Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

26 – Şuara Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı île, Cumhurun görüşüne göre Mekke’de inmiştir.

26 – Şuara Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Şuara Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Mukatil bazı âyetleri Medine’de inmiştir. Şuarâ’nın söz konusu edildiği âyet ile; “Acaba İsrailoğulları alimlerinin onu bilmeleri onlar için bir delil de-ğil midir?” (eş-Şuarâ, 26/197) buyruğu Medine’de inmiştir, demektedir.

İbn Abbas ile Katâde de şöyle demektedirler: Bu sûre Mekke’de inmiştir. Ancak yüce Allah’ın: “Şairlere de azgınlar uyar” (eş-Şuarâ, 26/224) buyru­ğundan itibaren sûrenin sonuna kadar Medine’de inmiş olan dört âyet müs­tesnadır.

Bu sûre ikiyüzyirmiyedi âyet-i kerimedir. Bir rivayece göre de âyet sayı­sı ikiyüzyirmialtıdır.

İbn Abbas’tan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Baka-ra’nın söz konusu edildiği sûre bana birinci zikirden verilmiştir. Tâ-Hâ ile Tâ, Sîn, Mîm sûreleri Musa’nın levhalarından; Kur’ân’ın başlangıç sûreleri ile Ba­kara Sûresİ’nin sonları bana Arşın altından verildi. Mufassal sûreler de bana ayrıca nafile olarak verildi.”[1]

el-Berâ b. Âzib’den rivayete güre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; “Şüphesiz yüce Allah yedi uzun sûreyi (es-Seb’u’t-Tıvali) Tevrat’ın yerine, el-Miun’u İncil’in yerine, Tavasın (Ta, Sin ile başlayan) sûreleri Zebur’un yeri­ne ver”miş ve beni Ha, Mimler ve el-Mufassal sûrelerle üstün kılmıştır. Ben­den önce bunları hiçbir peygamber okumuş değildir. “[2]

  1. Tâ. Sîn. Mîm.
  2. Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir.
  3. İman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin.
  4. Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz de boyunları ona eğiliverîrdi.
  5. Onlara Rahman’dan yeni bir öğüt gelse, muhakkak ondan yüz çe­virirler.
  6. Artık onlar gerçekten yalanladılar. Alay ettikleri şeyin haberle­ri kendilerine yakında gelecektir.
  7. Yeryüzüne bakmazlar mı ki, Biz orada her güzel çiftten nice bit­kiler bitirdik.
  8. Muhakkak bunda bir âyet vardır. Halbuki onların çoğu mü’uıin değildirler.
  9. Muhakkak Rabbin mutlak galib ve esirgeyici olanın tâ kendisidir.

“Tâ, Sîn, Mîm” buyruğunu el-A’meş, Yahya, Ebu Bekir, el-Mufaddal, Hamza, el-Kisaî ve Halef bu sûrede ve bunun benzeri olan diğer iki sûrede “ti” harfini işba’ (tok bir ses) İle ve imâle (hemze İle ye arası bir ses ile) ya­parak okumuşlardır. Nafî, Ebu Ca’fer, Şeybe ve ez-Zührî ise iki telaffuz ara­sında okumuşlardır. Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim bunu tercih etmişlerdir. Di­ğerleri ise işba’ ile üstün olarak okumuşlardır. es-Sa’lebl dedi ki: Bunların hep­si de fasih lügatlerdir. Bu hususça en-Nehhas’ın görüşü daha önce Tâ-Hâ Sûresi’nde (20/1. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

en-Nehhâs dedi ki: Medineliler, Ebu Amr, Âsim ve el-Kisaî “Tâ, Sîn, Mîm”i “nun”u, “mim” harfine idgam ile okumuşlardır. el-Ferra ise “nun’un ihfa ile okunacağını söylemiştir. el-A’meş ve Hamza: “Tâ, Sîn, Mîm” şeklin­de “nün” harfini izhar ile okumuştur.

en-Nehhâs dedi ki: Sibeveyh’e göre sakin “nun” ile tenvin dört kısımdır: Halk (boğaz harfleri) ile birlikte olurlarsa, açıkça okunurlar. “Ra”, “lam”, mim, “vav” ve “ye” ile beraber olurlarsa idğam olunurlar. “Be” ile birlikte “mim”e kalbedilirler ve genizden çıkartılırlar, açık (beyan ile) okunmazlar. İşte Sibe-veyh’in açıkça belirttiği bu dört kısma göre bu kıraat, bu şekilde caiz olamaz. Zira burada halk (boğaz) harflerinden herhangi bir harf yoktur ki; ona gö­re “nun” açık okunsun. Fakat bu hususta bir dereceye kadar uygun bir açıklama yapılabilir. O da şudur: Mu’cem (sözlük, alfabe) harflerinin hükmü, üzerlerinde vakıf ile okunmalarıdır. Bunlar üzerinde vakıf yapılacak olursa, “nun” beyan ile (açıklanarak) okunabilir.

es-Sa’lebî dedi ki: İdğam ile okumak -Kur’ân’ın geneline kıyas ile- Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim’in tercihidir. Bir kısmının bunu izhar ile okumaları açık­ça harfleri ifade etmek ve temkin içindir. Diğerlerinin bunu idgam ile oku­ması ise ağız harflerine komşu oluşundan ötürüdür.

en-Nehhâs dedi ki: Ebu İshak’ın: “Fî Mâ Yücrâ ve fi mâ lâ Yücrâ” adlı ki­tabında naklettiğine göre “Ta, Sine, Mimu” denilerek “nun” üstün, “mim” de öt-reli olarak okunabilir. Bu ma’di keribbu’dur, denilebildiği gibi.

Ebu Hatim dedi ki: Halid “Ta, Sine, Mimu” diye okumuştur.

İbn Abbas dedi ki: “Tâ, Sîn, Mîm” bir kasemdir ve bu, yüce Allah’ın isim­lerinden bir isimdir. Hakkında yemin olunan ise: “Eğer istesek gökten üzerlerine bir mucize indiririz” buyruğudur.

Katâde dedi ki: Bu Kur’ân’ın isimlerinden bir isim olup yüce Allah buna yemin etmiştir. Mücahid ise: Bu sûrenin ismidir. Sûrenin başlangıcını güzel­leştirmektedir.

er-Rabî’ dedi ki: Bu bir kavmin süresinin hesabını ifade eder. Bir diğer açık­lamaya-göre bu bir kavmin başına gelecek musibeti anlatmaktadır. “Tâ, Sîn, Mîm” ile “Tâ, Sîn” aynı şeydir. Şair dedi ki:

“Sizin bana verdiğiniz sözde durmanız, eğer sicim gibi gözyaşlarınızdan

yaş akıtmayacak olursanız,

İlaç olarak tıpkı kalınan yerdeki izlerin kaybolmasına benzeyecektir, fakat gözya şiarınızı akıtacak olursanız, o vakit şifa bulurum.”[3]

el-Kurazî dedi ki: Yüce Allah, tavline (kudretine), senasına (yücelik ve üs­tünlüğüne) ve mülküne yemin etmektedir,

Abdullah b. Muhammed b. Akîl dedi ki: “Tâ”, Tur-u Sina, “Sin”, İskende­riye, “Mîm” de Mekke demektir.

Cafer b. Muhammed b. Ali de dedi ki: “Tâ”, Tûğba ağacı. “Sîn”, Sidre-i Münteha, “Mîm” de Muhammed (sav)’dır. Bir diğer açıklamaya göre; “Tâ” Ta-hir’den, “Sîn”, Kuddüs’den (es-Semİ’den ve es-Selam’dan da denilmiştir) “Mîm” de el-Mecid’den (rumuzdur). er-Rahim’den ve el-Melik’den olduğu da söylenmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar daha ünceden el-Bakara Sûresi’nin baş taraflarında (2/1-2. âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

et-Tavasim ve et-Tavasin Kur’ân-ı Kerîm’de bir takım sûrelerin adı olup, kıyasa uygun olmayan bir surette çoğul yapılmış lafızlardır. Ebu Ubeyde şu beyiti zikretmektedir:

“Üç tane olan Tavâaîn hakkı için,

Yedi tane olan Havamim (Ha, Mim’ler) hakkı için”

el-Cevherî dedi ki: Doğru olan bunun çoğulunun “zevat ile yapı­lıp, bunun bire izafe edilmesidir. O vakit: Zevatu ta, sin, mim ile zevatu ha, mim (Ta, Sin, Mim’li sûreler, ha, mim’ii sûreler) denilir.

“Bunlar apaçık Kitabın âyetleridir” buyruğu mübtedâ takdiri ile ref edil­miştir. Yani İgte “bunlar” daha ünceden size vaadolunmuş “apaçık ki­tabın âyetleridir.” Çünkü Tevrat ve İncil’de, Kur’ânın indirileceği vaadi on­lara verilmişti. Buradaki şunlar (mealde:) “bunlar”ın; Bunlar an­lamında olduğu da söylenmiştir.

“İman etmiyorlar diye” yani imanı terkettiklerinden dolayı “neredeyse kendini öldüreceksin” helake sürükleyeceksin. Buna dair açıklamalar da­ha önceden el-Kehf Sûresi’nde (18/1-3. âyetler ile 6. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

el-Ferrâ dedi ki: “mi…diye”deki ” ….diye” nasb mahallinde-dir, çünkü cevabtır.

en-Nehhâs dedi ki: Bunun yerine; ile nasb mahallîndedir, çünkü bu bir cevab (ce2a)dır, denilmesi alışılagelen bir husustur. Ancak bu hususta ka­bul edilen görüş Ebu İshak’ın (ez-Zeccâc’ın), (İ’râbu’l-) Kur’ân’a, dair yazmış olduğu kitapta söyledikleridir: “…diye” mefulün leh olarak nasb ma­hallindedir, anlamı ise: Onlar imanı terkettikleri için sen neredeyse kendini öldüreceksin, şeklindedir.

“Eğer İstesek gökten üzerlerine apaçık “bir mucize” ve göz kamaştırı­cı bir şekilde kudretimizin bir tecellisini “indiririz de” o vakit onların bu hu­sustaki bilgilen kesin bir bilgi haline gelir ve kaçınılmaz olarak bu bilgiye sa­hip olurlar. Şu kadar var ki; bu husustaki bilgilerin nazarî olarak (akıi yolu ile) elde edilen bilgiler olmasını takdir etmişizdir.

Ebu Hamza es-Sümalî bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir: Bana ulaş­tığına göre bu âyet-i kerimenin ramazan ayının ortasında semadan işitilen bir sesi vardır. Bundan dolayı yavru kuşlar yuvaİarından çıkarlar ve yer büyük bir ses çıkartır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü maksat Kureyş’lilerdir, başkaları değildir.

“Boyunları ona eğüîverirdi.” Mücahid dedi ki: Burada “Boyunlar”dan ka­sıt, onların ileri gelenleridir. en-Nehhâs dedi ki: Boyunun ne demek olduğu dilde bilinen bir husustur, Mesela, “İnsanlardan bir boyun bana geldi” denilirken onların İleri gelenleri, reisleri bana geldi, denmek is­tenir.

Ebu Zeyd ile el-Ahfeş dedi ki: “Boyunları”ndan kasıt, onların topluluk­larıdır. “İnsanlardan bir boyun bana geldi” yani bir top-, luluk bana geldi, demektir.

Bir diğer açıklamaya göre bununla boyun sahipleri denmek istenmiştir. Burada muzaf hazfedilmiş olup, muzafun ileyh onun yerine ikame edilmiş­tir,

Katâde dedi ki: Yani eğer yüce Allah dilemiş olsaydı, boyun eğerek ka­bul etmek zorunda kalacakları bir mucize indirirdi ve hiç kimse aralarından bir masiyet işlemek kastıyla boynunu başka bir tarafa çevirmezdi.

İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i kerime biz ve Ümeyyeoğulları hakkında in­miştir. Devran bizim lehimize dönecek ve Muaviye’den sonra onların boyun­ları bizim önümüzde eğilecektir. Bunu es-Sa’lebî ile el-Ğaznevî zikretmişler­dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Boyun eğenler” ile -aynı anlamdaki- şekli arasında burada bir fark yoktur. Bu açıklamayı İsa b. Ömer yapmış olup, el-Müberred de bunu tercih etmiştir. Anlamı şudur: Yani onların boyunları eğilecek olur­sa, kendileri de eğiimiş olacaklardır. Buna göre “boyunlar” hakkında veri­len haber o boyunların sahipleri hakkında demektir. Arap dilinde birincisi ile ilgili haberi bırakıp, ikincisi hakkında haber vermek uygundur. Nitekim recez vezninde şair şöyle demektedir:

“Uzun geceler çabukça çözdü beni,

Hem uzunluğumu katlayıp dürdüler, hem de enimi katlayıp dürdüler.”

Böylelikle o, geceler hakkında haber verip gecelerin uzunluğu ile ilgili ha­ber vermemiştir. Şair Cerir de şöyle demektedir:

“Görüyorum ki geçen yıllar benden aldı,

Tıpkı ay’ın görünmediği gecelerinin ay’ı eksilttiği gibi”

Bunun caiz oluş sebebi ise eğer ifadeden hem “geçen”, hem “uzunluk” ke-îimeİeri kaldırılacak olursa manası bozulmaz. Aynı şekilde yüce Allah’ın: “bo­yunları ona eğiliverirdi” buyruğunda fiilin zamire bağlanması da bu şekil­dedir. Zira burada “boyunlar” lafzı zikredilmeyecek olursa, ifadede bozuk­luk olmaz. Geri kalan sözler bunun anlamını ifade ederlerdi ve yalnızca: “Onlar, o âyetlere boyun eğerlerdi” denilebilirdi. ei-Ferrâ ve Ebu Ubeyde bu açıklamayı benimsemişlerdir. el-Kisaî’nın kanaatine göre ise anlamı: “Onlar, onları (boyunlarını) eğerlerdi” demektir. Ancak bu Basrahlarla, Ferrâ’ya göre bir yanlışlıktır. Böyle bir hazif hiçbir ifadede ger­çekleşmez. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

“Onlara Rahman’dan yeni bir Öğüt gelse, muhakkak ondan yüz çevirir­ler.” Bu buyruk(un benzeri ve ona dair açıklamalar) daha önceden el-Enbi-ya Sûresi’nde (21/2. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Artık onlar gerçekten yalanladılar” yani yüz çevirdiler. Bir şeyden yüz

çeviren de onu kabul etmez, o bakımdan bu o şeyi yalanlaması demektir.

“Alay ettikleri şeyin haberleri kendilerine yakında gelecektir.” Bu on­lara bir tehdittir, yani yalanladıkları şeyin ve kendisi ile alay ettikleri huşusun akıbeti gelip unlan bulacaktır.

“Yeryüzüne bakmazlar mı ki; Biz orada her güzel çiftten nice bitkiler bitirdik.” Yüce Allah bu buyrukla azametine, kudretine dikkat çekmektedir. Eğer onlar kalpleriyle görüp, basiretleriyle bakacak olurlarsa ibadete layık ola­nın yalnızca O olduğunu elbette bileceklerdi. Zira herşeye kadir olan O’dur.

“Zevç: çift” çeşit anlamındadır. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır, “Güzel” ise güzel ve şerefli demektir. “Kerem” sözlükte şeref ve üstünlük an­lamındadır. Mesela “kerim bir hurma ağacı” denilecek olursa, değerli ve mey­vesi bol demek olur. “Kerim bir adam” şerefli, faziletli ve kusurlara aldırış et­meyen kişi demektir.

“Yeryüzü bitki bitirdi”; ile aynı manayadır. Buna da­ir açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/22. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır. Bu ekini çıkartan ve bitiren şanı yüce Allah’tır, eş-Şa’bî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İnsanlar yeryüzü nebatındandır. On­lardan cennete giden güzel ve kerimdir. Cehenneme giden ise bayağı ve âdi­dir.

“Muhakkak bunda bir âyet vardır.” Sözü edilen yeryüzünden ekinleri bi­tirmek de yüce Allah’ın herşeye kadir ve hiçbir şeyin O’nu âciz bırakmadı­ğına açık delâlet vardır.

“Halbuki onların çoğu mü’min değildirler.” Benim onlar hakkında ge­çen ilmimin bir tecellisi olarak tasdik eden kimseler değildirler. Sibeveyh’in görüşüne göre buradaki sıladır (zaid’dir.) takdiri aynı anlamda ve bu la­fız olmaksızın: şeklindedir.

“Muhakkak Rabbin mutlak gaüb ve esirgeyici olanın tâ kendisidir.” Düş­manlarından intikam alan ve kendisine hiçbir şekilde zarar verilemeyen gerçek dostlarına da merhametli olan demektir.[4]

  1. Hani Rabbin Musa’ya şöyle seslenmişti: “Git o zalimler toplulu­ğuna;
  2. “Firavun’un kavmine. Korkmazlar mı onlar?”
  3. Dedi ki: “Rabbim gerçekten ben, beni yalanlarlar diye korkarım;
  4. “Ve göğsüm daralır, dilim çözülmez. Bunun için Harun’a da el­çilik ver.
  5. “Ayrıca onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Onun için beni öldürmelerinden korkuyorum.”
  6. Buyurdu ki: “Asla! İkiniz âyetlerimizle gidin. Muhakkak Biz si­zinle birlikteyiz, işiticileriz.”

“Hani Rabbin Musa’ya şöyle seslenmişti” huyruğundaki: “Hani” nasb mahallindedir sen onlara “hani Rabbin Musa’ya şöyle seslenmişti” buy­ruğunu oku, anlamındadır. Anlamın böyle olduğuna daha sonra gelecek olan: “Onlara İbrahim’in de haberini oku!”(eş-Şuarâ, 26/69) buyruğu delildir. Bu­nu en-Nehhâs söylemiştir.

Anlamın: Sen Musa’ya seslendiği zamanı hatırla… şeklinde olduğu da söy­lenmiştir. Nitekim yüce Allah bu “hatırla” buyruğunu açıkça şu buyruklarda zikretmiş bulunmaktadır: “Âd kavminin kardeşini …de hatırla!” (el-Ahkaf, 46/21); “Kullarımız İbrahim’i… de hatırla!”(Sad. 38/45); “Kitapta Meryem’i de hatırla!” (Meryem, 19/16)

Buyruğun: “Hani Rabbin Musa’ya şöyle seslenmişti” de şöyle şöyle olmuş­tu anlamında olduğu da söylenmiştir.

Seslenmek (nida); ey filan diye çağırmak demektir. Yani Rabbin ey Mu­sa: “Git, o zalimler topluluğuna” diye buyurmuştu. Daha sonra da onların kimler olduğunu haber vererek: “Firavun’un kavmine” diye buyurmaktadır.

“Korkmazlar mı onlar” buyruğunda “kavmi” lafzı (“zalimler toplulu-

ğu’ndan) bedeldir. “Korkmazlar mı onlar” yani Allah’ın cezalandırmasın­dan çekinmezler mi? Şöyle de açıklanmıştır: Bu bir şeye imada .bulunmak ka-bilindendir. Çünkü yüce Allah ona zalimler topluluğuna gitmesini emretmiş­tir. Onun “korkmazlar mı onlar” buyruğu da onların korkmadiklarına ve on­lara kürkup, takvalı olmalarını emrettiğine delildir.

Bir diğer açıklamaya göre anlam şöyledir: Onlara “korkmaz mısınız” de. Buyruğun “ye” ile (korkmazlar mı anlamına) gelmesi hitab esnasında gaib oluşlarından dolayıdır. Eğer “te” ile gelmiş olsaydı, yine caiz olurdu. (O tak­dirde anlam: Sen onlara kormaz mısınız de, şeklinde olur.) “O inkâr edenlere de ki: Yakında siz yenik düşürülecek­siniz…” (Al-i İmran, 3/12) buyruğunun hem te ile (düşürüleceksiniz, anlamında), hem de “ye” İİe (düşürülecekler anlamında) okunması da buna benze­mektedir. Ubeyd b. Umeyr ile Ebu Hazim bu buyruğu “Korkmaz mı­sınız siz” şeklinde iki “te” ile okumuşlardır. Yani sen onlara: “Korkmaz mı­sınız siz” de.

Musa “Rabblm gerçekten ben, beni” risalet ye nübüvvet hususunda “ya­lanlarlar diye korkarım ve* onlar beni yalanlayacaklarından ötürü “göğsüm daralır.” Burada: “Daralır” ile “Çözülmez” fiilleri umumi olarak isii’naf olmak üzere ref ile okunmuşlardır. Ancak Ya’kub, İsa b. Ömer ve Ebu Hayve her iki fiili” beni yalanlarlar diye” buyruğuna atıf kabul ederek nasb ile okumuşlardır.

el-Kisaî dedi ki: “Ve göğsüm daralır ve dilim çözülmez” buyruğundaki fiillerin ref ile okunması iki türlü açıklanabilir: Birincisi ibtida (yeni cümle) olması, diğeri ise: “Gerçek şu ki benim göğsüm daralır ve dilim çözülmez,” anlamında olmasıdır.

Yani o takdirde bu “…korkarım”a nesak atfı olur.

el-Ferrâ dedi ki: Bu nasb ile de okunur. Bu okuma el-A’rec, Tat ha ve İsa b. Ömer’den nakledilmiştir. Her iki okuyuşun da açıklanabilir bir tarafı var­dır.

en-Nehhâs der ki: Uygun şekil ref ile okumaktır. Çünkü nasb ile okuna­cak olursa “beni yalanlarlar diye” buyruğuna atfedilmesi gerekir. Bu ise uzak bir ihtimaldir, bunun böyle olduğuna da yüce Allah’ın: “Bir de dilimden ba­ğı çöz ki sözümü anlasınlar” (Tâ-Hâ, 20/27-28) buyruğudur. İşte bu buyruk bunun da böyle olduğunu göstermektedir.

“Dilim çözülmez” buyruğu, istediğim şekilde delil getiremem anlamında­dır. Onun dilinde daha önce Tâ-Hâ Sûresi’nde (20/27, âyetin tefsirinde) geçtiği üzere bir düğüm (ağırlık) vardı.

“Bunun İçin Harun’a da elçilik ver.” Vahiy ile Cebrail’i ona gönder ve be­ni desteklemesi, bana yardımcı olması için onu da benimle birlikte rasûl gön­der. Burada “bana yardımcı olması-ndan söz edilmemektedir. Çünkü bu­nun ne demek olduğu zaten biliniyordu. Tâ-Hâ Sûresi’nde de “bana ailem­den bir yardımcı ver” (Tâ-Hâ, 20/29) buyruğunda bu hususu açıkça dile ge­tirdiği gibi, el-Kasas Sûresi’nde de: “Onu bana yardımcı olarak gönder ki be­ni tasdik etsin” (el-Kasas, 28/34) buyruğunda bunu açıkça zikretmiş bulun­maktadır.

Görüldüğü kadarıyla böyle bir istekte bulunmak hususunda Musa (a.s)’a izin verilmiş idi. Yoksa bit, risalet görevinden affedilmek anlamında bir ta­lep değil, kendisine yardımcı olacak birisini istemek şeklinde idi. Bu buyrukta tek başına bir işi yapamayıp, o hususta kusurlu davranacağından korkan kimsenin o iş için kendisine yardımcı olacak kişileri alabileceğine ve bun­dan dolayı da kınanmayacağına delil vardır.

“Ayrıca onların bana isnad ettikleri bir suç da vardır. Onun için beni öldürmelerinden korkuyorum.” Buradaki “suç” el-Kasas Sûresi’nde de geleceği üzere (28/15. âyetin tefsirinde ve devamında) Kıptî’nin öldürülme-sidir. Adı da Fasûr idi. Tâ-Hâ Sûresi’nde de bundan süz edilmişti. Musa bu kişiye karşılık öldürüleceğinden korkmuştu. Bu buyruk peygamberlerin, fa­zilet .sahibi kimselerin, velilerin Allah’ı tanımalarına, Allah’tan başka hiçbir failin olmadığını bilmelerine rağmen korkabileceklerini de göstermekledir. Çünkü yüce Allah dilediğini, dilediğine musallat kılar.

“Buyurdu ki: Asla” seni öldüremeyeceklerdir. Burada “Asla” böy­le bir kanaate sahip olmayı kabul etmemekte ve bundan vazgeçmeyi emret­mektedir. Yüce Allah’a güvenmeyi emretmektedir. Yani sen Allah”a güven ve onlardan duyduğun korkuyu bir kenara bırak. Onlar seni öldüremezler, buna güç yetiremezler.

“İkiniz” sen ve kardeşin -çünkü onu da seninle birlikte rasûl olarak gö­revlendirmiş bulunuyorum- “âyetlerimizle” apaçık belgelerimizle ve muci­zelerle. Bir diğer açıklamaya göre (okunan) âyetlerimizle “gidin. Muhakkak Biz, sizinle birlikteyiz.” Bununla yüce Allah kendi yüce zatını kastetmek­tedir.

“İşiticİleriz” onların neler söylediklerini, onlara ne cevap verileceğini işi­tenleriz. Yüce Allah bununia ikisinin de kalbini pekiştirmeyi, onlara yardım­cı olup onları koruyacağını bildirmeyi murad etmiştir. İşitmek, kulak vermek­le olur. Şan: yüce Allah ise bu anlamda vasfedilemez. Şanı yüce Allah ken­di zatını işiten (semi’) ve gören (basir) olarak vasfetmiş bulunmaktadır. Tâ-Hâ Sûresi’nde de “işitir ve görürüm” (Tâ-Hâ, 20/46) diye buyurmuştur.

Burada “Sizinle birlikte” diye buyurulmuş ve onların ikisini ce­mi’ kabul etmiştir, çünkü iki kişi de bir cemaattir. Bununla birlikte bu zami­rin ikisine ve bir de ikisinin kendilerine peygamber olarak gönderildikleri kim­selere ait olması mümkün olabildiği gibi, bülün İsrailoğuHarına ait bir zamir de olabilir. [5]

  1. “İkiniz Firavuna gidin ve deyiniz ki: Gerçekten biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz;
  2. “İsrailoğullarınt bizimle gönderesin diye.”
  3. Dedi kî; “Sen çocuk iken yanımızda seni beslemedik mi? Ömrün­den nice seneler aramızda eğlenmedin mi?
  4. “Ve işlediğin o İşi de yaptın. Sen nankörlerdensin.”
  5. “O işi işlediğim sırada ben cahillerden idim” dedi.
  6. “Sizden korkunca da aranızdan kaçtım da Rabbim bana bir hü­küm bağışladı ve beni peygamberlerden kıldı.
  7. “Sen İsraİloğullarını köleleştirdiğin için bunu nimet diye başı­ma kakıyorsun.”

“ikiniz Firavun’a gidin ve deyiniz ki: Gerçekten biz âlemlerin Rabbinin rasûlleriyiz” buyruğu ile ilgili olarak Ebu Ubeyde şöyle demiştir: Bu buy­rukta “rasûl” risalet anlamındadır. Buna göre ifade: Biz âlemlerin Rabbinin risaletini getiren kimseleriz, demek olur. Şair d-Hüzlî dedi ki:

“Ona beni gönder, çünkü elçilerin hayırlısı, (Götürdüğü) haberi etraflıca en iyi bilenleridir.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Haber getirenler yalan söyledi, onların yanında hiç bir sırrı söylemedim, Hem ben onlarla bir rasûl (mesaj, risalet, habcr)’de göndermedim.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Benden Amroğullarına şu risaleti (mesajı) tebliğ edecek yok mudur? Şüphesiz ki benim sizin hakemliğinize ihtiyacım yoktur (diye)”

el-Ab bas b. Alirdas da dedi ki:

“Benden Hufafa bir mesaj (riealet) tebliğ edecek var mıdır Senin aile halkının evi, onun varacağı son yerdir.”

Burada “rasûl” kelimesi, risalet anlamında olduğundan dolayı onu müen-nes olarak kullanmıştır.

Ebu Ubeyd dedi ki: “Rasûfin hem iki kişi, hem de çoğul anlamında ol­ması da mümkündür. O bakımdan Araplar: Bu benim rasûlüm ve vekilimdir, dedikleri gibi, “Bu ikisi benim rasûlüm ve vekilimdir. Bunlar benim rasûlüm ve vekilimdir” de derler (rasûl kelimesini ayrıca tesniye ve çoğu] olarak kul­lanmazlar.) Yüce Allah’ın: “Onlar benim düşmanımdır” (eş-Şu-arâ, 26/77) buyruğu da bu kabildendir.

Bu buyruğun: Bizim herbirimiz âlemlerin Rabbinin rasûlüdür, anlamında olduğu da söylenmiştir.

“İsrailoğuilarını bilimle gönderesin diye.” Yani onları serbest bırak ve onların önünü tıkama ki bizimle birlikte Filistin’e gelsinler. Sen onları artık köleleştirme! Çünkü Firavun dörtyüz yıl süreyle onları köle olarak kullanmış­tı. Bu dönemdeki sayıları ise altıyüzotuzaltıbin idi.

Musa ile Harun (ikisine de selâm olsun) Firavun’un yanına gittiler. Bİr se­ne süreyle Firavun’un huzuruna çıkmak için onlara izin verilmedi. Nihayet kapıcı-Firavun’un yanına girip; burada bir kişi var, âlemlerin Rabbinin rasû-lü olduğunu iddia ediyor deyince, Firavun da: Ona izin ver belki bu vesiley­le güler, eğleniriz, dedi. Bunun üzerine ikisi de Firavun’un yanına girdiler ve risalet görevlerini eksiksiz edâ ettiler.

Vehb ve başkalarının rivayetine göre Musa ile Harun, Firavun’un yanına girdiklerinde arslan, kaplan ve pars gibi yırtıcı bir takım hayvanları çıkartıp, onları seyretmekte olduğunu gördüler. Bunların bakıcıları Musa ve Harun’un üzerine atılacaklarından korktukları için hızlıca bu hayvanların yanı­na koşuştular. Yırtıcı hayvanlar da Musa iie Harun’un yanına koştular. On­ların ayaklarını yalamaya ve kuyruklarını önlerinde sallamaya başlayıp, ya­naklarını da onların bacaklarına yapıştırmaya koyuldular. Firavun buna şa­şırarak, sizler kimlersiniz? deyince, her ikisi de: “Gerçekten biz, âlemlerin Rabblnln r asilileriyiz ” dediler. Firavun, Musa’yı tanıdı, çünkü o Firavun’un sarayında büyümüştü. Bundan dolayı “dedi ki: Sen çocuk iken yanımızda seni beslemedik mi?” O bu sözleriyle Musa (a.s)’ı minnet altında tutmak is­temiş ve onu küçümsemeye kalkışmıştı. Yani küçükken biz seni besleyip, bü­yüttük, diğerlerini öldürdüğümüz gibi seni öldürmedik. “Ömründen nice se­neler aramızda eğlenmedin mi?” Peki şu iddia etliğin husus ne zaman ger­çekleşti. Daha sonra “ve islediğin o işi de yaptın” sözleri ile Kıptî’yi öldür­düğünü ana söyletmeye çalıştı. Bu buyruktaki “lafzında “fe” har­finin üstün olması bu fiilden bir defa yapmayı anlatan kip (bina-i merre) ol­masından dolayıdır. eş-Şa’bî bunu şeklinde “fe” harfini esreli diye okumuş ise de üstün okunması daha uygundur. Çünkü bu bir defa o işi yap­mayı anlatmaktadır. Esre] i okunuş ise hey’et ve hal bildirir.

Yani sen bildiğin o işi yaptığına göre ve biz senin halini bildiğimize gö­re nasıl olur da Allah’ın seni rasûl olarak gönderdiğini iddia edebilirsin? Şa­ir de şöyle demektedir:

“Onun komşusunun evinden yürüyüşü sanki, Bulutun geçmesidir; ne ağır, ne de acele.”[6]

UiıJlS): Bu ridde ve redde günleri olmuştu” da denilir. (Fi’le ve fa’le vezinlerinde kullanılabilir).

“Sen nankörlerdensin.” ed-Dahhak dedi ki: Yani sen Kıptî’yi öldürmek suretiyle nankörlerden oldun. Zira senin onu öldürmen helal değildi.

Benim senin üzerindeki terbiyem ve sana iyilikte bulunma nimetlerime kar­şı sen nankör idin, diye de açıklanmıştır. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

el-Hasen dedi ki: “Sen nankörlerdensin” yani benim, senin ilâhın oldu­ğunu inkar edenlerdensin.

es-Süddî ise: “Sen Allah’ı ink?1-eden kâfirlerdensin” diye açıklamıştır, Çünkü sen bizimle birlikte şu ayıplamış olduğun dinimiz üzere idin. Musa (a.s)’ın Kıptî’yi öldürmesinden sonra çıkıp gitmesi ile peygamber olarak geri dönmesi arasında bir kaç ay eksiği ile onbir yıllık bir süreyi bulmuştu.

“O İşi İşlediğim sırada” yani Kıptî’yi öldürdüğüm vakitlerde “ben cahil­lerden idim, dedi.” Böylelikle Musa kendisinden nankörlüğü (küfür ve in­kârı) reddetmiş olmakta ve bu işi bilmeden yaptığını haber vermektedir. Mü-cahid de böyle demiş ve buradaki (“sapıklardan idim…” anlamdaki) “lafzını cahillerden idim, diye açıklamıştır.

îbn Zeyd: Ben attığım bir yumruğun öldürme .sınırına kadar varacağını bil­miyordum diye açıklamıştır.

Abdullah b. Mes’ud’un Mushaf’ında bu buyruk: “Cahillerden…” şeklindedir. Bir şeyi bilmeyen bir kimse hakkında da; “Onu bilme­di” denilebilir.

“Cahillerden İdim” lafzının unutanlardandım anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Bu açıklamayı da Ebu Ubeyde yapmıştır. “Ben cahillerden idim” buyruğu peygamberliği bilmiyordum, bu hususta yüce Allah’tan bana bir şey gelmemişti. Dolayıst ile o halde iken yaptığım işlerden ötürü benim azarlan­mam söz konusu değildir, diye de açıklanmıştır. Böylelikle de aralarında ye­tişmiş olmanın peygamber olmaya, insanları affedip bağışlamaya aykırı ol­madığını, öldürmenin hata yoluyla olduğunu ya da şeriatın bulunmadığı bir zamanda gerçekleştiğinde nübüvvetle çatışan bir tarafının bulunmadığını -açık­lamış olmaktadır.

“Sizden korkunca da aranızdan kaçtım.” el-Kasas Sûresi’nde de belirtil­diği gibi aranızdan çıkıp Medyen’e gittim; “Bunun üzerine korku ile etrafı gö­zeterek o şehirden çıktı.” (el-Kasas, 28/21) Bu, Kıptî’yi öldürdüğü sırada ol­muştu.

“Rabbimbana bir hukum bağışladı.” es-Süddî ve başkalarından rivaye­te göre, peygamberliği bağışladı. ez-Zeccac dedi ki: Allah’ın hükümlerini ih­tiva eden Tevrat’ı öğretti. Bilgi ve kavrayış bağışladı, diye de açıklanmıştır. “Ve beni peygamberlerden kıldı.”

“Sen İsrailoRuUarını köleieştirdiğln için bunu nimet diye başıma ka­kıyorsun.” Bu buyruğun anlamı hususunda tefsir alimleri farklı görüşlere sa­hiptir. es-Süddî, et-Taberîve el-Ferrâ dedi ki: Bu buyruk Musa (a.s)’ın, üze­rindeki nimeti ikrar etmek üzere söylediği sözlerdir. Şöyle demiş gibidir; Evet, senin beni beslemiş olman, benim üzerimde -başkalarını köleleştirip, beni kö-leleştirmemek bakımından- bir nimettir. Fakat bu benim risaletimin gerek­lerini yerine getirmeme mani değildir.

Şöyle de açıklanmıştır: bu Musa (a.s)’ın reddetmek maksadıyla söylediği bir sözdür. Yani sen küçükken beni besleyip, büyütmüş olmanı başıma mı kakıyorsun? Aynı zamanda sen bütün îsrailoğullarını köleleş,tirmiş, unlan öl­dürmüş bulunuyorsun. Yani bu bir nimet değildir, çünkü yapman gereken senin onları öldürmemen ve onları köleleştirmemendi, onlar benim kavmimdir. Peki, şimdi nasıl olur da sen özellikle bana yapmış olduğun iyiliği ha­tırlatabiliyorsun?

Bu anlamdaki açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada istifham (soru) takdiri söz konusudur. Yani senin bu dediğin bir nimet midir? Bu açıklamayı da el-Ahfeş ve yine el-Ferrâ yapmış, ancak en-Nehhâs ve başkaları kabul etmemiştir. en-Nehhâs de­di ki: Böyle bir takdir caiz değildir, çünkü istifham için gelen hemze yeni bir mana ortaya çıkarmaktadır. Bunun hazfedilmesi ise ifadede; “…mi…”, yoksa bulunmadıkça imkansızdır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“Sen bu mahalleden öğleden sonra mı gidersin, yoksa erken mi?”

Bu hususta el-Ferrâ’nın söylediği dışında nahiv bilginleri arasında bir gö­rüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum. O: İstifham hemzesinin şek ifade eden fi­illerde hazfedilmesi caizdir deyip, “Zeyd’in gidici olduğunu zannediyor (mu)sun?” ifadesinin; “Zannediyor musun?” anlamında ol­duğunu nakletmiştir. Ali b. Süleyman da bu hususta şöyle derdi: O bunu ava­mın konuşmalarından almıştır.

es-Sa’lebı dedi ki; el-Ferrâ ile bunun inkâr için söylendiğini kabul eden­ler bu buyruğun anlamının: “Bu da bir nimet midir?” diye istif­ham yollu olduğunu söylemişlerdir. Bu da bu bakımdan: “Bu muymuş benim Rabbim?” (el-En’am, 6/76); “Onlar ebedi mi kalacaklar?” (el-Enbiya, 21/34) buyruklarına benzer. Şair de şöyle demiştir:

“Beni teskin ettiler ve: Korkma ey Huveylid dediler, Ben o yüzleri tanımayarak: Bunlar onlar(mı)dır, dedim.”

d-Ğaznevîde soru hemzesinin terkediieceğine tanık olmak üzere şu be­yitleri zikretmektedir:

“O ayrılış günü duruşunu unutamıyorum onun, Göz kapaklarında, gözyaşları parıldıyorken. Binekler duruyorken onun şu sözlerim de: Beni böyle (mi) bırakıyor ve gidiyorsun?”

Derim ki: en-Nehhâs’ın dediğinin aksine burada “Mi, yoksa1′ bulun­mamakla birlikte istifham hemzesi hazfediimiştii.

ed-Dahhâk dedi ki: Bu ifade azarlama üslubu ile söylenmiştir. Azarlama ise soru ile de olabilir, soruşuz da olabilir. Anlam da şudur: Eğer sen İsra-iloğullarını öldürmeye kalkışmamış olsaydın, beni annem-babam büyütecek­ti. Senin benim üzerimde ne gibi bir nimetin olabilir ki? Sen bana hiç de ba­şa kakmaman gereken bir şeyi hatırlatarak minnet ediyorsun.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen, benim kavmimi hakir ve kü­çük düşürmüşken kavmi küçük düşürülmüş bir kimse zelil olurken beni bes­leyip büyütmüş olmayı nasıl minnet konusu yapabilirsin?,

“KÖleleştlrdiği için” buyruğu “nimef’den bedel olarak ref mahallinde-dir. Şu anlamda nasb mahallinde de olabilir: “Çünkü sen İsrailoğullannı köleleştirdin, yani onları köle edindin.”

Üe aynı anlamda olmak üzere: Onu kol el eş ti idim denilir. Bu­nu el-Ferrâ söylemiş ve şu beyi ti zikretmiştir:

“Kavmim ne diye köleleştiriyor beni, halbuki aralarında pek çoktur, Diledikleri kadar pek çok develeri ve köleleri vardır.” [7]

  1. Firavun: “Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?” dedi,
  2. Dedi ki: “Göklerle yerin ve onların arasında olanların Rabbİdİr, eğer gerçekten İnanan kimseler iseniz…”
  3. Etrafında bulunanlara: “İşitmiyor musunuz?” dedi.
  4. “O sizin de Rabbinizdİr, sizden önceki atalarınızın da Rabbidir” dedi.
  5. Dedi ki: “Size gönderilen bu elçiniz, mutlaka delidir.”
  6. “Doğunun, batının ve onların aralarında olanların Rabbidir. Eğer akıl ederseniz” dedi.
  7. “Eğer benden başka İlâh edinirsen, elbette seni hapsedilen-lerden kılarım” dedi.,
  8. “Ben sana apaçık bir şeyle gelmişsem de mi? dedi.
  9. “Eğer doğruyu söyleyenlerden isen, haydi onu getir!” dedi.
  10. Bunun üzerine asasını bıraktı. O da hemen apaçık bir ejderha oluverdi.

33- Elini çıkardığında bakanlara bembeyaz görünüverdi.

  1. Etrafındaki ileri gelenlere dedi ki: “Muhakkak ki bu, çok bilgi­li bîr sihirbazdır.
  2. “Sizi sibiri ile yerinizden çıkarmak istiyor. Ya siz ne buyurur­sunuz?”
  3. Dediler ki: “Onu ve kardeşini oyala ve şehirlere toplayıcılar gön­der.
  4. “Çok İyi bilen bütün sihirbazları sana getirsinler.”
  5. Böylece sihirbazlar belirli günün bir vaktinde bir araya getiril­di.
  6. Ve insanlara da: “Siz de toplanır mısınız?” denildi.
  7. “Umarız ki sihirbazlar galip gelirlerse, biz de onlara uyarız.”
  8. Sihirbazlar geldiklerinde, Firavuna dediler ki: “Eğer biz galib olursak, bize bir ödül var değil mi?”
  9. “Evet, hem o takdirde siz elbette yakınlaştırtlacaklardan da olur­sunuz” dedi.
  10. Musa onlara: “Siz ne atacaksanız atın” dedi.
  11. İplerini ve asalarını bıraktılar ve: “Firavunun izzeti hakkı için, muhakkak biz galipleriz” dediler.
  12. Musa asasını bırakır, bırakmaz onların hile ile yaptıklarını yu-tuverdi.
  13. Sihirbazlar hemen secdeye kapanıverdiler.
    1. “Âlemlerin Rabbine, Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.

49- Dedi ki: “Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz? De­mek ki o size sihri öğreten büyüğünüzmüş… Yakında bilecek­siniz. Mutlaka el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepi­nizi toptan asacağım.

  1. “Olsun, zararı yok. Zaten biz Rabbimize dönücüleriz” dediler.
  2. “Biz gerçekten ilk iman edenler olduğumuz için Rabbimizin gü­nahlarımızı bağışlayacağını ümit ederiz.”

“Firavun: ‘Âlemlerin Rabbi dediğin nedir?1 dedi.” Musa (as) getirdiği de­lillerle Firavun’u yenik düşürüp, lanetli Firavun Musa (a.s)’ı besleyip, büyüt­tüğünü ileri sürmenin faydasını göremeyince, başka delili de olmadığından bu sefer Musa (a.s)’ın: “Âlemlerin Rabbinin rasûlü” olduğunu ileri sürmesi noktasından hareketle ona karşı çıkmaya koyuldu ve bilinmeyen şeyler hakkında soru üslûbu ile ona soru sordu.

Mekkî ve başkaları dediler ki: Ona cins isimler hakkında soru sorulduğu gibi sordu. Bundan dolayı “mâ: ne” ite ona soru sordu. Mekkî dedi ki: Bu hu­susta soru bir başka yerde “kim” diye varid olmuştur. Göründüğü kadarıy­la herbir yerde ayrı şekilde soru sormuştur. Musa (a.s) hiçbir yaratığın Allah ile ortak olmadığına, Allah’ın yarattıkları arasından Allah’a delâlel eden sı­fatları delil gösterdi. Firavun cins hakkında soru sormuştu. Oysa yüce Allah bir cins değildir. Çünkü cinsler sonradan yaratılmıştır. Musa (a.s) onun ca­hilliğini anladığından, onun bu şekilde soru sormasına iltifat etmeyerek, din­leyen kimseye Firavun’un bu hususta herhangi bir ortaklığının bulunmasının söz konusu olmayacağını açıkça ortaya koyan Allah’ın o pek büyük kudre­tini dile getirdi.

Bu sefer Firavun karşılarındakini harekete geçirmek ve (kendisince) söy­lenen sözün oldukça beyinsizce oluşundan ötürü hayrete düştüğünü belir­ten bir edâ ile: “İşitmiyor musunuz?” dedi. Çünkü Firavun kavminin inanı­şına göre, Firavun onların rabbi ve onların ma’budu idi. Ondan önceki Fira­vunlar da bu şekildeydi. Musa (a.s)’da; “O sizin de Rabbinizdir, sizden Ön­ceki atalarınızın da Rabbidİr” sözleri ile açıklamalarını daha ileriye götür­dü ve onların anlayabilecekleri bir delil ortaya koymuş oldu. Çünkü onlar daha önceden atalarının bulunduğunu ve bu atalarının yok olup gittiklerini, on­ları bu şekilde değişikliğe uğratan birisinin varlığının kaçınılmaz olduğunu, önceleri varken sonradan yok olduklarım, onları mutlaka var eden bir kim­senin bulunması gerektiğini biliyorlardı.

Bu sırada Firavun da hafife alan bir üslûp ile: “Size gönderilen bu elçi­niz mutlaka delidir” dedi. Yani o benim soruma cevap vermiyor demek is­tedi. Musa (a.s) da buna: “Doğunun, batının ve onların aralarında olanla­rın Rabbidir” diyerek cevap verdi. Yani onun mülkü seninki gibi değildir. Çünkü sen ancak bir ülkeye maliksin ve başka yerde de senin emrin geçmez. Ölmesini istemediğin kimseler ölüyor. Halbuki beni sana peygamber olarak gönderen doğuya da, batıya da maliktir; “onların aralarında olanların da Rabbidir.”

Denildiğine göre; Musa (a.s) onun soru sormaktan maksadının hakkında soru sorduğu zatı bilmek olduğunu da bilmişti. Bundan dolayı o da bugün Rabbi tanımak için izlenmesi gereken yol ne İse o şekilde cevap verdi. An­cak Firavun delil getirmek suretiyle karşı koyamayınca, bu sefer üstünlük tas­lamak ve zorbalık yapmak yoluna baş vurdu, Musa (a.s)’ı hapse atmakla teh­dit etti. Bu ilâhın seni peygamber olarak gönderdiğine dair delilin nedir!* de­medi. Çünkü o takdirde kendisinden başka bir ilâhın varlığını itiraf etmiş ota-cakcı.

Onun Musa (a.s)’ı hapse atmakla tehdit etmesi, onun bir zaafıdır. Rivaye­te göre Firavun, Musa (a.s)’dan ileri derecede korkarmış. Öyle ki o melun kor­kusundan küçük abdeslini tutamazmış. Yine rivayete göre onun hapsi öldür­mekten betermiş. Bir kimseyi zindana attı mı ölünceye kadar da zindandan çıkartmazmış. Bundan dolayı zindanları çok korkunçtu.

Diğer taraftan Musa (a.s) yüce Allah’ın emri ile Firavun’un tehdidinden korkmayacak bir durumda olduğundan dolayı Firavuna yumuşak bir suret­te ve iman edeceği umudu ile: “Ben sana apaçık bir şeyle gelmişsem de mi? dedi.” O takdirde bu getirdiğim şey ile benim doğruluğum, senin tarafından açıkça görülecektir. Firavun bu sözleri işitince bu arada karşı çıkabilecek bir husus bulabilir ümidi ile ona: “Eğer doğruyu söyleyenlerden isen haydi onu getir, dedi.” Sibeveyiı’e göre bu ifadede şartın cevabına gerek yoktur. Çün­kü bundan önce ona ihtiyaç bırakmayacak ifadeler gelmiştir.

“Bunun üzerine asasını” elinden “bıraktı” ve yüce Allah’ın kıssada ha­ber verdiği olaylar oldu. Buna kıssanın sonuna kadar anlatılan hususlara da­ir açıklamalar ve bunların tefsiri, el-A’raf Sûresi’nde (7/154. âyet ve devamı­nın tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Sihirbazlar, Firavun kendilerini el ve ayaklarının kesilmesi ile tehdit edince: “Olsun, zararı yok” dediler, yani dünya azabından karşı kar­şıya kalacağımız sıkıntıların bize bir zararı olmaz. Senin azabın kısacık bir an­dır, biz de ona sabreder ve yüce Allah’ın huzuruna iman etmiş kimseler ola­rak çıkarız,

Bu husus onların son derece basiretli olduklarına, oldukça kuvvetli bir imanlarının bulunduğuna delildir. Malik dedi ki: Musa (a.s) Firavun’u kırk yıl süreyle İslâm’a davet etti. Sihirbazlar ise ona bir günde iman ediverdiler.

tabirleri hep “zararı yok” anlamında­dır. Bu açıklamayı el-Herevl yapmıştır. Ebu Ubeyde de şu beyiti nakletmek­tedir;

“Sen artık yeterince güçlendikten sonra sana zararı olmaz, Annen bir ceylan mı olmuş, yoksa bir eşşek mi (farketmez).”

el-Cevherî de der ki: “Ona zarar verdi” demek­tir.

el-Kisaî dedi ki: Ben “Bunun bana ne bir faydası var­dır, ne de bir zararı” diyenleri duydum, Dövme ya da aç kalma es­nasında bağırmak ve kıvranmak, demektir, “Dad” harfi ötreli olarak ise değersiz ve önemsenmeyen kişi demektir.

“Zaten biz Rabbimlze dönücüleriz dediler.” Bizler keremi bol, rahmeti sonsuz Rabbimize döneceğiz.

“Biz gerçekten İlk iman edenler olduğumuz İçin Rabbimizin günahla­rımızı bağışlayacağını ümit ederiz” buyruğunclaki; (fiile mastar onlamı ve­ren) edatı, “Olduğumuz için” dolayısı ile nasb mahaüindedir. “Olduk diye” anlamındadır. el-Ferrâ bunun gart edatı olarak esreli okunmasını da caiz kabul etmiştir.

“İlk İman edenler” olmaları da mucizenin ortaya çıkması sırasında Fira-vun’un çevresinde bulunanlar arasından ilk iman edenler olmaları demektir. el-Ferrâ “çağımızın ilk iman edenleri” diye açıklamıştır. Ancak ez-Zeccâc bu­nu kabul etmeyerek şöyle der: Rivayet edildiğine göre onunla birlikte altı-yüzyetmişbin kişi iman etmişti, tşte bunlar da Firavun’ıın kendileri hakkın­da: “Gerçekten bunlar az bir topluluktur” (eş-Şuaıâ, 26/54) dediği kimseler­dir. Bu İbn Mes’ud ve başkasından rivayet edilmiştir. [8]

  1. Biz Musa’ya: “Kullarım ile geceleyin yola çık! Muhakkak İzlene­ceksiniz” diye vahycttik. 53- Firavun şehirlere toplayıcı adamlar gönderdi:
  2. “Gerçekten bunlar az bii* topluluktur;
  3. “Onlar bizi gerçekten kızdırdılar.
  4. “Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz.”
  5. Böylece onları bostanlarından, akar sularından çıkardık;
  6. Ve hazinelerle şerefli makamlardan.
  7. İşte böyle …Ve Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.
  8. Sf-nra güneş doğarken onların ardından gittiler.
  9. İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın arkadaşları: “İşte şim­di kıstırıldık” dediler.
  10. “Asla! Muhakkak Rabbim benîmledir. Bana doğru yolu göstere­cektir* dedi.
  11. Biz de Musa’ya: “Asanla denize vur” diye vahyettik. Ardından de­niz ayrılıp herbir tarafı büyük bir dağ gibi oldu.
  12. Diğerlerini de buraya yanaştırdık.
  13. Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık.
  14. Sonra diğerlerini suda boğduk.
  15. Şüphesiz ki bunda bir âyet vardır. Fakat çoğu iman etmediler.
  16. Şüphe yok ki Rabbin Azizdir, Rahimdir.

“Biz Musa’ya: ‘Kullarım ile geceleyin yola çık. Muhakkak izleneceksi­niz’ diye vahyettik.” Şanı yüce Allah’ın sünneti, gerçek dostları arasından iman edip tasdik eden rasûl ve peygamberlerinin risaleüerini kabul eden kul­larını kurtarıp düşmanları arasından onları yalanlayan kâfirleri de helak et­me şeklinde olduğundan Musa (a.s)’a geceleyin İs railoğull arını alıp, çakma­sını emretti. Onlardan da “kullanın” diye söz etti. Çünkü onlar Musa’ya iman etmişlerdi.

“Muhakkak izleneceksiniz” de Firavun ve kavmi sizi geri döndürmek için arkanızdan gelecekler, demektir. Bu sözlerin muhtevası içerisinde yüce Al­lah’ın Firavun ve adamlarından onları kurtaracağını da bildirmektedir.

Musa, seher vaktinde İsrailoğulları ile birlikle çıktı. Şam’a doğru giden yo­lu sol tarafına alarak, denize doğru yöneldi. İsrailoğullarından herhangi bir kimse yoldan ayrılmakta olduğunu hatırlatınca, o: Bana böyle emrokındu, di­ye cevap verirdi.

Firavun sabah vakti Musa (a.s)’m İsrailoğullarını alıp geceleyin yola ko­yulduklarını öğrenince, izlerine koyuldu. Mısır şehirlerine haberciler gönde­rerek, askerlerin geüp kendisine yetişmelerini emretti. Rivayete göre diğer renkler bir tarafa sadece siyah renkten beraberinde yüz atlı olduğu halde as­kerler gelip ona yetiştiler. Yine rivayet edildiğine göre îsrailoğullan da iki-yüzyetmişbin kişi idiler. Bunun sıhhat dereeesini en iyi bilen Allah’tır. Âyet-i kerimeden kesin olarak anlaşılan şu ki; Musa (a.s) İsrailoğullanndan oldukça’büyük bir topluîukla yola koyuldu. Firavun da bunların bir kaç kat fazlası ile onun izini takip etti,

İbn Abbas dedi ki: Firavun ile birlikte bin zorba kişi vardı. Herbİrisinin bağında taç vardı ve bunların herbirisi de bir süvari birliğinin kumandanı idi.

“Az bir topluluk” önemsenmeyen küçük bir topluluk demek­tir. Çoğulu; diye gelir. el-Cevherî dedi ki: Bu, insanlardan bir kesim, herhangi bir şeyin bir parçası anlamlarına gelir, “Parça parça el­bise, kumaş'” demektir, es-ÎSa’lebî şairin recez veznindeki şu beyiti nakleder:

“Kış geldi ve elbiselerim eski püskü,

Parça parça olmuş; yamalayıcı bundan, ötürü güler.”

Yüce Allah’ın: “Gerçekten… az bir topluluktur” buyruğundaki “lanı” te’kid lamıdır, “Ciıp: Gerçekten” edatının haberinin başına çokça gelir. Ancak Kûfeliler -muhakkak Zeyd kalkacaktır anlamında-: elemeyi caiz kabul etmezler. Ancak bunun caiz oluşunun delili yüce Allah’ın: “Yakında bileceksiniz” (eş-Şuara, 26/49) buyruğunda gelmiş olmasıdır. Burada bizatihi te’kid “lam”ı gelmiştir ve bu te’kid “lam”ı -nisbe-ten uzak geleceği ifade etmek için kullanılan-: in başına gelmiştir. Bu açıklamayı en-Nehhâs yapmıştır.

“Onlar bi2i gerçekten kızdırdılar.” Yani onlar dinimize muhalefet ettik­lerinden ve -önceden geçtiği gibi- bizden iğreti olarak aldıkları mallarımızı alıp götürdüklerinden dolayı bizim düşmanlarımızdır. O gece ilk çocukları­nın hepsi de öldü. Buna dair açıklamalar daha önceden el-A’raf (7/138. âyet ve devamında) ile Tâ-Hâ sûrelerinde (20/77. âyet ve devamında) yeteri ka­dar geçmiş bulunmaktadır.

“şu beni kızdırdı” demektir.Gayz, kızgınlık öf­ke anlamındadır. “Öfkelenmek” de buradan gelmektedir. Ya­ni onlar izin almaksızın çıkıp gittiklerinden ötürü bizi kızdırdılar.

“Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz.” Yani biz tedbirimizi almış, si:

lahlarımızı kuşanmış, hazırlıklı bir topluluğuz. “Uyanık ve tedbir­li” buyruğu diye de okunmuştur. Her ikisi de çekinen, korkan kim­seler demektir. el-Cevherî dedi ki: Bu lafız; ve şek­linde “zel” harfi ötreii olarak da okunmuştur. Bunu da el-Ahfeş nakletmiştir. Bununla birlikte; “Hazırlıklı ve tedbirli kimseleriz” anlamında, bu­na karşılık; “Korkan, çekinen kimseleriz” anlamındadır.

en-Nehhâs dedi ki: okuyuşu Medindiler ile Ebu Amr’m okuyuşu­dur, Kûfeliler İse; diye okumuşlardır. Bu okuyuş Abdullah b. Mes’ud ile İbn Abbas’Un da geldiği bilinen bir okuyuştur. Noktasız “dal” ile okuyuşu ise Ebu Abbad’ın okuyuşudur. Bunu da el-Mehdevî, İbn Ebi Ammar’dan, el-Maverdî ve es-Sa’lebî ise Sumayt b, Aclan’dan nakSetmişler-dîr. en-Nehhâs dedi ki: Ebu Ubeyde’nin kanaatine göre ile aynıdır. (Uyanık ve tedbirli kimseleriz anlamındadır). Sibeveyh’in görüşü de budur ve Sibeveyh “O kimse Zeyd’e karşı tedbirlidir” ifadesi­ni uygun görmüştür. Nitekim; “Zeyd’den çekinir, ona karşı tedbir­lidir” denilmesi gibi. Sibeveyh şu beyiti de zikreder:

“Asla, zarar vermeyen işlerden korkar (onlara karşı tedbirli davranır), Bununla birlikte takdirlerden kendisini kurtaramayacak şeylere (kadere karşı) güvenlik duyar.”

Ebu Amr el-Cermî’nin görüşüne göre; O Zeyd’den çekinir, ona karşı tedbirlidir” denilerek; in hazfedilmesi caizdir. Ancak nahivci-lerin çoğunluğu; ile arasında fark gözetirler. el-Kisaî, el-Ferrâ ve Muhammed b. Yezid bunlardandır. Bunların kanaatine göre; Yaratı­lışında hazer bulunandır, yani uyanık ve müteyakkız bulunan kimse demek­tir. Eğer fiilin anlamı bu ise, bu teaddi etmez (geçişsizdir.)

‘in anlamı İse hazırlıktı ve tedbirli demektir. İşte önceki ilim adam­larından tefsir böylece gelmiştir.

Abdullah b. Mes’ud’un yüce Allah’ın: “Biz îse uyanık ve tedbirli bir topluluğuz” buyruğu hakkında şöyle dediği zikredilmektedir: Bizler silah-İarı bulunan, araç ve gereçleri olan kimseleriz. İşte bu da o anlamın aynısı­dır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir; Bizim silahlarımız var, onların ise silahlan yok. O bu sözleriyle onları (etrafındakileri) savaşa teşvik ediyordu.

“Dal” harfi ile; şeklindeki okuyuşa gelince, bu Arapların, “Dopdolu (iri) göz” ifadelerinden türetilmiştir. Yani biz onların ki­ni ile doluyuz, anlamındadır. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

“Ve bir göz ki; geniş mi geniş, oldukça iridir,

Onun kapakları adeta sonuna kadar varılıp açılmıştır.”

Dilbilginlerinin naklettiğine göre bir kimse eğer etine dolgun ise onun hak­kında; “(j?1*- Jtj): Etine dolgun adam” denilir. Buna göre anlamın silahla do­lup taşmak (çokça silahı bulunmak) şeklinde olması da mümkündür. el-Mehdevî dedi ki: “Güçlü, kuvvetli kimse” demektir.

“Böylece onları bostanlarından ve akar sularından” yani Mısır toprak­larından “çıkardık.”

Abdullah b. Ömer dedi ki: Bahçeler Asvan’dan, Reşid’c kadar Nil’in her iki tarafında da bulunuyordu. Bunlar arasında da ekin ekiliyordu.

Nil’in yedi tane halici vardır; İskenderiye halici, Sena halici, Dimyat ha-İİCİ, Serdus halici, Menf halici, Feyyum halici ile el-Menha halicidir. Bunlar birbirine bitişiktirler ve birbirleri arasında ayrılık ve kesinti yoktur. Bütün bu haliçler arasında da ekinler ekilir. Bütün Mısır topraklan planladıkları, ölçüp-biçtikleri kemerler, köprüler ve haliçler sebebiyle her tarafı su seviyesi orıaltı argınlık bir yerden sulanır. Bundan dolayı Nil’in nehri azalacak olur­sa, onun onakı zira’lık bir bölümü “Nilu’s-Sultan” diye adlandırılır. Bu Ali b, Ebi er-Reddad’a kadar uzanan bir uygulamadır. Bu uygulama günümüze ka­dar devam etmektedir. Ona “Nilu’s-Sultan” denilmesinin sebebi o zamanda (suyun o yüksekliğe ulaşması halinde) insanların haraç ödemelerinin gerek­mesi dolayısıyladır.

Aslında bütün Mısır toprakları onyedi zira’lık (seviyedeki) bir suyun bir parmağından sulanırdı, Nil nehrinin seviyesi onyedi zira’dan aşağı düşüp de üzerinde “onsekiz zira’dan tek bir parmak” diye, seslenildi mi o vakit Mısır’ın haracı bir milyon dinar arttı tlemekü. Eğer böyle olmaz da onun üzerinde: Ondokuz zira’dan tek bir parmak diye seslenilirse, bu sefer de haracı bir mil­yon dinar azalırdı.

Buna sebep ise gerekli işler, haliçler, köprüler ve oranın imarına verilen ihtimam dolayısıyla yapılan harcamalardır. Şimdilerde ise oranın bir çok bö­lümü Mısır mikyası ile “ondokuz zira’dan bir parmak” diye seslenilmectikçe sulanmaz.

Yukarı Said’deki yerlere gelince, orada suyun yukarı Said bölgesinde yir-miiki zira’ı bulmadıkça sulanması tamamlanamayan yerler dahi vardır.

Derim ki: Şimdilerde Mısır’ın toprakları yirmi zira’ ve bir kaç parmak yük­selmedikçe sulanamamaktadır. Buna sebep ise arazinin yüksekliği ve orada yapılan köprü (ve kemer)lerin imarına gereken ihlimamLn göslerilmeylşidir.

Nîl dünyada hayrete düşüren şeylerdendir. Çünkü yeryüzünün her tara­fına suları döküldü mü, bu nehirin sulan artar, öyle kî bütün Mısır toprak­lan üzerinde akar. Şehirler adeta bir takım alametler gibi kalır, oraya ancak kayıklarla ve sallarla ulaşılabilmektedir.

Abdullah b. Amr b. el-Âs’dan söyle dediği rivayet edilmektedir: Mısır Nil’i nehirlerin efendisidir. Yüce Allah doğudaki, batıdaki bütün nehirleri ona müsahhar kılmış ve nehirlere onun için boyun eğdirmiştir. Yüce Allah Mısır, Nil’ini akıtmak istedi mi, bütün nehirlere ona sularından vermelerini emre­der. Nehirler de ona sularıyla katkıda bulunur, yüce Allah unun için pınar­lar fışkırtır. Yüce Allah’ın dilediği seviyeye ulaştı mı bu sefer herbir suya asıl yerine geri dönmesi için emir verir.

Kays b. el-Haccac dedi ki: Mısır fethedildiğinde, Mısır ahalisi Kıptî takvi­minin aylarından birisi olan Beûne (ki kıptı takvimin altıncı ayıdır) girince, Amr İbnu’l-As’ın huzuruna girip, ona şöyle dediler: Ey emir! Bizim bu Nil’imizin bir adeti vardır. O yerine gelmeden suları akmaz. Onlara: Nedir bu? diye so­runca, şöyle dediler; Bu ayın onikisi oldu mu bizler anne-babasının evinde bulunan bakire bir kız buluruz. Anne-babasını razı ederiz. En güzel elbiseler­le, en değerli süs eşyalarını ona takanz. Sonra da onu bu Nil’e atarız.

Amr onlara: İslâmda böyle bir şey olmaz, çünkü İslâm hiç şüphesiz ken­disinden önceki adetleri yıkmışür. (Yedi ve sekizinci aylan olan) Ebib ve Mes-ra ayları boyunca beklediler. Bu sırada Nü az çok hiç akmadı. Oradan göç etmeyi kararlaştırdılar. Amr b. el-As bunun böyle olduğunu görünce, Ömer b. el-Hattab (Allah ikisinden de razt olsun)’a mektup yazıp, durumu ona bil­dirdi. Ömer b. el-Haüab ona şu mektubu yazdı: “Sen belirttiğin musibet ile karşı karşıya kaldın. Şüphesiz ki İslâm kendisinden önceki adetleri yıkmış­tır.” Böyle bir şey asla olmaz. Mektubunun arasına da ona küçük bir kağıt gön­dermişti. Arar’a da şunları yazmıştı: “Bu mektubumun arasına sana küçük de bir kağıt gönderiyorum. Sen onu mektubum sana ulaştığında Nil’e bırak.”

Ömer’in mektubu Amr b. el-As’a ulaşınca, bu kağıt parçasını alıp açtı. On­da şunların yazılı olduğunu gördü: “Mü’minierin emiri, Allah’ın kulu Ömer’den Mısır’ın Nil nehrine; Şimdi eğer sen kendiliğinden akan bir nehir isen akma ve eğer senin akmanı sağlayan bir ve herşeyi kahredici güce sahip olan Al­lah ise seni akıtacaktır. Biz, bir ve tek, gücü herşeyi kahreden yüce Allah’tan seni akıtmasını niyaz ederiz.”

Amr İbnu’1-As “es-Salib”den bir gün önce o pusulayı Nil’e attı. O sırada Mı­sır halkı oradan çıkıp başka yere gitmek için hazırlanmışlardı. Zira Nil olmak­sızın, onların işleri yürümezdi. Pusulayı Nil’e attıktan sonra Salibgünü, bir ge­cede yüce Allah’ın o nehri onaltı zira’ yüksekliğinde akıtmış oldu ve o sene yüce Allah Mısır ahalisinin ayrılıp gitmelerini de böylece önlemiş oldu.

Ka’b el-Ahbar dedi ki: CennetLen dört nehir vardır ki yüce Allah onları dün­yaya bırakmıştır. Bunlar Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat nehirleridir. Seyhan cen­netteki su ırmağıdır, Ceylian cennetteki süt ırmağıdır, Nil cennetteki bal ır­mağıdır, Fırat da cennetteki şarap ırmağıdır,

İbn Lehia da: Dicle cennetteki süt ırmağıdır, demiştir.

Derim ki: Bu hususça Sahih’de yer alan, Ebu Hureyre yoluyla gelen şu ha­distir: O dedi ki; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat; bunların hepsi cennet ınnaklanndandır.”[9] Müslim’in lafzı ile rivayet bu şekildedir.

İsra “hadisinde Enes b. Malik’in kavminden bir kişi olan Malik b. Sa’sa’dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Allah’ın, Peygamberinin anlattığına göre; “O dört ırmak gördü. Bunların kaynadıkları yerden ikisi açıktan akan, ikisi gizliden akan ırmak vardı. Ey Cebrail dedim, bu ırmaklar ne oluyor? Bana de­di ki: Gizli akan iki nehir, cennetteki iki nehirdir. Açıktan akan iki nehir ise Nil ve Fırat’tır.” Müslim’in lafzı böyledir[10]

Buhârî’de Şerik’den, o Ene.s’den şu rivayet kaydedilmektedir: “Dünya semasında kesintisiz olarak akan iki nehir görüverdi. Ey Cebrail, bu iki ırmak ne oluyor? deyince, o: Bunlar Nil ile Fırat’tır, onların ana unsurlarıdır, dedi. Daha sonra semada yol almaya devam etti. Üzerinde inci ve zebercetten bir köşk bulunan bir ırmak görüverdi. Eliyle ona dokundu, onun hoş kokulu misk olduğunu gördü. Bu nedir, Ey Cebrail dedi, o da: Bu, Rabbinin senin için sak­ladığı Kevser ırmağıdır dedi” ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[11]

Cumhur’un kanaatine göre (âyet-i kerimede geçen): “Akar sularından” kasıt su pınarlarıdır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Kasıt altın madenleridir. Nitekim ed-Duhan Sûre­si’nde şöyle buyurulmaktadır: “Onlar nice bahçeleri, pınarları geride bırak­mışlardı. Nice ekinleri de…” (ed-Duhan, 44/25-26). Denildiğine göre onlar Mısır’ın bir başından öbür başına kadar iki dağın arasındaki bütün alanları ekin ekerlerdi. ed-Duhan Sûresi’nde ise “hazinelerden söz edilmemektedir, “Hazineler” kelimesi; in çoğuludur, Buna dair açıklamalar ise daha önceden et-Tevbe Sûresi’nde (9/34. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır. Burada kasıt hazinelerdir. Yer altında gömülü defineler olduğu da söy­lenmiştir. ed-Dahhâk ise kasıt ırmaklardır demişse de bu açıklama su götü­rür, çünkü “akar sular, pınarlar” bunları kapsar.

“Şerefli makamlardan” buyruğu ile ilgili olarak İbn Ömer, İbn Abbas ve Mücahid, şerefli makamlar minberlerdir, demektir. Bin tane zorbaya ait, bin iane minber vardı. Onlar bunların üzerinde Firavun’u ve onun mülkünü tazim ediyorlardı. Bunlardan kastın başkan ve emirlerin (komutanların) oturdukları yerler olduğu da söylenmiştir ki, bunu İbn İsa nakletmiştir. Bu da birinci açıklamaya yakındır.

Said b. Cübeyr dedi ki: Maksat güzel meskenlerdir. İbn Lehîa dedi ki: Ben burada süzü geçen “şerefli makamlar”dan kastın el-Feyyum olduğunu duy­dum. Denildiğine göre Yûsuf (a.s) meclislerinden birisi üzerinde! “Lâ ilahe illallah, ibrahim halilullah” diye yazdırmıştı. Bundan dolayı yüce Allah bu­raya “şerefli makam” adını vermiştir.

Bir diğer açıklamaya göre bundan kasıt, ileri gelen önderlerin atlarını özel olarak bağladıkları yerlerdir. Bu şekilde atların bağlanması hem bir yavaş ha­zırlığıdır, hem de bir ziynettir. Dolayısıyla onların kaldıkları yer, kalınan yer­lerin en şereflileri olmuştur. Bu açıklamayı da el-Maverdî nakletmiştir.

Daha kuvvetli görülen görüş, bunların güzel meskenler olduklarıdır. Bu meskenler onlar için çok değerli idi.

Sözlükte “makam” kelimesi hem yer adıdır, hem de mastardır. en-Neh-hâs dedi ki: Sözlükte “makam” yer demektir ve bu da; “İkamet et­ti, ikamet eder’den gelmektedir. “(oUiJi ): Makamlar” da bu şekildedir, bu­nun tekili de; şeklindedir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“Ve oralarda yüzleri güzeı makameler (ikamet edenler) vardır,

Ayrıca kimi zaman, konuşulan, kimi saman iş yapılan meclisler de vardır.”

“Makam” aynı zamanda; “İkamet etti, ikamet eder, kalktı, kal-” Mı/htm” /se ‘chn Jsm-j mekâ//f. Bunun da ikamet euı, ikamet eder’:den gelmektedir.

“İşte böyle… Ve Biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.” Butıunfa cıa-ha önce yüce Allah’ın süz konusu ettiği bahçeler, akar sular, hazineler, şe­refli makam ve meskenlerin tümüyle Allah tarafından İsrailoğulîarına miras verildiğini anlatmaktadır. el-Hasen ve başkaları dedi ki: Firavun ve kavmi­nin helak edilişinden sonra İsrailoğulları tekrar Mısır’a geri döndüler.

Bir diğer açıklamaya göre burada miras vermekten kasıt İsraüoğuüarının Firavun hanedanından yüce Allah’ın emriyle ariyet olarak aldıkları şeylerdir.

Derim*ki: Her iki husus da İsrailoğulları lehine gerçekleşmişti. Yüce Aİ-lah’a hamdolsun.

“Sonra güneş doğarken onların ardından gittiler.” Yani Firavun ve kavmi İsrailoğullarının peşinden gittiler. es-Süddî dedi ki: Güneşin ışığı et­rafı aydınlatınca takibe koyultîular. Katâde dedi ki: Yeryüzü güneş ışığıyla aydınlanınca takibe koyuldular. ez-Zeccâc dedi ki: Güneş doğduğu vakit; denilir. Etrafı aydınlattığı vakit denilir.

Firavun ve kavminin Musa ve İsrailpğullarının arkasından gitmekte gecik­mesinin sebebi iie ilgili farklı iki görüş vardır. Birinci görüşe göre o gece ilk doğan çocuklarını defnetmekle meşgul oldukları için geciktiler. Çünkü u ge-ce aralarında veba salgını baş göstermişti. Buna göre yüce Allah’ın “güneş doğarken” buyruğu Firavun kavminin halini ifade etmektedir.

İkinci görüşe göre bir bulut ve karanlık onları gölgelendirdi. Onlar da biz henüz gece karanlığı ndayız, dediler. Sabah oluncaya kadar bu karanlık ve bulut da dağılmadı.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Güneş doğarken onların ardından gittiler” buyruğu aslında doğu tarafına doğru onları takib ettiler, demektir.

el-Hasen ile Amr b. Meymun; şeklinde “te” harfini ve “ra” harfini şeddeli ve vasi elifi ile okudular ki, “doğu tarafına doğru onları takip ettiler” demektir. Bu da; “Doğu ve batı tarafına yürüdü” an­lamındaki ifadelerinden alınmıştır.

Buyrukların anlamı şudur: Bizler İsrail oğullarının onları miras aimalarını takdir ettik. Bundan dolayı Firavun kavmi İsrailoğullarının arkasından doğu­ya doğru takibe koyuldular ve sonunda helak oldular. Böylelikle İsrailoğu!-ları da onların ülkelerine mirastı oldu.

“İki topluluk birbirini görünce” buyruğu herbir kesim diğerini görecek şekilde biri diğerinin karşısına gelince, buradaki: “Birbirini gördü” fi­ili “ru’yet” kökünden “tefâul” veznindedir.

“Musa’nın arkadaşları: İşte şimdi kıstırıldık, dediler.” Yani artık düşman bize oldukça yaklaştı ve bizim ona karşı koyacak gücümüz yoktur.

“Kıstırıldık” kelimesini büyük çoğunluk şeddesiz olarak; Arkasından yetişti” fiilinden gelmiş bir kip olarak okumuşladır. Yü­ce Allah’ın: “Nihayet boğulmak ona yetişince (yani boğu­lacağı vakit)” (Yunus, 10/90) buyruğunda da bu kökten gelmektedir.

Ebu Ubeyd b. Umeyr, el-A’rec ve ez-Zührî “dar’ harfini şeddeli olarak; ve ‘den geien bir kip olarak okumuşlardır.

el-Ferrâ dedi ki: ile aynı anlamda “ka2dı”dır. Aynı şekilde; ile okuyuşları da aynı anlamdadır.

en-Nehhâs dedi ki: Oldukça yetkin nahiv bilginleri ise böyle dememek­tedirler. Onların açıkSamalarm”1. göre; bize yetişildi, demektir, “Bize yetişilmek için çokça gayret edilmekledir” anlamındadır. Bu da isabet ettim, ele geçirdim anlamında; demek; buna karşılık gayret ettim ve taleb ettim anlamında da; demek gibidir. Sibeveyh’in açıklamalarının anlamı budur.

“Asla! Muhakkak Rabbim benimledir, bana doğru yolu gösterecektir, dedi.” Firavun ordularıyla birlikte Musa (a.s)’ın beraberindeki topluluğa yetişip onlara yaklaşınca İsrailoğulları da bir taraftan güçlü düşmanı, diğer taraftan önlerinde de denizle karşı karşıya kalınca kötü zan beslemeye baş­ladılar ve Musa’ya bir bakıma azarlayıcı ve katı bir üslupla; “İşte şimdi kıs­tırıldık, dediler.” O da onların söylediklerini reddetti, bu sözleri dolayısıy­la onları azarladı, onlara şanı yüce Allah’ın kendisine hidayet ve zafer vere­ceğine dair vaadini hatırlatarak “asla” kesinlikle size yetişemeyecekler. “Rabbim benimledir” düşmana karşı bana zafer verecektir. “Bana doğru yo­lu” kurtuluş yolunu “gösterecektir dedi.”

israiloğulları büyük bir bela ile karşı karşıya kaldıklarını kabul edip artık güç yetiremeyecekleri miktardaki orduları da görünce, yüce Allah Musa (a.s)’a asasıyla denize vurmasını emretti. Çünkü şanı yüce Allah bu mucize­nin Musa (a.s) ile ve onun yapacağı bir fiile taalluk etmesini istemişti. Yok­sa denizi ayıran asayı vurmak değildir. Bu hususta bizatihi yardımcı da ol­mamıştır. Ancak bu işle birlikte söz konusu olan yüce Allah’ın kudreti ve ha­rikulade yaratmasıyla olmuş bir şeydir. Denizin yarılma olayı ile ügili açık­lamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Deniz yarılınca İsrailoğulİannın Sıbtlan (kolları) sayısınca on­da oniki tane yol açıldı. Su da aralarında pek büyük dağlar (et-tavd) gibi ol­du. “et-Tavd” dağ demektir. İmruu’l-Kays’ın şu beyi tinde de bu anlamda kul­lanılmıştır.

“Kişi hayatta olanlar arasında bir dağ gibi iken, İnsanlar yakından ona atış yaparlar o da yan yatar.’

el-Es-ved b. Ya’fur da dedi ki:

“Onlar (Küfe yakınlarında bir yer olan) Ankara’da

Konakladılar üzerlerine akmaktadır, dağlardan gelen Fırat suyu.”

Şairin burada “etvâd; dağlar” diye kullandığı kelime “Dağ” in çoğu­ludur. ,

Böylelikle Musa ve beraberindekiler için denizde kupkuru bir yol açılmış oldu. Musa’nın beraberindekiler denizden çıkıp Firavun’un beraberindeki son şahsın da denize girmesi -daha önce Yunus Sûresi’nde (10/90. âyetin tefsi­rinde) geçtiği üzere- tamamlanınca bu sefer deniz onların üzerine kapandı

suda boğulmadı dediler. Bunun üzerine Firavun denizin kıyısına atıldı ve onu da gözleriyle gördüler.

İbmı’l-Kasırrvın rivayetine göre Malik şöyle demiş: Musa (a.s) Üc birlikte ticaretle uğraşanlardan iki kişi de denize doğru çıkmıştı. Onlar denizin ya­nına geldiklerinde, Allah sana neyi emretti? diye sordular. O da; Bu asam ile denize vurmakla emrolundum, o da varılacaktır. Bunun üzerine onlar: Allah’ın sana emrettiğini yap. Asla sana verdiği sözünden caymayacaktır. Sonra da onu tasdik etmek üzere kendilerini denize attılar. Firavun ve beraberindekiler de­nize girinceye kadar bu durum böylece devam etti, sonra deniz eski haline döndü. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/50. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Diğerlerini de buraya yanaştırdık.” Onları yani Firavun ve kavmini de­nize yaklaştırdık. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır. Şair de şöy­le demektedir:

“Geçen herbir gün yahut geride kalan herbir gecede, Canlar ecellere daha bir yaklaşmaktadır.”

Ebu Ubeyde dedi ki; “Yanaştırdık” onları bir araya getirdik, top­ladık demektir. Müzdelife’de kalınan geceye “cem”‘ gecesi denilmesi bundan dolayıdır.

Ebu Abdullah b. el-Hâris ile Ubeyy b. Ka’b ve İbn Abbas bu lafzı “onla­rı helak ettik” anlamında kaf ile; diye okumuşlardır ki bu da; Dişi deve ve kısrak, yavrusunu bıraktı” tabirinden alın­mıştır ki; bunun isnı-i faili: diye gelir.

“Musa’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğer­lerini” yani Firavun ve kavmini “suda boğduk.”

“Şüphesiz ki bunda bir âyet” şanı yüce Allah’ın kudretine dair bir alâmet “vardır. Fakat çoğu iman etmediler.” Zira Firavun kavminden ancak Fira­vun hanedanının mü’mini diye bilinen Hazkiyd adındaki şahıs, onun kızı olan Firavun’un hanımı Âsiye, Yusuf es-Sıddîk (a.s)’ın kabrini gösteren yaşlı ka­dın ve Zâ Musa’nın kızı Meryem iman etmişti.

Yusuf (a.s)’ın kabrinin gösterilmesi de şöyle olmuştu: Musa (a.s) İsrailo-ğulları ile birlikte Mısır’dan dışarıya çıkınca ay görünmedi ve karanlık oldu. Kavmine: Bu nedir? diye sorunca, ilim adamları şöyle dedi: Yusuf (a.s)’ın ölüm vakti yaklaştığında o bizden Allah adına Mısır’dan çıkacak olursak, kemik­lerini de mutlaka bizimle beraber alacağımıza dair söz almıştı. Bunun üze­rine Musa: Hanginiz onun kabrinin nerede olduğunu bilir? diye sorunca, şöy­le dedi: O kabn ancak İsrail oğullarım n yaşlı kadını bilir. O kadına haber gön­derdi, ona: Bana YusûPun kabrini göster, dedi.

Bunun üzerine kadın: Allah’a yemin ederim ki benim hükmümü verme­diğin sürece böyle bir iş yapmayacağım, dedi. Ona: Hükmün nedir? diye so­runca, şöyle dedi; Benim hükmüm cennette seninle birlikte olmaktır. Bu iş ona ağır gelince, ona: Sen bu kadına istediğini ver, dediler. Bu sefer kadın da onlara Yusuf (a.s)’ın kabrini onlara gösterdi. Orayı kazıdılar ve kemikle­rini oradan çıkardılar. Kemikleri oradan aldıktan sonra yolları gündüz gibi aydınlık oldu.

Bir diğer rivayette denildiğine göre; yüce Allah ona istediğini ver, diye vah-yeui, o da bunu yaptı. Kadın da onları alıp bir su göletine götürdü. Onlara: Bu suyu çekiniz, dedi. Suyu çektiler ve Yusuf (a.s)’ın kemiklerini çıkardılar. Yol onlar için tıpkı gündüz aydınltğt gibi apaçık görünmeye başladı. Bu hu­sus daha önce Yusuf Sûresi’nde (12/101. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmak­tadır.

Ebu Burde’nin, Ebu Musa (r.a)’dan rivayetine göre Rasûluilah (sav) bede­vi bir Arab’ın yanında misafir oldu ve ona ikram etti. Rasûluilah (sav) ona: Bir ihtiyacın var mı? diye sordu. O da şöyle dedi: Üzerinde yük taşıyacağım bir deve ile sütlerini sağacağım bir kaç keçiye ihtiyacım var. Bunun üzerine Rasûluilah (sav) şöyle buyurdu: “Ne diye İsrailoğullarınm o kocakarısı gibi olamadın?” Ashabım: İsrailoğullarının kocakarısının durumu nedir? diye so­runca, onlara Musa (a’.s)’a cennette onunla birlikte olma şartını koşan bu ko­cakarının durumunu anlattı.[12]

(Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır). [13]

  1. Onlara İbrahim’in haberini de oku.
  2. Hani o, babasına ve kavmine: “Neye ibadet edersiniz?” demişti.
  3. Onlar: “Bîr takım putlara ibadet ederiz ve onlara ibadete devam eder gideriz” dediler.
  4. Dedi ki: “Acaba bunlar dua ettiğinizde siz! işitirler mi?”
  5. “Yahut size fayda ya da zarar verirler mi?”
  6. Onlar: “Hayır, ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk” dediler.
    1. Dedi ki: “Gördünüz mü şu sizin ve önceki atalarınızın İba­det ettiklerini?
  7. “Onlar -âlemlerin Rabbi müstesna- benim düşmanımdır.”

“Onlara İbrahim’in haberini de oku” buyruğu ile yüce Allah, müşrikle­rin aşırı cehaletlerine dikkat çekmektedir. Çünkü onlar aralan olduğu halde İbrahim (a.s)’ın itikad ve dininden yüz çevirmişlerdi.

haber demektir. Yani ey Muhammed, sen onlara İbrahim’in habe­rini, onun sözlerini, kavmini tapındıkları uydurma ilahlar dolayısıyla ayıpla­masını anlat. Bu, onların kabul etmek zoatnda kalacakları bir delil olsun di­ye onlara söylenmiştir.

Kıraat âlimlerinin büyük çoğunluğu ikinci hemzenin tahfif edilerek oku­nacağını kabul etmişlerdir ki, en güzel şekil de budur. Çünkü icma ile aynı kelimedeki ikinci hemzeyi tahfif ile okuyacaklarını kabul etmişlerdir. “Âdem” kelimesinde olduğu gibi. Arzu edildiği takdirde her iki hemze de tahkik ile okunarak “İbrahim’in haberi” diye de okunabilir. Arzu edildiği takdirde de ikisi de hafifletilerek; diye okunabilir, arzu edilirse sa­dece birinci hemze hafifletilerek okunabilir. Burada beşinci bir şekil daha var­dır. Ancak bu Arapça açısından uzaktır. O da hemzenin, hemzeye idgam edilmesidir. Nitekim kelle satan kimseye; denilmesi gibi. Bunun uzak oluş sebebi ise, tek bir kelimede İmişcesine her iki hemzeyi bir arada “şeddeli” okumaktır. Bunun “fe’aâl” vezninde güzel kaçması ancak idgamlı olarak ge­lişinden ötürüdür.

“Hani o babasına ve kavmine: ‘Neye ibadet edersiniz?'” Yani ibadet et­tiğiniz şey nedir? “demişti. Onlar: Bir takım putlara ibadet ederiz… dedi­ler.” Onların putları akın, gümüş, bakır, demir ve tahtadan idi.

“Ve onlara İbadete devam eder, gideriz dediler.” Yani onlara ibadetimi­zi sürdürürüz. Burada maksat belli bir vakti ifade etmek değildir. Aksine on­ların içinde bulundukları hali haber vermektedirler.

Denildiğine göre onlar putlarına geceleyin ibadet etmez, gündüzün iba­det ederlerdi. Geceleyin yıldızlara tapınırlardı.

Bir şeyi gündüzün yapmayı anlatmak üzere; denilir. Gecele­yin yapmayı anlatmak üzere de; denilir.

“Dedi ki: Acaba bunlar dua ettiğinizde sizi işitirler mi?” buyruğunda el-Ahfeş’İn dediğine göre hazfedilmiş ifade vardır. Yani; “Söylediklerinizi işitirler mi?” yahutta; “Yaptığınız duaları­nızı işitirler mi?” takdirindedir. Şair dedi ki:

“Toynaklarının arka tarafları yürümekten dolayı zedelenmiş, Gerek deriden yapılmış, gerek kınnaptan yapılmış dizginlerle gemlenmiş,

atlan süren.,.”

Burada mana Kınnap’tan gemlerle gemlenmiş… de­mektir.

Katâde’den: “Onlar size işittirirler mi?” şeklinde “ye” harfi­ni ötreli olarak okuduğu rivayet edilmiştir ki, “dua ettiğinizde” onlar kendi seslerini sizlere işittirirler mi? demektir.

“Yahut size fayda ya da zarar verirler mi?” Bu putların size bir faydası var mı? size rızık veriyorlar mı? Ya da bunların size bir hayır sağlamak yahut kendilerine isyan ettiğiniz takdirde bir zarar vermek imkanları var mı?

Bu, delili ortaya koymak için sorulmuş bir sorudur. Onlar size bir fayda sağlayamayıp bir zarar da veremediklerine göre sizin onlara ibadet etmeni­zin anlamı nedir?

“Onlar: Hayır ama biz atalarımızı böyle yapar bulduk, dediler.” Bu söz­leriyle herhangi bir delil ve bir belgeye dayalı olmaksızın taklide yöneldik­lerini arılatmış oluyorlar. Bu hususa’ dair açıklamalar önceden geçmiş bulun­maktadır.

“İbrahim dedi ki: Gördünüz mü şu” putlardan “sizin ve önceki ataları­nızın ibadet ettiklerini? Onlar… benim düşmammdır.” Burada “düşman’: lafzı tekil olmakla birlikte, çoğul anlamını ifade eder. (Yani hepsi benim düş-manlanmdır.) Aynı şekilde kadın için de hem; “O Allah’ın düş­manıdır” denildiği gibi;da denilebilir. Bu açıklamayı el-Ferrâ nak-letmiştir.

Ali b. Süleyman dedi ki: Müenneslik “te’si ile kadına “Allah’ın düşmanı” diyen bir kimsenin bu ifadesi, Allah’a düşmanlık eden anlamındadır. Müen-nese ve çoğula, te’siz olarak; düşman diyen kimse ise, bunu bir çe­şit nisbet kabul etmiş demektir.

Cansız varlıkları düşman olmakla nitelendirmesinin anlamı da şudur: Şa­yet ben onlara ibadet edecek olursam, onlar kıyamet gününde bana düşman kesileceklerdir. Bu anlamıyla yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Ha­yır, Öyle değil, onların ibadetlerini reddedip onlara karşı olacaklar.” (Mer­yem, 19/82)

el-Ferrâ dedi ki: Bu buyruk maklub ifadelerdendir. Bunun anlamı şudur: Ben onlara düşmanım, çünkü senin düşmanlık ettiğin varlık da sana düşman­lık eder.

Daha sonra: “Âlemlerin Rabbi müstesna” demiştir. el-Kelbî dedi ki; Bu âlemlerin Rabbine ibadet eden kimseler müstesna demektir. Bu da; Âlemlerin Rabbine tapan müstesna” anlamındadır ki, mu-zaf hazfedilmiş olmaktadır.

Ebu İshak ez-Zeccâc dedi ki: Nahivciler bu istisnanın munkatı’ olduğunu söylemişlerdir. Ebu İshak da birincisinden yapılmış bir istisna olabileceğini kabul etmiştir. Şu anlamda ki: Onlar hem yüce Allah’a ibadet ediyorlar,*hem de putlara ibadet ediyorlardı. Kendilerine Allah’ın dışında tapındıkları bütün ma’budlardan uzak kaldığını bildirmiş oldu.

el-Ferrâ ise bu istisnanın sadece putlardan yapılmış olduğu te’vilini benim­semiştir. Ona göre mana şöyle olur: Şüphesiz ki ben onlara ibadet edecek olursam -az önce zikrettiğimiz üzere- kıyamet gününde onlar da bana düş­man olacaklardır.[14]

el-Cürcanl dedi ki: İfadenin takdiri şöyledir: Sizin ve sizden önceki ata­larınızın ibadet elliklerini gürdünüz mü? Âlemlerin Rabbi müstesna. Onların hepsi benim düşmanımdır. Buna göre burada; istisna edatı ile anlamındadır. Bu da yüce Allah’ın: “Onlar ilk ölüm müstesna, ölümü tatmazlar. “(ed-Duhan, 44/56) buyruğuna benzemektedir. Bu da İlk ölümün dışında… anlamındadır. [15]

  1. “O beni yaratandır ve bana doğru yolu gösterendir.
  2. “Beni yediren ve bana içiren O’dur.
  3. “Hastalandığımda bana şifa veten O’dur.
  4. “Beni öldüren sonra diriltecek olan O dur.
  5. “Kıyamet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O’dur.”

“O, benî yaratandır ve bana doğru yolu gösterendir.” Bu dini gösteren, beni ona irşad eden O’dur.

“Beni yediren ve bana içiren O’dur.” Bana rızık veren Odur.

Burada; “O” zamirinin girmesi, ondan başka herhangi bir kimsenin yedirip içirmediğini anlatmak içindir. Nitekim: “Bu işi ya­pan Zeyd’in kendisidir.” ifadesinin, ondan başka bu işi kimse yapmamıştır, anlamında olması gibi.

“Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.” Burada “hastalandığımda” de­mesi edebe riâyet olsun di yedir. Yoksa hastalık da, şifa da hepsi yüce Al­lah’tandır. Bunun bir benzeri deJMusa (a.s) ile birlikte bulunan gencin söy­lediği: “Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı.” (el-Kehf, 18/63) sözleri de (bu yönüyle) bunu andırmaktadır.

“Beni öldüren, sonra diriltecek olan O’dur.” Bununla öldükten sonra dirilişe işaret etmektedir. Onlar ölümü sebeplere nisbel ediyorlardı. Böylelik­le öldürenin de, hayat verenin de Allah olduğunu açıklamaktadır. Burada ” Bana doğru yolu gösteren” “Bana şifa veren” buyrukların­dan ye harfi hazfedilmiştir. Çünkü bütün âyet sonlan arasında uyumun ger­çekleşmesi için böyle bir hazif güzeldir.

Bununia birlikte İbn Ebi İshak, Arap ilimlerindeki müstesna yerine ve oto­rite oluşuna rağmen bunları hep “ye”li okumuştur. Çünkü “ye” bir isimdir ve burada belli bir sebebe bağlı olarak “nûn”un akabinde gelmiş bulunmaktadır.

Eğer; Bütün mahlukatm durumu bu şekildedir. İbrahim (a.s) nasıl bunla­rı kendisinin hidayetine delil kıldığı halde başkaları bu yolla hidayet bulma­mıştır, diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir:

O, bunları yüce Allah’a itaat etmenin vücubuna delil olmak üzere söz ko­nusu etmiştir. Çünkü nimet ihsan edene itaat etmek ve ona asî olmamak ge­rekir. Böylelikle kendisinin ayrılmadığı itaat yolunu başkalarının da ayrılma­mak üzere izlemesi gerektiğini anlatmak istemiştir. Bu da sağlam bir delil-lendirmedir.

Derim ki: Manaların gizli, kapalı olanlarını araştırmak noktasında işaret yo­luyla tefsir yapan bazı kimseler aşırıya giderek burada sözünü ettiğimiz buyrukların zahirî anlamlarını bir kenara bırakıp İbrahim (a.s)’ın kastetme­diği aklın apaçık gerçekleri tarafından görülen ve reddedilen yorumlar yap­mışlar ve şöyle demişlerdir: “Beni yediren ve bana içiren O’dur.” Yani imanın lezzetini bana tattıran, kabulün tatlılığını bana içiren O’dur. Bunlar yüce Aüah’ın: “Hastalandığımda bana şifa veren O’dur” buyruğunu da iki şekilde açıklamışlardır: Ben ona muhalefet etmek suretiyle hastalanacak olursam, rahmetiyle beni şifaya kavuşturur. İkinci açıklamaları da şöyledir: Mahlukatın katılıkları sebebiyle hastalanacak olursam, hakka müşahede ile bana o şifa verir.

Cafer b. Muhammed es-Sadık da dedi ki: Günahlarla hastalanırsam, tev-be İle bana şifa verir.

Yüce Allah’ın: “Beni öldüren, sonra diriltecek olan O’dur” buyruğunu da birkaç şekilde yorumlamışlardır: 1- Masiyetlerle beni öldüren, itaatlerle be­ni diriltir. 2- Korku İle beni öldüren reca ile beni diriltir. 3- Tama’ ile beni öl­düren kanaat ile beni diriltir. 4- Adalet ile beni öldüren, lutfu ile beni diril­tir. 5- Ayrılık ile beni öldüren, kavuşma ile beni diriltir. 6- Cehalet ile beni öldüren, akıl ile beni diriltir.., ve buna benzer âyet-i kerimenin hiçbir şekil­de murad etmediği daha başka yorumlar yaparlar. Bu gibi kapalı şeylerin yo­rumlan ve gizli hususları anlamak ancak oldukça maharet kazanmış ve hak­kı bilen kimseler İçin söz konusu olur. Hakka karşı kör olup da hakkı bilip tanımayan bu tür kimseler zahir hususları terkedip de batın hususların rumuz­larını nasıl olur da anlayabilirler? Böyle bir şey İmkansızdır, doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Kıyamet gününde bana günahımı bağışlamasını ümit ettiğim O’dur”

buyruğundaki; lafzı “ümid ederim” demektir. Burada bu lafzın onun hakkında yakîn anlamında, onun dışındaki diğer mü’minler hakkında ise ümit etmek anlamında olduğu da söylenmiştir,

el-Hasen ve İbn Ebi İshak tekil olarak değil de; “Günahlarımı” di­ye okumuşlar ve “o cek bir günah değildi” demiştir.

en-Nehhâs dedi ki: “Günah”ın, “günahlar” anlamında kullanılması Arap-çada bilinen bir husustur. Kıraat alimleri yüce Allah’ın: “Böylelikle günahlarını itiraf edecekler” (el-Mülk, 67/11) buyruğunda “günah” kelimesi tekil olmakla birlikte, çoğul olarak; anlamındadır. Aynı şe­kilde “Namazı dosdoğru ftıZmiz. “(el-Bakara, 2/43) buyruğun­da da “namazları” anlamındadır. İşte eğer “günahları” varsa, buradaki “gü­nahımı” buyruğu da çoğul anlamındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Mücahid dedi ki: İbrahim (a.s) “günah”ı ile yüce Allah’ın: “Hayır, onla­rın şu büyükleri bunu yapmıştır.” (el-Enbiya, 21/63) buyruğu Üe; “Muhak­kak ben hastayım.” (es-Saffat, 37/89) sözlerini ve: Sare benim kızkardeşim-dir, dediğini kastetmektedir. el-Hasen ayrıca onun yıldızlar ile ilgili olarak: “Bu mu benim Rabbim?” (el-En’am, 6/76) sözlerini de bunlara ilave eder. Bu­na dair yeterli açıklamalar daha önceden (el-En’am, 6/76’nın tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

ez-Zeccâc dedi ki: Peygamberler de beşerdirler. Onların bir hata işleme­leri mümkündür. Büyük günah işlemeleri elbetleki söz konusu olmaz. Çün­kü onlar büyük günah işlemekten yana masumdurlar.

“Kıyamet gününde” buyruğundan kasıt amellerin karşılığının verileceği gündür (Din günü), O vakit kullara amellerinin karşılığı verilecektir,

İbrahim (as) günahının kendisine bağışlanacağını bilmekle birlikte, o bu sözleriyle Allah’a ubudiyetini izhar etmiş oluyordu.

Müslim’in, Sahih’indeki rivayete göre Âişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Ey Al­lah’ın Rasûlü dedim, İbn Ced’ân cahiliye döneminde akrabalık bağlarım gözetir, yoksullara yemek yedirirdi. Bunun, ona bir faydası alacak mı? Şöy­le buyurdu: “Hayır, ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün dahi: “Rab­bim kıyamet gününde bana günahımı bağışla” dememiştir. “[16]

  1. “Ya Rab! Bana bir hüküm bağışla ve beni salihlere kat!
  2. “Sonrakiler arasında bana bir lisanı sıdk bağışla!”
  3. “Ve beni Naîm cennetinin mirasçılarından kıl!”
  4. “Ve babama mağfiret eyle! Çünkü o sapıtanlardandır.
  5. “Öldükten sonra diriltilccekleri günde de beni zelil eyleme!
  6. “O gün malın da, evladın da hiç faydası olmaz.
  7. “Allah’a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna!”

“Ya Rab! Bana bir hüküm bağışla ve beni salihlere kat” buyruğunckki “hüküm” seni, hududunu, hükümlerini bilip tanımak demektir. Bu açıklama­yı İbn Abbas yapmıştır. Mukatil de kavrayış ve bilgi diye açıklamıştır ki, bi­rincisinin kapsamı içerisindedir.

el-Kelbî: Nübüvvet ve insanlara risalet diye açıklamıştır.

“Ve beni salihlere” derece itibariyle benden önceki peygamberlere “kat!” İbn Abbas ise beni cennet ehli arasına kat, diye açıklamıştır. Bu buyruk da­ha önce geçen: “Bana bir hüküm bağışla” buyruğunun te’kididir.

“Sonrakiler arasında bana bir lisan-1 sıdk bağışla!” İbn Abbas: “Lisan-ısıdk” bütün ümmetlerin onun peygamberliğini ittifakla kabul etmeleridir de­miştir. Mücahid de: Ondan güzel övgüyle söz etmek demektir, diye açıkla­mıştır.

İbn Atiyye dedi ki: Bu müfessirlerin icmaı ile güzel övgü ve üstün makam ve mevkidir. Yüce Allah da aynı şekilde unun duasını kabul etmiştir. Her üm­met ona sımsıkı sarılmakta ve onu ta’zim etmektedir. O ise Muhammed (sav)’ın getirmiş olduğu hanifHk üzeredir.

Mekkî dedi ki: Bunun anlamının şöyle olduğu söylenmiştir: O, âhir zaman­da kendi soyundan gelecekler arasından hakkı dimdik ayakta tutan bir kim­senin gelmesini dilemiştir, Onun bu duası Muhammed (sav) hakkında kabul edilmiştir.

İbn Atiyye dedi ki: Bu anlam itibariyle güzel bir açıklama olmakla birlik­te âyetin lafzı -lafızlara tahakküm müstesna- bu anlamı vermemektedir.

el-Kuşeyrî dedi ki: O bununla kıyametin kopacağı vakte kadar, kendisi­ne güzelce dua edilmesini kastetmiştir. Çünkü sevabın daha bir artıp çoğal­ması herkes tarafından istenen bir şeydir.

Derim ki: Yüce Allah bu isteğini vermiştir. Çünkü Peygamber (sav)’a sa-lât u selâm getiren herkes mutlaka İbrahim (a.s)’a da salât u selâm getirmek­tedir. Bilhassa namazlarda ve hallerin de, derecelerin de en faziletlisi olan minberlerde bu böyledir.

“Salât” rahmet ile duadır. “Lisan”dan kasıt söylenecek sözlerdir. Lisan asıl itibariyle konuşma organıdır. el-Kutebî dedi ki: Lisan, istiare yoluyla söz söy­leme yeridir. Araplar bunu bazen kinaye yoluyla kelime hakkında da kullan­maktadır. Şair el-A’şa dedi ki:

“Gerçek şu ki bana bir kelime (haber) geldi de ondan dolayı sevinemem, Yukarılardan (bir haber); bundan ne hayrete düştüm, ne de bundan gülünür.”

Bana yukardan bir haber geldi, demektir. Fiilin müennes gelmesi ise “kelime” anlamı doiayısıyladır. Ona kardeşi el-Münteşir’in öldürüldüğü ha­beri gelmişti.

Eşheb’in rivayetine göre Malik şöyle demiştin Yüce Allah: “Sonrakiler ara­sında bana bir lisanı sıdk bağışla!” diye buyurmuştur. Buna göre bir kim­senin salih olarak kendisinden övgüyle söz edilmesini sevmesinde, salih amel­de bulunanlar arasında görülmeyi istemekte -bununla yüce Allah’ın rızasını kastetmesi şartıyla- bir sakınca yoktur. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­maktadır: “Ve Ben tarafımdan senin üzerine bir muhabbet bıraktım.”. (Tâ-Hâ, 20/39); “Muhakkak iman edip salih amel işleyenlere Rahman bir sev­gi var edecektir.” (Meryem, 19/96) diye buyurmaktadır. Yani kullarının kal­binde bir sevgi ve güzel bir övgü bırakacaktır.

Yüce Allah: “Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk bağışla!” buyru­ğu ile güzel bir şekilde anılmayı miras bırakacak şeyleri kazanmaya çalışma­nın müstehab olduğuna dikkat çekmektedir. ei-Leys b. Süleyman dedi kî: Çün­kü bu ikinci defa yaşamaktır. Nitekim söyle denilmiştir:

“Bir takım kimseler vefat etmiş ama onlar insanlar arasında yaşıyorlar.”

İbnu’l-Arabî dedi ki: Zühdün şeyhlerinden muhakkik olanlar şöyle demiş­lerdir: Bu buyrukta, insana güzel övgüyü kazandıracak salih amel işlemenin teşvik edildiğine delil vardır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: “Ade­moğlu ö!dü mü üç şey müstesna ameli kesilir…”[17]

Bir rivayette de ağaç dikmenin ve ekin ekmenin de durumunun böyle ol­duğu belirtilmektedir. Aynı şekilde İslâm ülkesinin sınırlarını koruyarak (murabıtlık yaparak) ölen kimseye de kıyamet gününe kadar ameli yazılır, durur. Biz buna dair açıklamaları daha önceden Al-i îmran Sûresi’nde (3/200. âyetin tefsirinde) zikretmiş bulunuyoruz. Allah’a hamdolsun,

“Ve beni Naîm cennetinin mirasçılarından kıl!” Bu da cennete ve ora­ya mirasçı olmaya dair bir duadır. Bu bazı kimselerin: Ben ne cenneti taleb ederim, ne de cehennemi, şeklindeki sözlerini reddetmektedir.

“Ve babama mağfiret eyle! Çünkü o sapıtanlardandır.” Babası zahiren kendisine iman edeceğine söz vermişti. İşte bundan dolayı o da babasına mağfiret dilemişti. Onun verdiği sözde durmayacağını anlayınca ondan uzaklaştı. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden (et-Tevbe, 9/114. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Çünkü o sapıtanlardandır.” Yani müşriklerdendir. Buradaki “zaiddir.

“Öldükten sonra diriltilecekler! günde de beni zelil eyleme.” Yani herkesin gözü önünde beni rezil etme yahut kıyamet gününde beni azaplan-dırma.

Buhârî’de yer alan bir rivayete göre Ebu Hureyre, Peygamber (sav)’ın şöy­le buyurduğunu zikretmektedir: “İbrahim kıyamet gününde babasını üzerin­de loz duman bulunduğu halde görecektir.”[18]

Yine ondan gelen rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “İb­rahim babası ile karşılaşacak. Rabbim sen bana diriltilecekleri gün beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin diyecek. Yüce Allah şöyle buyuracak: Şüphesiz ki Ben cenneti kâfirlere haram kılını simdir.” Bu iki hadisi de sade­ce Buhârî (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) rivayet etmiştir[19]

“O günde malın da, evladın da hiç faydası olmaz.” Buyruktaki; “O gün” lafzı bir önce geçen “günde” lafzından bedeldir. Yani malın ve ev­ladın hiçbir kimseye fayda vermeyeceği’u günde (beni rüsvay eyleme.)

“Evlâd” buyruğu ile kastedilenler yardımcılardır. Çünkü eviadın fayda ver­mesi söz konusu olmazsa, başkası nasıl fayda verebilir? Bir diğer açıklama şöyledir: Burada oğulların söz konusu edilmesi İbrahim (a.s)’ın babasının da­ha önceden söz konusu edilmesidir. Yani İbrahim babasına fayda sağlama­yacaktır.

“Allah’a salim kalb ile gelmiş olanlar müstesna.” Buradaki istisna kâfir lerdendir. Yani onların mallarının ve oğullarının kendilerine bir faydası ol­maz. Bu istisnanın, cinsinden başkasından olduğu da söylenmiştir. Yani ama “Allah’a salim kalb ile gelmiş olanlara” kalblerinin selameti dolayısıy­la evlatlarının faydası olacaktır. Özellikle kalbin söz konusu edilmesine ge­lince, buna sebeb kalbin salim olmasıyla diğer azaların da selamet bulması­dır. Kalb bozulursa, diğer azalar da bozulur. el-Bakara Sûresi’nin baş taraf­larında (2/7. âyet, 4. başlıkta) bu hususa dair açıklamalar geçmiş bulunmak­tadır.

Salim kalb (kalb-i selim)’in ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Şek ve şirkten uzak kalp diye açıklanmıştır. Günahlara gelince, hiç kimse günah­lardan kendisini kurtaramaz. Bu açıklamayı Katâde, İbn Zeyd ve müfessir-lerin çoğu yapmıştır.

Said b. el-Müseyyeb ise dedi ki: Salim kalb sağlam, sağlıklı kalp demek­tir ki o da mü’minin kalbidir. Çünkü kâfir ile münafıkın kalbi hastadır. Ni­tekim yüce Allah: “Kalplerinde hastalık vardır onların” (el-Bakara. 2/10) diye buyurmaktadır.

Ebu Osman es-Seyyârî dedi ki: Böyle bir kalp bidatlerden uzak ve sün­neti huzur ile kabul eden bir kalptir.

cl-Hasen dedi ki: Mal ve evlat afetlerinden kendisini kurtarmış kalptir.

Cüneyd dedi ki: Selim sözlükte (zehirLi bir hayvan tarafından) sokulmuş demektir. O halde bunun manası o, yüce Allah’ın korkusundan dolayı ade­ta sokulmuş gibi olan kalp demektir.

ed-Dahhâk da dedi ki: Salim (selim) kalp, hali.s kalp demektir.

Derim ki: Bu açıklama genel olarak bütün sözleri bir arada ifade edebil­mektedir ve güzel bir açıklamadır. Yani yerilmesi gereken kötü vasıflardan arınmış, buna karşılık güzel vas-.Sarla bezenmiş kalp demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Urve’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Çocuklarım, sakın lanet okuyanlar olmayın. Çünkü İbrahim hiçbir şeye lanet okumadı. Yüce Allah: “Çünkü o Rabbine selim bir kalp ile gelmişti” (es-Saffat, 37/84) diye buyurmuştur.

Muhammed b. Şîrîn de dedi ki: Selim’kaip, Allah’ın hak olduğunu, kıya­metin mutlaka kopacağını, yüce Allah’ın kabirdektleri mutiaka dirilteceğini bilmesi demektir.

Müslim’in, Sahih’inde yer alan rivayete göre Ebu Hureyre Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Cennete kalpleri tıpkı kuşlarınkini andıran bir takım kimseler girecektir.”[20]

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya, bununla şunu kastetmektedir: Bu kalp­ler her türlü günahtan uzak, her türlü kusurdan arınmış olmak bakımından kuşların kalplerini andırır. Bu kalpler dünya işleri nedir, bilmez.

Enes b. Malik’ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (sav) bu­yurdu ki: “Cennet ehlinin çoğunluğu eblehlerdir. “[21] Bu sahih bir hadistir. Bun­dan maksat ise Allah’a isyandan hiç haberdar olmayan kimselerdir. et-Ezhe-rî dedi ki: Burada “ebleh” tabiatı itibariyle hayırlı olan ve serden gafil, şerri bilmeyen kimse demektir.

el-Kutebî dedi ki: Ebleh kimseler genelde kalplerinde kötü niyetin, kötü düşüncenin hiç bulunmadığı ve insanlara hep hüsn-ü zan besleyen kimse­lerdir. [22]

  1. Takva sahiplerine cennet yakınlaştırılır.
  2. Azgınlara da cehennem açılıp gösterilir.
    1. Onlara denilir ki: “O sizin Allah’tan başka İbadet ettikleri­niz nerede? Size yardım edebiliyor ya da kendilerine yardımla­rı dokunuyor mu?”
    1. Onlar ve azgınlar İblis’İn orduları ile hep birlikte yüzleri üs­tü oraya atılırlar.
  3. Onlar orada tartışarak derler ki:
  4. “Allah’a yemin olsun ki biz gerçekten apaçık bir sapıklıkta İdik.
  5. “Çünkü sizi âlemlerin Rabbi ile bir tutmuştuk.
  6. “Bizi günahkârlardan başkası saptırmadı.
  7. “Artık size şefaat edecek bîr kimse de yoktur.
  8. “Candan bir dostunuz da yok.
  9. “Ne olurdu? Bİr kere dönmek İmkanımız olsaydı da mü’min lerden olsaydık.”
  10. Şüphe yok ki bunda bir âyet vardır. Fakat onların çoğu mü’min değillerdi.
  11. MuhakkakRabbin Azîz’dir, Rahimdir.

“Takva sahiplerine cennet” oraya girsinler diye “yakınlaştırılır.” ez-Zec-câc dedi ki: Onların oraya girmeleri vakti yaklaştı, anlamındadır,

“Azgınlara* yani hidayet yolunu kaybetmiş, şaşkın kâfirlere “da cehen­nem açılıp gösterilir.” Cehennemliklere onlar cehenneme girmeden önce cehennem açıkça gösterilir. Böylelikle korku ve keder duymaları sağlanır. Ni­tekim cennet ehli de cennete gireceklerini bildiklerinden ötürü sevinç duya­caklardır.

“Onlara denilir ki: O sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz” putları niz ve ortak koştuğunuz ilâhlar “nerede?” Allah’ın azabına karşı “size yar­dım edebiliyor ya da kendilerine” kendilerinin “yardımları dokunuyor mu?” Bütün bunlar bir azardır,

“Onlar ve azgınlar” yani uydurma ilahlar “İblis’İn orduları ile” onun zürriyet inden gelenlerle beraber “hep birlikte yüzleri üstü oraya atılırlar.” Te­pe aşağı oraya yıkılırlar. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar yukarıdan aşağıya ora­ya bırakılırlar ve biri diğerinin üstüne’atılır. Orada bir araya toplanırlar, di­ye de açıklanmıştır.

“Yüzleri üstü… atılırlar” buyruğu, “topluluk” anlamına gelen (i^Sül)’dan alınmıştır. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

en-Nehhâs der ki: Bu lafız bir şeyin büyük çoğunluğu anlamına gelen; den türetilmiştir. Atlılar topluluğuna da; ile deni­lir.

İbn Abbas dedi ki: Hepsi bir araya toplanır ve cehenneme atılırlar.

Mücahid ise Yukarıdan aşağıya yuvarlanırlar, diye açıklamıştır. Mukaril de: Oraya bırakılırlar, atılırlar, demektir, der. Hepsinin de anlamı bir­dir. “Bir şeyi toplayıp, sonra da yerine fırlatıp attım” denilir.o kimse büyük büyük lokmalar alıyor” denilir. Beddua esna­sında da “Allah müslümanlann düşmanlarını yıksın” de­nilir, denilmez. “Onu döktü ve altını üstüne getirdi” demektir. İşle yüce Allah’ın: “Hep birlikte yüzleri üstü oraya atılırlar” buyruğu da bu­radan gelmektedir. Bunun aslı şeklinde olup, ortadaki “be” harfi ye­rine iki “be”nin bir arada bulunmasının telaffuzu ağır geldiğinden dolayı de­ğiştirilerek yerine “kef” harfi getirilmiştir,

es-Süddîdedi ki: “Yüzleri üstü oraya atılırlar” buyruğundaki zamir Arap müşriklerine aittir.

“İblis’in orduları” ile ilgili olarak yapılan bir açıklamaya göre de İblis’in pullara tapmaya çağırıp kendisine uyan herkes de onun ordusudur (ve onunla birlikte cehenneme atılacaklardandır.)

Katâde, el-Kelbî ve Mukatil dedi ki: “Azgınlar”dan kasıt şeytanların ken­dileridir. Bir diğer açıklamaya göre putlar demir ve bakır gibi maddelerden oldukları halde cehenneme atılacaktır. Buna sebeb ise onlarla başkalarını azaplandırmaktır.

“Onlar orada tartışarak derler ki” yani insanlar, şeytanlar, azgınlar ve ken­dilerine ibadet olunmuş olanlar o vakit tartışmaya koyulacaklardır.

“Allah’a yemin olsun ki” diye Allah adına yemin edeceklerdir. “Biz ger­çekten apaçık bir sapıklıkta idik.” Yani hüsrandaydık, yok oluşta idik. Haktan yana apaçık bir şaşkınlık içindeydik, çünkü biz Allah ile birlikle baş­ka ilahlar edinmiş ve bunlara tpınmışük. İşte yüce Allah’ın: “Çünkü biz, si­zi” ibadet hususunda “âlemlerin Rabbİ İle bir tutmuştuk” buyruğunun an­lamı budur. Halbuki siz şu anda ne bize yardımcı olabiliyorsunuz, ne de ken­dinize yardım edebiliyorsunuz.

“Bizi günahkârlardan başkası saptırmadı.” Maksat bize putlara ibade­ti süslü gösteren şeytanlardır. Kendilerini taklid ettiğimiz bizden önceki atalarımız diye de açıklanmıştır. Ebu’l-Âliye ve İkrime dedi ki: “Günahkâr-lar”dan kasıt İblis ve Adem’in katil oğludur. Çünkü bunlar küfrü, öldürme­yi ve çeşitli masiyet türlerini ilk olarak başlatanlardır.

“Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur.” Ne meleklerden, ne pey­gamberlerden, ne de mü’minlerden.

“Candan bir dostumuz da yok.” Bize şefkat gösterecek bir arkadaşımız da yok. Ali (r.a) şöyle dermiş: Kardeşlerinize dikkat ediniz, çünkü bunlar dün­yada da azığınız, âhirette de azığınızdır. Cehennemliklerin: “Artık bize şe­faat edecek bir kimse de yoktur, candan bir dostumuz da yok” diyecekle­ri hiç kulağında gelmedi mi?

ez-Zemahşerî dedi ki: Burada “şefaatçiler”in çoğul gelmesi, şefaatçilerin çokluğu “candan dost”un tekil gelmesi ise böyle bir dostun azlığından do­layıdır. Nitekim bir kimse bir zalimin baskısı altında mihnete uğrayacak olursa, sözüyle şehir ahalisinden kalabalık bir topluluk ona şefaatçi olmak (iltimasta bulunmak) için giderler. Bu hem o kişiye acımalarından ötürü hem de bunun ecrini Allah’tan bekledikleri için böyledir. İsterse onların çoğun­luğu daha önceden o kişiyi tanımamış olsunlar. Dost (sadîk) ise sana duy­duğu sevgisinde sadık olan, seni üzen şeye üzülen kimsedir. Böyle bir kişi kartal yumurtasından bile daha az bulunur.

Hakimlerden birisine “sadîk: arkadaş” hakkında soru sorulmuş da o: Bu ma­nası olmayan bir isimdir demiştir. O bu sözüyle sadıktan herkesi “hamîm” ile de çok yakın ve özel arkadaşı kastetmiş olabilir. “Candan dost: hamîm” kö­künden kişinin akrabaları demek olan da gelmektedir. Bunun da aslı çok sıcak su demek ulan “el-hamîm”den gelmektedir. Hammam ve hum­ma da bu köktendir. Buna göre île kişinin kendisini yakan şeyden kendileri de yanan kimseler kastedilir. Mesela “Onu üzen onları da üzer” demektir, Yine “O şey yakın oidu” denilir. “Humma” da buradan gelmektedir. Çünkü humma da kişiyi eceline yaklaştırır.

Ali b. İsa dedi ki: Yakın kimseye “hamîm: candan dost” denilmesinin sebe­bi arkadaşının öfkelenmesi dolayısıyla kendisinin de galeyana gelmesidir. Böylelikle o bu kelimenin “hamiyyef’den alınmış olduğunu kabul etmekledir.

Katâde dedi ki: Yüce Allah kıyamet gününde sadîkin (samimi arkadaşın) sevgisini ve hamımın (candan arkadaşın) rikkatini giderir.

“Candan bir dostumuz da yok” buyruğunun “Şefaat edecek bir kimse”nin mahalline atf ile merfu okunmalar! caizdir, Çünkü bu ref mahallindedir.

“Sadîk’ln çoğulu diye gelir. Sıfat ile başkası arasında­ki fark dolayısıyla; denilmez. Kûfelilerîn naklettiklerine göre bu ke­lime şeklinde de çoğul yapılabilir. en-Nehhâs ise; bu u2ak bir ihti­maldir demektedir. Çünkü bu sıfat olmayan şeyin çoğuludur, “Ekmek, ekmekler” gibi. Aynı şekilde onlar diye çoğulunun yapılaca­ğını da nakletmişlerdir. Ancak “efâil” vezni na’t olmadığı takdirde “ef’al”in çoğulu olarak gelir. “Daha kahraman ve daha kahramanlar” gi­bi. Tekil, erkek, çoğul ve dişi için aynı olmak üzere şeklinde gelir. Şa­ir şöyle demiştir:

“Aşk yayım kurdular, sonra kalplerimize ok attılar, Düşmanca gözlerle; oysa onlar arkadaştır.”

“o benim en has arkadaşımdır” anlamındadır. Küçültme is­mi yapılması ise medih yoluyladır. Hubab İbnu’l-Münzir’in şu sözlerinde ol­duğu gibi: “Ben (develerin kendisiyle sürtünerek kaşınıp, şifa bulduğu) kaşınılan ağacın kükceğiziyim ve ben (hurma ağacının dalları yere düşmesin diye dallarının altına konulan, desteklenen) hurma ağaçcığızıyım.” Bunu (aynı harfin şeddeli tekrarı) el-Cev-herî zikretmiştir,

en-Nehhâs dedi ki: “hamînV’in çoğulu şeklinde gelir. Bunun­la birlikte zayıf düşürmek dolayısıyla “ef ilâ” vezni (yani bu çoğulun birinci şeklini) hoş karşılamamışlardır.

“Ne olurdu bir kere dönmek imkânımız olsaydı” anlamındaki buyruk­ta yer alan ref mahallindedir. Buyruğun anlamı da şudur: Eğer bizim dün­yaya dönüşümüz söz konusu olursa, şefaatçilerimizin olması İçin hiç şüphe­siz iman edeceğiz. Ancak onlar temenninin kendilerine fayda sağlayamaya­cağı bir zamanda temennide bulunacaklardır. Onlar bu sözlerini melekler­le, mü’mînler şefaatçilik yapacakları vakit söyleyeceklerdir.

Cabir b. Abdullah dedi ki: peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kişi cennet­te iken -arkadaşı cahîmde olduğu halde- filan kişi ne yaptı der ve nihayet ona şefaat etmek ister ve sonunda Allah da onu, o arkadaşı hakkında şefaatçi kı­lar. O kurtuldu mu bu sefer müzikler: “Artık bize şefaat edecek bir kimse de yoktur, candan bir dostumuz da yok” diyeceklerdir. “[23]

el-Hasen dedi ki: Aliah’ı zikretmek üzere bir topluluk bir araya gelir de ara­larında cennet ehlinden bir kul var ise mutlaka AJlah onu o kimseler hakkın­da şefaatçi kılar. Şüphesiz ki iman ehli birbirlerine şefaat edeceklerdir. Onlar Allah nezdinde şefaatçilik edecek ve şefaatleri kabul olunacak kimselerdir.

Ka’b dedi ki: İki kişi dünyada arkadaş ise onlardan biri arkadaşının cehen­neme doğru sürüklenmekte olduğunu görür. Bu sefer kardeşi kendisine: Al-İah’a yemin ederim ki, kendisi ile kurtulabileceğim sadece tek bir iyiliğim kal­mıştır. Onu sen al ey kardeşim, gördüğüm bu halden böylelikle kurtul. Ben ve sen beraber A’raf ta kalacaklar arasında kalalım. Bunun üzerine yüce Al­lah emir verir ve her ikisi de cennete sokulurlar.

“Şüphe yok ki bunda bir âyet vardır. Fakat onların çoğu mü’min değil­lerdi. Muhakkak Rabbin Azizdir, Rahîm’dir.” Bu buyruklar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun. [24]

  1. Nuh kavmi resulleri yalanladılar.
  2. Hani kardeşleri Nuh onlara: “Korkmaz mısınız? demişti.
  3. “Ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.
  4. “Artık Allah’tan korkun, bana itaat edin.
  5. “Bunun İçin sizden hiçbir ücret istemem. Benim ecrimi vermek ancak âlemlerin Rabbine aittir.
  6. “O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin.”
  7. (Kavini): “Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken, sana İman mı edelim?” dediler.
  8. Dedi ki: “Onların yaptıkları hakkında benim bir bilgim yok­tur.
  9. “Onların hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer inceden inceye kav­rayan kîmselerseniz.
  10. “Ben mü’minleri kovacak değilim. 115- “Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
  11. Dediler ki: “Ey Nuh! Eğer vazgeçmez isen mutlaka taşlananlar­dan olacaksın.”
  12. Dedi ki; “Rabbim, kavmim gerçekten beni yalanladı.
  13. “Artık benimle onlar arasında Sen ayırd edici hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki mü’minleri de kurtar.”

119- Biz de onu ve onunla birlikte olanları dopdolu o gemi içerisin­de kurtardık.

  1. Sonra geri kalanları da suda boğduk.
  2. Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu iman etmedi­ler.
  3. Muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahim olandır.

“Nuh kavmi rasûlleri yalanladılar.” Kavim müzekker olduğu halde tenis alameti ile; “(öjiS’): Yalanladılar” denilmiştir. Çünkü buyruğun anla­mı, Nuh kavmi topluluğu yalanladılar şeklindedir. “Rasûller” denilmesinin se­bebi ise bir rasûlü yalanlayan kimsenin bütün rasûlleri de yalanlamış olaca­ğından dolayıdır. Zira herbir rasûl bütün rasûlleri tasdik etmeyi emreder.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar hem nübüvvet hususunda, hem de kendi­lerine kendisinden sonra rasûllerin geleceğine dair vermiş olduğu haberler hususunda Nuh (a.s)’ı yalanladılar.

Şöyle de açıklanmıştır: Burada cins (isim olarak rasûller) zikredilmiş, fa­kat maksat Nuh (a.s)’dır. Buna dair açıklamalar daha önce el-Furkan Sûre-sı’ndo (25/37. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Hani kardeşleri” yani babalarının oğlu. Buradaki neseb kardeşliğidir, dîn kardeşliği değildir. Aynı cinsten olmak bakımından kardeşliktir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah: “Biz gönderdiğimiz herbir peygamberi an­cak kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrahim, 14/4) diye buyurmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-A’raf Sûresi’nde (7/65. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Bu buyruğun Arapların: Ey Temimoğullarının kardeşi, sözleri kabilinden olduğu da söylenmiştir. Onlar bununla, onlardan olan bir kişi demek ister­ler. ez-Zemahşerî dedi ki: el-Hamase’dç yer alan şu beyit de bu kabildendir.

“Onlar musibetler esnasında kardeşleri kendilerini yardıma çağırdığında, Sormazlar sorduklarına dair herhangi bir delil.”

“Kardeşleri Nuh onlara: Kormaz mısınız?” yani putlara ibadet hususun­da Allah’tan korkmaz mısınız? “demişti. Ben size gönderilmiş emin bir pey­gamberim.” Allah’tan size tebliğ ettiklerim hususunda doğru söyleyenim. Ben sizin aranızda “emin” bir kimseyim, diye de açıklanmıştır. Çünkü onlar, onun emin ve doğru bir kişi olduğunu önceden biliyorlardı. Tıpkı Kureyş arasında Muhammed (sav)’in durumu gibi. “Artık Allah’tan korkun.” Yüce Allah’ın azabından, O’na itaat etmek suretiyle kendinizi koruyun,

“Bana” size imandan olmak üzere emretmiş olduğum hususlarda “itaat edin.”

“Bunun için sîzden hiçbir ücret istemem.” Yani benim sizin malınızda hiç gözüm yok.”Benim ecrimi” yaptıklarımın karşılığını “vermek ancak âlemlerin Rabblne aittir.”

“O halde Allah’tan korkun ve bana itaat edin” emrini de te’kid olmak üze­re ikinci bir defa tekrarlamıştır.

“Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken sana iman mı edelim, dediler”

buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [25]

1- Buyruğun Anlamı:

“Sana sıradan kimseler tabi olmuş iken” buyruğunda-ki “vav” hal içindir. Burada; mukadder olarak vardır. takdi­rindedir. “Sana iman mı edelim?” Senin söylediklerini tasdik mi edelim?

“Sıradan kimseler” lafzı “Sıradan kimse”nin çoğuludur.

Bunun kırık çoğulu ise şeklinde gelir. Müennesi çoğulu da, diye gelir.

en-Nehhâs dedi ki: Bildiğimiz kadarıyla nahivcilerden hiçbir kimse bunlar­dan herhangi birisinde “elif ile “lam”ın hazfedilmesin! caiz görmüş değildir.

İbn Mes’ud, ed-Dahhâk, Yakub el-Hadramîve diğerleri; “Sana uyanlar bayağı kimseler iken…” diye okumuşlardır. en-Nehhâs: Bu gü­zel bir kıraattir, demiştir. Buradaki “vav”ın arkasından çoğunlukla isimler ge­lir, fiiller ise ile birlikte gelir. “Uyanlar, tabiler” lafzı ile çoğuludur. Bu tekil için de, çoğul için de kullanılabilir. Şair der ki:

“Onun tabileri vardır, insanlar bilir ki o, Yakınlaştığı kimse için hem yaz olur, hem bahar*

(Bu kıraate göre) “(îlAil); Sana uyanlar” lafzının merfû’ gelmesi mübte-dâ olması dolayısıyla olabilir. O takdirde “Sıradan kimseler” de

onun haberi olur. İfadenin takdiri de şöyle olur: Sana tabi olanlar ancak ba­yağı kimseler iken sana iman mı edelim? Bununla birlikte yüce Allah’ın: “Sa­na iman mı edelim?” buyruğundaki zamire atfedilmiş olması da mümkün­dür. O vakit ifadenin takdiri şöyle olur Sana uyanlar bayağı kimseler iken biz sana iman edelim de onlardan mı sayılalım? Buradaki ifade takdirinde; “Sana iman mı edelim?” derken, Sana” diye fasıl yapmak gü­zeldir.

“Sıradan kimseler” ile ilgili yeterli açıklamalar daha önceden Hud Sûre-si’nde (11/27, âyet, 2, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada ise buna ek bir açıklamada bulunalım ki bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil et­mektedir. [26]

2- Nuh (a.s)’a İman Edenler:

Denildiğine göre ona iman edenler; oğulları, kızları, gelinleri ve oğulla­rının oğulları olmuştur. Beraberlerinde başkaları olup, olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Her iki halde de hepsi de salih kimseler idi. Nuh (a.s) da: “Beni ve bcrabcrimdeki.mü’minleri de kurtar” diye dua etmişti. Onun­la beraber olanlar, ona tabi olanlardı. Kâfirlerin onlar hakkında söyledikle­ri sözlerden dolayı onlar hakkında herhangi bir kusur ya da yerilmeyi gerek­tirecek bir husus söz konusu olamaz. Bilakis asıl bayağı kimseler onları ya­lanlayan kimselerdir.

es-Süheylî dedi ki: Avamın bir çoğu bu âyetin tefsirinde rivayet edilmiş şu sözlere aldanmıştır: Güya ona iman edenler dokumacılar ve hacamatçı­lar imiş. Eğer iddia ettikleri gibi burilar dokumacı kimseler olsaydı, hiç şüp­hesiz Allah’ın peygamberine iman etmeleri ve ona tabi olmaları onlar için şe-reflendirici bir husus olurdu. Tıpkı Bilal ve Selma’nın erken müstüman olmak­la şerefyab olmaları gibi. Her İkisi de Peygamber (sav)’ın ashabının ileri ge­lenlerinden ve büyüklerindendir. Ama Nuh (a.s)’ın çoluk-çocuğu dokuma­cı ve hacamatçı olmadığı gibi; dokumacı ve hacamatçılar da hakkında söy­ledikleri sözler eğer o peygamberlere iman etmiş iseler kâfirlerin söyledik­leri gibi hiçbir şekilde bayağı kimseler olamazlar. Nitekim bugün bizim do­kumacılarımıza da herhangi bir yergi veya bir eksiklik ulaşamaz. Çünkü bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerin nakledilmesinden ibarettir. Kâfirlerin bu söy­lediklerine dair herhangi bir delil ileri sürmeleri ise asla mümkün değildir. Bunun bir ayıp olarak görülmesi de çok büyük bir cahilliktir. Esasen yüce Allah da sanat ve mesleklerin din açısından kişiye hiçbir şekilde zararlı ola­mayacağını açıkça bildirmiştir.

“Dedi ki: Onların yaptıkları hakkında benim bir bilgim yoktur.” Bu buy­ruktaki; (ols) zaiddir. Ben onların neler yaptıklarını bilmiyorum, demektir. Bunun da anlamı şudur; Ben onların amellerini bilmekle yükümlü değilim. Benim yükümlülüğüm onları imana davet etmektir. Asıl göz önünde bulun­durulması gereken de imandır, meslekler ya da sanatlar değildir. Sanki on­lar: Sana şu zayıf kimselerin tabi olmalarının sebebi bu yolla güç kazanıp mal sahibi olmayı umut etmeleridir demişler de, o da onlara şöyle cevap vermiş gibidir: Ben onların içlerinde gizlediklerini bilemem. Beni ilgilendiren sade­ce onların zahiri durumlarıdır. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ben yü­ce Allah’ın onlara hidayet verip sizi saptıracağını, onları doğruya iletip sizi azdıracağını, onları muvaffak kılıp sizi yardımsız bırakacağını bilemem.

“Onların” amelleri ve imanları itibariyle “hesabı ancak Rabbime aittir. Eğer inceden inceye kavrayan kimseler seniz.”

Burada “Eğer”in cevabı hazfedilmiştir. Yani eğer siz onların hesap­larının Rablerine ait olduğunu bilseydiniz sanatlan, meslekleri dolayısıyla on­ları ayıplamazdınız.

“Kavrıyorsunuz” fiili genel olarak kâfirlere hitab olmak üzere “te” ile okunmuştur. Zahir (kuvvetli olan) da budur. Ancak İbn Ebi Able ile Mu-hammed b. es-Sümeyka: “İnceden inceye kavrayan kimseler olsa­lardı” şeklinde “ye” ile okumuşlardır. Bu şeklîyle adeta kâfirlerin durumu hak­kında bir haber vermek gibidir ve onlara hitab terkedilmiş gibidir. Yüce Al­lah’ın: “Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman onlarda içindekileri gü­zel bir rüzgar ile götürüp…” (Yunus, 10/22) buyruğunda olduğu gibi.

Rivayete göre Süfyan’a, müslüman olduğu halde zina etmiş ve çocuğunu öldürmüş bir kadının durumu hakkında: Bu kadının kesinlikle cehennemde olduğu söylenebilir mi? diye sorulmuş, o da: “Onların hesabı ancak Rabbi-me aittir, eğer inceden inceye kavrayan kim s elerseniz” âyetini okudu.

“Ben mü’mlnlerl kovacak değilim.” Onların durumlan düşüktür, işleri ba­yağıdır diye böyle bir şey yapmam. Sanki onlar -Kureyş’in istediği gibi- za­yıf kimseleri kovmayı kendisinden istemiş gibidirler.

“Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Yani yüce Allah beni fakirleri bir ke­narda tutup özellikle zenginlere göndermiş değildir. Ben bir rasûlüm, size be­nimle gönderileni tebliğ ederim. Kim bana itaat ederse Allah nezdinde mut­lu ve bahtiyar odur, isterse fakir olsun,

“Dediler ki: Ey Nuh eğer™ bizim ilahlarımıza dil uzatmaktan, dinimizi ayıp­lamaktan “vazgeçmez isen mutlaka taşlananlardan olacaksın.” Bu taşlama­nın taşlarla olacağını Katâde söylemiştir. İbn Abbas ve Mukatil ise bunu, öl­dürülenlerden olacaksın diye açıklamışlardır. es-Sümalî dedi ki: Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “taşlananlar” ifadelerinin hepsi öldürmek demektir. Meryem Sûresİ’ndeki: “Eğer vazgeçmezsen seni mutlaka taşlarım.”(Meryem, 19/46) bundan müstesnadır. Burada, mutlaka sana ağır söz söylerim demektir.

“Taşlananlardan” ifadesinin kendilerine dil uzalılan, sövülüp sayılanlar­dan… anlamında olduğu da söylenmiştir ki bu açıklamayı es-Süddî yapmış­tır. Ebu Duâd’ın şu sözü de bu kabildendir…[27]

“Dedi ki: Kabbim, kavmim gerçekten beni yalanladı. Artık benimle on­lar arasında sen ayırdedici hükmünü ver. Benî ve beraberimdeki mü’min-leride kurtar.” Nuh (a.s) onların iman edeceklerinden yana ümidini kesin­ce, bu sözleri söylemişti. -Âyet-i kerimede sözü geçen-; “el-Feth” hüküm ver­mek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-A’raf, 7/89. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Biz de onu ve onunla birlikte olanları dopdolu o gemi İçerisinde

kurtardık.” Bununla tufanda bindikleri gemiyi kastetmektedir ki, daha ön­ceden bundan söz edilmişti.

“Dopdolu” demektir, “Dolu olmak” İse geminin insan­larla, canlılarla ve başka şeylerle doiup taşmasıdır. Burada lafzında “Gemi” müennes gelmemiştir, çünkü burada bu lafız çoğul değil, tekildir.

“Sonra” Nuh’u ve iman edenleri kurtardıktan sonra “geri kalanları da su­da boğduk. Muhakkak bunda bir âyet vardır, onların çoğu İman etmedi­ler. Muhakkak Rabbin Aziz olandır, Rahim olandır.” [28]

  1. Âd (kavmi) rasûllerİ yalanladılar.
  2. Hani kardeşleri Hûd onlara: “Sakınmaz mısınız?” demişti.
  3. “Muhakkak ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.
  4. “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
  5. “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücre­tim ancak âlemlerin Rabbine aittir.
  6. “Siz her yüksek yerde eğlenmek için koca bir bina mı inşa edip durursunuz?
  7. “Ve ebedi kalırsınız ümidi ile sapasağlam kaleler mi yapar du­rursunuz?
  8. “Yakaladığınız zaman da zorbaca mı davranırsınız?
  9. “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
  10. “Size bildiğiniz nimetlerle destek verenden sakının;
  11. “O size hem davarlar ve çocuklarla destek verdi;
  12. “Hem de bahçeler ve pınarlarla.
  13. “Gerçekten sîzin için büyük bir günün azabından korkarım.”
  14. Onlar dediler ki: “Sen öğüf versen de, öğüt verenlerden olma-san da bizim İçin birdir.
  15. “Bu öncekilerin âdetlerinden başka bir şey değildir.
  16. “Biz azab olunacaklardan da değiliz.”
  17. Böylece onu yalanladılar. Biz de onları helak ettik. Muhakkak ki bunda bir âyet vardır. Onların çoğu da mü’min değildi.
  18. Muhakkak Eabbin Aziz olandır, Rahim olandır.

“Âd (kavmi) rasûlleri yalanladılar” buyruğundakî “Yalanladdar” fiilindeki müenneslik te’si kabile ve cemaat anlamı ihtiva ettiğinden dolayı­dır. Rasûlleri yalanlamaları da daha önceden geçtiği gibidir.

“Hani kardeşleri Hûd onlara: sakınmaz mısınız? demişti. Muhakkak ki ben size gönderilmiş emin bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana İtaat edin. Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim üc­retim ancak âlemlerin Sabbine aittir.” Bu buyrukların anlamı açıktır, da­ha önce de benzerleri geçmişti.

“Siz her yüksek yerde eğlenmek için koca bir bina mı İnşa edip duru­yorsunuz?” buyruğundaki: “Yerden yüksekçe olan herşey” hakkın­da kullanılır. Bu açıklama İbn Abbas ve başkalarına aittir. ‘in çoğulu­dur. “Arazinin yüksekliği ne kadardır?” demektir.

Katâde, bu yol demektir, diye açıklamıştır. Bu aynı zamanda ed-Dahhâk, el-Kelbî, Mukatİl ve es-Süddî’nin de görüşüdür. İbn Abbas da yine bu görü­şü ifade etmiştir. el-Müseyyeb b. Ales’in şu beyitinde de bu anlamda kulla­nılmıştır:

“Serap, onu bir alçaltıyor, bir yükseltiyor. Beyaz bir elbiseymiş gibi parlayan yol.”

Burada görüldüğü gibi (yol demek olan açıklamakta olduğumuz kelime İle yolu beyaz elbiseye benzetmektedir.

en-Nehhâs dedi ki: Yerin yüksekçe taraflarına da, yola da; denilme­si sözlükte bilinen bir husustur .

Şair de şöyle demektedir;

Üstüste binmiş kanadının tüyleri parıldıyor dağın üzerinde, Gecenin çiğleri tüyleri üzerinde panldayıp duruyor.”

Umare dedi ki; “Dağ” demektir, tekili çoğulu da di­ye gelir. Mücahid: tki dağ arasındaki geçit, yol demektir, demiştir. Ondan ge­len bir başka rivayete göre ise küçük tepecik anlamındadır. Yine ondan ri­vayete göre etrafın gözetlenmesine yarayan yüksekçe yer demektir.

İkrime ve Mukatil dedi ki: Bunlar yolculuğa çıktıkları vakit yıldızlarla yol­larını buluyorlardı. O bakımdan yollarda doğru yoldan şaşırmamak için uzunca alâmetler bina ederlerdi. Buna da yüce Allah’ın: “Âyet: alâmet (me­alde: koca bir bina)” lafzı delil teşkil etmektedir.

Mücahid’den rivayete göre bu güvercinler için yapılan yapılar anlamında­dır. Buna delil de: “Eğlenmek için* buyruğudur ki, oynamak için demektir. Yani sizler yüksek herbir yerde güvercinler için yapılan bina ve burçlar ka­bilinden kendileriyle oyun oynamak maksadıyla yüksek bir alâmet mi diker­siniz?

Bu, yolda gidip gelenlerle oynayıp eğlenmek maksadıyla… diye de açık­lanmıştır. Yani siz gidip gelenlere yukardan bakıp kontrol edecek şekilde yük­sek olan herbir yerde yolcularla alay etmek maksadıyla bir bina mı yapar­sınız?

el-Ketbî dedi ki: Bu öşürcülerin (vergi ve gümrük memurlarının) yanla­rından geçen kimselerin malları ile istedikleri gibi oynamalarını ifade eder. Bunu da el-Maverdî na ki etmiştir,

İbnu’l-A’râbî dedi ki; “Manastır” demektir. Yine bu kelime sahra­da güvercinlerin kondukları yüksekçe yer anlamına da gelir. Aynı zamanda yüksekçe tepe manası da vardır. Bu kelime iki türlü telaffuz edilebilir. “Ra” harfi esreli ve üstün olmak üzere çoğulu da şeklinde gelir. Bu açıkla­mayı es-Sa’İebî zikretmiştir.

“Ve ebedi kalırsınız ümidi île sapasağlam kaleler mi yapar durursunuz?”

el-Kelbî konaklar mı, diye açıklamıştır. Bunun yüksekçe kaleler anlamına gel­diği de söylenmiştir ki; bu İbn Abbas ve Mücahid’in açıklamasıdır. Şairin şu beyitinde de bu anlamdadır.

“Onların yurtlarını kupkuru ve ıpıssız kıldık, Yüksekçe kaleleri ve burçları da yerle bir ettik.”

Bunun “yüksek köşkler” anlamına geldiği de söylenmiştir. Yine bu açık­lamayı Mücahid yapmıştır. Ondan gelen bir diğer rivayete göre bunlardan ka­sıt (çöllerde yapılan) güvercin kuleleri (burçian)dır. es-Süddî de böyle de­miştir.

Derim ki: Mücahid’den böyle bir rivayetin nakledilmiş olma ihtimali uzaktır. Çünkü “(az önce geçen) koca bir bina: er-rî'” hakkında bunun gü­vercin burçları ve kuleleri anlamında olduğunu söylediği belirtilmişti. O vakit bu (burada da aynı manaya gelirse) ifadede bir tekrar olur.

Katâde dedi ki: Bu, yerin altında sular için sarnıç demektir. ez-Zeccâc da bunlar, su için yapılan yerler demektir diye açıklamıştır. Bunun tekili de; ile şeklinde gelir. Lebid’in şu beyitinde de bu anlamda kul­lanılmıştır:

“Çürüdük bizler; fakat çürümez doğup duran yıldızlar

Bizden sonra geriye dağlar ile yaptığımız su sarnıçları (havuzları) kalacaktır.”

el-Cevherî dedi ki; “İçinde yağmur sularının toplandığı havuz gi­bi bir şeydir.” “Nun” harfi ötreli olarak kullanılırsa da aynı anlama gelir. jse kaleler demektir. Ebu Ubeyde yapılan herbir binaya: de­nilir demiştir. Bunu el-Mehdevî nakletmektedir.

Abdu’r-Rezzak dedi ki: “Sapasağlam kaleler” bizde Yemenlilerin lehçesinde Âd kavminden kalma köşkler demektir.

“Ve ebedi kalırsınız ümidi île” ebedi kalmak maksadıyla (böyle mi ya­parsınız?)

Bir açıklamaya göre buradaki istifham (soru) azarlamak anlamına da ge­lebilir. “Siz ebedi kalacağınızı mı zannediyorsunuz” demek olur. Bu da bir kimsenin: “Bana sövdüğünü ümid ederim” deyip: Bana sövüyor musun, demek istemesine benzer. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Zeyd’den rivayet edilmiştir.

el-Ferrâ dedi ki; Ebedi krnak düşüncesiyle böyle yapıyor, fakat ölümü hiç düşünmüyorsunuz, demektir. İbn Abbas ve Katâde de şöyle demiştir: San­ki siz oralarda ebedi ve baki kalacaksınız gibi… demektir.

Bir kıraatte de “Ebedi bırakılacakmışcasına…” şeklindedir ki bunu da en-Nehhâs zikretmiştir.

Katâde’nin naklettiğine güre bu ifade kıraatlerin birisinde; “Ebedi imişsiniz gibi” şeklinde idi (sahih görülmediğinden terkedilmiştir). “Yakaladığınız zaman da zorbaca mı davranırsınız?”

Bu buyruktaki “Yakalamak” satvet ve şiddetle almak demektir, “Onu şiddetle yakaladı, yakalar” denilir. “Onu yakalamaya çalıştı” demektir; mastarı da: şeklinde gelir.

İbn Abbas ve Mücahid dedi ki: Batş (şiddede yakalamak) kılıçla öldürmek yahut kamçıyla dövmek suretiyle şiddet uygulamak demektir. Bu da, siz bu işi zulmen yapıyorsunuz demektir.

Yine Mücahid; Bu, kamçı ile dövmek demektir, demiştir. Bunu da İbnu’l-Arabî’nin naklettiğine göre Malik b. Enes, Nafi’den, o da İbn Ömer’den riva­yet etmiştir.

Haksızca kılıçla öldürmek demek olduğu da söylenmiştir. Bunu da Yah­ya b. Sellâm nakletmiştir.

el-Kelbî ile el-Hasen dedi ki; Bu, gerekli araştırmayı yapmaksızın kızgın­lık ve öfke île birisini öldürmek demektir. Bütün bu açıklamalar İbn Abbas’ın açıklamasının kapsamındadır.

Bir diğer açıklamaya göre bu; affetmeksizin ve herhangi bir şekilde müh­let tanımaksızın gerek kasten, gerek hata yoluyla sorgulamak (ve öldürmek) demektir.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Malik’in yaptığı açıklamayı yüce Allah’ın Musa (a,s) hakkındaki şu buyrukları da desteklemektedir: “(Musa) ikisinin de düşma nı olanı yakalamak (açıklamakta olduğumuz kelime ile aynı kökten gelen “batş” fiili île) isteyince dedi ki: Ey Musa! Dün bir kişiyi öldürdüğün gibi be­ni de mi öldürmek istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak ist er­sin,” (d-Kasas, 28/19) Çünkü Musa (a.s) böyle birisine ne kılıç çekmiş, ne de mızrak saplamıştı, sadece ona bir yumruk indirmişti ve bu yumruğu se­bebiyle adam ölmüştü. “Batş” el ile de olabilir. Bunun asgari miktarı ise yum­ruk vurmak ve itmektir. Bundan sonra da kamçı ve sopa ile vurmak, arka­sından demir (silah) ile vurmak gelir. Hak ile olması dışında bunların hep­si yerilmiş şeylerdir.

Âyet-i kerime daha önceden R^lmiş ümmetler hakkında haber vermek üze­re, yüce Allah tarafından bu fiilleri sebebiyle kendilerini yerdiği ve uygun gör­mediğini İfade ettiği gibi; bu fiilden uzak durmak noktasında da bize öğüt olmak üzere nazil olmuştur.

Derim ki: Yerilmiş olan bu nitelikler, bu ümmetin bir çoğunda kendisini göstermeye başlamıştır. Özellikle de Bahri (Memlûk)’lerin yönetim başına gel­dikleri zamandan itibaren Mısır diyarında bu böyledir. Bunlar haksız yere in­sanları kamçılarla, sopalarla dövüp yakalamaktadır. Zaten Peygamber (sav) bunun olacağını da haber vermiştir. Nitekim Müslim’in Sahih’inde yer alan rivayete göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ce­hennem ehli olan iki sınıf vardır ki henüz daha bunları görmüyorum. (Biri­si) beraberlerinde inek kuyruklarını andıran kamçılar ile insanları vuran bir topluluk, diğeri ise giyinmiş fakat çıplak başkalarını kendilerine meylettiren, kendileri de başkalarına meyleden, başlan yana yatmış deve hörgüçlerini an­dıran kadınlardır. Böylesi kadınlar ne cennete girerler, ne kokusunu alırlar ve hiç şüphesiz ki oranın kokusu şu kadar şu kadar mesafeden alınır.”[29]

Ebû Davud’un rivayetine göre de İbn Ömer şöyle demiştir: Rasûlullah (yav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Sizler ‘îne[30] satışını yapıp, ineklerin kuy­ruklarını yakalayıp, ziraate razı olur ve cihadı terkedecek olursanız, Allah üze­rinize -tekrar dininize geri dönünceye kadar- hiçbir şekilde kaldırmayacağı bir zilleti musallat kılar.”[31]

“Zorbaca” öldürücüler olarak… demektir. Zorba (cebbar) haksız yere öl­düren kişi demektir. Yüce Allah’ın: “Sen ancak yeryüzünde bir zorba (ceb­bar) olmak istersin” (el-Kasas, 28/19) buyruğunda da bu anlamdadır. Bu açık­lamayı el-Herevî yapmıştır.

Zorba (cebbar)’ın azgın ve başkalarına tasallut eden kimse anlamında ol­duğu da söylenmiştir. Yüce Allah’ın: “Sen üzerlerinde bir zorlayıcı (cebbar) değilsin.” (Kâf, 50/45) buyruğunda da bu anlamdadır. Yani sen onlara mu­sallat kılınmış bir kimse değilsin. Şair de şöyle demektedir:

“Biz o zorbadan hükümdarlığını kılıçla, zorla aldjk Akşam vakti idi ve meydandaydı mızraklarımızın uçları”

Yüce Allah’ın: “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin” buyruğunun anlamı daha önce geçmiş bulunmaktadır.

“Size bildiğiniz nimetlerle” yani bir çok hayır ve bereketlerle “destek verenden sakının” buyurduktan sonra bu nimetlerin neler olduğunu şu buy-ruklanyla açıklamaktadır:

“O size hem davarlar ve çocuklarla destek verdi, hem de bahçeler ve pınarlarla.” O bunları size müsahhar kıldı, lutfuyla bunları size ihsan etti. O halde kendisine ibadet olunması, şükredilmesi ve küfredilip, kendisine kar-Şi nankörlük edilmemesi gereken O’dur.

“Gerçekten ben sizin için” eğer onu inkâr ile kâfir olur ve bu haliniz üze­re ısrar edecek olursanız “büyük bir günün azabından korkarım.”

“Onlar dediler ki: Sen öğüt versen de öğüt verenlerden olmasan da bi­zim için birdir.” Hiçbirisi farketmez, çünkü biz senin sözlerini dinlemeye­cek, söylediklerine kulak asmayacağız.

el-Abbas, Ebu Arar ile Bişr’den, o el-Kisaî’den “Öğüt versen de”

buyruğunu “zı” ile “te” harflerini birbirine idgam edilmiş olarak; şek­linde okuduğunu rivayet etmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir, çünkü “zı” ıtbak harfidir, ona ancak son derece yakın olan harfler ile onun gibi (misli) ve mahreci aynı olan harfler idgam edilir.

“Bu öncekilerin adetlerinden başka bir şey değildir.” İbn Abbas ve baş kalarından nakledildiğine göre, öncekilerin dininden başka bir şey değildir, demektir. el-Ferrl da öncekilerin adetleri… diye açıklamıştır.

İbn Kesir, Ebu Amr ve el-Kisaî, diye okumuş, diğerleri ise; diye okumuşlardır.

el-Herevî dedi ki: Yüce Allah’ın bu buyruğu (İbn Kesir, Ebu Amr ve el-Kisaî’nin kıraatine göre) onların uydurmaları ve yalanları anlamındadır. Bu­na karşılık; okuyuşu ise, onların adetleri.,, anlamındadır. Arapların; sözleri “filan kişi bizlere öncekilerin uydurulmuş hura­fe ve sözlerini anlattı” demektir.

İbnu’l-A’râbî dedi ki: din, karakter ve mürüvvet (insanlık) anlamın­dadır. en-Nehhâs dedi ki: Bu okuyuş el-Ferrâ’ya göre öncekilerin adeti an­lamındadır. Bize Muhammed b. el-Velid, Muhammed b. Yezid’den dedi ki: “Öncekilerin adetleri” demek onların izledikleri yol ve tutturduk­ları gidiş demektir. Ebu Ca’fer (en-Nehhâs) dedi ki: Her iki görüş de birbi­rine yakıtıdır. Peygamber (sav)’ın şu hadisinde de bu anlamdadır:

“İman bakımından mü’minlerin en kamil ola­nı ahlakı itibariyle en güzel olanlarıdır.”[32] Yani davranışları, alışkanlıkları, yüce Allah’a itaat hususunda izlediği yolu en güzel olan demektir. Ahlâkı gü­zel olmakla birlikte fâcir bir kimsenin faziletli olması imkânsız oldğu gibi; kötü ahlâklı fakat facir olmayan bir kimsenin iman itibariyle daha mükemmel olması da söz konusu olamaz. Ebu Ca’fer (en-Nehhâs) dedi ki: Bize Muham-med b. Yezid’den nakledildiğine göre; Öncekilerin yalanlama­ları ve asılsız kanaat ve tahminleri” anlamındadır. Şu kadar var ki; o birinci kıraate meylederdi. Çünkü bu kıraatte kendi atalarını övmek muhtevası var­dır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu halleri ile ilgili varid olmuş buyrukların çoğunda ata­larını methettikleri görülmektedir. Onlann: “Biz atalarımızı birdin üzere bul­duk” (ez-Zuhruf, 43/23) buyruğunda da (böyledir). Ebu Kılabe’den rivayete göre ise o “hı” harfini ötreli, “lam” harfini de sakin olarak ve; “Adet­ler” kelimesinin hafifletilmiş şekli olarak okumuştur. Ayrıca bunu İbn Cübeyr, Nafî’in arkadaşlarından, onların Nafî’den naklettiği rivayet olarak da zikret­miştir.

in “öncekilerin dini” demek olduğu da söylenmiştir. Yüce Al­lah’ın: “Allah’ın yarattığını değiştireceklerdir.” (en-Nisa, 4/119) Burada Allah’ın dinini değiştireceklerdir, anlamındadır. Buna karşı­lık; “Öncekilerin adetleri” demektir. Yani ortada önce hayat, son­ra ölüm vardır. Öldükten sonra diriliş diye bir şey yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Senin karşı çıktığın bizim yapılarımız ve zorbaca yakalayışımız ancak bizden öncekilerin bir adetidir, biz de onlara uyuyoruz, demektir.

“Bîz” yaptıklarımızdan ötürü “azab olunacaklardan da değiliz” buyruğu şöyle açıklanmıştır: Yani öncekilerin cisimleri yaratılmıştır, biz de bizden ön­ce yaratılıp da ölenler gibi yaratılıyoruz. Onların başlarına bizim kendisi ile sakındırdığın azab namına bir şey de inmedi.

“Böylece onu yalanladılar. Biz de” ileride el-Hakka Sûresi’nde (69/6. âye­tin ve devamının tefsirinde) geleceği üzere ıslıklı ve azgjn bir fırtına ile “on-ları helak ettik. Muhakkak bunda bir âyet vardır, onların çoğu da mümin değildi.” Kimi ilim adamının dediğine göre peygamberleri ile birlikte üçyüz bin ve birkaç yüz kişi iman etti, geri kalanları ise helak oldu.

“Muhakkak Kabbin Aziz olandır, Rahîm olandır.” [33]

  1. Semüd (kavmi) de peygamberleri yalanladılar.
  2. Hani kardeşleri Salih onlara demişti ki: “Korkmaz mısınız? 143- “Ben sizin için güvenilir bir elçiyim.
  3. “O halde Allah’tan korkun ye bana itaat edin.
  4. “Buna karşılık sizden bîr ücret istemem. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbine aittir.
  5. “Siz burada güven içinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?
  6. “Bahçelerde ve akarsular arasında;
  7. “Ekinler ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçları ara­sında,
  8. “Dağlardan azgınlığınızdan ve şımarıklık olsun diye evler yontuyorsunuz.
  9. “Artık Allah’tan korkun re bana itaat edin.

151,152. “Şu günahkârların yeryüzünde fesad yapıp, ıslah etmeyen­lerin emrine de itaat etmeyin.”

  1. Dediler ki: “Sen muhakkak aşırı bir şekilde büyülenmişlerden­sin.
  2. “Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenler­den isen haydi bir âyet getir.”
  3. Dedi ki: “İşte bu dişi devedir. Onun da belli bîr su içme nöbe­ti vardır, sizin de belirli bir günde su İçme nöbetiniz vardır.
  4. “Ona kötülükle el sürmeyin. O zaman sizi büyük bir günün aza­bı yakalar.”
  5. Derken onu boğazladılar da pişman oluverdiler.
  6. Bunun üzerine azab onları yakaladı. Muhakkak bunda bir âyet vardır; ama onların çoğu iman etmediler.

159- Muhakkak senin Rabbln Aztz olandır, Rahim olandır.

“Semûd (kavmi) de peygamberleri yalanladılar.” Burada Salih (a.s) ile onun kavmi Semûd’un kıssası zikredilmektedir. Daha önce el-Hicr Sûresı’nde (15/80, âyetin ve devamının tefsirinde) belirtildiği gibi bunlar el-Hicr deni­len yerde yaşıyorlardı. Orası pek çok hurma ağaçlan, ekinleri ve suları bu­lunan bir yerdi.

“Siz burada güven İçinde bırakılacağınızı mı sanıyorsunuz?” Yani dün­yada ölüm ve azaptan yana emniyet içerisinde bırakılacağınızı mı sanıyor­sunuz? İbn Abbas dedi ki: Onlara çok uzun ömür verilmişti. O bakımdan yap­tıkları binalar onlar kadar varlığını sürdüremiyordu. Buna da yüce Allah’ın: “O sizi… uzun bir ömür boyu yaşattı” (Hud, 11/61) buyruğu deli) teşkil et­mektedir. Salih (a.s) bu tutumları dolayısıyla onları azarlayarak dedi ki; Siz dünyada ölümsüz olarak kalacağtnızı mı zannediyorsunuz? “Bahçelerde ve akarsular arasında, ekinler ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaç­tan arasında.”

ez-Zemahşerî dedi ki, “bahçeler” buyruğundan sonra “hurma ağaçlan ara­sında’7 diye buyurmuştur. Nasıl ki “ne’am” denildiğinde çift yaratılmış hay­vanlar arasından öncelikle deveyi kapsadığı gibi “bahçeler” denildiğinde de öncelikle hurma ağaçlarını kapsar. Hatta öyleki Araplar bahçe (ecnnet)i zikrederken, sadece hurma ağacını kastederler. Nitekim “ne’am” deyip de sa­dece deveyi kastettikleri gibi. Şair Züheyr de şöyle demiştir:

“Gözlerim kov alarmdadır sanki su taşıyan bir devenin, Uzun boylu hurma ağaçları bulunan bir bahçeyi sulayan ve bundan yorgun düşmüş bir devenin.”

Görüldüğü gibi burada hurma ağaçlarını kastetmektedir diye sorulursa; de­riz ki: Bunu iki şekilde açıklayabiliriz: 1- Genel olarak ağaçların kapsamına girmekle birlikte özellikle hurma ağacının söz konusu edilmesi diğer ağaç­lardan olan üstünlüğüne dikkat çekmek içindir. 2- Bahçelerle hurma ağaç­lan dışında ağaçlan bulunan diğer bahçeleri kastetmiş olma ihtimalidir. Çünkü lafız buna elverişlidir. Bundan sonra da ona hurma ağaçları atfedil-miştir.

“Meyve” lafzı aslında kılıcın sivri ucu gibi hurma ağacından çı­kan ve içinde salkımın çöpleri bulunan demektir. ise salkımı ile bir­likte gövdeden çıkan büyükçe salkıma denilir.

“Olgunlaşmış” ile ilgili olarak İbn Abbas şu açıklamayı yapmış­tır; Bu, kabında kaldığı sürece hurma meyvesinin güzel halini ifade eder. Bu kelime aynı zamanda latif ve İnce manasına gelir. Şair İmruu’l-Kays’ın şu mıs­raında da bu anlamda kullanılmıştır:

“Eğildi üzerime yumuşak, ince beliyle ve dolgun bacaklarıyla”

el-Cevherî dedi ki: Yeni çıkan hurma meyvesine kapçığından çıkmadığı sürece denilir. Buna sebeb ise içice olmasıdır. Kadınlar hakkında ise ince belli olduğunu anlatmak için kullanılır. Buna yakın açıklamayı el-He-revî de zikretmiş olup şöyle demiştir: Bu henüz kabında birbiri üstünde bu­lunan ortaya çıkmadan önceki hurma meyvesidir. “Yanla­rı, böğürleri birbirine yakın (ince belli adam)” tabiri de buradan gelmekte­dir, dilcilerin açıklaması budur.

el-Maverdî ve başkaları ise bu hususta oniki görüş nakletmektedirler:

1- Henüz taze ve yumuşak olana denir. Bu açıklamayı İkrime yapmıştır.

2- Taze hurmanın sapı ve çöpü ayrılmamış olandır. Bu açıklamayı da Sa-id b. Cübeyr yapmıştır. en-Nehhâs dedi ki: Ebu İshak, Yezid’den -ki bu İbn Ebi Ziyad’dtr, Kûfelidir. Yezid b. Ebi Meryem ise Şamlıdır- Yüce Allah’ın: “Ve meyveleri olgunlaşmış güzel hurma ağaçları” buyruğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yani bunların kimisi yenebilecek hale gelmiş ta­zedir, kimisi henüz sapından koparılmamış demektir.

3- Bu içinde çekirdeği bulunmayan hurma demektir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmıştır.

4- Oldukça yumuşak, dağılabilen, el değer değmez dağılan demektir. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır. Ebu’l-Âliye ise ağızda eriyip dağılan diye açıklamıştır.

5- Birbiri üstüne bindiğinden dolayı birbirine geçmiş ve küçülmüş demek­tir. Bu açıklamayı ed-Dahhâk ve Mukatil yapmıştır.

6- Biri diğerine yapışmış, geçmiş anlamındadır. Bu açıklamayı da Ebu Sahr yapmıştır.

7- Birbirinden aynlıp yeşillenmeye başladığı zamadaki meyvedir. Bunu da ed-Dahhâk söylemiştir.

8- Taze, olgunlaşmış anlamındadır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.

9- Üzerinde kabuğu çatlamadan önce saklı bulunan demektir. Bunu da İbn Şecere nakletmiştir. Şair dedi ki;

“Sanki o üzerinde çatlakları fark edilemeyen, Kabukları üzerinden çatlamamış (hurmaların), üzerinde taşındığı

bir yük hayvanıdır.”

10- Gevşek demektir. Bu açıklamayı el-Hasen yapmıştır.

11- İlk baş gösterdiği sıradaki yumuşak halinin adıdır. Bu açıklamayı el-Herevî yapmıştır.

12- Bundan kasıt el-Bernî denilen hurma türüdür. Bu açıklamayı da İbnu’l-A’râbî yapmıştır. Bu fail anlamında feil vezninde bir kelimedir. Yani yenilen şeyin güzel bir şekilde hazmeditmesi manasınadır.”(ft*m fLi+iî): Yemeğin haz-medilmesi” tabirinden gelmektedir.

“Meyve” kelimesi den türemiş bir isimdir. Bu da ortaya çık­mak anlamındadır. Güneşin, ayın ve bitkilerin ortaya çıkışını anlatmak için; ın kullanılması da buradan gelmektedir.

“Dağlardan, azgınlığınızdan ve şımarıklık olsun diye evler yontuyor­sunuz” buyruğunda geçen “yontuyorsun^” fiilinin mastarı olan; “Yontmak, traşlamak” demektir. “Onu yonttu, traş etti” anla­mındadır. “Yontma sonrası meydana gelen artıklar” demektir. “Yontma aleti” demektir. es-Saffat’ta da; “Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” (es-Saffat, 37/95) diye buyurulmaktadır.

Ömürleri uzayıp da yaptıkları binaların yıkılması üzerine evlerini dağlar­da yontmaya başladılar.

Şımaraklık olsun diye…” buyruğunu İbn Kesii, Ebu Amr ve Nafi “elif’siz okumuşlardır. Diğerleri ise “elif’lî okumuşlardır. Ebu Ubeytle ve başkalarının görüşüne göre her ikisinin de anlamı birdir. Yüce Allah’ım “Çürümüş, dağılmış kemikler…” (en-Nâziât, 79/11) buyruğunda-ki “çürümüş, dağılmış” anlamındaki lafzın hem “elif”siz olarak, hem de; şeklinde “elif ile okunabileceği gibi. Bunu da Kutrub nakletmiştir.

“Gayretli, çalışkan oldu, olur” demektir. Bunun ism-i faili şeklinde gelir, şeklinin ism-i faili de şekillerinde gelir. (An­lam aynıdır.) Hal olarak mansub gelmiştir. Bazıları ise iki okuyuş arasında fark gözeterek ın “maharetie yontanlar” anlamında olduğunu söyle­mişlerdir. Bu açıklamayı Ebu Ubeyde yapmıştır. İbn Abbas, Ebu Salih ve baş­kalarından da bu nakledilmiştir. Abdullah b. Şeddâd ise bunun “zorbalık eden­ler” olarak anlamına geldiğini söylemiştir. Yine İbn Abbas’tan gelen rivaye­te göre; “eliP’siz şekli, azgın ve şımarıklar olarak anlamındadır. Mü-cahid de böyle demiştir. Yine ondan, bunun “açgözlülükle” anlamında oldu­ğunu söylediği rivayet edilmiştir. ed-Dahhâk ise: Akıllıca davrananlar olarak diye açıklamış, Katâde ise böbürlenenler olarak diye açıklamıştır. Bunu d-Kelbî nakletmiştir. Ondan nimet içerisinde nimetten istifade edenler olarak dediği de nakledilmiştir. Yine ondan; kendilerini emniyet içerisinde gören­ler olarak diye açıkladığı da rivayet edilmiştir. el-Hasen’in görüşü de budur. Bunun seçenler ve tercih edenler olarak anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklamayı da el-Kelbî ve es-Süddî yapmıştır. Şairin şu beyiünde de bu anlamdadır:

“Bir zorba ki herbir iş ile şeref yarışına girişir, Tabiatları denemek için ben de ona gittim.”

Bunun, taaccübe kapılan kimseler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Husayf yapmıştır. İbn Zeyd ise güçlü, kuvvetliler olarak diye açık­lamıştır. Bunun şımarıkça sevinenler anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Ahfeş yapmıştır. Bu anlamda gelmesi “he” harfinin, “ha” ola­rak kullanılmasından ibarettir. Araplar bu harfleri birbirlerinin yerine kulla­nırlar. Mesela; “Onu övdüm” derken “ha” yerine “he”yi de kullanır­lar. O halde; “Sevinmesi azgınlık sınırına ulaşmış olan” demektir. Şı­marmak anlamı ile sevinmek (ferah) ise yerilmiş bir şeydir. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: ^Yeryüzünde de kibir ve azametle yürüme” (el-İsra, 17/37); “Şımarma! Çünkü Allah şımaranlan sevmez.” (el-Kasas, 28/76)

“Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin. Şu günahkârların… emri­ne de itaat etmeyin.” Bununla dişi deveyi kesen kimselerin kastedildiği söy­lendiği gibi, yeryüzünde fesad çıkartıp bir türlü ıslah olmayan dokuz kişi ol­duğu da söylenmiştir.

es-Süddî ve başkaları da dediler ki: Yüce Allah Salih’e; Senin kavmin sa­na mucize olarak verdiğimiz dişi deveyi keseceklerdir diye vahyetmişti. O da onlara bunu söylemişti. Onlar ise: Hayır böyle bir şey yapmayız diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Salih onlara şöyle dedi: Bu ay sizin birinizin bir çocuğu olacak ve o bu dişi deveyi kesecek ve sizin helakiniz de bundan ötü­rü olacak. Bu sefer Bu ay ne kadar erkek çocuk doğarsa onu öldüreceğiz de­diler. Aynı ayda dokuz kişinin oğulları oldu, hepsi de oğullarını kestiler. Onuncu bir kimsenin oğlu oldu o oğlunu kesmeyi kabul etmedi. Bundan ön­ce hiçbir oğlu olmamıştı. Bu onuncularının oğlu mavi ve kırmızı rengi ara­sında birisi idi, çok çabuk gelişti. Çocuklarını öldüren o dokuz kişinin yanın­dan geçip onlar onu gördüklerinde: Oğullarımız hayatta kalsaydı, bunun gi­bi olacaktı diyorlardı. Bu dokuz kigi Salih (a.s)’a kızdılar, çünkü çocukları­nın öldürülmesine o sebeb olmuştu. Bundan dolayı galeyana gelip gecele­yin çocuklarıyla birlikte onu mutlaka öldüreceklerine dair birbirleriyle ahit-leştiler ve şöyle dediler: Biz yolculuk yapmak üzere evimizden çıkıp gide­ceğiz. Herkes bizim yola çıktığımızı görecek. Bir mağarada bulunacağız. Ni­hayet gece bastırıp Salih de mescidine gitmek üzere çıkacak olursa, gider onu öldürürüz. Sonra da onun öldürülüşüne tanık olmadık, şüphesiz ki biz doğ­ru söyleyenleriz diyeceğiz. Onlar bizim yolculuğa çıktığımızı biliyorlardı, Do­layısıyla da bizi tasdik edecekler. Salih kasabalarında onlarla birlikte uyumaz. Mescidine gider, orada geceyi geçirirdi. Sabahieyin oldu mu onlara gelir, on­lara öğüt verirdi.

Bu kişiler mağaraya gelip de oradan çıkmak istediklerinde mağara üzer­lerine yıkıldı ve öldüler. Bu olaya muttali olmuş bir takım kimseler bunu gö­rünce, kasabalılar arasında: Ey Allah’ın kullan Salih bunların çocuklarını öl­dürmekle yetinmedi. Bunları da öldürdü, dedi. Bunun üzerine kasaba aha­lisi dişi deveyi öldürmek üzerine ittifak ettiler.

İbn İshak dedi ki: Bu-dokuz kişi dişi deveyi kestikten ve Salih (a,s)’ın da onları azab ile korkutup uyarmasından sonra -iieride yüce Allah’ın izniyle en-Neml Sûresi nde (27/48-49. âyetlerin tefsirinde) açıklaması geleceği üzere ona -söz birliği halinde hakaret etmeye başladılar.

“Dediler ki: Sen muhakkak aşırı bir şekilde büyülenmişlerdensin”

buyruğundaki “Büyülenmişler” sözü el-Mehdevî’nin belirttiğine göre Mücahid iie Katâde’nin görüşüne göre; bu kelime “sihir”den gelmektedir. Yani sana sihir isabet etti, bundan dolayı da aklın çalışmaz oldu. Çün­kü sen de bizim gibi bir insansın. Biz dururken ne diye sen risalet iddiasın­da bulunuyorsun.

Bir diğer görüşe göre bu kelime, sen de bizim gibi yemek ve içmek ille­ti ile malulsün, Bu açıklamayı da es-Sa’lebînin belirttiğine göre İbn Abbas, el-Kelbî, yine Mücahid ve Katâde ifade etmişlerdir. Bu görüşe göre ise bu ke­lime; den gelmektedir ki, bu da ciğer demektir. Yani sen de bizim gi­bi yiyen ve İçen, ciğeri bulunan bir insansın. Şair Lebid’in dediği gibi:

“Eğer bize sorarsan neyle meşgulüz diye,

Şüphesiz ki bizler de bu ciğerleri bulunan (yemek ve içmekle oyalanan)

mahlukattan kuşlarız”

İmruu’l-Kays’da şöyle demektedir:

“Ve yemekle, i çmekle oy al amyoruz.”

“Eğer” bu sözlerinde “doğru söyleyenlerden isetı haydi bir âyet (muci­ze) getir.”

“Dedi ki: İşte bu dişi devedir. Onun da belli bir su içme nöbeti vardır, sizin de belirli bir günde su içme nöbetiniz vardır.” İbn Abbas dedi ki: On­lar: Eğer sen doğru söyleyen birisi isen Allah’a dua et de şu dağdan on ay­lık hamile kırmızı bir deve çıkarsın. Çıkar çıkmaz da hemen gözümüzün önün­de yavrulayıversin. Şu suya da gitsin ve oranın suyunu içsin, içtiği su mik­tarında da bize süt versin.

Bunun üzerine yüce Allah’a dua etti. Allah da istenileni yaptı. O da “de­di ki: İşte bu dişi devedir. Onun da belli bir su içme nöbeti vardır.” Yani su payı vardır. Bu da §u demektir: Siz bir gün suyu içeceksiniz, o da bir gün suyu içecek. Dişi deve su içme günü geldi mi günün başında sularının tama­mım içer, günün sonunda da onlara süt verirdi. Onların suyu kullanma nö­betinde suyu kendileri, davarları ve arazileri için kullanırlardı. Dişi devenin su içme gününde onlar hiçbtr şekilde suyu kullanamazlardı. O da onların su­yu kullanma nöbetlerinde onların sularından hiçbir şey almazdı.

el-Ferrâ dedi ki: “Su içme nöbeti, sudan hakedilen pay” demek­tir. en-Nehhâs dedi ki: Bunun mastarına gelince; “ic” mek” denilir. Ancak çoğunlukla ötreli kullanılır, çünkü esreli ve üstün kul­lanımın başka anlamlarla ortaklığı vardır. Bu durumda esreli kullanım sudan hakedilen pay, üstün ise “İçenin” çoğuludur. Nitekim şair şöyle de­miştir;

“(Benimle) Durne (YemameJ’de içki içip sarhoş olanlara dedim ki…”

Ancak Etm Amr b, el-Alâ ve el-Kisat “şın”tn üstün ile okunmasının mas­tar hali olduğunu tercih ederler. Bu hususta da kimi ilim adamları Eeygam-ber (sav)’in: “O günler yeme ve içme günleridir.”[34] şek­lindeki rivayeti delil gösterirler,

“Ona kötülükle el sürmeyin” buyruğunda: “Ona el sürmeyin”

lafzındaki şeddeli “sin” harflerinin çözülmesi caiz değildir. Çünkü ikisi de ay­nı cinsten harekeli harflerdir.

“O zaman sizi büyük bir günün azabı yakalar” buyruğu da nehyin ce­vabıdır. “Sizi… yakalar”den “fe”nin hazfi caiz değildir. Emirde ol­duğu gibi cezmedilmesi de caiz değildir, ancak ei-Kisaî’den bunu caiz gör­düğüne dair bir rivayet gelmiştir.

“Derken onu boğazladılar da” azabın kesinlikle başlarına geleceğini anlayınca, onu kestikleri için “pişman oluverdiler.” Şöyle ki; Salih (a.s) on­lara üç gün süre vermişti. Hergün azabın alametleri görüldü. Pişman oldu­lar, ancak azabı gözleriyle gördükten sonra pişmanlığın onlara bir faydası ol­madı. Denildiğine göre pişmanlığın onlara fayda vermeyiş sebebi tevbe et­meyişleri idi. Tevbe edecek yerde kesinlikle azab edileceklerini anlayınca, Salih (a.s)’ı öldürmek üzere arkasından gittiler.

Bir diğer görüşe göre; onların pişmanlıkları dişi deve yavrusunu annesiy­le beraber öldürmedikleri için olmuştu. Ancak bu uzak bir ihtimaldir.

“Muhakkak bunda bîr âyet vardır…” diye başlayan buyruklar da daha ön­ceden geçmiş bulunmaktadır.

Denildiğine göre o ümmetler arasından Salih (a.s)’a erkek ve kadın sade­ce 2800 kişi iman etmiştir, Bir diğer görüşe göre 4000 kişi idiler. Ka’b dedi ki: Salih’in kavmi 12.000 kabile idi, herbir kabile de kadın ve çocuklar dışın­da 12,000 kişi idiler, Âd kavmi ise onların aitı katı idiler. [35]

  1. Lût kavmi peygamberleri yalanladılar,
  2. Hani kardeşleri Lût onlara: “Kormaz mısınız?” demişti.
  3. “Gerçekten ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.
  4. “Artık Allah’tan korkun ve bana İtaat edin.
  5. “Bunun İçin sizden herhangi bir ücret istemem. Benim mükâ­fatım ancak âlemlerin Rabbine aittir.
  6. “Âlemler arasından erkeklere yaklaşırsınız ha!
  7. “Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi terkedersiniz de­mek? Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.”
  8. Dediler ki: “Ey Lût! Eğer sen vazgeçmez isen elbette sürülen­lerden olursun.”
  9. “Ben sizin yaptıklarınıza oldukça buğzedenlerdenim” dedi.
  10. “Rabbim, beni ve ailemi yaptıklarından kurtar.”
  11. Biz de onu ve ailesini topluca kurtardık,
  12. Ancak bir koca karı geride kalanlar arasında oldu.
  13. Sonra da diğerlerini yıkıp yok ettik.
  14. Ve onların üzerine bir yağmur yağdırdık. O korkutulanların yağmuru ne kötü idi!
  15. Muhakkak bunda bir âyet (ibret) vardır. Onların çoğu iman edenler olmadı.
  16. Ve muhakkak Rabbin Azız olandır, Rahttn olandır.

“Lût kavmi peygamberleri yalanladılar” buyruğunun anlamı ve buna da­ir kıssa, el-A’raf (7/80. âyet ve devamında) ile Hud (11/77. âyet ve devamın­da) sûrelerinde gerekli açıklamalarıyla birlikte geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamd olsun.

“Âlemler arasından erkeklere yaklaşırsınız ha!” Onlar erkeklere arka­larından yaklaşıyorlar ve bunu daha önce el-A’raf Sûresi’nde geçtiği üzere ya­bancılara yapıyorlardı.

“Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi ter kedersiniz demek?” Yani yüce Allah hanımları erkekler tarafından nikahlansın diye yaratmıştır. İbra­him b. Muhacir dedi ki: Mücahid bana Abdullah’ın: “Rabbinizin sizin için yarattığı eşlerinizi t erke ders iniz demek?” (anlamındaki) buyruğunu nasıl okuduğunu sordu, Ben ona şöyle dedim: “Rabbinizin eşlerinizden sizin için ıslah ettiğini (elverişli kıldığını) bırakırsı­nız ha?’T diye okuyor dedim. O: Bundan kasıt, feredir, dedi. (Devamla) de­di ki: Nitekim yüce Aliah; “… o zaman Allah’ın size emrettiği yerden onla­ra varın.”(el-Bakara, 2/222) diye buyurmaktadır.

“Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.” Allah’ın sınırlarını aşan kimseler­siniz.

“Dediler ki: Ey Lût! Eğer sen” bu söylediklerinden “vazgeçmez isen el­bette” beldemizden ve kasabamızdan “sürülenlerden olursun. Ben sizin yap­tıklarınıza yani bu liva ta işinize “oldukça buğzedenlerdenim dedi.”

“Buğzedenlerdcn” ism-i failinin mastarını teşkil eden; lafzı, buğzetmek demektir. “Ona buğzettim, ederim, buğzet-mek” denilir. Şair der ki:

“Ben huylarına buğzedilen kimse de değilim, buğzeden bir kişi de değilim.” Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Selam olsun sana, yakın kaldığın sürece us anı İmaya aıca senden, Şayet uzaklaşacak olursan da ben sana buğzedecek değilim.”

“Rabbim, beni ve ailemi yaptıklarından” yani amellerinin azabından “kurtar!” Lût (a.s), kavminin iman edeceklerinden yana ümidini kesince, on­lara isabet edecek azaptan kendisine isabet etmemesi için Allah’a dua etti.

“Biz de onu ve ailesini topluca kurtardık.” Daha önceden Hud Sûresi’nde (11/77. âyet ve devamında), geçtiği üzere ailesi efradından ona sadece iki kı­zı iman etmişti.

“Ancak bir kocakarı geride kalanlar arasında oldu.” Said’in rivayetine göre Katâde şöyle demiştir; Bu kadın yüce Allah’ın azabında kaldı. Ebu Ubey-de’nin kanaatine göre ise mana: O iyice yaşlanıp kocayıncaya kadar kaldı de­mektir.

en-Nehhâs dedi ki; Giden kimseye; “Kalan” denildiği gibi, kalan kim­seye de aynı şekilde; denilir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“Memelerinde geriye kalan süt ile birlikte hamileliği ya da doğumları üzerinden yedi ay geçmiş olan develerin Seneye daha güçlü olsunlar diye sütlerinin çekilmesi için memelerine

soğuk su vurma! Çünkü sen hangisinin yavrulayacağını bilemezsin.”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Yüce Allah geçmiş ve kalan günahlarını bağışladığından beri, Muhammed asla gevşek davranma di.”

Görüldüğü gibi burada da; Kalan demektir. (Birinci beyitte geçen): memede kalan sütler demektir.

“Sonra da diğerlerini yıkıp, yoketti.” Yerin dibine geçmek ve üzerleri­ne taş yağdırmak suretiyle onları helak etti. Mukatil dedi ki: Yüce Allah, Lût kavmini yerin dibine geçirdiği gibi kasabalarının dışında olanlar üzerine de taş yağdırdı.

“Ve onların üzerlerine bir yağimır yağdırdık.” Maksat yağdırılan taşlar­dır.

“O korkutulanların yağmuru ne kötü idi!” Denildiğine göre Cebrail onların kasabalarını yerin dibine geçirdi ve onların altını üstüne getirdi. Da­ha sonra da yüce Allah arkasından onlara taş yağdırdı.

“Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu iman edenler olmadı.”

Aralarında Lût’un aile efradı ve iki kızından başka iman eden olmadı. [36]

  1. Ashabu’1-Eyke peygamberleri yalanladılar.
  2. Hani Şuayb onlara: “Korkmaz mısınız?” demişti.
  3. “Gerçekten ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.
  4. “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.
  5. “Ben sizden bunun İçin herhangi bir ücret de istemiyorum. Be­nim mükâfatım ancak âlemlerin Rabbİne aittir.
  6. “Ölçüyü tam yapın ve zarar verenlerden olmayın.
  7. “Dosdoğru terazi ile tartın.
  8. “Ve insanların eşyasından bir şey eksiltmeyin ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışmayın.
  9. “Sizi ve önceki nesilleri yaratandan korkun.”
  10. Dediler kî: “Sen ancak büyülenmişlerdensin;
  11. “Sen ancak bizim gibi bir beşersin ve muhakkak biz seni ya­lancılardan sanıyoruz.
  12. “Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten par­çalar İndir.”
  13. “Rabbim sizin yaptıklarınızı dahi iyi bilir” dedi. Derken onu yalanladılar, bunun üzerine onları Yevmu’z zuile azabı gelip yakaladı. Gerçekten o büyük bir günün azabı İdi.
  14. Muhakkak bunda bir âyet (alâmet) vardır. Onların çoğu zaten mü’min değildi.
  15. Muhakkak Rabbin Azîz olandır, Rahîm olandır.

“Ashabu’1-Eyke peygamberleri yalanladılar.” “el-Eyk” birbirine .sarmaş do­laş olmuş pek çok ağaç demektir. Bunun tekili “eyke” gelir. “Ashabu’1-Eyke” diye okuyanların kıraatine göre maksat, sık ağaçlık <or-man)dır. Buna karşılık; diye okuyanlara göre de eyke kasabanın adı­dır. Bununla birlikte bunlar Bekke ve Mekke gibi (aynı yerin iki), adı oldu­ğu da söylenir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır.

cn-Nehhâs dedi ki; Ebu Ca’fer ve Nafî’ “Ashabu’l-eyke (yani Eyke denilen kasabalılar) peygamberleri yalanladılar.” diye oku­muşlardır. Sad Sûresi’nde (38/13. âyette) de böyle okumuşlardır. Ancak kı­raat alimleri el-Hicr Sûresi’nde (15/78. âyetle) ve Kâf Sûresi’nde (50/14. âyette) geçen kelimeyi icma ile esreli okumuşlardır. O halde hakkında ihti­laf ettikleri yeri, icma’ ettikleri kıraate göre okumak gerekir. Çünkü (hepsin­de) mana birdir.

Ebu Ubeyd’in naklettiği “Leyke”nin yaşadıklan kasabanın adı olduğu ve “el-Eyke”nin bir belde adı olduğu görüşüne gelince, bu sabit olan bir şey değil­dir. Bunun kim tarafından söylendiği de bilinmemektedir ki, bu hususta bir bilgi sabit olabilsin. Kimin söylediği bilinse dahi bu tartışılır iddiadır. Çünkü tefsir ve Arap dilini bilen ehil kimseler icma’ ile bu kanaatte değildirler.

Abdullah b. Vehb, Cerir b, Hâzim’den, onun da Katâde’den rivayetine gö­re Katâde şöyle demiştir: Şuayb Ca.s) iki ümmete gönderilmiştir. Medyen aha­lisi olan kendi kavmi ile Ashabu’l-Eyke’ye gönderilmiştir. ei-Eyke ise sık ağaç­lı bir ormanlık demektir.

Said’in, Katâde’den rivayetine göre de Katâde şöyle demiştir: Ashabu’1-Ey-ke sık ağaçlıklı bir yer ahalisi idiler. Onların ağaçları genellikle sedir ağacı idi,

İbn Cübeyr, ed-Dahhâk’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ashabu’l-Eyke -kendilerine sıcak isabet edince- dışarı çıkıp ağaçlıklar arasına girdiler. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi. O bulutun gölgesine geçtiler, hepsi bulutun altında toplanınca yakıldılar.

Şayet bu olmasaydı bile İbn Abbas’tan “el-Eyke”nin ağaçlık demek oldu­ğunu söylediği rivayet edilmiştir. Ayrıca biz dil bilginleri arasında “el-eyke”nin sık ağaçlıklı yer anlamına geldiği hususunda görüş ayrılığı da bilmiyoruz. Ba­zı kimselerin belirtilen iki yerde üstün ile okumalarını delil göstermelerine ve bunun; “Leyke” diye yazılmış olduğunu ileri sürmelerine gelince, bunun delil olacak bir larafı yoktur. Bu hususta kabul edilmesi gereken şu­dur: Bunun aslı “el-eyke”dir, daha sonra hemze hafifletilerek harekesi ondan önceki “lam”a verildi. Böylelikle hemze düştü ve vasi elifine de ihtiyaç gö­rülmedi. Çünkü artık lam hareke almıştır. Bu durumda sadece esıeli okun­ması caiz olur. Nitekim; “Kırmızı” denilirken hemze tahkik ile söy­lenir. Diğer taraftan; diye hemze hafifletilebilir. Bu durumda arzu edil­diği takdirde ilk yazıldığı şekilde bu hemze isterse yazılır, isterse bazfedil-diği için yazılması terkedilebilir ve bu takdirde de sadece esreli okunması ca­iz olur. Sibeveyh dedi ki; Şunu bilelim ki munsarıf olmayan isimlerin başı­na “elif, lam” gelir yahutla muzaf otursa, munsarıf gibi hareke alır. Bizler bu hususta Sibeveyh’e muhalefet eden bir kimse olduğunu bilmiyoruz.

el-Halil dedi ki: “el-Eyke” sedir, erak ve buna benzer ufak ağaçların ye­tiştiği sık ağaçlık yer demektir.

“Hani Şuayb onlara” Allah’tan “korkmaz mısınız? demişti.” Burada “kardeşleri Şuayb” denilmeyişinin sebebi onun neseb itibariyle Ashabu’1-Ey-ke’nin kardeşi olmayışıdır. Medyenlilerden söz edilince ise “kardeşleri Şu-ayb’ı” (el-A’raf, 7/85) diye büyurulmuştur. Çünkü o Medyenli idi, el-A’raf Sû-resi’nde (7/85-87. âyetlerin tefsiri, 1. başlıkta) Şuayb (a.s)’ın nesebi İle ilgi­li açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

İbn Zeyd dedi ki: Yüce Aİlah, Şuayb’i kavmi olan Medyenlilere, bir de çöl ahalisi olan Ashabu’l-Eyke’yc rasûl olarak göndermişti. Katâde de böyle demiştir. Biz bu görüşleri daha önceden kaydetmiş bulunmaktayız.

“Gerçekten ben size gönderilmiş, güvenilir bir peygamberim. Artık Al­lah’tan korkun ve bana itaat edin.” Burada bu rasûllerin verdikleri cevap tek şekilde idi. Çünkü hepsi de takvayı emretmek, itaat, ibadette ihlaslı ol­mak ve risaleti tebliğ karşılığında herhangi bir ücret almamak hususunda ay­nı tebliğe sahip idiler.

“Ölçüyü tam yapın ve zarar verenlerden” ölçüyü ve tartıyı eksik yapan­lardan “olmayın. Dosdoğru terazi ile tartın.” Hakkı eksiksiz verin. Bu hu­susa dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi’nde (17/35. âyetin tefsirin­de) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

“Ve insanların eşyasından bir şey eksiltmeyin ve yeryüzünde bozgun­culuk yapmaya çalışmayın.” Buna dair açıklamalar da daha önce Hud Sû­resi’nde (11/85-86. âyetlerin tefsirinde) ve diğerlerinde geçmiş bulunmakta­dır.

“Sizi ve önceki nesilleri yaratandan korkun.” Mücahid der ki: “Nesiller”, yaratılmışlar anlamındadır, “Filan kişi şu husus üzere yaratıldı” demektir.

Buna göre huy ve yaratılış; diye adlandırılır. Bu­nu en-Nehhâs “Meâni’l-Kufân” adlı eserinde zikretmiştir.

“Nesiller” anlamındaki bu kelime (sizi) anlamındaki “kaf” ve “mım’den oluşan zamire atfedilmiştir.

el-Herevî dedi ki; şeklileri bu keiimenin çeşitli söylenişlerini ifade eder. Anlamı insanlardan çok sayıdaki topluluk de­mektir, Yüce Allah’ın: “Pek çok kimseleri” (Yâ Sîn, 36/62) buy­ruğunda da aynı kelimedir, en-Nehhâs “frabû’l-Kur’ân” adlı eserinde de şöy­le demektedir: Bu kelime; şeklinde de söylenilir. Her ikisinde de ço­ğulu; diye gelir. “Be” harfinin ötresi ve esresinin hazfedildiği de olur. Aynı şekilde “lam” harfinden şedde de hazfedikbilir. Bu durumda; ile denilir. Aynı şekilde da da denilir. Bütün bunlardan “he” (yuvarlak le) hazf de edilebilir. el-Hasen ise kendisinden gelen farklı riva­yetlerle “Önceki nesilleri” diye “cim” ve i:be” harflerini ötre-li okumuştur. Bu kıraat Şeybe ve el-A’rec’den de rivayet edilmiştir. Diğerle­ri ise (her iki harfi de) esreîi okumuşlardır.

Şair şöyle demiştir:

“Ve ölüm en büyük bir olaydır, Nesiller başından geçen.”

“Dediler ki: Sen ancak büyülenmişlerdensin.” Önceden de geçtiği üze­re yani yemek yiyip içenlerdensin.

“Ve muhakkak biz seni yalancılardan sanıyoruz.” Yani bizler senin yüce Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğun iddiasında yalan söylediğini zannediyoruz.

“Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi üzerimize gökten parçalar” göğün bir tarafını yahut ondan bir parça “indir” de biz de ona bakalım. Nite­kim yüce Allah (bu buyruktaki “parça”) anlamındaki iafzı da kullanarak şöy­le buyurmaktadır: “Eğer gökten düşen bir parça görseler: üstüste yığılmış bir buluttur, diyeceklerdir.”(et-Tûr, 52/44)

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar bu sözleriyle, üzerimize azabı indir, demek istemişlerdir. Bu ise yalanlamakta aşın gittiklerini göstermektedir.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Parçalar” kelimesi, in çoğuludur. Tıpkı “Sedir ağaçlan”nın ‘in çoğulu olması gibi.

es-Sülemî ve Hafs; “Parçalar” diye okumuşlardır. Bu da aynı şekil­de çoğuludur. Parça ve yan anlamındadır. İfadenin takdiri ise ardı arkasına, parça parça olarak şeklindedir.

el-Cevherî dedi ki: “Bir şeyin parçası” demektir. Mesela; Elbisenden bana bir parça ver” denilir. Çoğulu ile şeklinde gelir. ile ın aynı şeyler olduğu da söylenir.

el-Ahfeş dedi ki: Bu lafzı; diye okuyanlar tekil olarak okurlar, diye okuyanlar ise çoğul olarak okurlar. Buna dair açıklamalar daha önceden el-İsra Sûresi’nde (17/92. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

el-Herevî de der ki: Bunu; (lilş) diye tekil olarak okuyanların bu şekli­nin çoğulu ile şekillerinde gelir. Bu da: (işaret el İsra Sûre­si 17/92. âyetedir) “Yahutta semayı üzerimize tek bir parça halinde bir de­fada düşüresin” demek olur. Bu ise; “O şeyi örttüm, örtmek”den gelmektedir.

“Rabbim skin yaptıklarınızı daha iyi bilir, dedi.” Bu ifade bir tehdid-dir. Yani bana düşen sadece tebliğdir. Sizin gelmesini istediğiniz azabı ge­tirmek benim elimde değildir. Sizi cezalandıracak olan O’dur.

“Derken onu yalanladılar. Bunun üzerine onları yevmu’z-zulle azabı ge­lip yakaladı.” İbn Abbas dedi ki: Çok şiddetli bir sıcak oldu. Yüce Aliah da bir bulut gönderdi, altında gölgelenmek üzere una doğru kaçtılar. Gölgenin altında toplandıktan sonra onların üzerine bir çığlık koptu ve hep heiâk ol­dular.

Bir diğer açıklamaya göre; yüce Allah bu bulutu başlarının üzerinde tut­tu. Sıcaktan adeta alev saçıyordu. Sonunda helak olup öldüler. O gün dün­yada görülmüş en büyük günlerden bir gün idi.

Denildiğine göre; yüce Allah onların üzerine çok sıcak bir rüzgar gönder­di, Ağaçların gölgelerine çekildiler. Yüce Allah, ağaçlığı tutuşturdu ve hep­si de yandılar.

Yine İbn Abbas ve başkalarından rivayete göre yüce Allah, üzerlerine ce­hennem kapılarından bir kapı açtı, üzerlerine son derece şiddetli bir sıcak gönderdi. Nefes alamaz oldular, evlerine girdiler, gölgenin onlara bir fayda­sı olmadı, suyun da bir faydası olmadı. Sıcaktan piştiler, sıcaktan kaçmak için ovaya çıktılar. Yüce Allah üzerlerine bir bulut gönderdi ve bu bulut onları gölgelendirdi. Orada bir miktar serinlik, rahatlık ve hoş rüzgar buldular, Bi­ri diğerini çağırmaya başladı, hepsi o bulut altında toplanınca yüce Allah, o bulutu alevle tutuşturdu. Altlarından yer sarsıldı, kavrulan çekirgelerin yan­dığı gibi yandılar ve kü!e döndüler. İşte yüce Allah’ın: “…yurtlarında diz üs­tü çöküp kaldılar. Sanki orada kalmamışlardı.” (Hud, 11/67) buyruğu ile “Bunun üzerine onları yevmu’z-zulle azabı gelip yakaladı. Gerçekten o bü­yük bir günün azabı idi” buyruğunda anlatılan budur.

Yine denildiğine göre; yüce Allah yedi gün süreyle onlan rüzgarsız bırak­tı. Üzerlerine sıcağı musallat etti, nefes alamaz oldular. Ne bir gölgenin, ne bir suyun onlara faydası oldu. O bakımdan serinlemek maksadıyla dehlizle­re giriyorlardı, fakat oranın dışardan daha sıcak olduğunu görüyorlardı. Ni­hayet çöle kaçtıiar. Bir bulut onları gölgelendirdi. İşte “ez-zutle’T budur. Al­tında bir serinlik ve bir esinti buldular. Üzerlerine ateş yağdırdı ve yandılar.

Yezid el-Cüreyrî dedi ki: Yüce Allah, geceli gündüzlü yedi gün onlara sı­cağı musallat kıldı. Daha sonra uzaklardaki bir dağı yükseltti. Bir adam oraya vardı, altında nehirler, pınarlar, ağaçlar ve soğuk su olduğunu gördü. Hepsi o dağın altında toplandılar. Dağ üzerlerine düştü. İşte “ez-zulle” de­nilen budur.

Katâde dedi ki: Yüce Allah, Şuayb’ı iki ümmete göndermiştir. Birisi Med-yenliler, diğeri ise Ashabu’l-Eyke’dir. Allah Ashabu’l-Eyke’yi ez-zulle ile he­lak etti. Medyen ashabına gelince, Cebrail üzerlerine bir çığlık kopardı, hep birlikte helak oldular.

“Muhakkak bunda bir âyet vardır. Onların çoğu zaten mü’min değildi.” Denildiğine göre; her iki kesimden Şuayb’e ciokuzyüz kişi iman etmişti. [37]

  1. Muhakkak bu âlemlerin Rabbİnin indirdiğidir.
  2. Onu Ruhu’1-Emin indirdi.
  3. Uyarıcılardan olasın diye, kalbin üzere;

195- Apaçık bir Arapça lisan ile,

  1. Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır.

“Muhakkak bu âlemlerin Rabbinin indirdiğidir” buyruğu ile sûrenin baş taraflarında müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm’den yüz çevirişleriyie ilgili açıklama­lara tekrar dönmektedir.

“Onu Ruhu’1-Emin İndirdi. Uyarıcılardan olasın diye; kalbin üzere.” Bu

buyrukta “în(dir)di” lafzını Nâfî, İbn Kesir ve Ebu Amr şeddesiz ola­rak, diğerleri ise; şeddeli olarak ve “Ruhu’1-Emin” buyruğunu da; şeklinde nasb ile okumuşlardır/15

Ebu Hatim’le Ebu Ubeyd’in tercih ettiği budur. Buna sebeb “Muhakkak bu … indirdiğidir” buyruğudur. Bu ise şeddeli okuyuşun mas­tarıdır.

Şeddesiz okuyanların kıraatlerinin lehine delil ise; bu ifade takdir edilme­miştir, demektir. Çünkü anlam, Kur’ân-ı Kerîm her ne kadar âlemlerin Rab-bi tarafından indirilmiş ise de onu sana Cebrail indirmiştir, şeklindedir, Ni­tekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Kim Cebrail’e düşman ise mu­hakkak ki onu… kalbine… indirmiştir.”(el-Bakara, 2/97) Bu da; bu Kur’ân’ı sana okur ve senin kalbin de onu beller anlamındadır. Böylelikle kaLbine se­bat versin diye… anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Uyarıcılardan olasın diye; kalbin üzere; apaçık bir Arapça lisan ile” Böylelikle biz senin ne söylediğini anlayamıyoruz, diyemesinler.

“Şüphesiz ki o daha öncekilerin kitaplarında da vardır.” Yani elbette öncekilerin kitaplarında yani önceki peygamberlerin kitaplarında bu kitabın indirileceğinden sözedilmiştir.

Bu okuyuşa göre buyruğun anlamı şöyle olur: “O Kuran ile Ruhu’l-Emin’i indirdi.” Ya­ni RuhıTl-Emin ile o Kuı’ânı indirdi anlamında kalbedümiş bir ifade şeklinde olur

Şöyle de açıklanmıştır: Yani Muhammet! (sav)’dan önceki kitaplarda sö-2 konusu edilmiştir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Onlar ki, yan­larındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları… ümmi peygamber olan o rasûle uyarlar.” (el-A’raf, 7/157)

“ez-Zubur” kitaplar demektir, tekili “zebûr”dur. “Resul” kelimesinin ço­ğulunun, “rusûl” gelmesi gibi. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [38]

  1. Acaba İsraİloğuüarı âlimlerinin onu bilmeleri, onlar için bir delil değil midir?
  2. Eğer Biz onu Arapça bilmeyen biri üzerine İndirmiş olsaydık;
  3. O da onu bunlara okusaydı, onlar yine de ona iman etmezler­di.
  4. Biz onu günahkârların kalplerine öyle bir yerleştirip soktuk ki,
  5. Onlar acıklı azabı görünceye kadar artık ona iman etmezler.
  6. Azab onlara ansızın gelecek ve farkında bile olmayacaklar. 203- Hemen ardından: “Acaba bize mühlet verilir mi?” derler.

“Acaba İsrailoğulları âlimlerinin onu bilmeleri onlar için bir delil de­ğil mi?” buyruğu hakkında Mücahid şöyle demiştir: Abdullah b. Selâm, Sel-man ve bunların dışında müslüman olan diğerleri kastedilmektedir. İbn Ab-bas da dedi ki: Mekkeliler, Medine’de bulunan yahııdilere haber göndererek Muhammed (sav) hakkında onlara soru sordular, yahudiler de onlara: Şu dö­nem onun ortaya çıkma zamanıdır. Biz Tevrat’ta onun vasıflarını, nitelikle­rini görüyoruz, diye cevap verdiler. Bu takdirde “âlimler” lafzı -bu görüşe göre- kilab ehlinin kitapları hakkında bilgi sahibi olup da İslama giren ya da girmeyen kimseleri kapsamaktadır. Ayrıca kitab ehlinin şahitliği de müşrik­lere karşı bir delil olmuştur. Çünkü onlar din ile ilgili bir takım hususlarda kitab ehline başvuruyorlardı. Zira kitab ehlinin bilgi sahibi oldukları kana­atinde idiler,

İbn Amir “bir delil” lafzını ötreli okumuşken, diğerleri (kâne’ye) ha­ber olarak nasb ile okumuşlardır. İsmi ise ” Bilmeleri” lafzıdır. İfa­denin takdiri de şöyle olur: İslama giren İsrailoğulları alimlerinin ilmi onlar için apaçık bir delil değil midir? Birinci kıraate göre ise “kâne’nin ismi “bir delil”; haberi ise; “İsrailoğulları alimlerinin onu bilmeleri” anlamındaki buy­ruktur.

Âsim ei-Cahderî ise “İsrailoğullarının onu bilme­leri” diye (bilmeleri anlamındaki fiili ye ite değii de te İie) okumuştur. (An­lam değişmemektedir).

“Eğer Biz onu Arapça bilmeyen” yani ana dili Arapça olmayan “biri üze­rine indirmiş olsaydık. O da onu bunlara” Arapça ile değil de bir başka dil­le “okumuş olsaydı, onlar yine iman etmezlerdi” ve biz bunu anlayamıyo­ruz, derledi. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Eğer Biz onu Arap dilin­den başka (bir dil ile) birKur’ânyapsa idik…” (Fussilet, 41/44) buyruğudur.”

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Eğer Biz bu kitabı Arap olmayan birisi üzerine indirmiş olsaydık, büyüklenerek ve kendilerine yedirmedikle-ri için ona iman etmezlerdi. Bir ki.şi Arap olsa dahi eğer fasih konuşmuyor ise ona “a’cem ve a’cemi” denilir. Acemi adam ise fasih dahi olsa aslına nis-bet edilir. Şu kadar var ki el-Ferrâ “a’cemî” anlamında “acem!” denilmesini uygun kabul etmiştir.

el-Hasen “Arapça bilmeyenlerden biri üzerine” şeklin­de biri şeddeli, iki “ya” ile nisbet ismi kabul ederek okumuştur. “Arapça bifmeyen(ler)” şeklinde okuyanların kıraatine gelince, bunun ‘in çoğulu oiduğu söylenmiş ise de bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü müenne-si “fe’lâ” vezninden gelen sıfatlar “vav” ve “nun” ile de cem edilmezler. “EliP ve “le’: ile de cem edilmezler. Nitekim (kırmızılar anlamında): da, da denilmez.

Bunun aslının el-Cahderî’nin kıraatinde olduğu gibi; şeklinde olduğu daha sonra ise; nisbet “ya “sının hazfedil di ği, böylelikle buna delil teş­kil etmek üzere de çoğulunun “ye” ve “nûn” ile yapıldığı da söylenmiştir. Bu açıklamayı Ebu’1-Feth Osman b, Cinnî yapmıştır. Sibeveyh’in görüsü de bu­dur.

“Biz onu” yani Kur’ân’ı yani onu inkâr etmeyi “günahkarların kalplerine öyle bir yerleştirip soktuk kî; onlar acıklı azabı görünceye kadar ar­tık ona iman etmezler.” Yalanlamayı kalplerine soktuk diye de açıklanmış­tır. İşte onları iman etmekten alıkoyan dâ budur, liu açıklamayı Yahya b. Sei-lâm yapmıştır. İkrime ise kasveti, katı kalpliliği yerleştirdik diye açıklamış­tır. Anlamlar birbirine yakındır. Buna dair açıklamalar daha önceden e!-Hİ-cr Sûresi’nde (15/12-13- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

eİ-Ferrâ “iman etmezler” fiilinin cezm ile okunmasının caiz ol­duğunu belirtmiştir. Çünkü burada şart ve ceza manası vardır. Onun iddiası­na göre Araplar bu gibi yerlerde değil de eğer; yerine kullana­cak olurlarsa, bundan sonra geien fiilî kimi zaman cezmederler, kimi zaman da ref7 ederler. O bakımdan: Başını alıp, gitmesin diye atı bağladım” derken müzari fiili ref İle de, cezm ile de okurlar. Çünkü ma­nası; “Eğer onu bağlamayacak olursam başını alır gider” şek­lindedir. Ref ile manası ise “Başını alıp gitmesin diye” şeklinde­dir. el-Ferrâ, Ukayloğullarından birisine ait olan şu beyiti de (tanık olarak) zikreder:

“Nihayet gördük ki aramızda en güzel iş:

Karşılıklı sakinleşmektir, hiçbir kimae şerri işlemesin.”

Burada; hazfediîdiğinden fiil ref ile gelmiştir. Cezm İle geldiği yer­lere örnek olarak da diğer bir şairin şu beyiti gösterilmiştir:

“Madem aiz uzun a üre onun suya varma a mı engellediniz, Artık onu kovalar ile başbaşa bırakınız, içini soğutsun.”

en-Nehhâs dedi ki: Bütün bunlar “İman et(mez)ler” ile ilgili Bas-ralılara göre yanlış açıklamalardır. Cezm edici edat olmaksızın, cezm caiz ol­maz. Varlığından daha güçlü bir şekilde hazfedildiği takdirde amel edebilen hiçbir şey (edat) da yoktur. Bu da apaçık bir delillendirmedir.

“Onlar acıklı azabı görünceye kadar artık ona iman etmezler. Azab on­lara ansızın gelecek.” el-Hasen “Onlara gelecek” lafzını “te” ile diye okumuştur. Yani kıyamet onlara ansızın gelecek. Kıyamette ger­çekleşecek o!an azabın delâleti dolayısıyla “kıyamet” hazf edilmiştir. Diğer bir sebeb ise Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin çokça söz konusu edilmesidir,

el-Hasen buyruğu, bu şekilde okuduğu bir sırada bir adam ona şöyle de­miş: Ey Ebu Said, (buyruk) ancak azab onlara ansızın gelir (şeklinde olma­lıdır), diyerek “ya” ile okuması gerektiğine işaret eder. ei-Hasen onu azarla­yarak: Burada söz konusu kıyamettir. Kıyamet onlara ansızın gelecektir (de­yip “te” ile okuyuşu tercih ettiğini belirtir). “Ve” (kıraatlere göre kıyamet ya da azab) gelişinin “farkında bile olmayacaklar.”

“Hemen ardından: Acaba bize mühlet verilir mi? derler.” Ertelenir mi yiz, bize süre tanınır mı? Onlar o vakit geri döndürülmeyi isteyecekler ama bu istekleri kabul edilmeyecektir.

el-Kuşeyrî dedi ki: “Onlara… gelecek” buyruğu dana önce geçen: “Görün­ceye kadar” buyruğuna atfedilmiş değildir. Aksine o “iman etmezler” buy­ruğunun cevabıdır. “Onlara… gelecek” buyruğu nefyin cevabı olduğundan dolayı nasb ile gelmiştir. Yüce Allah’ın “derler” buyruğu da böyledir ( o da aynı sebebten ötürü nasb ile gelmiştir). [39]

  1. Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler?
  2. Ne dersin, Biz onları nice seneler geçindirsek,
  3. Sonra onlara vaad olundukları gelse,
  4. Faydalandtrıİdıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz (değil mi?)
  5. Biz uyarıcıları olmaksızın hiç bir ülkeyi helak etmiş değiliz.
  6. (Bu bir) hatırlatmadır. Biz zulmedenler olmadık.

“Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler?” Mukatil dedi ki: Müşrikler Peygamber (sav)’a: Ey Muhammedi Sen ne zamana kadar daha bizi azab ile tehdit edeceksin ve onu bir türlü getirmeyeceksin? Bunun üzeri­ne: “Acaba bunlar azabımızın mı çabuk gelmesini isterler” buyruğu nazil oldu.

*Ne dersin? Biz onları” dünyada”nice seneler geçindirsek…” ed-Dah-hak ve başkalarının görüşüne göre maksat Mekkeltlerdir,

“Sonra onlara vaad olundukları” azab ve helak oluş “gelse. Faydalan­dır ıldıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz.”

Bu buyruklardaki: “Faydalandırıldıktan ni­metlerin onlara bir yararı olmaz” buyruğunda yer alan birinci Takrir anlamını ifade eden bir istifhamdır (sorudur). Bu “Fayda verdi” ile nasb mahallîndedir. İkinci ise ref’ mahallindedir.[40]

İkincisinin irabta mahalli olmayan nefy edatı olması da mümkündür.[41]

Bir diğer görüşe göre birinci nefy edatı, ikincisi ise; “Yaran oldu” fiili ile ref’ mahallinde, aid olan “he” ise hazfedilmiştir. İfadenin tak­diri de; Kendisinde yararlandırdıkları sürenin onlara faydası olmaz, şeklin­dedir.

ez-Zührî’den nakledildiğine göre Ömer b. Abdu’1-Aziz sabah oldu mu sa­kalını tutar, sonra da: “Ne dersin, Biz onları nice’seneler geçindirsek, son­ra onlara vaad olundukları gelse; faydalandınldıkları nimetlerin onlara bir yararı olmaz” buyruğunu okur ve ağlardı. Sonra da şu beyitleri okurdu:

“Ey aidatımı ş kişi! Gündüzün yanılma ve gafletle geçiyor, Gecense uykuyla; helak oluş da yakam bırakmıyor. Sen ne uyanık kimseler arasında kararlı bir uyanıksın, Ne de uyuyanlar arasında kurtulmuş ve tehlikeden uzaksın. Fani olanla sevinirsin, temennilerle de neşelenirsin, Rüya gören kimsenin uykudaki lezzetlerle sevindiği gibi. Sonucundan hoşlanmayacağın şeylere doğru koşarsın, İşte hayvanlar da dünyada böylece yaşarlar.”

Yüce Allah’ın: “Biz uyarıcıları” yani peygamberleri, rasûlleri “olmaksı­zın hiçbir ülkeyi helak etmiş değiliz” buyruğundaki “Hiçbir ülkeyi helak etmiş değiliz” buyruğunda yer alan; sıladır (faz-Jadan gelmiştir.)

“Hatırlatmadır” buyruğu hakkında el-Kisaî dedi ki: Burada: “Ha­tırlatma” lafzı hal olarak nasb mahallindedir. en-Nehhas dedi ki: Böyle bir şey olmaz. Bu hususta kabul edilecek görüş el-Ferrâ ile Ebu İshak’ın mas­tar olarak nasb mahallinde olduğu görüşüdür. el-Ferrâ dedi ki; Bu ” (O rasûller) bir hatırlatmada bulunurlar” takdirindedir ve sa­hih bir görüştür. Çünkü “uyarıcıları olmaksızın” buyruğu hatırlatıcılan ol­maksızın anlamındadır. “dsJSi): Hatırlatma,” lafzı üzerinde i’rab açıkça gö­rülmez. Çünkü sonu elif-i maksuredir. Bununla birlikte tenvin ile okunma­sı da caizdir,

Diğer taraftan bunun mübteda takdiri ile merfu olması da mümkündür. Ebu İshak dedi ki: “Bizim uyarmamız bir hatırlatmadır” demek olur. el-Ferrâ da şöyle demektedir: Yani “Bu bir hatırlatmadır.”

İbnu’l-Enbarî dedi ki; Kimi müfessirler de şöyle demiştir: eş-Şuarâ Sûre-si’nde yüce Allah’ın: “Uyarıcıları olmaksızın” buyruğu dışın­da tam bir vakıf (bulunan bir âyet sonu) yoktur. Bize göre de bu hasen bir vakıftır. Bundan sonra “Hatırlatmadır” ile okumaya başlar ki; bu da: “O bir hatırlatmadır” anlamındadır. Yani onlara bir hatırlatmada bulunur demektir. Bununla birlikte “hatırlatmadır” buyruğu üzerinde vakıf yapmak daha güzeldir.

“Biz zulmedenler olmadık.” Önceden onlara delilleri göndermiş ve on­ların ileri sürecek bir mazeretlerini bırakmamış olduğumuzdan dolayı onla­ra azab etmekle onlara zulmetmedik. [42]

  1. Onu şeytanlar indirmemiştir.
  2. Bu onlara yaraşmaz ve esasen buna güçleri de yoktur.
  3. Çünkü onlar İşitmekten kesinlikle uzak tutulmuşlardır.
  4. O halde; Allah ile birlikte başka bir ilâha dua etme. O takdir­de azab edilenlerden olursun.

“Onu” yani Kur’ân-ı Kerîm’i “şeytanlar indirmemiştir.” Bilakis onu in­diren er-Rûhu’1-Emin’dir.

“Bu, onlara yaraşmaz ve esasen buna güçleri de yoktur. Çünkü onlar işitmekten” daha önce el-Hicr Sûresi’nde (15/17. âyet ve devamının tefsirin­de) açıklandığı üzere alevli ateşlerle kovalandıkları için “işitmekten kesin­likle uzak tutulmuşlardır.”

el-Hasen ile Muhammed b. es-Sümeyka, “Onu şeytanlar indirme mistir”

anlamındaki buyruğu; diye okumuşlardır. el-Mehdevî de­di ki: Bu Arapçada doğru olmayan bir okuyuştur, (Kur’ân) hattına da muha­liftir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu bütün nahivcilere göre bir yanlışlıktır. Ali b. Sü­leyman’ı şöyle derken dinledim: Ben Muhammed b. Yezid’i şöyle derken din­ledim: Bu ilim adamlarına göre bir yanlışlıktır. Sadece bu hususta bir şüp­henin etkisi ile böyle okumuş olabilir. Şöyle ki el-Hasen sonunda (şeyatîn kelimesinin sonunda) “ye” ile “nûn”u görünce ve bunun ref mahallinde ol­duğundan bunun cenı-i müzekker-i salim olduğu noktasında tereddüde düşmüş ve yanılmıştır.

Hadis-i şerifte de: “Alimin yanılmasından sakınınız.”[43] diye buyurul-muştur. Halbuki kendisi başka yerde herkes gibi “Ama kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında” (el-Bakara, 2/14) buyruğunu (bu­radaki gibi kırık çoğul olarak) okumuştur. Eğer bu “vav” ile ref mahallinde bulunmuş olsaydı, o takdirde izafet dolayısıyla “nûn”un da hazfedilmesi icab ederdi.

es-Sa’iebî dedi ki: et-Ferrâ dedi ki: Büyük ilim adamı -el-Hasen’i kastedi­yor- yanlışlık yapmıştır. Bu husus en-Nadr b. Şumeyl’e zikredilince şöyle de­miştir: Eğer Ru’be, el-Accac ve onlara benzer kimselerin sözleri delil göste-rilebiliyorsa el-Hasen ve arkadaşının sözünün de delil gösterilebilmesi lazım. Bununla birlikte bizler bu hususta bir şey işitmemiş olsalardı, böyle okuma­yacaklarını da biliyoruz.

el-Müerric dedi ki: Eğer şeytan lafzı; kökünden türemiş ise on­ların bu kıraatleri izah edilebilir.

Yunus b. Habib der ki: Ben Bedevi bir Arabın; “Biz arkalarında bahçeler bulunan bahçelere girdik” dediğini duydum. Ben de: Bu el-Hasen’in kıraatine ne kadar da benziyor, dedim.[44]

“O halde; Allah ile birlikte başka bir ilaha dua etme! O takdirde azab edilenlerden olursun.” Denildiğine göre bu buyruk, sen kâfir olan kimse­lere bunu söyle anlamındadır. Bir diğer açıklamaya göre; Muhammed (sav)’a -böyle bir işi yapmayacak olsa dahi- bir hitabtır, çünkü o hem masumdur, hem seçilmiş bir peygamberdir. Ancak bununla ona hitab edilmiş olmakla birlik­te maksat başkalarıdır. Buna da yüce Aüah’ın: “Yakın akrabanı uyar” buy­ruğu delil teşkil etmektedir. Yani onlar neseb ve akrabalıklarına güvenerek yerine getirmeleri gereken şeyleri terketmesinler. [45]

  1. Yakın akrabanı uyar.
  2. Sana tabi olan mü’minlere de kanadını indir.
  3. Sana isyan ederlerse: “Muhakkak ben yaptıklarınızdan uzağım” de.
  4. Ve o Azîz ve Rahim olana tevekkül et
  5. O seni kalkınca da görür.
  6. Secde edenler arasındaki dolaşmanı da.
  7. Muhakkak O, herşeyl işitendir, bilendir.

Yüce Allah’ın: “Yakın akrabanı uyar” buyruğu ile ilgili açıklamalarımı­zı iki başlık halinde sunacağız: [46]

1- Yakın Akrabayı Uyarmak:

“Yakın akrabanı uyar” buyruğunda özellikle yakın akrabayı uyarmasını emretmesi, akrabası olmayan kimseler ile diğer yabancıların şirk hususun­da kendilerinden ayrılıp uzaklaşması noktasında (kendilerine döner diye) ümitlerini tamamen kesmek içindir. Onun yakın akrabaları (aşireti) ise Ku-reyşlilerdir, Abdumenafbğullan olduğu da söylenmiştir. Müslim’in, Sahih İn­de bu buyruk: “Yakın akrabanı ve aralarından senin en yakın olan ihlasa er­dirilmiş olanlarım uyar” şeklinde vaki olmuştur.[47]

Bu rivayetin zahirine göre fazla bölüm okunan bir Kur’ân idi, sonradan nesh olundu. Zira bu bölümün mushafta nakli sabit değildir, mütevâtiren de gelmemiştir. Ancak bunun sabit olduğunu kabul edecek olursak, izah edil­mesi gereken bazı hususlar ortaya çıkacaktır. Şöyle ki; bu durumda onun sa­dece aşiretinden iman eden kimseleri uyarması gerekir. Çünkü İslâm dinin­de ihlasa ve Peygamber (sav)’ı sevme niteliği sadece mü’minlere aittir, müş­riklerin öyle bir vasfı yoktur. Zira onların bu kabilden hiçbir özellikleri bu­lunmamaktadır. Peygamber (sav) ise mü’nıinieriyle, kâfiri eriyle aşiretinin tü­münü davet etmiştir. Onların hepsini, onlarla birlikte olanları ve onlardan son­ra gelecek olanları da uyarmıştır. O haide; böyle bir şey ne nakil itibariyle, ne de mana itibariyle sabit olamaz.

Müslim’in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Yakın akrabanı

uyar” âyeti nazil olunca, Rasûlullah (sav) Kureyşiileri çağırdı, hepsi bir ara­ya toplandılar. Genel ve özel olarak (davette bulundu) ve şöyle buyurdu: “Ey Ka’b b. Lüeyoğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Murre b. Ka’boğulları, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abduşşemsoğulları, kendinizi ateşten kurta­rınız. Ey Abdumenafoğuilan, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Haşimoğulla-rı, kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalib oğulları kendinizi ateşten kurtarınız. Ey Fatıma, kendini ateşten kurtar. Çünkü Allah’ın azabı karşısın­da yarın benim size hiçbir faydam olmayacaktır. Şu kadar var ki benim si­zinle bir akrabalığım vardır. O akrabalığın gereğini de yerine getirece­ğim. “[48]

2- Akrabalık Bağı İle İlgili Bazı Hükümler:

Bu hadis ile âyet-i kerimede eğer sebepler bakımından bir uzaklık var ise, neseb itibariyle yakınlığın faydasının olmayacağına delil vardır. Ayrıca mü’minin, kâfirin akrabalık bağını gözetmesinin, ona irşadda bulunup, öğüt vermesinin caiz olduğuna da delil vardır. Çünkü Peygamber (sav): “Sizin benimle bir akrabalığınız vardır, o akrabalık bağının gereğini yerine geçirece­ğim” demiştir. Yüce Allah’ın “Sizinle din hususunda savaşmamış… olanla­ra iyilik yapmanızı… Allah size yasaklamaz.” (e!-Mumtehine, 60/80) buy­ruğu da -ilende yüce Allah’ın izniyle bu buyruk açıklanırken geleceği üze­re- bunu gerektirmektedir.

“Sana tabi olan mü’minlere de kanadını İndir.” Bu buyruğa dair açık­lamalar daha önce el-Hicr Sûresi (15/88. âyetin tefsiri) ile el-îsra Sûresi (15/23-24. âyet, 14. başlık)da geçmiş bulunmaktadır.

“Kanadını alçaktı” tabiri yumuşadı anlamındadır.

“Sana isyan ederlerse* emrine muhalefet ederlerse “muhakkak ben yaptıklarınızdan uzağım, de.” Yani sizin bana isyan etmenizle benim bir il­gim yoktur. Çünkü onların yüce peygambere isyan etmeleri, yüce Allah’a is­yan etmek demektir. Zira Peygamber (sav) ancak Allah’ın razı olacağı şey­leri emreder. Peygamberin uzaklaştığı kimseden Allah da uzaklaşır.

“Ve o Azîz ve Rahim olana tevekkül et.” Yani sen işini O’na havale et. Çünkü O, asla yenik düşürülemeyen, en güçlü olan (Aziz)’dır. Dostlarını yar­dımsız bırakmayan, Rahim (merhametli olan)dır. Burada “(JS/J): Ve tevek­kül et” buyruğu genel olarak “vav” ile okunmuştur, Mushaflarda da böyle­dir.

Ancak NâtT ile İbn Âmir bunu (“vav” yerine) “fa” ile okumuşlardır. Me­dine ile Şam mushaflarında da bu şekildedir.

“O seni kalkınca da görür.” Müfessirlerin çoğunluğunun yani İbn Abbas ve diğerlerinin görüşüne göre namaza kalktığın zaman demektir. Mücahid ise: Nerede olursan ol, kalktığın zaman anlamındadır der.

“Secde edenler arasındaki dolaşmanı da.” Mücahid ile Katâde dediler ki: Namaz kılanlar arasındaki dolaşmanı da… demektir. İbn Abbas dedi ki: Yü­ce Allah onu peygamber olarak çıkartıncaya kadar Âdem, Nuh ve İbrahim gi­bi atalarının sulblerinde dolaşmasını, demektir.

îkrime dedi ki: O sen ayakta iken de, rukûda iken de, secdede iken de seni görür. Bu açıklamayı İbn Abbas da yapmıştır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Sen namazda İken kalbin ile arkan­da bulunan kimseleri, önünde bulunanları gözlerinle gördüğün gibi görür­sün. Bu görüş Mücahid’den de rivayet edilmiştir. Bunu el-Maverdî ile es-Sa’le-bî zikretmiştir. Peygamber (sav) önünde bulunanları gördüğü gibi, arkasın­da olanları da görürdü. Bu sahih hadislerde sabit olmakla birlikte, âyetin bu şekilde yorumlanması uzak bir ihtimaldir.

“Muhakkak O, herşcyi işitendir, bilendir.” Bu gibi buyruklar daha ön- seçmis bulunmaktadır. [49]

  1. Size şeytanların kimin üzerine İndiğini haber vereyim mi?
  2. Her yalancı günahkâr üzerine inerler.
  3. Onlar, şeytanın yalanlarına kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler.

“Size şeytanların kimin üzerine indiğini haber vereyim mi? Her yalan­cı günahkâr üzerine inerler.” Bu buyrukta; “İnerler” denilmesi, çoğunlukla onların havada oluşlarından ve rüzgar arasında gidip gelmelerin­den dolayıdır.

“Onlar… kulak verirler ve onların çoğu yalan söylerler.” Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden el-Hicr Sûresi’nde (15/17-18. âyetlerin tefsi­rinde) geçmiş bulunmaktadır.

Burada “kulak verirler” ifadesi şeytanların sıfatlarıdır. “On-ların çoğu” ise kâhinlere racidir, şeytanlara raci olduğu da söylenmiştir. [50]

  1. Şairlere de argınlar uyar.
  2. Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler?
  3. Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.
  4. Ancak iman edip, salih amel işleyen, Allah’ı çokça zikreden ve kendilerine zulmedildikten sonra öçlerini alanlar müstesna. Zulmedenler de yakında nasıl bir yere devrileceklerini bilecek­lerdir.

Yüce Allah’ın; “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğu ile ilgili açıklamala­rımızı altı başlık halinde sunacağız: [51]

1- Şiirin Hükmü Mahiyetine Göredir:

Yüce Allah’ın: “Şairler” kelimesi “şair’in çoğuludur. “Cahil” keli­mesinin çoğulunun, “cühela” şeklinde gelmesi gibi. İbn Abbas dedi ki: Bura­da kastedilenler kâfirlerdir, onlara cin ve insanlar arasından sapık olanlar “uyar.” “A2gınlar (el-ğâvûn)”ın haktan uzaklaşmış olanlar anlamında olduğu söylenmiştir. Böylelikle şairlerin de aynt şekilde azgın kimseler olduklarını gös­termektedir. Çünkü şairler azgın kimseler olmasalardı, kendilerine uyanlaT da onlar gibi olmazdı. Biz daha önceden en-Nur Sûresi’nde (24/36-38. âyetlerin tefsirinde, 7. başlıkta) kimi şiirleri okumanın caiz, kimilerini okumanın mek­ruh, kimilerini okumanın da haram olduğunu açıklamış bulunuyoruz.

Müslim’in rivayetine göre Amr b, eş-Şerrîd babasından şöyle dediğini nak-letmiştir: Bir gün Rasûlullah (sav)’ın terkisine binmiştim. “Ümeyye b. Ebi’s-Salt’ın şiirlerinden bir şey biliyor musun?” diye sordu. Ben: Evet dedim, o: “Oku” dedi. Ben de ona bir beyit okudum. Bir daha: “oku” dedi, yine ona bir beyit daha okudum, tekrar: “oku” dedi ve bu ona yüz beyit okuyunca -ya kadar böylece devam etti.[52] Senedin doğru şekli ve sahih rivayeti bu şe­kildedir, Müslim’in ravilerinden bazılarında şöyle denilmektedir: Amr b. eş-Şerrid’den, o babası eş-Şerrid’den şeklindedir. Bu ise bir vehimdir, eş-Şerrid Rasûlullah (sav)’ın terkisine aldığı kişidir. Ebu’ş-Şerrid’in adı ise Süveyd’dir.

Bu hadiste, eğer bir takım hikmetler şer’an ve tabiat itibariyle güzel gö­rülen bir takım manalar ihtiva ediyor ise, şiir ezberleyip, onlara itina göste­rilebileceğine delil vardır. Peygamber (sav) Ümeyye şiirinden kendisine da­ha çok okunmasını istemiştir. Çünkü Ümeyye hakim birisi idi. Nitekim Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ümeyye b. Ebi’s-Salt az kalsın müslüman oluyordu.”[53]

Yüce Ailah’ı zikretmeyi, O’na hamd u senada bulunmayı ihtiva eden şiir­lere gelince, bu şiirler de mendub şiirlerdir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“O pek yüce ve pek lutufkâr olan Allah’a hamd olsun, Tirit sopaların başında olmuştur. “[54]

el-Abbas’ın şu beyitlerinde olduğu gibi Allah Rasûlünden söz eden yahut onu öven şiirler de böyledir.

“Önceden sen tertemizdin gölgelerde de,

Yaprakların (avretler üzerine) dikildiği o emanet mahallinde de, Sonra dünyaya indin, bir beşer değildin (henüz) Ne bir çiğnemlik et, ne de bir kan pıhtısı, Aksine gemiye binen bir nutfe idin, o vakit Nesrin (putunun) ve ona tapınanların, Seller ağızlarını gem lemisti,

Erkeklerin sulbünden, kadınların rahimlerine taşınırdın, Bir âlem geçip gitti mi, yeni bir nesil baş gösterirdi.”

Bunun üzerine Peygamber (sav) ona: “Allah ağzma sağlık versin” diye bu­yurdu[55]

Hassan’in şu beyitinde olduğu gibi, peygamberi savunmayı ihtiva eden şi­irler de böyledir;

“Sen Muhammed’e hicvettin, ben de onun adına cevap veriyorum, Bu hususta mükafat Allah’tandır.”

Müslim’in, Sahİh’inde zikrettiği bir kaç beyit daha devam etmektedir ki, bu şiirler siyerde daha da mükemmeldir.[56]

Zeyd’b. Eşlemin rivayet elliği gibi Peygambere salat ve selam ihtiva eden şiirler de böyledir: Ömer bir gece bekçilik yapmak üzere dışarıya çık­mıştı. Bir evde bir kandilin yanmakta olduğunu gördü. Bir yaşlı kadının yün atarken şunları söylediğini duydu;

“İyilerin, salatı Muhammed’e olsun,

En iyiler, en hayırlılar ona sal at eylesin.

Sen seher vakitlerinde çokça namaz kılan ve ağlayandın,

Ah keşke bilebilsem -ölümler çeşit çeşittir-

Acaba sevgilimle aynı yurtta bir arada olabilecek miyim?”

Bununla Peygamber (sav)’ı kastediyordu. Bunu duyan Ömer (r.a) oturup, ağladı.

Peygamber (sav)’in ashabını anmak ve onları övmek de bu şekildedir. Mu-hammed b. Sabık’ın şu beyitteri ne kadar güzeldir:

“Hidayetin bayrağı olarak Ali’yi seçtim ben,

Aynı şekilde mağara arkadaşı Atik’i (Ebubekir’i) seçtiğim gibi,

Ben Ebu Haf3Jtan (Ömer’den) ve onun taraftarlarından da razıyım,

O yaşlı (halife Osman)’ın evinde öldürülmesine ise razı değilim,

Bana göre bütün sahabiler uyulacak önderlerdir,

Bu sözümden dolayı acaba benim için bir ar olur mu?

Benim onları yalnız senin için sevdiğimi,

Biliyorsan eğer, Sen de beni cehennem ateşinden azad et.”

Bir başka şairin şu beyitleri de güzeldin

“Allah’ın Rasûlü, Peygamberi sevmek bir farzdır,

Ashabını sevmek ise bir nur ve bir burhandır.

Allah’ın kendisini yarattığını bilen herkes,

Sakın Ebubekir’e iftirada bulunmasın.

Arkadaşı Ebu Hafs el-Faruk’a da,

Halife Osman b. Affan’a da.

Ali’ye gelince, meşhurdur onun faziletleri,

Bir evin dimdik ayakta durması ancak temelleriyledir.”

İbnu’l-Arabî dedi ki: Teşbihlerde yapılan istiarelere gelince, haddi aşacak ve alışılmışın ötesine gidecek olsa dahi, bu hususta onlara izin verilmiştir, İş­te görevli olan meleğin rüyada misaller getirip, örneklendirmesi de bu ka­bildendir. Ka’b b. Züheyr, Peygamber (sav)’a şu beyitler (ile başlayan meş­hur kasidesin)i okumuştur:

“Suâd ayrıldı bugün, kalbim hastadır bu yüzden,

Bir köledir ardında azad edilmeyen ve zincirlere vurulmuş.

Yola koyulduklarında ayrılık sabahında Suâd’in,

Tatlı bir nâme vardı sesinde sürmeli bakışlarıyla da bakıyordu önüne,

Islak, parlak dişleri görülürdü ağzında gülüm gediğinde,

Andırıyor tükürüğü ardı arkasına şarap içirilmiş, susamış bir ağzı.”

Kâ’b bu kasidesinde harikulade istiare ve benzetmelerde bulunmuş, Pey­gamber (sav) bunları dinlemiş. Suâd’in ağzındaki tükürüğü şaraba benzetme­sine de karşı çıkmamıştı. Ebubekr (r.a)’da şu beyitleri söylemiştir:

“Sen bizi bırakıp gitmekle biz de vahyi yitirdik,

Artık Allah’ın kelâmı bize elveda de’di.

Değerli kağıtların miras aldıkları,

Ve bize bıraktıkların dışında…

Sen bize bir doğruluk mirası bıraktın,

Bundan ötürü selam ve salat sana.”

Rasûlullah (sav) şiiri dinlediğine, Ebubekir şiir söylediğine güre artık bundan daha ileri derecede taklit edilecek ve uyulacak kimseler olabilir mi?

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: İlim ehlinden ve akıl sahiplerinden hiç­bir kimse güzel olan güre karşı çıkmaz. Ashabın büyüklerinden, ilim ehlin­den ve kendisine uyulacak konumda olanlardan şiir söylememiş, yahut şiir okumamış ya da hikmet yahut mubah kabilden olup da muhtevasında haya­sızlık, düşüklük, müslümana da herhangi bir eziyet ihtiva etmeyen bir şiiri dinleyip de beğenmemiş hiçbir kimse yoktur. Şayet şiirde ahlaksızca ifade­ler, kötü sözler ve müslümana eziyet eden ifadeler bulunursa, şiir ile nesir arasında hiçbir fark yoktur, Onun da dinlenmesi de, söylenmesi de helal de­ğildir.

Ebu Hureyre rivayetle dedi ki: Ben Rasûlullah (sav)’ı minber üzerinde iken şöyle buyururken dinledim: “Arapların söylemiş olduğu en doğru -ya da en şairene- söz Lebid’in söylediği:

“Şunu bil ki: Allah’ın dışındaki herşey batıldır.”[57]

Bu hadisi Müslim rivayet etmiş ve ayrıca şunu eklemiştir: “Ümeyye b. Ebi’s-Salt da az kalsın müslüman olacaktı.”[58]

İbn Sîrîn’in rivayet ettiğine göre o bir sefer bir şiir okumuş, meclisinde bu­lananlardan birisi ona: Ey Ebubekr senin gibi birisi şiir mi okurmuş? deyin­ce, şu cevabı vermiş: Be hey adam, şiir diğer sözlerden kafiyeleri dışında her­hangi bir farkı bulunan bir söz müdür? Onun güzeli güzel, çirkini çirkindir. Dedi ki: Onlar şiirin müzakeresini dahi yapıyorlardı. Yine dedi ki: Ben İbn Ömer’i şu beyiti okurken dinlemiştim:

“O içki arkadaşlarının malından şarabı sever,

Sabah erkenden suya gidenlerin de kendisinden ayrılmasından hoşlanmaz,”

Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ud -Medine’deki on fakihten bi­risidir- ondan sonra Medine’nin yedi fukahasından birisidir. Oldukça üstün bir şair ve şiirde ileri seviyeye ulaşmış birisiydi. Kadı ez-Zübeyr b. Bekkâr’ın da bir şiir kitabı vardır. Asme adında güzel de bir hanımı vardı. Bir gün bir işten dolayı ona kızdı ve onu boşadı. Onun hakkında söylediği pek çok şi­irleri vardır. Bunlardan birisi de şöyledir:

“Asme’nin sevgisi işledi kalbimin ta içine,

Onun dışa vuran kısmı gizlisine göre pek azdır.

Hiçbir içkinin ulaşamadığı yere kadar işledi,

Ve kederin de ve hiçbir sevincin de ulaşamadığı bir yere.

Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse,

Uçacağım; eğer insan için uçmak mukadderae.”

İbn Şihab dedi ki: Ben ona bu kadar ibadet eden, bu kadar faziletli bir kim­se olmana rağmen şiir söylüyorsun (öyle mi)? dedim. O şöyie dedi: Göğsün­den (kalbinden) rahatsız olan bir kimse derin nefes alabildi rai iyileşir. [59]

2- Dinlenmesi Helal Olmayan, Söylenmesi Uygun Görülmeyen Şiir ve Bu Tür Şairlerin Hükmü:

Dinlenmesi helal olmayan, söyleyeni de yerilen, zemmedilmiş şiire gelin­ce, bu batıl sözlerin bulunduğu şiirdir. Öyleki insanların en korkağını Antere’ye, en cimrilerini Hatim’e üstün gibi gösterirler. Suçsu2, günahsız kimseye iftira ederler. Takva sahibi kimsenin fasık olduğunu ileri sürerler. Kişinin yapmadı­ğı şeyleri yapmış gibi söyleyecek kadar aşırı giderler. Bunu da can sıkıntısını gidermek ve sözleri güzelleştirmek için yaparlar. el-Ferezdak ile ilgili olarak gelen rivayete göre Süleyman b. Abdu’l-Melik onun şu beyitini işitmiş:

“O kadınlar sağımda ve solumda sarhoş olarak yıkılıp geceyi geçirdiler, Ve ben de gece boyunca yüzüklerin tılsımlarını çözüp durdum.”

Bunun üzerine Süleyman: Sana had uygulamak icab eder deyince, Ferez dak şöyle dedi: Ey mü’minlerin emiri, yüce Allah: “Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler” buyruğu ile benden haddi uzaklaştırmış bu­lunuyor.

Rivayete göre en-Numan b. Adî b. Nadla, Ömer b. el-Hattab (r.a)’ın tayin ettiği bir görevli idi. O şöyle demişti:

“Kim o güzel kadına şu haberi götürebilir ki; onun kocasına

Meysan’da cam (kâselerle) ve teatilerle (şarap) içiriliyor.

İstersem bir köyün di bıkanları (sahipleri, otoriteleri) bana şarkı söyler,

Ve bir rakkase herbir parmak ucu üzerinde yükselir.

Şayet sen bana içki sunan kimse isen, o büyük kâse ile sun bana,

Küçük ve ağzı pürüzlü olanla sunma sakın.

Belki mü’minlerin emirinin hoşuna gitmez.

Bizim o yıkık, eski köşkte içki sohbetimiz.”

Bu husus Ömer (r.a)’a ulaşınca, yanına gelmek üzere ona haber gönder­di ve: Evet, Allah’a yemin ederim ki, bu benim hoşuma gitmez, dedi. Bu se­fer en-Numan b. Adî: Ey mü’minlerin emiri, söylediklerimin hiçbirisini yap­mış değilim. Sadece fuzuli bir takım sözlerden ibaretti onlar, zaten yüce Al­lah da: “Şairlere de azgınlar uyar, görmedin mî onlar her vadide serseri­ce gezerler ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.” diye buyur­maktadır.

Bunun üzerine Ömer (r.a) ona şöyle dedi: Evet, senin gösterdiğin bu ma­zeret sana uygulanacak haddin önünü almıştır. Fakat sen bu sözleri söyle­dikten sonra ebediyyen benim emrimde çalışmayacaksın.

ez-Zübeyr b. Bekkâr dedi ki: Bana Mus’ab b. Osman’ın anlattığına göre Ömer b. Abdu’l-Aziz halifeliğe gelince, tek düşündüğü Ömer b, Ebi Rabia ile el-Ahvas idi. Medine’deki valisine şöyle bir mektup yazdı: Ben Ömer ile el-Ahvas’ın kötü ve şerli kimseler olduklarını biliyorum. Bu mektubum sana ula­şır, ulaşmaz onları yakala ve bana gönder. Bu mektubu ona ulaşınca, hemen bu iki kişiyi ona gönderdi. Önce Ömer’e: Söyle bakalım, dedi (ve şu beyit­lerini okudu):

“Görmedim cemrelere taş atıldığı sırada gören kimsenin

Gördüğü gibisini ve bir de hac geceleri gibi; sevdalı olanı bırakanları,

Başkasına ait şeylerden gözleri dolduran nice kimse vardır ki,

Cemreye doğru gitti mi, orada Fildişi heykeller gibi beyazlarla karşılaşır.”

Allah’a yemin ederim ki, sen haccınla ilgilenen bir kimse olsaydın, ken­dinden başka hiçbir şeye bakmazdın. Bugünlerde insanlar senden kurtula-mazlarsa ne zaman kurtulurlar, dedikten sonra sürgüne gönderilmesini em­retti. Bu sefer: Ey mü’minlerin emiri bundan daha hayırlı bir şeye ne dersin? dedi. O neymiş, deyince, dedi ki: Bir daha böyle şiirler söylememeye Allah adına süz veriyorum. Ebediyyen hiçbir şiirde kadınlardan söz etmeyeceğim ve artık tevbemi bozmayacağım. Ömer b. Abdu’l-Aziz ona; Gerçekten bunu yapacak mısın? deyince, şair: Evet dedi. Tevbesine sadık kalacağına dair Al­lah adına yemin etti, onu serbest bıraktı.

Ömer b. Abdu’l-Aziz daha sonra ei-Ahvas’ı çağırdı. Ona: Sen bu beyite ne dersin? dedi:

“Benimle onun kayyımı arasında Allah vardır,

O, onu benden alıp kaçıyor, bense arkasından gidiyordum.”

Evet Allah onun kayyımı ile senin kayyımın arasındadır dedi, sonra da sür­güne gönderilmesini emretti. Ensar’dan bir takım kimseler onun hakkında Ömer b. Abdu’l-Aziz île konuştularsa da kabul etmedi ve; Ben bu makamda kaldığım sürece Allah’a yemin ederim ki onu geri çevirmeyeceğim. Çün­kü o açıktan açığa fastklık eden bir kimsedir, dedi.

İşte yerilen şiirler ile bu şiirlerin şairlerinin hükmü budur. Böyle bir şiiri dinlemek mescid veya bir başka yerde okumak helal olmaz. Tıpkı çirkin ne­sir sözler ve benzerinde olduğu gibi.

İsmail b. Ayyaş, Abdullah b. Avn’dan, o Muhammed b. Sîrîn’den, o Ebu Hureyre’den rivayetle dedi ki: Rasûlulkh (sav) şöyle buyurmuştur: “Güzel şi­ir, güzel söz gibidir. Çirkini de, çirkin sö2 gibidir.” Bunu İsmail b. Abdullah eş-Şamî rivayet etmiştir. Onun Şam ahalisinden yaptığı rivayetler Yahya b. Ma-in ve başkalarının söylediklerine göre sahihtir.

Abdullah b. Amr b. el-Âs rivayetle dedi ki; Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: “Şiir de söz ayanndadır. Onun güzeli güzel söz gibidir, çirkini de çir­kin söz gibidir.”[60]

3- Olumsuz Şiire Karşı Tavır:

Müslim’in rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Sizden herhangi birinizin içinin tıka basa irinle dolması, şiir ile dolmasından daha hayırlıdır.”[61] Yine Sahih’de Ebu Said el-Hudrî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlutlah (sav) ile birlikte yolda giderken şi-ii okuyan bir şair ile karşılaştık. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Şu şeyta­nı yakalayınız. Çünkü herhangi bir kimsenin içinin irin ile dolması, şiir ile dol­masından onun için daha hayırlıdır. “[62]

İlim adamlarımız der ki: Peygamber (sav)’in bu şaire böyle bir uygulama yapması, onun halini bilmesinden sonradır. Bu şairin şiiri kazanç elde etmek için bir yol edinmiş olduğunu ve kendisine mal verilecek olursa, övmekte aşı­rı gittiği, verilmeyecek olursa hiciv ve yergide ileri giderek, insanlara malla­rında ve namuslarında eziyet verdiğini daha önceden öğrenmiş olabilir.

Böyle bir durumda olan bir şairin şiir sebebiyle elde ettiği her türlü ka­zancın haram olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hususta söylediklerinin hep­si de onun için haramdır, ona kulak asmak helal olmaz. Aksine ona gereken şekilde tepki göstermek icab eder. Eğer dilinden gelecek zarardan korkul­makla birlikte önlenemiyor ise o takdirde eiinden geldiğince böyle bîr kim­seyi idare etmeye, mümkün olduğu kadar ondan uzak durmaya çalışmalıdır. Daha işin başından ona bir şeyler vermesi helal olmaz, çünkü bu masiyete bir yardımdır. Şayet başka bir çare bulamayacak olursa, haysiyetini korumak niyetiyie ona bir şeyler verir, Çünkü kişinin kendisi vasıtasıyla namus ve hay­siyetini korumak için harcadığı şeyler onun için bir sadaka olarak yazılır.

Derim ki: Peygamber (sav)’ın: “Sizden herhangi birinizin içinin tıka basa irin ile dolması…” buyruğundaki ” Kanın karıştığı cerahat” demektir. “Yara irin topladı, toplar” ifadeleri de buradan gelmek­tedir.

“Onu yemesi” hakkında el-Esmaî şöyle demektedir: Bu kelime kökünden gelmektedir, Atmak gibi. Bu da karnında hastalık­lar olması anlamındadır. Bu kökten olmak üzere;”Karnı çok has­talıklı, demek olup, “ya” harfi şeddelidir fakat hemze yoktur. es-Sihah’&d da şöyle denilmektedir; “İrin karnının her tarafını kapla­dı” demektir, el-Yezidî de şu mısraı zikretmiştir:

“O öksürdüğünde, hay irin, karnını doldursun, dedi ona.”

Bu hadisin yorumu İle ilgili olarak yapılmış en güzel açıklama şudur: Böy­le bir hüküm şiirin etkisi altmda kalan ve onun dışında herhangi bir bilgi sa­hibi olmaksızın hep onu öğrenip belleyen kimse hakkındadır. Bu kimse zi­kir namına hiçbir şey bilmez ve bu şiirlerle de hep batıla dalar gider, ken­disi İçin öğünülmeyecek türden yollar izler. Boş sözler, gelişi güzel konuş­malar, gıybet ve çirkin sözleri çokça söyleyen gibi. Bu şekilde şiirin etkisi al­tında kalmış bir kimseden bu aşağılık ve yerilmiş vasıflar ondan ayrılmaz. Çün­kü edebi adet bunu gerektirmektedir. İşte Buhârî’nin Sahihinde bu hadisin başında açmış olduğu babta (başlıkta) zikrettiği ifadelerle bu hususa işaret etmektedir: “İnsanın şiirin etkisi altında kalmasının mekruh oluşu (ile ilgili varid olmuş rivayetler)[63]

Bu hadisin te’vili İle ilgili olarak şunlar da söylenmiştir: Bundan maksat Peygamber (sav)’ın ve başkalarının hicvedildiği şiirlerdir. Ancak bu açıkla­manın bir kıymati yoktur, çünkü Peygamber (sav)’ı az ya da çok ifadelerle hicvetmek aynı şeydir, böyle bir davranış küfürdür ve yerilmiş bir işdir. Pey­gamber (sav)’ın dışındaki müslümanian hicvetmek de azıyla çoğuyla haram kılınmıştır. Dolayısıyla burada yermenin sadece çok miktara tahsis edilme­sinin hiçbir anlamı yoktur. [64]

4- Şiirin Hükmü Muhtevası İle İlgilidir:

Şafiî dedi ki: Şiir bir çeşit sözdür. Onun güzeli güzel çirkini de çirkin söz gibidir. Yani şiir bizatihi hoşlanılmayan bir şey değildir. O muhtevaları do­layısıyla mekruh görülür. Arapların nezdinde şiirin pek büyük bir etkisi vardı. O bakımdan onlardan birisi çok önceleri şöyle demiştir:

“Ve dilin yarası elin açtığı yara gibidir.”

Peygamber (sav) da Hassan’ın müşriklere cevap vermiş olduğu şiir hak­kında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki bu onlarda ok atmaktan daha güçlü bir etki bırakır, “[65] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Tirmizî de sahih olduğunu belirterek kaydettiği rivayete göre İbn Abbas’tan şöyle nakledilmiştir: Peygamber (sav) kaza umresi esnasında Abdullah b. Re-vaha önünde yürüdüğü haide Mekke’ye girdi. Bu sırada Abdullah b. Reva­na şöyle diyordu:

“Ey kâfir oğulları! Açılın yolumdan,

Bu gün sizinle onun (Kur’ân’m) indirilmesi dolayısıyla çarpışırız,

Öyle darbeler indiririz ki, kelleleri boyunlarından ayırır,

Ve dosta dostunu hatırlatmaz olur.”

Ömer: Ey İbn Revâha! Allah’ın hareminde ve Rasulullah (sav)’ın huzurun­da mı (böyle diyorsun)? Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: “Bırak onu ey Ömer! Andolsun bu onlara atılan oklardan daha hızlı etki eder.”[66]

5- Şairlerin İzleyicileri:

Yüce Allah’ın; “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğunda yer alan “şairler” lafzının merfü’ okunduğu hususunda -bildiğim kadarıyla- kıraat âlimleri arasında ihtilâf yoktur. Bununla birlikte daha sonra gelen “onlara azgınlar uyar” anlamındaki fiilin açıkladığı bir fiilin takdiri ile nasb edilmesi de ca­izdir. İsa b. Ömer de böyle okumuştur. Ebu Ubeyd dedi ki: O çoğunlukla nasb ile okumayı severdi. Mesela “hırsız erkek ile hırsız kadın” (e-Maide, 5/38); “odun taşıyıcısı olarak” (Tebbet, 111/4); “Bu indirdiğimiz bir sûredir.” <en-Nur, 24/1) buyruklarında hep nasb ile okunmuştur. Nafî’, Şeybe, el-Ha-sen ve es-Sülemî de “onlara uyar” anlamındaki buyruğu; şeklinde şed-desiz olarak okumuşlardır. Diğerleri ise şeddeli okumuşlardır.

ed-Dahhâk dedi ki: Biri ensardan diğeri muhacirlerden iki kişi Rasûlullah (sav/ın döneminde karşılıktı olarak hicivleştiler. Bunların herbirisînin yanın­da da kavminin azgın olanları -demek olan beyinsizleri- vardı. Bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu, îbn Abbas da böyle demiştir. Yine ondan gelen rivayete göre bunlardan kasıt şiirleri rivayet edenlerdir.

Yine Ali b, Ebi Talha’nın ondan rivayetine göre bunlardan kasıt kâfirler­dir. Onlara cin ve insanların sapıkları uyar. Bunu daha önceden zikretmiş bu­lunuyoruz.

Ğudayf in rivayetine göre de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur; “Kim İslâm dininde hicvetme çığırını aşarsa onun dilini kesiniz.”[67]

İbn Abbas tan rivayete güre de Peygamber (sav) Mekke’yi fethedince İb­lis kederle öyie bir bağırdı ve etrafında zürriyetini topladı ve dedi ki: Artık Muhammed (sav)’ın ümmetini bugünden sonra tekrar şirke döndüreceğiniz­den yana ümidinizi kesiniz. Fakat bu iki yerde -Mekke ve Medine’de- şiiri yaygınlaştırınız. [68]

6- Şiirleriyle Öç Alanlar;

Yüce Allah’ın: “Görmedin mi onlar her vadide serserice gezerler” buy­ruğu şu demektir: Onlar her boş İşe dalarlar. Hak yola uymazlar. Çünkü hak yola uyup söylediği sözlerin aleyhine yazılacağını bilen bir kimse söyleye­ceği sözleri tartar ve öyle söyler. Bu kimse burnunun doğrultusunda, ne söy­lediğine aldırmadan serserice söz söylemez. Bu âyet-i kerime Abdullah b. ez-Ziba’rî, Müsaı? b. Abd Menaf ve Umeyye b. Ebi’s-Salt hakkında inmiştir.

“Ve gerçekten onlar yapmadıkları şeyi söylerler.” Yani onların çoğu ya­lan söylerler. Sözlerinde cömertlikten ve İyi şeylerden söz ederJer, ama on­lar bu işi yapmazlar. Bu âyet-i kerimenin Ebu Azze el-Cumahî’nin şu beyit­leri söylemesi üzerine onun hakkında nazil olduğu da söylenmiştir:

“Dikkat edin! Benden peygamber Muhammed’e şu haberi götürün: Muhakkak ki sen hak (peygamber)aın. Mutlak malik olan Allah her hamde layıktır.

Fakat bana Bedir ve BedirMekiler hatırlatıldı mı, Kemiklerim de, derilerim de ah çekip inler.”

Daha sonra Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revâha, Ka’b b. Malik, Ka’b b. Züheyr ve hak sözü söylemek bakımından onların izinden giden mü’min şa­irlerin gürlerini istisna ederek şöyle buyurmaktadır: “Ancak iman edip, sa-llh amel işleyen, Allah’ı (sözlerinde) çokça zikreden ve kendilerine zulme­dildikten sonra öderini alanlar müstesna.” Öc almak ancak hak ile ve yü­ce Allah’ın çizdiği sınırlar çerçevesinde olur. Eğer bu sınırlan aşacak olursa, bu sefer batıl yol ile intikam alınmış olur.

Ebu’l-Hasen el-Müberred dedi ki: “Şairlere de™ buyruğu nazil olunca, Has­san, Ka’b b. Malik ve İbn Revâha ağlayarak Peygamber (sav)’ın huzuruna gel-diier ve: Ey Allah’ın peygamberi dediler. Allah bizim şair olduğumuzu bildi­ği halde bu âyet-i kerimeyi indirmiş bulunuyor. Peygamber (sav) bu sefer on­lara ondan sonraki buyrukları okuyun dedi: “Ancak iman edip salih amel işleyen” kimseler sizlersiniz. “Allah’ı çokça zikreden ve kendilerine zulme­dildikten sonra öçlerini alanlar müstesna!” İşte bunlar da sizlersiniz. Öc almak ise müşriklere cevap vermekle olur. Peygamber (sav) şöyle buyurmuş­um “Haydi siz de öcünüzü alınız, fakat haktan başka bir şey söylemeyiniz. Babalardan, annelerden de söz etmeyiniz.” Hassan, Ebu Süfyan’a şöyle de­mişti:

“Muhammed’i hicvettin, ben onun adına cevap veriyorum, Bu hususta mükâfatım Allah nezdindedir. Şüphesiz benim babam, annem, şeref ve haysiyetim, Muhammed’in şeref ve haysiyetini size karşı korumak içindir,

Sen. ona denk olmadığın halde ona nasıl söversin? Sizin kötü olanınız kimse hayırlı olana feda olsun. Dilim keskin bir kılıçtır, onda hiçbir kusur yoktur. O akar durur, kovalar onu bulandırmaz.”

Kâ’b da: Ey Allah’ın Rasûlü dedi. Şüphesiz ki Allah şiir hakkında senin bil­diğin buyrukları indirmiş bulunuyor. Bu hususta ne dersin? Peygamber (sav) şöyle buyurdu; “Muhakkak mü’min canıyla, kılıcıyla ve diliyle cihad eder. Nef­sim elinde olana yemin ederim ki sizlerin onlara attıklarınız tıpkı oklar gibidir.”[69]

Kâ’b dedi ki:

“Suhayna (çorbacılar, Kureyş’i kastediyor) geldi ki Rabbi ile

yarışsın da mağlup etsin diye, Herkesi yenik düşüren kimse ile yarışa kalkan, elbette yenik düşecektir.”

Peygamber (sav) buyurdu ki: “Andolsun ey Ka’b şu sözün dolayısıyla yü­ce Allah seni methetmiştir.”[70]

ed-Dahhâk’ın İbn Abbad’dan rivayetine göre o yüce Allah’ın: “Şairlere de azgınlar uyar” buyruğu daha sonra gelen “ancak iman edip, s alili amel iş-leyen…ler müstesna” buyruğu ile neshedilmiştir.

el-Mehdevî dedi ki: Sahih’te, İbn Abbas’dan gelen rivayete göre bu bir (nesih değil) istisnadır.

“Zulmedenler de yakında nasıl bîr yere devrileceklerini bileceklerdir.”

Bu buyrukta intikam alırken zulmedenler tehdit edilmektedir. Şüreyh dedi ki: Zalimler Allah’ın elinden nasıl kurtulacaklarını bileceklerdir. Çünkü za­lim cezalandinlmayı bekler, mazlum yardım ve zaferi gözetler. İbn Abbas; “na-sd bir yere devrileceklerini” anlamındaki buyruğu Nasıl bir yere kurtulup, bırakılacaklarını diye “fe” ve “te” ile okumuşlardır ki anlam­ları birdir. Bunu da es-Sa’lebî zikretmiştir.

“Nasıl bir yere devrileceklerini” buyruğunun anlamı da şudur; Nasıl bir dönüş yerine varacaklarını ve nasıl bir yere döndürüle­ceklerini (bileceklerdir) demektir. Çünkü onların varacakları yer cehennem ateşidir ve o en çirkin bir dönüş yeridir. Onların dönecekleri yer de cezadır ve o da en kötü bir dönüş yeridir.

“Munkaleb: Devrilecek yer” ile’ marcT (dönüş yeri) arasındaki farka ge­lince, munkaleb içinde bulunduğu halin zıttına geçiştir. Marci’ ise içinde bu­lunduğu halden daha önce bulunduğu hale dönüş demektir. Dolayısıyla her-bir dönüş yeri (merci’), munkaleb (devrilecek yer) demek olur. Fakat herbir munkaleb merci’ değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Bunu da el-Ma-verdî zikretmiştir.

“Nasıl” lafzı “devrilecekler” ile nasbedilmiştir ve mastar manasına­dır. Bunun “bileceklerdir” anlamındaki lafız ile nasb olması caiz değildir. Çünkü bu edat ile diğer istifham edatlarında nahivcilerin naklettiklerine göre makabli yani kendisinden önceki amiller amel etmezler. en-Nehhâs de­di ki: Bu hususta gerçek şudur: İstifham bir manadır, onun makabli de bir başka manadır. Eğer makabli onda amel edecek olursa, bu sefer manalar bir­birine karışır (içinden çıkılamaz).

Kuran

Şuara Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.