?” (en-Nisâ, 4/125)

“Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar” buyruğu sıfat konumundadır. Bu­nunla birlikte ka’1 üzere (önceki buyruklarla ilişkili kabul etmeyerek) ve: Onlar o kimselerdir ki…” anlamında merfû’ kabul edilmesi de mümkündür. “Yani” takdiri ile nasb halinde olması da mümkündür. Bu âyet-i kerime ile ondan sonraki âyete dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/3 ile 5. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde (mese­la el-Mâide, 5/55. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [2]

  1. İnsanlardan kimisi (insanları) bilgisizce Allah’ın yolundan sap­tırmak ve onları bir eğlence edinmek için boş sözleri satın alırlar. İşte onlar İçin horlayıcı bir azab vardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [3]

1- Boş Sözleri Satın Alanlar:

“İnsanlardan kimisi… boş sözleri satın alırlar” buyruğundaki; “Ki­misi” mübtedâ olarak ref raahallindedir, “Boş sö2ler”den kasıt ise, İbn Mes’ud, İbn Abbas ve diğerlerinin görüşlerine göre şarkı demektir. en-Neh-has dedi ki: O kitab ve sünnet ile yasaklanmıştır. İfadenin takdiri: Oyalayıcı olanı kim satın alır?” şeklindedir. Yüce Al­lah’ın: “(O) Kasabaya sor” (Yusuf, 12/82) gibi. Ya da ifadenin takdiri şöyle olabilir: Böyle bir kimse boş sözleri ancak satın alıp da buniara çokça bedel verdiğinden dolayı sanki bunları lehv için (boşu boşuna oyalanmak için) sa­tın almış gibidir[4]

Derim ki: İlim adamlarının şarkının mekruh oluşuna ve yasaklandığına da­ir delil gösterdikleri üç âyet-i kerîmeden birisi budur.

İkinci âyet-i kerîme yüce Allah’ın: “(Üstelik) oynayıp, eğlenirsiniz.” (en-Necm, 53/61) buyruğudur. İbn Abbas dedi ki: Burada Hİmyerlüerin lehçe­sinde şarkı demektir. Mesela; Btze şarkı söyle” demektir. (Ki âyet-İ kerîmedeki lafız ile aynı köktendir).

Üçüncü âyet-i kerîme ise yüce Allah’ın: “Onlardan gücünün yettiği kim­seleri sesinle yerinden oynat” (ei-İsra, 17/64) buyruğudur. Mücahid dedi ki: Bunlar şarkı ve çalgı aletleridir. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İs-ra Sûresi’nde (17/64. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Tirmizî’nin rivayetine göre Ebu Umame, Kasûlullah (sav)’ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: “Şarkıcı cariyeleri satmayınız, satın almayınız. On­lara (bu işi) öğretmeyiniz. Böylelerinin ticaretinde de hayır yoktur, onların karşılığında alınacak olan para da haramdır. İşte şu: “İnsanlardan kimisi bil­gisizce Allah’ın yolundan saptırmak için boş sözleri satın alırlar” âyeti ben­zeri hususlar için nazil olmuştur.” Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadis ga-ribtir. Sadece el-Kasım, Ebu Umame yoluyla rivayet edilmiştir. el-Kasım, si­ka (güvenilir) bir ravidir. Ali b. Yezid ise hadis noktasında zayıf kabul edil­mektedir. Bu açıklamayı da Muhammed b. İsmail (el-Buhârî) yapmıştır.[5]

İbn Aliyye dedi ki: İbn Mes’ud, İbn Abbas ve Cabir b. Abdullah da böylece (bu âyeti) tefsir etmişlerdir. Bu açıklamayı ayrıca Ebu’l-Ferec el-Cevzî, el-Hasen’den, Saİd b. Cübeyr’den, Katade ve en-Nehaî’den de nakletmiştir.

Derim ki: Bu, bu âyet-i kerîme hakkında yapılmış en üstün açıklamalar­dır. Hatta bu hususta İbn Mes’ud üç defa kendisinden başka ilah olmayan Al-* lah adına yemin ederek bunun şarkı hakkında olduğunu söylemiştir.

Said b. Cübeyr, Ebu’s-Sahbâ el-Bekrî’den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Abdullah b. Mes’ud yüce Allah’ın: “İnsanlardan kimisi… boş sözleri sa­tın alırlar” âyeti hakkında soru sorulunca şöyle demiş: Bu boş sözler, ken­disinden başka hiçbir ilah olmayan Allah adına yemin ederim ki şarkıdır de­yip, bu sözlerini üç defa tekrarlamıştır[6]

Yine İbn Ömer’den bunun şarkı olduğunu söylediği rivayet edilmiştir. İk-rime, Meymun b. Mİhran ve Mekhul de böyle demişlerdir.

Şu’be ve Süfyan’ın, el-Hakem ile Hammad’dan bu ikisi İbrahim’den şöy­le dediğini rivayet etmişlerdir: Abdullah b. Mes’ud dedi ki: Şarkı kalbte mü­nafıklığın yeşermesine sebebtir, Mücahid de böyle demiş ve şunları eklemiş­tir: Âyet-i kerîmede geçen boş söz şarkı ve buna benzer batıl şeyleri dinle­mektir.

el-Hasen dedi ki: Boş söz çalgı ve şarkıdır el-Kasım b. Muhammed de de­di ki: Şarkı batıldır, batıl da ateştedir.

İbnu’l-Kasım dedi ki: Ben Malik’e şarkı hakkında soru sordum da şöyle dedi: Yüce Allah: “Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne var?” (Yunus, 10/32) diye buyurmaktadır. Peki, o bir hak mıdır?

Buhârî şöyle bir bab başlığı açmıştır: “Herbir lehvin (boş işin) yüce Allah’a itaatten alıkoyduğu takdirde batıl olduğu ve: Arkadaşına gel seninle kumar oynayayım, diyen kimse ile yüce Allah’ın: “İnsanlardan kimisi bilgisizce Al­lah’ta yolundan saptırmak ve onu bir eğlence edinmek için boş sözleri sa­tın alırlar” buyruğuna dair bir bab.[7]

Buhârî’nin (Allah’a itaatten alıkoyduğu takdirde) kaydı yüce Allah’ın: “Allah’ın yolundan saptırmak için” buyruğundan ilham alınarak belirtilmiştir.

Yine ei-Hasen’den nakledildiğine göre “boş söz (lehvu’l-hadis)” küfür ve şirk demektir. Bazıları ise, batıl ehli ve oyun peşinde olanların kendisiyle oya­lanıp, vakit geçirdiği sözler diye yorumlamışlardır.

Denildiğine göre; âyet-i kerîme en-Nadr b. el-Hâris hakkında nazil olmuş­tur. Çünkü o Rüstem ve İsfendiyar gibi kimselere ait Acem (İranlı)lanh ki-tablannı satın almıştı. en-Nadr, Mekke’de oturur, Kureyşliler: Muhammed böyle dedi, dediler mi, o da buna güler ve kendilerine Pers hükümdarlarının ba­şından geçen olayları anlatır ve şöyle dermiş: Benim bu anlattıklarım Muham-med’in sözlerinden daha güzeldir. Bunları el-Ferra, d-Kelbî ve başkaları nak­le tmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre; en-Nadr şarkıcı cariyeler satın alır ve müslü-man olmak isteyen bir kişiyi buldu mu mutlaka bu şarkıcı cariye ile birlik­te o kimsenin yanına gider ve ona: Yedir, içir ve şarkı söyle derdi. Sonra da şunları söylerdi: İşte bu Muhammed’in seni kendisine davet ettiği namazdan, oruçtan ve onun önünde fedakarlık edip çarpışmandan daha iyidir, Bu ve bi­rinci görüşe göre satın almanın mahiyeti açıkça anlaşılmaktadır.

Bir başka kesim de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerîmede satın almak bir istiaredir. Kureyşlilerin sohbetlerindeki konuşmaları İslâm ile oyalanmaları, söze dalmaları ve kendilerini batıla kaptırıp, gitmeleridir.

İbn Atiyye dedi ki: Buna göre yapılması gereken işi terkedip, bu münker-leri işlemek, onları satın almak demek olur. Yüce Allah’ın: “İşte onlar hida­yet karşılığında sapıklığı satın almış olanlardır” (el-Bakara, 2/16) buyru­ğunda olduğu gibi. Yani onlar imanı verip, karşılığında küfrü satın almışlar. Bu da onların imanı küfre değiştirmelerini ve küfre tercih etmelerini ifade eder. Mutarrif dedi ki: Boş sözün satın alınması, onun çağrısının kabul edil­mesi demektir. Katade: Belki de bu hususta herhangi bir mal harcamaz; fa­kat onu dinlemek, onu satın almak demektir, diye açıklamıştır.

Derim ki: Birinci görüş bu hususta yapılmış açıklamaların en uygun ola­nıdır. Çünkü bu hususta hem merfu bir hadis vardır, hem de aynı konuda as-hab ile tabiinden gelmiş görüşler bulunmaktadır.

es-Salebî ile el-Vahidî az önce zikrettiğimiz Ebu Umame hadisinde şun­ları da kaydetmektedirler: “…Bir adam yüksek sesle şarkı söyleyecek oldu mu, mutlaka Allah onun üzerine iki şeytan gönderir. Bunlardan birisi bu omuzu üzerinde, diğeri de öteki omuzu üzerinde (oturur) ve kendisi susuncaya ka­dar bu iki şeytan ayaklarını vurmaya devam eder dururlar. “[8]

Tirmizî ve başkaları da Enes ve başkalarının rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İki ses vardır ki, lanete uğramıştır ve günahkârdır­lar. Ben o iki sesi de yasaklıyorum: Biri zurna ile nağme ve sevinç esnasın­da şeytanın sesi ve musibet esnasındaki bir sarsıntı ile yanaklara vurup ya­kalan yırtmak halinde (feryad, ağıt) sesi.”[9]

Cafer b. Muhammed babasından, o dedesinden, o Ali (selam ona)’dan şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ben zurnaları (çalgı âletlerini) kırmakla gönderildim.” Bu hadisi Ebu Talib el-Gaylanî rivayet etmiştir. [10]

İbn Buşra’nm, İkrime’den, onun İbn Abbas’tan rivayet ettiğine göre Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben zurna ve davulları kırıp dökmek ile gönderildim. “[11]

Tirmizî’nin de rivayet ettiğine göre Ali (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ümmetim on beş hasleti işleyecek oldu mu artık bela gelip, on­ları bulur… Ümmetim şarkıcı cariyeler ve çalgı aletleri edindiği vakit.,”[12]

Ebu Hureyre yoluyla gelen hadiste de; “Çalgıcı cariyeler ile çalgı aletleri ortaya çıktığı vakit”[13] denilmektedir.

İbnu’l-Mübarek, Malik b. Enes’ten, o Muhammed b. el-Münkedir’den, o En es b. Malik’ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyur­du ki; “Kim bir şarkıcı kadını dinlemek için oturacak olursa, kıyamet günün­de kulaklarına kurşun dökülecektir.”[14]

Esed b. Musa, Abdu’l-A2iz b. Ebi Seleme’den, o Muhammed b. el-Münke­dir’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize ulaştığına göre yüce Allah kı­yamet gününde şöyle buyuracaktır: ” Nerede kendilerini ve kulaklarını boş sözlerden ve şeytanların zurnalarından u2ak tutan kullarım? Onları misk bah­çelerine yerleştirin ve kendilerine Benim rızamı onların üzerine yağdırdığım, haber vertn.”[15]

İbn Vehb, Malik’ten, o Muhammed b. el-Münkedir’den bunun bir benze­rini rivayet etmektedir. Aynca “miskten bahçeler” ifadesinden sonra şöyle de­mektedir: Sonra da meleklere şöyle der; “Onlara Bana hamdi, şükrü ve se­nayı işittiriniz. Kendilerine, kendileri için herhangi bir korku bulunmadığı­nı ve onların üzülmeyeceklerini haber veriniz.”[16]

Bu man’a Ebu Musa el-Eş’arî’den nıerfu olarak da rivayet edilmiş ve bu­na göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim bir şarkı sesine kulak ve­rip dinleyecek olursa, ona ruhanilerin sesini işitmeye izin verilmez.” Ruha­niler kimlerdir, ey Allah’ın Rasûlü? denilince, şöyle buyurdu: “Bunlar cennet ehlinin okuyucularıdır.” Bu hadisi Tirmizi el-Hakim Ebu Abdillah, Nevâdi-ru’l-Usul adlı eserinde rivayet etmiştir.[17] Biz “et-Tezkire” adlı eserimizde bu­nun benzerleri ile birlikte şunu da zikrettik: “Kim dünyada şarab içecek olur­sa, âhirette onu inmeyecektir.[18] Kim dünyada ipek giyerse, âhirette onu giy­meyecektir” ve buna benzer daha başka rivayetler. Bütün bunlar orada açıkladığımız üzere mana itibariyle sahih rivayetlerdir.

Mekhul’ün rivayetine göre Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Rasûkıllah (sav) buyurdu ki: “Her kim öldüğünde yanında şarkıcı bir cariye bulunuyor ise, onun cenaze namazını kılmayınız.”[19]

İşte bu ve daha başka rivayetler sebebiyle ilim adamları, şarkının haram olduğunu söylemişlerdir ki; bu da bir sonraki başlığımızın konusunu teşkil etmektedir, [20]

2- Şarkının Hükmü:

İlim adamlarının haram olduğunu söyledikleri şarkı bu hususta meşhur olanların alışageldikleri, nefisleri harekete getiren, hevâ ve kadınlara şevk ar­zularını uyandıran, yerinde duranı harekete getirip, saklı olanı ortaya çıkar­tan hayasızca ifadelerdir. Bu tür ifadeler eğer kadınları sözkonusu eden, gü­zelliklerini anlatan şiirler halinde olup sarakan söz ediyor, haramları sözko­nusu ediyorsa, bunun haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü boş söz ve yerümiş olan şarkıcılığın bu olduğu hususunda ittifak vardır.

Sözü geçen bu sakıncalardan uzak ifadelerin yer aldığı nağmelere gelin­ce, sevinç zamanlarında bunun az miktarda olanı caizdir. Düğün, bayram, zor iğlere karşı gayrete getirmek gibi haller böyledir. Hendeğin kazılması esna­sında söylenen ezgilerle, Enceşe ile Seleme b. el-Ekva’ın ezgileri bu kabil­dendir. Günümüzde sufilerin bidat olarak ortaya çıkardıkları kaval, tef, vurmalı sazlar ve telli sazlardan oluşan çeşitli şarkı ve çalgı aletlerini dinle­me tiryakiliğine gelince; bu haram bir şeydir,

İbnu’l-Arabî der ki: Savaş davulu çalmakta bir mahzur yoktur. Çünkü bu nefislere sebat, düşmanlara korku verir. Çoban kavalları (yaraa) hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Zilsiz tef ise mubahtır. el-Cevherî dedi ki: Çobanın çaldığı kamıştan kavala Araplar heyraa da derler, yaraa da derler. el-Kuşey-rî dedi ki: Peygamber (sav)’in Medine’ye girdiği gün önünde tef vurulmuş. Ebubekİr bunu önlemek isteyince, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “On­ları bırak ey Ebubekİr! Ta ki yahudtler bizim dinimizin geniş olduğunu bilsinler.” Bu kızlar teflere vuruyor ve bu arada:

“Biz kızlarıyız Neccaroğullarmın,

Muhammed en güzelidir komşuların” diyorlardı.

Nikâh (düğün) de davulun def gibi olduğu söylenmiştir. Nikâhın ilanını yaygınlaştıran sair aletlerin de güzel sözlerle ve çirkin ifadeler taşımayan güf­telerle birlikte kullanılması da caizdir. [21]

3- Şarkı île Uğraşmak Sebebiyle Şahitliğin Reddolunacağı ve Olmayacağı Haller:

Sürekli olarak şarkı ile uğraşmak, şahitliğin reddolunmasına sebep teşkil eden bir sefihliktir. Eğer bu devamlı surette değil ise, şahitliğin reddolun­masına sebep değildir. İshak b. İsa et-Tabba’ dedi ki: Ben Malik b. Enes’e Me-dinelilerin şarkıcılığa ne kadar ruhsat verdiklerine dair soru sordum. O da: Bizim bulunduğumuz yerde bu işi ancak fasıklar yapar, diye cevap verdi.

Ebu’t-Tayyib Tahir b. Abdullah et-Taberî de şöyle demektedir: Malik b. Enes’e gelince, o şarkı söylemeyi ve onu dinlemeyi yasaklamış ve şöyle de­miştir: Bir kimse bîr cariye satın alır da onun şarkıcı olduğunu görürse, ayb (kusur) dolayısıyla onu geri çevirmek hakkına sahiptir. Diğer Medineti ilim adamlarının görüşü de budur. Ancak Zekeriya es-Sacî’nin İbrahim b. Sa’d’dan, naklettiğine göre o, bu hususta bir sakınca görmüyormuş.

İbn Huveyzîmendad dedi ki: İmam Malik’e gelince, ondan nakledildiği­ne göre o bu işi bilen birisi İdi ve onun kabul ettiği görüş, bu işin haram ol­duğu doğrultusundaydı. Ondan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben genç bir delikanlı iken bu sanatı öğrendim. Annem bana: Oğulcağızım dedi. Bu sa­nata yüzü güzel olanlar uygun düşer, sen ise böyle değilsin. Bunun yerine git, dini ilimleri tahsil etmeye bak. Ben de Rabia’nın sohbetinde bulundum ve yüce Allah bunda büyük bir hayır takdir etti.

Ebu’t-Tayyib et-Taberî dedi ki: Ebu Hanife’nin mezhebinde ise o, nebiz içmeyi mubah kılmakla birlikte, şarkıcılığı mekruh görür ve şarkı dinleme­yi günahlardan sayardı. Diğer Kufeîilerin görüşü de böyledir. İbrahim, eş-Şa’bî, Hammad, es-Sevrî ve diğerleri gibi. Bu hususta onlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde bu işin mekruh olup bunun men oluna­cağı hususunda Basrah ilim adamları arasında da görüş ayrılığı bulunmamak­tadır. Ancak Ubeydullah b. Hasen el-Anberî’den rivayet edildiğine göre o, bunda bir sakınca görmezmiş.

(Ebu’t-Tayyib devamla) dedi ki: Safînin bu husustaki görüşüne gelince, o şöyle demiştir: Şarkı batıla benzer bir mekruhtur. Kim bu işi çokça yaparsa, o kimse sefihtir ve bundan dolayı şahitliği reddedilir.

Ebu’I-Ferac el-Cevzî mezhebinin İmamı Ahmed b. Hambel’den üç rivayet zikretmektedir: Mezhebimize mensub ilim adamları Ebubekir el-Hal)al ile ar­kadaşı Abdu’l-Aziz’den şarkının mubah olduğunu zikretmişler ve onlar bu­nunla kendi dönemlerinde bulunan kasideler ve zühde teşvik edici şiirlere işaret etmişlerdir. İmam Ahmed’in mekruh görmediğine dair rivayetler bu şe­kilde yorumlanır. Kendisine ölen bir adamın geriye bir çocuk ve şarkı söy­leyen bir cariye bırakarak bu çocuğun şarkıcı cariyenin satılmasına ihtiyaç duyması halinde durumun ne olacağına dair sorulan soruya verdiği şu cevap delil teşkil etmektedir: Böyle bir cariye şarkıcı diye değil, vasıfsız diye satı­lır. Ona: Ama o (bu haliyle) otuzbin eder fakat vasıfsız diye satılacak olur­sa ancak yirmibin eder denilince o da: Ancak vasıfsız diye satılabilir demiş­tir. Ebu’I-Ferac dedi ki: Ahmed’in bunu söylemesinin sebebi şudur: Çünkü böyle bir şarkıcı cariye zühd kasidelerini nağmeli söylemiyordu. Aksine o aşk duygularını harekete getiren, neşelendirin güfteleri şarkı olarak söylüyordu.

İşte bu, şarkının sakıncalı olduğuna bir delildir. Zira sakıncalı olmasay­dı, yetimin aleyhine bir mali zararın kabulü caiz olamazdı. İşte bu da Ebu Tal-ha’nın Peygamber (sav)’a: Benim yanımda yetimlere ait bir şarap vardır, de­mesine; Peygamber’in de ona: “O şarabı dök” diye cevab vermesine benze­mektedir. Şayet bu şarabın yetimlerin menfaatine kullanılması caiz olsaydı, elbetteki yetimlerin mallarının boşa dökülmesi emrini vermezdi.

et-Taberî dedi ki: Çeşitli bölgelerdeki ilim adamlarının icmaı ile şarkı mek­ruhtur ve ondan alıkonulur. Bu hususta İbrahim b. Sa’d ve Ubeydullah el-An-berî cemaate muhalefet etmişlerdir. Rasûlullah (sav) ise şöyle buyurmuştur: “Sizler en büyük kalabalığa uymaya bakınız.”[22] “Her kim cemaatten ayrıla­cak olursa bir cahiliye ölümüyle ölür.”[23]

Ebu’l-Feîac dedi ki: Bizim mezhebimize mensub el-Kaffal Şarkıcı ve rakkasın şahitliği kabul olunmaz, demiştir.

Derim ki: Bu hususun caiz olmadığı böylelikle sabit olduğuna göre; bu­nun için ücret almak da caiz değildir. Ebu Ömer b. Abdi’1-Berr ise şarkıcılık karşılığında ücret almanın haram olduğu hususunda icma bulunduğunu id­dia etmektedir. Buna dair açıklamalar daha Önce el-En’âm Sûresi’nde: “Gay-bm anahtarları O’nun yanındadır” buyruğu açıklanırken (el-En’am, 56/59. âyet, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu kadar açıklama da yeterlidir. [24]

4- Şarkıcı Cariyelerin Şarkılarını Dinlemenin Hükmü:

Kadı Ebubekr b. el-Arabî dedi ki: Şarkıcı cariyeleri dinlemeye gelince, ki­şinin kendi üz cariyesinin şarkılarını dinlemesi caizdir. Çünkü böyle bir ca­riyenin ne zahirînden, ne batınından ona haram olan bir tarafı yoktur. Onun sesinden lezzet alması nasıl yasaklanabilir? Ancak kadınların erkeklerin önünde açılması, mahremiyet perdelerinin kaldırılması ve kötü sözlerin işi­tilmesi ise caiz değildir. Şayet bu sınırlar çiğnenip helal olmayacak işler ya­pılırsa, caiz olmayan şeyler işlenirse, o takdirde böyle bir iş başından beri ya­saklanır ve kökünden sökülüp atılır,

Ebu’t-Tayyib et-Taberî der ki: Mahrem olmayan bir kadından şarkı dinle­meye gelince; Şafiî mezhebine mensub ilim adamları caiz değildir, demişler­dir. Bu kadın ister hür olsun, İsterse köle farketmez. Şafiî de şöyle demek­tedir: Cariyesi bulunan bir kimse şarkı dinletmek için başkalarını toplayacak olursa, bu kimse bir sefihtir, onun şahitliği reddedilir. Daha sonra böyle bi­risi hakkındaki sözlerini daha da ağırlaştırarak: Böyle bir iş deyyusluktur, de­miştir. Böyle bir cariyeye sahip olan kimseyi sefih kabul etmesi, insanları ba­tıla davet etmiş olmasından ötürüdür, İnsanları batıla davet eden bir kimse ise sefih demektir. [25]

5- Boş İşleri Satın Alanların Gayeleri:

“Allah’ın yolundan saptırmak… İçin” buyruğunda yer alan; “Saptırmak için” lafzı genellikle “ye” ötrelİ olarak okunmuştur. Başkalarını hidayete giden yoldan saptırmak için, demektir. Bir kimse başkasını da saptıracak olursa, kendisi de sapmış olur.

İbn Kesir, İbn Muhaysın, Humeyd, Ebu Amr, Ruveys ve İbn Ebi İshak ise lazım fiil olarak “ye” harfini üstün okumuşlardır ki, “bizzat kendisi sapsın di­ye” anlamına gelir.

“Ve onları bir eğlence edinmek için” anlamındaki buyruğun; “Onları edinmek için” lafzını Medineliler, Ebu Amr ve Âsim “ki­misi… satın alır” buyruğuna atfederek ref ile okumuşlardır. Bununla birlik­te böyle bir okuyuşa göre bu fiil, müste’nef (yeni bir cümle) de olabilir.

el-A’meş, Hamza ve el-Kisaî ise bunu: “Saptırmak… için” lafzına atfederek nasb ile okumuştur. Her iki şekle göre de: “Bilgisizce” buyruğu üzerinde vakıf güzel olmaz. Vakıf: “eğlence edinmek” laf­zı üzerinde yapılır.

“Onları edinmek İçin” buyruğunda zamir âyetlere aittir. Bu zamirin “Al­lah’ın yohTna ait olması da mümkündür. Çünkü “yol (anlamındaki; sebil)” kelimesi müennes de, müzekker de kullanılabilir.

“İşte onlar İçin horlayıcı” yani onları küçültücü, son derece çetirrbir az-ab vardır.” Şair şöyie demektedir:

“Sen gidip hristiyanlara korku ile sığındın,

Salib (hac) son derece hor kılıcı azab ile karşılaştıktan sonra.” [26]

  1. Okimseye âyetlerimiz okunduğu zaman güya iki kulağı sağırmış da bunları işitmemiş gibi büyüklenerek yüz çevirir. Sen ona çok acıklı bir azabı müjdele!

“O kimseye âyetlerimiz” yani Kur’ân-L kerîm kunduğu zaman güya iki kulağı sağırmış da” sanki kulakları ağır ve sağır imiş de “bunları işitmemiş gibi büyüklenerek yüz çevirir.” Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En’âm, 6/25. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Sen ona çok acıklı bir azabı müjdele!” Bu buyruğa dair açıklamalar da­ha Önceden geçmiş bulunmaktadır[27]

  1. Muhakkak iman edip salih ameller işleyenler için Naîm cennet­leri vardır.

9- Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, Allah’ın hak vaadidir. O, Aziz­dir, Hakîmdİr.

“Muhakkak İman edip salih ameller İşleyenler İçin Naim cennetleri var­dır.” Yüce Allah kâfirlerin azabını sözkonusu ettikten sonra mü’mini erin maz-har olacakları nimetleri sözkonusu etmektedir.

“Onlar orada ebedi” devamlı, temelli “kalıcıdırlar. Bu Allah’ın hak va­adidir.” Yüce Allah onlara bunu hak olarak vaadetmiştir ve bu vaadinden cay­ması sözkonusu değildir,

“O, Azizdir, Hakimdir.” Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Ba-kara, 2/32. âyet ve 129. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [28]

  1. O, gökleri, onları gördüğünüz şekilde, direksiz yarattı. Sizi sal­lamasın dîye yere de yüksek ve sabit dağlar koydu. Orada her canlıdan yaydı. Gökten de bir su İndirip orada her türden gü­zel bitkiler bitirdik.
  2. Bunlar Allah’ın yarattığıdır. Haydi O’ndan başkasının ne yarat­tığını gösterin bana. Hayır, zalimler apaçık bir sapıklık içinde­dir.

“O, gökleri, onları gördüğünüz şekilde, direksiz yarattı” buyruğunda yer alan: “Onları gördüğünüz” buyruğu “direk” lafzına sıfat olmak üzere cer rnahallindedir. Buna göre görülmemekle birlikte direklerin var ol-mast mümkündür. Diğer taraftan “gÖkler”den hal olarak nasb mahallinde de olması mümkündür. O takdirde hiçbir şekilde direklerin varlığından sözedİ-lemez.

en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman’ı şöyle derken dinledim: Evla olan “gördüğünüz” anlamındaki lafzın müste’nef (yeni bir başlangıç) olması ve ortada herhangi bir direğin bulunmamasıdır. Bu açıklamayı Mekkî yapmış­tır. Bu durumd.a “direksiz” anlamındaki lafızda ifade tamam olmaktadır. Bu âyet-i kerîmeye dair açıklamalar daha önceden er-Ra’d Sûresi’nde (13/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Sizi sallamasın diye yere de yüksek ve sabit dağlar koydu” buyruğun-

daki: “Sallamasın diye” buyruğu nasb mahallindedir. Sizi sallama­sını istemediğimizden ötürü, demektir. Kufeliler ise bunu; “Salla­masın diye” takdiriyle kabul etmektedirler[29]

“Orada her canlıdan yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her tür­den güzel bitkiler bitirdik” buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas’ın, güzel olan herbir renkten bitirdik, diye açıklaması nakledilmiştir. eş-Şa’bî maksadın, in­sanlar olduğu kanaatine sahip olup böylece yorumlamıştır, Çünkü insanlar yerden yaratılmışlardır. O şöyle demiştir: İnsanlar arasından cennete giden kimse, güzel bitki demektir. Onlardan cehennem ateşine gidecek olan kim­se de adi ve bayağı kimse demektir. Bir başkası ise bunu nutfenin toprak-tan yaratılmış olduğu şeklinde yorumlamıştır. Kur’ân’ın zahiri de buna de­lâlet etmektedir.

“Bunlar Allah’ın yarattığıdır” buyruğu mübtedâ ve haberdir. Burada: “Yaratık” anlamındadır. Yani sizin görmekte olduğunuz şeylerden olup sözünü ettiğimiz bütün bunlar; “Allah’ın yarattığı” yani Allah tarafın­dan herhangi bir ortağı bulunmaksızın yaratılmıştır. O halde ey müşrikler top­luluğu “haydi, O’ndan başkasının” putların, heykellerin “ne yarattığını gös­terin bana! Hayır, zalimler” yani müşrikler “apaçık bir sapıklık” apaçık bir hüsran “içindedir.”

“Ne yarattığını” anlamındaki buyrukta yer alan: “Ne” soru anlamın­da olup, mübtedâ olarak ref mahallindedir. ise dşiJO anlamında olup onun haberidir. Yarattı” lafzı ise hazfedilmiş bir “he” zamiri üzerin­de (zamiri mef’ul kılmak suretiyle) amel etmiştir.

Bunun da takdiri: O’ndan başkalarının neyi yaratmış olduklarını bana gösterin” şeklindedir. Cümle “bana gösterin” anlamındaki fiil ile nasb mahallindedir. “Yarattı” anlamındaki fiil ile birlik­te “he” zamiri gizli olup; aittir. O halde O’nun dışındaki kimselerin yaratmış oldukları şeyleri bana gösterin” demektir. İşte bu görüşü kabul edenlere göre: “Sen ne öğrendin? Nahiv mi yoksa şiir mi?” denilir. Bununla birlikte: ‘ın “Bana gösterin” ile nasb mahallinde ve; ‘in zaid olması da mümkündür. Bu gö­rüşe göre İse (merfu olarak değil de) nasb ile: “Ne öğrendin? Nah­vi mi, yoksa şiiri mi?” denilir. [30]

  1. Andolsun Biz, Lukman’a hikmeti verdik; “Allah’a şükret” diye (emrettik). Kim şükrederse ancak kendisi için şükreder. Kim de nankörlük ederse, muhakkak Allah muhtaç değildir, hamde layık olandır.

“Andolsun Biz, Lukman’a hikmeti verdik” buyruğunda (biri Lukman, di­ğeri hikmet olmak üzere) iki nıef ul vardır. “Lukman” kelimesinin munsarıf olmayışının sebebi, sonunda zaid “elif ve “nun” bulunmasıdır. O bakımdan müennesi fu’lâ vezninde gelen “fu’lân” veznindeki kelimelere benzemekte­dir. Bu gibi kelimeler ise marife (belirtili) oldukları takdirde munsarıf olmaz­lar. Çünkü bu, ikinci bir ağırlık oiur. Nekre olmaları halinde munsarıf olma­ları ise iki ağırlıktan birisinin ortadan kalkmış olmasıdır. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

Lukman’ın babasının adı Bâûrâ, onun Nâhûr, onun Tareh’dir ki, bu da İb­rahim’in babası Âzer’dir. Nesebini Muhammed b. İshak böylece vermektedir.

Nesebinin Lukman babası Anka, babası Serûr olduğu da söylenmiştir. O Eyle ahalisinden Nuyalıdır. Bunu da es-Süheylî zikretmiştir.

Vehb dedi ki; Lukman, Eyyub’un kızkardeşinin oğlu idi, Mukatil de şöy­le demektedir; Lukman’in, Eyyub’un teyzesinin oğlu olduğu zikredilir.

ez-Zemahşerî de şüyie demiştir: Lukman’ın babasının adı Bâûrâ olup Eyyub’un kızkardeşinin oğlu ya da teyzesinin oğludur. Âzer’in çocuklarından olduğu da söylenmiştir. Bin yıl bir süre kadar yaşamış, Dâvûd (a.s) ona ye­tişmiş ve ondan ilim öğrenmiştir. Dâvûd (a.s)’ın peygamber olarak gönde­rilmesinden önce fetva verirdi. Ancak ona peygamberlik verilince, fetva vermeyi kesti. Kendisine bu husus hatırlatılınca bu sefer: Bu konuda benim fetvama ihtiyaç kalmayıp yükümlülükten kurtarılmış olduğuma göre; ben böy­le bir şeyi nasıl kabul etmem, demiştir.

el-Vaki dî der ki: Lukman, İsrail oğulları arasında hakimlik yapardı. Said b. el-Müseyyeb de şöyle demiştir: Lukman, Mısır siyahilerinden, kalın dudak­lı, siyahi bir kişi idi. Yüce Allah ona hikmeti vermiş, ancak peygamberlik ver­memişti. Te’vil alimlerinin çoğunluğu onun Allah’ın veli bir kulu ulup pey­gamber olmadığı şeklindeki bu görüşü benimsemişlerdir.

İkrime ve eş-Şa’bî onun peygamber olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşe göre burada “hikmef’ten kasıt, peygamberlik olur. Doğrusu ise onun yüce Allah’ın öğrettiği hikmet dolayısıyla hakîm bir adam olduğudur.

Hikmet ise itikadı konularda dinde fakihlikte (bilgi sahibi olmakta) ve ak­lî hususlarda doğruluk demektir. îsrailoğullan arasında hakimlik yapardı. Si­yah tenli, ayaklan çatlak ve kalın dudaklı yani dudakları büyük bir kişi idi. Bu açıklamayı da İbn Abbas ve başkaları yapmışlardır.

İbn Ömer yoluyla gelen hadiste o şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Lukman bir peygamber değildi. Fakat o çokça tefekkür eden, oldukça güzel bir yakın (kesin inanç) sahibi bir kimse idi. Yü­ce Allah’ı sevmişti, Allah da onu sevmiş, bu bakımdan ona hikmeti lütfetmiş­ti. Onu hak İle hükmeden bir halife olmak hususunda da muhayyer bırak­mıştı. O da şöyle demişti: Rabbim, eğer sen beni muhayyer bırakıyor isen, ben esenlikte olmayı kabul eder ve belayı terk ederim. Eğer benden kat’î ola­rak halife olmamı istiyor İsen, bunu da dinleyip itaat ederim. Çünkü Sen be­ni o zaman koruyacaksın.” Bunu İbn Atiyye zikretmektedir.

es-Sa’lebî aynca şunu ilave etmektedir: Melekler ona kendilerini görmek-sizin şu şekilde seslendiler: Neden (kabul etmedin) ey Lukman? Şu cevabı ver­di: Çünkü hakim (yönetici) olan kimse en zorlu ve en bulanık bir konum­dadır. Her yerden zalim onun yanına gelir. Eğer Allah tarafından ona yardım olunursa, kurtulması muhakkak ki umulur. Fakat hata edecek olursa, bu se­fer cennet yolunu şaşırmış olur. Dünyada zelil olan bir kimsenin bu hali, şe­refli bir kimse olmasından hayırlıdır. Dünyayı âhirete tercih eden bir kimse­yi dünya kabul etmeyeceği gibi, âhiretten de bir nasib almaz. Melekler onun bu mantıkinin güzelliğinden hoşlandılar. Derken bir uykuya daldı, ona hikmet verildi. O uyandığında bu hikmet ile konuşuyor idi.

Ondan sonra Davud’a seslenildi. Dâvûd bu işi yani halifeliği kabul etti ve Lukman’in koştuğu şartlan o koşmadı. O bakımdan Dâvûd birden çok hata yaptı. Bütün bunları da yüce Allah affediyordu.

Lukman sahib olduğu hikmetiyle Davud’a vezirlik yapıyordu. Dâvûd ona: Ne mutlu sana ey Lukman! Sana hikmet verildi ve senden bela uzaklaş­tırıldı,, dedi.

Davud’a ise halifelik verilmiş, fakat belâ ve fitnelerle smanmıştı.

Katade dedi ki: Yüce Allah Lukman’ı peygamberlik ile hikmet arasında mu­hayyer bıraktı, o hikmeti peygamberliğe tercih etti. Cebrail (a.s) kendisine uykuda olduğu bir sırada geldi ve üzerine hikmeti saçtı. Sabahı ettiğinde o hikmet gereği konuşuyor idi. Kendisine; Rabbin seni muhayyer bırakmışken, sen nasıl olur da hikmeti peygamberliğe tercih ettin, diye soruldu. Bunun üzerine o şöyle dedi: Eğer kat’î bir hüküm olarak bana peygamberlik gönderil­miş olsaydı, bu hususta Allah’tan bana yardımcı olmasını ümit ederdim, fa­kat o beni muhayyer bırakınca peygamberliği yerine getirememekten, zaafa düşmekten korkardım. Bundan dolayı hikmet benim için daha sevimli bir şey göründü.

Mesleğinin ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Onun terzi oldu­ğu söylenmiştir. Bu Said b. el-Müseyyeb*in görüşüdür. Said siyah bir adama şöyle demişr Siyah olduğun için üzülme. Çünkü insanların hayırlılarından olan üç kişi de siyahtı. Bilal, Ömer’in azadlısı Mihca’ ve Lukman.

Hergün efendisi için bir demet odun topladığı da söylenmiştir. Kendisi­ne bakan bir adama şöyle demiş: Benim dudakları kalın birisi olduğumu gö­rüyorsan dahi şunu bil ki, o iki dudağımın arasından ince sözler çıkar. Be­nim siyah olduğuma bakma, kalbim beyazdır.

Çoban olduğu da söylenmiştir. Çobanlıktan önce tanımış olduğu bir adam kendisini görmüş ve ona şöyle demiş: Sen filanoğullannın kölesi de­ğil misin? Evet demiş. Peki, seni gördüğüm bu seviyeye ulaştıran ne oldu? di­ye sorunca, o da: Allah’ın kaderi, emaneti eda edişim, doğru söz söyleyişim ve bana fayda vermeyen şeyleri terkedişimdir, diye cevab vermiştir. Bunu da Abdu’r-Rahman b. Zeyd b. Cabir söylemiştir.

Halid er-Rabaî dedi ki: Lukman marangoz idi. Efendisi ona: Bana bir ko­yun kes ve o koyunun en hoş olan iki lokmasını getir, demiş. Ona dil ve kal­bini götürmüş. Ona: Peki bu koyunda bu ikisinden daha hoş bir şey yok muy­du? diye sormuş. Lukman cevab vermeyip susmuş. Daha sonra efendisi ona bir koyun daha kesmesini emretmiş ve bu sefer ona: Bu koyunun en kötü İki lokmacık yerini getir, demiş. Bu sefer yine dil ile kalbini getirince, efen­disi ona şöyle demiş: Sana en hoş iki lokmalık etlerini getirmeni istedim, sen bana dilini ve kalbini getirdin. Yine ben sana bu koyundaki en kötü şeyle­ri getirmeni istedim, dilini ve kalbini getirdin. Lukman şu cevabı vermiş; Bun­lar iyi ve güzel oldukları takdirde bu ikisinden daha hoş bir şey olmaz. Kö­tü oldukları takdirde de bu ikisinden kötüsü olmaz.

Derim ki: Bu anlamda birden çok merfu hadis varid olmuştur. Bunlardan birisi Peygamber (sav)’ın şu hadisidir: “Şunu biliniz ki; gerçekten vücudda bir çiğnemlik et vardır. O düzeldi mi bütün vücud düzelir, o bozuldu mu vü­cudun tamamı bozulur. Şunu bilin ki o kalbur. “[31]

Dil ile ilgili pek çok sahih ve meşhur rivayet gelmiştir ki, bunlardan bi­risi Peygamber (sav)’ın şu hadisidir: “Her kimi yüce Allah iki şeyin şerrinden korursa, cennete girer. Bunlar iki çenesinin arasındaki ile iki bacağının ara-sındakidir…”[32]

Lukman’ın hikmetleri pek çoktur. İşte bunlar ondan rivayet edilmiş olan­ların bir kısmıdır. Yine ona: En kötü insan hangisidir? diye sorulmuş, şöyle demiş: İnsanların kötülük işlerken kendisini görmelerine aldırış etmeyen ki­şidir.

Derim ki: Bu da mana itibariyle merfu bir hadistir. Peygamber (sav) şöy­le buyurmuştur: “Ümmetimin tümü esenliktedir. Açık seçik yapanlar müstes­na. Hiç şüphesiz kişinin geceleyin bir iş yapıp da sabah olduğunda Allah ken­disini setretmiş iken: Ey filan ben dün şu şu işi yaptım, demesi de açık açık iş yapmak türündendir, Halbuki geceleyin Rabbi onu setretmişken, o sabah olunca Allah’ın üzerindeki örtüsünü açmış olur.”[33] Bu hadisi Ebu Hureyre rivayet etmiş olup Buhârî kaydetmiştir.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Ben Lukman’ın hikmetlerinden onbin konu­dan daha ağır basacak şeyier okudum. Rivayet edildiğine göre Dâvûd (a.s)’ın huzuruna girmiş. O sırada Dâvûd zırh örüyormuş. Yüce Allah demiri onun için çamur gibi yumuşatmıştı. Ona soru sormak istemiş, fakat hikmet ona ye­tişerek susmuş. Dâvûd zırhı bitirince giyinmiş ve: Sen ne güzel bir savaş el-bisesisin! demiş. Lukman da: Susmak bir hikmettir, fakat bunun gereğini ye­rine getiren pek azdır. Bunun üzerine Dâvûd ona: Sana hakîm denilmesi ger­çekten yerinde imiş, diye cevap vermiş.

“Allah’a şükret diye* buyruğu ile ilgili iki takdir söz konusudur. Bunlar­dan birincisine göre: ” Diye”nin “yani” anlamında tefsir edici olduğu­dur. Bu da biz ona şükret dedik, demek olur. İkinci görüşe göre ise nasb ma­hallinde olup, fiil onun sılasına dahildir. Sibeveyh’in: “Ben ona kalk diye yazdım” şeklindeki naklinde olduğu gibi. Ancak ona göre böyle bir açıklamanın doğruluğu uzak bir ihtimaldir.

ez-Zeccâc da şöyle demektedir: Buyruğun anlamı şöyledir: Andolsun Biz Lukman’a yüce Allah’a şükretmesi için hikmeti verdik.

Bir diğer açıklamaya göre; “Yü­ce Allah’a şükret diye (hikmeti verdik) o da şükretti. Bundan dolayı o bize Şükretmek suretiyle hakîm bir kimse oldu” takdirindedir.

Yüce Allah’a şükretmek; vermiş olduğu emirlerde O’na itaat etmektir. Şük­rün gerek sözlük, gerek mana itibariyle gerçek mahiyetine dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/52. âyetin tefsirinde) ve başka yerler­de geçmiş bulunmaktadır.

“Kim şükrederse ancak kendisi İçin şükreder.” Yani kim yüce Allah’a itaat ederse, ancak kendisi için amelde bulunmuş olur. Çünkü mükâfatın fay­dası ona döner.

“Kim de nankörlük ederse” Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük edip, yü­ce Allah’ı tevhid etmezse “muhakkak Allah” yarattıklarının kendisine iba­det etmesine “muhtaç değildir.” Mahlukatı nezdinde “hamde layık olandır”

yani kendisine hamdeditendir.

Yahya b. Sellam dedi ki: Yarattıklarına “muhtaç değildir” yaptığı işlerin­de “hamde layık olandır.” [34]

  1. Hani Luktnan oğluna öğüt verirken şöyle demişti: “Oğulcu­ğum! Allah’a şirk koşma. Muhakkak şirk büyük bir zulümdür.”

“Hani Lukman oğluna öğüt verirken şöyle demişti” buyruğu ile ilgili ola­rak es-Süheylî şöyle demiştir: et-Taberî ve el-Kutebî’nin söylediklerine gö­re oğlunun adı Saran idi. el-Kelbî de Mişkem olduğunu söylemiştir. en-Nek-kaş’ın naklettiğine göre En’um olduğu da söylenmiştir. el-Kuşeyrî’nin nak­lettiğine göre ise Lukman’ın oğlu da, hanımı da kâfir idiler. Müslüman olun­caya kadar onlara öğüt verip durdu.

Derim ki: Bu görüşe; “Allah’a şirk koşma! Muhakkak şirk büyük bir zu­lümdür” buyruğu delil teşkil etmektedir. Müslim’in, Sahik’inâe ve başka yer­lerde Abdullah (b. Mes’ud)’ın şöyle dediği kaydedilmektedir; “İman edenler ve imanlarına da zulüm karıştırmayanlara gelince.,,” (el-En’ârn, 6/82) buyruğu na2il olunca bu Rasûlullah (sav)’ın ashabına çok ağır geldi ve: Ara­mızda nefsine zulmetmeyen kim vardır ki? dediler. Bunun üzerine Rasûlul­lah (sav) şöyle buyurdu: “O (durum) sizin anladığınız gibi değildir. O Luk­man’ın oğluna: “Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma! Muhakkak şirk büyük bir zulümdür” dediği gibidir. “[35]

Yüce Allah’ın: “Muhakkak şirk büyük bir zulümdür” sözlerinin kime ait olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun Lukman’ın sözlerinden olduğu söylendiği gibi Lukman’ın sözü ile mana itibariyle alakası bulunmayan, fakat onun sözlerinin anlamını te’kid etmek maksadıyla Lukman’ın sözü ile bitişik olarak gelmiş, yüce Allah’ın vermiş olduğu bir haber olduğu da söy­lenmiştir. Bunu da bu husustan rivayet edilen (yukarıdaki) hadis destekle­mektedir. Yüce Allah’ın: “îman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayan­lara gelince” (el-En’âm, 6/82) buyruğu nazil olunca, Rasûlullah (sav)’m as­habı bu işten korktular ve: Kendi nefsine kim zulmetmez ki? dediler. Bunun üzerine yüce Allah da; “Muhakkak şirk, büyük bir zulümdür” buyruğunu indirdi. Bunun üzerine de onların bu korkuları son buldu. Hiç şüphesiz on­ların bu korkularının son bulması, ancak bunun yüce Allah tarafından veril­miş bir haber olması halinde sözkonusudur. Bununla birlikte yüce Allah’ın hikmetli ve doğru olmak ile nitelendirmiş olduğu bir kulundan böyle bir sö­zü nakletmiş olmakla korkunun sona ermiş olma ihtimali de vardır,

Âyet-i kerîmede geçen: “Hani” lafzı “hatırla” anlamında nasb mahal-lindedir. ez-Zeccac Kur’ân’a dair kitabında (Meani’l-Kur’ân[36] adlı eserinde) şöyle demektedir: “Hani” buyruğu “verdik” fiili dolayısıyla nasb ma-hallindedir. Yani: Andolsun Biz, Lukman’a… dediği zaman da hikmeti ver­miştik, demektir. en-Nehhas ise şöyle demektedir: Bunun bir yanlışlık oldu­ğunu zannediyorum. Çünkü ifadeler arasında böyle olmasını engelleyen “vav” bulunmaktadır. “Oğulcuğum” anlamındaki; seklinde “ya” har­fini esreli olarak okuyanların bu okuyuşu hazfedilmiş “ya’ya delâlet etmesi dolayısıyladır. Bunu üstün okuyanların okuyuşu ise üstünü hafif kabul ettik­lerinden ötürüdür. Bundan önce Hud Sûresi’nde (11/42. âyetin tefsirinde) bu­na dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Lukman’ın söylediği nakledilen “oğulcuğum” ifadesi, her ne kadar küçült­me şeklinde ise, hakiki olarak küçültmek manasına değildir. O bu husu.sta rikkati, İnceliği ifade etmek için kullanılmıştır. Bir adama: Kardeşcağızım, küçük çocuğa da: Güzelceğiz… demeye benzer. [37]

  1. Biz, insana ana babasını tavsiye ettik. Annesi onu güçsüzlük üs­tüne güçsüzlükle taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur. “Bana ve ana-babana şükret! Dönüş yalnız Bana’dır.” de­dik.
  2. “Eğer onlar bilmediğin şeyi Bana ortak koşman İçin seni zorlar-larsa, sen onlara İtaat etme! Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin ve sen Bana dönenlerin yoluna uy! Sonra dönüsünüz Bana olacaktır. Ben de sizlere neler yapmakta olduğunuzu ha­ber veririm.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [38]

1- Bu Tavsiyelerde Bulunan Kimdir ve Ebeveyne İtaatin Sının:

“Biz insana ana-babasmı tavsiye ettik…” diye başlayan bu iki âyet-i ke­rîme, Lukman’ın vasiyetleri arasında dile getirilmiş (ama onun tarafından ya­pılmamış) buyrukları ihtiva etmektedir. Bunların Lukman’ın oğluna yaptığı vasiyetler olup yüce Allah’ın da ondan bize haber verdiği tavsiyelerden ol­duğu da söylenmiştir. Yani Lukman oğluna şöyle demişti: Sen Allah’a ortak koşma! Allah’a ortak koşmak hususunda da anne-babana dahi itaat etme! Çün­kü şüphesiz Allah onlara Allah’a şirk ve masiyeti ihtiva etmeyen hususlarda itaat etmeyi tavsiye buyurmuştur.

Bir diğer açıklamaya göre anlam şudur: Hani Lukman oğluna,., demişti de, Biz de Lukman’a vermiş olduğumuz hikmetler arasında şunları da söylemiş­tik: Biz, insana anne-babasını tavsiye ettik, Yani ona Allah’a şükret dediği­miz gibi yine ona: İnsana da… tavsiye ettik, demiştik,

Bîr diğer açıklama da şöyledir: Hani Lukman oğluna şirk koşma, demiş­ti. Biz de insana anne-babasına iyilik yapmasını tavsiye ettik ve insanlara bu­nu emrettik. Lukman da bunu oğluna emretmiş idi. Bütün bu görüşleri el-Ku-şeyrî zikretmektedir.

Ancak sahih olan bu iki âyet-i Kerîmenin daha önce el-Ankebut Sûresi’nde (29/8-9 âyetlerin tefsirinde) geçtiği üzere; Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında nazil olduklarıdır. Müfessirlerden bir topluluk da bu kanaattedir.

Bu husustaki görüşlerin özeti şudur: Büyük bir günah işlemek hususun­da da, farz-ı ayn olan bir emri terketmek hususunda da anne-babaya itaat söz-konusu değildir. Mubah olan hususlarda onlara itaat etmek gerekir. Terke-dilecek itaatler hususunda, hükümlerinin mendub olmasının gözönünde bulundurulması güzeldir. Farz-ı kifaye olan cihad emri, iade etme imkanı bu­lunması şartıyla namazda annenin çağrısını kabul etme hususu bu kabilden­dir. Üstelik bu, mendub amellerin en güçlü olanlanndandır. Şu kadar var ki, böyle bir çağrıyı kabul etmek için onun telef olacağından korkulması gerek­çe gösterilmiştir. Namazı kesmeyi mubah kılan diğer hususların da hüküm­leri mendubluktan daha güçlü olamaz. Ancak el-Hasen bu husustaki tafsila­ta muhalefet etmiş ve şöyle demiştir: Şayet anne, ona olan şefkati dolayısıy­la yatsı namazında cemaate katılmasını engelleyecek olursa, ona itaat etmez. [39]

2- Evladı Üzerindeki Hakları Bakımından Anne ile Baba Arasındaki Fark:

Şanı yüce Allah, anneyi çocuğunu taşıması ve ona süt emzirmesi gibi mer­tebeleri dolayısıyla özellikle sözkonusu ettiğinden Ötürü, annenin üç merte­besi, babanın ise tek bir mertebesi olduğu ortaya çıkmaktadır. Peygamber (sav)’ın kendisine: Ben kime iyilik edeyim, diye soran kişiye önce: “Anne­ne” diye cevap vermesi, tekrar: Sonra kime, diye sorunca, Peygamberin: “An­nene” diye cevap vermesi, yine: Sonra kime diye sorunca, Peygamberin tek­rar: “Annene” cevap vermesi üzerine, sonra kime diye sorunca, bu sefer: “Ba­bana” dernesİ[40] ve böylelikle bu âyet-i kerîmede görüldüğü gibi; babaya an­ne-babaya yapılacak iyilik toplamının dörtte birini tahsis etmesi de; bu an­lamı ihtiva etmektedir. Bütün bunlara dair açıklamalar daha önceden el-İs-ra Sûresi’nde (17/23-24. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır, [41]

3- Annenin Zorlukları:

“Annesi onu güçsüzlük üstüne güçsüzlükle taşımıştır.” Yani her gün güç­süzlüğü daha bir artarak, annesi onu karnında taşımıştır. Bir diğer açıklama­ya göre kadın esasen yaratılışı itibariyle zayıftır. Hamilelik onun zayıflığını daha da arttırmaktadır.

İsa es-Sakafî; “güçsüzlük üstüne güçsüzlükle” anlamındaki buyruğu her İki “he” harfini de üstün olarak; diye okumuştur. Bu kıraat Ebu Amr’dan da rivayet edilmiştir. Her ikisi de (yani bu kıraat ile “he” harflerinin sakin okunması kıraati) aynı anlamdadır. Ka’neb b. Um Sahib şöyle demiştir:

“Şu kınayıcıları alıkoyan ve onları vazgeçiren olmaz mı? Çünkü bu kınayıcılar da yorgunluk, bitkinlik ve zayıflık vardır.”

Bu fiil; “Zayıfladı, güçsüzleşti, zayıflar, güç-süzleşir” şekillerinde kullanılır. (Bu son şekil, kullanım itibariyle) tıpkı: “Şişti, şişer” fiili gibidir.

“Güçsüzlük” mastar (meful-i mutlak) olarak nasb üe gelmiştir. Bu­nu el-Kuşeyrî nakletmektedir. en-Nehhas’ın görüşüne göre ise harf-i cerrin düşürülmesi suretiyle ikinci mef’ul oimak üzere nasbedilmiştir. “Annesi zayıflık üstüne zayıflık ile taşımıştır” demek­tir.

Cumhur “Onun sütten kesilmesi” diye okumuştur. Ya’kub ise diye okumuştur. Her ikisi de iki ayrı söyleyiştir. Yani onun sütten ke­silmesi ise iki yılın bitimindedir. Böylelikle onun son bulacağı vakit ifade edil­mektedir. “Filan şeyden ayrıldı” demektir. Sütten kesilen de­ve yavrusuna “el-fasîl” denilmesi de buradan gelmektedir. [42]

4- Süt Emzirme Süresi Olan İki Yılın Gözönünde Bulundurulacağı Yerler:

İnsanlar süt emzirme süresinin iki yıl olduğu hususunun, çeşitli ahkam ve nafakalar bahsinde gözönünde bulundurulacağını icma ile kabul etmişlerdir.

Süt emmenin (süt kardeşliği dolayısıyla) evliliği haram kılması hususuna ge­lince, bazıları eksiksiz ve fazlastz olarak sadece bir yıl diye sınırlandı rrruştır.

Bir başka kesim ise iki yıl ve -süt emmenin fasılasız olması halinde-bunların ardından gelen bir ay ya da buna benzer bir sürenin sözkonusu ola­cağını kabul etmiştir.

Diğer bir kesim ise şöyle demektedir: Eğer küçük çocuk iki yıldan önce sütten kesilecek, süt emmeyi de terkedecek olursa, artık bundan sonra iki yıl­lık süre içerisinde süt emmesi dolayısıyla (evliliği) haram kılan süt akraba­lığı sözkonusu olmaz. Buna dair yeterli açıklamalar daha önceden el-Baka-ra Sûresi’nde (2/233. âyet, 5- baştık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. [43]

5- Allah’a ve Anne-Babaya Şükretmek:

Yüce Allah’ın: “Bana… şükret dedik, buyruğunda yer alam “Dedik” ez-Zeccâc’in görüşüne göre nasb mahallindedir ve anlam: Biz insana anne-babasını tavsiye ettik ve bana şükret, dedik şeklindedir. en-Neh-has ise şöyle demektedir: Bundan daha da güzeli bu edatın tefsir edici (açıklayıcı) bir edat olmasıdır ve mananın: Biz ona bana ve anne-babana şük­ret dedik, şeklinde olmasıdır,

Denildiğine göre; sen Allah’a iman nimeti dolayısıyla, anne-babaya da ter­biye etmeleri nimeti dolayısıyla şükret, demektir.

Süfyan b. Uyeyne dedi ki: Beş vakit namaz kılan bir kimse yüce Allah’a şükretmiş olur. Anne-babasına namazın sonlannda dua eden bir kimse de on­lara da teşekkür etmiş olur. [44]

6- Anne-Babaya İtaatin Sozkonusu Olmayacağı Yerler;

“Eğer onlar bilmediğin şeyi Bana ortak koşman İçin seni zorlarlarsa, sen onlara İtaat etme! Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin ve sen Bana dönenlerin yoluna uy! Sonra dönüşünüz Bana olacaktır, Ben de siz­lere yapmakta olduğunuzu haber veririm.” Bu âyet-i kerîme ile bundan ön­ceki âyet-i kerîmenin müslüman olması üzerine Sa’d b. Ebi Vakkas hakkın­da indiklerini açıklamıştık. Yine belirttiğimiz üzere onun annesi Ebu Süfyan b, Umeyye’nin kızı Hanine idi ve yemek yemeyeceğine dair yemin etmişti. Bundan önceki âyet-i kerîmede bu hususu belirtmiş idik. [45]

7- Dünyada Anne-Baba ile İyi Geçinmek:

Yüce Allah’ın: “Bununla beraber dünyada onlarla iyi geçin” buyru-ğımdaki “iyi” anlamı verilen;lafzı hazfedilmiş bir mastarın sıfatı olup; İyi bir geçim ile.,.” demektir. “Onunla geçindim, geçinmek” denilir. “İyi” ise iyi görülen şey demektir.

Âyet-t kerîme kâfir olan anne ve babaya fakir oimaları halinde mümkün olduğu kadar mali yardımlarda bulunmak suretiyle onların haklarının göze­tileceğine delil teşkil etmektedir. Yine onlara yumuşak söz söylenip uygun ve yumuşak bir üslûbla İslâm’a çağrılacaklarına da delildir.

Ebubekr es-Sıddîk’ın kızı Esma (r.anha), Peygamber (sav)’a teyzesinin, bîr görüşe göre de sütannesinin yanına geldiği sırada şöyle demişti: Ey Al­lah’ın Rasûlü annem benden bir şeyler ümid ederek yanıma geldi. Ben onun hakkını gözeteyim mi? diye sorunca, Peygamber: “Evet” diye buyurmuş­tur[46]

Buradaki (hadis tercümesinde); “Benden bir şeyler umarak” ciiye mana­sı verilen:lafzının, İslâm’ı kabul etmeyerek, İslâm’dan yüz çevirerek anlamında olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye İse şöyle demiştir; Bana göre kuvvetli olan, bu lafzın hakkım gözetmeyi arzu eden şekilde… anlamında ol­duğudur. Zaten ihtiyacı bulunmasaydt, Esma’nın yanına gelecek değildi. Esma’nın asıl annesi ise Abdu’1-Uzza b. Abdi Esed’in kızı Kuteyle’dir. Âişe ile Abdu’r-Rahman’ın anneleri ise Um Ruman olup çok erken dönemlerde İslâm’a girmiştir. [47]

8- Allah’a Dönenlerin Yoluna Uymak:

Yüce Allah’ın: “Ve sen Bana dönenlerin yoluna uy” buyruğu bütün in­sanlara yönelik bir tavsiye (emir)dır. Sanki bu konuda emre muhatab olan insandır.

“Bfr Şeye meyletmek ve dönmek1* anlamındadır. İşte peygamber­lerin ve salihlerin izledikleri yol budur.

en-Nekkaş’ın naklettiğine göre burada kendisine emir verilen kişi Sa’d (ra)dır. Dönen kimse ise Ebubekir (ra)’dir. en-Nekkaş şöyle demiştir: Ebu-bekir, İslâm’a girince Sa’d, Abdu’r-Rahman b. Avf, Osman, Talha, Said ve ez-Zübeyr yanma gelmişler ve ona; İman mı ettin? diye sormuşlar, o da: Evet di­ye cevab vermişti. Bunun üzerine onun hakkında: “(O mu) yoksa âhiretten korkarak, Rabbinin rahmetini umarak, gece saatlerinde kıyamda durarak, secde ederek itaatte bulunan kimse mi (hayırlıdır) ?” (ez-Zümer, 39/9) âye­ti nazil oldu.

Sözü geçen altı kişi bu âyeti işitince iman ettiler. Yüce Allah da onlar hak­kında: “Tağuta ibadet etmekten sakının. Allah’a dönenlere, işte onlara müjde vardır… İşte onlar Allah’ın kendilerini doğru yola ilettiği kimseler­dir” (ez-Zümer, 39/17-18) buyruklarını indirdi.

Bir başka açıklamaya göre “dönen” Peygamber (sav)’dır. İbn Abbas da şöy­le demiştir: Sa’d müslüman olunca, kardeşleri Âmir ile Uveymir de onunla bir­likte İslâm’a girdiler. Aralarından Utbe’den başka kimse müşrik kalmadı. Buy­ruğun sonunda yüce Allah, kabirlerde bulunanları diriltmek, amellerinin karşılığını vermek için kendisine dönmek ve küçüğüyle büyüğüyle bütün amellerden haberdar edeceği günü hatırlatmak suretiyle uyan ve tehditte bu­lunmaktadır. [48]

  1. “Oğulcuğum! Eğer sen bir kaya içinde yahut göklerde veya yer­de oban ve o hardal tanesi ağırlığınca dahi olsa, Allah onu ge­tirir. Muhakkak Allah Latiftir, herşeyden haberdardır.”

Yani Lukman oğluna: Oğulcuğum… demişti, Lukman’in söylediği bu söz­lerden kastı, oğluna şanı yüce Allah’ın kudretinin boyutlarını bildirmekti. İş­te bu ona bu hususu anlatabilmek için kullanabildiği en ileri ifadedir. Çün­kü denildiğine göre hardal ianesinin ağırlığının farkına varılamaz. Zira hiç­bir terazi onunla ağır basmış olmaz. Yani bir insanın sözü edilen bu yerler­de hardal tanesi ağırlığınca kendisine ulaşması mukadder bir nzkı varsa, mut­laka yüce Allah, bu taneyi rızık sahibine götürüp ulaştırır. Yani sen farzları eda etmekten seni alıkoyacak, bana dönenlerin yolunu izlemeni önleyecek şekilde rızık endişesini taşıma.

Derim ki: Peygamber (sav)’ın Abdullah b. Mesud’a hitaben söylediği şu sözlerde de bu mana dile getirilmektedir: ” Fazla endişelenmene gerek yok. Çünkü (yüce Allah’ın) takdir ettiği mutlak olur ve sana verilen rızık mutla­ka sana gelir. “[49]

Bu âyet-i kerîme yüce Allah’ın bilgisiyle herşeyi kuşatmış olduğunu, her-şeyi sayı ve miktarı ile tesbit etmiş olduğunu göstermektedir. O her türlü ek­siklikten münezzehtir, O’nun hiçbir ortağı yoktur.

Rivayet edildiğine göre Lukman’ın oğlu, babasına denizin dibine düşen bir taneyi yüce Allah bilir mi? diye sormuş, Lukman da ona bu âyet-i kerî­medeki sözlerle karşılık vermiştir.

Yine denildiğine göre anlam şudur: O bu sözleriyle masiyet ve itaat türün­den olan amelleri kastetmiştir. Yani eğer yapılan iyilik yahut kötülük bir (hardal) tane(si) ağırlığında olsa dahi mutlaka Allah onu meydana getirecek­tir. Bu da insanın yapması mukadder olan şeyleri yapmasının kaçınılmaz ol­duğu anlamına gelir. İşte anlamın böyle olması halinde hem umutlandırma, hem de korkutma mahiyetindeki öğüt vermek gerçekleşmiş olmaktadır. Bu­na ek olarak da yüce Allah’ın kudreti de böylelikle açıklanmış olur. Fakat bi­rinci görüşte herhangi bir umutlandırma ya da korkutma sözkonusu değildir.

“… tanesi ağırlığınca” ifadesi cevherler için kullanılabilen bir ifadedir. Ya­ni bir tane miktarı demektir. Bu ifade aynı şekilde ameller hakkında da kul­lanılabilir. Bu da tartısı itibariyle bir tane miktarına benzese dahi… anlamın­dadır. Bu ağırlığın cevherler hakkında olduğunu söyleyenlerin görüşünü des­tekleyen hususlardan birisi de Abdu’l-Kerîm el-Cezerî’nin “olsan” anlamın­daki lafzı: “Sen gizlersen” anlamında “kaf” harfi esreli, “nun” harfi şed­deli olarak, “örtülü şey olan” anlamında den gelmiş bir fiil olarak oku­muş olmasıdır,

Kıraat alimlerinin cumhuru: “Olsa” şeklinde “te” harfi ile okumuş­lardır. “Ağırlığınca” lafzını da; ‘in haberi olarak nasb ile okumuş­lardır. İsmi ise bu hususta (az önce kaydedilen rivayete uygun olarak): Se­nin sorduğun husus” şeklinde olur. İkinci görüşe göre takdiri masiyet ya da taat şeklindedir. Bunun doğruluğuna da Lukman’ın oğlunun babasına söy­lediği şu sözleri delil teşkil etmektedir: Babacığım, eğer ben günahı hiç bir kimsenin görmeyeceği bir yerde işleyecek olursam, Allah onu nasıl bilebi­lir? Bunun üzerine Lukman kendisine: “Oğulcuğum! Eğer sen bir kaya için­de… olsan ve o hardal tanesi ağırlığınca olsa dahi…” âyeti ile cevab ver­miştir. Bunun üzerine oğlu Ölünceye kadar titreyip durdu. Bu açıklamayı Mu-katil yapmıştır.

“lafzındaki zamir kıssa zamiridir. Bu da bir kimsenin: Hint’tir, ayaktadır” demesine benzer. Yani olay şudur: Eğer o bir tane ağırlığınca olsa dahi.,, Basrahlar ise; “O Zeyd’dİr, ben onu dövdüm” ifadesinin, O olay şudur” anlamında kullanılması­nı caiz kabul ederler. Kûfeliler ise bunu belirttiğimiz şekilde ancak müennes-lerde uygun kabul etmektedirler.

Nafî’, “ağırlığınca” anlamındaki kelimesini ref ile okumuştur. Bu­na göre “(,ît): Olsa”nın anlamı hardal tanesi ile alakalı olur. O, bir hardal tanesi dahi olsa, demek olur.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada “ağırlığınca” kelimesine müenneslik ala­meti bulunan bir fiit isnad etmiştir ki; bu da onun kendi cinsinden olan bir müennese izafe edilmesi bakımındandır. Çünkü hardal tanesinin ağırlığı ya bir seyyiedir, yahut ta hasenedir. Nitekim yüce Allah: “Ona bu­nun on misli vardır” (el-En’âm, 6/160) diye buyurmuştur ve burada “misi” her ne kadar müzekker ise de ona ait müennes bir zamir kullanılmıştır. Çün­kü burada hasenejer (el-hasenat) kastedilmiştir. Bu da şairin şu beyitindeki ifadelerine benzemektedir:

“Yavaş esen rüzgarların üst taraflarını,

Salladığı (yere dikilmiş) mızrakların sallanması gibi yürüyüp gittiler.”

Buna göre “Meydana gelse” anlamında olur ve habe­rinin gelmesi de gerekmez.

“Sen bir kaya İçinde… olsan” buyruğunun anlamı İle ilgili alarak şöyle denilmiştir: İfade meseleyi anlatmak için en ileri dereceye gitmek kastı ile kul­lanılmıştır. Yani yüce Allah’ın kudreti bir kayanın içindekilere ve gökte ve yerde olanlara dahi ulaşır.

İbn Abbas dedi ki: (Sözü edilen) kaya yedi arzın altındadır, yer de onun üstündedir. Bunun balığın sırtı üzerindeki kaya olduğu da söylenmiştir, es-Süddî ise şöyle demektedir: Bu göklerde de, yerde de olmayan bir kayadır Bilakis bu yedi yerin ötesinde üzerinde ayakta bir meleğin bulunduğu bir ka­yadır. Çünkü yüce Allah: “Yahut göklerde veya yerde olsan” diye buyurmak­tadır. Halbuki bu tabir ayrıca “bir kaya içinde… olsan” demeye gerek bırak­mamaktadır.

es-Süddînin bu söyledikleri mümkün olmakla birlikte şöyle de denilebi­lir: Yüce Allah’ın: “Sen bir kaya içinde olsan” buyruğu bir te’kiddir. Yüce Allah’ın: “Yaratan Rabbinin adı ile oku. O insanı (sülük gibi yapışan) bir kan pıhtısından yarattı” (el-Alak, 96/1-2) buyruğu ile: “Kulunu geceleyin Mes-cid-i Haram’dan… götüren (Allah) münezzehtir” (el-İsra, 17/1) buyruğu gibidir. [50]

  1. “Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl. Marufu emret, münkerden alıkoy. Sana isabet edene de sabret. Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir,”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [51]

1- Namazı Dosdoğru Kıl:

“Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl” sözleri ile oğluna itaatlerin en bü­yüğü olan namaz kılmayı, iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı emretmek­tedir. O, bu sözleri ile, elbetteki öncelikle bizzat kendisinin bu emirleri ye­rine getirip münkerden uzak kalmayı kastetmiş olmaktadır. İşte bu sözlerde bütün itaatler ve bütün faziletler bulunmaktadır Daha önce el-Bakara’da (2/44. âyet, 3. başlıkta) geçmiş olan beyitler kapsamı içerisinde yer alan şu beyiti söyleyen ne güzel söylemiştir:

“Sen işe kendinden başla, onu sapıklığından alıkoy,

Eğer nefsin o sapıklıktan vazgeçerse, şüphesiz ki sen hakhn bir kimsesin.” [52]

2- Musibetlere Sabretmek:

“Sana isabet edene de sabret” buyruğu, sana bir zarar gelecek dahi ol­sa, münkeri değiştirmeye teşvikte bulunmayı gerektirmektedir. Bu buyruk ay­rıca münkeri değiştirmeye kalkışan kimsenin bazan eziyetlere maruz kalabi­leceğini de hissettirmektedir. Bu derece bir işe kalkışmak mendubluktur ve Allah’ın dinine bağlılık noktasındaki bir kuvveti ifade eder. Ancak bunun bağ­layıcı bir hüküm olduğu söylenemez. Buna dair yeterli açıklamalar daha ön­ceden Âl-i İmran Sûresi (3/21-22. âyetler, 2. başlık ve devamında) ile el-Ma-ide Sûresİ’nde (5/67. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bir açıklamaya göre ona hastalık ve buna benzer dünya zorluklarına karşı sabretmesini ve sabırsızlık göstererek yüce Allah’a masiyet edecek noktaya gelmemesini emretmiştir. Bu da kapsamlı bir görüş olduğundan do­layı güzel bir açıklamadır. [53]

3- Kesin Emirler:

“Çünkü bunlar kesin olarak emredilen işlerdendir.” İbn Abbas dedi ki: Hoşlanılmayan şeylere karşı sabırlı olmak imanın hakikatindendir. Şöyle de açıklanmıştır: Namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, üzerin­de kararlılıkta durulmaya değer işlerdendir. Yani bunlar yüce Allah’ın kesin olarak emredip yerine getirilmesini istediği hususlardandır. Bu açıklamayı İbn Cüreyc yapmıştır.

Bununla birlikte bu hususların üstün ahlâkî değerlerden ve kurtuluş yo­lunu izleyen kararfı kimselerin azimle yerine getirdikleri işlerden oldukları­nı İfade etme ihtimali’de vardır. Ancak İbn Cüreyc’in görüşü daha doğrudur. [54]

  1. “İnsanlardan yüzünü çevirme! Yeryüzünde şımarıklıkla yürü­me! Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenen kimseleri sev­mez.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [55]

1- İnsanlardan Yüz Çevirmek:

“…Çevirme” anlamındaki buyruğu Nâfı’, Ebıı Amr, Haraza el-Kİsaî ve İbn Muhaysın “sad” harfinden sonra “elif” ile birlikte; diye okumuşlardır. Ancak İbn Kesir, Âsim, İbn Âmir, el-Hasen ve Mücahid ise; diye okumuşlardır. el-Cahderî ise “sad” harfini sakin olarak; diye okumuş­tur. Anlamlar birbirlerine yakındır. “Meyletmek (çevirmek)” demek­tir. Bedevinin: “Daha önce ben onun (zamanın) meylini (eğilmesini, yüz çevirmesini) doğrultmuş iken artık şim­di zaman benim meylimi doğrultmuş bulunuyor” ifadesi de buradan gelmek­tedir. Amr b. Huneyy et-Tağlİbî’nin şu beyitinde de bu tabir kullanılmıştır:

“Zorba bir kimse büyüklenerek yüzünü çevirdi mi,

Biz onun meyletmesini {yüz çevirmesini) düzeltirdik, o halde sen de düzel.”

Taberî bu beyitin son kelimesini; diye nakletmiştir. İbn Atiyye, bu bir hatadır, demiştir, çünkü şiirin kafiyesi esrelidir. Bir başka beyitte de (beyitin son mısraı) şu şekildedir:

“Biz onun-çevrilmiş olan yanağını (yüzünü) düzeltirdik (kibrine son verirdik.)”

el-Herevî der ki: okuyuşu; “Onlara karşı büyüklenerek onlardan yüz çevirme!” anlamındadır. Mesela; tabiri, deveye boy­nunu büken bir hastalık isabet etmesini anlatmak için kullanılır. Diğer taraf­tan büyüklük taslayan kimse hakkında; “Onda bir büyüklen-me vardır” denilir. Buna göre; “(Büyük! erserek) çevirme” buyruğu senin yanağın büyüklükle çevrilmesin, demek olur. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulnıuştur: “insanlar Öyle bir dö­neme rastlayacaklardır ki aralarında ya mütekebbir ya da ebter’den başka kim­se bulunmayacaktır.”[56]

(Mütekebbir anlamı verilen): ise; büyüklenerek yüzünü öbür ta­rafa çeviren kimse demektir. Hadis-i şerif dine bağlılıkları sözkonusu olma­yan bayağı ve ayak takımı insanların varlığını kastetmiştir. Yine hadis-i şe­rifte; “Her büyükiük taslayan kişi mel’undur.”[57] Yani büyük-lenen ve kendisini beğenen herkes bu şekildedir, demektir. [58]

2- İnsanlara Karşı Büyüklenmek:

Âyetin anlamı şudur: Sen insanlara karşı büyüklenerek, kendini beğene­rek ve onları hakir görerek onlardan yüz çevirme! İbn Abbas ve bir toplulu­ğun te’vili budur. Şöyle de açıklanmıştır: Bir kimse senin yanında sözkonu­su edildiğinde onu hakir gorüyormussun gibi ağzını eğip bükme, yani sen in­sanlara alçak gönüllülükle, onlara neşe veren ve onlardan neşelenen bir şe-kiide yönel. Onların en küçükleri seninle konuşacak olursa, sen de sözünü tamamlayıncaya kadar onu dinle. İşte Peygamber (sav) da böyle yapıyordu.

Derim ki; Malik’in, İbn Şihab’dan kaydettiği şu rivayet de bu kabildendir. İbn Şihab’ın Enes b. Malik’ten rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Birbirinize buğzetmeyiniz, birbirinize sırt çevirmeyiniz, birbiri­nizi kıskanmayınız. Ey Allah’ın kullan, kardeş olunuz. Müslüman bir kimse­nin üç günden fazla kardeşinden dargın durması helâl değildir.”[59]

Buna göre sırt çevirmek, yüz çevirmek, konuşmayı, selam vermeyi ve ben­zeri şeyleri terketmek demektir. Yüz çevirmeye, sırt çevirmek denilmesi şundan dolayıdır: Bir kimseye buğzettiğin takdirde sen ondan yüz çevirirsin ve ona arkanı dönersin. İşte o da sana aynısını yapar. Buna karşılık sevdi­ğin kimseye yönelirsin, yüzünü çevirirsin. Senin onu sevindirmen, onun da seni sevindirmesi için yüzyüze oturursunuz. O halde sırt çevirmenin anlamı yüzünü çeviren kimsenin tavrında da mevcuttur. Mücahid de âyet-i kerîmeyi böylece tefsir etmiştir.

İbn Huveyzîmendad dedi ki: Yüce Allah’ın: “İnsanlardan yüzünü çevir­me!” buyruğu sanki insanın gereksiz yere kendisini zelil etmesini yasakla­mayı ihtiva ediyor gibidir. Nitekim buna yakın bir anlamda olmak üzere Pey­gamber (sav)’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir; “İnsanın kendisini zelil etme hakkı yoktur. “[60]

3- Yeryüzünde Şımarıklıkla ve Büyüklenerek Yürümemek:

“Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme!” Böbürlenerek, büyüklenerek yürü­me, demektir.

“Şımarıklıkla” hal konumunda bir maşlardır. Bu hususa dair açık­lamalar daha önceden el-İsra Sûresi’nde (17/37-38, âyet, 1. başlıkta) geçmiş, bulunmaktadır, İş, güç olmaksızın, ihtiyaç duymaksızın, neşe iie ve sevinçle yürümek demektir. Bu huya sahip olanlar daima başkalarına kargı öğünür ve büyüklenirler. Buna göre böyle bir kimse yürüyüşünde büyüklenen ve böbür­lenen bir kimsedir. Yahya b. Cabir et-Taî’nin rivayetine göre İbn Âiz el-Ezdî, Gudayf b. el-Haris’tcn şöyle dediğini nakletmektedir: Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr ile birlikte Beytu’l-Makdis’e gittik. Abdullah b. Amr b. el-Âs’tn yakının­da oturduk. Onu şöyle derken dinledim: Şüphesiz ki kul kabre konulduğu va­kit onunla konuşarak şöyle der: Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldattı? Be­nim yalnızlık evi olduğumu, benim karanlık yurdu olduğumu, benim hakkın yuvası olduğumu bilmiyor muydun? Ey Ademoğlu! Bana karşı seni ne aldat­tı? Sen benîm çevremde çalımlı çalımlı yürümüyor muydun?

İbn Âiz dedi ki: Ben Gudayf’e: Ey Esma’nın babası! Çalımlı çalımlı yürü­mek de ne demek? diye sordum. O; Kardeşimin oğlu! Bazan senin yürüyü­şün gibi, dedi.

Ebu Ubeyd dedi ki: Bu, çokça mal sahibi ve pek böbürlenen bir şekilde… demektir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: “Her kim büyüklenerek elbisesini yukarı doğru çekecek olursa, Allah kıyamet günü ona (rahmet na­zarıyla) bakmaz.[61]

“Böbürlenen” ise; kendisine verilen şeyleri sayıp dökmekle bir­likte yüce Allah’a şükretmeyen kimse demektir. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır. Kelime, soylarla öğünmeyi ve başka Öğünmeleri de kapsamına alır. [62]

19- “Yürüyüşünde mutedil ol! Sesini alçalt! Çünkü seslerin en çir­kini eşeklerin sesidir.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [63]

1- Mutedil Yürümek:

Oğluna kötü huyları yasakladıktan sonra riâyet etmesi gereken güzel huy­ları ve erdemli ahlâkı göstererek ona: “Yürüyüşünde mutedil ol,” dedi. Ya­ni orta yollu yürü.

“Mutedil yürüyüş”; hızlı yürümek ile ağır yürümek arasındadır. Yani sen yeryü2ünde ölüler gibi hareket etme, haddi aşan günahkârlar gibi de hızlıca gitme. Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştur: “Hızlıca yürümek mü’minin gözalıcı vasıflarını giderir.”[64]

Peygamber (sav)’ın hızlı yürüdüğüne dair gelen rivayetler ile Âişe (r.an-ha)’ın Ömer (r.a) hakkında kullandığı: “O yürüdü mü hızlı yürürdü” ifade­sine gelince, bundan kastı ölürcesine hareket edenden daha hızlı yürüdüğü­nü anlatmaktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Şanı yüce Allah daha önceden el-Furkan Sûresi’nde (21/63. âyetin tefsi­rinde) geçtiği gibi, bu niteliklere sahip olan kişiyi öğmektedir. [65]

2- Sesi Kısmak:

“(Konuşurken) sesini alçalt.” Yani sesini yükseltme, yüksekliğini kıs. Bu da sesini yükseltmek İçin kendini zorlama ve ihtiyacın kadar sesini yükselt, demektir. Çünkü yüksek sesle konuşmak ihtiyaçtan fazla sesini yükselt­mektir ve rahatsız edici bir zorlanmadır.

Bütün bunlardan maksat, alçakgönüllülüktür. Ömer (r.a), takatinden da­ha fazla yüksek sesle ezan okumaya çalışan bir müezzine: Ben senin kasık­larının çatlayacağından korktum, demiştir. Sözü geçen bu müezzin Ebu Mahzura Semura b. Mi’yar’dır. [66]

3- En Kötü Ses:

“Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” En hoşa gitmeyeni, en kö­tüsü eşeklerin sesidir, demektir, “O çirkin ve hoşlanılmayan bir yüzle bize geldi” tabiri de buradan gelmektedir. Eşek ileri derecede yermek ve hakaret maksadı ile kullanılan bir örnektir. Onun anırması da bu şekilde­dir. Sadece adını anmayı bile Araplar çok çirkin gördüklerinden dolayı, on­dan kinaye yoluyla sözederler ve açıktan açığa ismini zikretmekten hoşlan­mazlardı. Mesela, “uzun kulaklı” derlerdi. Tıpkı pis ve hoş olmayan şeyler­den sözettikleri gibi ondan sözederlerdi. Saygın insanların bulunduğu bir mec­liste eşek adının kullanılması da huyiar arasında kötü sayılmıştır. Araplar ara­sında yayan yürümek kendisini çokça yormuş dahi olsa büyüklüğüne yedir-mediği için eşeğe binmeyenler dahi vardır. Ancak, Peygamber (sav) yüce Al­lah’ın huzurunda tevazu ve zillet izhan için merkebe binerdi. [67]

4- Kötü Bir Sesin Tanıtılması:

Âyet-i kerîmede konuşma ve tartışma esnasında sesi yükseltmenin çirkin­liğinin, eşeklerin seslerinin çirkinliğine benzetilerek tanıtı I abileceğine delil vardır. Çünkü bu gibi sesler de yüksek tonludur. Sahih’ten Peygamber (sav)’ın şöyle buyurduğu kaydedilmektedir; “Eşeğin anırmasını işittiğiniz va­kit şeytandan Allah’a sığınınız. Çünkü o bir şeytan görmüştür. “[68]

Rivayet edildiğine göre şeytanı görmedikçe ne eşek anırır, ne de bir kö­pek havlar. Süfyan es-Sevrî dedi ki; Herbir şeyin (hayvanın) sesini yükselt­mesi bir teşbihtir, eşeklerin anırması müstesna. Atâ ise şöyle demektedir: esek-ierin anırması karanlığa bir bedduadır. [69]

5- Yüksek Sesle Konuşup Bağırmayı Terketmek:

Bu âyet-i kerime ile yüce Allah insanları küçümseyerek yüzlerine karşı ba­ğırmayı terketmek yahut ta yüksek sesle bağırmayı büsbütün terketmek edebini öğretmektedir. Araplar yüksek sesle bağırmakla ve benzeri husus-iarla iftihar eder, öğünürlerdi. Onlara göre en güçlü sesi en yüksek olan kim­se idi. Sesi en kısık ve alçak kimse de en zelil idi. Öyle ki bir Arap şair şöy­le demiştin

“Konuşması yüksek sesli, hapşırması yüksek sesli, Görünüşü güzel ve develerinin de sesi yüksektir. Zorlukların üzerine deve yavrusu gibi koşar, Ve herkesin üzerinde tam olan hilkati ile üstünlük sağlar.”

Ancak şanı yüce Allah bu cahilî ahlâkı: “Çünkü seslerin en çirkini eşek­lerin sesidir” sözleri ile yasaklamış olmaktadır. Yani eğer sesi dolayısıyla bir kimseden korkulması gerekseydi, eşekten korkmak gerekirdi. Böylelikle sesini yükselten kimse ile eşeğin aynı seviyede olduğunu belirtmektedir. [70]

6- Eşeğin Sesi:

Eşeklerin sesidir” lafzındaki “lam”, te’kid içindir. “Ses” top­luluğa izafe edilmiş olmakla birlikte tekil gelmiş bulunmaktadır. Çünkü bu­rada “ses” anlamındaki kelime mastardır, mastar da çokluğa delildir. Bu: “Seslendi, seslenir, seslenmek”in mastarıdır. İsm-i faili; -ki “yüksek sesli” demektir- gelir. “Yüksek sesle bağırdı, ba­ğırmak” denilir. “Yüksek sesle seslenen, bağıran” demektir. “yüksek sesli adam” anlamındadır. Tıpkı; “Malı çok, ikramı çok, ihsanı çok adam” demek gibi. [71]

  1. Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah’ın emrinize ver­diğini, açık ve gizli olarak nimetlerini üzerinize bol bol ta­mamlamış olduğunu görmediniz mi? İnsanlar arasında Allah hakkında bilgisiz, kılavuzsuz ve aydınlatıcı bir kitab olmaksızın tartışan kimseler vardır.
  2. Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde onlar: “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Ya şeytan onları alevli ateş azabına çağırıyorsa da mı?

“Göklerde olanları da, yerde olanları da Allah’ın emrinize verdiği­ni… görmediniz mi?” buyruğu ile yüce Allah, Âdemoğulları üzerindeki ni­metlerini sözkonusu etmekte ve kendilerine “göklerde olan” güneş, ay, yıldız ve melek gibi varlıkları müsahhar kılıp bunların kendilerini koruyup, himaye ettiğini, onların faydasına olan şeyleri elde etmelerine sebeb teşkil ettiklerini bildirmektedir. “Yerde olanlar” buyruğu da dağlar, ağaçlar, mey­veler ve sayıya sığmayacak bütün şeyler hakkında umumîdir,

“Açık ve gizli olarak nimetlerini üzerinize bol bol tamamlamış olduğu­nu” bu nimetlerinde herhangi bîr eksik bırakmaksızın mükemmellik derece­sine ulaştırdığını.., “görmediniz mi?”

İbn Abbas ile Yahya b. Umare “bol bol tamamlamış olduğunu” anlamın­daki buyruğu “sin” yerine “sad” harfi ile; Ye okumuşlardır. Çünkü isti’la harfleri “sin” harfini alt mahrecinden alıp onu üstteki mahrecine doğ­ru çekerken, “sad” harfine dönüştürür,

“Nimetler” kelimesi “nimet” kelimesinin çoğuludur. “Sedir ağacı” lafzının çoğulunun; diye gelmesi gibi. Bu Nâfî’, Ebu Amr ve Hafs’ın kıraatidir. Diğerleri ise tekil olmak üzere “nimet” diye okumuş­lardır. Tekil okumak da çokluğa delildir.

Yüce Allah’ın; “Eğer Allah’ın nimetini topluca saymak isteseniz dahi, siz onları sayamazsınız.” (İbrahim, 14/34) buyruğun­da olduğu gibi. Bu, aynı zamanda sahih yollardan gelmiş İbn Abbas’ın da kı­raatidir.

Nimetten kastın İslâm olduğu söylenmiştir. Peygamber (sav) bu âyet-i ke­rime hakkında kendisine soru soran İbn Abbas’a şöyle demiştir: “Açık nimet İslâm’dır ve senin güzel olan yaratılışındır. Gizli nimet ise, yüce Allah’ın giz­lemiş olduğu kötü amelindir.”[72]

en-Nehhas dedi ki: Bunun açıklaması şöyledir: Said b. Cübeyr yüce Al­lah’ın: “Ama sizi iyice temizlemeyi ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak is­ter. ” (el-Mâide, 5/6) buyruğunu sizi cennete girdirmek ister, diye açıklamış­tır. Yüce Allah’ın kulun üzerindeki nimetinin tamamlanması, onu cennete koy­masıdır, Aynı şekilde İslâm nihayette kişiyi cennete ulaştırdığı için ona ni­met adı verilmiştir.

Bir açıklamaya göre açık nimet, sağlık ve mükemmel bir yaratılıştır. Giz­li nimet ise marifet ve akıldır.

el-Muhasibî dedi ki: Açık nimet dünya nimetleri, gizli nimet ise âhiret ni­metleridir.

Bir başka açıklamaya göre; açık nimet gözle görülen mal, mevki, güzel­lik itaatlere muvaffakiyettir, Gizli nimet ise, kişinin kendi içinde duyduğu Al­lah’ı bilmek, güzel bir yakın ve yüce Allah’ın kuldan uzaklaştırdığı afetler­dir.

el-Maverdi bu hususta dokuz ayrı görüş nakletmektedir ki; hepsi de ma­na itibariyle bunun çerçevesi içerisindedir.

“İnsanlar arasında Allah hakkında bilgisiz… tartışan kimseler var­dır” buyruğunun anlamı daha önceden el-Hac Sûresi’nde (22/3-4. âyetler ile 8-10. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır. Âyet-i ke­rîme, Peygamber (sav)’a gelip, ona şöyle diyen bir yahudi hakkında inmiş­tir: Ey Muhammedi Bana Rabbin hakkında haber ver. O, nedendir? Bunun üzerine bir yıldırım gelip onu çarpıp alıvermişti. Bu açıklamayı Mücahid yap­mıştır. Daha önce er-Ra’d Sûresi’nde (13/12-13. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Âyeün en-Nadr b. el-Haris hakkında indiği de söylenmiştir. O, melekler Allah’ın kızlarıdır, diyordu. Bunu da İbn Abbas söylemiştir.

“İnsanlar arasında… bilgisiz” herhangi bir delili bulunmaksızın “kılavuz­suz ve aydınlatıcı” apaçık ve önünü aydınlatan “bir kitap olmaksızın tar­tışan” mücadele eden, karşı çıkan, karşıt iddialarda bulunan “kimseler vardır,” Böylelerinin bütün delilleri şeytanın kendilerine yaptığı telkinattan ibarettir. “Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostla­rına telkinde bulunurlar.” (e!-En’üm, 6/121) Bunların bir diğer delilleri ise, bir sonraki âyet-i kerîmede sözü edildiği gibi sadece geçmişlerini taklid et­mekten İbarettir. Peki “ya şeytan onları alevli ateş azabına çağırıyorsa da” onlara uymaya devam edecekler “nü?” [73]

  1. Kim ihsan edici olduğu halde nefsini Allah’a teslim ederse, muhakkak sapasağlam olan kulpa tutunmuş olur. İşlerin akıbe­ti Allah’ındır.

“Kim ihsan edici olduğu halde nefsini Allah’a teslim ederse” Ona ih-

lâsla ibadet edip ihtâsla O’na yönelirse, demektir. “İhsan edîci” kaydınm söz-konusu edilmesi ise insansız ve kalbinde marifet bulunmaksızın yapılan İbadetin fayda vermeyeceğinden dolayıdır. Bunun bir benzeri de yüce Al­lah’ın: “Kim mü’min olduğu halde salih ameller işlerse” (Tâ-Hâ, 20/112) buy­ruğudur. Cibril hadisinde de şöyle denilmektedir: (Cebrail) Dedi ki: O hal­de bana ihsandan haber ver. Şöyle buyurdu: “Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan dahi, O seni görür. “[74]

“Muhakkak sapasağlam olan kulpa tutunmuş olur.” İbn Abbas dedi ki: Bu lâ İlahe illallahtır. Buna dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûre-si’rv.le (2/256. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Ali b. Ebi Talib (r.a), es-Süiemî ile Abdullah b. Müslim b. Yesar: “Kim… teslim ederse” diye okumuşlardır. en-Nehhas; buyrukta bu şekildeki bir okuyuş daha çok bilinen bir okuyuştur, der. Nitekim yüce Al­lah bir başka yerde: “De ki: Ben kendimi Allah’a teslim etmişimdir.” (Âli İmran, 3/20) diye buyurmaktadır. “Kendimi Allah’a teslim etmişimdir” buyruğu, ben ibadetimle yüce Allah’ı kastediyorum demektir. Bu durumda bu okuyuşun anlamı çokluk ifade eder. Şu kadar var ki; böy­le bir kullanım “verdim” anlamındadır. Mesela; “Buğday için verdim, teslim ettim” denilir, Bununla birlikte; diye de kutlanı­lır. ez-Zemahşerî dedi ki: Ali b. Ebi Talib (r.a) şeddeli olarak okumuştur. Me­sela; İşini Allah’a teslim et” denilir. Eğer: Bu o halde ne diye: cer edatı ile teaddi etmiştir (geçiş yapmişür) Halbuki yü­ce Allah’ın: “Haytr kim… yüzünü Allah’a teslim ederse” (el-Bakara, 2/112) buyruğunda “lam” ile teaddi yapmıştır? diye sorarsan, şu şekilde cevab veririm: Bunun “lam” ile birlikte taşıdığı mana şudur: O biz­zat kendisi demek olan yüzünü yüce Allah’a salimen tahsis etmiştir. Yani yal­nızca O’na ihlasla yönelmiştir. Bunun: “cer harfi ile anlamı, bir kimse­nin, bir eşyayı birisine teslim etmesinde olduğu gibi, nefsini de ona teslim etmesi anlamına racidir. Maksat, yalnızca O’na tevekkül etmek, isleri O’na havale etmektir,

“İşlerin akıbeti” sonucu “Allah’ındır.” [75]

  1. Kim de inkâr ederse, onun küfre sapması »eni üzmesin. Dönüş­leri Bizedir, neler yaptıklarını Biz kendilerine bildireceğiz. Mu­hakkak Allah kalblerin özünde olanı çok iyi bilir.
  2. Biz, onları azıcık faydalandırırız. Sonra onları oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz.

“Kim de inkâr ederse, onun küfre sapması seni üzmesin. Dönüşleri Bi­zedir, neler yaptıklarını Biz, kendilerine bildireceğiz” yani amellerinin kar­şılıklarını vereceğiz. “Muhakkak Allah, kalblerin özünde olanı çok iyi bi­lir.”

“Biz, onları azıcık faydalandırırız.” Dünyada onları kısa bir süre bırakı­rız, onunla faydalanırlar. “Sonra onları oldukça ağır bir azaba” ki o da ce­hennem azabıdır “mahkûm ederiz,” Onları oraya atarız ve o azaba sürük­leriz.

Âyetin başındaki; “KİnT lafzı hem tekil, hem çoğul için kullanılır. İşte bundan dolayı “onun küfrü” diye buyurulduktan sonra “dönüşleri” di­ye çoğul olarak geldiği gibi; daha sonra da böyle gelmiştir. Bu da “kim” laf­zının çoğul anlamını da ihtiva etmesi dolayısıyladır. [76]

  1. Andolsun onlara: “Göklerle yeri kim yarattı?” diye sorsan, on­lar elbette: “Allah” diyeceklerdir. “Allah’a hamdolsun” de. Ha­yır, onların çoğu bilmezler. ,
  2. Göklerle yerde olanlar Allah’ındır. Muhakkak Allah, Ganîdir, Hamîddir.

“Andolsun onlara; Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar elbet­te: Allah diyeceklerdir.” Yani onlar Allah’ın kendilerinin yaratıcısı olduğu­nu itiraf edeceklerdir. O halde ne diye O’ndan başkasına ibadet ediyorlar?

“Allah’a hamdolsun de.” Yani bizi kendi dinine hidayet ettiğinden ötü­rü O’na hamdolsun, Hamd O’ndan başkasına layık değildir.

“Hayır, onların çoğu bilmezler,” İbretle bakmaz ve iyiden iyiye düşün­mezler.

“Göklerle yerde olanlar” hem mülkiyetleri, hem de yaratılmaları itibariy­le “Allah’ındır. Muhakkak Allah, Ganidir.” Yani yaratıklarına, onların ken­disine ibadet etmelerine muhtaç değildir. Onlara bu emirleri vermiş olması­nın sebebi bu yolla kendilerinin istifade etmeleridir. “Hamîd’dlr.” Yaptıkla­rı dolayısıyla kendisine hamd edilendir, öğülendir. [77]

  1. Eğer yerde olan bütün ağaçlar, kalem olsa ve deniz de, ardından yedi deniz daha ona katılsa, yine de Allah’ın sözleri tükenmez­di. Muhakkak Allah Azizdir, Hakimdir.

Yüce Allah müşriklere karşı görüldüğü gibi delil getirdikten sonra, Onun kelâmının anlamlarının bitip tükenmeyeceğini, sonunun asla gelmeyeceği­ni beyan etmektedir. el-Kaffal dedi ki: Yüce Allah göklerde ve yerde bulu­nan herşeyi onların emrine vermiş olduğunu, nimetler ile onları donatmış ol­duğunu sözkonusu ettikten sonra, ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkeb ol­sa ve bunlarla kudretine ve vahdaniyetine delâlet teşkil eden sanatının akıl­lara durgunluk veren yönlerini yazacak olsa, bu hayret verici hususların so­nunun asla gelmeyeceğine dikkat çekmektedir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah, bu kelimelerin anlamlarını kudreti dahilinde olan nususlara havale etmekte ise de, âyet-i kerimenin yüce Allah’ın ke-Iâm-ı kadimine hamlediimesi daha uygundur. Çünkü yaratılmış olanın sonu­nun gelmesi kaçınılmaz bir şeydir. Onun kudretinin çerçevesi içerisinde olanların sonlarının gelmesi nefyedildiğine göre; bu aynı zamanda gelecek­te de varetmeye muktedir olduğu şeylerin sonlarının gelmesini de nefyetmek demektir. Varlık aleminin hasrettiği ve saydığı hususların ise son bulmaian ka­çınılmaz bir şeydir. Kadim olanın sonunun olmadığı ise muhakkak bir şeydir.

“Allah’ın sözleri” nin aniamına dair açıklamalar daha önce el-Kehf Sûre-si’nin sonlarında (18/109. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Âli dedi ki: Allah’ın sözlerinden kasıt -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- varlık âlemine çıkan şeylerin dışında, O’nun kudreti çerçevesi içerisin­de olan şeylerdir. Bu da el-Kaffai’in söylediklerine yakın açıklamalardır. Bu buyruktan asıl maksat, yüce Allah’ın sözlerinin -aynı zamanda bunlar biza­tihi de sonsuzdurlar- anlamlarının çokluğunu bildirmektir. Sonlu hususlar ör­nek verilmek suretiyle İnsanların bu konuyu daha iyi kavramalarıma yardım­cı olunmuştur. Çünkü bu örnek İnsanoğlunun alışkın olduğu çokluk anlatı­mının en iieri derecesidir. Yoksa bu kalem ve denizlerden daha fazlası ola­cak olursa, Allah’ın sözleri tükenir, manası anlaşılamaz.

Âyetin nüzulü ile ilgili anlatılan hususlar da, Allah’ın sözleri ile kastedi­lenin Allah’ın ezeli kelâmı olduğunu göstermektedir. Çünkü İbn Abbas şöy­le demektedir: Bu âyel-i kerîmenin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ey Muham­medi “Size bilgiden ancak pek az bir şey verilmiştir” (el-İsra, 17/85) buyru­ğu ile bize Allah’ın kelamı ve hükümlerini İhtiva eden Tevrat verilmiş iken, nasıl bizler kastedilmiş olabiliriz ve yine sendeki bilgiye göre O, herşeyîn açık-layjcısıdır. Rasûlullah (sav) onlara: “Tevrat pekçoğun az bir bölümüdür.” de­miş ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. Âyet-i kerîme Medi­ne’de inmiştir.

Ebu Ça’fer en-Nehhas dedi ki: Açıkça ortaya çıktığı gibi buradaki “söz­ler” den maksat ilim ve eşyanın hakikatleridir. Çünkü şanı yüce Allah, var­lıkları yaratmadan önce göklerde ve yerde yaratacağı herbir şeyi ve zerre ağır­lıklarını biliyordu. Bütün türleri ve bunların herbirisindeki tüyleri ve organ­ları, herbir ağaçtaki yaprağı ve bunlarda bulunan çeşitli mahlukatı, bunlar­daki çeşitli tat ve renkleri hep biliyordu. Eğer herbir canlıyı tek başına ismiy­le zikredip onların parçalarını da, ona dair az ve çok bütün bilgisi ile adlan­dıracak, bunların geçirdikleri halleri her zaman itibariyle bunlarda meyda­na gelen artışları ismen zikredecek, herbir ağacı ayrı ayrı açıklayıp onun dal­larını, budaklarını gösterecek, bütün zamanlar boyunca kurumalarını takdir ettiklerini belirleyip bunlara dair herbir açıklamayı onları kuşatıcı bilgisine göre yazmış olsaydı, sonra da yüce Allah’ın bu eşyaya dair açıklamaları İçin deniz mürekkeb olup da onun dışında buna yedi deniz daha katılacak olsa, hiç şüphesiz bu husustaki açıklamalar bu mürekkeb olan denizlerden daha fazla olacak, denizler buna yetmeyecekti.

Derim ki: Bu el-Kaffal’ın açıklaması ile aynı manayı dile getirmektedir. Yü­ce Allah’ın izniyle bu, güzel bir görüştür.

Bir topluluk da şöyle demiştir: Kureyş, Muhammed’in bu sözleri bitecek ve sonu gelecektir deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur. es-Süddî de şöy­le demiştir: Kureyş, Muhammed’in sözleri ne kadar da çoktur! deyince, bu âyet-i kerîme nazil olmuştur.

“Ve ardından yedi deniz daha ona katılsa…” buyruğundaki: Deniz” lafzını cumhur mübtedâ olarak reP ile okumuştur. Haberi ise ondan sonraki cümlede yer almaktadır. Cümle hal konumundadır. Sanki: Denize ge­lince, onun hali de budur, denilmiş gibidir. Sibeveyh’in takdiri bu şekilde­dir.

Kimi nahivci de bu buyruğun (âyetin başında yer alan): ‘e atfedildi­ğini söylemiştir. Çünkü o da mübtedâ olarak ref mahallindedir.

Ebu Amrve İbn Ebi İshak “deniz” anlamındaki kelimeyi baştaki; e atf ile nasb okumuşlardır. Bu ise baştaki; in ismidir.

Şöyle de denilmiştir: Eğer denize yedi deniz daha katılsa, yani ona yedi deniz daha ilave edilip, arttırılsa, demektir.

İbn Hurmuz ile el-Hasen “ona katılsa” anlamındaki buyruğu; şek­linde (yani ye harfi ötreli, mim harfi de esreli olarak) ve; (Jut )’den müzari bir fiil suretinde okumuşlardır. Bir kesim her iki okuyuşun aynı anlamda ol­duğunu söylemiştir. Bir kesim de; Bir şeyin kendinden olan bir şeye katılması” demektir, der. Mesela: “Nİl, Halic’e ka­tıldı yani onu arttırdı” denilir. “Glı^li i«0 ise bîr şey kendi türünden olmayan bir şeye katıldı, anlamını verir. Buna dair açıklamalar ise daha önceden el-Bakara (2/15. âyetin tefsiri) ile Âl-i İmran sûrelerinde (3/123-125. âyetler, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Ona (o denize) katılsa” anlamındaki buyruğu Cafer b. Muhammed: “Denizin mürekkebi…” diye okumuştur.

“Allah’ın sözleri tükenmezdi” buyruğuna dair açıklamalar da daha ön­ceden (el-Kehf, 18/10?. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Muhakkak, Allah Azîzdİr, Hakimdir” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/129- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Ebu Ubeyde dedi ki: Burada “deniz”den kasıt, (kıyılarında) kalemlerin ye­tişmesini sağlayan tatlı suduf. Tuzlu su kıyılarında ise, bu kalemler yetişmez. [78]

  1. Sizin yaratılmanız öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir. Muhakkak Allah, herşeyi işitendir, herşeyi görendir.

“Sîzin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gi­bidir” buyruğu İle ilgili olarak ed-Dahhak şu açıklamayı yapmıştır: Yani he­pinizin yeniden yaratılmanız ancak tek bii canı yaratmak gibidir. Kıyamet gü­nünde de, öldükten sonra diriltilmeniz sadece tek bir canı diriltmek gibidir.

en-Nehhas dedi ki: Nahivciler de bunu: “Ancak tek bir canı yaratmak gibidir” anlamında takdir etmişlerdir. Tıpkı: “O kasabaya sor” (Yusuf, 12/82) buyruğunda… kasaba halkına sor, takdirinde olduğu) gi­bidir.

Mücahid dedi ki; Çünkü O, az olan şeye de, çok olana da: “ol” der, o da derhal oluverir.

Âyet-i kerîme Ubeyy b. Halef, Ebu’l-Esedeyn ile el-Haccac b. es-Sebbak’m oğulları Munebbih ile Nubeyh hakkında inmiştir. Bunlar Peygamber (sav)’a şöyle demişlerdi: Yüce Allah bizleri halden hale geçirerek yarattı. Önce bir nutfe, sonra sülük gibi bir kan pıhtısı, sonra bir çiğnem et, sonra bir kemik olduk. Bu sefer sen kalkmış hep birlikte ve bir anda yeniden diriltilip yara­tılacağımızı söylüyorsun. Bunun üzerine yüce Allah: “Sizin yaratılmanız ve Öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir” buyruğunu indirdi. Çün­kü kullar İçin zor gelen herhangi bir şey, yüce Allah’a zor gelmez. Onun bü­tün kâinatı yaratması tıpkı bir tek canı yaratması gibidir. “Muhakkak Allah” söyledikleri “herşeyi İşitendir” yaptıkları “herşeyi görendir.” [79]

  1. Görmedin mi ki Allah, geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü gece­ye bitiştirir, güneşi ve ayı da musahhar kılmıştır? Herbiri belir­li bir süreye kadar akıp gider. Muhakkak Allah yaptığınızdan haberdardır.
  2. Bunun sebebi sudun çünkü Allah, hakkın tâ kendisidir. Ondan başka olanların çağırdıkları ise bâtıldır ve muhakkak Allah çok yücedir, çok büyüktür.

“Görmedin mi ki Allah, geceyi gündüze bitiştirir, gündüzü geceye bitiştirir.” buyruğu (ve buna dair açıklamalar) daha önceden el-Hac Sûre­si (22/6l. âyet-i kerîmenin tefsirinde) ve Aî-i İmran Sûresi’nde (3/27. âyet-i kerîmenin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Güneşi re ayı da musahhar kılmıştır?” Doğmak ve kaybolmak emirlerine boyun eğer kılmıştır. Böylece ecelleri takdir etmiş ve menfaatleri tamamlamış olmaktadır.

“Herbiri belirli bir süreye kadar akıp gider.” el-Hasen dedi ki: Bu süre kıyamet günüdür. Katade ise doğuşunda ve batışında daha ileri geçmeyip, geri de kalmadığı belirli bir süreye kadar akıp gider, diye açıklamıştır.

“Muhakkak ki Allah, yaptığınızdan haberdardır.” Yani bütün bunları ger-çekieştirmeye kadir olanın, bunları bilen olması kaçınılmaz bir şeydir. Bun­ları bilen ise sizin amellerinizi de bilir.

“Yaptığınız” anlamındaki buyruk genel olarak; “te” ile ve muhatab kipiyle okunmuştur. Ancak es-Sülemî, Nasr b. Âsim ve Ebu Amr’dan, ed-Durî, haber olmak üzere “ye” ile (yaptıklarından anlamında) okumuşlardır.

“Bunun” yani yüce Allah’ın bunları yapmasının “sebebi şudur: Çünkü Al­lah, hakkın tâ kendisidir. Ondan başka onların çağırdıkları ise batıldır.”

Yani bu, gerçeği biimeniz ve bunu ikrar ve itiraf etmeniz içindir. Batıldan kasıt Mücahid’in açıklamasına göre şeytandır. Yüce Allah’a ortak koştukları put­lar ve heykeller oldukları da söylenmiştir.

“Ve muhakkak Allah” konumu itibariyle “çok yücedir” saltanat ve egemenliği itibariyle “çok büyüktür.” [80]

  1. Size âyetlerinden bir kısmını göstermek için Allah’ın nimeti ile gemilerin denizde akıp gittiğini görmez misin? İşte bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için muhakkak âyetler vardır.

“Size âyetlerinden bir kısmını göstermek İçin Allah’ın nimeti” size ot an lutfu ve denizdeki tehlikelerden sizleri kurtarması suretiyle rahmeti “İle gemilerin denizde akıp gittiğini görmez misin?” Bu buyrukta yer alan: “Akıp gittiği” haber konumundadır.

“Allah’ın nimeti ile anlamındaki; buyruğunu İbn Hürmüz “nimet”in müenrtes-t salim çoğulu olmak üzere; “Allah’ın nimet­leri” diye okumuştur. Bu kelimenin (tekilinin) aslı “ayn” harfinin harekeli ol­masıdır, ancak sakin okunmuştur.

“Size âyetlerinden bir kısmını göstermek için” buyruğundaki; “…den bir kısmını” teb’ız (kssmilik bildirmek) içindir. Yani o sizlere gemilerin aktığın! göstermek için böyle yapmaktadır. Bu açıklamayı da Yahya b. Sel-lam yapmıştır. İbn Şecere de şöyle demektedir: “Âyetlerinden bir kısmı” buyruğu sizin kendilerinde yüce Allah’ın kudretinin bir bölümünü gör­düğünüz, bir bölümüne tanık olduğunuz… demektir, en-Nekkaş da: Kasıt yüce Allah’ın denizden kendilerine rızık olarak verdiği şeylerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Denizlerin anahtarı gemiler, yerin anahtan yollar, semanın anahtarı ise duadır.

“İşte bunda” yüce Allah’m kaza ve hükümlerine “çok sabreden ve” nimetlerine de “çok şükreden herkes için muhakkak âyetler vardır.”

Meanî alimleri şöyle demişlerdir: Maksat, bu niteliklere sahip olan her mü’min için âyetler olduğunu anlatmaktadır. Çünkü sabır ve şükür imanın en üstün özelliklerindendir. Âyet, kıyamet demektir, alamet ise her mü’minin kalbinde açıklık kazanmaz. Ancak belâlara karşı sabreden ve bollukta da şük­reden kimseler için açıkça ortaya çıkar ve görünür. eş-Şa’bî dedi ki: Sabır imanın yansı, şükür imanın yansı, yakın ise imanın tamamıdır. Yüce Allah’ın şu buyrukları bunu göstermektedir; “İşte bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için muhakkak âyetler vardır.”; “Yetkinleri olanlar için yeryüzünde âyetler vardır.” (ez-Zariyat, 51/20) Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: “İman iki yarımdır. Yarısı sabır, yansı da şükürdür,”[81]

  1. Onları dağlar gibi bir dalga kapladığında dinlerini yalnız Allah’a halis kılanlar olarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca onlardan kufileri orta yolu tutar. Âyetlerimizi ise çok gaddar ve çokça nankörlük edenden başkası bile bile inkâr etmez.

“Onları dağlar gibi bir dalga kapladığında” buyruğu da (“dağlar gibi an­lamı verilen): Cjîtltf) lafzını Mukatîl “dağlar gibi”. el-Kelbî ise “bulut gibi” diye açıklamıştır. Katade der ki: Bu kelime; “Bulut”un çoğuludur. Büyük­lüğü ve yüksekliği dolayısıyla dalgayı ona benzetmiştir. Şair en-Nâbiğa da bir denizin niteliklerini anlatırken şöyle demektedir:

“Dalgalı yeşil (deniz) onlarla birlikte yürür, Kıyısında büyük büyük küp parçaları olduğu halde.”

Âyet-i kerîmede tekil olan “dalga”nın, çoğul olan “dağlar”a benzetil­mesinin sebebi dalganın peyderpey gelip tıpkı bulutlar (ya da denizler) gibi birinin diğerinin üstüne binmesinden dolayıdır. “Dalga* anlamındaki ke­limenin çoğul anlamında olduğu da söylenmiştir. Çoğul olarak ayrıca yapıl­mayışı mastar oluşundan dolayıdır. Asıl anlamı da hareket ve izdiham ile alakalıdır. “Deniz dalgalandı” ile; “İnsanlar dalgalar gibi birbirine girdi” tabirleri de buradan gelmektedir.

Kâb da şöyle demiştir:

“Sonunda denizden dalgaya geldik ki ortasında,

Kimisi elbisesini toplayıp (bacaklarını) açmış, kimisinin yüzü örtülü idi.”

Muhammed b. el-Hanefiye de; “Bulutlar, gölgeler gibi bir dal­ga” diye; “Bulut, gölge”nin çoğulu olarak okumuştur.

“Dinlerini yalnız Allah’a halis kılanlar olarak” kendilerini kurtarmak için O’ndan başkasına dua etmeyip sadece O’nu tevhid edenler olarak “O’na dua ederler.” Buna dair açıklamalar daha önceden (el-En’âm, 6/22-23- âyet­lerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Onları” denizden “kurtarıp karaya çıkarınca, onlardan kimileri orta yolu tutar.” İbn Abbas: Denizdeyken yüce Allah’a vermiş olduğu sözü yerine getirir, diye açıklamıştır. en-Nekkaş da: Yani o verdiği sözde sebat gös­terir, karada da denizde iken yüce Allah’a vermiş olduğu sözü eksiksiz yerine getirir.

el-Hasen dedi ki: “Orta yolu tutar”dan kasıt, tevhid ve itaate sımsıkı sanlan mü’mindir, Mücahid de: Söylediği sözde “orta yolu tutar” fakat içinde küf­rü gizler.

İfadede hazf bulunduğu da söylenmiştir ki; anlam şöyledir: Onlardan kim­ileri orta yolu tutar, kimileri de kâfir olur. Hazfedilen bu ifadelere yüce Al­lah’ın: “Âyetlerimizi ise çok gaddar ve çokça nankörlük edenden baş­kası bile bile inkâr etmez” buyruğu delil teşkil etmektedir.

“Gaddar” demektir, En kötü şekilde gadretmek, sozur.-de durmamak” demektir. Amr b. Madîkerîb şöyle demiştir:

“Şayet sen Ebu Umeyr’i görmüş olsaydın,

Ellerini sözde durmayiştan ve gaddarlıktan doldururdun.”

el-A’şâ da şöyle demektedir:

TByma’daki evi çok sağlam bir kale olan,

Ve hiç de gadredici olmayan komşusu bulunan, o eşsiz esmer kişi.”

el-Cevherî dedi ki: “Gadretmek, sözünde durmamak” demektir.Ona gadretti” denilir, ism-i faili: “Gadredici, gaddar sözünde durmayan kişi” demektir. el-Maverdî’nin dediğine göre cumhurun görüşü budur. Atiyye ise; bu kelime inkâr eden anlamındadır, emiştir. Bu fiil (muzarideki) aynu’l-fiili ötreli ve esreli olmak üzere; diye gelir, mastarı dır. Bunu da el-Kuşeyrî zikretmektedir.

O Ayetlerin inkâr edilmesi” bizzat âyetlerin inkârı demektir, “Âyetleri inkâr etmek” ise onların delâlet ettikleri hususları inkâr etmek demektir. [82]

  1. Ey insanlar! Rabbİnizden sakının ve babanın oğluna, oğulun babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı o günden de korkun. Muhakkak ki Allah’ın vaadi haktır. O halde dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. O çok aldatıcı da sakın sizi Allah île aldat­masın.

“Ey insanlar” yani hem kâfirler, hem mü’minler “Rabbİnizden sakının.”

O’ndan korkun ve O’nu tevhid edin.

“Ve babanın oğluna, oğulun babasına hiçbir fayda sağlamayacağı o gün­den de korkun” buyruğunda geçen “fayda sağlama”nın anlamına dair açık­lamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/48. âyetin tefsirinde) ve baş­ka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

Peygamber (sav): “Her kimin üç evladı ergenlik çağına erişmeden önce ölürse, -yemin gereği olan kadarı müstesna- ona ateş asla dokunmayacak­tır.”[83] ve: “Her kim bu kız çocuklarından bazıları ile (kız çocuğu olmakla) sınanacak olup da onlara güzellikle muamele edecek olursa, o kızlar onun için cehennem ateşine karşı bir perde teşkil ederler[84] diye buyurmuştur. (Buna ne dersiniz?) diye sorulacak olursa, ona cevabımız şu oiur: Bu âyet-i kerîme ile kastedilen şudur: Hiçbir zaman baba oğlunun günahını yüklen­meyeceği gibi hiçbir evlat da babasının günahını yüklenmeyecektir. Biri diğerinin yerine sorgulanmayacaktır, demektir. Hadis-i şeriflerle kastedilen ise çocukların ölümüne karşı sabır ile kız çocuklarına güzel davranmanın ku-İu ateş azabından koruduğunu ve çocuğun onu daha erken cennete girmesine sebeb teşkil edeceğini bildirmektedir.

“Muhakkak ki Allah’ın vaadi” öldükten sonra diriliş “haktır. O halde dün­ya hayatı” ziyneti ile ve dünyanın kendisine davet ettiği şeyler ile “sakın sizi aldatmasın.” Ona bel bağlayarak, ona meyledip, âhiret için amelde bulun­mayı terketmenize sebeb olmasın.

“O çok aldatıcı da sakın sizi Allah İle aldatmasın” buyruğunda geçen “el-ğarûr: Çok aldatıcı” lafzını kıraat âlimleri genei olarak gerek burada, gerek­se de Melâike (Fatir) Sûresi’nde (35/5. âyetler) ve gerekse el-Hadid Sûresi’nde (57/14. âyette) “ğayn” harfini üstün olarak okumuşlardır. Mücahid ve baş­kalarının görüşüne göre bundan kasıt şeytandır. İnsanları aldatan dünya ile ilgili vaadlerle onları kandırıp, âhireti unutturarak oyalayan odur. en-Nİsa Sûresi’nde de: “Onlara vaadlerde bulunur, olmayacak kuruntulara düşürür” (en-Nisa, 4/120) diye buyurulmaktadır,

Simâk b. Harb, Ebu Hayve ve İbn es-Sümeyka ise “ğayn” harfini ötreli oku­muştur. Bu da “siz aldanmayınız” demektir. Sanki: “Aldandı, al­danır, aldanmak”tan masdarı gibidir.

Said b. Cübeyr der ki: Bu, kişinin masiyet işlemekle birlikte günahlarının bağışlanmasını temenni etmesidir. [85]

  1. Saatin ilmi muhakkak Allah’ın nczdindedir. Yağmuru O in­dirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını “bilemez. Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bilmez. Muhakkak Allah herşeyi bilendir, herşeyden haber­dardır.

el-Ferra’nın iddiasına göre bunun anlamı nefydir. Yüce Allah’tan başka hiç­bir kimse bunları bilmez demektir. Ebu Ca’fer en-Nehhas ise şöyle demektedir: Bunda nefy ve icab (olumluluk) anlamının bulunması Rasûlullah (sav)’ın bu hususta verdiği bilgi iledir. Zira o yüce Allah’ın: “Gaybın anah tarlan O’nunyanındadır. O’ndan başkası bunları bilmez.”(el-En’am, 6/59) buyruğu hakkında “burada sözü edilenler (Lukman Sûresi’nin bu âyetinde geçen) bu hususlardır” diye buyurmuştur.[86]

Derim ki: Biz el-En’âm Sûresi’nde (6/59- âyetin tefsirinde) bu hususta İbn Ömer’in yoluyla gelen ve Buhârî’nin kaydetcîği hadisi zikretmiş bulunuyoruz. Cibril hadisinde de Cebrail’in: “Bana kıyametten haber ver” demesi üzerine, Rasûlullah (sav) şu cevabı vermiştir: “Kendisine hakkında soru sorulan kişi, soru sorandan daha bilgili değildir. Bunlar yüce Allah’tan başka hiçbir kim­senin bilmediği beş husustur: Saatin ilmi muhakkak Allah’ın indindedir. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanı O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilemez.” deyince, Cebrail: Doğru söyledin, diye cevap vermiş­tir, Ebû Dâvûd et-Tayalîsî’nin lafzı ile hadis bu şekildedir[87]

Abdullah b. Mes’ud da şöyle demiştir: Beş husus müstesna sizin peygam­berinize herbir şey verilmiştir. (Bu beş husus): “Saatin ilmi muhakkak Al­lah’ın İndindedir” buyruğu ile başlayıp âyetin sonuna kadar dile getirilen hususlardır,

İbn Abbas dedi ki: Bu beş hususu yüce Allah’tan başka hiçbir kimse bile­mez. Bunları ne mukarreb bir melek ne de mürsel bir nebi bilebilir. Her kim bunların herhangi birisini bildiği iddiasında bulunacak olursa, Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmiş olur. Çünkü o Kur’ân-ı Kerîm’e muhalefet eder. Diğer taraf­tan peygamberler yüce Allah’ın kendilerine bildirmesi sonucunda gayba dair bir çok şey bilebilirler. Bundan kasıt, kâhinlerin müneccimlerin, yıldız­ların doğup batması ile yağmur yağdırılmasını isteyenlerin iddialarını çürüt­mek, asılsızlıklarını ortaya koymaktır. Bununla birlikte uzun tecrübelerin sonu­cu olarak annesinin karnındaki yavrunun erkek mi dişi mi olduğu ve daha başka hususlar bilinebilir. Nitekim bu türden açıklamalar daha önceden el-En’âm Sûresi’nde (6/59- âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bazan tecrübenin dışına çıkılır ve alışılagelenden farklı sonuçlar ortaya çıkar. Buna göre geriye nihai ilim, sadece yüce Allah’a ait demektir.

Rivayet edildiğine göre; bir yahudi yıldızlara göre hesap yapardı. İbn Ab-bas’a: Arzu ettiğin takdirde sana oğlunun yıldızı ile ilgili haber vereyim, o on gün sonra ölecektir. Sen ise gözlerin kör olmadan ölmeyeceksin, ben de bir sene dolmadan Öleceğim. Bunun üzerine İbn Abbas ona: Ey yahudi! Nerede öleceksin? diye sorunca, yahudi: Bilemiyorum diye cevab vermiştir. Bunun üzerine İbn Abbas: Yüce Allah doğru söylemiştir; “Hiçbir nefis de hangi yer­de öleceğini bilmez” buyruğunu okudu. İbn Abbas geri döndüğünde oğlunun sıtmaya yakalanmış olduğunu gördü ve on gün sonra vefat etti. Yahudi de sene dolmadan önce öldü, İbn Abbas La âmâ olarak vefat etti.

Bu hadisin ravisi Ali b. el-Huseyn dedi ki: Bu, anlatılanların en hayret veri­ci olanıdır.

Mukatil de şöyle demiştir: Bu âyet-i kerîme adı el-Vâris b. Amr b. Harise olan, çölde yaşayan bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu Peygamber (sav)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Benim hanımım hamiiedir, ne doğuracağını ba­na haber ver. Yaşadığımız yerler kuraktır, ne zaman yağmur yağacağını ba­na bildir. Ne zaman doğduğumu biliyorum, fakat ne zaman öleceğimi sen ba­na söyle. Bugün neler yaptığımı biliyorum fakat yarın ne yapacağımı bana sen bildir. Bir de kıyametin ne zaman kopacağını bana bildir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-î kerîmeyi indirmiştir. Bu rivayeti el-Kuşeyrî ve el-Maverdî zikretmişlerdir.

Ebu’t-Melih, Ebu Azze el-Huzlî’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; “Yüce Allah bir kulun bir yerde ruhunu kabzet-meyi murad ettiği takdirde, o kimseye orada bir ihtiyaç takdir eder. O da oraya gitmekten başka bir yol bulamaz. Daha sonra Rasûluüah (sav): “Saatin ilmi muhakkak Allah’ın indindedir… Hiçbir nefis de hangi yerde öleceğini bil­mez.” buyruğunu okudu. Bunu da el-Maverdî zikretmiş olup, İbn Mace de bunu, İbn Mes’ud yoluyla bu manada zikretmiş bulunmaktadır. et-Tezkire ad­lı eserimizde tamamiyle kaydetmiş bulunuyoruz.

“İndirir” anlamındaki buyruğu kıraat alimleri genel olarak şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İbn Kesir, Ebu Amr, Hamza ve el-Kisaî ise şeddesiz okumuşlardır.

Ubeyy b. Kâb: “Hangi yerde” anlamındaki buyruğu diye okur­ken diğerleri diye okumuşlardır. el-Ferra dedi ki: Burada “yer”in müennes olması ile yetinilmiş, ayrıca; in müennes getirilmesine gerek görülmemiştir. “Yer (arz)” ile mekân kastedildiğinden müzekker gelmiştir, diye de söylenmiştir. Nitekim şair şöyle demiştir:

“Hiçbir bulut onun gibi yağmur yağdırmadı, Hiçbir yer de onun gibi bitki bitirme di.”

ei-Ahfeş de dedi ki; “Yokun bir cariyeye, hem nasıl cariyeye uğradı” an­lamında: hem; denilebilir, hem de; denilebilir.

Sibeveyh ise; “Hangi” kelimesinin müennes getirilmesini Arapların: “Onların hepsi” şeklindeki kullanımlarında “hepsi” anlamındaki ke­limeyi müennes kullanmalarına benzetmiştir.

“Muhakkak Allah herşeyi bilendir. Herşeyden haberdardır” buyruğun daki: “Herşeydeo haberdardır” buyruğu “herşeyi bilendir” buy­ruğunun sıfatıdır[88] yahut ta (mealde olduğu gibi) haberden sonra gelen ikin­ci bir haberdir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah’tır.

Kuran

Lokman Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.