Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

25 – Furkan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Cumhurun görüşüne göre tamamı Mekke’de inmiştir. İbn Abbas ile Katâ-de: Bundan Medine’de nazil olmuş üç âyet müstesnadır, demişlerdir. Söz ko­nusu üç âyette: “Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler” buyruğu “Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir.” (el-Furkan, 25/68-70) buy­ruğu ile sona ermektedir.

25 – Furkan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Furkan Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı ile

ed-Dahhâk der ki: Bu sûre Medine’de inmiş bir sûre olmakla beraber, on­da Mekke’de inmiş bir takım âyetler de vardır. Bunlar da yüce Allah’ın: “On­lar ki Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet etmezler” buyruğu ile başla­yan bir kaç âyet-i kerimedir.

Bu sûrenin maksadı’Kur’ânın işgal ettiği yerin büyüklüğünü, kâfirlerin pey­gamberliğe dil uzattığı noktaları dile getirmek, onların söz ve cahilliklerine karşılık vermektir. Onların söyledikleri sözlerden birisi de: “Bu Kur’ân’i Mu-hammed uydurmuştur. O Allah tarafından gönderilmiş bir kitap değildir” id­dialarıdır. [1]

  1. Hak ile batılı ayıranı (Furkan’ı) âlemlere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir!
  2. Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur ve O, hiçbir evlat edinmemiştir. Mülkünde de ortağı yoktur. Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir.
  3. Onlar, O’nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda vere­meyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilâhlar edindiler.

“Hak ile batılı ayıranı (Furkan’ı)… indiren (Allah) ne yüce, ne mübarek­tir!” buyruğunda yer alan (ve “ne yüce, ne mübarektir” diye meali verilen *tebâreke”nin anlamı hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferrâ der ki: Arap-çada bu kelime ile “tekaddese” buyruğu anlam itibariyle aynıdır ve her iki­si de azameti anlatmak için kullanılır. ez-Zeccâc: “Tebâreke” lafzı “bere-kef’den, “tefâale” vezninde bir kelimedir. Bereketin manası ise hayırlı olan herbir şeyin pek çok olması demektir.

“Tebâreke”nin teâla (pek yüce) anlamında olduğu söylendiği gibi, bağışı pek yücedir, yani çok ve fazladır anlamında olduğu söylendiği gibi, nimetler ihsan etmesi, devamlı ve kesin sabittir, anlamında olduğu da söylenmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Bu açıklama, bu kelimenin dildeki anlamı ve türeyi­şi bakımından en uygun olanıdır. Çünkü bir şeyin sabit oluşunu anlatmak için “berekef’in de kökünü teşkil eden (^Lrt): Çöktü” fiili kullanılır.”Deve çöktü, kuş suyun kenarına kondu” tabirleri de buradan gelmektedir ki bu da devamlı kalışı ve sabit oluşu ifade eder.

(Mukaddes oldu anlamına geldiğini belirten) ikinci görüş ise yanlıştır. Çün­kü takdis (mukaddes bilme, kutsama) temizlikten gelmektedir. Anlam itiba­riyle bununla bir ilgisi yoktur.

es-Sa’lebî dedi ki: “Tebârekallah” denilir, ancak “mütebârek” ve “müba­rek” denilmez. Çünkü yüce Allah’ın İsim ve sıfatları hususunda konu ile il­gili gelen nakillerin sınırında durulması gerekir. Şair et-Tirimmah der ki:

“Ne mübarektir sânın! Vermediğini yoktur verecek, Ya Rab, senin verdiğini de yoktur engelleyecek.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Sen ne mübarek, ne yücesin, ne takdir edersen o olur, şükürler olsun Sana.”

Derim ki: Kimi ilim adamı yüce Allah’ın güzel isimleri arasında “el-Mübâ-rek” adını da saymaktadır. Biz de bu ismi Kitabımızda (el-E$nâ fi Şerhi Es-mai’llahi’l-Hü&nâ adlı eserimizde) zikretmiş bulunuyoruz. Eğer böyle bir is­min kullanılmayacağı hususunda İttifak hasıl olmuş ise, o taktirde bu husus­taki icmâ kabul edilir. Şayet bu konuda ihtilaf söz konusu olmuşsa “ed-Dehr” ve buna benzer bir çok isim hakkında da görüş ayrılığı bulunduğu bilinmek­tedir. Biz bu husus da sözünü ettiğimiz yerde dikkat çekmiş bulunuyoruz. Yü­ce Allah’a hamdolsun.

*eI-Furkan”dan kasıt Kur’ân-ı Kerîmdir. Allah tarafından indirilmiş bütün vahiylerin adı olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah: “Andolsun ki Biz Musa ile Harun’a Furkan’ı… uerdik.” (el-Enbiyâ, 21/48) diye buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’e Furkan adının verilmesi iki türlü açıklanmıştır. Birinci­sine göre bu ismin veriliş sebebi, hak ile batılı, mü’min ile kâfiri birbirinden ayırdetmiş olmasıdır. İkincisine göre de bunun sebebi, bu kitapta haram ve helal gibi şer’î hükümler açıklanmış olmasıdır. Bunu en-Nakkâş nakletmek­tedir.

“Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna” Muhamrned (sav)’a “İndiren…” Bu­rada “olsun” fiilinde “kuluna” ait bir zamir vardır. Bunun ona ait olması en yakın o olduğundan dolayı daha uygundur. Bu zamirin “Furkan”a ait olma­sı da mümkündür.

Abdullah b. ez-Zubeyr, “kuluna” anlamındaki buyruğu çoğul olarak: “Kullarına” diye okumuştur.

Korkutma halini anlatmak üzere “itizar (korkutup, uyarma)” kullanılır. Bu­na dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/6. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır. “en-Nzir” ise heiâk olmaktan korkutan kimsedir. el-Cevherî der kir en-Nezir hem münzir (korkutan), hem de inzâr (kor­kutmak) anlamında kullanılır.

“Âlemler” ile burada kastedilenler insanlar ve cinlerdir. Çünkü Peygam­ber (sav) onlara rasûl olarak gönderilmiş ve onları korkutmak üzere gelmiş­tin O peygamberlerin sonuncusudur. Nuh (a.s) dışında risaleti umumî ondan başka bir peygamber gelmemiştir. Çünkü Nuh (a.s) tufandan sonra bütün insanlara rasûl olarak gönderilmiştir. Zira onunla insanlar yeniden başlamış­lardır.

“Ki göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur” buyruklarıyla yüce Allah kendi zatının azametini dile getirmektedir. “Ve O, hiçbir evlad edinmemiş-

tir” buyruklarıyla da yüce Rabbimiz, müşriklerin ileri sürdüğü meleklerin Al-lah’ın kızları olduğu, iddiasından zatını tenzih etmiştir. Onlar meleklerin Al­lah’ın kızları olduğunu söylüyorlardı. O bundan yüce ve münezzehtir. Aynı zamanda yahudilerin iddia ettikleri “Uzeyr Allah’ın oğludur” iftirasından da, hristiyanların söyledikleri “Mesih Allah’ın oğludur” inanışından da ken­di zatını tenzih etmektedir. Allah bundan pek yücedir.

“Mülkünde de ortağı yoktur.” Durum puta tapıcıların söyledikleri gibi de­ğildir. “Herşeyİ yaratıp, onu İnceden inceye takdir ve tayin etmiştir.” Mecusî ve Seneviye’nin (iki yaratıcıya inananların) şeytanın ya da karanlığın bazı şeyleri yaratmaları söz konusu değildir. Durum, yaratılmışın var etme kudreti vardır, diyenlerin dedikleri gibi de değildir. İşte bu âyet-i kerime, bü­tün bunların kanaatlerini reddetmektedir.

“İnceden inceye takdir ve tayin etmiştir.” Yani O, yaratmış olduğu her-bir şeyi iradesi doğrultusunda hikmetiyle inceden inceye takdir ve tayin et­miştir. Yanılarak ve gafletle herhangi bir şey yaratmış değildir. Bilakis kıya­mete kadar yarattıkları ve kıyametten sonra yaratacağı herbir şey O’nun tak­diri ile meydana gelir. O yaratan ve yarattıklannın kaderini tayin ve tesbit eden­dir. O halde yaratıcı yalnız O’dur ve sİ2 de yalnız O’na ibadet etmelisiniz.

“Onlar O’nu bırakıp hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratıl­mış olan… ilahlar edindiler.” Yüce Allah, bu buyruğunda vahdaniyet ve kud­retine dair en açık delillerin ortada olmasına rağmen, başka bir takım ilah­lar edinmelerinin hayret edilecek bir iş olduğunu söz konusu etmektedir. Çün­kü onların edindikleri bu ilahlar “hiçbir şey yaratamayan” ilahlardır. “Ak­sine kendileri yaratılmış olan” varlıklardır.

Müşrikler bu ilahların fayda sağlayıp zarar verdiklerine inandıklarından do­layı, onlar hakkında akıl sahibi varlıkların zamirini kullanmıştır.

“Kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen…” Bu uydurma ilâhların fayda sağlamaları da, bir zarar vermeleri de söz konusu değildir. Ken­dilerine de, kendilerine ibadet edenlere de herhangi bir zarar veremezler, hiç­bir fayda da sağlayamazlar. Çünkü onlar cansız bir takım varlıklardır, diye de açıklanmıştır.

“Öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yet­meyen İlahlar”dır, bunlar. Kimsenin canım alamazlar, kimseye hayat vere­mezler.

Buyrukta geçen “en-nuşûr” da ölümden sonra diriltmek demektir. “Allah ölüleri diriltti, onlar da dirildiler” demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-A’raf, 7/57. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. Şair el-A’şâ der ki;

“Tâ ki insanlar desinler gördüklerinden: Hayret şu diriltilen ölüye!” [2]

  1. Kâfirler dediler ki: “Bu ancak onun uydurduğa bir yalandır. Ona başka bir topluluk da bunun için yardım etmiştir.” Muhakkak onlar zulmettiler, asılsız bir iddiada bulundular.
  2. Ve dediler ki: “(Bu) öncekilerin masallarıdır. Onu başkalarından alıp yazmıştır. Onlar sabah, akşam kendisine okunmaktadır.”
  3. De ki: “Onu göklerle yerde olan, gizlilikleri bilen, Allah indir­miştir. Muhakkak ki O, Gafurdur, Rahmidir.”

“Kâfirler” den kasıt Kureys. müşrikleridir. İbn Abbas der ki: Aralarından bu sözleri söyleyen kişi en-Nadr b. el-Hâris’tir. Aynı şekilde Kur’ân-t Kerîra’de; “esâtîr: geçmişlerin masalları” şeklindeki nitelemelerin hepsi de böyledir. Mu-hamrried b. İshak dedi ki: Bu (en-Nadr) Peygamber (sav)’a çokça eziyet ve: ren birisi idi. “

“Dediler ki: Bu” yani Kur’ân-ı Kerîm “ancak onun uydurduğu bir yalan­dır.” Bunu o uydurup, düzmüştür. “Ona başka bir topluluk da…” Mücahid’e göre yahudileri kasdetmektedir “…bunun için yardım etmiştir.” İbn Abbas der ki: “Başka bîr topluluk” buyruğu ile kasdedilen kimse el-Hadramî oğul­larının mevlası Ebu Fukeyhe, Addâs ve Cebr denilen şahıslardır. Bunların üçü de kitap ehline mensub kimselerdir. Bunlardan daha önce en-Nahl Sûresi’nde (16/103. âyetin tefsirinde) söz edilmişti.

“Muhakkak onlar zulmettiler.” Onlar zalimlik ettiler. Onların bu yapük-lan bir zulümdür, diye de açıklanmıştır,

“Asılsız bir iddiada bulundular ve dediler kî: (Bu) öncekilerin masal­larıdır. ” ez-Zeccâc dedi ki: “el-esâtir” çoğul olup, tekili “ustûre”dır. Tıpkı “uh-dûse” kelimesinin çoğulunun “ehâdîs” şeklinde gelmesi gibi. Başkası da “esâtîr” kelimesi “estâr”ın çoğuludur. “Ekvâl”in çoğulunun, “ekavîl” şeklin­de gelmesi gibidir.

“Onu” Muhammed” başkalarından alıp, yazmıştır. Onlar sabah akşam kendisine okunmaktadır.” Ona bu yolla telkin edilmektedir ki, onları ge­reği gibi belleyebilsin.

“Okunmaktadır’in aslı; şeklinde olup, tad’îf (aynı harfin iki defa arka arkaya gelmesi)nden ötürü, son “lam” “ya”ya değiştirilmiştir. “Kartal (herhangi bir şeyin ürerine) hızlıca indi'[3]* ve benzer kullanımlarda olduğu gibi.

“De ki: Onu göklerle yerde olan gizlilikleri bilen Allah İndirmiştir.” Ya­ni ey Muhammed de kir Bu Kur’ân-ı Kerim’i gizlilikleri bilen indirmiştir. O gaybı bitendir. Ayrıca Onun bir öğreticiye ihtiyacı yoktur. Burada “açık”m değil de ” gizli “nin söz konusu edilmesi, gizli olanı bilenin, açık olan bir şe­yi bilmesinin daha anlaşılır bir gerçek oluşundan dolayıdır.

Şayet Kur’ân-ı Kerîm kitap ehlinden ve başkalarından öğrenilmiş olsay-dt, onlarda bulunanlardan fazlası bu kitapta bulunmazdı. Kur’ân-ı Kerîm on­larda bulunmayan pek çok şeyler ihtiva etmektedir. O halde onlardan alın­mış bir kitap değildir. Aynı şekilde eğer bu kitap belirtilen yerlerden alınmış olsaydı, müşriklerin Muhammed (savja karşı çıktıkları gibi, bu kitaba da kar­şı çıkmaları mümkün olurdu. Niye bu Kur’ân’a karşı çıkarak, onun bir ben­zerini ortaya koyamadılar? Böylelikle her bakımdan onların Kur’ân’a yönelt­tikleri itirazlar çürümüş olmaktadır.

“Muhakkak ki O, Gafurdur, Rahimdir.” Bununla dostlarının günahları­nı bağışladığını, onlara merhamet edici olduğunu anlatmaktadır. [4]

  1. Ve şöyle dediler: “Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer ve pa­zarlarda dolaşır? Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere, berabe­rinde bir melek indirilmeli değil miydi?
  2. “Yahut ona bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” Zalimler: “Siz ancak büyülen­miş bir adama uyuyorsunuz” dediler.

Yüce Allah’ın: “Ve şöyle dediler: ‘Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer ve pazarlarda dolaşır?” buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı iki başlık ha­linde sunacağız: [5]

1- Teklifleri Kabul Edilmeyen Kureyş’lilerin İtiraza Kalkışmaları:

Yüce Allah: “Ve şöyle dediler…” buyruğu ile onların tenkid edip, dil uzat- , tıkları bir başka hususu dile getirmektedir. “Dediler” buyruğundaki zamir Ku-reyş’lîlere aittir.’ Onların Rasûlullah (sav) ile yaptıkları meşhur bir toplantı­ları vardır. Bunu daha önce Subhan (el-İsrâ) Sûresi’nde (17/90-93 âyetlerin tefsirinde) söz konusu etmiştik- Bu toplantıyı İbn İshak “Sîref”inde ve başkalan da zikretmişlerdir. Muhtevası şudur: Onların ileri gelenleri olan Utbe b. Rabia ve diğerleri Peygamber (sav) ile bir araya gelip, ona ey Muhammed dediler. Eğer sen, başkanlığı seven birisi isen, seni başımıza yönetici yapa­lım. Şayet istediğin mal ise her birimiz malından bir şeyler vererek sana çok­ça mal toplarız.

Rasûluüah (sav) bu tekliflerini kabul etmeyince, bu sefer ona karşı delil getirme yolunu tutarak şöyle dediler: Sen Allah’ın Rasûlü olduğun halde, na­sıl olur da yemek yiyiyor ve çarşı pazarlarda duruyorsun? Bu sözleriyle ye­mek yediği için (akılları sıra) onu ayıpladılar, zira onlar Rasûlün bir melek olmasını istiyorlardı. Kisra’ların, Kayser’lerin ve diğer zorba hükümdarların çarşı-pazarlarda dolaşmaya tenezzül etmediklerini gördüklerinden de çarşı-pazarlarda dolaşmasını ayıpladılar. Peygamber (sav) İse çarşı-pazarlannda on­larla birlikte oturup kalkıyor. Onlara emirler ve nehiyler veriyordu. Buna rağ­men onlar: Bu başımıza kral olmak istiyor, dediler. Madem öyle, niye kral­ların izledikleri yoldan farklı bir yol izliyor? Yüce Allah kendi sözleriyle on­lara cevap verdi ve peygamberine: “Bizim senden Önce gönderdiğimiz rasûl-ler de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı” (el-Furkan, 25/20) buyruğunu indirdi. O halde kederlenme ve üzülme, çünkü bu senin utanmanı gerektirecek bir şikâyet konusu değildir. [6]

2- Çarşı-Pazarlara Girmenin Hükmü:

Ticaret ve geçim sağlamak amacıyla çarşılara-pazarlara girip çıkmak mu­bahtır. Peygamber (sav) da ihtiyacı dolayısıyla insanlara Allah’ın emirlerini ha­tırlatıp onları Allah’ın yoluna davet etmek maksadıyla çarşı-pazarlara giriyor ve çarşı-pazarlarda kendisini himaye etmeleri için kabilelere teklifte bulunu­yordu, Bu-yolla Allah’ın onlan hakka döndürmesini ümit ediyordu. Buhârî’de Peygamber (sav)’in niteliklerine dair şu ifadeler yer almaktadır: “O, kaba ve sert tabiatlı birisi değildir. Çarşı-pazarlarda da bağırıp, çağırmaz. “[7] Bu hadis te el-A’raf Sûresi’nde (7/157. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Birden çok hadis-i şerifte çarşı-pazar söz konusu edilmektedir. Bunu, sa­hih hadisleri kitaplarında bir araya toplayan muhaddister, zikretmişlerdir. Çar-şı-pazarlarda Ashab-ı Kiram’ın ticaret yaptığı -özellikle muhacirler- bilinen bir husustur. Nitekim Ebu Hureyre şöyle demiştir: “Muhacir kardeşlerimiz çar-şı-pazarlarda alışverişlerle meşgul idiler…” Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir.[8] Bu hususa dair daha geniş açıklamalar yüce Allah’ın izniyle yine bu sûrede gelecektir.

“Onunla birlikte… bir melek indirilmeli değil miydi?” sorusunun (na­hiv bakımından) cevabı: “Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere…”

ifadelerdir.

“Yahut ona bir hazine verilmeli…” buyruğunda “Yahut… veril­meli” ifadesi ref’ mahallindedir. “Veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçe­si olmalı değil miydi?” anlamındaki buyrukta geçen: “Yiyeceği” buyruğunu Medine’liler, Ebu Amr ve Âsim “ye” ile okumuşlardır. Diğer Kû-fe’li kıraat alimleri ise bunu (yiyeceğimiz anlamında olmak üzere) nûn ile oku­muşlardır. (“Yiyeceği” anlamını veren) “ya” ile kıraat daha açık ve anlaşılır olmakla birlikte, her iki kıraat da güzel olup, her birisi ayrı bir anlam ifade etmektedir. Daha önceden Peygamber (sav)’dan söz edilmiş olduğundan za­mirin ona ait olması daha açık anlaşılan bir husustur. Bunu en-Nehhâs zik­retmiştir.

“Zalimler: ‘Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz’ dediler.” Bu da daha önce el-İsra Sûresi’nde (17/47. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Bu söz-ieri söyleyen kişi, el-Maverdî’nin belirttiğine göre Abdullah b. ez-Zibârî’dir. [9]

  1. Bir bak! Onlar sana nasıl misaller getirip sapıklığa düştüler? Artık onlar hiçbir yol bulamazlar.
  2. Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bah­çeler verebilen ve senin İçin köşkler kurabilen Allah, yüceler yü­cesidir.

“Bir bak! Onlar sana nasıl misaller getirip sapıklığa düştüler?” Seni ya­lanlayabilmek için, sana bu şekilde örnekler verip hak yoldan nasıl saptık­larına ve maksatlarını da ele geçiremediklerine bir bak!

“Artık onlar” senin hakkında söylediklerinin doğruluğunu ortaya koyma­ya “hiçbir yol bulamazlar.”

“Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen… Allah yüceler yücesidir.” Bu buyrukta şart ve cevap birlikte gel­miştir. Burada; “Sana verebileıTdekİ iki lâm’ın idgam edilmeyiş se­bebi, her iki lâm’ın ayrı ayrı kelimelerde bulunmasıdır. Birbirinin misli olan iki harf ardarda geldiğinden ötürü idğam yapılmaları da caizdir.

“Ve senin için kurabilen…” buyruğunda muzarî fiil daha önce geçen “Verebilen” fiilinin mahalline atıf dolayısıyla cezm konu­mundadır. Birinci fiille herhangi bir ilişkisi olmaksızın reP mahallinde olma­sı da^caizdir. Nitekim Şam’lılar böyle okumuşlardır. Yine Âsım’dan da bunu diye merfu okuduğu da rivayet edilmektedir. Bu da; âhirette se­nin için köşkler var edecektir, anlamında olur.

Mücahid dedi ki: Kureyş bir ev taştan oldu mu ne olursa olsun onu bir köşk (kasr) kabul ederdi. Kasr sözlükte hapsetmek demektir. Köşke bu is­min veriliş sebebi, içinde bulunan kimseler başkalarının ulaşmasına karşı ko­runmaları, engellenmeleridir.

Bir diğer açıklamaya göre Araplar kerpiçten yapılmış evlere “kasr” yün ve kıldan yapılmış olanlara “beyt” derlermiş. Bunu da el-Kuşeyrî nakletmekte­dir.

Süfyan, Habib b. Ebi Sabit’ten, o Hays«me’den şöyle dediğini nakletmek­tedir; Peygamber (sav)’a şu teklif yapıldı: Arzu edersen, biz sana dünya ha­zinelerini ve anahtarlarını verebiliriz. Bu senden önce hiç kimseye verilme­diği gibi, senden sonra da hiçbir kimseye verilmeyecektir. Ayrıca bu senin âhiretteki mükâfatını da eksiltmeyecektir. Arzu edersen bunları hep birlik­te âhirette sana bir arada veririz. O: “Bunlar bana âhirette hep birlikte bir ara­da verilsin” deyince, yüce Allah da: “Dilerse sana bunlardan daha hayırlı, altından nehirler akan bahçeler verebilen ve senin için köşkler kurabi­len Allah,yüceler yücesidir” buyruğunu indirdi.

Yine rivayet edildiğine göre bu âyet-i kerimeyi Peygamber (sav)’a cennet­lerin bekçisi Rıdvan indirmiştir. Haberde nakledildiğine göre Rıdvan, Peygam­ber (sav)’a inip de: “Ey Muhammed, aziz ve celil olan Allah’ın sana selamı­nı getirdim. İşte sana bu kutuyu getirdim. -Parıl parıl parıldayan nurdan bir kutu ile karşılaştım- Rabbin sana diyor ki: “İşte bunlar dünya hazinelerinin anahtarları, bununla birlikte âhirette sana verileceklerden sivrisinek kanadı kadar dahi hiçbir şey eksi İtil meye çektir” dedi. Peygamber (sav) danışırcası-na Cebrail (a.s)’a bakınca, Cebrail alçak gönüllü davran anlamında ona ye­ri işaret edince şöyle buyurdu: “Ey Rıdvan, benim bunlara ihtiyacım yok. Ben fakirliği daha çok severim. Sabreden ve şükreden bir kul olmayı tercih ederim.” Bunun üzerine Rıdvan: “İsabet ettin, sana Allah yeter” deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir. [10]

  1. Fakat onlar kıyameti yalanladılar. Kıyameti yalanlayanlara da Bİ2, şiddetli bir ateş hazırladık.
  2. O ateş, onları uzaktan görünce, onun büyük bir öfke ile çıkar­dığı şiddetli uğultusunu İşiteceklerdir.
  3. Onlar elleri boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldık­larında orada: “Yetiş, ey ölüm!” diye feryad ederler.
  4. “Bugün ölümü bir kere değil, bir çok kere temenni edîn” (deni­lecek).

“Fakat onlar kıyameti” kıyamet gününü “yalanladılar. Kıyameti yalan­layana da Biz şiddetli bir ateş hazırladık.” Bununla onları alevli ateşiyle ya­kacak olan cehennemi kasdetmektedir.

“O ateş onları uzaktan” beş yü2 yıllık bir mesafeden “görünce, onun bü­yük bir öfke İle çıkaracağı, şiddetli uğultusunu işiteceklerdir.” Denildiği­ne göre buyruğun anlamı şudur: Onlar cehennemi göreceklerinde, kendile­rine karşı oldukça öfkeli bir şekilde çıkaracağı sesini işiteceklerdir.

Bir diğer açıklamaya göre cehennemin bekçileri onları göreceğinde, on­ları azaplandırmak üzere duyacaktan şiddetli istekleri dolayısıyla, öfkeli bir şekilde çıkaracakları şiddetli seslerini işiteceklerdir.

Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Çünkü merfu olarak gelen rivaye­te göre; Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kim kasti olarak benim aley­himde bir yalan uyduracak olursa cehennemin iki gözü arasında kendisine . bir yer seçsin.” Ey Allah’ın Rasûlü! Onun iki gözü var mıdır? diye sorulunca, şöyle buyurdu: “Sizler yüce Allah’ın: “O ateş onları uzaktan görünce, onun büyük bir öike ile çıkaracağı şiddeti) uğultusunu İşiteceklerdir” buyruğu­nu hiç duymadınız mı? Cehennem ateşinden gören iki gözü ve konuşan bir dili bulunan bir boyun uzanacak ve şöyle diyecektir: “Ben Allah ile birlikte başka bir ilah edinen herkesi azaplandırmak üzere görevlendirildim.” Şüp­hesiz o, kuşun susam tanesini görüp bilmesinden daha İleri derecede onla­rı görür.”

Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: “Cehennemden bir boyun çı­kar ve kuşu susanı tanesini gagalaması gibi, kâfirleri yakalar.” Bunu Rezîn, Kitab’ında zikretmiş, İbnu’l-Arabî “el-Kabes” adlı eserinde sahih olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: Yani kuş susam tanesini topraktan ayırdedebil-diği gibi; bu boyun da cehennemlikleri insanlar arasında böylece bilip tanı­yacaktır.

Bu hadisi Tirmizî de Ebu Hureyre yoluyla şöylece nakletmektedir; Rasû-luliah (sav) buyurdu ki: “Kıyamet gününde gören iki gözü, işiten İki kulağı ve konuşan bir dili bulunan bir boyun cehennem ateşinden çıkacak ve şöy­le diyecektir: “Ben üç kişiyi (yakalayıp, azaplandırmak) ile görevlendirildim: İnatçı herbir zorbayı, Allah ile birlikte başka bir ilah çağıran herbir kimseyi ve suret yapıcılarını.” Bu hususta Ebu Said yoluyla gelen bir başka rivayet de vardır. Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, garib ve sahih bir hadistir.[11]

el-Kelbî dedi ki: Onlar tıpkı Ademoğullarının öfkelenmesini andıran öf­keli uğultusunu ve merkep sesini andıran sesini işiteceklerdir.

Buyrukta bir takdim ve tehir olduğu da söylenmiştir, Onlar, onun öfkeli sesini işitecekler ve onun kendilerine karşı öfkelendiğim bilecekler.

Kutrub der ki: Öfkelenme işitilmez, görülür. Buyruğun anlamı şöyledir: Onlar, öfkelendiğini görecekler ve onun şiddetli uğultusunu işiteceklerdir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

“Ve ben savaşta gördüm senin kocanı,

Bir kılıç ve bir mızrak kuşanmış olduğu halde.”

Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olduğu halde (onu gördüm) demektir, Buradaki; “Uğultusunu İşiteceklerdir” ifadesinin, içinde böyle bir uğul­tu işiteceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir. Onun içinde bir öfke se­si ve azab edilenlerin hırıltılarını işiteceklerdir demektir. Nitekim yüce Allah: “Onlar orada yüksek hırıltılarla ve inleyerek solurlar” (Hud, 11/106) diye buyurmaktadır. Hud Sûresi’nde kullanılan “fi” cer harfi ile bu buyrukta kullanılan “lam” cer harfi ise birbirine yakındır. Nitekim: “Bu işi Allah yolunda Allah için yaparım” denilir.

“Onlar elleri boyunlarında bağlanıp onun dar bir yerine atıldıklarında…” Katâde dedi ki: Bize naklolunduğuna göre Abdullah şöyle dermiş: Şüphesiz ki mızrağın dibindeki demir nasıl onun sapı üzerinde dar geliyor (onu sıkı­yor) ise cehennem de kâfir üzerinde öylece daraltılacaktır. Bunu İbnu’1-Mü-barek “er-Rakaik” adlı eserinde zikretmektedir. İbn Abbas da böyle demiş­tir. Bunu da ondan es-Sa’lebî ve el-Kuşeyrî naklettiği gibi, el-Maverdî de bu açıklamayı Abdullah b. Amr’dan nakletmiştir.[12]

“Elleri boyunlarında bağlanıp” buyruğu kolları bağlanmış de­mektir. Bu açıklamayı Ebu Salih yapmıştır. Elleri zincirlerle boyunlarına vu­rulmuş diye açıklandığı gibi, şeytanlarla birlikte bağlanmış olacaklardır di­ye de açıklanmıştır. Yani onların herbirisi kendi şeytanı ile bir arada bağla­nacaktır. Bu açıklamayı da Yahya b. Sellâm yapmıştır. Bu husustaki açıkla­malar daha önceden ibrahim Sûresi’nde (14/49- âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. Amr b. Külsûm da (bu lafzı kullanarak) şöyle demektedir:

“Onlar yaptıkları talanlarla ve esirlerle geri döndüler, Bizler iae kralları zincirlere vurmuş olarak geri döndük.”

“Orada: Yetiş, ey ölüm! Diye feryad ederler.” Yani helak olmayı te­menni ederler. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. İbn Abbas ise; yazıklar olsun bizlere (va veytâ) diye bağırırlar, diye açıklamıştır. Peygamber (sav)’ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: “Bu sözü ilk söyleyecek kişi İblis olacaktır. Çünkü cehennem ateşinden kendisine boydan boya elbise giydi­rilecek ilk şahıs o olacaktır. Bu elbise kaşlarının üzerine konulacak, o bunu arkasından sürüklerken onun zürriyeti de ardından yürüyecekler, kendisi de: Yetiş ey ölüm! diye feryad edecektir.”

Buradaki”Ölüm” kelimesinin mansub gelmesi mastar (meful-i mut­lak) olduğu içindir. Yani takdirindedir. Bu açıklamayı ez-Zeccâc yapmıştır. Başkası ise bunun mef’ulün bih olduğunu söylemiştir.

“Bugün ölümü bir kere değil, bir çok kere temenni edin.” Çünkü sizin helak oluşunuz yalnız bir defa ölümü temenni ettirecek kadar hafif değildir. Burada “ölüm” kelimesinin kullanılması, mastar olup mastann da hem az hem de çok hakkında kullanılabilmesi dolayısıyladır. Bundan dolayı çoğulu ge­tirilmez. Bu da bir kimsenin: Onu çokça vur­dum, uzunca oturdudemesine benzer.

Ayet-i kerimeler İbn Hatâl ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. [13]

  1. De ki: “Acaba bu mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mi? Onlar için bir mükafat ve bir dönüş yeri­dir.”
  2. Orada onlar için -kendileri ebçdi kalmak üzere- diledikleri herşey vardır. Bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadi­dir.

“De ki- Acaba bu mu hayırlıdır, yoksa müttakilere vaadolunan ebedi­lik cenneti tni?” buyruğunda yüce AHah ateşte haytr namına bir şey olma­makla birlikte niye: “Acaba bu mu hayırlıdır” diye buyurmuştur, şeklinde bir soru sorulacak olursa, buna verilecek cevap şudur; Sibeveyh’in Araplardan naklettiğine göre -mutluluğun daha çok sevilen bir şey olduğu bilinmekle bir­likte-: Sen bedbahtlığı mı daha.çok seversin, yoksa mutluluğu mu? diye so­rarlar. Bir diğer açıklamaya göre buradaki “hayırlıdır” ifadesi ism-i tafdil an­lamında; o mu daha hayırlıdır? kabilinden olmayıp, bir kimsenin: Onun nezdinde hayır vardır, demesi kabilindendir. en-Nehhâs der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Nitekim şair şöyle demiştin

“Sizin kötü olanıniü aranızdan hayırlı olanınıza feda olsun*

Bir diğer açıklamaya göre; böyle buyurulması cennetin ve cehennemin ar­tık konaklanılacak yerlerden olması dolayısıyladır. Her iki konak arasındaki farklılıktan ötürü böyle sorulmuştur. Bir diğer açıklama da şöyledir: Bu­radaki ifade yüce Allah’ın: “Dilerse sana bunlardan daha hayırlı… verebi­len Allah yüceler yücesidir” buyruğu ile alakalıdır.

Bir başka açıklamaya göre de bu ifade; ey kâfirler, sizin bilgi ve inanışı­nıza göre bunların hangisi hayırlıdır anlamındadır. Çünkü onlar cehennem­liklerin ameliyle amel etmekle “ateşte bir hayır vardır” diyormuş gibi oluyorlardı-

“Orada onlar için -kendileri ebedi kalmak üzere” nimet türünden “diledikleri herşey vardır.” el-Kelbî dedi ki: Yüce Allah, mü’minlere amel­lerinin kargılığı olarak cenneti vaadetmiştir. Onlar onun bu vaadini ondan is­teyerek: “Rabbimiz, bize peygamberlerin aracılığıyla vaadettiğini de ver.” (Al-i İmran, 3/194) diye dua etmişlerdir. İbn Abbas’ın açıklaması da bu an­lamdadır.

Bir diğer açıklamaya göre melekler onlar İçin cenneti isteyeceklerdir. Bu­nun delili de yüce Allah’ın: “Ve ey Rabbimiz, onları da… kendilerine vaadet-tiğinAdn cennetlerine girdir” (el-Mu’min, 40/8) âyetidir. Bu da Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’nin görüşüdür.

Yüce Allah’ın: “Bu, Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir” buy­ruğunun şu anlama geldiği söylenmiştir: Bu vaad yerine getirilmesi gerekli bir vaaddir. İstenmese dahi bu böyledir, tıpkı borç gibidir. Araplardan: El-betteki ben sana bin (dirhem) vereceğim, dedikleri (böylece bir borç öde­me taahhüdünde bulunurcasına kesin bir ifade kullandıkları) nakledilmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre; “bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir va­adidir” buyruğu, bu senin için hakedilmiş bir vaaddir. Bundan dolayı sen onu (dualarında) istemelisin.

Zeyd b Eşlem dedi ki: Onlar dünyada iken Allah’tan cenneti dilediler ve dualarında o cennette olan isteklerini dile getirdiler. Yüce Allah da âhirette onların isteklerini kabul buyuracak ve dileklerini kendilerine verecektir. Bu da bu husustaki birinci görüşün kapsamındadır. [14]

  1. Onları ve Allah’tan başka İbadet ettiklerini hasredip toplayaca­ğı gün der ki: “Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız? Yoksa ken­dileri mi yoldan saptılar?
  2. Derler ki: “Seni tenzih ederiz. Senden başkalarını veliler edin­mek bize yaraşmaz. Fakat Sen onları ve babalarını faydalandır­dın. Sonunda Zikri unuttular ve helak olan bir kavim oldular.”
  3. İşte söylediklerinizde sizi yalanladılar. Artık ne üzerinizdeki aza­bı defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yetirirsiniz. Sizden kim zulmederse ona büyük bir azabı tattırırız.

Onları… hasredip, toplayacağı gün” buyruğunu İbn Mu-haysın, Humeyd, İbn Kesîr, Hafs, Ya’kub ve ed-Dûrî’den gelen rivayete gö­re Ebu Amr “ya” ile okumuşlardır. Ebu Ubeyd ile Ebu Hatim de bu okuyu­şu tercih etmişlerdir. Çünkü bundan önce: “Bu Rabbinin yerine getirmesi istenen bir vaadidir” denildiği gibi, bundan sonra da: “Benim bu kulları­mı sîz mi yaptırdınız?…” diye buyurulmaktadır. Diğerleri ise; (Cenâb-t Al­lah’ın, kendi zatını) ta’zim anlamını ifade etmek üzere (“hasredeceğimiz” an­lamında) “nün” ile okumuşlardır.

“Ve Allah’tan başka* Mücahid ve İbn Cüreyc’e göre melek, insan, cin, Me­sih ve Uzeyr gibileridir. ed-Dahhâk ve İkrime’ye göre ise putları kastedilmek­tedir. “İbadet ettiklerini hasredip, toplayacağı gün der ki…” buyruğunda geçen: “Derki” lafzını genel olarak “ya” İle okumuşlardır. Ebu Ubeyd ite Ebu Hatim’İn tercihi de budur. İbn Âmir ile Ebu Hayve ta’zim ifa­de etmek üzere “nün” ile (deriz ki anlamında) okumuşlardır.

“Benim bu kullarımı sîz mi saptırdınız? yoksa kendileri mi yoldan sap. tılar?” Bu, kâfirlere azarlayıcı bir üslupla sorulacak bir sorudur.

“Derler ki…” Allah’tan başka kendilerine ibadet olunan mabudlar: “Seni tenzih ederiz, Senden başkalarını veliler edinmek bize yaraşmaz” diyecekler demektir.

Allah’tan başka kendisine ibadet olunan putlar bir araya getirilip toplana­cak olursa, cansız oldukları halde nasıl konuşacaklardır? diye sorulsa şöyle cevap verilir: Yüce Allah elleri ve ayakları konuşturacağı gibi, kıyamet gü­nünde bunları da konuşturacaktır.

el-Hasen ve Ebu Cafer: (“edinmemiz” buyruğunu) “nün” harfini ötreli, “hı” harfini üstün meçhul bir fiil olarak: ” Edinilmemiz…” diye okumuş­lardır. Bu kıraat ile ilgili olarak nahivciler bir takım açıklamalarda bulunmuş­lardır. Ebu Amr b. el-A’lâ ile İsa b. Ömer bu kıraatin caiz olmadığını söyle­mişlerdir. Ebu Arar ayrıca der kî: Eğer bu “‘edinilmemiz” anlamında meçhul bir fiil olsaydı, buyrukta ikinci olarak geçen in hazfedilmesi ve: “Senden başka veliler edinilmemiz..,” şeklinde olması ge­rekirdi. Ebu Ubeyde de aynı şekilde bu edaun iki defa zikredilmiş olması do­layısıyla fiilin meçhul okunmasının caiz olmadığını söylemiştir. Eğer (el-Ha­sen ve Ebu Ca’fer’in) okudukları gibi olsaydı, bu takdirde ikinci defa in gelmemesi gerekirdi. Bununla birlikte bu ikinci edatın sıla (zâid) olduğu da söylenmiştir.

en-Nehhâs der ki; Ebu Amr gibi değerli bir ilim adamının ve üstün konu­mu dolayısıyla söylediğinin güzel kabul edilmesi gerekir. Çünkü o ayrıca bu­na dair delil de getirmiştir. Onun söylediğini şöyle de açıklayabiliriz: “Ben hiçbir kimseyi veli edinmedim” denilir. Bu ifadenin muayyen bir kimse hakkında kullanılması mümkündür. Diğer taraftan: “Ben herhangi bir kimseyi veli edinmiş değilim” denile­rek umumi bir nefy kullanılmış olur. Burada “veli” lafzı kendisinden önce ge­çen kelimeye tabidir. O bakımdan bunun başına; in edatının gel­mesi caiz olmaz. Çünkü bunun herhangi bjr faydası yoktur.

“Fakat. Sen onları ve babalarını faydalandırdın” yani rasûllerin (Al­lah’ın salat ve selamları onlara olsun) vefatından sonra onları dünyada sağ­lık, zenginlik ve uzun ömür vererek faydalandırdın.

“Sonunda Zİkr’İ unuttular.” Yani seni anmayı, hatırlamayı bıraktılar. Azgınlığa kapılarak ve cahillikle Sana ortak koştular. Biz bu hususu kendi­lerine emretmediğimiz halde kalkıp bize ibadet ettiler.

Buradaki “Zikr”in mahiyeti hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bun­dan kasıt peygamberlere indirilmiş ve onlara okunan ilahi kitaplardır. On­lar bu kitap gereğince amel etmeyi terkettiler. Bu açıklamayı İbn Zeyd yap­mıştır.

İkinci görüşe göre de burda Zikir’den maksat onlara yapılan iyiliklere ve ilahi nimetlere karşı şükürdür. (Onlar şükrü terkettiler.)

“Ve” çünkü onlar “helak olan bir kavim oldular.” Burada “

Helak olan bir kavim” ifadesinde “helak” demek olan; dan alınmış­tır. Ebıt’d-Derda (r.a) Hıms ahalisinin karşısına çıkarak şöyle demişti: Ey Hıms ahalisi size samimiyetle öğüt veren kardeşinizin yanına geliniz. Hıms ahali­si etrafında toplanınca şöyle dedi: Ne diye utanmıyorsunuz? İçinde kalma­yacağınız binalar yapıyorsunuz, yemeyeceğiniz şeyleri copluyorsunuz; elde edemeyeceğiniz şeyleri umuyorsunuz? Şüphesiz sizden öncekiler çok yük­sek binalar yaptılar. Pek çok köleleri oldu, çok uzun zamanlarda gerçekle­şecek umutlara kapıldılar. Onların hepsi de artık helak oldular. Emelleri, umutlan bir aldanış, meskenleri kabir oldu.

O halde yüce Allah’ın; buyruğu, helak edilenler (oldular), demek­tir.

Diğer rivayette “meskenleri kabirler oldu” ifadesi; “Meskenleri içinde hiçbir şey bulunmayan bomboş yerler haline geldi” şek­lindedir.

el-Hasen der ki: “Helak olan” ifadesi onlarda hayır namına hiçbir şey kal­mamış anlamındadır. Bu da; “Yerin hiçbir veriminin olmaması” tabirinden alınmıştır ki, herhangi bir ekinin oraya ekilmemesi demektir. Bu durumda ondan hiçbir hayır ve hiçbir vetim alınmaz.

Şehr b. Havşeb dedi ki: Burada helak olmak (el-bevâr), bozulmak ve dur­gunlaşmak Ckesad) anlamındadır. Arapların işi bozacak şekilde durgunlaş­masını anlatmak üzere: “Mal bozulup, kesada uğradı” ifadele­rinden alınmıştır. Hadis-i şerifteki; “Kendisi ile evlenilmek istenmeyen dul kadın gibi kalmaktan Allah’a sığınırız”[15]İfadesi de buradan gelmektedir.

“Buğr” lafzı “zuğr: yalan, iftira” gibi mastar isimdir. Tekil, ikil, çoğul, raü-zekker vemüennes arasında fark yoktur. İbnu’z-Ziba’rî der ki;

“Ey mutlak malikin elçisi, şüphesiz benim dilim.

Açmak istedikçe (ağzım) bağlıdır, çünkü ben helak olmuşum.

Zira ben sapıklık yollarında şeytanla yanşıyorum.

Onun sapması gibi sapan kimse ise helak olur.”

Kimisi de bunun tekilinin çoğulunun da -âyette olduğu gibi şeklinde geldiğini söylemiştir. “Sığınan kimse, sı­ğınan kimseler; dönen kimse ve dönen kimseler” gibi. “Helak olan” lafzının hakka karşı kör kimseler, anlamına geldiği de söylenmiştir.

“İşte söylediklerinizde sizi yalanladılar.” Yani yüce Allah, kendisine iba­det olunan mabudlam bu işten uzak olduklarını söyleyecekleri vakit, onla­ra tapınan kimselere: İşte sizin ilah olduklarını iddia ettikleriniz, bu husus­ta “söylediklerinizde sizi yalanladılar” diye buyuracaktır.

“Artık ne üzerinizdeki azabı defedebilirsiniz, ne de bir yardıma güç yeririrsiniz.”[16]

Yani sizin ilah edindikleriniz sizden azabı önleyemedikleri gibi, size yar­dım da edemezler. Bir diğer açıklamaya göre bu kâfirler -mabudları kendi­lerini yalanlayınca herhangi bir şekilde azabı kendilerinden uzaklaştırama-yacakları gibi Allah’a karşı bir yardım da alamazlar.

İbn Zeyd dedi ki: Anlam şudur: Ey mü’minler! Şu kâfirler, Muhammed’in getirdikleri hususunda sizi yalanlamış bulunuyorlar. Buna göre “söyledikle­rinizde” buyruğu; söylediğiniz hak olan şeylerde… demek olur. Ebu Ubeyd de şöyle demektedir: Yani onlar sizin söylediğiniz hususunda sizleri yalan­ladılar. O bakımdan onlar yüce Allah’ın sizleri kendisine iletmiş olduğu haktan, sizleri geri çeviremezler. Ayrıca sizleri yalanladıkları için başlarına inecek olan azaba karşı kendilerine hiçbir yardımları da dokunmayacaktır.

Genel olarak “söylediklerinizde” şeklinde muhatap te’si ile okunmuştur. Bunun anlamını da açıklamış bulunuyoruz. el-Ferrâ’nın naklet­tiğine göre bu buyruk, “zel” harfi şeddesiz olarak; “Size yalan söylediler” şeklinde ve “Söylediklerinde” yalanlayıcıydılar di­ye de okunmuştur. Mücahid ve el-Bezzî de aynı şekilde gaib anlamını veren “ya” ile okumuşlardır. Bu durumda: “Söylediklerinde (yalanlancıy-lar)” demek olur. Ebu Hayve de “söyledikleriyle” diye “ya” ile okumuştur. “Güç yetiremezsinîz” şeklinde “te” ile okuyuş, Allah ile birlikte ortak edinen kimselere hitaptır. “Ya” ile okuyanların kıra­atine göre de anlam: Ortaklar buna güç yetiremez, şeklindedir.

“Sîzden kim zulmederse” İbn Abbas’a göre sizden kim şirk koşar da, şirk üzere ölürse “ona” âhirette “büyük” oldukça şiddetli ve çetin “bir azabı tat­tırırız.” Yüce Allah “muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz” buyruğun-daki “büyük” (mealde alabildiğine) lafzı da şiddetli ve çetin anlamındadır. [17]

  1. Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı. Biz, bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz? Rabbin, herşeyi çok iyi görendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız: [18]

1- Rasûller, İnsani Tarafları ve Âyetin Nüzul Sebebi:

Yüce Allah’ın: “Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de…” buyru­ğu: “Bit nasıl peygamberdir ki yemek yer ı?e pazarlarda dolaşır.” (el-Furkan, 25/7) diyen müşriklere cevab olmak üzere inmiştir. İbn Abbas dedi ki: Müş­rikler, Rasûlullah (sav)’ı fakir olduğundan dolayı ayıplayıp da: “Bu nasıl pey­gamberdir ki yemek yer…” demeleri üzerine, Peygamber (sav) üzüldü. Bu­nun üzerine bu âyet-i kerime ona teselli olmak üzere nazil oldu. Cebrail (a .s): es-Selamu aleyke ya Rasûlallah, dedi. Rabbim olan Allah’ın sana selamını ge­tirdim. O, sana diyor ki: “Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de mu­hakkak yemek yerler ve pazarlarda dolaşırlardı.” Yani dünya hayatında ge­çimlerini elde etmenin yollarını ararlardı. [19]

2- Yemek Yemek, Peygamberlerin Ortak Bir Özelliğidir:

Yüce Allah’ın: ” Muhakkak yemek yerlerdi” buyruğu ile ilgili olarak şunu belirtelim: Eğer haberinin başına “lâm” harfi gelecek olur­sa ” Muhakkak” edatının “hemze”si ancak esreli okunur. Burada “lam” olmasaydı bile, yine ancak esreli okunabilirdi. Çünkü burada isti’nafiyyedir. (Cümlenin başına gelmiştir]). Bütün nahivcilerin görüşü budur. en-Nehhâs de­di ki: Ancak Ali b. Süleyman’ın bize Muhammed b. Yezid’den naklettiğine gö­re o şöyle demiştir: Burada bu edatın hemzesi üstün de okunabilir. İsterse ondan sonra “lam” harfi gelmiş olsun. Ancak zannederim bu, onun bir ya-nılgisıdır,

Ebu İshak ez-Zeccâc dedi ki: İfadede hazfedilmiş kelimeler vardır. Bu Biz senden önce ne kadar rasûl gön-derdiysek. mutlaka onlar yemek yerlerdi” takdirinde olup, daha sonra: “RasüJler” kelimesi hazf edilmiştir. Bunun hazfediliş sebebi ise “gön­derdiğimiz rasûlJer” buyruğunda buna delâlet edecek mananın bulunması­dır. Buna göre ez-Zeccâc’a göre mevsuf hazfedilmiş olmaktadır. Ona göre de -el-Ferrânın dediği şekilde -sıla cümlesi bırakılıp mevsul ismin hazfedil me-»ı caiz değildir. el-Ferrâ: Burada hazfedilen Kim, kimse” ism-i mevsu-lüdür Yani: “Ancak kendileri yemek yiyen kimseleri f .gönderdik)” demektir. O, bunu yüce Allah’ın: “Bizden herbirimiz için bilinen bir makamı olmayan kimse yoktur.” (es-Saffat, 5~ 164) buyruğu ile: “Şüphe yok ki aranızda oraya uğra­mayacak hiç kimse yoktur.” (Meryem, 19/71) buyruklarına benzetmektedir. Sizin aranızdan oraya uğramayacak bir kimse yoktur” demektir. Bu aynı zamanda ei-Kisaî’nin de görüşüdür.

Araplar da; “Ben sana insanlar arasın­dan muhakkak sana itaat edecek kimseyi gönderdim” derler. Buna göre: “Muhakkak sana itaat edecek” ifadesi “Kimse” nin sılasıdır. ez-Zeccâc der ki; Bu bir hatadır, çünkü buj’kimse” lafzı ism-İ mevsuldur, haz-fedilmesi de caiz değildir,

Meanî alimleri derler ki: Buyruk “Biz senden önce ne kadar rasûl gönderdiysek, mutlaka onlara muhakkak ken­dilerinin yemek yedikleri söylenmiştir” anlamındadır. Buna delil de; “Sana, şeyden önceki peygamberlere söylenmiş olandan başka bir şey söylenmiyor” (el-Kasas, 41/43) buyruğudur.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: Burada: “Muhakkak onlar”ın hemzesinin; ‘dan sonra esreli gelmesi gizli “vav” harfi ile isti’naf,başlangıç dolayısı ile­dir. Yani; takdirindedir. Bir kesimin kanaatine göre de Allah’ın: “Mu­hakkak yemek yerler” ifadesi, def-İ hacete çıkarlar, ifadesinden kinayedir.

Derim ki; Bu ifade, bu manada kullanılmış ise çok beliğ bir ifadedir. Ni­tekim yüce Allah’ın; “Meryem oğlu Mesih bir rasûlden başka bir şey değil­di. Ondan önce de rasûller gelip geçmiştir. Anası ise sıddika bir kadındır. İkisi de yemek yerlerdi. “(el-Maide, 5/75) buyruğu da buna benzemektedir.

“Ve pazarlarda dolaşırlardı” buyruğundaki “dolaşırlardı” anlamındaki: ( îtjJÛi ) fiilini cumhur “ya” harfini üstün, “mim” harfini sakin ve “şın” harfi­ni de şeddesiz olarak okumuşlardır. Ali, İbn Avf ve İbn Mes’ud ise “ya” har­fini ötreli, “mim” harfini üstün, “şın” harfini de üstün ve şeddeli olarak oku­muşlardır ki bunun da anlamı yürümeye davet olunur ve buna mecbur bı­rakılırlar, demek olur. Ebu Abdu’r-Rahman es-Sülemî ise “ya” harfini ötreli, “mim” harfini üstün, “şın” harfini de şeddeli ve ötreli okumuştur ki bu da “do­laşırlardı” anlamındadır. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Develerin çöktükleri geniş yerde yürüdü de,

Aralarından binilmesi zor ile binilebilecek genç ve güzel develer aradı,”

Ka’b b. Züheyr de şöyle demiştir:

“Geniş alanların arslanları seslerini çıkaramazlar, ondan korktukları için Ve onun bulunduğu vadide de yürümez (yiğitlerin) ayakları.”

Burada “şın”ın şeddeli olması, “yürümek” anlamındaki fiilin manasını etkilememektedir. [20]

3- Geçimi Elde Etme Yollarına Başvurmak:

Bu âyet-i kerime sebeplere sarılmak ve ticaret, sanat ve daha başka yol­larla geçimi sağlama yoluna başvurmak hususunda temel bir dayanaktır. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden bir kaç yerde geçmiş bulunmaktadır. Ancak burada yeterli gelecek kadarıyla bazı açıklamalarda bulunmak kasdıy-la şunları söylemek istiyoruz:

Günümüzün şeyhlerinden birisi aramızdaki bir konuşma esnasında bana şunları söyledi: Peygamberler (hepsine selam olsun) ancak zayıf ve güçsüz kimselere sebeplere sarılma sünnetini öğretmek için gönderilmişlerdir.

Ben o kimseye cevap olarak şunları söyledim: Bu ancak cahillerin, ahmak­ların, beyinsiz ayak takımının ya da kitaba ve yüce sünnete dil uzatanların söyleyebilecekleri bir sözdür. Yüce Allah kitab-ı kerim’inde seçkin kullan, rasûlleri ve peygamberleri hakkında sebeplere sarıldıklarını ve rızık kazan­mak için bir takım iş ve meslekleri icra ettiklerini haber vermektedir. Sözü hak olan yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ve Biz ona sizin faydanıza… giyecek (zırh) yapma sanatını öğrettik.” (el-Enbiya, 21/80); “Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûfler de muhakkak yemek yerler ve pazarlarda do­laşırlardı.” İlim adanılan, yani ticaret yaparlar, meslek icra ederlerdi, demek­tir. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur; “Rızkım mızrağımın gölgesi altında kılındı.[21] Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve hoş yiyin. “(el-Enfal, 8/69)

Ashab-ı Kiram da (Allah onlardan razı olsun) sahib oldukları mallarıyla ti­caret yapar, çeşitli meslekler icra ederler, kendilerine muhalefet eden kâfir­lerle de savaşırlardı. Acaba bunlar sizin görüşünüze göre zayıf kimseler mi idiler? Hayır, Allah’a yemin ederim ki onlar güçlü kuvvetli kimselerdi. On­lardan sonra gelen salîh halefleri de onlara uymuştur. Onların izledikleri yol­da hidayet vardır ve o yol İzlenerek doğru yol bulunur.

Bana şunları söyledi: Onların bu yollara başvurmaları kendilerine uyul­maları gereken önderler oluşlarından dolayıdır. Böylelikle onlar zayıf kim­seler için (örnek olmak maksadıyla) doğrudan bu işlerle uğraştılar. Bizzat ken­dileri adına ise öyle değildiler. Ashab-ı Suffe’nin durumu bunu açıkça orta­ya koyar.

Dedim ki: Eğer durum böyle olsaydı, onların da onlarla birlikte Allah Ra-sûlünün de durumu açıklamaları gerekirdi. Nitekim Kur’ân-i Kerîm’de yüce Allah’ın şu buyrukları sabittir: “insanlara, kendilerine ne indirildiğini açık-layasın… diye sana da bu zikri (Kur’an’ı) indirdik.”(en-Nahl, 16/44); “Mu­hakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidayeti insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenler var ya…” (el-Bakara, 2/159) Bu hususlar ise apaçık bilgi ve hidayetin kapsamı içerisindedir. Ashab-ı Suffa’ya gelince, onlar hallerinin elverişli olmadığı sıralarda İslâmın misafi­ri idiler. Peygamber (sav)’a bir sadaka geldi mi özellikle onlara verirdi. Bir hediye gelecek olursa, onlarla birlikte o hediyeden yerdi. Bununla birlikte rızık peşinde gider gelirler, Rasûlullah (sav)’ın hane-i saadetlerine su taşır­lardı. Buhârî ve başkaları onları böylece anlatmaktadır. Daha sonra yüce Al­lah müslümanların çeşitli ülkeleri fethetmelerini müyesser kılıp, onlar için im­kanları hazırlayınca hepsi de komutanlık ve emirlik makamlarına geldiler ve sebeplere sarılmakla da emrolundular. Diğer taraftan böyle bir iddia Peygam­ber (sav)’ın ve Ashab-t Kiram’ın zayıf olduklarını da ifade eder. Çünkü on­lar meleklerle desteklenmiş ve melekler aracılığıyla onlara sebat verilmiş kim­selerdi. Eğer güçlü kuvvetli kimseler olsalardı, meleklerin desteğine ve yar­dımına ihtiyaçları olmazdı. Zira bu da zafer ve yardımın sebepleri arasında­dır. Bu şekilde bir görüş ileri sürmekten Allah’a sığınırız, bu anlamı verecek sözler söylemekten Allah’a sığınırız. Bilakis sebeplere sarılmayı, gerekli yol­lara başvurmayı kabul etmek, Allah’ın ve O’nun Rasûlünün bir sünnetidir. . Açıklanmış olan hak budur. Müslümanların icma ile kabul ettikleri dosdoğ­ru yol da budur. Aksi takdirde sözü hakkın kendisi olan yüce Rabbimizin:

“Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen

atlar hazırlayın…” (el-Enf-A, 8/60) buyruğunun yalnızca zayıf kimseler hak­kında olması gerekirdi. Bütün hitabların da aynı şekilde olması icab ederdi.

Kur’ân-ı Kerîm’de yüce Allah, kelimi Musa’ya hitab ettiğinde: “Asanla de­nize ııur.*(eş-Şuara, 26/63) diye buyurmuştur. Oysa asaya vurmadan da yü­ce Allah denizi yarmaya kadirdir. Aynı şekilde Meryem’e (selam ona) de: “O kuru kurma ağacım kendine doğru salla.”(Meryem, 19/25) diye buyurmuş­tur. Halbuki o hurma ağacını sallamaksızın ve yorulmaksızın Cenab-ı Allah oradan hurmaları indirmeye kadirdir. Bütün bunlarla birlikte ilahi lutfa maz-har olup, kendisine yardım olunacak yahut duası kabul olunacak, ya kendi­si ya da başkası hakkında bir keramet ile taltif olunabilecek bazı şahısların olabileceğini de inkar etmiyoruz, fakat böyleleri vardır diye, kalkıp küllî ve genel kaideler ile güzel emirler yıkılmaz.

Heyhat, heyhat! Bir kimse kalkıp yüce Allah: “Rızkınız ve vaad olundu­ğunuz semadadır” (ez-Zariyat, 51/22) diyerek buna karşı çıkamaz. Biz bu­na şöyle deriz: Yüce Allah doğru söylemiştir. Onun şerefli Rasûlü de doğru söylemiştir. Burada nzıktan kasıt te’vil ehlinin icmaı ile yağmurdur. Buna de- de yüce Allah’ın şu buyruklarıdır “Ve O gökten size bir nzik indirendir.” (el-Mu’min, 40/13); “Ve Biz gökten bereketli bir su indirdik, onunla bahçe­ler ve biçilen taneler bitirdik.” (Kâf, 50/9) Şimdiye kadar semadan insanla­ra ekmek dolu tabakların ve et dolu tencerelerin indiği de görülmemiştir. Ak­sine bunların elde edilmesi için sebeblere sarılmak asli bir kaidedir. Peygam­ber (sav)’ın: “Rızkı yerin gizliliklerinde arayınız”[22] sözünün anlamı da budur. Yani yeri sürünüz, kazıyınız ve oraya ağaç dikiniz. Çünkü Arapçada bir şe­ye bazen sonuçta varacağı hususun adı da verilebilir. İşte yağmura nzık de­nilmesinin sebebi, rızkın onun vasıtası ile ortaya çıkmasıdır. Bu da Arap di­linde meşhur bir anlatım tarzıdır.

Peygamber (sav)’da şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi birinizin ipini alıp, sırtı üzerinde odun taşıması herhangi bir kimseden -ona versin ya da ver­mesin- dilencilik etmesinden daha hayırlıdır. “[23]

Bu, herhangi bir emek harcamaksızın yerde biten ot ve odunlar için böyledir. Dağda insanlarla hiçbir ilişkisi olmayan bir adamın varlığını düşü­necek olsak dahi bu kimsenin toprakların ve tepelerin bitirdiklerini toplamak için yerinden çıkıp ayrılması kaçınılmazdır. Tâ ki bunlardan geçimini ken­disiyle sağlayacağı şeyleri elde edebilsin. İşte Peygamber (sav)’ın şu hadisi­nin anlamı da budur: “Şayet sizler Allah’a hakkıyla tevekkül edecek olsaydmız, elbettekİ sabahleyin kursakları bomboş ve aç gidip, akşamleyin kur­sakları dolu ve tok olarak geri dönen kuşların rızıklandırıldığı gibi rızkınız verilirdi. “[24]

İşte kuşların gidiş ve gelişleri birer sebeptir. Gerçekten de sebeplerden el etek çekip gerçek manada mütevekkil olduğunu iddia ederek, yolların ke­narlarında oturan, buna karşılık dosdoğru yolu ve apaçık sirat-ı müstakimi terkeden kimselere hayret edilir.

BuhâiTde İbn Abbas’tan şöyle dediği sabit olmuştur: Yemen halkı hacce­derler, buna karşılık beraberlerinde azık almazlar ve bizler mütevekkil kim­seleriz, derlerdi. Hacca geldiler mi bu sefer insanlardan dilencilik yapmaya koyulurlardı. Bunun üzerine yüce Allah: “Bir de azık edinin.” (el-Bakara, 2/197) buyruğunu indirdi.[25]

Peygamber (sav)’dan ve Ashab-ı Kiram’ından beraberlerinde gerekli azı­ğı almaksızın yolculuğa çıktıklarına dair bir nakil gelmiş değildir. Onlar gerçekten Allah’a tevekkül eden kimselerdi. Tevekkül kalbin sıkıntılarını gi­dermek ve maksatlarını gerçekleştirmek noktasında Rabbe güvenip dayan­ması, sonra da bu husustaki mücerred emir dolayısıyla sebeplere sarılması-dtr. İşte hak budur.

Bir adam Ahmed b. Hanbel’e: Ben tevekkül ederek haccetmek istiyorum demiş. O da: Tek başına yola koyul demiş. Hayır, insanlarla birlikte çıkaca­ğım deyince, bu sefer ona: O halde sen onların beraberlerindeki ekmek tor­balarına güvenip, çıkmak isteyen birisisin demiş. Biz bütün bu hususları “Ka-m’u’l-Hırsi bi’z-Zühdi ve’1-Kana’a ve Raddu Zülli’s Suali bi’1-Kesbi ve’s-Sınâa (Zühd ve kanaata sarılmakla hırsın kökünü kazımak, kazanmak ve meslek icra etmek suretiyle de dilenciliğin zilletini bertaraf etmek)” adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. [26]

4- Çarşı-Pazara Girerken Dikkat Edilecek Hususlar:

Müslim’in, Ebu Hureyre yoluyla kaydettiği rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: ‘Yerler arasında Allah’ın en çok sevdiği mescitlerdir. Al­lah’ın en çok buğzettiği yerler ise çarşı-pazarlarıdır.”[27]

el-Bezzâr’ın rivayetine göre Selman-ı Farisî şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Eğer imkanın olursa çarşı-pazara ilk giren kişi ve oradan son çıkan kişi olma. Çünkü orası şeytanın mücadele yeridir, sancağını da ora­ya diker. “^ Bu hadisi Ebubekr el-Berkanî senedini kaydederek, Ebu Muhammed Abdu’1-Ğani b. Said el-Hafız’dan -Asım’in rivayeti ile- Ebu Osman en-Nehdfden o Selman’dan rivayetle zikretmiştir. Selman dedi ki; Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Sakın çarşı-pazara İlk giren ve oradan son çıkan kişi olmaya-sın. Çünkü şeytan orada yumurtlamış ve orada yavrulamıştır.”[28]

Bu hadislerde çarşı-pazarlara girmenin mekruh oluşuna delil teşkil edecek ifadeler vardır. Özellikle erkek ve kadınların biribirleriyle karışık olduğu bu dönemlerde bu böyledir. Bizim ilim adamlarımız da böyle demiştir. Buna se-beb İse çarşı-pazarlarda batılın çoğalmış ve münkerterin açıkça işlenmeye baş­lanmış olmasıdır. Fazilet sahibi ve dinde kendilerine uyulan kimselerin, Al­lah’a isyan olunan bölgelerden uzak kalmak suretiyle temizliklerini koruma­ları için bu gibi yerlere girmeleri mekruh görülmüştür. O halde çarşı-pazar-da bulunmak gibi ilahi bir belaya maruz kalmış olan kimselerin, şeytanın ve şeytanın askerlerinin bulunduğu bir yere girdiklerini hatırlarından çıkartma­maları, orada devamlı kalacak olurlarsa helak olacaklarını bilmeleri gerekir. Bu halde olan bir kimse, zaruret ve ihtiyacı kadarı orada bulunur ve çarşı-pa-zarda bulunmanın kötü akıbet ve belâsından sakınmaya çalışır. [29]

5- Çarşı-Pazarın Savaş Alanına Benzetilmesi:

Peygamber (sav)’ın çarşı-pazarı savaş alanına benzetmesi güzel bir ben­zetmedir. Çünkü savaş alanı çarpışma yeridir. Böyle bîr isim, orada kahra­manların çarpıştığından dolayı verilmiştir. Biri, diğerini yıkmaya çalışır. İş­te çarşı-pazar ile şeytanın orada yaptıkları ve pazardakilere verdiği zararlar neticesinde hile ve aldatmalara başvurup, fasit al iş-verişler, yalanlar, yalan yere yeminlere aldırış etmeyip, seslerin birbirine karışması ve daha benze­ri diğer hususlar, savaş alanındaki çarpışmaya ve o meydanlarda yere yıkı­lan kimselere benzetilmiştir. [30]

6- Kitap ve Silah Pazarları İle İhtiyaç Duyulan Diğer Pazarlara Girmek:

İbnu’l-Arabî der ki: Yemek yemek insanlar için zorunlu bir ihtiyaçtır. Bun­da utanılacak bir şey olmadığı gibi kişinin kendisini sorumlu hissetmesini ge­rektiren bir ciheti de yoktur. Çarşı-pazarlara gelince, ben ileri gelen ilim adam­larının şöyle dediklerini duymuşumdur: Kişi ancak kitap ve silah pazarına gi­rer. Bana göre ise kişi ihtiyaç duyduğu her çarşı-pazara girer. Ancak orada yemek yemez. Çünkü bu mertliğe aykırıdır ve kişinin heybetini ortadan kaldırır. Bu hususta uydurulmuş hadislerden birisi de: “Çarşıda yemek yemek aşağılık bir davranıştır” sözüdür.

Derim ki: İlim adamlarının bu söyledikleri çok güzeldir. Çünkü sözünü et­tikler’ pazarlarda kadınlara bakmak, onlarla karışmak söz konusu değildir. Zira kadınların böyle bir şeye ihtiyaçları yoktur. Bunların dışındaki çarşı-pa-zarlar ise kadınlarla dolup taşmaktadır ve çoğunlukla da hayaları oldukça az­dır. Öyle ki çarşı-pazarda bir kadının ve başka yerlerde ziynet yerlerini, açıl­maması gereken yerlerini açmış olduğu halde oturduğunu görebiliyoruz. Bu ise günümüzde oldukça yaygın münkerlerdendir. Gazabından yüce Allah’a sığınırız. [31]

7- Çarşı-Pazardaki Kötülüklere Karşı Yapılacak Dua:

Ebû Dâvûd et-Tayalisî Müsned’inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Hammad b. Zeyd anlattı, dedi ki: Bize Zübeyr hanedanının kahrumanı (ha­zinedarı) olan Amr b. Dinar anlattı. O Salim’den, o babasından, o Ömer b. el-Hattab’dan dedi ki; “Her kim şu pazarlardan birisine girip de;

Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yok­tur, mülk yalnız O’nundur, hamd O’nadır. Öldürür ve diriltir, O hayy’dır, as­la ölmez. Hayır yalnız O’nun elindedir, O’nun herşeye gücü yeter, diyecek olursa, Allah ona bir milyon hasene yazar ve ondan bir milyon günahı siler. Ayrıca onun için cennette bir köşk yapar. “[32]

Bunu Tirmizî de rivayet etmiş ve: “Onun bir milyon günahını siler” dedik­ten sonra şunları da ijave etmiştir: “Onu bir milyon derece yükseltir ve onun için cennette bir ev inşa eder.” Tirmizî dedi ki: Bu garib bir hadistir.

İbnu’l-Arabî der ki: Bu kişinin orada, orayı itaatia -masiyette gömüldüğü bir sırada- raa’mur etmek için, gaflet ile atalete düşürülmüş olduğu bir sıra­da zikirle süstemek için, cahillere öğretmek, unutanlara da hatırlatmak mak­sadıyla, yalnızca O’nun rızasını kasdederek oralara gitmesi halinde böyledir. [33]

8- İnsanların Biribirleriyle İmtihan Edilmesi:

“Biz bazınızı, bazınıza imtihan kıldık. Sabredecek misiniz?” Yani dün- . ya bir imtihan yurdudur. Şanı yüce Allah, mü’miniyle, kâfiriyle bütün insan­ları birbirine imtihan aracı kılmayı murad etmiştir. Sağlıklı kimse hastanın, zengin fakirin, sabreden fakir zenginin imtihan aracıdır. Bunun anlamı da her­kesin diğeriyle denenmekte olduğudur. Zengin, fakir ile imtihan edilir. Zen­ginin onu kollayıp gözetlemesi onunla alay etmemesi gerekir. Fakir de zen­gin ile imtihan edilir. Onu kıskanmaması, ondan kendisine verdiği şeylerden başkasını almaması gerekir. Her ikisinin de hak üzere sabretmeleri icab ed­er. Nitekim ed-Dahhâk: «Sabredecek misiniz?” buyruğu ile ilgili olarak hak üzere sabredecek misiniz? diye açıklamada bulunmuştur.

Çeşitli belalara mübtelâ olan kimseler: Niye bi2 bir türlü sağlık ve afiye­te kavuşamıyoruz? derler. Gözü görmeyen kişi, ben niye gözü gören kimse gibi değilim? der. Kısacası herbir musibet sahibi bu kabilden düşünür. Nü­büvvet şerefine nail olmuş, o yüce Rasûl de kendi dönemindeki kâfirlerden olup, insanların eşrafından olanlar için bir sınama aracıdır. İlim adamları ve adaletle hükmedenlerin durumu da böyledir. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: “Ve dediler ki: Bu Kur”ân iki kasabanın birindeki büyük bir ada­ma indirilmeli değil miydi?'” (ez-Zuhruf, 43/31)

O halde burada “fitne” imtihan çeşitli belalarla mübtela kimsenin sağlık­lı kiı ;eyi kıskanması, sağlıklı kimsenin de belalara maruz kalmış olanı ha­kir görmesidir.

Sabır bu iki kesimden herbirisinin kendi haline göredir. Birisi azgınlaşma­ma suretiyle, diğeri ise halinden usanmamak suretiyle sabretmiş olur.

“Sabredecek misiniz?” sorusunun cevabı hazfedilmiştir. Yani yoksa etme­yecek misiniz? takdirindedir. Bu soru el-Müzenî’nin dediği türden şu ceva­bı gerektirir. el-Müzenî ihtiyacı dolayısıyla evinden dışarıya çıkmış, hadım bir ki.nsenin kafileler arasında binekler üzerinde (debdebe içerisinde) olduğu­nu görmüş, içinden bir şeyler geçirmiş. Bu sırada “sabredecek misiniz?” âyetini okuyan birisinin sesini işitince: Edeceğiz, Rabbimiz. Sabredeceğiz ve ecrimizi Allah’tan bekleyeceğiz, demiş.

İmam Malik’in arkadaşlarından İbnu’l-Kasım, Eşheb b, Abdu’l-Aziz’in mülk debdebesi içerisinde yanından geçtiğini görünce, bu âyet-i kerimeyi okumuş, sonra da kendi kendisine: Sabredeceğiz, diye cevap vermiştir.

Ebu’d-Derdâ’dan rivayete göre o Peygamber (sav)’ı şöyle buyururken din­lemiştir: “Cahilden dolayı alimin, alimden dolayı cahilin, kölesinden dolayı efendisinin, efendisinden dolayı kölesinin, zayıftan dolayı güçlü kimsenin, güçlü kimseden dolayı zayıf kimsenin, yönetilenlerden dolayı yöneticinin, yö­neticiden dolayı yönetilenlerin vay haline! Bunların biri diğerinin imtihan ara­cıdır, fitne sebebidir. İşte yüce Allah’ın: “Biz bazınızı, bazınıza imtihan kıl­dık. Sabredecek misiniz?” buyruğu bunu ifade etmektedir.[34]

Bu hadisi es-Sa’lebî senedini kaydederek zikretmiştir. Allah onu rahme­tine garketsin.

Mukatil der ki: Bu âyeti kerime Ebu Cehil b. Hişam, el-Velid b. el-Muği-re, el-Âs b. Vail, Ukbe b. Ebi Muayt, Utbe b. Rabia ve en-Nadr b. el-Haris’in hakkında Ebu Zerr, Abdullah b. Mes’ud, Ammar, Bilal, Suheyb, Âmir b. Fu-heyre, Ebu Huzeyfe’nin mevlası Salim, Ömer b. el-Hattab’ın mevlası Mihca1, el-Hadramî’nin mevlası Cebr ve benzerlerini görüp de alay yollu: Biz de müs-lüman olalım da bunlar gibi mi olalım? demeleri üzerine inmiştir. Böyle de­dikleri için yüce Allah bu mü’minlere hitab ederek: Görmüş olduğunu2 bu sıkıntı ve fakirlik hali üzere “sabredecek misiniz?” buyruğunu indirmiştir. O halde “sabredecek misiniz?” buyruğunun hikmetlerine vakıf olabilmek, Mu-hammed (sav)’ın ümmeti arasında buna hak kazanmış has mü’minler içindir. Sanki yüce Allah kâfirlere mühlet verip onlara genişlik vermeyi mü’minler için bir fitne yani onlar için bir deneme, bir imtihan kılmış gibidir. Müslümanla­rın sabretmeleri üzerine yüce Allah da haklarında: “İşte onlar sabrettikleri­ne karşılık bugün Ben de gerçekten onları mükafatlandtrdım.” (el-Mu’mi-nun, 23/111) buyruğunu İndirdi. [35]

9- Rabbin Herşeyi Görendir:

“Rabbİn herşeyi çok iyi görendir.” Yani O, sabreden ya da etmeyen, iman eden ya da etmeyen, üzerindeki hakları eksiksiz yerine getiren ya da getir­meyen herkesi görür.

Bir açıklamaya göre; “sabredecek misiniz” buyruğu sabrediniz!” anlamın­dadır. Yüce Allah’ın: “Vazgeçtiniz artık değil mi Cel-Mâide, 5/9D buyruğu­nun “vazgeçiniz” anlamında oluşu gibi. O halde bu, Peygamber (sav)’a sab­retmesi için verilmiş bir emirdir. [36]

  1. Bizimle karşılaşacaklarını ümit etmeyenler dediler kî: “Bize melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” Andolsun ki onlar kendi kendilerine büyüklenip azgınlık yap­makta çok ileri gittiler.
  2. Melekleri görecekleri gün, İşte o gün günahkârlara müjde yok­tur ve: “Sizlere müjde yasak edilmiştir, yasak” derler.

“Bizimle karşılaşacaklarını Ümit etmeyenler dediler ki…” Kasıt Öldük ten sonra dirilmekten ve Allah’ın huzuruna çıkmaktan korkmayanlardır. Ya­ni buna iman etmeyenlerdir. Şair der ki:

“Bir arı soktuğu zaman onu, korkmaz onun sokmasından, Ve onun kovanında işçi arılar onun yerine geçmiştir.”[37]

“Ümit etmeyenler”in aldırmayanlar anlamında olduğu da söylenmiştir. Ni­tekim şair şöyle demektedir:

“Yemin olsun ki ben müslüman olduğum takdirde aldırmam[38] Allah yolunda yere yıkılışım hangi yanıma olursa olsun.”

İbn Şecere de bunu ümit etmeyenler, “ummayanlar” diye açıklamıştır. Şa­ir der ki;

“Hüseyin’i öldürmüş bir topluluk ümit eder mi ki Hesap gününde dedesinin şefaatini?”

“Bize melekler indirilmeli” ve Muhammed’in doğru sözlü olduğunu söylemeli “veya Rabbimizi” gözlerimizle “görmeli” ve böylelikle onun bi­ze rasûl olduğunu haber vermeli “değil miydi?” Niye bütün bunlar böyle ol­madı?

Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Dediler ki; Bize yer­yüzünden bir pınar fışkırtmadıkça sana iman etmeyeceğiz” buyruğundan iti­baren: ”Yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza topluca getiresin.” (el-İsra, 17/90-92) buyruğuna kadar olan bölümlerdir.

Yüce Allah şöyie buyurmaktadır: “Andolsım ki onlar kendi kendilerine büyüklenlp” yüce Allah’tan olmayacak aşın taleplerde bulundukları için “az­gınlık yapmakta çok îleri gittiler.” Çünkü melekler ancak ya ölüm esnasın­da yahutta azabın indirilmesi sırasında görülebilirler. Şanı yüce Allah’ı ise göz­ler idrâk edemez. Gözleri asıl O idrak eder. Hiçbir göz O’nu göremez.

Mu katil: “Azgınlık” kelimesini yeryüzünde üstünlük taslamak diye açıklamıştır, “( J^Jl> Küfrün en şiddetlisi ve zulmün en çirkini” demektir. On­lar mucizelerle ve bu Kur’ân ile yetinmediklerine göre meleklerin gönderi­cin: r.isi: yeterli görebilirler? Hem onlar melekleri ve şeytanları birbirlerin­den ayırt edemezler Ayrıca kendisinin melek olduğunu iddia edecek kim­senin bir mucize göstermesi de kaçınılmaz bir şeydir. Bunlar bir mucize gör­dükten sonra artık herhangi bir mucize talebinde de bulunamazlar. Diğer ta­raftan: “Melekleri görecekleri gün, işte o gün günahkârlara müjde yoktur” buyruğu melekleri ölüm halı dışında hiç kimsenin göremeyeceğini anlatmak­tadır. O halde mü’minleri cennetle müjdelerler. Müşrik ve kâfirleri ise can­ları çıkıncaya kadar demirden tokmaklarla döverler.

“Sizlere müjde yasak edilmiştir yasak, derler.” Yani melekler; iâ ilahe illaflah deyip onun gereklerini yerine getirenlerin dışında kalanlara cenne­te girmek haramdır haram, diyecekler. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başka­ları yapmıştır. Bir görüşe göre bu sözler kıyamet gününde söylenecektir. Bu­nu da Mücahid ve Atiyye el-Avfî söylemiştir. Atiyye dedi ki: Kıyamet günün­de melekler mü’minleri müjde ile karşılarlar. Kâfir bu durumu göreceği va­kit, o da, keşke böyle bir müjde ile karşıîaşsaydı diye temenni edecek, an­cak meleklerden böyle bir müjdeyi alamayacaktır.

“Görecekleri gün” buyruğunun nasb ile gelmesi, melekleri gö­recekleri gün günahkârlara müjde verilmeyecektir, takdirinde olduğundan do­layıdır. “Ogün” lafzı daha önce geçen “görecekleri gün”dekİ “gün” lafzını te’kid için gelmiştir.

en-Nehhâs: “Görecekleri günde ‘gün” anlamındaki İafzın “Müj­de” ile mansub olması caiz değildir, der. Çünkü nefy durumunda olan bir la­fız makablinde (kendisinden önceki bir lafızda) amel edemez. Ancak burada anlamın şu şekilde olması takdir edilebilir: Melekleri görecekleri gün on­lara müjde verilmesi engellenecektir. Böyle bir haıfin bulunduğuna bundan sonraki ifadeler delil teşkil etmektedir. İfadenin takdiri şöyle de olabilir: Me­lekleri görecekleri günde hiçbir müjde olmayacaktır. Bu durumda “işte o gün* buyruğu te’kid edici olur. Anlam şöyle de olabilir: Melekleri görecekleri gü­nü hatırla! Daha sonra yeni bir cümle ile şöyle buyurulmuştur: “İşte o gün günahkârlara müjde yoktur. Sizlere müjde yasak edilmiştir yasak, derler.” Yani melekler de şöyle derler: Onlara müjde verilmesi kesinlikle yasaktır, mü’minler müstesna. Şair şöyle demektedir:

“Şunu bilin ki Esma benim için haram mı haramdır artık, Ve ben onu d en yakm kayınlarından bir kayın oluverdim.”

O bu sözleriyle Esma artık benim için kesinlikle haramdır, demek istemiş­tir.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“en-Nahletul-Kusvâ (denilen vadi)’ye şevk duydu da,

Dedim ki ona: O musibctli yerler (bizim için) yasak mı yasaktır.”

el-Hasen’den rivayete göre o: “Yasak edilmiştir, derler”

buyruğunda günahkârların sözü sona ermektedir ve vakıf yapılır. Bundan son­ra da yüce Allah: Onların himaye edilmeleri yahut koruma altına alınmala­rı “yasaktır” diye cevap vermiştir. Yüce Allah, kıyamet gününde bunu on­lara yasaklamış olacaktır.

Birincisi, İbn Abbas’ın görüşüdür. el-Ferrâ da bu görüşü benimsemiştir. Bu açıklamayı nakleden de İbnu’l-Enbarîdİr.

el-Hasen ve Ebu Recâ Yasak” kelimesini “ha” harfi ötreli okumuş­lardır. Ancak diğerleri bunu esreli okurlar.

Denildiğine göre; bu sözleri kâfir kimseler kendilerine söyleyeceklerdir. el-Maverdî’nin naklettiğine göre de bu açıklamayı Katâde yapmıştır. Bir di­ğer görüşe göre bu, kâfirlerin meleklere söyleyecekleri bir sözdür ve bu bir istiâze (sığınma) sözüdür. Cahiliye döneminde bu, bilinen bir sözdü. Bir kimse korktuğu bir kişi ile karşılaşacak olursa, dermiş. Yani senin bana herhangi bir şekilde taaruzda bulunman haramdır. Mansub olarak gel­mesi ise ” Sana yasak kılıyorum yahut Allah sana bunu yasaklar” anlamında oluşundan dolayıdır. Hayvanları sula ve otla an­lamında; demeye benzer. Yani günahkârlar meleklerin kendileri­ni cehennem ateşine attıklarını göreceklerinde sizden Allah’a sığınırız, diye­ceklerdir. Bu açıklamayı el-Kuşeyrî nakletmiştir. Bu anlamdaki bir açıklama­yı da el-Mehdevî, Mücahid’den nakletmiştir.

Bir diğer görüşe göre “Yasaktır” sözü günahkarların sözlerinden, “Yasak” sözü ise meleklerin sözlerindendir. Yani onlar meleklere sizin bize herhangi bir şekilde taarruz etmenizden Allah’a sığınırız diyecek­ler, buna karşılık melekler de böyle bir günün kötülüğünden sizin himaye edilmeniz yasak kılınmıştır, diyeceklerdir. Bu açıklamayı da el-Hasen yapmışur. [39]

  1. İşledikleri amellerinin önüne geçip onu havaya saçılmış toz zer­releri yaparız.
  2. O gün cennetliklerin kalacakları yer, çok hayırlı ve dinlenecek­leri yer çok güzeldir.

“İşledikleri amellerinin önüne geçip…” buyruğu kıyamet gününün ne kadar büyük olacağına dikkat çekmektedir. Yani Biz o gün günahkârların ken­di kanaatlerine göre iyi kabul ettikleri herbir amele yöneleceğiz.

Mesela, birşeye yönelmeyi anlatmak üzere: “Filan kişi şu işe yöneldi, onu kastetti” denilir. Mücahid der ki: ” Önüne ge­çeriz” Biz ona kasdeder, ona yöneliriz, demektir. Recez vezninde şair şöy­le demektedir:

“O sapık Hariciler geldiîer, Rablerinin kullarına ve şöyle dediler: Sizin kanlarınız bize helâldir.”

Bunun, meleklerin gelişi hakkında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah fa-il-i hakiki olduğu için bunu kendi nefsiyle ilgili olarak bildirip, ondan öyle­ce haber vermiştir.

“Onu havaya saçılmış toz zerreleri yaparız.” Yani ondan herhangi bir şe­kilde faydalanılmaz. Bu da; onu küfürleri dolayısıyla boşa çıkardık, demek­tir.

“Toz zerrecikleri” lafzı aslında hemzeli değildir. İki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla hemzeli olmuştur. Bu kelimenin küçültme ismi ref halinde; diye gelir. Nahivcilerde ref halinde; diyenler de vardır. Bunu en-Nehhas nakletmektedir. Tekili; şeklinde, çoğulu da; şek­linde gelir. el-Haris b, Hillize bir dişi deveyi anlatırken şöyle demektedir

“Ayaklarının çıkardığı tozlarla yere hızlı basışından; Zerrecikleri andıran bir toz bulutu görürsün.”

el-Haris, Ali (r.a)’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: ”Havaya saçılmış toz zerrecikleri” demek, küçük havalandırma deliğinden giren güneş ışık­larıdır. el-Ezherî der ki: Havalandırma deliğinden güneşin ışığında çık­tığı görülen tozu andıran şeydir. Buyruğun te’vili de şöyledir: Yüce Allah on­ların amellerini boşa çıkartacaktır. Onlann bu amelleri havaya savrulmuş toz zerrecikleri durumunda olacaktır.

“Etrafa saçılmış zerrecikler” ise atın toynaklarıyla çıkardığı toz demektir. ise etrafa dağılmış demektir. İbn Arafe: İnce toz, toprak” anlamındadır, der. el-Cevherî der ki: Bu toz yukarı doğru yük­selecek olursa “Toz yükseldi, yükselir, o tozu ben çıkar­dım” denilir. da toz demektir. Şair Ru’be der ki:

“Kaybolduktan sonra onun kalıntıları görünür bize, Serap kesitleri ile ince toz bulutları arasında.”

“Toprağı adeta tozu andıracak kadar ince olan yer, demektir. Bir diğer açıklamaya göre; bu, rüzgarların etrafa savurduğu kuru” ağaç yapraklan demektir. Bu açıklamayı da Kata de ve İbn Abbas yapmıştır. Yine İbn Abbas’ın dediğine göre bu ifade, yere dökülmüş su anlamındadır. Bunun kül anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklamayı Ubeyd b. Ya’lâ yapmıştır.

“O gün cennetliklerin kalacakları yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir” buyruğuna dair açıklamalar daha önce: “De ki: Acaba bu mu hayırlıdır yoksa muttakilere vaadolunan ebedilik cenneti mt^Cel-Furkan, 25/15) buyruğu açıklanırken yapılmıştır.

en-Nehhâs der ki: Kûfe’liler: “Bal sirkeden tatlıdır” demeyi uygun görür­ler. Ancak bu kabul edilmeyen bir görüştür. Çünkü filan kimse, filan kimse­den hayırlıdır, sözü onun hayrı daha fazladır demektir. Sirkenin tatlı olma­sı ise söz konusu değildir. Yine hristiyan, yahudiden hayırlıdır demek caiz değildir. Zira her ikisi de hayırsızdır. Böyİe bir ifade kullanılacak olursa, bun­lardan birisinin diğerinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. Bunun yerine yahu-di hristiyandan daha kötüdür, denilir. Arapçada kullanım bu şekildedir.

“Kalacakları yer” lafzının (buradaki “hayırlı” nitelemesi) “daha üstündür” anlamında ism-i tafdil olmadığı kabul edilecek olursa, zarf olarak nasb edilmiştir. İfade de: Onlar için karar kılınacak bir yerde bîr hayır var-dtr, demek olur. Eğer bu ism-i tafdil oîursa, o takdirde temyiz olarak nasb edil­miş demektir. Bu açıklamayı en-Nehhâs ve el-Mehdevî yapmıştır.

Katâde dedi ki: “Dinlenecekleri yer çok güzeldir” ifadesi konaklayacak­ları ve barınacakları yer demektir. Bir açıklamaya göre; bu, Arapların bildik­leri bir şey olan günün ortasındaki dinlenmek (kaylûle)’den gelmektedir. Mer-fu olan 5u “hadis te bu kabildendir: “Şüphesiz ki şanı yüce ve mübarek olan Allah, mahlukatın hesabını yarım gün kadar bir sürede bitirecektir. Cennec ehli cennette öğle vakti istîrahatlerine çekilecektir, cehennem ehli de cehen­neme çekileceklerdir.” Bunu el-Mehdevî zikretmiştir.

İbn Mes’ud dedi ki: Kıyamet gününde cennetlikler dinlenmek üzere cen­nete, öbürleri de cehenneme gitmedikçe dünya gündüzünün yansı kadarhk bir süre, kıyamet gününde geçmiş olmayacaktır. Daha sonra da: ” Sonra da onların dönüşleri şüphesiz ki cahîme ola­caktır” buyruğunu okudu. Bu buyruk: Sonra dönüşleri muhakkak ce­henneme olacaktır”anlamındaki es-Saffat, 37/68 âyeti) İbn Mes’ud’un kıra-‘ atinde böylecedîr.

İbn Abbas dedi ki: O günde hesap, günün ilk saatlerinde görülecektir. Cen­net ehli dinlenmek üzere cennete, cehennemlikler de cehenneme çekileceklerinde kıyamet gününün henüz yarısı bitmiş olmayacaktır. “Haydi sizler kay-lûleye çekiliniz. Şüphesiz ki şeytanlar kaylûleye çekilmezler”[40] diye gelen ri­vayet de bu kabildendir.

Kasım b. Esbağ da Ebu Said el-Hudrî’nin şöyle dediğini zikretmektedir. Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Miktarı ellibin yıl olan bir günde” (el-Meâric, 70/4) Ben: O gün ne kadar da uzundur! deyince, Peygamber (sav) şöyle bu­yurdu: “Nefsim elinde olana yemin ederim ki; o gün mü’mine o kadar çok hafifletilecektir ki onun için dünyada kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif (çabuk) gelecektir.”[41]

  1. Ve o gün gökyüzü bulutla yatılacak, melekler ardı arkasına İn­dirileceklerdir.
  2. O gün hak mülk, yalnız Raimran’indır. O gün kâfirlere çok zordur.

“Ve o gün gökyüzü bulutla yarılacak” buyruğu, göğün bulutla yarılaca-ğı günü hatırla, demektir. Âsim, el-A’meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Ebu Amr “şin” harfini şeddesiz olarak; “Yarılacak” şeklinde okumuşlardır. Bunun aslı iki “te” iledir. Hafifletmek maksadıyla birincisini hazfetmişlerdir. Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Diğerleri ise iki “te”den birini “şin”e id-ğam ederek “şin” harfini şeddeli olmak üzere; dîye okumuşlardır. Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Kaf Sûresi’nde (50/44. âyette) de böy­ledir.

“Bulutla” ise “Bulutlar üzerinden” demektir. Bu şekil­de “be” ile; “… den” biribirinin yerine kullanılır.

Mesela; “Yayla ok attım” denilir (bu iki edat, biri di­ğerinin yerine kullanılabilir). Rivayet edildiğine göre sema sisi andıran ince­likte beyaz bir bulut üzerinden çatlayacak, yanlacaktır. Bu olay ancak İsrailoğulları için Tih’te bulundukları vakit olmuştu. Sisler arasından semanın ya-nldığını görmüşlerdi, Yüce Allah’ın: “Onlar buluttan gölgeler içinde Al­lah’ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden… başkasını mı bekliyor­lar?” (el-Bakara, 2/210) buyruğunda sözünü ettiği husus budur.

“Melekler ardı arkasına” semalardan “İndirileceklerdir.” Aziz ve celil olan Rabb da hüküm vermek üzere sekiz melek Arşını yüklenmiş olduğu halde gelecektir. O’nun bu gelişi, hakkında caiz olan şekilde anlaşılmalıdır, Yok­sa mahlukatın sahip oldukları sıfatların yorumlandığı gibi hareket ve bir yer­den bir yere intikal etmesi şeklinde anlaşılmamalıdır.

İbn Abbas dedi ki: Dünya seması yarılır ve oradakiler ordan İnerler. Se­ma dakiter yerde bulunan cin ve insanlardan daha fazla olacaktır. Daha son­ra ikinci sema yarılacak ve oradakiler inecek. Bunlar İse birinci dünya sema-sındakilerden daha fazladırlar, Yine bu şekilde yedinci sema yanlıncaya kadar aynı durum devam edecektir. Daha sonra el-Kerrûbiyyûn (diye bilinen ve aralarında Cebrail, Mikâil ve İsrafil gibi meleklerin bulunduğu mukarreb) melekleri de, Arşı taşıyan melekler de ineceklerdir. İşte yüce Allah’ın; “Me­lekler ardı arkasına İndirileceklerdir” buyruğunun manası budur. Yani se­madan yeryüzüne cinlerin ve insanların hesaplarının görülmesi için indirile­ceklerdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Sema kendisi ile insanlar arasında bulunan bulut ile çatlayacaktır. Yani bulutun çatlaması, dağılması ile sema da çatlayacak­tır. Sema çatladı mı onun yapısı darmadağın olur ve katlanıp dürülür. Melek­ler de semadan başka bir yere inerler. İbn Kesir “inzal” kökünden gelmek üze-re ve “melekler” anlamındaki lafzı mansub olarak; “Melekleri indiririz” diye okumuştur. Diğerleri ise melekler lafzını merfıı olarak; “Melekler indirileceklerdir” diye okumuşlardır. Bu okuyu­şun delili daha sonra; Ardı arkasına indirmek” diye gelmiş olma­sıdır. Eğer birinci şekilde olmuş olsaydı, böyle değil de; denilmesi ge­rekirdi.

“Nezzele” ile “enzele”nin aynı anlamda olduğu da söylenmiştir. Buna gö­re şekli, anlamında kullanılmışttr.

Abdu’l-Vehhab’ın, Ebu Amr’dan naklettiğine göre “Melekler ardı arkasına indirilir” diye okumuştur. İbn Mes’ud’da; “melekleri indirecektir” diye, Ubeyy b. Ka’b Melekler indirilecektir*diye okumuştur.

Yine ondan;-“Melekler ineceklerdir” diye okuduğu da ri­vayet edilmiştir.

“O gün hak mülk yalnız Rahmân’ındır” anlamındaki buyrukta yer alan “Mülk” mübtedâdır, “hak” onun sıfatıdır. ‘Rahman’indir” lafzt da onun haberidir. Çünkü zeval bulan ve arkası kesilen mülk, mülk sayılmaz, O gün bütün mülk sahiplerinin mülkiyetleri batıl olacaktır, iddiaları son bu­lacaktır. Her malik mülküyle beraber zail olacaktır. Geriye hak olan mülk, bir ve tek olarak Allah’ın kalacaktır.

“O gün kâfirlere çok zordur” yani onların karşı karşıya kalacakları deh­şetler, rezillik ve aşağılanmak dolayısıyla o gün onlara çok zor gelecektir. Mü’minler için ise az önce hadiste geçtiği üzere farz olan bir namazdan da­hi hafif olacak (çabuk geçecek)dır. Bu âyet-i kerime de buna delalet etmek­tedir. Çünkü bugün kâfirler için pek zor olacağına göre; mü’minler için pek kolay olacaktır.

“Zorlaştı, zorlaşır” şeklînde kullanıldığı gibi; şeklin­de de kullanılır. [42]

  1. O gün zatim ellerini ısırıp: “Keşke peygamberle birlikte hak yo­lu tutmuş obaydım” der.
  2. “Eyvah bana! Keşke filanı dost edinmeseydim.
  3. “Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı. Za­ten şeytan İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır.”

“O gün zalim ellerini ısırıp” buyruğunda geçen; Isırır” muzari fiilinin mazisi; “Isırdım” şeklinde gelir, el-Kisaî bu fiilin birinci “dad” harfinin üstün olarak kullanıldığını da nakletmektedir.

Aralarında îbn Abbas ve Said b. el-Museyyeb’tn de bulunduğu tefsir alimlerinden nakledilen rivayetlere göre burada sözü edilen “zalimMen ka­sıt Ukbe b. Ebi Muayt’tır. Onun arkadaşı ise Ümeyye b. HalePdir. Ukbe’yi Ali

b. Ebi Talib (r.a) öldürmüştür. Şöyle ki: Ukbe, Bedir günü esirler arasında idi, Peygamber (sav) onun öldürülmesini emretti. Ukbe: Bunca esir arasından be­ni mi öldüreceksin? deyince, Peygamber: Evet, kâfirliğin ve azgınlığın sebe­biyle öldürüleceksin, dedi. Bu sefer: Peki ya çocuklarımın hali ne olacak? de­yince, onlara da ateş vardır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Ali (r.a) kal­kıp onu öldürdü.

Umeyye’yi de Peygamber (sav) öldürmüştür. Bu da Peygamber (sav)’ın peygamberliğinin belgelerinden bîridir. Çünkü Peygamber (sav) onların bu şekilde küfür üzere öldürüleceklerini haber vermişti.

Âyet-i kerime’de bunlann isimlerinin geçmeyiş sebebi, bu şekliyle ifade edeceği mananın daha beiiğ oluşundan ötürüdür. Tâ ki yüce Allah’a isyan hu­susunda başkasının telkinlerini kabul eden herbir zalimin durumunun da bu olacağı bilinsin.

İbn Abbas, Katâde ve başkaları derler ki; Ukbe İslâm’a girmek isteyen kim­selerdendi ancak Ubeyy b. Halef ona engel olmuştu. İkisi candan dost idi­ler. Peygamber (sav) onların her ikisini de öldürdü. Ukbe, Bedir günü kat­ledildi. Ubeyy b. Halef de ühud günü teke tek çarpışma esnasında öldürül­dü Bunu el-Kuşeyrî ve es-Sa’lebî zikretmiştir. Birincisini ise en-Nehhâs rtaki etmiştir

es-Sûheylî dedi ki: “O gün zalim ellerini ısırıp…” buyruğunda sözü edi­len kişi Ukbe b. Ebi Muayt’tır. Ukbe, Umeyye b. Halef el-Cumahî’nin yakın arkadaşı idi. Bir rivayete göre ise Umeyye’nin kardeşi Ubeyy b. Halefin ar­kadaşı idi. Ukbe bir ziyafet hazırlamış ve Kureyş’lileri davet etmişti. Rasûlul-lah (sav)’ı da davet etmiş, ancak müslüman olmadıkça onun davetine icabet etmeyeceğini bildirmişti. Ukbe, Kureyş eşrafından vereceği ziyafete gelme­yecek bir kimsenin kalmasını istemediğinden dolayı müslüman olmuş ve şe-hadet kelimesini söylemişti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) da onun ziya­fetine gitmiş, yemeğini yemişti. Bu sefer arkadaşı Umeyye b. Halef ya da Ubeyy b. Halef -müslüman olduğu sırada hazır bulunmuyorlardı- yaptığın­dan dolayı ona sitem ettiler. Ukbe dedi ki; Ben Kureyş eşrafından herhangi bir kimsenin vereceğim ziyafette bulunmamasını büyük bir iş olarak gördüm. Bunun üzerine arkadaşı kendisine şöyle dedi: Dinine geri dönmedikçe, onun yüzüne tükürmedikçe, boynuna basmadıkça ve şunları şunları da söy­lemedikçe asla kabul etmeyeceğim. Allah’ın düşmanı arkadaşının kendisine emrettiklerini yaptı. Bunun üzerine yüce AHah da: “O gün zalim ellerini xsı- rıp…” buyruğunu indirdi.

ed-Dahhak dedi ki: Ukbe, Rasûlullah (sav)’ın yüzüne tükürünce, tükürü­ğü gerisin geri kendi yüzüne döndü, yüzünü ve dudaklarını yaktı. Yüzünde iz bıraktı ve hatta iki vanasını da vakti. Öldürülünceve kadar bu iz yüzünde kaldı. “Ellerini ısırması” ise arkadaşına itaati dolayısıyla üzülmüş ve piş­man olmuş kişinin davranışını ifade eder.

“Keşke” dünyada iken “hak yolu” yani cennete götüren yolu “tutmuş ol­saydım, der. Eyvah banal” Bu kâfirin peygamberin emrine muhalefet etme­si ve kâfire uyması dolayısıyla helak olmak üzere söyleyeceği bir beddua cüm­lesidir. “Keşke filanı dost edinme şeydim” buyruğunda “fîlan”dan kasıt Umeyye’dir. Ondan filan diye söz edilerek, isminin açıkça zikredilmeyişi bu tehdidin sadece ona münhasır kalmaması, aksine bu İkisinin fiillerinin ben­zerini yapan herkesi kapsaması İçindir.

Mücahid ve Ebu Recâ derler ki: Buradaki “zalim” her zalim hakkında umu­midir. “FilanMan kasıt tâ şeytandır. Bu görüşün lehine bundan sonra gelen: “Zaten şeytan insanı yardımsız olarak ortada bırakır” buyruğu delil gös­terilmiştir.

el-Hasen: “Eyvah bana!” anlamındaki lafzı; diye okumuştur. Buna dair açıklamalar daha önce Hud Sûresi’nde (11/72. âyet, 1. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır. “Dost” anlamındaki “el-halil” ise arkadaş ve samimi dost demektir. Buna dair açıklamalar da daha önceden en-Nisa Sûresi’nde (4/125. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunrnaktadır.

” Andolsun ki bana geldikten sonra beni zikirden o saptırdı.” Yani bu pişmanlık duyacak kişi: Andolsun dünyada iken kendisini dost edindiğim ki­şi Kur’ân’dan ve ona iman etmekten beni alıkoydu, diyecektir. Buradaki “Zİ-kir”den kastın Rasûlden beni alakoydu anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Zaten şeytan İnsanı yardımsız olarak ortada bırakır.” Denildiğine gö­re bu ifade zalimin söyleyeceği belirtilen sözlerden değil, yüce Allah’ın söz­leridir. Bu açıklamaya göre “…Bana geldikten sonra…”da ifa­de tamarrî olmaktadır.

“Yardımsız bırakmak”: yardımı terketmek demektir. İblis’in müş­riklere Süraka b. Malik suretinde görünmesi de bu yardımsız bırakma şekil­lerinden birisidir. Çünkü o melekleri gördüğünde müşriklerden uzak oldu­ğunu bildirmişti.

Allah yolundan alıkoyan, Allah’a İsyan hususunda kendisine itaat olunan herkes, insan için bir şeytandır ve azab ve belanın ineceği sırada onu yar­dımsız bırakır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:

“Kötü arkadaştan uzak dur ve kopar onunla bağları,

Onunla arkadaşlık etmekten başka çaren kalmazsa idare et onu.

Samimi arkadaşı sev, tartışmaktan uzak dur, onunla

Onunla tartışmadığın sürece nail olursun samimi sevgisine

Ağaran saçlar akıllı kimseyi alıkoyar takılmaktan hevasımn peşine

Onun alevi sakalın yan taraflarından tutuşmaya başladığında.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Nerde bulursan hayırlı insanları arkadaşlık yap, onlarla.

Çünkü hayırlı arkadaş afiflik gösterendir.

İnsanlar dirhemlere benzer, onları mihenk taşma vurduğunda,

Kimisinin halis gümüş olduklarını görürsün, kimisinin de kalp bir para.”

Sahihde Ebu Musa yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)’ın şöyle buyur­duğu kaydedilmektedir: “Salih meclis arkadaşı ile kötü meclis arkadaşının mi­sali misk taşıyan kimse ile demirci körüğü üfleyen kimse gibidir. Misk taşı­yan kimse ya sana (miskinden) bir şey verir, yahut sen ondan bir şey satın alırsın, ya da güzel bir koku koklarsın. Körük üfleyen kimse ise ya senin el­biseni yakar, yahut da sen ondan kötü bir koku alırsın.” Müslim’in lafzı ile hadis böyledir, Ebû Dâvûd da bunu Enes yoluyla rivayet etmiştir. [43]

Ebubekrel-Bezzar da İbn Abbas’tan şöyle dediğini kaydetmektedir: Ey Al­lah’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın hayırlıları kimlerdir? diye soruldu. Şöyle buyurdu: “Kendisini gördüğünüz vakit size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi arttıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir.”[44]

Malik b. Dinar dedi ki: Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman senin için günahkârlarla birlikte habis (denilen hurma ve tereyağından yapılan bir tatlı) yemenden daha hayırlıdır. Sonra da şu beyiti okumuştur:

“Hayırlı insanlarla arkadaşlık et, hertürlü kötülükten azade kalırsın, Bir gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen, pişman olursun.” [45]

  1. Rasûl: “Ya Rab, gerçekten benim kavmim bu Kur ânı tcrketti” dedi.
  2. İşte böylece Biz her peygambere günahkârlardan düşmanlar kıl­dık. Yol gösteren ve yardım eden olarak sana Rabbin yeter.

“Rasul: Ya Rab” ifadeleriyle Muhammed (sav)’ın onları yüce Allah’a şikâ­yet ettiği anlatılmaktadır. “Gerçekten benim kavmim bu Kur’ân’ı terketti,

dedi.* Yani onlar bu Kur’ân hakkında gerçeğin dışına çıkarak onun bir sihir ve bir şiir olduğunu söylediler. Bu açıklama Mücahid ve en-Nehaî’den nak­ledilmiştir.

Şanı yüce Allah da onu: “İşte böylece Biz her peygambere günahkarlar­dan düşmanlar kıldık” buyruklanyla teselli etmektedir. Yani ey Muhammed! Senin kavminin müşrikleri arasından -İbn Abbas’ın görüşüne göre bu kişi Ebu Cehil’dir–düşman kimseler kıldığımız gibi, senden önceki herbir peygamber için de kavminin müşriklerinden düşmanlar kılmı sızdır. O bakımdan onla­rın sabrettikleri gibi sen de Benim emrim üzerinde sabret. Çünkü Ben seni doğru yola ileteceğim, sana karşı çıkan herkese karşı yardımcı olacağım.

Bir diğer açıklamaya göre, Allah Rasûlünün: Ya Rab…” sözünü kıyamet gününde söyleyeceği bildirilmiştir. Yani onlar Kur’ân-ı Kerîm’i terkettiler, ben­den uzaklaştılar, beni yalanladılar diyecektir.

Enes dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kim Kur’ân’ı öğrenir, son­ra mushafını asar da belli aralıklarda ona bakmaz ise kıyamet gününde bu mushafı ona asılı olarak gelir ve: Ey âlemlerin Rabbi! Senin bu kulun beni tei-ketti, benimle onun arasında hüküm ver, der.” Bunu es-Sa’lebî zikretmiştir.

“Yol gösteren ve yardım eden olarak Rabbin sana yeter.* Burada “yol gösteren ve yardım eden olarak” anlamındaki; kelimeleri yahal veya temyiz olarak nasbedilmişlerdir. Rabbin sana hidayet verecek, doğru yolu gösterecek, sana yardım edecektir. O bakımdan sana düşmanlık edenlere aldırma demektir. İbn Ab bas dedi ki: Peygamber (sav)’ın düşmanı Ebu Cehil -la’netullahi aleyhi-‘dir. [46]

  1. Kâfirler dediler kU “Ona bu Kur’ân topluca, birden İndirilme­li değil miydi?” Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yap­tık ve onu ağır ağır okuduk.
  2. Onlar sana bîr örnek gösterdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir.

“Kâfirler dediler ki: ‘Ona bu Kur’ân topluca birden İndirilmeli değil miydi?'” Bu sözleri söyleyenin kimliği hususunda iki görüş vardır. Birinci­sine göre bunlar Kureys kâfirleridir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İkin­cisine göre ise bu sözleri söyleyenler yahudilerdir. Onlar Kur’ân-t Kerîm’in kısım kısım indirildiğini görünce: Niye bu Kur’ân Tevrat’ın Musa’ya, İncil’in İsa’ya, Zebur’un da Davud’a indirildiği şekilde ona tek bir defada indirilme­di, dediler.

Yüce Allah da: “Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık” di­ye buyurdu. Bu şekilde onunla kalbini güçlendirelim, onu iyice beİleyesin ve ezberleyesin diye böyle yaptık. Çünkü daha önceki kitaplar okuyup yaz­ma bilen peygamberler üzerine indirilmişti. Kur’ân-ı Kerîm İse ümmi bir pey­gambere indirilmiştir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de nâsih ve mensûh vardır. Onun bazı bölümleri bir takım hususlara dair soru soranlara cevaptır. Ondan dolayı Peygamber (sav) tarafından daha iyi bellensin, gereğince amel eden­ler için de daha kolay olsun diye kısım kısım indirdik. Çünkü yeni bir vahiy indiği her seferinde bu, kalbin kuvvetini arttırırdı.

Derim ki: Bu yüce Allah’ın kudretinde olan bir şey olduğuna göre niye Kur’ân bir defada indirilmedi ve gereği gibi korunmadı? diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Yüce Allah’ın ona kitabı ve Kur’ân’ı tek bir lahzada in­dirmesi O’nun kudreti dahilindedir, fakat O, bunu yapmadı, hükmünde de

O’na kimse itiraz edemez. Bunun hikmet yönünü de daha önceden açıkla­mış bulunuyoruz.

Şöyle denilmiştir: Yüce Allah’ın: “İşte böylece” buyruğu müşriklerin söy­lediği sözlerdendir. Yani niye onun üzerine Tevrat ve İncil gibi aynı şekil­de bir defada ve toptan indirilmedi, anlamına gelir.

Bu durumda “Böylece” lafzı üzerinde vakıf tamam olur. Daha son­ra da: “Biz onunla kalbine sebat verelim diye…” ile oku­maya yeniden başlanılır. Bununla birlikte; “Topluca, birden” laf­zı üzerinde vakıf yapmak da caizdir. Bundan sonra da: “Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık” ile yeniden okumaya başlanılır. Bunun da manası şöyle olur: Bizim Kur’ân-ı Kerîm’i senin üzeri­ne böylece indirmemizin sebebi, bu yolla kalbine sebat vermek isteyiş, imizdir.

İbnu’l-Enbarî dedi ki: Birinci şekil daha uygun ve daha güzeldir. Tefsir alimlerinden ikinci şekle göre de açıklamalar gelmiştir. Bize Muhammed b. Osman eş-Şeybî anlattı, dedi ki: Bize Mincâb anlattı, dedi ki: Bize Bişr b. Uma-re, Ebu Ravk’dan anlattı, dedi ki: Bişr, ed-Dahhâk’tan, o İbn Abbas’tan nak­len yüce Allah’ın: “Doğrusu Bizonu kadir gecesinde indirdik.” (el-Kadr, 97/1) buyruğu hakkında dedi ki: Kur’ân-ı Kerîm, Levh-i Mahfuz’dan, yüce Allah nez-dinden semadaki Sefere-i Kiramen Katibîn’e bir defada toptan indirildi, Da­ha sonra Sefere melekleri bunu Cebrail’e yirmi gecede indirdi. Cebrail de Mu­hammed (a.s)’a yirmi senede kısım kısım indirdi. İşte yüce Allah’ın: “Hayır, işte nücûm’un dağup-battıkları yerlerine yemin ederim.” (el-Vâkıa, 56/75) buyruğundaki “nücûm” Kur’ân-t Kerîm’in kısım kısım inen buyrukları demek­tir. “Ve eğer bilirseniz gerçekten bu büyük bir yemindir Şüphesiz o olduk­ça şerefli bir Kur’ân’dır.”(el-Vâkıa, 56/76-77) (İbn Abbas devamla) dedi ki: Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber (sav)’a bir defada toptan nazil olmadığından do­layı kâfirler bu sefer Kur’ân-ı Kerim onun üzerine toptan ve bir defada in­dirilmeli değil miydi? dediler. Bunun yüzerine de yüce Allah: “Biz onunla kal­bine sebat verelim diye böyle yaptık” ey Muhammed, diye buyurdu. “Ve onu ağır ağır okuduk” yani onu kısım kısım gönderdik, ardı arkasına bölümler halinde indirdik.

“Onlar sana bir Örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hak­kı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir.” Yani eğer Biz, Kurân-ı Kerîm’i senin üzerine bir defada ve toptan indirmiş olsaydık, sonra da sana bazı hu­suslara dair soru sormuş olsalardı, senin onlara verecek cevabın olmazdı. An­cak Biz bazı bölümlerini sana zamanı gelince indiriyoruz, onlar sana soru sor­dular mı sen de onlara cevap verebiliyorsun.

âs dedi ki: Bu nübüvvet alâmetlerindendi. Çünkü onlar neye dair soru sordularsa, mutlaka o sorularına cevap verilmişti. Bu ise ancak bir pey­gamberin yapabileceği bir şeydir. O bakımdan bu yolla onun da, ashabının da kalbine sebat verilmiş oluyordu. İşte yüce Allah’ın: “Onlar sana bir ör­nek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklama getirmişizdir” buyruğu buna delil teşkil etmektedir. İçindeki farz hükümler ile birlikte bir defada indirilmiş olsaydı, bu onlara ağır gelirdi. Ay­rıca yüce Allah, salâhın onun kısım kısım indirilmesine bağlı olduğunu bi­lendir. Zira bu şekilde onlar arka arkaya defalarca Kur’ân ile uyarılmış olu­yorlardı. Eğer bir defada indirilmiş olsaydı, muhtevasında nâsih ve mensûh bulunduğu halde onların uyarılma ve dikkatlerinin çekilmeleri imkânı orta­dan kalkardı. Onlar muayyen bir zamana kadar herhangi bir hususu İbadet diye icra ederlerdi. Şanı yüce Allah o şartlar içerisinde salâhın onda olduğu­nu elbettekî bilirdi. Daha sonra da o muayyen zaman için indirilmiş olan ne­sih edici hüküm nazil oluyordu. Halbuki aynı anda hem bunu yapınız, hem yapmayınız şeklinde bir defada hükmün indirilmesi muhal bir şeydir.

en-Nehhas dedi ki: Daha uygun olan ifadenin “Topluca, birden…” ifadesinde tamam olmasıdır. Çünkü “Böyle” üzerinde va­kıf yapılacak olursa, bu sefer anlam Tevrat, İncil ve Zebur gibi… şeklinde olur ki; daha önceden bunlardan söz edilmiş değildir.

ed-Dahhâk dedi ki: “Ve daha güzel bir açıklama” daha güzel etraflı bil­gi demektir. Yani onların örneklerinden daha güzel bir açıklama demektir. Dinleyenin bu husustaki bilgisi dolayısı ile burada “onların örnekleri” an­lamındaki ifade hazfedilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Müşrikler kitap ehlinden yardım istiyorlardı. Kitap ehli ise çoğunlukla ilahi kitapları tahrif ve tebdil etmişlerdi. O bakımdan Pey­gamber (sav)’ın getirdikleri, onların nezdinde bulunanlardan daha güzel açık­lamaları ihtiva ediyordu. Çünkü kitab ehli hakkı batıla karıştırıyorlardı. Ka­tıksız hak ise elbetteki batıla karışmış olan haktan daha güzeldir. Bundan do­layı yüce Allah; “Hakkı batıla karıştırmayın…” (el-Bakara, 2/42) diye bu­yurmuştur.

“Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde…” buyruğu ile ilgili ola rak şöyle bir açıklama da yapılmıştın Onlar İsa (a.s)’ın babasız olarak yara­tılması hususunda söyledikleri gibi ne örnek vermişlerse, mutlaka Biz sana hakkı göndermişizdir. Yani onların delillerini çürüten hususlar getirmişizdir. Çünkü Adem hem babasız, hem annesiz olarak yaratılmıştır.[47]

  1. Yüzleri üzere cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar yerle­ri en kötü ve yolları en sapık olan kimselerdir.

“Yüzleri üzere cehenneme toplanacak olanlar…” buyruğuna dair açık­lamalar daha önceden el-îsra Sûresi1 nde (17/97 âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

“İşte onlar yerleri en kötü…” Çünkü onlar cehennemde olacaklardır. Mu-katil dedi ki: Kâfirlerin; Muhammed (sav)’ın ashabına; o yaratılmışların en kö-tüsüdür, demeleri üzerine bu âyet-i kerime inmiştir.

“Ve yolları” dinleri ve izledikleri yol itibariyle “en sapık olan kimseler­dir.” Âyet-i kerime’nin ifade düzeni şöyledir: Onlar sana ne kadar örnek ge-tirdilerse, mutlaka Biz de sana hakkı getirmişizdir. Sen apaçık delil ve bel­gelerinle onlara karşı ilahi yardıma mazlıar olansın. Onlar ise yüzleri üzere hasredilecekler, toplanacaklardır. [48]

  1. Andolsun ki Biz, Musa’ya kitabı verdik; onunla beraber karde­şi Harun’u da vezir yaptık.
  2. “Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin” dedik. Sonunda Biz on­ları tümden helak ettik.

“Andolsun ki Biz, Musa’ya kitabı” Tevrat’ı “verdik. Onunla beraber kardeşi Harun’u da vezir yaptık.” Bu hususa dair açıklamalar daha önceden Ta-Ha Sûresi’nde (20/29. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin, dedik.” Burada hitab her iki sinedir. Bir görüşe göre Musa (a.s)’a mana itibariyle tek başına gitmesi emrolunnıuştur. Buda yüce Allah’ın: “Balıklarını unuttular” (el-Kehf, 18/61) buyruğu[49] ile: “O iki denizden inci ve mercan çıkar.” (er-Rahman,”55/22) buy­ruğuna benzemektedir. Halbuki inci ve mercan onlardan birisinden çık­maktadır.

en-Nehhâs dedi’ki: Yüce Allah’ın kitabı ile ilgili olarak böyle bir açıkla­ma cesaretinin kimsede bulunmaması gerekir. Çünkü yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır : “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar. (İki­si): ‘Ey Rabbimiz! Biz, bize karşı aşırı gitmesinden yakut azgınlığını art­tırmasından korkarız’ dediler. Buyurdu ki: ‘Korkmayın, çünkü Ben sizinle beraberim, işitirim ve görürüm. Artık ona varıp deyiniz ki: Muhakkak biz senin Rabbin tarafından gönderilmiş rasûlleriz.'” (Ta-Ha, 20/44-47) Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “O ikisinden başka iki cennet daha vardır.” (er-Rahman, 55/62) buyruğudur. Yine şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Sonra Musa ve kardeşi Harun’u âyetlerimizle ve apaçık belgelerle gönder­dik. ” (el-Mu’minun, 23/45)

el-Kuşeyrî dedi ki: Yüce Allah’ın bir başka yerde: “Fir’avun’a git; çünkü o iyice azmıştır.” (Ta-Ha, 20/24) diye buyurmuş olması buna aykırı değildir. Çünkü her İkisi de bu konuda emre muhatab olduklarına göre onların her-birisi ayrı ayrı bu emre muhatab demektir. Bununla birlikte öncelikle Musa’ya bu emir verilmiştir, demek mümkündür. O da daha sonra: “Bana ailemden bir yardımcı ver.” (Ta-Ha, 20/29) deyince, yüce Allah da ona: “İkiniz Fir’avun’a gidin.” (Ta-Ha, 20/43) diye buyurmuştur.

“Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin” buyruğu ile Fir’avun, Haman ve Kıptîleri kastetmektedir,

“Sonunda Biz onları tümden helak ettik” buyruğunda takdiri bir ifade vardır. O da; onlar o ikisini yalanladılar, Biz de onları büsbütün helak ettik, şeklindedir. [50]

  1. Nuh kavmi, peygamberleri yalanlayınca, Biz de onları suda boğduk ve onları İnsanlara bir İbret kıldık. Zalimler için de çok acıklı bîr azap hazırlamışadır.

“Nuh kavmi” buyruğundaki”Kavra” kelimesinin nasb ile okunma-sının sebebi ile ilgili olarak dört görüş vardır. Birinci görüşe göre .”biz onları helak ettik” buyruğundaki “onlar” anlamındaki “he” ve “mim” zamirine atfedilmiştir. İkincisine göre “hatırla” anlamındaki bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur. Üçüncü açıklamaya göre bundan sonraki ifa­delerin açıkladığı bir fiilin takdiri ile böyle okunmuştur. İfadenin takdiri de; Bi2 NUh kavmini suda boğduk onları suda boğduk” şek­lindedir. Dördüncü açıklamaya göre bu; “onları suda boğduk” fiili dolayı­sıyla nasb edilmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır.[51]

Ancak en-Nehhâs bu açıklamayı kabul etmeyerek şöyle der: Çünkü “on­ları suda boğduk” fiili iki mef ul alan fiillerden değildir. O bakımdan hem “onlar” anlamındaki zamirde hem de “Nuh kavmi” ifadesinde amel edemez.

“Peygamberleri yalanlayınca” buyruğunda “peygamberler” diye cins isim zikredilmiştir. Maksat ise sadece Nuh (a.s)’dır. Çünkü o dönemde on­lara Nuh (a.s)’tan başka gönderilmiş bir rasûl yoktur. Nuh (a.s); la ilahe İl­lallah demek ve Allah’ın indirdiklerine İman etmek talebiyle gönderilmiştir. Onlar, onu yalanlayınca böylelikle ondan sonra aynı mesaj ile gönderilmiş herkesi yalanlamış oldular.

Şöyle de denilmiştir: Tek bir rasûlü yalanlayan bütün rasûlleri yalanlamış demektir. Çünkü iman bakımından onlar arasında ayırım gözetilmez. Ayrı­ca ne kadar peygamber gönderümişse, mutlaka o Allah’ın diğer peygamber­lerini de tasdik etmiştir. Aralarından tek bir peygamberi yalanlayan, o pey­gamberi tasdik eden bütün peygamberleri de yalanlamış demek olur.

“Biz de onları suda boğduk” yani daha önceden Hud Sûresi’nde (11/36-37. âyetlerin tefsirinde) açıklandığı üzere tufan ile helak ettik.

“Ve onları insanlara bir İbret” kudretimize dair apaçık bir alamet “kıl­dık. Zalimler” yani Nuh kavminden şirk koşanlar “İçin de” âhirette “çok acık­lı bir azab hazırlamışızdır.” Şöyle de denilmiştir: Yani herbir zalim hakkın­daki tutumum budur. [52]

  1. Ye Âd, Semûd, Ashabı Ress ve bunların dışında çok kavimleri de (helak ettik).

“Ve Âd, Scmûd, Ashab-ı Ress ve bunların dışında çok kavimleri de (helak ettik.)’ Bütün bu buyruklar daha önce geçen “Nuh kavmi” üzerine at-fedilmiştir. Eğer “Nuh kavmi” mansub ise bu da atıf suretiyle mansub olur. Yani… da hatırla!” demek olur. Hepsi de: “Bizonları tümden, helak ettik.” (el-Furkan, 25/36) buyruğundaki zamire atfedilmiş olarak da mansub olabi­lir ya da: “onları… kıldık” buyruğundaki zamire atfedilmiş olarak mansub ola­bilir. en-Nehhâs’ın tercih ettiği de budur. Çünkü ona daha yakındır. Uygun bir fiilin takdiri ile de mansub olması mümkündür. Yani Hud’u yalanlayan Âd kavmini hatırla, Allah onları kısır rüzgar ile helak etti. Salih’i yalanlayan Semud’u -la (hatırla.) Onlar da büyük sarsıntı ile helak edildiler.

“Ashab-ı Ress” buyruğundaki “er-ress” lafzı, Arapça’da içerisi taşla ve ben­zeri şeylerle örülmemiş kuyu demektir. Çoğulu diye gelir. Şair der ki:

“Ve kuyular kazan kısa boylu adamlar…”

Kasdı maden kuyuları kazanlardır.

İbn Abbas dedi ki: Ben Ka’b’a, Ashab-ı Ress hakkında sordum da o şöy­le dedi: Bunlar Yasin Sûresi’nde sözü geçen ve kavmine: “Ey kavmim, elçi­lere tabi olun.”(Yasin, 36/20) diyen kişinin adamlarıdır. Kavmi onu öldürüp er-Ress diye bilinen bir kuyuya attılar. Mukatil de böyle demiştir.

es-Süddî der ki: Bunlar Yasin kıssasında kendilerinden söz edilen Antak­ya ahalisidir. er-Ress, Antakya’daki bir kuyudur. O kuyuda Habib en-Neccar’ı yani Yasin’de sözü edilen mü’min kimseyi öldürdüler. O bakımdan o kuyu­ya nisbet edilerek anıldılar.

Ali (r.a) dedi ki: Bunlar çam ağacına tapınan bir kavim idiler. Peygamber­leri onlara beddua etti. Bu peygamberleri Yehuda oğullarından idi. Bu ağaç kuruyunca onu öldürdüler ve onu bir kuyuya attılar. Siyah bir bulut onları gölgelendirdi ve sonra onları yaktı.

İbn Abbas dedi ki: Bunlar Azerbaycan’da bulunan bir topluluktur. Bir ta­kım peygamberleri öldürdüler. O bakımdan ağaçları ve ekinleri kurudu. Aç­lık ve susuzluktan öldüler.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Bunlar kuyuları olan bir topluluktu. O kuyunun başında otururlardı. Davarları da vardı, putlara tapınıyorlardı. Yüce Al­lah onlara Şuayb (a.s)’ı peygamber olarak gönderdi, onu yalanladılar ve ona eziyetler ettiler. Küfür ve azgınlıklarını da sürdürüp, gittiler. Kaldıkları yer­lerde kuyunun etrafında oldukları bir sırada kuyuda yurtları da altlarından çöktü. Yüce Allah, onları yerin dibine geçirdi ve toptan helak oldular.

Katâde dedi ki: Ashab-ı Ress ile Ashabu’1-Eyke iki ayrı ümmettirler. Yü­ce Allah, onların ikisine de Şuayb’ı peygamber olarak gönderdi, onu yalan­ladılar. Yüce Allah da onları iki ayrı azab ile azablandirdı. Katâde der ki: er-Ress, Felcu’l Yername’de bir kasabanın adıdır.

îkrime der ki: Bunlar peygamberlerini canlı canlı kuyuya atan bir kavim idiler. Bunun delili de Muhammed b. Ka’b el-Kurazî’nin şu rivayetidir: Onun peygamber (sav)’dan kendisine nakleden birisinden rivayetine göre, peygam­ber şöyle buyurmuştur: “Kıyamet gününde cennete İlk girecek insan siyah bir köle olacaktır. Şöyle ki: Yüce Allah onun kavmine bir peygamber gönder­mişti. O peygambere de o siyah köleden başka insan iman etmedi. O kasa­banın ahalisi bir kuyu kazdılar ve peygamberlerini o kuyuya diri diri attılar. Sonra da üzerine çokça büyük bir taş kapattılar. Bu siyah köle ise sırtında odun taşır, bu odunu satar ve o peygambere yiyecek ve içeceklerini getirir­di. Yüce Allah’ın yardımı ile o büyük kayayı kuyunun ağzından kaldırabili-yordu ve yemeği ona böylece sarkıtıyordu. Yine odun topladığı bir sıra uy­kuya daldı. Yüce Allah yedi yıl süre ile onu uyuttu. Daha sonra uyandı, ge­rindi ve öbür yanına yaslandı. Yine yüce Allah onu yedi yıl daha uyuttu. Son­ra uyandı ve o odun yükünü taşıyıp, sattı. Aldığı yiyecek ve içecekle kuyu­nun ağzına geldi. Ancak kuyuyu bulamadı. Yüce Allah onun kavmine bir mu­cize göstermiş, onlar da onu oradan çıkartmışlar, o peygambere iman edip tasdik etmişlerdi ve bu peygamber de vefat etmişti.” Peygamber (sav) devam­la buyurdu ki: “İşte o siyahi köle hiç şüphesiz cennete girecek olan ilk ki­şidir. “[53]

Bu haberi el-Mehdevî ile es-Sa’lebî zikretmişlerdir ki; lafız es-Sa’lebî’ye ait­tir. es-Sa’lebî dedi ki: İşte bunlar peygamberlerine iman ettiler. Dolayısıyla bunların Ashab-ı Ress olmaları mümkün değildir, zira yüce Allah Ashab-ı Ress’ı helak ettiğini haber vermektedir. Ancak peygamberlerinden sonra işlemiş ol­dukları bir takım günahlar sebebiyle helak edilmiş de olabilirler. Bu müstes­nadır.

el-Kelbî de der ki: Ashab-ı Ress yüce Allah’ın kendilerine peygamber gön­derdiği ve onun etini yiyen bir kavmin adıdır. Bunlar kadınları birbirleriyle hayasızlık işleyen ilk kavimdir. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir.

Bir diğer görüşe göre bunlar hendekler kazan ve kazdıkları hendeklerde mü’minleri ateşte yakan Ashab-ı Uhdud’durlar, ileride gelecektir.

Yine denildiğine göre Ashabı Ress, Semud kavminin kalıntılarıdırlar. er-Ress ise daha önceden de el-Hacc Sûresi’nde “(nice) kuyular sahipsiz kal­mış…” (el-Hacc, 22/45) buyruğunda sözü edilen kuyudur.

es-Sthah’da. denildiğine göre “er-ress” Semud kavminden geri kalanlara ait bir kuyunun adıdır. Cafer b. Muhammed babasından şöyle dediğini nak­letmektedir: Ress ashabı kadınlarını biribirleriyle hayasızlık yapmalarını gü­ze! gören bir kavmin adıdır. Bu kavmin bütün kadınları bu şekilde hayasız kimseler idiler.

Enes yoluyla gelen hadiste belirtildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: “Erkeklerin erkeklerle, kadınların kadınlarla yetinmesi de hiç şüp­hesiz kıyametin alametlerindendir. İşte “es-sahk” denilen de budur. “[54]

Bîr başka açıklamaya göre en-Ress, Esedoğullarına ait bir su ve hurma­lıklardır. Bunun dağlarda birikmiş kar ulduğu da söylenmiştir ki bu açıkla­mayı da el-Kuşeyrî zikretmiştir. Ancak bizim ilk olarak zikrettiklerimiz bili­nen hususlardır ki, bu da kabir, maden ve kuyu gibi kazılan herbir şeyin ol­duğudur. Ebu Ubeyde dedi ki: Ress, taş ve benzeri şeylerle örülmemiş her­bir çukurdur. Bunun çoğulu da; diye gelir. Şair şöyle demiştir:

“Ve onlar kendi topraklarına doğru yol alıyorlar, Keşke ress’ler (kuyular) kaz salar.”

er-Ress, Züheyr’in şu beyitinde bir vadi adıdır:

“Erkence geldiler oldukça ve tan yeri ağarmadan önce vardılar,

El, ağız için neyse onlar da er-Ress vadisi için böyledirler (oradan ayrılmazlar.)”

“Bir kuyu kazdım” demektir. “Ölü kabre konuldu” -demektir. “İnsanlar arasını düzeltmek ve aynı zamanda bozmak” anlamına gelir. “Aralarını düzelttim ya da bozdum” denilir. O hal­de bu anlamıyla fiil, zıt anlamlı kelimelerdendir.

Ashab-ı Ress hakkında zikrettiklerimizden başka açıklamalar da yapılmış­tır. Bu açıklamaları es-Sa’lebî ve başkaları kaydetmişlerdir,

“Ve bunların dışında çok kavimleri de (helak ettik.)” Yani Nuh, Âd, Se-mûd ve Ress ashabı arasında Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir çok ümmetler de helak olmuştur.

er-Rabî’ b. Haysem’den rivayete göre o rahatsızlanmış, kendisine: Niçin tedavi olmuyorsun? Çünkü Rasûlullah (sav) tedavi olmayı emretmiştir deni­lince, şöyle demiş; İçimden tedavi olmayı geçirdim, sonra da kendi kendi­me düşündüm; baktım ki Âd, Semud, Ress ashabı ve bunlar arasında bir çok nesiller mal toplamak noktasında daha bir tutkulu ve sayıca daha fazla idi­ler. Aralarında doktorlar da vardı. Ne tedavi yolunu gösterenleri kaldı, ne de kendisine İlaç tavsiye edilenler, dedi ve tedavi olmayı kabul etmedi. Aradan beş gün geçtikten sonra vefat etti. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. [55]

  1. Hcrbirinc örnekler verdik ve onların hepsini mahv ve helak et­tik.

“Herbirîne örnekler verdik” buyruğu hakkında ez-Zeccac dedi ki: Biz bunların hepsini korkutup uyardık, onlara örnekler verdik ve onlara delille­ri gereği gibi açıkladık. Bu kâfirlerin yaptığı gibi Biz onlara batıl örnekler de vermedik.

Denildiğine göre, buradaki: “Herbirine” lafzı; “Biz bun­ların hepsine öğüt verip, hatırlattık” takdiri veya benzeri bir takdir ile nas-bedilmiştir Çünkü misallerin verilmesi, hatırlatmak ve öğüt vermek demek­tir. Bu açıklamayı el-Mehdevî zikretmiştir. Mana birdir.

“Ve onların hepsini mahvve helak ettik.” Yani onları azab ile helak et­tik. (Aynı kökten gelen): “O şeyi kırdım” demektir.

el-Müerric ve el-Ahfeş ise; “Biz onları darmadağın ettik” de­mektir, diye açıklamışlardır. Bazen “te” ve “be” harfleri “dal” ve “mim” harf­lerinin yerine kullanılabilir. [56]

  1. Mnhakkak onlar beta yağmuruna tutulan beldeye uğramışlar­dır. Acaba bunlar orayı görmediler miydi? Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ümit etmezler.

“Muhakkak onlar” yani Mekke müşrikleri, belâ yağmuruna tutulan bel­deye yani taş yağmuruna tutulmuş Lut kavminin şehirlerine “uğramışlardır. Acaba bunlar orayı” ibret almak üzere yaptıktan yolculuklarında “görme­diler miydi?”

İbn Abbas dedi ki: Kureyş’liler, ticaret maksadıyla Şam’a gittiklerinde Lut kavminin şehirlerinin yanından geçerlerdi. Nitekim yüce Allah, şöyle buyur­maktadır: “Muhakkak siz onların yakınından sabahleyin de geçip, gidi­yorsunuz…” (es-Saffat, 37/137); “Her ikisi de hâlâ görülüp tanınan bir yol üzerindedirler.” (el-Hicr, 15/79) Bu husus zaten (belirtilen yerde) geçmiş idi.

“Hayır, onlar tekrar dirilmeyi ümit etmezler.” Yani öldükten sonra di­rilişi tasdik etmezler. Burada “ümit etmezler”in korkmazlar anlamında olma­sı gibi asli manası ile anlaşılması da mümkündür. O takdirde de; hayır, on­lar âhiret sevabını ummuyorlardı, demek olur. [57]

  1. Onlar seni gördüklerinde mutlaka: “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?” diye seni alaya alırlar.
  2. “Eğer İlâhlarımıza sebat göstermeseydik az kalsın bizi İlâhları­mızdan saptıracaktı.” Yakında azabı gördüklerinde yolca ki­min sapık olduğunu bileceklerdir.

“Onlar seni gördüklerinde mutlaka… seni alaya alırlar” buyruğunda yer alan “(lîl); …İnde’nin cevabı, “Mutlaka seni alaya alırlar” buyruğudur. Çünkü bu anlamı seni alaya alırlar, demektir. Cevabın mahzuf olduğu ve bu cevabın: “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?” dediler yahut derler takdirindedir. “Mutlaka… seni alaya alırlar” ifadesi de bir ara cümlesi olur.

Bu buyruk Ebu Cehil hakkında inmiştir. O Peygamber (sav)’a alay yollu: “Al­lah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?” derdi. Buradaki ismi mev-sul’ün aidi hazfedilmiştir ki “Allah’ın kendisini… gönderdiği” de­mektir. “Peygamber” anlamındaki kelime hal olarak nasbedilmiştir. İfade de:Allah’ın kendisini rasûl olarak gönderdiği kimse bu mu­dur? takdirindedir. “Bu mudur?” ise mübtedâ olarak merfudur. Kimse, kişi anlamındaki ism-i mevsul de onun haberidir. “Peygamber olarak” lafzı da hal olarak nasbedilmiştir, “Gönderdi” fiili ism-i mev-sul’ün sılasıdır. “Allah” lafza-i celali de “gönderdi* anlamındaki fiil ile merfu­dur. Mastar olması da mümkündür, çünkü “Gönderdi” rasûl olarak gön­derdi, anlamındadır. Bu durumda “Peygamber olarak” anlamındaki la­fız, manası da Allah bunun üzerine bir risalet mi gönderdi? manasına gelir.

(.., mudur anlamındaki) elif istifham i£in olup, takrir (doğruyu söyletmek) ve ihtikar (hakir görmek) manasınadır.

“Eğer ilâhlarımıza sebat göstermeseydik” yani onlara ibadet hususun­da direnmemiş olsaydık “az kalsın bizi ilâhlarımızdan” onlara ibadet etmek­ten “saptıracaktı.”

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yakında azabı göreceklerinde yolca kimin sapık olduğunu bileceklerdir.” Yani kendilerinin bağlı oldukları din mi, yoksa Muhammed’in dini mi daha sapıkçadır, bileceklerdir. Bedir gü­nü bunu görmüşlerdi. [58]

  1. Hevâ ve hevesini İlâh edinen kimseyi gördün mü? O kimseye sen mi vekil olacaksın?

“Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” buyruğu ile yüce Allah, onların, kalplerinde şirki muhafaza etmelerine rağmen ve onun üzerinde ısrar etmelerinin hayret edilecek bir hal olduğunu peygamberine bil­dirmektedir. Bununla birlikte onlardan herhangi bir kimse, herhangi bir delil olmaksızın bir taşa yöneîip, ibadet edebiliyordu.

el-Kelbî ve başkalan dediler ki: Araplardan herhangi bir kimse bir şeyi he-vâ ve hevesiyle sevip ona bağlandı mı Allah’tan başka ona ibadet ederdi. On­dan daha güzelini buldu mu bu sefer birincisini terkeder, daha güzel olanı­na tapınırdj.

Buna göre buyruk; “Hevâ ve hevesi ile ilâhını edi­nen kimseyi gördün mü?” anlamındadır. Bu durumda cer edatı (olan be) haz­fedilmiş olmaktadır.

İbn Abbas dedi ki: Hevâ Allah’tan başka kendisine ibadet olunan bir ilâh­tır, sonra da bu âyet-i kerime’yi okudu.

Şair de şöyle demiştir:

“Babasının hakkı için, ibadet eden bir kimseye görünürse o,

Herhangi bir ibadet yerinde dünyadan ayrılmış olana.

Rabbine namaz kılmadan önce, ona namaz kılardı,

Ve bİT daha dünyada (hayırlarda) yarışan kimsenin amellerine dönmezdi.”

“Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimse” buyruğunun hevâ ve hevesine ita­at eden kimse, anlamında olduğu da söylenmiştir. el-Hasen’den rivayete gö­re; o neyi severse, mutlaka ona tabi olan kimse, diye açıkladığı nakledilmiş­tir ki, anlam birdir,

“O kimseye sen mi vekil olacaksın?” Onu imana geri döndürüp bu fe­sattan çıkartıncaya kadar onu koruyacak ve ona kefil olacak sen misin? Ya­ni hidayet ve sapıklık senin iradene havale edilmiş, bırakılmış değildir. Sa­na düşen ancak tebliğdir. Bu ifade kaderiye’nin kanaatlerini de reddetmek­tedir.

Diğer taraftan bu buyruğun kıtal âyeti ile mensuh olduğu söylendiği gi­bi, nesh olmadığı da söylenmiştir. Çünkü âyet-i kerime Peygamber (sav)’a bir tesellidir. [59]

  1. Sen onların çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın? Onlar ancak hayvanlar gibidir, hatta onlar -yolca- daha da sapıklıkta­dırlar.

“Sen onların çoğunu dinler ve akıl erdirirler mi sanırsın?” Burada “onlarGn hepsi)” denilmemiştir. Çünkü aralarından iman edecek kimsele.in olacağı Cenab-ı Atlah tarafından bilinmiştir. Yüce Allah, bu özellikleri dola­yısıyla onları yermiş bulunmaktadır. “Sen onların çoğunu dinler” kabul et­mek maksadıyla kulak verir yahutta senin söylediklerin üzerinde tefekkür edip, onu akıllan ile kavrayarak “ve akıl erdirirler mi sanırsın?” Yani on­lar akletmeyen ve işitmeyen varlıklar konumundadırlar.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani onlar işittikleri ile gereği gibi yararlanmadık­larından ötürü sanki hiç işitmemiş gibidirler. Maksat Mekke ehlidir. Burada­ki “…mi” edatının bu gibi yerlerde; “Hayır, bilakis” anlamında ol­duğu da söylenmiştir.

“Onlar ancak hayvanlar gibidir.” Yemeleri, içmeleri ve âhiret hakkında düşünmemeleri itibariyle onlara benzerler. “Hatta onlar -yolca- daha da sa­pıklıktadırlar.” Zira hayvanlar için hesap ve ceza söz konusu değildir.

Mukatil dedi ki: Hayvanlar Rabblerini bilir, gidip otlayacakları yerleri bu­lur ve bilip tanıdıkları sahiplerinin arkasından giderler. Bunlar ise hakka ile­tenin arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rabblerini de bi­lip, tanımazlar.

Bir diğer açıklamaya göre de hayvanlar eğer tevhid ve nübüvvetin sağlık­lı ve doğru oluşunu akıllarıyla kavnyamıyor ise de aynı şekilde bunların ba­tıl olduğu inancına da sahip değillerdir. [60]

  1. Rabbİnİn gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın? DUescydi, onu hareketsiz kılardı. Sonra güneşi ona delil kıldık.
  2. Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik.

“Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığına bakmaz mısın?” Buradaki “görüp, bak­manın” gözle görmek ile alakalı olması da mümkündür, ilimden kaynakla­nan bir görme olması da mümkündür.

el-Hasen, Katade ve başkaları şöyle demişlerdir: Tan yerinin ağardığından itibaren güneşin doğuşuna kadar gölgeyi uzatıp yaymıştır. Bir diğer açıkla­maya göre bu: güneşin batışından doğuşuna kadar olan zamandadır. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buna delil de şudur: O saatten daha tatlı bir za­man yoktur. O zaman esnasında hasta olan bir kimse bir parça rahatlık du­yar. Yolcu ve herhangi bir rahatsızlığı bulunan herkes de böyledir. O saat­te ölülere (uyumuş olanlara) cani an geri verilir, ruhları cesetlerine geri çev­rilir. Canlı nefisler o saatte rahat ve huzur bulur. Güneşin batanından son­ra bu nitelik yoktur. Ebu’l-ÂIiye: İşte cennetin gündüzü böyle olacaktır de­yip, sabah namazı kılanların namaz kıldıkları saate işaret etmiştir.

Ebu Ubeyde dedi ki: Zili (gölge) sabahleyin olur, fey’ (gölge) de akşam­leyin olur. Çünkü güneşin zevalinden sonra onun dönüşü (fey’ dönmek ma­nasınadır) söz konusu olur. Ona fey’ deniliş sebebi ise doğudan batı tarafı­na doğru meyletmesidir. Şair Hamid b. Sevr de büyük ve gölge bırakan bir ağacı nitelendirirken -ki kinaye yoluyla bir kadından söz etmektedir- şöyle demektedir:

“Kuşluk vaktinin serinliğinden dolayı gölgeye de tahammülü yok, Akşam serinliğinden ötürü, fey”e {öğleden sonraki gölgeye) katlanamıyor.”

İbnu’s-Sikkît der ki: Zili, güneşin giderdiği gölge, fey’ ise güneşi gideren gölgedir,

Ebu Ubeyde, Ru’be’den şöyle dediğini nakletmektedir: Üzerinde güneş var­ken, güneşin üzerinden gittiği herbir şey hem fey’, hem de zili diye adlan­dırılır. Üzerinde güneş olmadığı sürece de o bir zıll’dır.

“Dikseydi onu hareketsiz kılardı.” Yani güneşin gidermediği, sürekli bir gölge yapardı. İbn Abbas dedi ki: Kıyamet gününe kadar böyle bırakırdı, de­mektir. Eğer dileseydi, güneşin doğuşunu önlerdi, anlamında olduğu da söy­lenmiştir.

“Sonra güneşi ona delil kıldık.” Yani güneşin gelişi ile birlikte gölgeyi gidermesini Biz, gölgenin bir şey ve bir mana olduğuna delil kıldık. Çünkü şeyler zıtlarıyla bilinirler, güneş olmasaydı gölgenin ne olduğu bilinemezdi. Aydınlık olmasaydı, karanlığın ne olduğu bilinemezdi.

“Delil”, “fail” anlamında “fail” vezninde bir kelimedir. Bunun katîl (mak­tul), dehîn (yağlanmış) ve hadîb (kına yakılmış) gibi mef ul anlamında oldu­ğu da söylenmiştir.

Yani Biz, güneşi gölgeye delâlet ettik (üzerine yönlendirdik) ve sonun­da güneş gölgeyi giderdi. Yani güneşi gölgenin arkasından tabi kıldık. Bu­na göre güneş delildir, yani belge ve burhandır. Delil de içinden çıkılmaz bir durumu açığa çıkartan ve açıklayan şey demektir. Güneşin sıfatı olmakla bir­likte “delil’ın müennes gelmemesi isim anlamında oluşundan dolayıdır. Tıp­kı; “Güneş bir burhandır, güneş bir haktır” demeye benzer.

“Sonra onu” yani uzunca gölgeyi “yavaş yavaş kendimize çektik.” Ya­ni onu çekmek bizim için pek kolay bir şeydir. Esasen Rabbimizin bütün iş­leri, O’nun için pek kolaydır.

Buna göre gölgenin (zili) hava boşluğunda kaldığı süre, tan yerinin ağar­masından güneşin doğuşuna kadar geçen zamandır. Güneş doğmaya başla­dı mı bu sefer gölge çekilmiş olur. Aynı hava boşluğunda onun yerine gü­neş ışığı gelir ve bu ışık yeryüzünü, eşyayı, batacağı vakte kadar aydınlatır. Güneş battıktan sonra ortada gölge diye bir şey kalmaz. Görünen sadece gü­nün aydınlığının kalıntılarıdır.

Bazıları da şöyle demiştir: Gölgenin çekilmesi, güneşin batışı ile olur. Çün­kü güneş batmadığı sürece gölgenin kalıntıları devam eder. Gölgenin büs­bütün zail olması gecenin gelip üzerine karanlığın girmesi ile olur.

Yine denildiğine göre; bu çekilme güneşin eşya üzerinde görülmesidir. Çünkü güneş doğmakla birlikte gölge kısım kısım çekilmeye koyulur. Bu açık­lamayı Ebu Malik ve İbrahim et-Teymî yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre: “Sonra onu yavaş yavaş kendimize çektik” ya­ni gölge sebebiyle güneşin aydınlığını yavaş yavaş çektik. Buradaki “yavaş”ın hızlıca anlamına geldiği de söylenmiştir ki; bu açıklama ed-Dahhâk’a aittir. Katâde ise bunu “gizlice” diye açıklamıştır. Yani güneş battı mı o gölgeyi giz­lice çeker. Onun bir bölümü çekildikçe, onun yerine bir parça karanlık ge­lir, yoksa gölgenin çekilmesi bir defada gerçekleşmez. îşte Katâde’nin açık­lamasının anlamı budur. Aynı zamanda bu, Mücahid’in de görüşüdür. [61]

  1. Geceyi sîzin için elbise, uykuyu da rahatlık kılan O’dur. O, gündüzü de yeni bir hayata başlangıç yaptı.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [62]

1- Örtüsüyle Bürüyen Gece:

Yüce Allah’ın: “Geceyi sizin için elbise… kılan O’dur” buyruğu, elbise­nin bedeni örtmesi konumunda geceyi mahlukata bir örtü olduğu anlamına gelir. et-Taberî der ki: Yüce Allah, geceyi elbise diye nitelendirmiştir. Böy­lelikle elbisenin eşyayı örtüp üstünü kapatması bakımından geceyi ona benzetmiştir. [63]

2- Namazda Setr-i Avret Gece de, Gündüz de Gereklidir:

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bazı gafil kimseler karanlıkta çıplak namaz kılanın, bu namazının geçerli olacağını zannetmiştir. Çünkü gece zaten bir elbisedir. Ancak bu görüş; kişinin üzerine kapıyı kapatması halinde çıplak olarak evinde namaz kılabilmesini de gerektirir. Ancak namazda setr-i avret insan­ların bakması için değil, bizatihi namaza has bir ibadettir. Bu hususta uzun uzun açıklamalara da gerek yoktur. [64]

3- Rahatlık Veren Uyku:

“Uykuyu da rahatlık kılan O’dur.” Yani işlerinize son vermekle beden­lerinizi dinlendirme sebebi kılmıştır.

“es-Sübât: Dinlenme, rahatlık” asıl anlamı itibariyle uzamaktan gelir. Me­selâ “Kadın saçlarını çözdü ve serbest bıraktı” denilir. “Boylu, poslu adam” demektir. Uykuya “sübât” denilmesinin se­bebi uykunun uzanarak gerçekleşmesinden ötürüdür. Uzanıp, yatmakta da zaten dinlenmek anlamı vardır.

Bir görüşe göre de; “Kesmek” demektir. Uykuda işlerle uğraşma­ya son vermek anlamındadır. “Cumartesi günü yahudiier iş yap­madılar (tatil yaptılar)” ifadesi de buradan gelmektedir. Bu kelimenin bir yerde ikamet etmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Adeta “sübat” herhan­gi bir şekilde hareketsiz kalmak ve bu hali sürdürmek demektir. Gidip gel­mekten ve hareket etmekten yana bir sükûn anlamı olduğundan dolayı uy­ku da buna göre bir “sübaftır.

el-Halil dedi ki: es-Sübât ağır uyku demektir. Biz tam anlamıyla bir rahat ve dinlenmenin gerçekleşmesi için uykunuzu ağır kıldık, anlamındadır. [65]

4- Hayata Yeni Bir Başlangıç:

“O, gündüzü de yeni bîr hayata başlangıç yapu” buyruğundaki “Yeni bir hayata başlangıç” geçim için intişâr (etrafa yayılmak)’dan gelmek­tedir. Yani gündüz etrafa yayılmak için diriltmenin bir sebebidir. Burada gün­düzün uyanık kalmak, diriltme ile öldürme arasındaki mutabakat yönü ile bir benzetme yapılmıştır.

Peygamber (sav)1 da sabahı etti ini: “Bi­zi öldürdükten sonra dirilten ve Ölümden sonra huzurunda dirileceğimiz olan Allah’a hamdolsun” derdi [66]

  1. Ve O, rahmeti önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir. Ve gökten tertemiz bir su indirdik.

“Ve O, rahmeti önünde rüzgarları müjdeci olarak gönderendir” buyru­ğu ile ilgili açıklamalar daha önceden el-A’raf Sûresi’nde (7/27. âyetin tefsi­rinde) yeteri kadar geçmiş bulunmaktadır.

“Ve gökten tertemiz bir su İndirdik” buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı da onbeş başlık halinde sunacağız: [67]

1- Tertemiz Su ve Su île Temizlenmek (Taharet):

“Tertemiz bir su” kendisi ile temizlenilen su demektir. Nite­kim kendisi ile abdest alınan suya da vedu’ denilir. Tahûr (tertemiz) olan herşey bizatihi temizdir, fakat temiz (tahir) olan herşey tahûr değildir. Buna gö­re “ti” harfi üstün ile “tahûr” şeklinde isimdir. Aynı şekilde “vedu’ ve vakûd (yakıt)” da böyledir. Ötreli olursa mastar olur. Dilde bilinen şekil budur, bu açıklamayı İbnu’l-Enbarî yapmıştır.

Böylelikle yüce Allah, semadan indirilmiş olan suyun bizatihi tâhir ve baş­kasını da mutahhir (temizleyici) olduğunu beyan etmektedir. Çünkü “tahûr” ismi “tahîr”den mübalağa kipidir. İşte bu mübalağa onun hem tahir, hem de mutahhir olmasını gerektirmektedir. Cumhurun kanaati de budur. “Tahûr; ter-temiz”in “tâhir” anlamında olduğu da söylenmiştir ki; bu da Ebu Hanife’nin görüşüdür. O bu görüşünü ileri sürerken yüce Allah’ın: “Ve Rabbleri onla­ra tertemiz (tahûr) bir şarab içirmiştir.” (el-İnsan, 76/21) buyruğunu delil kabul eder; ki burada tahir anlamındadır.

Şair de şöyle demektedir:

“Arkadaşlarım, söyleyin bana, kendisiyle kalbimi tedavi edeceğim, Uzaktan bir bakışta aleyhime tevbeyi gerektirecek bir günah var mıdır? Kalçaları ağır, ceylanlardan daha kıvrak. Dişleri tatlı ve tükürükleri tertemiz olanlara.”

Burada şair “temizleyici (mutahhir)” olmadığı halde tükürüğü tahûr (ter­temiz) olmakla nitelendirmiştir. Araplar da: “Çok uykucu adam” derler. Bu onun başkasını uyuttuğu anlamını vermez. Çok uyumak bizzat ken­di zatında gerçekleşen bir iştir.

İlim adamlarımız buna şöylece cevap vermişlerdir: Cennet şarabının “ta­hûr: oldukça temiz” olmakla nitelendirilmesi onun günahların pisliklerinden ve kin ve hased gibi bayağı sıfatlardan temizleyici olduğunu ifade eder. Cen­netlikler bu şarabı içtiklerinde yüce Allah onları günahların artıklarından ve kötü inançların ağırlıklarından kurtaracak ve böylelikle yüce Allah’ın huzu­runa selim bir kalb iie gelmiş olacaklar, cennete de tam teslimiyet sıfatları İle girmiş olacaklardır. İşte o vakitte kendilerine: “Selam olsun üzerinize! Ter­temiz geldiniz. Hemen oraya ebediler olarak girin.” (ez-Zümer, 39/73) de­nilecektir. Onun. (tahûr olan suyun) dünyadaki hükmü organlar üzerinde su­yun akıtılması suretiyle hadesin ortadan kaldırılması olduğuna göre; bu şa­rabın âhiretteki hikmeti de bu olacaktır.

Şairin: “…tükürükleri tertemiz (tahûr)” sözlerine gelince; o tükürüğün tatlılığı, kalbin ona meyli ve nefislere hoş gelip, aşıkın onun ıslaklığıyla susuz­luğunu gidermesi bakımından adeta tertemiz suya benzetmesi, bu hususta mü­balağalı bir anlatımı kastettiğinden dolayıdır. Özetle söyleyecek olursak şer’î hükümler şiirlerdeki mecazlarla sabit olmaz. Çünkü şairler bu hususta o kadar aşın giderler ki, doğruluğun sınırını aşarak yalan hududuna girerler. Öyle alabildiğine serbest ifadeler kullanırlar ki bu sözleri kendilerini bid’ate ve masiyete dahi düşürebilmektedir. Hatta farkında olmadıkları bir yolla küf­re bile düşebilirler. Şairlerden birisinin şu sözüne bakalım:

“Eğer yer onun ayağına temas etmemiş olsaydı, Teyemmümün illeti nedir, bir türlü bilemeyecektim,”

Bu ise apaçık bir küfürdür, bundan Allah’a sığınıra.

Kadı Ebu Bbekir İbnu’l-Arabî der ki: Bu ilim adamlarının söylediklerinin en ileri derecede güzel bir özetidir ve bu, bu hususta oldukça ileri derecede bir açıklamadır. Şunu da belirteyim ki, be”n Arap dili açısından bu husus üze­rinde düşündüm, bu konuda parlak, aydınlık bir hususu tesbit ettim. O da “fe-ûl” vezninin mübalağa için olduğudur. Şu kadar var ki bu mübalağa bazen mü-teaddi (geçişli) fiilde söz konusu olur. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

“Kılıcın keskin tarafıyla onların (develerin) semiz ol aslarının

bacaklarını vurdukça vurur.”

Bazan da müteaddi olmayan (geçişsiz) fiilden de bu kip kullanılabilir. Şa­irin şu mısraında olduğu gibi:

“Çok uyur kuşluk vakti (sabah uyandığında) elbiae giyip de üzerine kuşak bağlamaz.”

Suyun başkasını temizleyici olması, güzellik bakımından nezafet (temiz-lik)dır. Şeriat bakımından da bir taharettir. Peygamber (sav)’ın: “Allah tahûrsuz (abdestsiz) bir namazı kabul etmez.”[68] buyruğunda olduğu gibi.

Ümmet hem dil açısından, hem de şer’î bakımdan “tahûr” vasfının suya has olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Bu özellik temiz (tahir) olduğu hal­de diğer sıvılarda söz konusu edilmez. Onların bu özelliği sadece su hakkın­da kabul etmeleri “tahûr” olanın aynı zamanda mutahhir bizatihi (temiz ola­nın temizleyici) olmasının en açık delilidir.

Bazen “feûl” vezni bütün bu şekillerin dışında bir başka manada da kul­lanılabilir. O da fiil hakkında değil de fiilin aletini ifade etmek için kullanı­lmasıdır. Bizim “vekûd ve sahur” dememiz gibi. Bu (vekûd için) odundan ve sahur için de) sahurda yenilen şeylerden ibarettir. Buna göre suyun “tahûr” olmakla vasfedilmesİ aynı zamanda kendisi aracılığı ile temizlenilen araç (alet)’i de ifade eder. Şayet “vekûd, sahur ve tahûr” kelimelerinde birinci harf ötreli okunacak olursa, (vukûd, suhûr ve tuhûr denirse) o takdirde bu fiile ait olur ve fiil hakkında bir haber manasım ihtiva eder. Böylelikle “feûl” is­minin hem mübalağa kipi, hem de o fiilin icra edilmesi için kullanılan ale­te dair bir haber olduğu da sabit olmaktadır. İşte hanefilerin hatırlarına ge­len bu olmuştur. Şu kadar var ki; onlar bu açıklamayı yeteri kadar ifade ede­memişlerdir. Bundan sonra gerek mübalağa, gerek atet İle ilgili yapılacak açık­lamalar yüce Allah’ın: “Ve gökten tertemiz bir su indirdik” buyruğu ile Pey­gamber (sav)’ın: “Yeryüzü benim için hem bir mescid, hem de tahûr (temiz ve temizleyici) kılındı”[69] buyruğundaki delile bağlı olarak söz konusu olmak­tadır. Bu ifadelerin hem mübalağa, hem de aleti ifade etmeleri ihtimali var­dır. Bundan dolayı bu ifadelerde bizim itim adamlarımızın lehine delil ola­cak bir taraf yoktur. Şu kadar var ki yüce Allah’ın: “Sizi onunla tertemiz yap­mak” (el-Enfal, 8/11) buyruğu bu fiilin kendisinden başkasına teaddi eden (geçiş yapan) bir fiil olduğu hususunda açık bir nass olarak ortada kalmak­tadır. [70]

2- Katıksız Sular île Karışık Suların Hükmü:

Semadan İndirilen sular ile yeryüzünde saktı bulunan sular çeşitlerine, tat­larına ve kokularının farklılığına rağmen hem tâhirdir, hem de mutahhirdir. Suyun dışında başka bir şey onlarla karışmadıkça bu böyledir. Suya karışan maddeler üç çeşittir: Bir tür iki vasfında ona uygun düşer. Eğer bu tür o su­ya karışıp onu değiştirecek olsa dahi bu İki niteliğinden herhangi birisini or­tadan kaldırmaz. Çünkü bu iki niteliğe de uygundur, bu da topraktır.

İkinci tür, suyun iki vasfından birisinde suya uygundur, bu da taharettir (temiz oluştur). Şayet bu, suya karışıp da onu değiştirecek olursa, ondan fark­lı olduğu özelliğini sudan giderir ki, bu da tathir (temizleyiciliktir). Gül su­yu ve diğer temiz sıvılar gibi.

Üçüncü tür, her iki niteliğinde de ona muhaliftir. Eğer suya kanşacak olup değiştirecek olursa, aynı anda her iki niteliğini de ondan alır. Çünkü bu iki hususta da ondan ayrıdır, bu da necasettir. [71]

3- Necasetin Suyu Etkilemesi:

İmam Malik’in mezhebine mensub Mısır’iı ilim adamlarının kanaatine göre az miktardaki suyu, az miktardaki necaset ifsad eder. Çok miktardaki suyu ise ancak rengini yahut tadını ya da kokusunu değiştirecek miktarda­ki haram şeyler ifsad eder, Bu hususta az miktar ite çok miktarın ne kadar olduğu hususunda belirli bir sınır tesbit etmemişlerdir. Ancak İbnul-Kasım’ın, Malİk’ten naklettiği şu rivayet vardır: Cünub bir kimse bineklerin sulandığı havuzlardan birisinde gusledip de üzerindeki pislikleri eğer yıkamamış ise o takdirde o suyu ifsad etmiş (bozmuş) olur. İbnu’l-Kasım, Eşheb, İbn Ab-di’1-Hakem ve Mısır’lılardan onlara tabi olanların kanaati budur.

Şu kadar var ki; İbn Vehb su ile ilgili konularda İmam Malik’in Medine’li arkadaşlarının kanaatini benimsemiştir. Onların bu kanaatlerini de Ebu Mus’ab hem Medinelilerden, hem de İbn Vehb’den şöylece nakletmektedir: Su ister az, ister çok olsun ona düşen necaset görülmedikçe ve o suyun ta­dını yahut kokusunu ya da rengini değiştirmedikçe suyu bozmaz. Ahmed İb-nu’1-Muaddel’in naklettiğine göre bu, su ile İlgili Malik b. Enes’in de görü­şüdür. İsmail b. İshak, Muhammed b. Bukeyr, Ebu’l- Ferac el-Ebherî ile Bağ-dat’lılardan İmam Malik’in mezhebini benimseyen diğer ilim adamlarının da kanaati budur. Aynı zamanda bu, el-Evzaî, el-Leys b. Saa’d, el-Hasen b. Sa­lih ve Davud b. Ali’nin de görüşüdür. Basra’lıların görüşü de budur. Kıyas ve sağlam eserler (rivayetler) itibariyle sahih olan görüş de budur.

Ebu Hanife der ki: Suya bir necaset düştü mü su ister çok, ister az bulun­sun necaset o suyun genelinde tahakkuk ile varlığını ortaya koyacak olur­sa, su bozulur. Ona göre necasetin tahakkuku da şu demektir: Mesela bir si­dik damlası bir havuza düşecek olsa, eğer bu havuzun bir tarafını hareket et­tirdiğimizde öbür tarafı da hareket ediyor ise, bütün su necis olur. Şayet ta­raflardan birisinin hareketi diğerini harekete geçirmiyor ise su necis olmaz.-“el-Mecmua”dif (Maliki mezhebine dair fıkıh eserinde) de Ebu Hanife’nİn mez­hebine yakın ifadeler vardır.

İmam Şafiî ise kulleteyn hadisini esas almıştır ki; bu da tenkid edilmiş bir hadistir. Hem senedinde, hem metninde ihtilâf vardır. Bu hadisi Ebû Dâvûd, Tirmizî ve özellikle de Darakutnî rivayet etmiştir[72] O, kitabının başına bu hadisi almış ve bu hadisin bütün yollarını zikretmiştir.

İbnu’l-Arabî der ki: Darakutnî bir hadis imamı olmakla birlikte, kulleteyn hadisinin sahih olduğunu ortaya koymaya çalışmış ise de buna güç yetire-memiştir.

Ebu Ömer b. Abdi’1-Berr der ki: Şafiî’nin kabul ettiği kulleteyn hadisine gelince, bu nazar (akıt) cihetinden zayıf, eser (nakil) bakımından da sabit ol­mayan bir görüştür. Çünkü naklî ilimlerde yetkin bir topluluk bu hususta ten­kitlerde bulunmuşlardır. Ayrıca kulleteyn’in gerçek miktarı hususunda ne sa­bit bir rivayet ne de bir icma tesbit edilememektedir. Eğer bu uyulması ge­rekli bir sınır olsaydı, ilim adamlarının Peygamber (sav)’in bu hususta tesbit ettiği sının öğrenmek için gerekli araşürmalan yapmaları icab ederdi, Zira böy­le bir husus onların dinlerinin asıllarından ve üzerlerine farz olan hükümler­den birisidir. Gerçekten bu böyle olsaydı, onlar bu hususu ihmal etmezler­di. Çünkü onlar bundan daha aşağı mertebede ve daha incelikli hususları da­hi alabildiğine araştırmışlardır.

Derim ki: İbnu’l-Munzir’in kulleteyn ile. ilgili olarak yaptığı açıklamalar bi­le bu hususta kabul edilmesi gereken bir rivayetin ve bir sınırlandırmanın ol­madığını göstermektedir. Darakutnî’nin, Sîmen’inde Hammad b. Zeyd’den, onun da Âsim b. el-Munzir’den şöyle dediği kaydedilmektedir: Kilal (kulle-ler) büyük testiler demektir, Burada sözü geçen Âsim ise kulleıeyn hadisi­nin ravilerinden birisidir. Darakutnî’nin açıklamalarından anlaşıldığına göre bu testiler Hecer testileri gibidir. Çünkü Darakutnî, Enes b. Malik’ten rivayet olunan ve Peygamber (sav)’ın şu buyruklarının yer aldığı hadisi nakletmek­tedir; “Bea yedinci semadaki Sidret-i Münteha’ya kadar kaldırıldım. Baktım ki onun yemişleri Hecer küali (testileri) gibi, yaprakları ise fil kulakları gi­bidir” deyip, hadisin geri kalan bölümünü kaydetmektedir[73]

İbnu’l-Arabî der ki: Bizim ilim adamlarımız da Ebu Said el-Hudri’nîn Bu-zaâ kuyusu ile ilgili hadisini delil diye almışlardır. Bu hadisi Nesaî, Tirmizî, Ebû Dâvûd ve başkaları rivayet etmiştir.[74]

Bu da aynı şekilde zayıf bir hadistir. Sahihlik derecesine yaklaşmaz ve da­yanak olarak alınamaz. Ben bu hususta et-Tusî el-Ekber ile tartıştım ve ba­na şöyle dedi: Bu meselede en arı duru mezheb Malik’in görüşüdür. Çünkü su vasıflarından herhangi birisi değişikliğe uğramadıkça temizdir. Zira bu ko­nuda dayanak olmaya elverişli herhangi bir hadis bulunmamaktadır. Bu hususta dayanak Kur’ân-ı Kerîm’in zahir ifadeleridir ki, bu da yüce Allah’ın: “Ve gökten tertemiz bir su İndirdik” buyruğudur. Bu da sıfatlarını korudu­ğu sürece böyledir. Sıfatlarından herhangi birisi değişikliğe uğrayacak olur­sa, bu sıfatlarını kaybettiğinden ötürü de ona verilen ismin dışına çıkmış olur. Bundan dolayı hadis ve fıkhın imamı Buhârî bu konuda dayanak olmaya el­verişli herhangi bir haber bulamamış ve: “Suyun değişmesi babı* diye baş­lık açtıktan sonra da bu başlığın altında şu sahih hadisi kaydetmektedir: “Al­lah yolunda yaralanan bir kimse -ki Allah kendi yolunda kimin yaralandığı­nı en iyi bilendir- mutlaka kıyamet gününde yarası kanayarak gelecektir, ren­gi kan rengidir, kokusu ise misk kokusudur. “[75] Böylelikle Peygamber (sav) kanın olduğu gibi kalacağını fakat misk gibi kokacağını bildirmiştir. Bu ko­ku ise onun kan vasfını etkilememektedir. İşte bundan dolayı ilim adamla­rımız şöyle demişlerdir: Su, kenarındaki ya da kıyısındaki bir leşin kokusu dolayısıyla değişikliğe uğrayacak olursa, bu ondan abdest almaya mani de­ğildir. Eğer leş onun içine konulmuş olduğu halde, su değişikliğe uğrayacak olursa, bu suya karışmış olması dolayısıyla suyu necis kılar. Birinci halde ise bir yakınlık söz konusudur. Herhangi bir şekilde bu yakınlığa itibar edilmez.

Derim ki: Buhârî’nin zikrettiği bu hadis aynı şekilde bu kanaatin aksine de delil gösterilmiştir. O da kokunun değişikliğinin onu asli özelliğinin dı­şına çıkartmasıdır. Bu istidlalin açıklaması da şöyledir: Kanın kokusu misk kokusuna dönüşünce, artık bu kan necis ve pis görülen bir şey olmaktan çı­kar ve o bir misk olur. Misk denilen şey de zaten ceylanın kanının bir par­çasıdır. Kokusu değiştiği takdirde su da aynı durumdadır. Su ile ilgili cum­hurun kabul ettiği yorum da budur. Abdu’l-Melik’in kabul ettiği görüş de bi­rinci görüştür.

Ebu Ömer dedi ki: İlim adamları rengin dışında kokuya bağlı olarak hükmü kabul etmişlerdir. O bakımdan hüküm kokuya aittir. Kendi kanaat­lerine de bu hadisi delil göstermişlerdir. Şu kadar var ki; İnsanın kalp huzu­ru ile kabul edebileceği bir anlara bu hadisten çıkmamaktadır. Ne kanda su­yun Özelliği vardır, ona kıyas edilsin, ne de fukaha bu gibi şeylerle uğraşsın. İlmi bilmecelere dönüştürmek ve onu içinden çıkılmaz bir hale sokmak, ilim ehli kimselerin yapacağı bir iş değildir. Onların işi ilmi açıklamak, açık­lığa kavuşturmaktır. Bundan dolayı bu ilmi insanlara mutlaka açıklayıp onu gizlemeyeceklerine dair onlardan söz alınmıştır. Suyun değişikliğe uğrama­sı ya necasetle olur, ya necasetin dışındaki bir şeyle olur. Eğer su necaset ile değişikliğe uğrayacak olursa itim adamları icma ile bunun tahir de, mutah-hir de olmadığıdır, Aynı şekilde icma ile kabul ettiklerine göre su, necase­tin dışında bir şeyle değişikliğe uğrayacak olursa, aslı üzere tahir kalmaya de­vam eder. Cumhur’un kanaatine göre değişikliğin toprak ve sıvı bir şey ile olması hali dışında, mutahhir (temizleyici) değildir. Fukahanın icma ile ka­bul ettiği hususlar herhangi bir pürüzün ve bir karışıklığın bulunmadığı hakkın kendisidir. [76]

4- Korunulması İmkânsız Olan Şeyler Sebebiyle Değişikliğe Uğrayan Suyun Hükmü:

Su, kendisinden korunulması mümkün olmayan bir şekilde zırnık ya da kireç bulunan bir yatakta akması, yosun sebebiyle ya da üzerinde biten ağaç yapraklan dolayısıyla değişikliğe uğraması halinde; ilim adamlarının ittifakı ile -bu durum o su ile- abdest almaya engel değildir. Çünkü bundan sakın­mak ve suyu böyle bir yerden ayırmak imkansız bir şeydir.

İbn Vehb’in Malik’ten rivayetine göre bu şekilde olmayan bir su, böyle bir sudan daha iyidir. [77]

5- Çeşitli Şahıs ve Canlı Varlıkların Artığı Olan Suyun Hükmü:

İlim adamlarımız -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Hristiyanın ve diğer kâfirlerin, içkicinin artırdığı su ile leş yiyen -köpek ve benzeri hayvanların- artıkları mekruhtur. Bunların artırdıkları su ile abdest alan bir kimsenin o suda necaset bulunduğunu kesinlikle bilmedikçe herhangi bir so­rumluluğu yoktur.

Buharı dedi ki: Ömer (r.a)’da hristiyan bir kadının evinden (alınmış su İle) abdest almıştır.[78] Siifyan b. Uyeyne dedi ki: Bize Zeyd b. Eslem’den naklettiler, o babasın­dan şöyle dediğini nakletti: Şam’da bulunduğumuz sırada Ömer b. el-Hattab’a bir su götürdüm. O da o sudan abdest aldı: Sen bu suyu nereden getirdin? diye sordu. Çünkü ben pınar suyu olsun, yağmur suyu olsun bu sudan da­ha tatlı bir su görmedim. Ona: Bu suyu su hristiyan koca karının evinden ge­tirdim, dedim. Abdestini aldıktan sonra kadının yanma giderek dedi ki: Ey yaşlt kadın, müslüman ol, seiâmet bulasın. Allah, Muhammed (sav)’ı hak ile göndermiştir. Eşlem dedi ki: Başını açtı, saçlarının tamamen ağarmış olduğunu gördük. Şöyle dedi: Ben yaşlanmış bir kadınım, hemen şimdi öleceğim, Bunun üzerine Ömer (r.a): Allah’ım şahid oi, dedi. Bunu Darakutnî rivayet etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Ahraed b. İbrahim el-Buşencî anlattı dedi ki: Bize Süfyan anlattı, deyip, hadisi kaydetti.[79]

Bu ri­vayeti aynı şekilde el-Huseyn b. İsmail’den de rivayet etmektedir. el-Huseyn dedi ki: Bize Hallad b. Eşlem anlattı. Bize Süfyan, Zeyd b. Eslem’den o ba­basından naklettiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a) hristiyan bir kadının evinden (alınan su ile) abdest aldı. Sonra yanına giderek Ey yaşlı kadın, müs-iüman ol, dedi… ve sonra da hadisi az önce geçtiği şekliyle kaydetti [80]

6- Köpeğin Su İçtiği Kap ve Arttırdığı Su:

Köpeğin kendisinden içtiği su hakkında Malik dedi ki: Kap yedi defa yı­kanır ve o sudan abdest alınmaz. Bununla birlikte o su temizdir.

es-Sevrî der ki: O su ile abdest alınır ve onunla birlikte teyemmüm de ya­pılır. Aynı zamanda bu Abdu’l-Melik b. Abdu’1-Aziz ile Muhammed b. Mes-leme’nin de görüşüdür.

Ebu Hanife dedi ki: Köpek necistir. Bundan dolayı da kap yıkanır, çün­kü necistir. Şafiî, Ahmed ve îshak da bu görüştedirler.

Malik ise evde tutulması caiz olan köpekler ile caiz olmayan köpekler ara­sında, köpeğin içmesi dolayısıyla kabın jikanı İması hususunda fark gözetir­di. Bu husustaki görüşünün hülasası şudur; Köpeğin kaptan yemesi ya da iç­mesi hiçbir şeyi necis kılmaz. Oradan ister yemek yesin, ister başka bir şey. Ancak o önemsiz oluşu dolayısıyla köpeğin arttırdığı suyun dökülmesini müs-tehab kabul etmiştir. Bu hususta göçebelerle birlikte olan köpek ile yerleşik yerlerdeki köpek arasında da fark görmemektedir ve durum ne olursa olsun teabbüden onun yediği ya da içtiği kap yedi defa yıkanır. Maliki mezhebi­ne mensup kıyas ile amel eden ilim adamlarının kabul ettikleri nihai görüş budur.

İbn Vehb der ki: Bize Abdu’r-Rahman b. Zeyd b. Eşlem babasından, o Ata’dan, o Ebu Hureyre’den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasûlullah (sav)’a Mekke ile Medine arasında bulunan havuzlar hakkında soru soruldu ve öna şöyle denildi: Köpekler ve yırtıcı hayvanlar bu havuzlara gelir, su içer­ler. O şöyle buyurdu: “Bu hayvanların karınlarına indirdikleri kendilerinin­dir. Geriye kalan da bizim için hem İçecektir, hem de tahurdur.” Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir.[81]

Bu ise köpeklerin temizliği ve onların yiyip, içtiklerinden arta kalanın te­mizliği hususunda açık bir nasstır.

Buhârî’deki rivayete göre de İbn Ömer’den naklen köpekler Rasûlullah (sav)’ın mescidinde gider gelirler. Bununla birlikte bundan dolayı herhangi bir tarafa da su serpmezterdi.[82]

Ömer (r.a) da Ashab-ı Kiram’ın huzurunda Amr İbnu’1-Âs su havuzu sa­hibine: Senin havuzuna yırtıcı hayvanlar gelip su içer mi? diye sorunca, “Ey havuz sahibi, bu hususta sen bize bir bilgi verme, çünkü bizler yırtıcı hay­vanların bulunduğu yere gidiyor ve bizim bulunduğumuz yere de onlar ge­liyorlar”, demiştir. Bunu da Malik ve Darakutnî rivayet etmiştir. [83]

Burada yırtıcı hayvantar ile onlardan sayılan köpek arasında herhangi bir ayırım gözetilmemiştir. Köpeğin arttırdığının dökülmesini söyleyen ve bunun necaset dolayısıyla olduğunu belirten muhalif kanaat sahiplerinin herhangi bir delili bulunmamaktadır. Artık suyun dökülmesinin emredilmesi ancak in­sanın ondan tiksinmesi dolayısıyladır, necaseti dolayısıyla değildir. Çünkü pis­liklerden uzak kalmak, teşvik edilmiş (mendub) bir husustur.

Yahut bu konuda onların mükellefiyetlerini ağırlaştırmak maksadı güdül -müştür. Zira İbn Ömer ve el-Hasen’in dediği gibi; köpek barındırmak yasak­lanmış bir şeydir. Bundan vazgeçmemeleri, çölde sahip oldukları suyun az­lığı dolayısıyla suyun dökülmesini emrederek, hükümlerini ağı rl aştırmış tır. Tâ ki bu iş onlara ağır gelsin ve köpek barındırmaktan vazgeçsinler. Bu şe­kildeki bir kabın yıkanılması emri ise bir ibadettir. Az önce de belirttiğimiz gibi necaseti dolayısıyla değildir.

Bunun da iki delili vardır; Birincisi bu yıkama belirli bir sayı ile sınırlan­dırılmıştır. İkincisi Peygamber (sav)’ın; “Sekizincisinde ise onu toprakla ova­layınız “[84] buyruğu dolayısıyla bu temizlemede toprağın da müdahalesi var­dır. Şayet bu emir necaset dolayısıyla verilmiş olsaydı, sidikte olduğu gibi bun­da sayının .ve toprağın herhangi bir şekilde söz konusu olmaması gerekirdi. Peygamber (sav) kediyi ve kedinin su içip yemek yediği kabı temiz olarak de­ğerlendirmiştir. Kedi ise yırtıcı bir hayvandır ve bu hususta görüş ayrılığı yok­tur. Zira kedi avının üzerine atılır ve ölmüş oianı yer. Köpek de aynı şekilde­dir, onun benzeri diğer yırtıcı hayvanlar da böyledir. Zira bunlardan herhan­gi birisi hakkında bir nass gelmiş ise, diğeri hakkında da bu nass aynen söz konusu olur. Bu da kıyas çeşitlerinin en güçlülerindendir. Tabi bu ortada özet bir delilin bulunmaması halinde böyledir. Aynca biz artığının temizliğine da­ir nassı da zikretmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla bu konuda muhaliF kanaat be­lirtenin görüşü de çürütülmüş olmaktadır. Hamd, yüce Alİah’a mahsustur. [85]

7- Suda Ölen Bazı Canlıların Hükmü:

Kansız varlıklardan olup suda ölen canlıları eğer suyun kokusunu değiş­tirmeyecek olursa, suya bir zararları olmaz. Şayet su kokarsa ondan abdest alınmaz. Aynı şekilde suda yaşayan canlılardan akacak kanı bulunan balık ve kurbağa gibi varlıklar ölecek olurlarsa bunların ölümleri dolayısıyla su­yun kokusu değişmedikçe suya bir zararları olmaz. Şayet kokusu değişir, su kokarsa o suda temizlenmek, ondan abdest almak caiz değildir. Malik’e gö­re bu su necis olmaz.

Akan kanı bulunup da suda ölen ve bulunduğu yerden alınıp da suyun rengini, tadını, kokusunu değiştirmeyecek olursa, o takdirde hem suyun ken­disi temizdir hem de temizleyicidir. Su az ya da çok olsun farketmez. Medi-ne’li (Maliki mezhebine mensub) alimlere göre bu böyledir. Bazılarının ka­naatine göre böyle bir sudan gönül hoşluğuyla kullanılması için bir kaç ko­va çekilmesi müstehabtır. Ancak bu konuda aşılmaması gereken herhangi bir sınır da belirlememişlerdir. Bir kaç kova çekilmeksizin, o suyun kullanılma­sını mekruh kabul ederler. Herhangi bir kimse gusül ya da abdest maksadıy­la böyle bir suyu kullanacak olursa, dediğimiz şekilde olması halinde bu ca­izdir.

Malik’in mezhebine mensub kimi ilim adamı, böyle bir su ile abdest alanin suda bir değişiklik olmasa dahi teyemmüm yapması gerektiği görüşü­ne sahipti. Bu şekilde ihtiyaten her iki temizlenme şeklini (tahareti) bir ara­da yapmış olur. Şayet böyle yapmayıp da o sudan aldığı taharetle yetinip na­maz kılacak olursa, bu da yeterli olur.

Dârakutnî’nin Muhammed İbn Sîrîn’den rivayet ettiğine göre Zemzem ku­yusuna bir zenci düşüp öldü. İbn Abbas’ın emri üzere oradan çıkartıldı ve kuyunun suyunun çekilmesini emretti. Rüknün dibinden gelen bir pınar on­ların emeklerini boşa çıkartır gibi oldu. Bunun üzerine emir vererek kıptı ku­maşlarla, ince ipeklerle gözeyi tıkadılar ve nihayet kuyunun suyunu çekti­ler. Kuyunun suyunu çekip bitirdikten sonra tekrar o pınar fışkınverdi. Bu rivayeti Ebu’t-Tufeyl’den de şöylece nakletmektedir: Bir köle Zemzem kuyu­suna düştü ve kuyunun suyu çekildi.[86]

Bu durumda suyun asli özelliklerinin değişikliğe uğramış olma ihtimali var­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Şu’be, Muğiyre’den, o İbrahim’den rivayet ettiğine göre İbrahim şöyle der­miş: Akan kanı bulunan herbir canlıdan Ötürü (suda ölmesi halinde) o sudan abdest alınmaz..Şu kadar var ki domuzlan böceği, akrep, çekirge, hamam bö­ceği eğer içinde su bulunan bir kaba düşecek olurlarsa bunda ruhsat vardır, bunun bir sakıncası yoktur. Şu’be dedi ki: Zannederim kertenkeleyi de söz konusu etmiştir. Bunu Darakutnî rivayet etmiştir: Bize el-Huseyn b. İsmail an­lattı, dedi ki: Bize Muhammed b. el-Velid anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ca’fer anlam, dedi ki: Bize Şû’be anlattı… deyip, bu rivayeti zikretmiştir.[87]

8- Kedinin Su İçtiği Kap:

Aihab-ı Kiram’ın, İslâm aleminin çeşitli bölgelerinin fukahasının ve Hicaz ile Irak’ta bulunan diğer tabiîlerin büyük çoğunluğunun kanaatine göre ke­dinin içip artırdığı su tahirdir. Kedinin artırdığı su ile abdest almakta bir sa-kmcA yoktur. Buna sebeb ise bu husustaki Ebu Katâde hadisidir. Bunu da Ma-ük ve başkaları rivayet etmiştir.

Bu hususta Ebu Hureyre’den farklı (lafızlarla) rivayet edilmiştir. Ata b. Ebi Rebah ile Said b. el-Müseyyeb, Muhammed b. Sırın’den rivayet edildiğine gö­re onlar kedinin içtiği suyun artan kısmının dökülmesini ve bundan dolayı da kabın yıkanmasını emretmişlerdir. Bu hususta el-Haserı’den farklı rivayet­ler gelmiştir. el-Hasen’den gelen her iki rivayetin de sahih olarak geldiğini kabul edebilmemiz için, kedinin ağzında necaset görmüş olma ihtimalini de kabut etmeliyiz.

Tirmizî, Matik’in naklettiği hadisi zikrettikten sonra şöyle demektedir: “Bu hususta Âişe ve Ebu Hureyre’den de gelmiş rivayetler vardır. Bu hasen, sa­hih bir hadistir. Peygamber (sav)’ın ashabından, tabiînden ve onlardan son­ra gelen Şafiî, Ahmed ve İshak gibi ilim ehlinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur. Onlar kedinin artığında bir sakınca görmemişlerdir. “[88]

Bu rivayet bu husustaki rivayetlerin en güzelidir. Malik, İshak b. Abdul­lah b. Ebi Talha’dan gelen bu hadisin senedini sağlam görmüş ve Malik’ten daha mükemmel bir şekilde bu hadisi kimse aktarmamıştır. Hafız Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: Anlaşmazlık ve görüş ayrılığı halinde delil Rasûlul-lah (sav)’ın sünnetidir. Ebu Katâde yoluyla sahih olarak gelen hadiste belir­tildiğine göre o kediye içsin diye kabı uygun bir şekilde eğmiştir. Fukaha’nın her bölgede dayandıkları delil budur. Bundan Ebu Hanife ve onun görüşü­nü benimseyenler müstesnadır. O kedinin arttırdığı suyu mekruh kabul ederdi ve bir kimse o su ile abdest alacak olursa, bu da onun için yeter, der­di. Bununla birlikte kedinin artığından abdest almayı mekruh kabul edenle­rin, Ebu Katâde yoluyla gelen hadisin kendilerine ulaşmamış olması, buna karşılık Ebu Hureyre’nin köpek hakkındaki hadisi kendilerine ulaşıp, kedi- ‘ yi de köpeğe kıyas etmesinden daha güzel bir delillerinin olabileceğini bilemiyomm. Ancak sünnet, kapların yıkanması hususunda teabbud mesele­sinde kedi ile köpek arasında ayırım gözetmiştir. Sünnetin kendisine karşı de­lil teşkil ettiği kimse ise elbetteki bu hususta yenik düşer. Sünnete muhalif olan da bu hususta bir kenara bırakılır. Tevfik Allah’tandır.[89]

Yine bunların gösterdikleri delillerden birisi de Kurre b. Halid’in Muham-med b. Şîrîn’den, onun Ebu Hureyre’den yaptığı rivayettir. Buna göre Pey­gamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Kedinin yiyip, içtiği bir kabın temizlenme­si bir veya iki defa yıkanması ile olur.”[90] Bu rivayette şüphe Kurre’ye aittir. Bu hadisi Kurre b. Halid dışında merfu olarak kimse rivayet etmemiştir. Kur­re ise sika ve sağlam bir ravidir.

Derim ki: Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir. Hadisin metni de şöyledir; “Köpeğin yiyip içtiği kabın temizlenmesi, birincisi toprak İle olmak üzere ye­di defa yıkanmasıdır. Kedininkinin ise bir ya da iki defa (yıkanmasıdır).” Şüp­he eden Kurre’dir.[91] Ebubekir dedi ki: Ebu Âsim da hadisi böylece merfu ola­rak rivayet etmiştir. Ondan başkaları ise Kurre’den “köpeğin yiyip, içmesi” ile ilgili bölümü merfu, “kedinin yiyip, içmesi” ile İlgili bölümünü mevkuf ola­rak rivayet etmişlerdir. Ebu Salih’in rivayetine göre de Ebu Hureyre şöyle de­miştir: Rasûiullah (sav) buyurdu ki: “Kap, köpekten dolayı nasıl yıkanıyor­sa, kediden dolayı da öylece yıkanır.” Darakutnî dedi ki: Bu hadis merfu ola­rak sabit değildir. Bunun bellenen rivayeti Ebu Hureyre’nin sözü olduğu şek­lindedir ve ondan farklı rivayetler gelmiştir. Ma’mer ve İbn Cüreyc, İbn Ta-vûs’tan, onun babasından naklettiğine göre o kediyi köpek gibi değerlendi­rirdi. Mücahid’den gelen rivayete göre ise o kedinin yiyip, içtiği ve artık bı­raktığı kap hakkında: Onu yedi defa yıka, demiştir. Bu rivayetleri Darakut­nî kaydetmiştir.[92]

9- Müsta’mel (Kullanılmış) Su:

Müsta’mel su, onunla abdest alanın azalan teiniz olduğu takdirde tahir-dir. Ancak Malik ile ileri gelen fukahadan bir topluluk, böyle bir su ile ab­dest almayı mekruh görmüşlerdir.

Malik dedi ki: Böyle bir suda hayır yoktur. Herhangi bir kimsenin bu su­dan abdest almasını da güzel görmüyorum. Şayet abdest alıp da namaz kı­lacak olursa, namazını iade etmesi gerektiği görüşünde değilim. Bununla bir­likte sonraki namazlar için abdest alır.

Ebu Hanife, Şafiî ve mezheplerine mensub iiim adamları derler ki: Hade-si gidermek (abdest ya da gusletmek) maksadıyla müsta’mel suyun kullanıl­ması caiz değildir. Böyle bir su ile abdest alan kişi abdestini iade eder. Çün­kü bu mutlak bir su değildir, Böyle bir suyu bulan bir kimse (başka suyu yok­sa) teyemmüm eder. Çünkü böyle bir kimse suyu bulunan bir kimse sayıl­maz. Onların bu kanaatlerini Esbağ b. el-Farac de aynen kabul etmiştir, el-Evzaînin görüşü de budur. Bunlar Malik tarafından rivayet edilen es-Suna-bihî hadisi ile Müslim’in rivayet ettiği Amr b. Anbese’nin hadisini ve daha baş­ka rivayetleri delil göstermişler ve şöyle demişlerdir: Bir su ile abdest alın­dığı takdirde, onunla birlikte günahlarda çıkar. Bu, günahların suyu olduğun­dan dolayı ondan uzak durmak gerekir.

Ebu Ömer (b. Abdil-Berr) der ki: Bana göre bu uygun bir izah değildir. Çünkü günahlar suyu necis yapmaz. Zira günahların maddi bir varlığı yok­tur. Bunlar suya karışacak bir cisim de değildirler ki suyu bozsunlar. Peygam­ber (sav)’ın: “Günahlar da su ile birlikte çıkar gider” diye buyurmuş olma­sı, onun namaz için alınan bir abdestin yüce Allah’ın mü’min kullarına bir rah­meti ve onlara bir futfu olmak üzere küçük günahlarına keffaret teşkil eden bir amel olduğunu bildirmektedir.

Ebu Sevr ve Davud (ez-Zahİrü’nin görüşü de Malik’İnki gibidir. Bunlara göre de müsta’mel su ile abdest almak caizdir. Çünkü böyle bir su tahirdir. Ona herhangi bir şey katılmış değildir ve o mutlak sudur. Aynca ümmetin eğer abdest aianın azalarında bir necaset bulunmuyor ise, bu suyun tahir olduğu­nu icma ile kabul etmesini de delil göstermişlerdir. Ebu Abdullah el-Merve-zî Muhammed b. Nasr da bu görügtedir.

Ali b. Ebi Talib, İbn Ömer, Ebu Umame, Atâ b. Ebi Rebah, Hasan-ı Bas-rî, en-Nehaîj Mekhûl ve ez-Zührî’den de rivayet olunduğuna göre onlar; ba­şını meshetmeyi unutup da sakalı bir parça ıslak olanın bu ıslaklıkla başını meshetmesinin yeterli olduğunu söylemişlerdir. Bütün bunlar böylelikle müsta’mel su ile abdest almayı caiz görmüş oluyorlar.

Abdu’s-Selam b. Salih rivayet ediyor; Bize İshak b. Suveyd, el-Alâ b. Zi-yad’dan anlattı. el-Alâ, Peygamber (sav)’ın ashabından kendisinden razı olunan birisinden naklettiğine göre, Rasülullah (sav) bir gün ashabın yanı­na gusledip çıkmış. Vücudunda suyun isabet etmediği bir yer kalmıştı. Biz ona; Ey Allah’ın Rasülü, şu bölgeye su isabet etmemiş, dedik. Uzunca ve ser­best bir saçı vardı. Bu saçı o yerin üzerinden geçirdi ve onu ıslattı. Bunu da . Dârakutnî rivayet etmiş ve şöyle demiştir; Burada sö2ü geçen Abdu’S-Selam b. Salih, Basra’hdır ve pek kuvvetli bir ravi değildir. Onun dışında sika ra-vilerden bazıları bunu İshak b. el-Alâ’dan mürsel olarak rivayet etmişlerdir, doğru olan da budur.[93]

Derim kt: Hüşeym’in zikrettiğine göre hadis sika bir ravi olan İshak b. Su-veyd el-Adevî’den, o el-Alâ b. Ziyad el-Adevî’den rivayet ettiğine göre Ra-sûlullah (sav) gusletti… diye rivayet edilmiştir. İbnu’l-Arabî dedi ki: “Müsta’mel su meselesinin dayanağı bir başka delildir. O da şudur: Alet (olan su) İle bir farz eda edilecek olursa, onunla bir başka farz eda edilebilir mi?, edilemez mi? meselesidir. Bu konuda muhalif kanaatte olanlar bunu kabul etmezler. Bu hususta da köle bir kimse bir farz eda edilerek azad edildiği takdirde bir başka farzın eda edilmesi için aynı kölenin tekrar azadının mümkün olma­dığını delil gösterirler. Ancak bu batıl bir iddiadır, çünkü kölenin azadı eğer köle bir kimse hakkında söz konusu olursa, kölelik ortadan kalkar. Bir başka azad için farzın eda edilebileceği bir yer kalmaz. Bunun benzeri ise azalar üzerinde telef olan sudur. Bununla tekrar bir farzın daha eda edilme­si sahih olamaz. Çünkü azad etmek suretiyle köleliğin hükmen ortadan kalktığı gibi böyle telef olan bir su da maddi olarak ortadan kalkar ve telef olur,[94] İşte bu çok nefis bir açıklamadır. Bunun üzerinde dikkatle düşünmek icab eder,” [95]

10- Necasetin Suya Düşmesi İle Suyun Necasetin Bulunduğu Yerden Akması Arasındaki Fark:

Malik ve onun mezhebine mensub ilim adamları, içine necaset düşmüş su ile necasetin üzerinden geçen su arasında fark görmemektedirler. Bu su is­ter durgun olsun, ister olmasın. Çünkü Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Suyu hiçbir şey necis yapmaz.[96] Ancak onu çokça etkileyerek tadını yahut rengini yada kokusunu değiştiren müstesnadır. “[97]

Şafiî’ler ise fark gözeterek şöyle demişlerdir: Necaset suya düşecek olur­sa, su necis olur. İbnu’l-Arabî de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Sular ile ilgili hükümler konusunda şeriatın esaslarından birisi de şudur: Necase­tin suya isabet etmesi, suyun necasetin olduğu yerden geçmesi gibi değildir. Çünkü Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Sİ2den herhangi bir kimse uy­kudan uyandı mı elini üç defa yıkamadıkça sakın kaba daldırmasın. Çünkü sizden herhangi bir kimse elinin geceyi nerede geçirdiğini bilmez.”[98] Böy­lelikle Peygamber (sav) elin suya daldırılmasını yasaklarken, suyun elin üzerine dökülmesini emretmiştir. Bu, bu hususta harikulade bir esastır. Eğer az ya da çok olsun su necasetin üzerinden geçmeyecek olsaydı, asla tahir ol­mazdı. Yine Peygamber (sav)’dan sabit olduğuna göre o mescidde küçük ab-destini bozan Bedevi’nin küçük abdesti ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Onun üzerine bir kova su dökünüz.”[99]

Hocamız Ebu’l-Abbas dedi ki: Aynı şekilde kulleteyn hadisini de delil gös­termiş ve şöyle demişlerdir: Şayet su kulleteynden daha az olup da ona bir necaset isabet ederse, bu necaset o suyu değiştirmese dahi o su necis olur. Eğer o miktar ya da daha az bir miktar su necaset üzerinden geçip de onun maddi varlığını giderecek olursa su eski hali üzere tertemiz kalır ve necase­ti izale etmiş olur. Ancak bu bir çelişkidir, çünkü her iki şekilde de karışma gerçekleşmiş olmaktadır. Suyun necasetin üzerinden geçmesi ile necasetin su üzerinden geçmesi şekli bir farktır. Bunda fıkhi herhangi bir incelik bu­lunmamaktadır. Diğer taraftan bu mesele taabbudi meselelerden değildir, ak­sine inanası akfen kavranabilecek meselelerdendir. Bu da necasetin izale edil­mesi ve bunun hükümleri kabilindendir. Diğer taraftan onların bütün bu ka­naatlerini Peygamber (sav)’ın şu buyruğu reddetmektedir: “Temiz olan su­yu, onun rengini yahut tadını ya da kokusunu değiştiren dışında hiçbir şey necis kılmaz.”[100]

Derim ki: Bu hadisi Darakumî, Rişdîn b. Saâd Ebi’l-Haccac’dan, o Muavi-ye b. Salih’den, o Raşid b. Saâd’dan, o Ebu Umame el-Bahılî’den, o Sev-ban’dan, o da Peygamber (sav) yoluyla rivayet etmiş ve bunda “renkten” söz edilmemiştir. Darakutnî der ki: Bu hadisi Rişdin b. Saâd, Muaviye b. Salih’den merfu olarak zikretmemiştir ve pek kuvvetli değildir.[101] İstidlal bakımından bundan daha güzeli Ebu Üsame’nin el-Velid b. Kesir’den, onun Muhammed b. Kaâb’dan, onun Ubeydullah b. Abdullah b. Rafı’ b. Hadic’den, onun Ebu Said el-Hudrî’den yaptığı rivayettir. Ebu Said dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Bu-daâ kuyusundan abdest alalım mı? diye soruldu, Bu kuyu içine ay hali ka-dınlann bezleri, köpeklerin etleri ve kokuşmuş şeyler atılırdı. Rasûkıllah (sav) şöyle buyurdu: “Su temizdir, hiçbir şey onu necis etmez.” Bunu Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Darakutnî rivayet etmişlerdir.[102] Hepsi de bu senedle rivayet etmislerdir. Ebu İsa (et-Tirmi2Î> dedi ki: Bu hasen bir hadistir. Ebu Üsame bu hadisin ceyyid olmasını sağlamıştır. Ebu Said’in, Budaâ kuyusu ile ilgili riva­yet ettiği hadisi Ebu Üsame’den daha güzel kimse rivayet etmemiştir. O hal­de bu hadis necasetin suya atılması veya gelmesi hususunda açık bir nasstır. Rasûlullah (sav)’da böyle bir suyun tahir ve temizleyici olduğunu hükme bağlamıştır.

Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Kuteybe b. Said’i şöyle derken dinledim: Ben Bu­daâ kuyusunun kayyumuna derinliğini sordum ve ona: Burada azami su ne kadar olur? dedim. O: Azami göbeğe kadar olur dedi. Peki eksilirse? diye sor­dum. Bu sefer: Avret sınırının altına iner dedi. Ebû Dâvûd dedi ki: Ben Bu­daâ kuyusunu elbisemle ölçtüm. Ridarm üzerine uzattım, sonra ziraımla ölçtüm. Eninin altı zira olduğunu gördüm. Bana bahçenin kapısını açıp içe­riye alan kişiye sordum: Hiç bu kuyunun yapısı önceki haline göre değişik­liğe uğratıldı mı? Hayır dedi. Ben içinde rengi değişmiş bir su gördüm[103] İş­te bu bizim belirttiğimiz hususa dair lehimize bir delildir. Şu kadar var ki İb-nu’l-Arabî şöyle demiştir: Bu kuyu kıraç arazinin ortasında idi. Onun suyu dibinden beri değişik olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [104]

11- Tâhir ve Mutakhir Olan Su:

Kendisiyle abdest almanın ve necasetleri yıkamanın caiz olduğu tâhir (te­miz) ve mutahhir (temizleyici) su sema, nehir, deniz, pınar ve kuyulardan alın­mış safi, arı sudur. İnsanlar tarafından kendisine herhangi bir şey katılıp ka­rıştırılmamış, yüce Allah’ın yarattığı gibi saf bulunan ve “mutlak su” diye ta­rif ettikleri su budur. Daha önceden de açıkladığımız gibi bu suyun bulun­duğu yerin renginin ona zararı olmaz.

Bu hususta Ebu Hanife ile Abdullah b. Amr ile Abdullah b. Ömer muha­lefet etmişlerdir. Ebu Hanife yolculuk esnasında nebiz ile abdest almayı ca­iz kabul ettiği gibi, tahir olan herbir sıvı ile necaseti izale etmeyi caiz görmüş­tür. Yağ ile yemek suyuna gelince, ondan gelen bir rivayete göre bunlarla necasetin izale edilmesi caiz değildir. Şu kadar var ki onun mezhebine mensub ilim adamları (arkadaşları) şöyle derler: Eğer necaset onunla zail olu­yorsa, caizdir. Ona göre ateş ve güneşin durumu da budur. Hatta meyte (leş)’in derisi eğer güneşte kuruyacak olursa, tabaklanmaksızın dahi tahir olur. Yerin üzerindeki necaset de böyledir. Eğer güneşte kuruyacak olursa o yer temizlenmiş olur ve orada namaz kılmak caizdir. Şu kadar var ki; oradaki top­rakla teyemmüm almak caiz olmaz.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Şanı yüce Allah, suyu tertemiz olmakla nitelendirip bizleri onunla temizlemek maksadıyla semadan o suyu indirmekle bize lut-funu hatırlatmış olması, suyun bu hususta özeilikii olduğunu göstermekte­dir. Aynı şekilde Peygamber (sav) de Ebubekr es-Sıddîk’ın kızı Esma’ya, el­biseye isabet eden ay hali kanı hakkında soru sorduğunda şöyle demiştir: “O kanı önce kazı, sonra üzerine su dökerek çitile, sonra da orayı su ile yıka.[105]” İşte bundan dolayı suyun dışındaki şeyler su hükmünde kabul edilemez. Çün­kü o takdirde yüce Allah’ın bize lutfunu bu yolla hatırlatması iptal edilmiş olur. Diğer taraftan necaset maddi bir husus değildir ki; onu izale eden her-bir şey ile maksadın gerçekleştiği söylenebilsin. Necaset şer’î bir hüküm olup şeriat sahibi onu gidermek için suyu tayin ve tesbit etmiştir. Sudan başkası îu gibi değerlendirilemez. Zira su İle aynı hususiyete sahip değildir. Diğer taraftan başka şey su gibi değerlendirilecek olursa, o takdirde suyun varlı­ğı onu iskat eder. Çünkü fer’î olan bir husus, ıskat etmek bakımından asla katılacak olursa, kendi kendisini ıskat etmiş olur. Tacu’s-Sünne Zül-Iz b. el-Murtaza ed-Debusî buna “zina eden bir yavru” adını verirdi.

Derim ki: Nebiz’in (abdest almak için) kullanılabileceğine dair delil gös­terilen rivayetlerin hepsi gevşek, zayıf, hiçbirisi ayakta duramayacak özellik­te hadislerdir. Bunları Darakutnî zikretmiş, bunların zayıf olduklarını belirt­miş ve açıkça ifade etmiştir. Aynı şekilde”İbn Abbas’tan mevkuf olarak riva­yet edilen “nebiz, suyu bulamayanın abdest suyudur”[106] hadisi de zayıftır. Bu hadisin senedinde İbn Muhrîz vardır, onun da rivayet ettiği hadisler metruktür. Aynı şekilde Ali (r.a)’dan: “Nebiz ile abdest almakta sakınca yoktur” rivayeti de böyledir. el-Haccac da, Ebu Leyla da zayıf ravilerdîr. İbn Mes’ud yoluyla gelen hadisin de zayıf olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: Bu hadisi tek başına İbn Lehîa rivayet etmiştir, o da hadisi zayıf bir ravidir. Alkame b. Kays’dan da şöyle dediğini zikretmektedir: Abdullah b. Mes’ud’a dedim ki: Sizden herhangi bir kimse cinnin davetçisinîn kendisine geldiği ge­ce, onun yanında tanık bulundu mu? O, hayır dedi[107]

Derim ki: Bu, isnadı sahih bir rivayettir. Ravilerinin adaletinde görüş ay­rılığı yoktur. Tirmizî, İbn Mes’ud yoluyla gelen bir hadisi rivayet ederek şöy­le dediğini zikretmektedir: Peygamber (sav) bana: “Mataranda ne var?” diye sordu. Ben, nebiz vardır, dedim. Şöyle buyurdu: “(Nebiz’in kendisinden ya­pıldığı hurma) hoş ve güzel bir meyvedir. Su(yu) da tertemizdir.” (İbn Mes’ud) dedi ki: (Peygamber) ondan abdesc aldı. Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Bu hadis Ebu Zeyd’den, o Abdullah’tan, o da Peygamber (sav)’dan riva­yet edilmiştir. Ebu Zeyd hadis ehlince meçhul (tanınmayan) bir adamdır. Biz bu hadisin dışında onun herhangi bir rivayetinin olduğunu bilmiyoruz. Ba­zı ilim adamları nebiz ile abdest alınacağı görüşündedir. Süfyan ve başkala­rı bunlar arasındadır. Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Nebiz ile abdest alın­maz. Bu da Şafiî, Ahmed ve İshak’ın görüşüdür. İshak dedi ki; Şayet bir adam böyle bir durumla kargı karşıya kalacak olursa, nebiz ile abdest alır ve teyem­müm de yaparsa daha çok hoşuma gider. Ebu İsa (et-Tirmizî) dedi ki: Ne­biz ile abdest alınmaz, diyenlerin görüşü Kitap ve Sünnete daha yakındır ve daha uygundur. Çünkü yüce Alîah: “Eğer su bulamazsanız, o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin.” (el-Mâide, 5/6) diye buyurmaktadır.[108]

Bu mesele hilaf (çeşitli mezheplerin görüşlerini zikreden) kitaplarda uzun uzadıya ele alınmıştır. Bunların dayanakları ise daha önce el-Maide Sû-resi’nde (5/6. âyet, 29. başlık ve devamında, geçtiği üzere “su” lafzıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [109]

12- Deniz Suyunun Hükmü:

Yüce Allah: “Ve gökten tertemiz bir su indirdik” diye buyurduğu gibimi­zi onunla tertemiz yapmak için…” (el-Enfal, 8/11) diye buyurduğundan, ba­zı kimseler deniz suyunun hükmü hususunda karar verememişlerdir. Çün­kü deniz suyu semadan inen su durumunda değildir. Hatta Abdullah b. Ömer ve İbn Amr’dan bu su ile abdest alınmayacağı rivayetini dahi nakİetmişler-dir. Çünkü o bir ateştir ve tıpkı cehennemi andırır. Ancak Peygamber (sav) kendisine deniz suyunun hükmünü soran kimselere; “O suyu tertemiz, mey-tesi helal olandır” diye cevap vererek hükmünü açıklamıştır. Bu hadisi de Ma­lik rivayet etmiştir.[110]

Ebu İsa bu hadis hakkında şöyle demiştir: Bu hasen, sahih bir hadistir. Pey­gamber (sav)’ın ashabından, aralarında Ebubekir, Ömer ve İbn Abbas’ın da bulunduğu fukahanın çoğunluğunun görüşü budur, bunlar deniz suyunda herhangi bir sakınca görmemişlerdir. Peygamber (sav)’ın ashabından bazı­ları ise deniz suyu ile abdest almayı mekruh kabul etmişlerdir, İbn Ömer ve Abdullah b. Amr bunlar arasındadır, Abdullah b. Amr: O bir ateştir, demiş­tir. [111]

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: Ebu İsa et-Tirmizî’ye, Safvan b. Süleym yoluyla nakledilen bu hadis hakkında sorulmuş, o şöyle demiştir: Bana gö­re o sahih bir hadistir. Ebu İsa dedi ki: Ben Buhârî’ye: Heysem diyor ki; O hadiste Ubeyy b. berze vardır, dedim. Dedi ki: Bu hususta yanılmıştır, aslın­da o el-Muğire b. Ebi Burde’dir.

Ebu Ömer dedi ki: Ben Buhârî’den gelen bu rivayetin ne demek olduğu­nu bilemiyorum. Çünkü sahih olsaydı, bunu kendisince sahih kabul ettiği ha­disleri topladığı Musannef’inde zikretmesi gerekirdi. Ancak böyle yapmadı, zira sahih hadis noktasında sadece sened esas alınır. Böyle bir senedi bulu­nan bir hadisi ise hadis ehli delil diye göstermez. Ancak o bana göre sahih­tir, çünkü ilim adamları bu hadisi kabul etmiş ve onun gereğince amel etmiş­lerdir. Fukaha’dan hiçbir kimse de bu hadisin genel muhtevasına muhalefet etmemiştir. Görüş ayrılığı ancak onun bazı anlamlan hakkındadır. İlim adamlarının cumhuru ile çeşitli bölgelerdeki fukâhânın fetva önderlerinden bir topluluk ittifakla şunu belirtmişlerdir: Denizin suyu tertemizdir. Onunla abdest almak caizdir. Abdullah b. Ömer b. el-Hattab ile Abdullah b. Amr b. el-As’dan gelen rivayetler istisnadır. İkisi de deniz suyuyla abdest almayı mek­ruh görmüşlerdir. Ancak bu hususta İslâm aleminin fukahasından kimse on­lara uymamış ve bu görüşe itibar etmemiştir. Bu husustaki hadis dolayısıy­la da bu görüşe kimse dönüp bakmamıştır. İşte bu husus, bu hadisin fuka-ha nezdinde meşhur olduğuna, onların gereğince amel edip, onu kabul et­tiklerine delildir. Böyle bir gerçek ise onlara göre asli kaidelerin reddettiği bir husus olup, isnadı apaçık sahih olan bir rivayetten daha uygundur, Tev-fik Allah’tandır,

Ebu Ömer dedi ki: Safvan b. Süleym, Humeyd b. Abdu’r-Rahman b. Avf ez-Zührî’nin azadlısıdır. Medine’lilerin âbidlertnden ve aralarında Allah’a karşı en takvalı olanlarından idî. Kendisini ibadete vermiş bir zattı. Az veya çok ne bulursa çokça sadaka verirdi, ameii çok bir kişi idi. Allah’tan çok kor­kardı. Künyesi Ebu Abdullah’tır. Medine’de yerleşmiş ve oradan ayrılmamış­tır. Medine’de yüzotuziki yılında vefat etmiştir. Abdullah b. Ahmed b. Han-bel dedi ki: Ben babama Safvan b. Süleym’e dair soru soruiduğunu ve ceva­ben şöyle dediğini dinledim: O sika bir ravidir, Allah’a ibadet edenlerin en hayırlılarından, müslümanlann Fazilet sahibi şahsiyetlerindendir. Said b. Se-leme’den ise bildiğim kadarıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır- sadece Saf­van rivayette bulunmuştur. Bu durumda olan bir kimse ise meçhul birisi ka­bul edilir. İlim adamlarının tümünün kanaatine göre böyle bir rivayet delil olmaz. Muğire b. Ebi Burde’ye gelince, onun hakkında tıpkı Said b. Seleme gibi ilim bellemekle bilinen bir kimse olmadığı söylenmiştir, meçhul olma­dığı da söylenmiştir, Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) dedi ki: Muğire b. Ebi Bur-de’den, Mağrib’de Musa b, Nusayr’ın giriştiği gazvelerde söz edildiğini tesbit ettim. Musa onu süvarilerin başında kumandan olarak görevlendirirdi. Yü­ce Allah ona Berber ülkelerinde karada ve denizde bir çok yerin fethini mü­yesser kılmıştır[112]

Dârakutnî de, Malik’in rivayet yolundan bir başka yolla Ebu Hureyre’den Rasûluliah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Deniz suyunun kendi­sini temizlemediği kimseyi Allah da temizlemesin.” Dârakutnî dedi ki: Bu, is­nadı hasen bir hadistir.[113]

13- Abdest veya Gusülden Artan Suyun Hükmü:

İbnu’l-Arabî dedi ki: Bazıları cünüb bir kimsenin arttırdığı su ile abdest alın­mayacağını zannetmişlerdir. Ancak bu batıl bir görüştür. Meymune’den şöy­le dediği sabittir: Ben ve Rasûluliah (sav) cünub olduk. Ben bir kaptan gus­lettim ve bir miktar su arttı. Rasûluliah (sav) ondan gusletmek üzere gelin­ce, ben: Ben o sudan gusletmiştim, dedim. Şöyle buyurdu: “Suyun üzerin­de bir necaset yoktur -veya:- Su cünub olmaz” diye buyurdu[114]

Ebu Ömer dedi ki: Erkeğin kadının arttırdığı su ile abdest almasını yasak­layan, bu hususta merfu bir takım rivayetler varid olmuştur. Bu rivayetlerin kiminde bazıları: “Fakat her ikisi birlikte avuçlayıp su alsınlar” fazlalığını ila­ve ederken; bir kesim de: Aynı kaptan erkeğin kadın ile birlikte su avuçla-ması caiz değildir, çünkü o takdirde bunların herbirisi ötekinin fazlalığı ile abdest almış olur, demiştir. Başkaları da şöyle demektedir: Kadının tek ba­şına su kabını alıp, sonra da erkeğin onun arttırdığı su İle abdest alması mek­ruhtur. Bu görüş sahiplerinin herbirisi kendi kanaatine uygun bir de rivayet kaydetmiştir. Ancak ilim adamlannın cumhuru ile İslâm aleminin değişik böl­gelerindeki fukaha topluluğunun kabul ettiği görüşe göre erkeğin kadının art­tırdığı su- ile kadının da erkeğin arttırdığı su ile abdest almasında bir mahzur yoktur. Kadın o kabı ister sadece kendisine ayırmış olsun, ister ayırmamış ol­sun. Bu hususta sahih pek çok rivayet vardır. Bizim benimsediğimiz görüş de şudur: Suyu hiçbir şey necis etmez. Onda açıkça görünen necaset veya suyu değiştiren necis şeyler bulunması müstesna. Dolayısıyla sahih olarak ri­vayet edilmemiş eserlerle ve sahih olmayan görüşlerle uğraşmanın açıklana­bilir bir tarafı yoktur. Yardım Allah’tandır.

Tirmizî’nin, İbn Abbas’tan rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana Meymu-ne (r.anha) anlattı, dedi ki: Ben ve Rasûluliah (sav) aynı kaptan cünupluk-tan dolayı guslederdik. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir hadistir[115]

Buhârî’nin rivayetine göre de Âişe (r.anha) şöyle demiştir: Ben ve Peygam­ber (sav) kendisine “el-ferak”[116] adı verilen aynı kaptan birlikte gusle derdik.[117]

Müslim’in, Sahih’inde de İbn Abbas’tan rivayete göre Rasûlullah (sav), Mey-mune (r.anha)’ın arttırdığı su ile guslederdi[118]

Tirmizî’nin de rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Peygamber (sav)’ın hanımlarından birisi bir kaptan gusletti. Rasûlullah (sav) o kaptan ab-dest almak isteyince, ey Allah’ın Rasûlü dedi, ben cünup idim. Peygamber: “Su cünup olmaz” diye buyurdu. (Tirmizî) dedi ki: Bu hasen, sahih bir ha­distir. Süfyan es-Sevrî, Malik ve Şafiî’nin de görüşü budur.[119]

Dârakutnî’nin rivayetine göre Amr’e, Aişe (r.anha)’dan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Peygamber (sav) ile birlikte aynı kaptan abdest alırdık. Bun­dan önce ise kedi ondan içmiş oluyordu. Darakutnî dedi ki: Bu hasen, sa­hih bir hadistir.[120]

Yine Ğıfaroğullarından bir adamdan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra­sûlullah (sav) kadının abdestinden arta kalan suyu (taharet maksadıyla) kullanmayı nehyetmiştir.[121]

Bu hususta Abdullah b. Sercis’den de rivayet gelmiştir. Bazı fakihler ka­dının gusüİ ve abdestinden arta kalan sunle abdest almayı mekruh görmüş­lerdir. Ahmed ve İshak’ın görüşü budur. [122]

14- Abdest ve Gusül Maksadıyla Suyu Isıtmak:

Dârakutnî’nin rivayetine göre Ömer b. el-Hattab’ın azadlısı Zeyd b. Es-lem’den nakledildiğine göre Ömer b. el-Hattab’a bir güğümde su ısıtılır ve onun­la guslederdi. (Darakutnî) dedi ki: Bu sahih bir isnaddır.® Âİşe’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) kendim için güneşte su ısıttığım bir sırada yanıma geldi ve: “Ey Humeyra, bunu yapma, çünkü bu baras has­talığına sebebtir.” Bunu da Halid b. İsmail el-Mahzumî, Hişam b. Urve’den, o babasından, o Aişe’den rivayet etmiştir. Ancak o (Halid) metruk bir ravidir.[123]

Bunu ayrıca Amr b. Muhammed el-A’şem, Fuleyh’den, o ez-Zührîden, o Ur-ve’den, o da Aişe’den rivayet etmiştir. Bu ise hadisi raünker olan bir kimsedir. Fuleyh’den ondan başkası da rivayet etmiş değildir. Zührî’den böyle bir riva­yet sahih olarak rivayet edilmemiştir. Bunu Darakutnî söylemiştir[124]

15- Abdest Almak İçin Kullanılması Caiz Olan Kablar:

Altın ve gümüş kapları dışında, temiz olan herbir kaptan abdest almak ca­izdir. Çünkü Rasûhıllah (sav) altın ve gümüş kap edinmeyi yasaklamıştır. Bu­nun sebebi ise -Allah’u a’lem- Acemlere ve zorbalara benzemeye çalışmak­tan dolayıdır. Yoksa bunlarda bir necaset bulunduğundan ötürü değildir. Bu­nunla beraber bir kimse bu gibi kaplardan abdest alacak olursa, abdesti ca­izdir, fakat onları kullandığı için günahkâr olur. Gümüş veya altın kaptan her­hangi birisinden alınan abdestin geçerli olmayacağı da söylenmiştir. Ancak bi­rinci görüşü benimseyenler daha çoktur. Bu açıklamayı Ebu Ömer yapmıştır.

Şer’an temizlenmiş herbir derinin abdest ve başka maksatlar için kullanıl­ması caizdir. Malik tabaklandıktan sonra da -bu konuda farklı görüşleri gel­miş olmakla birlikte- meytenin derisinden yapılmış kapta abdest almayı mekruh görürdü. Bu husustaki açıklamalar da daha önce en-Nahl Sûre-si’nde (16/80. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [125]

  1. Onunla ölü bir beldeyi canlandıralım; yarattığımız nice hayva-nat.ve insanı onunla sulayalım diye.

“Onunla” yani yağmur İİe”Ölü bîr beldeyi” kuraklığı, suyunun çekilmişliği ve bitki bitirmemiş olması ile böyle olan bir yeri…”canlandıralım.” Ka’âb dedi ki: Yağmur yeryüzünün ruhudur. Allah orayı yağmur ile canlan­dırır.

Yüce Allah burada “Ölü” diye buyurup, “(müennes için) ölü” diye buyurmamış olması “belde” ile “beled”in manasının aynı oluşundan do­layıdır. Bu açıklamayı ez-Zeccac yapmıştır. “Beled” ile belli bir yeri kastet­tiği de söylenmiştir.

“Yarattığımız nice hayvanat ve insanı onunla sulayalım diye” buyruğundaki “Onunla sulayalım diye” buyruğu genel olarak “nûn” har­fi ötrelİ okunmuştur. Ömer b. el-Hattab İle el-Mufaddal’ın rivayetine göre Âsim ile el-A’meş ise “nûn” harfini üstün olarak; diye okumuşlardır.

“Yarattığımız nice hayvanat ve insanı…” yani pek çok insanı sulayalım, diye… “İnsanlar”ın tekili şeklindedir. Bu da “el-kurkûr”un ço­ğulunun “karakîr” ile “karakir” şeklinde gelmesi gibidir. el-Ahfeş, el-Müber-red ve el-Ferra’mn iki görüşünden birisine göre bu böyledir. el-Ferra’nın baş­ka bir görüşü de şudur: Bunun tekili “insan”dır. Sonra sondaki “nun”, “ya”ya değiştirilerek bunun yerine çoğul olarak; denilir. Aslı ise şek­lindedir. Bu da “sirhân” ve “serahîn” ile “bustan” ve “besatîn” gibidir. Arap­lar bu kelimelerde “ya”‘yı, “nun”un yerine getirmişlerdir. Bu açıklamaya göre “serahî” ve “besatî” demek caiz olmalıdır. Aralarında herhangi bir fark yoktur.

el-Ferra dedi ki: Lamu’1-fiil ile aynu’1-fiil arasında bulunan ye’nin şedde-sİ2 okunması mümkündür. Buna göre; “İnsanlar” denilir. Nitekim “ka­rakîr” ve “karakir” gibi. “Çok” denilerek bunun yerine “Çok­lar” denilmeyiş sebebi/faîl” vezni ile bazan çokluğun anlatılmak istenmesi­dir. Yüce Allah’ın: “Onlar ne iyi arkadaştırlar” (en-Nisa, 4/69) buyruğunda olduğu gibi. [126]

  1. Andolsun ki Biz, onu onların arasında öğüt alsınlar diye evirip çevirdik. Halbuki İnsanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmek­ten başka bir yol izlemediler.

“Andolsun kî Biz, onu” yani Kur’ân-ı Kerîm’i “onların arasında öğüt al­sınlar diye evirip çevirdik.” Burada zamir ile Kur’ân’dan söz edilmesi sû­renin baş taraflarında yüce Allah’ın: “Hak ile batılı ayıranı (Furkan’ı) âlem­lere uyarıcı olsun diye kuluna indiren (Allah) ne yüce, ne mübarektir” buy­ruğu; “Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikirden o saptırdı.” (29. âyet) ile: Ta Rab! Gerçekten benim kavmim bu Kur’ân’ı terketti.” (30. âyet) buy­ruklarında ondan söz edilmiş olmasından dolayıdır.

“Halbuki insanların çoğu yüz çevirip, nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler.” Onu inkâr ettiler, onu yalanladılar.

“Andolsun kî Biz, onu onların arasında… evirip çevirdik” buyruğunda sözü edilenin yağmur olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas’tan riva­yet edilmiştir. İbn Mes’ud da şöyle demiştir: Bir senenin yağmuru diğerinin-kinden fazla değildir. Ancak yüce Allah, onu dilediği şekilde evirip çevirir. Bir tarafta yağan fazla miktar, diğerlerinden eksiltilmiş demektir. İşte “evirip çevirme”nin (tasrifin) anlamı budur.

“Andolsun ki Biz, onu onların arasında… evirip, çevirdik.” Yani onu bol, daha az ve cisind halinde yağdırdık, diye de açıklanmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre, onun eviriiip çevirilmesi içmek, sulamak, onunla ekin yetiştirmek, taharet almak, bostanları sulamak, yıkamak ve benzeri yollarla çeşitli şekillerle ondan faydalanmaktır,

“Öğüt alsınlar diye evirip çevirdik. Halbuki İnsanların çoğu yüz çevi­rip nankörlük etmekten başka bir yol izlemediler” buyruğu ile ilgili ola­rak İknme dedi ki: Bu cahiliye dönemi Araplarının yıldızların doğup batışı iie ilgili olarak; “şu yıldızın doğuşu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı” deme­leridir. en-Nehhâs dedi ki: Bizler tefsir bilginleri arasında burada sözü eden “küfür (nankörlük)”ün onların “şu yıldızın doğumu sebebiyle bize yağmur yağdırıldı” demeleri demek olduğu hususunda bir görüş ayrılığı bilmiyoruz. Bunun bir benzeri ifade de “yıldız şu işi yaptı” demektir. Yıldıza herhangi bir fiil nisbet eden herkes, kâfirdir.

er-Rabî’ b. Subeyh rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) döneminde bir ge­ce insanlara yağmur yağdırıldı. Sabah olduğunda Peygamber (sav) şöyle bu­yurdu: “Bu hususta insanlar iki (tür) adam olarak sabahı ettiler. Kimisi şük-redendir, kimisi nankörlük eden bir kâfirdir. Şükreden kişi kendisine yağmur yağdırılıp su ihtiyacı karşılandığından dolayı yüce Allah’a hamdeder. Kâfir nankör kişi ise şu, şu yıldızın doğuşu dolayısıyla bize yağmur yağdırıldı, der.”[127]

Bu hadisin manası itibariyle sahih olduğu hususunda ittifak vardır. İleri­de yüce Allah’ın İzniyle el-Vakıa Sûresi’nde (56/75- âyetin tefsirinde) gele­cektir. Ayrıca İbn Mes’ud’un rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyur­muştur: “Bir senenin yağmuru bir diğerinkinden fazla değildir. Fakat bir ka­vim masiyet İşleyecek olursa, Allah o yağmuru başkalarına yönlendirir. Hep birlikte isyan edecek olurlarsa, yüce Allah bu yağmuru çöllere ve denizlere yönlerdirir.”[128]

Bîr diğer açıklamaya göre burada evirip çevirmek, rüzgarlar hakkında söz konusudur. Buna dair açıklamalar da daha önceden el-Bakara Sûresi’nde C2/1Ğ4. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Hamza ve el-Kisaî “Öğüt alsınlar diye” buyruğunu “Hatırlasınlar dîye” şeklinde, “zel” harfi şeddesia olarak “zikirden” gelmiş bir kip olarak okumuşlardır. Diğerleri ise tezekkür’den türemiş ve şeddeli ola­rak okumuşlardır. Yani yüce Allah’ın nimetlerini hatırlasınlar ve bu nimetle­ri ihsan eden kimseye ortak koşmanın caiz olmadığını bilsinler demektir. Te­zekkür de mana itibariyle zikre (hatırlamaya) yakındır. Şu kadar var ki; te­zekkür kalpten uzak kalan şeyler hakkında kullanılır, O bakımdan kalp, ha­tırlamakta bir çeşit çabaya ihtiyaç duyar. [129]

  1. Eğer dikseydik herbJr beldede elbette bir uyarıcı gönderirdik.

52.O halde kâfirlere itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir ci-had et!

“Eğer dileseydik herbir beldede bir uyarıcı” yani senin üzerinde peygam­berliğin yükleri hafiflesin diye yağmuru paylaştırdığımız gibi onlan uyarıp kor­kutacak bir rasûl “gönderirdik.” Ancak bizler böyle yapmadık, bilakis seni herkes için bir uyarıcı kıldık. Böylelikle senin derecen yükselsin istedik. O halde Allah’ın senin üzerindeki nimetine şükretmelisin.

“O halde kâfirlere” seni davet ettikleri ilahlarına tabi olmak hususunda “itaat etme ve onlara karşı onunla büyük bir cihad yap.” İbn Abbas Kur’ân ile İbn Zeyd de İslâm ile diye açıklamışlardır. Kılıç ile cihad et, anlamında olduğu da söylenmiştir. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Zira sûre Mekki bir sû­redir ve savaş emrinden önce nazil olmuştur. “Büyük bir cihad”dan kasıt, aralıksız ve durgunluk devresi olmayan bir şekilde cihad etmektir. [130]

  1. İki denizi salıveren O’dur. Bu tatlı mı tatlı, bu ise tuzlu ve acı­dır. Bu İkisi arasında da bir perde ve belirli bir sınır kıldık.

“İki denizi salıveren O’dur” buyruğu İle ihsan olunan nimetler tekrar söz konusu edilmektedir.

Salıveren” serbest bırakan, birbirine katan ve önündeki engeli kal­dıran demektir. Mücahid dedi ki: O, iki denizi serbest bıraktı ve birini diğe­rinin üzerine saldı. İbn Arafe dedi ki: “İkideniz! salıveren” yani onları bir­birine katan demektir. Onlar biri diğerine ulaşmaktadır. Bir şeyi katıp karış­tırmayı anlatmak üzere; denilir. “Din ve iş birbirine karıştı ve tutarsızlık oldu” demektir. Yüce Allah’ın: “Pek karı­şık bir iş içinde…”(KM, 50/5) buyruğu da buradan gelmektedir. Peygamber (sav)’ın, Abdullah b. Âmr b. el-As’a söylediği şu ifadelerde de bu kökten ge­len lafız kullanılmıştır: “Sen insanların ahitferinin birbirine karıştığını, emanetlerinin artık hafife alındığını ve şöyle şöyle olduklarını görürsen…” deyip, parmaklarını birbi­rine geçirdi. Ben kendisine: Peki o sırada ne yapayım? Allah beni senin yo­lunda feda etsin, diye sordum. Şöyle buyurdu: “Evinde otur, dilini tut, ma­ruf gördüğün şeyi yap, münker gördüğünü bırak ve sadece kendinle ilgilen, ammenin işleriyle uğraşmayı da terket.” Bu hadisi Nesaî, Ebû Dâvûd ve baş­kaları rivayet etmişlerdir[131]

el-Ezherî dedi ki: “İki denizi salıveren” aralarını serbest bırakan de­mektir. Atı serbesl bırakıp merada yayılmayı terketmeyi anlatmak üzere; Atı meraya saldım, denilir. Sa’leb dedi ki: “Salmak” akıtmak de­mektir. Buna göre yüce Allah’ın: “İki denizi salıveren” buyruğu, ikisini akıtan anlamındadır. el-Ahfeş dedi ki: Bazıları da “İki denizi sa­lıverdi” ifadesini (hemzesiz olarak): gibi kullanmışlardır. Yani burada vezni İle vezni aynı anlamdadır.

“Bu tatlı mı tatlı” son derece tatlı; “bu ise tuzlu ve acıdır.” Hem tuzlu­luğu, hem de acılığı vardır. Talha’dan onun;” Tuzlu” lafzının “mim” har­fini üstün, lam harfini de esreli okuduğu rivayet edilmiştir.

“Bu ikisi arasında da bir perde” kendi kudretinden bir engel “…kıldı.”

Onlardan biri diğerinin aleyhine baskın gelmez. Nitekim er-Rahman Sûre-si’nde: “O iki denizi birbirine kavuşmak üzere salıverdi, ama aralarında bir engel vardır. Biri diğerine karışmaz.” (er-Rahman, 55/19-20) diye buyurmaktadır.

“Ve belirli bir sınır kıldı.” Yani birinin diğerine karışmasını önleyecek şekilde görülmeyen bir perde var etti.

“Berzah: Perde” haciz Cengel) demektir. Hicr (sınır) ise mani Cengel) de­mektir. el-Hasen dedi ki: Bununla İran denizi CHİnt okyanusu, Basra körfe­zi) ile Rum denizini (Akdeniz’i) kastetmektedir.

İbn Abbas ve İbn Cübeyr dediler ki: Kasıt semadaki deniz ile yeryüzün­deki denizdir, Yine İbn Abbas şöyle demiştir: Her yıl bu iki deniz birbirine kavugur, fakat ikisi arasında da onun kaza ve takdiri ile berzahlardan bir ber­zah bulunur.

“Ve belirli bir sınır…” Yani tuzlu olanın tatlı su ile tatlanması yahutta tat­lı olanın tuzlu olan ile tuzlanması kesinlikle engellenmiştir. [132]

  1. Ve O, sudan insan yaratan, ondan neseb ve sıhrî akrabaları çı­karan O’dur. Rabbin herşeye güç yetirendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [133]

1- İnsanların Yaratılış Nimeti:

“Ve O, sudan insan yaratan… O’dur.” Yani nutfeden insan yaratan O’dur. “Ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O’dur.” Yani insanı bir ci-hetiyle neseb akrabalığı, bir cihetiyle de sıhrî akrabalığı olan bir varlık kıl­mıştır.

“Sudan” buyruğu ile insanın asli yaratılışına işaret edildiği de söylenmiş­tir. Çünkü canlı olan herbir mahluk sudan yaratılmıştır. Bu âyet-i kerime ile insanların yokluktan sonra var edilmeleri yolu ile üzerlerindeki nimet sayıl­makta ve bu hususta ibret almaları için dikkatleri çekilmektedir. [134]

2- Neseb ve Sıhr Ne Demektir?:

“Ondan neseb ve sıhrî akrabaları çıkaran O’dur” buyruğunda geçen ne­seb ve sıhr insanlar arasında oiuşan her türlü akrabalığı kapsayan umumî İki anlamdır.

İbnu’l-Arabî dedi ki: Neseb aslında erkek ile dişi arasında şer’î suretçe su­yun karıştırılmasıdır. Eğer bu masiyet yolu ile gerçekleşirse bu mutlak ola­rak bir yaratma[135] olur ve muhakkak olarak da bir neseb olmaz. Bundan do­layı şanı yüce Allah’ın: “Anneleriniz, kızlarınız… size haram kılındı.” (en-Nisa, 4/23) buyruğunun kapsamına zinadan olma kızı girmez. Zira ilim adamlarımızın da, dinimiz de bu hususa dair iki görüşün sahih olanına gö­re de böyle bir kız, kişinin kızı durumunda değildir. Bu şer’an bir neseb ol­mayacak olursa, şer’an sıhrî bir akrabalık da söz konusu olmaz. Buna göre zina annenin kızını da, kızın annesini de haram kılmaz. Helal nikâh dolayı­sıyla haram kılınanlar, haram İlişki dolayısıyla haram kılınmazlar. Çünkü yü­ce Allah neseb ve sihri akrabalıkla kullarına olan lutfunu hatırlatmış ve bu akrabalıklann değerinin yüceliğini dile getirmiştir. Helal ve haramlığa dair hü­kümleri de bunlara bağlı olarak söz konusu etmiştir. O halde batıl olan bir ilişki akrabalığı bunlara katılamaz ve bunlara eşit görülemez.

Derim kî: Kişinin zinadan olma kızı yahut kızkardeşi ya da zinadan olma oğlunun kızını nikahlaması hususunda fukaha arasında görüş ayrılığı vardır. Aralarında İbnu’l-Kasım’ın da bulunduğu bir topluluk, bunu haram kabul et­miştir. Ebu Hanife ve mezhebine mensub fukahanın görüşü de budur. Ara­larında Abdu’l-Melik İbnu’l-Macişun’un da bulunduğu başkaları ise bunu ca­iz kabul etmişlerdir. Bu Şafiî’nin de görüşüdür. Buna dair açıklamalar yeter­li bir şekilde en-Nisa Sûresi’nde (4/23. âyet, 14. başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır.

el-Ferrâ dedi ki: Neseb, nikahlanması helal olmayan akrabalar demektir. Sıhrî akraba ise nikahlanması helal olan demektir. ez-Zeccac da böyle demiş­tir, aynı zamanda bu Ali b. Ebi Talib’in de görüşüdür.

“Sıhr”ın İştikakı bir şeyi başka bir şeyle karıştırmayı anlatmak üzere kullanılan:den gelmektedir. Sıhrî akrabalardan herbirisi diğeri ile karışmış olduğundan nikah yoluyla ortaya çıkan akrabalıklara sıhrî akra­balık denilmiştir. Çünkü bu yolla insanlar birbiriyle karışmaktadır.

Sihrin nikâh akrabalığı olduğu söylenmiştir. Buna göre zevcenin akraba­larına (haten’in çoğulu) ehtân kocanın akrabalarına da ahma’ (kayınlar) denilir, sıhrî akrabalar ise bütün bunlar hakkında umumi olarak kullanılabi­lir. Bu açıklamayı da el-Esmaî yapmıştır.

İbnu’l-Arabî dedi ki; “Haten”ler kadının babası, kardeşi ve amcasıdır. -el-Esmaî’nin dediği gibi- Sıhr ise adamın kızının kocası, onun kardeşi, babası. ve amcasıdır. .

Ebu Suleyman el-Cûzecânî’nİn rivayetine göre Muhammed b. el-Hasen, şöyle demiştir: Adamın haten’leri (enişteleri) kızlarının, kızkardeşlerinin, hala ve teyzelerinin ve kendisine mahrem olan herbir kadının kocasına de­nilir. Sihri akrabaları ise hanımı tarafından haram olan zû rahim olan herkes demektir.

en-Nehhas dedi ki: Bu hususta evla olan el-Esmaî’nin sihri akrabalıklar hak­kındaki görüşünün kabul edilmesi ve her İki taraftan (karı ve koca tarafın­dan) akrabalıkların söz konusu olmasıdır. Nitekim: “O şeyi ka­rıştırdım” denilir. İşte eşlerden herbîrisi diğeri ile böylelikle karışmış olmak­tadır. Hatenler (enişteler) hakkında da evla olan şu iki sebeb dolayısıyla Mu­hammed b. Hasen’in söylediği görüştür: Birincisi bu husustaki merfu hadis­tir. Muhammed b. İshak, Yezid b. Abdullah b. Kusayt’dan, o Muhammed b. Üsame b. Zeyd’den, o babasından rivayete göre Zeyd dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Sana gelince ey Ali, sen benim hatenimsin (damadim-sın), torunlarımın babasısın, sen bendensin, ben de sendenim.” İşte burada görüldüğü gibi kızın kocası olan Ali (r.a)’e “haten” denilmiştir. Diğer taraf­tan “haten” kelimesi bir şeyi koparmayı anlatmak için kullanılan; ‘den gelmektedir. Koca sanki kendi akrabalarından koparılmış ve eşini de kendi akrabalarından koparmış gibidir.

ed-Dahhâk dedi ki: sıhrî akraba süt emmek yoluyla meydana gelen ak­rabalıktır.

İbn Atiyye dedi ki: Ancak böyle bir görüş kanaatime göre İbn Abbas (r.a)’ın şu sözü dolayısıyla düşülmüş bir yanılgıdır: Neseb dolayısıyla yedi kişi, sih­ri akrabalık dolayısıyla da beş kişi haram kılınmıştır. Bir başka rivayette ise “sıhrî akrabalık dolayısıyla yedi kişi haram kılınmıştır” şeklindedir. O bunun­la şanı yüce Allah’ın neseb yoluyla haram kılınanlann sözkonusu edildiği: “An­neleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kız­ları, hemşire kızları… size haram AiJmdı.’Cen-Nisa, 4/23) buyruğu ile sih­ri akrabaların sayıldığı yüce Allah’ın şu buyruğunda: “Sızı emziren süt anne­leriniz. .. ve iki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı).” (en-Ni-sa, 4/23) buyruğuna kadar sayılanları kast etmektedir. Bundan sonra evli ka­dınların haram kılındığı söz konusu edilmektedir.

Bu hususta hareket noktası şudur: İbn Abbas sıhrî akrabalar arasında onun­la birlikte zikrolunanlar da haram kılınmıştır, demek istemiştir. O, bu sözü edilenlerle bunun önemine yani sıhrî akrabalığın önemine işaret etmek is-. temiştir. Yok, süt emzirmek ile sıhrî akrabalık olur, demek istememiştir. An­cak süt akrabalığı neseb seviyesindedir. Neseb dolayısı ile -bu hususta nak­ledilmiş hadisin hükmü gereğince- haram kılınanlar süt emmek dolayısıyla da haram kılınmıştır. Diğer taraftan sıhrî akrabalardan da beş kişi haram kılınmışur, diye rivayette bulunanlar iki âyet-i kerime’de yer alan iki kızkarde-şin birlikte nikâhlanmasıyla evli hür kadınların nikahlanmasını saymamıştır. Derim ki: Buna göre İbn Atiyye az önce sözü edilenlerle birlikte süt em­meyi de neseb kabul etmiştir. ez-Zeccâc’ın da görüşü budur. Ebu İshak de­di ki: Yüce Allah’ın: “Anneleriniz… size haram kılındı” buyruğundan itiba­ren “ve iki ktzkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı)” buyruğuna kadar zikredilenler neseb akrabalarıdır. Sıhrî akraba ise velayeti altındaki ka­dını evlendirme yetkisine sahip olan kimselerdir, İbn Atiyye dedi ki: ez-Zeh-ravî de şöyle bir görüş nakletmektedir: Buna göre neseb erkek çocuklar ta­rafındaki akrabalık, sihri akrabalık ise kız çocuklar tarafından meydana ge­len akrabalıklardır.

Derim ki: Bu görüşü en-Nehhâs da zikretmiş ve şöyle demiştir. Çünkü sm-rî akrabalık iki cihetten de olmaktadır.

tbn Şîrîn dedi ki: Bu âyet-i kerime Peygamber (sav) ile Ali (r.a) hakkın­da nazil olmuştur. Çünkü Peygamber (sav)’ın, AÜ (r.a) ile akrabalığı hem ne­seb akrabalığıdır, hem de sıhrî akrabalıktır. İbn Atiyye dedi ki: Onların bu şekildeki akrabalıkları kıyamet gününe kadar aralarındaki hürmet bağını pe­kiştiriridir.

“Rabbin herşeye” ve dilediğini yaratmaya “güç yetirendir.” [136]

  1. Halbuki onlar Allah’tan başka kendilerine fayda da, zarar da ve­remeyen şeylere İbadet ederler. Kâfir, Rabbine karşı yardımcı olandır.

“Halbuki onlar Allah’tan başka kendilerine fayda da, zarar da vereme­yen şeylere İbadet ederler.” Yüce Allah, nimetlerini sayıp, döktükten ve kud­retinin kemalini açıkladıktan sonra müşriklerin sonra herhangi bir fayda sağ­lamaya, zarar vermeye gücü yetmeyen varlıkları, kendisine ortak koşmala­rının hayret edilecek bir iş olduğunu bu buyruğu İle ifade etmektedir. Yani sözünü ettiği bu varlıkları yaratan yüce Allah’tır. Diğer taraftan bunlar cahil­likleri dolayısıyla Allah’ın dışında fayda da veremeyen, zarar da veremeyen ölü ve cansız bir takım varlıklara ibadet etmektedirler.

“Kâfir, Rabblne karşı yardımcı olandır” buyruğu ile ilgili olarak îbn Ab-bas’tan gelen rivayete göre burada “kâfir”den kasıt Ebu Cehil -la’anehullah-dır. Bunun açıklamasına gelince: O, putlara ibadet etmek suretiyle Allah’ın dostlarına karşı yardımcı olmaya kalkışır. İkrİme de dedi ki: Burada “Kâfir”den kasıt İblis’tir. O, Rabbine düşmanlık ederek ortaya çıkmıştır. Mutarrif’de burada “kâfir”den kasıt şeytandır demiştir.

el-Hasen dedi ki: “Yardımcı olan” buyruğu, masiyetlere karşı şeytana yar­dımcı olan demektir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kâfir, Rabbinin nezdinde zelil, önemsiz, herhangi bir değeri ve ağırlığı olmayan bir varlıktır. Bu da Arapla­rın: ifadelerinden gelmektedir ki; bu o şeyi elinin tersiyle bir kena­ra ittin ve ona iltifat etmedin, anlamına getir.

Yüce Allah’ın: Onu arkanıza atılmış, önemsenmeyen bir şey edindiniz.” (Hud, 11/92) yani onu çok basit bir şey olarak değerlen­dirdiniz, buyruğu da bu anlamdadır.

Şair el-Ferezdak’ın şu beyiti de böyledir:

“Ey Kays oğlu Temim, sakın benim ihtiyacım (nezdinizde) elinizin tersiyle Bir kenara atılmış, önemsenmemiş bir şey olmasın da. ona vereceğiniz cevap bana ağır gelmesin.”

Ebu Ubeyde’nin açıklamasının anlamı budur.

“Yardımcı (bu açıklamaya göre: önemsiz)” kelimesi, “Önemsenmeyen” anlamındadır. Yani kâfirlerin küfrü Allah nezdinde önem­sizdir. Allah onu önemsiz görür, çünkü kâfirin küfrünün O’na bir zararı ol­maz.

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir kendisine tapındığı rabbi olan puta karşı güç­lü ve galip gelendir. Ona dilediğini yapar, çünkü cansız varlıkların herhan­gi bir zararı önlemeye veya bir fayda sağlamaya güçleri yoktur, [137]

  1. Biz, seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönder­dik.
  2. De ki: “Ona karşılık sizden ücret istemem. Ancak Rabbine doğ­ru yol tutan kimseler (olmanızı) arzuluyorum.”

“Biz, seni ancak bir müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere gönderdik.” Ya­ni Biz, seni cennet ile müjdeleyen cehennem ateşinden korkutup uyaran bir kimse olarak gönderdik. Biz, seni bir vekil yahutta onları imana zorlayan bir zorlayıcı olarak göndermedik.

“Deki: Ona karşılık sizden ücret istemem” buyruğu ite şunu anlatmak­tadır; Ben size getirmiş olduğum Kur’ân ve vahiy dolayısıyla sizden herhan­gi bir ücret istemem. Buradaki ” te’kid İçindir.

“Ancak” lakin “Rabbine doğru” malını Allah yolunda infak etmek sure­tiyle “yal tutan kimseler (olmanızı) arzuluyorum.” Buradaki istisna mun-katı’ bir istisnadır, o bakımdan anlamı lakin (ancak)… şeklindedir. Bu istis­nanın muttasıl olup, muzafın hazfedilmiş olması da mümkündür. O takdir­de “Ancak Rabbine doğru yol tutan kimse­lerdin ecrini “arzuluyorum” demek olu*. Bu da onların benim dinime tabi olması ile olur. Böylelikle Peygamber hem dünya, hem de âhirdin lütuf ve ihsanlarına nail otur. [138]

  1. Asla ölmez, hayy olana tevekkül et ve O’nu hamd ile teşbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak O, yeter.

“Asla ölmez, hayy olana tevekkül et” buyruğunda sözü edilen tevekkü­lün anlamı ve tevekkülün bütün hususlarda yüce Allah’a kalbin güvenip da­yanması, sebeplerin ise; onlara güvenip dayanmak söz konusu olmaksızın, yerine getirilmelerini emrettiği bir takım araçlardan İbaret olduğuna dair açık­lamalar daha önceden Al-i İmran Sûresi’nde (3/122 âyetin tefsirinde) ve bu sûrede geçmiş bulunmaktadır.

“Ve O’nu hamd İle teşbih et.” Yani yüce Allah’ı şu kâfirlerin nitelendir­miş olduğu ortaklarının bulunmasından tenzih et. Teşbih, tenzih demektir, buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır. “Teşbih et” buyruğunun O’nun için namaz kıl, anİamında olduğu da söylenmiştir, çünkü namaza da teşbih denilmektedir.

“Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” Yani onların gü­nahlarını O çok iyi bilir, bu günahlan dolayısıyla onları cezalandıracaktır. [139]

  1. O, göklerle yerî ve aralarında olanları altı günde yaratan, son­ra Arş üzere İstiva edendir, Rahman’dir. Sen bunu bir bilene sor!

“O, göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yaratan, sonra Arş üzere istiva edendir” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-A’raf Sû­resi’nde (7/54. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“O” ism-i mevsûlü daha Önce geçen “hayvan sıfatı olarak cer ma-hallindedir. “Aralarında olanları” diye (tesniye zamiri) kullanılıp, “Aralarında” diye (müennes ve çoğul zamiri) kullanılmaması şundan dolayıdır: Yüce Allah bununla iki sınıfı, iki türü ve İki şeyi kastetmiştir, el-Kutâmî’nin şu beyi tinde olduğu gibi:

“Üzmüyor mu seni Kaya’m ipleri ile Tağlib’in;

Ve her ikisinin kesilerek birbirinden ayrılmış olması.”

Şair burada görüldüğü gibi “Tağlib’in ipleri de” demek istediğinden “ip­ler” çoğul olmakla birlikte, ayrıldıklarını haber veren fiilde tesniye zamiri kul­lanmıştır. Çünkü o bununla iki şey ve iki türü anlatmak istemiştir.

“Rahman’dır. Sen bunu bir bilene sor.” ez-Zeccac dedi ki: Buyruk, sen O’nun hakkında soru sor, demektir. Bu açıklamayı dil bilginlerinden bir topluluk da nakletmiş bulunmaktadır. Buradaki “be” harfi cerri “…den, dan” anlamındadır. Nitekim yüce Allah: İsteyen biri inecek azabı istedi” (el-Meâric, 70/1) diye buyurmaktadir. [140]

Şair de şöyle dernektedir:

“Ey Malik’in kazı niye at(lı)lara sormadın, Eğer bilmiyor isen; bilmediğin şey hakkında.”

Alkame b. Abdede şöyle demiştir;

“Şayet sizler bana kadınlar hakkında soru soruyorsanız gerçekten ben, Kadınların ilaçlarını çok iyi bilirim, tabibim.”

Burada görüldüğü gibi şairler: “Kadınlar hakkında” ve; Bilmediklerin hakkında” demek istemişlerdir.

Ancak Ali b, Süleyman bunu kabul etmeyerek şöyle der: Nazar ehli “be” harfi cerrinin, “an” anlamında olmasını kabul etmezler. Çünkü o takdirde Arapların lafızları kullandıkları anlamlan bozmak söz konusudur. Çünküifadesi, eğer sen filan kimse ile karşılaşacak olursan, senin onunla karşılaşmanla birlikte bir de karşına ars-lan çıkar, anlamında olur. O halde burada buyruk; “Sen sorunu bu hususta bilgisi olan, haberdar bir kimseye sor” demek olur. İbn Cübeyr de böyle demiştir.

Burada “el-Habir” yüce Allah’tır. Buna göre “habîr: bilen” lafzı, “sor” fi­ili ile meFulün bih olarak nasbedilmiştir,

Derim ki: ez-Zeccac’ın açıklaması güzel bir şekilde yorumlanabilir. O da buradaki “el-habîr: Bir bilen”İn Allah’tan başka bir kimse olmasıdır, yani sen O’nun hakkında (an harfi cerri ile) bir bilen kimseye sor. Yani onu bilen bi­risine, yani O’nun sıfat ve isimlerini bilen birisine soru sor, demektir.

Anlamın; “Sen onun için bilen birisine sor,” şeklinde oldu­ğu da söylenmiştir. Bu durumda “he” zamirinden hal olarak nasbedilmiştir; el-Mehdevî dedi ki; Burada “bir bilen” lafzının hal olması uygun değildir. 2ira halin hem soran kimse için, hem de sorulan kimse için olması mümkün­dür. Failden hai olması da doğru olamaz. Zira bilen bir kimsenin ayrıca baş­kasına sormaya ihtiyacı yoktur. Mef ulden de hal olamaz, çünkü hakkında so­ru sorulan kişi er-Rahman olandır ve o da ebediyyen bilendir, haberdar olan­dır. Hal çoğunlukla değişikliğe uğrayan ve bir yerden bir yere intikal eden şeylerde söz konusudur. Şu kadar var ki; bunun, -mesela: “Halbuki o… doğrulayan gerçeğin ta kendisidir.” (el-Bakara, 2/91) buyruğun­da olduğu gibi- tekid edici bir hal olarak kabul edilmesi hali müstesnadır; o takdirde caiz olur.

“Rahman” lafzının merfu olarak gelmesi üç türlü açıklanabilir: Evvela “is­tiva edendir” buyruğundaki zamirden bedel olabilir. Diğer taraftan “o Rah­mandır” anlamında merfu gelmiş olabilir. Ayrıca mübteda olarak merfu gel­miş olabilir, onun haberi de: “Sen bunu bir bilene sor” anlamındaki buyruk­tur. Bununla birlikte; “Hayy olan, ölmeyen, Rahmana tevekkül et” anlamında sıfat olarak mecrur olması da mümkündür. Medh olmak üzere nasb ile gelmesi de mümkündür. [141]

  1. Onlara: “Rahmana secde edin” denildiğinde, onlar: “Rahman da neymiş? Senin bize emrettiğin şeye mi secde edelim?” dedi­ler ve bu, nefretlerini arttırdı.

“Onlara: Rahmana secde edin, denildiğinde onlar: Rahman da ney­miş?… dediler” ve bu sözlerini inkâr ve şaşkınlık üslubuyla söylediler. Ya­ni biz ancak Yemame’nin rahmanını, rahman olarak biliriz. Bununla da Mü-seylime el-Kezzab’ı kasdediyorlardı. Kadı Ebubekr İbnu’l-Arabî’nin iddiası­na göre onlar mevsuf u (yüce Allah’ı) değil de sıfatı bilmiyorlardı. O buna yü­ce Allah’ın: “Rahman da neymiş?” demiş olduklarını ve; “Rah­man da kimmiş?” dememiş olduklarını delil göstermektedir. İbnu’l-Hassar ise şöyle demektedir: Rahmetlik bu ifadeleri ile “halbuki onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar.” (er-Ra’d, 13/30) anlamındaki diğer âyet-i kerimeyi hatırlamamış görünüyor.

Senİn bize emrettiğin şeye mi secde edelim?” Bu kıraat Medine’lilerle, Basra’lıların kıraatidir, Yani ey Muhammed, senin bize emrettiğin şeye mi secde edeceğiz? Bunu Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de tercih et­miştir.

el-A’meş, Haraza ve el-Kisaî ise ye ite: “Onun bize emrettiği…” di­ye okumuşlardır ki bununla Rahman’ı kastetmektedirler. Ebu Ubeyd bunu böylece açıklamış ve şöyle demiştin Şayet onlar Rahman’ın bu emri kendi­lerine vermiş olduğunu ikrar ve İtiraf etmiş olsalardı, kâfir olmazlardı.

en-Nehhâs da şöyle demektedir: Kûfe’lilerin kıraatini böyle uzak bir te’vil ile yorumlamaya gerek yoktur. Çünkü evla olan onlann “O’nun bize em­rettiği şeye mi secde edelim?” şeklindeki kıraatlerinin lehine, emredenin Pey­gamber (sav) olduğunu söylemek daha uygundur. Böylelikle bu kıraat de doğ­ru bir kıraat olarak karşımıza çıkar. Ancak birinci kıraat daha uygundur, da­ha açıktır ve daha kolay anlaşılır.

“Ve bu nefretlerini arttırdı,” Yani onlara Rahman’a secde edin, emrini veren kimsenin bu sözü, onlann dinden daha çok uzaklaşmalarına sebeb ol­du.

Süfyan es-Sevrî bu âyet-i kerime hakkında şöyle dermiş; Ey yüce ilâhım, senin düşmanlarının nefretlerini arttıran husus, benim senin önünde daha bir zilletle boyun eğmemi arttırmıştır. [142]

  1. Gökte burçlar kılan, onda bir kandil ve aydınlık saçan bir ay ya­ratanın şanı ne yüce, ne mübarektir!

“Gökte burçlar…” yani konaklar “kılan…tn şanı ne yüce, ne mübarek­tir!” Burçlara dair açıklamalar daha önceden (el-Hicr, 15/16. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır.

“Onda bir kandil…” İbn Abbas dedi ki: Güneşi kastetmektedir. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Güneşi de bir kandil yapmıştır.” (Nuh, 71/16) buy­ruğudur. Genel olarak buradaki “kandil” anlamındaki “sirac” kelimesi, tekil olarak okunmuştur. Ancak Hamza ve el-Kisaî: “Kandiller” diye oku­muşlardır ki, bu kıraate göre maksat, parıl panl ışık saçan büyük yıldızlar de­mektir. Ebu Ubeyd’e göre birinci kıraat daha uygundur, çünkü o (takdirde) “kandiller”i de yıldızlar, “burçlar”ı da yıldızlar diye te’vil etmiş olur. Böyle­likle anlam yıldızlar ve yıldızlar demek olur.

en-Nehhas dedi ki: Ancak onların lehine şöyle bir te’vil yapılabilir: Eban b. Tağlib dedi ki: Kandillerden kasıt bol ışık saçan yıldızlardır. es-Sa’lebî de­di ki; Zühre (Venüs), Müşteri (Jüpiter), Zühal (Satürn), balıkçılar ve benzer­leri böyledir.

“Ve aydınlık saçan bîr ay” Yani doğduğu vakit yeryüzünü aydınlatan bir ay… İsmet, el-A’meş’den “kaP harfini ötreli, “mim” harfini de sakin olarak; diye okuduğunu rivayet etmiştir. Ancak bu şaz bir kıraattir. Şayet za­manının müslümanlarının imamı olan Ahmed b. Hanbel’in onun hakkında: Kıraatleri rivayet eden İsmet’in naklettiklerini yazmayınız, sözü dışında hiç­bir şey olmasaydı bile bu kadarı dahi yeterdi. Ancak Ebu Hatim es-Sicistanî sözü geçen bu İsmet’in yaptığı rivayetleri zikretmeye çokça önem verirdi. [143]

  1. İbret ve öğüt almak veya şükretmek İsteyenler için gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren O’dur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört baslık halinde sunacağız: [144]

1- Gece ve Gündüzün. Birbiri Ardınca Gelmesi:

Yüce Allah’ın: “Birbiri ardınca” buyruğu hakkında Ebu Ubeyde şöyle dernektedir: Bu lafız bir şeyden sonra gelen herşey hakkında kullanı­lır. Gece ile gündüz biri diğerinin arkasından gelir. Karnı ishal olmuş bir kim­seye; denilir. Yani biri diğerinin arkasından bir kalkıp, bir oturu­yor demektir. “yazın İlk yapraklardan sonra çıkan yapraklar” an­lamındaki bu tabir de buradan gelmektedir. Züheyr b. Ebi Sülma’nın aşağı­daki beyitte de bu tabir kullanılmıştır:

olara”Vardır ora4a iri gözlü yaban öküzleri ile ceylan yavruları; birbiri arkasından yürüyen,

Ve bu yaban öküzlerinin yavruları, çökmüş oldukları her yerden kalkıp giderler.”

Şair: Bir sürü gitti mi arkasından öbürü gelir, demek istemektedir. Kışın bir eve, yazın bir başka eve sürekli k taşınıp duran bir kadını nitelen­diren bir başka şair de şöyle demektedir;

“Karıncalar (yazın) topladıklarını yediklerinde onun

el-Matirûn denilen yerde,

întikal ettiği yeri vardır, nihayet baharı ettiğinde

Cillik denilen yerde manastırlarda kalır.

Dağ başının ortasındaki evlerde etrafında

Zeytin ağaçlarının meyveleri olgunlaşmış olur,”

Mücahid dedi ki: “Birbiri ardınca” lafzı hilaf (birbirine aykırı-lık)’dan gelmektedir. Biri beyaz (gündüzün aydınlık), diğeri siyah (gece karanlık)’dır.

Ancak birinci açıklama daha güçlüdür. Bunun aydınlık ve karanlık, artış ve eksiliş bakımından birbiri ardınca gelmesi anlamında olduğu da söylen­miştir,

Bîr diğer açıklamaya göre burada muzaf hazfedilmiştir. Yani yüce Allah gece ve gündüzü birbiri ardınca gelme özellikli yani birbirinden farklı özel­liklere sahip kılmıştır.

“İbret ve öğüt almak… isteyenler için.” Böylelikle yüce Allah’ın bunu bo­şuna yaratmamış olduğunu bilenler için. Bunun sonunda Allah’ın yarattıkla­rı üzerinde ibretle düşünür, akıl, fikir ve kavrayış bakımından üzerlerinde­ki nimetleri dolayısıyla Allah’a şükrederler.

Ömer b. el-Hattab, İbn Abbas ve el-Hasen’in şu manada açıklamaları var­dır: Geceleyin bir taktın hayırları gerçekleştiremeyen, gündüzün onu telafi eder. Gündüzün bir takım hayırları gerçekleştiremeyen de onu geceleyin te­lafi eder. Sahih hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Herhangi bir kimsenin ge­celeyin kılacağı bir namaz olur da, bastıran uykusu bunu kılmasına engel teş­kil eder de, güneşin doğuşu ile öğle namazı arasında (bu kılamadığım) kı­larsa, mutlaka’yüce Allah ona o namazının ecrini ona yazar ve onun uyuma­sı da ona (verilmiş) bir sadaka (gibi) olur.”[145]

Müslim’in, Sahİh’inde rivayetine göre Ömer b. el-Hattab şöyle demiştir: Ra-sûtullah (sav) buyurdu ki; “Her kim okumays adet edindiği miktarını yahut onun bir bölümünü okuyamayıp uyur[146] da bunu sabah namazı ile öğle na­mazı arasında okuyacak olursa, onun tamamını geceleyin okumuş gibi ona yazılır.[147]

2- Az Uyuyarak Zaman Kazanmak:

İbnu’l-Arabî der ki: Zu’ş-Şehid el-Ekber’i şöyle derken dinledim; Yüce Al­lah kulu canlı ve ilim sahibi olarak yaratmıştır. Onun kemali de bununladır. Buna karşılık ona uyku afeti ile def-i hacet ihtiyacını ve hilkatinin eksikliği­ni musallat kılmıştır. Zira kemal o ilk olan yaratıcıya mahsustur. O bakımdan kişi az yemek ve yüce Allah’a itaat yolunda uykusuz kalmak suretiyle, uy­kusunu bertaraf edebilirse bunu yapsın. Kişinin altmış yıl yaşayarak bu alt­mış ytlın gecelerini uykuyla geçirip, böylelikle ömrünün yarısını boşa har­caması, gündüzün altıda birini dinlenmek maksadı ile uyuyup, böylelikle de ömrünün üçte ikisinin gitmesi, geriye de onun yirmi yıllık bir ömrünün elinde kalması, gerçekten büyük bir aldanıştır. Kişinin üçte ikilik Ömrünü fa­ni bir lezzette telef etmesi buna karşılık hiçbir şeye muhtaç olmayan ve hiç­bir eksiği bulunmayan, asla da zulmetmeyen, amellerin karşılıklarını eksik­siz verenin nezdinde, kalıcı bir lezzet uğrunda uykusuzlukla ömrünü geçir­memesi, çok büyük bir bilgisizlik ve akılsızlıktır, [148]

3- Gece ve Gündüzün Fazileti:

Eşyalar bizatihi biri diğerinden faziletli değildir. Çünkü cevher ve arazlar varlık itibariyle birbirine benzerdirler. Üstünlük niteliklerle gerçekleşir. Şu iki vaktin hangisi daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır: Gece mi, gündüz mü? diye. Ancak orucun delaleti başka bir delile ihtiyaç bırakmaya­cak kadar açıktır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. Bu açıklamayı İbnu’l-Ara­bî yapmıştır.

Derim ki: Gecenin kadri de pek büyüktür. Yüce Allah, Peygamberine ge­celeyin namaz kılmayı emrederek şöyle buyurmuştur: “Gecenin bir kısmın­da da sana has nafile olmak üzere onunla (Kur’ân ile) gece namazı kıl.” (el-İsra, 17/79); “Birazı müstesna geceleyin kalk, namaz A[/.”(el-Müzzemmil, 73/2) -ileride açıklaması geleceği üzere- diye buyurmuştur.

Mü’minleri de geceleyin namaz kıldıkları için: “Yanları yataklarından uzak kalır.” (es-Secde, 32/16) diye buyurmaktadır. Peygamber (sav) de şöyle bu­yurmuştur: “Suyun ateşi söndürdüğü gibi sadaka da günahı öylece söndürür. Kişinin gecenin ortasında namaz kılması… ve gecede yüce Allah’ın duayı ka­bul ettiği bir an vardır ve geceleyin şanı yüce ve mübarek olan Rabbimiz (dün­ya semasına) iner…”[149] Yüce Allah’ın izniyle ileride açıklaması gelecektir. [150]

4- Şükretmek İsteyenler:

“İbret ve öğüt almak… isteyen” anlamındaki buyruğu sadece Hamza, “zel” harfi sakin, “kef’de ötreli olarak; ” Hatırlamak.,, isteyen” diye oku­muştur, Bu İbn Vessâb, Talha ve en-Nehaî’nin de kıraatidir. Übeyy’in Mus­haf ında ise bir “te” ziyadesi ile; şeklindedir. Diğerleri ise “kef harfi şeddeli olarak; diye okumuşlardır. İster şeddeli, ister şeddesiz olsun her iki okuyuş da aynı anlamdadır. Şeddesiz okuyuşun; iki vakilten birisin­de unuttuğunu, ikincisinde hatırlar şeklinde olduğu yahut o vakitte Allah’ı tenzih ve teşbihi hatırlasın, demek olduğu da söylenmiştir.

a şükür etmek isteyenler için…” buyruğundaki “şükür” fiili:Şükretti, şükreder, şükretmek” şeklinde kullanılır. “Küfretti, nankörlük etti, eder, küfretmek, nankörlük et­mek” gibi.

Burada sözü geçen şükür yüce Allah’ın gece ile gündüzü onların hayat­ta kalmalarının esası kılması dolayısıyladır. Sanki müşriklerin: “Rahmanda neymiş” demeleri üzerine mü’minler de: O bütün bunları takdir edendir, di­ye cevap vermiş gibidirler. [151]

  1. Rahman’ın kulları yeryüzünde ağır ve vakur yürürler. Cahiller onlara hitab ettiklerinde onlar: “Selam” derler.

Yüce Allah müşriklerin cahilliklerini Kur’ân-ı Kerîm’e ve peygamberliğe dil uzatmalarını söz konusu ettikten sonra; “Rahman’ın kullan yeryüzün­de ağır ve vakur yürürler” buyruktan ile de mü’min kullarını ve onların niteliklerini söz konusu edip, kendilerini şereflendirmek maksadıyla da ken­disine kul olmakla nitelendirmiştir. Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan… götüren (Allah) münezzehtir,” (el-İsra, 17/1) buyruğunda “ku­lunu” kendisine izafe etmekle şereflendirdiği gibi. Daha önce bu hususta açık­lamalar (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

Allah’a itaat eden, O’na kullukta bulunan, kulağını, gözünü, dilini, kalbi­ni kendisine verdiği emirlerle meşgul eden bir kimse “ubûdiyyet” vasfını al­maya hak kazanır. Bunun aksi durumda olan kimse ise yüce Allah’ın: “On­lar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar,” (el-A’raf, 7/179) buyruğunun kapsamına girer. Yani ibret almamak bakımından onlar­dan daha da beterdir. el-A’raf Sûresi’nde (belirtilen âyet-i kerimede) geçti­ği gibi.

Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir; Rahman’ın kullan o kimselerdir ki on­lar.,, yeryüzünde yürürler. Burada “onlar” anlamındaki zamir hazfedilmiş gi­bidir. Nitekim Zeyd emirdir, derken aynı şekilde “o” anlamındaki zamir hazfedilmiş olup, Zeyd emir olandır, anlamındadır. Buna göre; “On­lar” (anlamındaki ism-i mevsul) bir mahzuf mübleda’nın haberidir. Bu açık­lamayı el-Ahfeş yapmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre bunun haberi, sûrenin sonlarında gelecek olan: “İşte bunlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mıi-kâf atlandırılacaklar…” (el-Furkan, 25/75) buyruğudur. Mübtedâ ile haber arasındaki buyruklar ise onlara ait sıfatlar ve bu sıfatlarla alakalı hususlardır. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştir. ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte ha­berin: “Yeryüzünde ağır ve vakur yürürler” buyru­ğu da olabilir. “Yürürler” ifadesi de onların yaşayışları, hayatta kalış sürele­ri ve onların uygulama ve tasarruflarını ifade eder, Bunlar arasında daha bü­yük yer tutan davranışlarını söz konusu etmiştir. Özellikle yürümek, yeryü­zünde bir yerden, bir başka yere intikali sağlar. İnsanlarla içli dışlı olmak ve onlarla birlikte olmayı da gerçekleştirir.

Yüce Allah’ın: “Ağır ve vakur” buyruğu ‘ın mastarıdır. Bu da ağır başlılık ve vakar manasınadır. Buyruğun tefsirinde şöyle denilmektedir; Onlar yeryüzünde cahillerin, cahilliklerine karşılık vermeksizin alçak gönül­lüce yürürler, orta yollu yürürler. Orta yollu olmak, ağırbaşlılık ve güzel dav­ranış peygamberlik ahiâkındandır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar, siz sükûnetle, ağırbaşlılıkla hareket etmeye bakınız. Çünkü iyilik hız-, lıca yürümekte değildir,”[152]

Peygamber (sav)’ın sıfatlan ile ilgili rivayete göre o: Ayağını yerden (yü­rümek maksadıyla) kaldırdı mı güçlüce kaldırır, adımını ortalama bir şekil­de meyillice atar, yumuşak ve vakar ile yürür, yukardan aşağıya inermiş gi­bi geniş adım atarak ilerlerdi. Yani o, yürürken ayaklarım hızlıca kaldırır ve adımını atardı. Bu ise böbürlenerek büyüklenerek yürüyenin yürüyüşünden farklıdır. Nereye gidecekse, oraya doğru giderdi. Bütün bunlan da yumuşak­lıkla, yere sağlam basarak ve aceie etmeksizin yapardı. Dediği gibi, “sanki yukardan aşağı iner gibiydi.” Bu açıklamaları da Kadı Iyad yapmıştır.

Ömer b. el-Hattab da karakteri itibariyle acele yürürdü. Acele yürümek için kendisini ayrıca zorlamazdı.

ez-Zührî dedi ki: Hızlıca yürümek yüzün vakarını giderir. İbn Atiyye der ki: O, bununla çok çabuk ve ısrarla acele yürümeyi kastetmektedir. Çünkü bu gerçekten ağırbaşlılığı ve vakarı giderir. Hayır ise orta yollu olmaktadır.

Zeyd b. Eşlem de şöyle demiştir; Ben yüce Allah’ın; “Rahman’in kulla­rı yeryüzünde ağır ve vakur yürürler” buyruğunun tefsiri hakkında soruş­turup duruyordum. Bu hususta beni rahatlatacak bir açıklama bulamadım. Rü­yamda birisinin bana gelerek, şöyle dediğini gördüm; Bunlar yeryüzünde fe-sad çıkartmak istemeyenlerdir.

el-Kuşeyrî dedi ki: Denildiğine göre bu, yeryüzünde fesad çıkarmak ve ma-siyet işlemek için değil de yüce Allah’a itaat ve akılsızca işlere sapmaksızm mubah işler için yürüyenlerdir, diye de açıklanmıştır. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: ‘Yeryüzünde şımarıklıkla yürüme! Çünkü Allah büyük­lük taslayan ve böbürlenen kimseleri sevmez.” (Lukman, 31/18)

İbn Abbas da dedi ki: İtaatle, ma’ruf yolla ve alçak gönüllülükle yürürler­dir. el-Hasen der ki: Cahilliklere aldırış etmeyerek, kendilerine karşı cahil­lik edilirse, cahillik yapmazlar. İnsanlara karşı büyüklenmeden yürürler de­mektir.

Derim ki; Bütün bunlar birbirine yakın manalardır. Allah’ı bilmek, O’ndan korkmak, hükümlerini bilip tanımak, azab ve cezasından korkmak bunların hepsini kapsar. Allah lütuf ve keremiyle bizi bunlardan kılsın.

Bir kesimin kanaatine göre “ağır ve vakur” buyruğu ‘Yeryüzünde… yürürler” buyruğu ile alakalıdır. Yani yürümek “ağır ve vakur” ile aynı şey­dir. İbn Atiyye dedi ki: Böyle diyenler buyruğu şöyle te’vil etmiş gibi görü­nüyorlar: Bu şekilde yürüyen kimsenin ahlâkı da yumuşaktır. Yürüyüşüne uy­gundur.

Bu açıklama da az önce yaptığımız açıklamaya yakındır. Bununla yalnız­ca yürümenin niteliğinin kastedilmiş olması iddiası batıldır. Çünkü nice ya­vaş yavaş yürüyen kişi vardır ki; bu kimse azgın bir kurttur. Easûlullah (sav) ise adeta yokuş aşağı inercesine yürürdü. Kendisi ise bu ümmetin en önünde olan bir şahsiyettir. Peygamber (sav)’ın: “Sizden bir maksat için yü­rüyen bir kimse yavaş yürüsün. “[153] buyruğuna geünce, bununla nefsin İçin­deki niyeti kastetmiştir, sadece yürümeyi değit. Nitekim zahiren dindar gö­züken batılcıların, yalnızca yürüme şekline sıkı sıkıya yapıştıkları görünen bir husustur. O kadar ki şair onları yermek maksadıyla şöyle demiştir:

“Onlarıa hepsi de ağır ağır yürür,

Ve onların hepsi de bir av peşindedir.”

Derim ki: Bunun aksi kimseler hakkında da İbnu’l-Arabî kendi nefsi için şunları söylemektedir:

“Yükseklerde alçak gönüllülük gösterdim, asıl ise büyüklük tasladı,

İşlerde vakur davranmakla yarışları kazandım,

Ağırbaşlılık olsun da bunun asü sebebi kalbin kirliliği olmasın,

Çünkü insanların çoğunluğunun ağırbaşlılığı büyük kibirden kaynaklanır.”

“Cahiller onlara hitab eniklerinde onlar: ‘Selam’ derler.” en-Nehhâs de­di ki: Buradaki “selâm” lafzı “teslim: selâm vermek”den değil, “tesellüm” ya­ni karşı tarafın zararından esenliğe kavuşmak, selamette olmakdan gelmek­tedir, Araplar senden esenliğe kavuşayım yahııtta senden uzak kalayım an­lamında “selam” derler. Bu lafız; “derler” fiili ile mansub olabildiği gibi, mas­tar olması da mümkündür. Bu Sibeveyh’in görüşüdür. İbn Atiyye de der ki: Benim uygun gördüğüm ise “derler” fiilinin “selam” lafzında âmil olduğudur. Çünkü İfade; Onlar bu sözü söylerler, demektir.

Mücahid dedi ki: “Selam”in manası uygun ve yerinde söz demektir. Ya­ni cahili, yumuşaklıkla ve nfk ile kendisiyle defedebileceği bir söz söyler, de-. mektir. Bu açıklamaya göre de; “derler” sözü -nahivcilerin yöntemine göre-“selam” lafzında amel etmektedir. Buna sebeb ise “selam” lafzının böyle bir söz söylerler anlamında oluşudur.

Bir kesim de şöyle demektedir: Muhatab olan kimsenin cahile bu lafızla selam demesi gerekir, Yani senin zararından biz selamette olalım, teslimiyet bulalım ve buna benzer bir söz söylesinler. Bu durumda da “selam” lafzın­da âmil -nahivcilerin usulüne göre-; onun kökünden türeyen bir fiil olur. [154]

Bu Âyet-i Kerime ile Cihadı Emreden Âyetin Durumu:

Bu âyet-i kerîme cihadı emreden kılıç âyetinden önce inmiştir. Dolayısıy­la bundan kâfirlere mahsus olan bölümü nesh olmuş, kıyamet gününe ka­dar müsl umanlar arasında bunun edebi baki kalmıştır, Sibeveyh “Kitab (es-Sıhah)”ında bu âyet-i kerime’nin nesh olduğunu söz konusu etmiştir. Kita-fc’ında bunun dışında da neshten söz etmemiştir. Bununla bu “selam” lafzın­dan kastın selâm vermek olmayıp selâmette olmanın kastedildiği kanaatini tercih etmiştir. Çünkü mü’minlere kâfirlere asla selâm vermeleri emrolunma-mıştır. Ayet-İ kerimede Mekke’de İnmiştir ve bunu (cihâdı emreden) kılıç âye­ti neshetmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Bizler Sibeveyh’in nâsih ve mensuh ile ilgili olarak bu âyet dışında herhangi bir söz söylediğini bilmiyoruz. Sibeveyh dedi ki: O gün­de müsl umanlar müşriklere selam vermekle emrolunmuş değillerdi. Ancak bu, kişinin sizden esenlikte olalım, bizimle sizin aranızda ne hayır ne de şer olmasın, anlamında bir söz söylemeleri anlamındadır.

el-Müberred dedi ki: Şöyle denilmesi gerekirdi: O gün müslümanlara onlarla savaşmaları emri verilmemişti. Daha sonra onlarla savaşma emri ve­rildi. Muhammed b. Yezid dedi ki: Sibeveyh bu hususta hatalı davrandı ve­ya uygun bir ibare kullanmadı.

Ibnu’l-Arabî de dedi ki: O gün müsl umanlar müşriklere selam vermekle emrolunmadıkları gibi, bu onlara yasaklanmış da değildi. Bilakis onlara af­fedip bağışlamaları ve güzel bir şekilde uzaklaşmaları emri verilmişti. Pey­gamber (sav) onların toplantı meclislerinde durur. Onlara hayırlı sabahlar di­ler ve unlara yakın olur, ancak hiçbir şekilde onlara müdahalede bulunmaz­dı. İnsanlar ittifakla şunu kabul etmişlerdir ki; mü’minlerden olup, sefih olan bir kimse eğer sana kötü davranacak otursa, senin o kimseye; “selâmun aley-ke” demen caizdir.

Derim ki; Sünnette vârid olmuş delillere daha yakın görülen görüş budur. Biz Meryem Sûresi’nde (19/47. âyetin tefsirinde) kâfirlere selâm vermenin ce­vazı hususunda ilim adamlarının farklı görüşlerini açıklamış bulunuyoruz, Do­layısıyla burada nesih olduğu iddiasına gerek bulunmamaktadır. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah’tır.

en-Nadr b. Şumeyl dedi ki: Bana et-Halil anlattı, dedi ki: Ebu Rabia el-A’ra-bî’ye gittim, o gördüklerimin en bilgilisi idi, Onu bir dam üstünde buldum. Biz selam verdik, o da selamımızı aldı ve bize istiva ediniz dedi. Biz ne de­mek istediğini anlayamadık ve şaşırıp kaldık. Yanında bulunan bir Bedevi bi­ze: Yukarı çıkmanızı emretti, dedi. el-Halil dedi ki: Onun bu sözleri yüce Al­lah’ın: “Sonra duman halinde buluttan semaya istiva e«i.”(Fussilet, 41/11) buyruğundan hareketle söylenmiş bir sözdür. Biz de onun yanına çıktık. Ma­yalanmamış bir ekmeğe, oldukça güzel bir süte ve susuzluğu gideren bir su­ya ne dersiniz? Biz: Az önce bütün bunlardan ayrıldık deyince, bu sefer: “Se­lam” dedi. Yine ne demek istediğini anlayamadık, bu sefer o bedevi dedi ki; O sizlerden hayrı da bulunmayan, şerri de bulunmayan bir şekilde ayrılıp git­meyi istedi.

el-Halil dedi ki: Bu da yüce Allah’ın: “Cahiller onlara hîtab ettiklerin* de onlar; Selam derler** buyruğundan alınmıştır.

İbn Atiyye dedi ki: Tarihlerden birisinde şunu gördüm: İbrahim b. el-Meh-dî -ki Ali b. Ebi Talih (r.a)’a karşı olan kimselerdendi- bir gün bir topluluğun da huzurunda bulunduğu sırada Me’mun’a şöyle dedi: Ali b. Ebi Talib’i rü­yamda görür ve ona: Sen kimsin? diye sorardım. O da: Ali b. Ebi Talib’im der­di. Onunla birlikte bir köprünün başına gelir, sonra Öne geçer ve o köprü­yü benden önce geçerdi. Ben de şöyle derdim: Sen bir kadın (Fâtıma-r.an-hâ-yı kast ediyor) sebebiyle bu işe layık olmak iddiasında bulunuyorsun. Hal­buki biz ona senden daha bir hak sahibiyiz. Bana verdiği cevabında kendi­si hakkında anlatıldığı kadarıyla herhangi bir belagat söz görmedim, el-Me’mun: Sana ne şekilde cevap verdi, diye sorunca, o: Bana selam, diye ce­vap verirdi. Ravi dedi ki: Sanki İbrahim b. Mehdî bu âyeti bilmiyor yahutta o vakit bu âyeti haurlamamıştı. el-Me’mun huzurunda bulunanlara bu âyeti de hatırlatarak dedi ki: Allah’a yemin ederim ki, ey amca, o Ali b. Ebi Talib’dir ve o sana en beliğ bir şekilde cevap vermiştir. Bunun üzerine İbrahim olduk­ça utandı. Hiç şüphesiz ki bu sahih bir rüya idi. [155]

  1. Onlar kî gecelerini Rabblerİne secde ve kıyam İle geçirirler.

“Onlar ki gecelerini Rabblerİne secde ve kıyam İle geçirirler” buyruğu ile İİgili olarak ez-Zeccac şöyle demektedir: “Adam geceyi ge­çirdi, geçirir,” tabiri ister uyusun, İster uyumasın geceye erişmesini anlatmak için kullanılır. Züheyr dedi kî:

“Atımızın başı ucunda biz ayakta geceyi geçirdik,

O bizi kendisine yaklaştırmak istemezken biz de

ona yaklaşmaya çalışıyorduk.”

Allah’ın gerçek dostlarının vasıfları ile ilgili olarak da şu beyitler söylen­miştir:

“Göz kapaklarına engel ol, uykunun tadını almasınlar, Yanaklarının üzerine sicim gibi akıt gözyaşlarını, Bil ki sen öleceksin ve çekileceksin hesaba. Ey Celil olanın gazabını gerektirecek şeyler yapan kişi! Allah’ın öyle kulları vardır ki; severler onu ihlasla, Razı olmuştur onlardan ve has hizmetine almıştır onları, Öyle bir topluluktur ki onlar, gece üzerlerine karanlığını örtünce, İşte oracıkta gecelerini geçirirler, secde ve kıyamla. İffetlerinden dolayı karınları sırtlarına yapışmıştır, bir deri, bir kemik kalmışlar, Helâlden başka bir şey yemeyi bilmezler.”

İbn Abbas dedi ki: Her kim yatsı namazından sonra iki veya daha fazia rekat namaz kılacak olursa, o geceyi Allah için secde ve kıyamla geçirmiş de­mektir,

el-Kelbî dedi ki: Her kim akşamdan sonra iki, yatsıdan sonra da dört re­kat namaz kılarsa, o kimse geceyi secde ve kıyamla geçirmiş demektir. [156]

  1. Onlar ki: “Rabbimiz, bizden cehennem azabını geri çevir. Çün­kü gerçekten onun azabı kesin bir helak oluştur” derler.
  2. “Gerçekten o, ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir!”

“Onlar ki: Rabbimiz bizden cehennem azabını geri çevir…derler.” Ya­ni onlar Rabblerine itaat etmekle birlikte, Allah’ın azabından korkarlar ve en­dişe ederler. İbn Abbas der ki: Onlar bu duayı secde ve kıyamları halinde ya­parlar.

“Çünkü gerçekten onun azabı kesin bir helak oluştur.” Yani o azab da­imidir ve insanın yakasını bırakmayan bir azabdır. Buradaki”Kesin bir helâle oluj” anlamındaki lafız ayrılmayan, daimi olarak yakayı bırakmayan de­mektir. Alacaklıya: denilmesi de, borçlusundan ayrılmamasından Ötürüdür. Filan kişi bu şeye gönülden bağlıdır, ondan kopamı­yor” demektir. İbnu’l-A’râbî, İbn Arafe ve başkalarının naklettiklerine göre bu lafzın Arapçadakİ anlamı budur. el-A’şa da şöyle demiştir:

“Eğer cezalandırıra^ o kesin bir helak olur ve eğer verirse, Pek çok verir ve hiç aldırış etmez.”

el-Hasen dedi ki: Onlar her ğarîm (alacaklı)’nin borçlusundan ayrılacağı­nı ancak cehennem ğariminin bundan müstesna olduğunu bilmişlerdir.

ez-Zeccac dedi ki: “Garâm” azabın en şiddetliyidir. İbn Zeyd, bu şer ve kö­tülük demektir; Ebu Ubeyde ise helak oluştur diye açıklamıştır. Hepsinin an­lamı da birdir,

Muhammed b. Ka’b dedi ki: Yüce Allah dünyada iken onlardan Naîm cen­netlerinin bedelini istedi. Onlar, bu bedeli vermediler. Onları cehenneme sok­mak suretiyle bu bedeli ödemeyişleri dolayısıyla onları cezalandırmış olacak­tır,

“Gerçekten o ne kötü bir durak ve ne kötü bir yerdir!” Orası kötü bir durak ve kötü bir kalınacak yerdir.

Yani onlar bu sözleri bir bilgiye dayanarak söylerler. Bunu bilgiye daya­narak söylediklerine göre istediklerinin ne kadar büyük olduğunu da çok iyi bilirler. Bu yolla isteklerini elde edip zafere kavuşma ihtimaileri daha bir yük­sek olur. [157]

  1. Ve onlar ki mallarını İnfak ettiklerinde israf da etmezler, cim­rilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar.

“Ye onlar ki mallarını infak ettiklerinde israf da etmezler.” Müfessir-ler bu âyetin te’vili hususunda farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhas dedi ki: Bu buyruğun anlamı ile İlgili olarak yapılmış en güzel açıklamalardan biri­si şudur: Allah’a itaat olmayan hususta kim infak ederse, işte İsraf odur. Yü­ce Allah’a itaat hususunda da kim eli sıkılık yaparsa, işte cimrilik odur. Yü­ce Allah’a itaat yolunda harcayan kimsenin bu harcaması da ikisi arasında or­ta yoldur.

İbn Abbas dedi ki: Hak uğrunda bir kimse yüzbin dahi harcayacak olsa, bu israf olmaz. Hak olmayan bir yerde bir kimse tek bir dirhem dahi harca­yacak olursa bu bir israftır. Her kim üzerindeki bir hakka yapılması gereken harcamaya engel olursa, o takdirde de cimrilik etmiş olur. Mücahid, İbn Zeyd ve başkaları da böyle demişlerdir.

Avn b. Abdullah dedi ki: İsraf başkasının malını harcamandır.

İbn Atiyye dedi ki: Bu ve benzeri açıklamaların âyetle bir ilgisi yoktur. Uy­gun olan açıklama şöyle demektir: Masiyet uğrunda harcama, şeriatın azını da, çoğunu da yasakladığı bir harcamadır. Başkasının malına el uzatmak da böyledir. Burada nitelikleri belirtilenler ise bu şekildeki bir davranıştan uzaktırlar. Bu âyet-i kerimede takınılması öğütlenen edeb İse mubah ve ita­at olan hususlardaki harcamalar hakkındadır. Bu hususta şeriatın öngördü­ğü edeb, insanın başka herhangi bîr hakkı yahut bakmakla yükümlü oldu­ğu çoluk çocuğunu ve benzerlerini zayi etmemek için harcamalarında aşırı­ya kaçmamalıdır. Ayrıca çoluk çocuğunu aç bırakacak kadar harcamalarını kısıp, ileri derecede cimri de olmamalıdır. Bu hususta güzel olan orta yollu yani adaletli ve dengeli harcamaktır. Herkes İçin orta yollu harcama çoluk çocuğuna ve haline göredir. Kazanç uğrundaki gayreti, sabır ve direncine gö­re değişir ya da bu özelliklerin zıddı İle alakalıdır. Bununla birlikte işlerin en hayırlısı orta yollu olandır. Bundan dolayı Rasûluliah (sav) Ebubekr es-Sıd-dîk’ın malının tamamını tasadduk etmesine ses çıkarmamıştır. Zira bu onun dindeki gayreti ve sabrına nisbetle orta yollu bir harcamasıdır. Fakat aynı har­camayı başkasının yapmasını engellemiştir. O bakımdan İbrahim en-Nehainin şu sözü gerçekten güzeldir: Orta yollu hareket eden kişi aç bırakma­yan, çıplak bırakmayan ve insanlara: Bu kişi israfa kaçtı, dedirtecek herhan­gi bir harcamada bulunmayan kişidir.

Yezid b. Ebi Habib de dedi ki: Bunlar güzellik olsun diye elbise giyinme­yen, lezzet almak için de bir yemek yemeyen kimselerdir. Yine Yezid bu âyet-i kerime hakkında şöyle demiştir; Bunlar Muhammed (sav)’ın ashabıdır. Onlar nimetlere dalmak ve lezzet almak maksadıyla bir yemek yemezler, Gü­zellik olsun diye bir elbise giymezlerdi. Bunun yerine onlar açlıklarını gider­mek ve Rabblerine ibadet için güçlerini arttırmak maksadıyla yemek yerler, avretlerini örtecek, kendilerini soğuk ve sıcağa karşı koruyacak elbiseler gi­yerlerdi.

Abdu’l-Melik b. Mervan kızı Fatıma’yı Ömer b. Abdu’l-Aziz’le evlendirdi­ğinde şöyle demişti: Senin harcamaların nedir? Ömer ona: Güzel olan iki kö­tü şeyin arasında olandır deyip, ona bu âyeti kerime’yi okudu,

Ömer b. el-Hattab dedi ki: Bir kimseye israf olarak canının çektiği herşe-yi satın alıp yemesi yeterlidir.

İbn Mace’nin, Süreere’inde yer alan rivayete göre Enes b. Malik şöyle de­miştir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Cağının çektiği herbir şeyi yemek hiç şüphesiz ki israftandır.[158]

Ebu Ubeyde dedi ki: Onlar ma’ruftan fazla bir harcama da yapmazlar, cim­rilik de etmezler. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma…” (el-İsra, Yİ/29) Şair de şöyle de­miştir:

“Hiçbir hususta aşırıya gitme, orta yolu seç,

(Çünkü) işlerin orta yollu olanının iki ucu da yeri İm iştir.”

Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Kişi nefsine arzuladığı herşeyi verecek olur, Ve onu alıkoymazsa eğer; her türlü batılı arzu eder. Günahı ona doğru iter durur ve utanılacak hususlar Kendisim çağırdığı ve dünyada elde edilecek tatlı şeylerdedir”

Ömer (r.a) oğlu Asım’a şöyle demiştir: Yavrucuğum, sen midenin yansı­nı yemekle doldur. İyice eskitmedikçe hiçbir elbiseyi de atma. Sen yüce Al­lah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeyieri midelerine doldurup sırtlarının üzerinde taşıyanlardan olma.

Hatem-i Taî’nin ele şöyle bir beyiti vardır:

“Sen midene ve bir de fercine, istediklerini verecek olursan eğer, Bunlar yerilmeyi gerektirecek herşeyin en ilerisini elde ederler.”

Cimrilik de etmezler” buyruğunu Haraza, el-Kisaî, el-A’meş, Âsim ve Yahya b. Vessab -bu hususta onlardan farklı rivayetler gelmekle bir­likte- ı;ya” harfini üstün ve te.harfini de ötreli okumuşlardır. Bu güzel bir kı­raat olup; cien gelmektedir. Lâzımı fiillerde kıyas da böyledir. Tıpkı; “oturdu, oturur” fiilinde olduğu gibi.

Ebu Amr b. el-Alâ ve İbn Kesir ise “ya’: harfini üstün, “te”yi de esreli oku­muşlardır. Bu da bilinen ve güzel bir söyleyiştir.

Medine’liler, İbn Âmir ve Âsim’dan, Ebubekr ise “ya” harfini ötreli, “te’: har­fini de esreli okumuşlardır.

es-Sa’lebî dedi ki: Bunların hepsi de sahih söyleyişlerdir.

en-Nehhâs dedi ki: Ebu Hatim, Medine’iilerin bu kıraatine hayret eder. Çünkü ona güre Medine’iilerin kıraatinde şaz kıraat olmaz. Çünkü fakir dü­şüldüğü zaman: “Fakir düştü, düşer” denilir. Yüce Allah’ın: “Eli dar olan kendi halince…” (el-Bakara, 2/236) buyruğunda olduğu gibi.[159] Ebu Hatim onların adına şu açıklamayı yapmıştır: İsrafa sa­pan bir kimse çabucak fakirleşir. Ancak bu, uzak bir te’viklir. Ancak onlar adına yapılabilecek te’vil şudur: Ebu Ömer el-Cermî’nin, el-Esmaî’dt;n nak­lettiğine göre bir kimse harcamasını kıstığı takdirde hem; şekli kullanılır, hem de; şekli kullanılır. Buna göre böyle bir kıraat de sahih olur. Her ne kadar “ya” harfinin üstün olması daha doğru ve kullanılma­sı daha uygun, daha meşhur ve daha tanınan bir şekil olsa da bu böyledir. Ebu Amr ve sair insanlar”Orta bir yol” di ve “kaf’ harfini üstün ola­rak okumuşlardır. Adaletli, dengeli demektir. Hassan b. Abdu’r-Rahrnan ise “kaf harfini esreli okumuştur. Bu da; yetecek kadar, ihtiyacı karşılayacak ka­dar ve durumu idare edecek kadar demektir. “Kaf” harfi esreli olarak “el-kı­vam”; hali sürdüren ve kararını devam ettiren demektir. Bunların aynı anlam­da iki ayrı söyleyiş olduğu da söylenmiştir.

“Orta bir yol” anlamındaki bu kelime; ‘nin haberidir. İsmi de onda takdir edilmiştir. “Harcamaları israf ile cimrilik arasında orta yolludur” demek olur. Bu açıklamayı el-Ferrâ yapmıştır. Onun bir başka görüşü de vardır. Buna göre Arasında”yı isim kabul eder ve nasb eder. Çünkü bu gibi lafızların kullanımı çokçadır. Bundan dolayı reP mahallinde de olduğu halde bırakîlmıştır.

en-Nehhas dedi ki: Ben bunun nasıl açıklanacağını bilemiyorum[160] Çün­kü (eğer ref mahallinde olursa, ref olur. “Gözlerinin ara­sı kırmızıdır” denildiği gibi. [161]

  1. Onlar ki; Allah İle birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler. Zina da etmezler. Kim bunları İşlerse o ceza(km) ile karşılaşır.
  2. Kıyamet gününde onun azabı kat kat verilir. O azapta ebediy-yen, hor ve hakir bir halde kalır.

“Onlar ki; Allah ile birlikte başka bir ilâha ibadet etmezler” buyruğu ile yüce Allah, mü’min kullarını kâfirlerin putlara tapma ve kız çocuklarını diri diri gömmek suretiyle hak olmayan canı öldürmek, buna benzer zulüm, suikastler yapmak, baskın ve talanlar düzenlemek, onlarca mubah kabul edi­len zina etmek gibi vasıfların dışında tutmaktadır. Bu âyet-i kerimeyi zahiri anlamından uzaklaştıran Meanîehü (Meani’t-Kur’ân’a dair eser yazanlar)’dan kimileri şöyle demiştir: Rahman’ın tahsis yoluyla kendisine izafe ettiği ve on­ları söz konusu edip marifet ve şereflendirme sıfatları ile nitelendirdiği kim­selerden bu çirkin işlerin husule gelmesi zaten yakışmaz ki; bu hususların nef-yedilmesi ile onların öğülmekri söz konusu olsun. Çünkü onlar bundan da­ha üstün ve daha şereflidirler. (Böyle diyen kişi devamla) dedi ki: Bu mm an­lamı şudur: Onlar nevayı ilâh diye çağırmazlar, masiyetleri işleyerek nefis­lerini zelil etmezler ve böylelikle nefislerinin katilleri olmazlar. “Hak ile ol­ması dışında” buyruğunun anlamı da; yani onlar nefislerini ancak sabır bı­çağıyla ve mücahede kılıcıyla keserler. Onlar kendilerine mahrem olmayan kadınlara -zina olmasın diye- şehvetle bakmazlar. Aksine onlar zaruret yo­luyla onlara bakarlar, o vakit bu da nikâh gibi olur.

Hocamız Ebu’l-Abbas da söyle demiştir: Bu parlak ve güz alıcı bir ifade­dir. Şu kadar var ki; derinliğine tetkik edildiği takdirde akıllıca bir söz olma­dığı ortaya çıkar. Bu batini bir sızıntı ve batıldan gelen bir duygudur. Aiiah’ın kullarının bu güzel sıfatlara bezendikten ve bunların zıttı olan diğer kötü sı­fatlardan da kendilerini kurtardıktan sonra, böyle “özel kul oluş” anlamını ve­recek izafet iie tahsis olundular. Bundan dolayı bu âyetlerin baş tarafların­da onların şereflerine dikkat çekmek için, bezenilmesi istenen güzel sıfatlar zikredilerek başlandı, arkasından bu sıfatları kendilerinden uzaklaştırmala­rı için uzak kalınması gereken sıfatları söz konusu etti. Doğrusunu en iyi bi­len Allah’tır.

Derim ki: Bu iddia sahibinin burada sözü edilen hususların ileri sürdüğü şekilde zahirinden anlaşıldığı gibi olmadığı şeklindeki iddiasının batıl oldu­ğuna delil teşkil eden hususlardan birisi de Müslim’in kaydettiği şu rivayet­tir: Abdullah b. Mes’ud dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü dedim, Allah nezdinde en büyük günah hangisidir? O; “Allah’a seni yaratmış olduğu halde, ortak koş-mandır” diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir? diye sordum. “(Seninle bera­ber) yemek yer korkusu ile evladını öldürmendir” diye buyurdu. Soma han­gisidir? diye sordum. Buyurdu ki: “Komşunun hanımı ile zina etmendir.” Yü­ce Allah bunu tasdik etmek üzere: “Onlar ki Allah ile birlikte başka bir ilâ­ha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler. Kim bunları işlerse ceza(la-rı) İle karşılaşır” buyruğunu indirdi[162]

Arapçada ikab (ceza) demektir. İbn Zeyd ve Katâde’de bu âyette, bu kelimeyi böylece okumuştur. Şairin şu beyi tinde de bu anlamdadır:

“Urve’nin oğlunu cezalandırsın Allah, yaptığı Haksızlıklardan ötürü; haksızlıkların zaten cezası vardır.”

Görüldüğü gibi burada bu kelime ceza ve ukubet anlamındadır.

Abdullah b. Arar, İkrime ve Mücahid dediler ki: “Esâm” cehennemde bir vadidir. Allah onu kâfirleri cezalandırmak için var etmiştir. Şair de şöyle de­miştir:

“Savaşımızda öldürücü tehlikelerle karşı karşıya kaldın Bu tehlikelerden sonra sen ceza ile karşılaşırsın.’

es-Süddî dedi ki: “Esâm” cehennemdeki bir dağ adıdır. Şair der ki:

“Bizim orada kaldığımız sürece beddua ediyorduk onlara, Bir dağı bulunan Zül-Mecaz vadisinde.”

Müslim’deki rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Müşriklerden bazı kim­seler pek çok kimse öldürdüler, çokça zina ettiler, Muhammed (sav)’e gelip şöyle dediler; Senin söylediğin ve kendisine davet ettiğin şey gerçekten gü­zeldir. Aynı zamanda o bizîere yapmış olduğumuz amellerimizin bir keffa-reti olduğunu da haber veriyor.[163] Bunun üzerine: “Onlar ki Allah île bir­likte başka bir ilaha ibadet etmezler. Hak ile olması dışında Allah’ın öl­dürülmesini haranı kıldığı nefsi de öldürmezler, zina da etmezler. Kim bunları islerse, cezadan) İle karşılaşır” buyruğu ile: “Deki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” (ez-Zümer, 39/53) âyeti nazil oldu.[164]

Şu: “Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım!” âyet-i kerimesinin Ham-za Cr.a)’ın katili Vahşi hakkında inmiş olduğu da söylenmiştir. Bunu Said b. Cübeyr ile İbn Abbas söylemişlerdir. İleride buna dair açıklamalar ez-Zümer Sûresi’nde (39/53. âyetin tefsirinde) gelecektir.

“Hak ile olması dışında” buyruğu kendisi sebebiyle canların öldürülme­si hak olan imandan sonra küfür, ihsandan sonra (evli iken) zina dışında, hak olmayan bir sebeble öldürmezler demektir. Daha önce el-En’âm Sûresi’nde (6/151. âyet, 8. başlıkta) açıklandığı üzere.

“Zinada etmezler” yani nikâh ya da sağ ellerinin malik olduğu (cariye­lerdin dışında namus ve iffetleri helal bilmezler.

Bu âyet-i kerime açıkça şunu göstermektedir ki; küfürden sonra haksız ye­re can öldürmekten daha büyük bir günah yoktur. Ondan sonra da zina ge­lir. İşte bundan dolayı muhsan olan kimse hakkında zina haddi olarak (recm edilerek) öldürülmek, yahutta muhsan olmayan kimse için de celde (sopa) cezasının en ileri derecesi (yüz celde) sabit olmuştur.

“Kim bunları işlerse ceza(ları) ile karşılaşır. Kıyamet gününde onun azabı kat kat verilir” buyruğunda yer alan; ” kat kat verilir” ile

“Ebediyyen… kalır” fiillerini Nâfi’, İbn Âmir, Hamza ve el-Kİsaî cezm ile okumuşlardır. İbn Kesir “kat kat verilir” fiilini şeklinde ayn harfi­ni şeddeli ve elif siz okumuştur. Bu fiil ile birlikte; “Ebediyyen kalır” fiilini de cezm ile okumuştur. Talha b. Süleyman ise “nûn” harfini ötreli, “ayn” harfini şeddeli ve esreli olmak üzere; Kat kat veririz” diye oku­muştur. Buna karşılık (azab) kelimesini de; şeklinde nasb ile “Ebediyyen kalır” fiilini de cezm ile okumuştur. Bu aynı zamanda Ebu Cafer ve Şeyhe’nin de kıraatidir.

Ebubekr’in rivayetine göre Âsim; şeklinde her iki fiili de isti’naf ve diğeri atıf olmak üzere ref ile okumuştur. Tâlha b. Süleyman ist; kâfire hitab anlamını verecek şekilde; “Ebediyyen kalırsın” diye okumuştur. Ebu Amr’dan ise; “Ebediyyen bırakılır” anlamında “ya” harfini ötreli, “lam” harfini de üstün olarak okumuştur. Ebu Ali der ki: Bu, rivayet cihetinden bir yanlışlıktır.

“kat kat verilir” fiilinin cezm ile gelmesi şartın cevabı olan “Karşılaşır” fiilinden bede! oluşundan dolayıdır. Sibeveyh dedi ki: Aza-* bin kat kat verilmesi ceza ile karşı karşıya kalmakla aynı şeydir. Şair dedi ki:

“Ne zaman, gelir de yurdumuzda misafirimiz olursan, Çok miktarda odun ve alev alev yanan ateş bulursun.”

Bir başka sair de sövle demekledir;

“Boynumda Allah adına yemin olsun ki; sen mutlaka bey’at edeceksin, Ya zorla alınırsın yahutta sen isteyerek gelirsin.”

Bu fiilin ref ile okunması hususunda da iki görüş vardır; Birinci görüşe göre, kendisinden önceki ifadeler ile ilişkisini koparmaktır. Diğerine göre ise manaya hamlederek merfu okumaktır. Sanki bir kimse: Peki ceza ile karşı­laşmak ne demektir? diye sormuş da, ona: O kimseye azab kat kat verilecek­tir, denilmiş gibi olur.

“Hor ve hakir bir halde” buyruğu da lelil, aşağılanmış, uzaklaştırılmış ve kovulmuş bir halde… demektir. [165]

  1. Ancak tevbe eden, iman eden ve salüı amel işleyenler müstes­na. İşte Allah, bunların günahlarını sevaba değiştirir. Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir.

“Ancak tevbe eden, İman eden ve salih amel İşleyenler müstesna.” Bu

buyrukta sözü geçen istisnanın kâfir ve zinakâr hakkında söz konusu oldu­ğu hususunda ilini adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak daha ön­ceden en-Nisâ Sûresi’nde (4/93. âyet, 7, başlıkta) geçtiği üzere müslüman olup katil olan kimseler hakkında farklı kanaatlere sahiptirler. el-Mâide Sûre­si’nde (5/84. âyet, 16. başlıkta) da yeminden istisna yapmak (inşaallah de­mek) hususunda aradan zaman fasılası geçmesinin cevazı hususunda da açıklamalar geçmiş bulunmaktadır ki; bu da İbn Abbas’ın görüşüdür. İbn Abbas bu görüşüne de bu âyeti delil göstermiştir.

“İşte Allah bunların günahlarını, sevaba değiştirir” buyruğu ile ilgili ola­rak en-Nehhâs şöyle demektedir: Bu hususta yapılmış en güzel açıklamalar­dan birisi şudur: Böyie bir durumda kâfir yerine mü’min, günahkâr yerine ita­atkâr yazılır.

Mücahid ve ed-Dahhak dediler ki: Allah, onlara şirk yerine imanı verir. Bu­na yakın bir açıklama el-Hasen’den rivayet edilmiştir. el-Hasen dedi ki: Ba­zıları bu değiştirmenin âhirette olacağını söylemiş iseler de durum böyle de­ğildir. Değiştirme dünyada olacaktır. Yüce Allah onlara şirk yerine İmanı, şüp­he yerine İhlâsı, hayasızlık yerine namus ve iffetlerini korumayı ihsan eder.

ez-Zeccâc dedi ki; Bu kötülüğün yerine iyiliği yazmak suretiyle değil, bu­nun yerine kötülüğün yerine tevbeyi ve tevbe Üe birlikte de iyiliği yazmak suretiyle olur. Ebu Zerr, Peygamber (sav)’dan: “Kötülükler, iyiliklerle değiş­tirilir. “[166] dediğini rivayet etmektedir. Bu anlamda bir rivayet Selman-ı Fari­sî, Said b. Cübeyr ve başkalarından da gelmiştir.

Ebu Hureyre dedi ki: Bu âhtrette iyilikleri, kötülüklerinden daha fazla olan kimseler hakkındadır. Yüce Allah, onların kötülüklerini iyiliklere dönüştü­recektir. Rivayet edilen haberde de Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir takım kimseler keşke çokça (küçük) günah işlemiş olsalardı diye temenni ede­ceklerdir.” Bunlar kimlerdir? diye sorulunca: “Bunkr Allah’ın kötülüklerini, iyiliklere değiştireceği kimselerdir” diye buyurmuştur,[167] Bunu Ebu Hureyre, Peygamber (sav)’dan rivayet etmiştir. es-Sa’lebî ve el-Kuşeyrî zikretmişlerdir.

Bir diğer açıklamaya göre buradaki değiştirme mağfirete nail olmaktan iba­rettir. Yani, yüce Allah, onların bu günahlarını bağışlayacaktır. Onların gü­nahlarını jyiliklere dönüştürmek şeklinde olmayacaktır.

Derim ki: Kulun tevbesi sahih olduğu takdirde, kötülüğün yerine Al­lah’ın iyilik koyması, O’nun lütfü, keremi açısından uzak bir ihtimal olarak görülemez. Peygamber (sav)’da Muâz (r.a)’a: “Sen kötülüğün arkasından iyi­liği yetiştir ki, onu silsin ve insanlara karşı da güzel bir ahlâk ile davran” di­ye buyurmuştur[168]

Müslim’in, Sahih’inde de Ebu Zerr (r.a)’ın şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki; “Ben cennet ehli arasında cennete en son gire­cek kimseyi de, cehennem ateşinden en son çıkacak kimseyi de biliyorum.

O şöyle bir adamdır: Kıyamet gününde getirilir, küçük günahlarını ona su­nunuz, büyüklerini de üzerinden kaidırınız denilir. Ona küçük günahları su­nulur ve filan fıkn günü şunu şunu işledin, filan filan günü de şunu ve şu­nu işledin denilir. O da evet, der. İnkar edebilecek gücü kendisinde bulamaz. Diğer taraftan büyük günahlarının da kendisine sunulacağından korkarken, kendisine: Her bir günahının yerine bir tane iyilik verilecektir, denilir. Bu se­fer Rabbim ben burada görmediğim daha başka bir takım işler de işledim” diyecek. Andolsun Rasûlullah (sav)’ın küçük azı dişleri görülünceye kadar güldüğünü gördüm.[169]

Ebu Tavîl de şöyle demiş: Ey Allah’ın Rasûiü! Bütün günahları işlemiş ve hiçbir günahı terketmemiş, aynı zamanda bu kişi kesinti (haraç) almadık ne hâcce, ne de dâcce[170] bırakmamış? Böyle birisinin tevbesi kabul olur mu? Pey­gamber (sav) ona: “Sen müslüman oldun mu?” diye sorar. Der ki: Ben Al­lah’tan başka hiçbir ilah olmadığına, bir ve tek olduğuna, ortağının bulun­madığına, senin de Allah’ın kulu ve rasûiü olduğuna şahitlik ederim deyin­ce, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Evet, hayırlı şeyleri yaparsın, kötülük­leri terkedersin. Allah bütün bunlan hayırlı şeyler kılar.” Adam yine sorar: Ahit-leri bozmamı, günahlarımı da mı ey Allah’ın peygamberi? Peygamber: “Evet” diye buyurur. Bu sefer Ebu Tavîl: Allahu ekber diye seslendi ve gözden kay-boluncaya kadar bu sözlerini tekrar edip durdu.[171] Bunu da es-5a’lebî zikret­miştir.

Mübeşşir b. Ubeyd -kt bu kişi nahiv ve Arapçayı iyi bilen birisi idi.- de­di ki: Burada “el-hâcce” hacılardan, hacca gitmek üzere yola koyuldukların­da alınandır. “ed-Dâcce” de geri döndüklerinde onlardan alınandır.

“Allah mağfiret edicidir, rahmet edicidir.” [172]

  1. Kim kî tevbe edip salih amel İşlerse, muhakkak o -rızasına er­miş olarak- Allah’a dönmüş olur.

“Kim ki tevbe edip salih amel işlerse, muhakkak o -rızasına ermiş olarak Allah’a dönmüş olur” buyruğu iie ilgili olarak şöyle denilebilir: Kal­kan kimse muhakkak ki o kalkmış o!ur, demlemeyeceğine göre; tevbe eden muhakkak ki o tevbe etmiş olur, nasıl denilebilir? İbn Abbas dedi ki: Buy­ruğun anlamı şudur; Mekke ahalisinden kim iman eder, hicret eder, kimse­yi öldürmemiş, zina da etmemiş, aksine salih amel işleyip farzları eda etmiş ise; şüphesiz ki o yüce Aliah’a samimi oiarak tevbe etmiş demektir. Yani Ben onları Peygamber (sav)’a karşı savaşan, haramları helal kabul eden kimse­lerin önüne geçirmiş ve onlardan daha faziletli kılmışımdır.

el-Kaffal dedi ki: İlk âyet-i kerimenin tevbe eden müşrikler hakkında ol­ma ihtimali vardır. İşte bundan dolayı (orada): “Ancak tevbe eden, iman eden…ler müstesna” (Meryem, 19/60) diye buyurmuştur. Daha sonra da bu­na müslümanlar arasından tevbe edip tevbesinin akabinde salih amel işleyen kimseleri de buna atfetmiştir. Bu gibi kimseler hakkında da tevbe edenlerin hükmü süz konusudur.

Bir diğer açıklama da şöyledir; Yani kim dili ile tevbe eder, fiili ile bunu gerçekleştirmeyecek olursa, bu tevbe fayda vermez. Aksine kim tevbe edip salih amel işleyerek, salih amellerle tevbesini tahakkuk ettirirse, işte yüce Al­lah’a gerçek anlamıyla tevbe etmiş, O’na’dönmüş kimse budur. Yani bu ki­şi gerçek manada tevbe etmiş demektir ki; nasuh tevbe bu demektir. Bun­dan dolayı mastar ile ayrıca te’kid etmiştir. Buna göre “Dönmüş olur” te’kid anlamını ihtiva eden bir mastardır.

Yüce Allah’ın: “Ve Allah Musa ile de konuştu.” (en-Ni-sa, 4/164) buyruğunda olduğu gibi. Yani böyle bir kimse yüce Allah’a gerçek manada tevbe etmiş olur, Allah da gerçekten onun tevbesini kabul eder. [173]

  1. Ve onlar kî; yalan şahitlik yapmazlar. Lağve rastladıklarında da şereflice yüz çevirip geçerler.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [174]

1- Yalan Şahitlik ve Yalana Tanık Olmak:

Yüce Allah’ın; “Ve onlar ki yalan şahitlik yapmazlar” buyruğu şu demek­tir: Onlar yalan ve batılın bulunduğu yerde hazır olmazlar ve bunu da mü­şahede edip seyretmezler.

“Zûr” (yalan)” Değiştirilmiş ve allanıp, pullanmış batıl olan herbir şeydir. Bunun en büyüğü ise Allah’a ortak koşmak ve Allah’a ortak koşulanları la-zim etmektir. ed-Dahhak, İbn Zeyd ve İbn Abbas böylece tefsir etmişlerdir.

İbn Abbas’dan gelen bir rivayete göre de bu müşriklerin bayramları de­mektir.

İkrime dedi ki: Cahiliye döneminde “zurv diye adlandırılan bir oyundur.

Mücahid: Bu şarkıdır demiştir. Muhammed b. el-Hanefiyede böyle demiş­tir.

îbn Cüreyc: Yalandır demiştir. Bu Mücahid’den de rivayet edilmiştir.

Ali b. Ebi Talha ile Muhammed b. Ali şöyle demişlerdir; Buyruk yalan şa­hitlikte bulunmazlar anlamındadır. Yoksa buradaki “şehadet” müşahede et­mekten, görmekten gelmemektedir.

İbnu’l-Arabî dedi ki; Bunun yalan olduğu görüşü elbetteki doğrudur, çünkü bütün bunlar aslında yalana racidir. Bunun cahiiiye dönemindeki bir oyunun adı olduğunu söyleyenlere gelince, eğer bu oyunda kumar ya da bir cahillik yahutta küfre raci’ herhangi bir husus varsa haramdır. Bunun şarkı olduğu görüşüne gelince, şarkı bu sınıra kadar varmaz.

Derim ki: Kimi şarkıları dinlemek harama kadar ulaşabilir. Bu ise güzel görülen suretlerin nitelendirildiği, şarap ve buna benzer tasvirlerin yapıldı­ğı, insan tabiatını harekete getiren ve itidal sınırlarının dışına çıkartan yahut-ta insanın içinde gizli bulunan lehve düşkünlük ve sevgiyi harekete getiren şiirler bu kabildendir. Birilerinin şu beyitlerinde olduğu gibi:

“Altın sarısı renkli, zannedersin ki,

Ateş onıyı gözlerinin kıvılcımından, alınıp yakılır.

Korkuttular beni onun(la düşüp kalkmaktan ötürü) rezil olurum diye,

Keşke sözünde dursa da varsın rezil olayım.*

Özellikle başka bir kaç yerde de açıkladığımız üzere bu şarkılarla bera­ber şu günlerde olduğu gibi, kavallar ve tefler de eşlik edecek olursa…

Burada yalan şahitlikten söz edildiğini söyleyenlerin görüşlerine gelince, bu da bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir. [175]

2- Yalan Şahitliğin Hükmü:

Ömer b. el-Hattab (r.a) yatan şahitlikte bulunan kimseye kırk celde vu­rur, onun yüzünü karalar, saçını traş eder ve çarşı-pazarlarda dolaştırırdı.

İlim adamlarının çoğunluğu da şöyle demiştir: Bir daha ebediyyen şahit­liği kabul edilmez, Tevbe etse ve halini düzeltecek olsa da işi Allah’a kalmış­tır.

Şöyle de denilmiştir: Eğer bu kişi tanınmış ileri gelen bir şahsiyet değil­se, halini düzeltirse daha önceden el-Hac Sûresi’nde (22/30-31. âyet, 5 ve 6. başlıklarda) geçtiği üzere şahitliği kabul edilir. Bu husus oradan tetkik edi­lebilir.

“Lağve rastladıklarında da şereflice yüz çevirip, geçerler” buyruğunda geçen İağv”e dair açıklamalar daha önceden Ce!-Bakara, 2/22Ş) geçmiş bu­lunmaktadır. Lağv düşük seviyeli her türlü söz ya da fiildir. Bunun kapsa­mına şarkı, boş işlerle oyalanmak (lehv) ve bunun dışında buna yakın her-şey dahildir. Yine bunun kapsamına müşriklerin akılsızca işleri, mü’minleri eziyet etmeleri, kadınlardan söz etmek ve bunun dışındaki diğer münkerler de dahildir.

Mücahid dedi ki: Bunlara eziyet edilecek olursa, affederler demektir. Yi­ne ondan rivayet olunduğuna göre; nikah (cima)’dan söz edecek olurlarsa, bundan kinaye yoluyla sözederler, demektir.

e!-Hasen dedi ki: Lağv, bütün masiyejler demektir. Bu da oldukça kap­samlı bir açıklamadır.

“Şereflice” yani onu reddederek, ondan razı olmayarak, yüz çe­virerek, o hususta yardımcı olmayarak ve bu işi işleyenlerle oturmaksızın (uzaklaşırlar), demektir. Yani onlar asla batıla girmeyen şerefli kimseler gi­bi geçer, giderler. Mesela; denilir ki, bu da: “Kendisini kü­çük düşüren, değerini zedeleyen hususlardan kendisini uzak tuttu, ona yaklaşmadı” demektir.

Abdullah b. Mes’ud’dan rivayete göre o bir şarkı sesi işitmiş, hemen ça­bucak oradan ayrılıp gitmiştir, Rasûluilah (sav)’a bu davranışının haberi ulaşınca: “İbnu Ummi Abd kerim (şerefli bir kimse) olmuştur” diye buyur­du[176]

Lağve rastlayınca oradan şereflice yüz çevirip geçmek demek, iyiliği em­redip münkerden alıkoymak demektir. [177]

  1. Onlar ki Rabblerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde, bunlara karşı sağır ve kör kimseler olarak yıkılmazlar.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [178]

1- Rabbin Hatırlatılan Âyetlerine Karşı Takınılacak Tavır:

“Onlar ki Rabblerinin âyetleri ile kendilerine öğüt verildiğinde” yani kendilerine Kur’ân okunduğunda âhiretlerini, Rabblerinin huzuruna dönecek­lerini hatırlarlar. Duyup işitmeyen kimselerin konumuna düşmemek için gafilük etmezler.

Yüce Allah burada: “Ojâi Yıkılmazlar” diye buyurmuştur. Halbuki ortada herhangi bir yıkılma (lafzı anlamı ile: akma) söz konusu değildir. Bu ise oturuyor oimasa dahi, “oturup ağladı” demek kabilindendir. Bu açıkla­mayı Taberî yapmış ve tercih etmiştir.

tbn Atiyye dedi ki: Bu, onların sağır ve kör olarak yıkılmaları demektir ve bu kâfirlerin bir niteliğidir. Onların yüz çevirmelerini ifade eder. Bir kimse­nin: “Filan kişi oturup bana sövmeye koyuidu, filan kişi kalkıp ağladı” de­meye benzer. Haibuki maksat o kişinin oturduğunu, ayakta durduğunu ha­ber vermek değildir. Bunlar konuşmada ve ifadelerde insanların bir çeşit an­laşarak, uzlaşarak kullandığı tabirlerdir. Yine İbn Atiyye der ki: Sanki bu öğü­dü dinleyen bir kimse işi düzgün bir şekilde yolunda ve dimdik ayakta du­ruyor da yüz çevirip sapıtınca onun bu davranışı yıkılmak, akmak gibi olur. Bu ise düzensiz ve bir sıraya bağlı olmaksızın düşmek demektir. Her ne ka­dar secde ederek yere kapanan kimse hakkında da btı benzetme kullanılmış ise de, bu kelimenin asıl anlamında düzensizlik vardır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Bunlara Allah’ın âyetleri okunduğu takdir­de kalpleri titrer ve bundan dolayı ağlayarak secdeye kapanırlar. Onlar Al­lah’ın âyetlerine karşı sağır ve kör gibi yıkılmazlar.

el-Ferrâ dedi ki: Onlar hiç duymamışlar gibi, ilk hallerinde kalmaya de­vam etmezler, demektir[179]

2- Secde Âyetini Duyan Kimsenin Hangi Hallerde Secde Etmesi Gerekir;

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bir kimse, bir başkasının secde âyetini oku­duğunu duyacak olursa, onunla birlikte secde eder. Çünkü o, Allah’ın âyet­lerinin kendisine karşı okunmakta olduğunu duymuş olur.

İbnu’I-Arabî der ki: Böyle bir şey sadece okuyan için gereklidir. Onun dı­şındakiler için böyle bir gereklilik yoktur. Yalnızca bir mesele bunda müstesnâdır. O da bir kimse Kur’ân okurken secde âyetini okursa, onunla bir­likte oturan kişi de onu dinlemek için otıırmuşsa, onunla beraber secde et­melidir. Şayet onunla birlikte dinlemeyi kastetmemişse onun secde etmek yü­kümlülüğü yoktur. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-A’raf Sûre-si’nde (7/206, âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [180]

  1. Ve onlar ki: “Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimi­zin aydınlığı olan kimseler yer. Bizi takva sahiplerine önder yap” derler.
  2. İşte bunlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar ve onlar orada esenlik dileği ve selâm ile karşılanacaklardır.
  3. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. O, ne güzel karargah ve ikamet yeridir!
  4. De ki: “Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne de­ğeriniz olurdu? Şimdi siz yalanladınız, artık yakında ceza kaçı­nılmaz olacaktır.”

“Ve onlar kî: Rabbimiz, eş ve çocuklarımızdan bize gözlerimizin aydın­lığı olan kimseler ver.- derler” buyruğu ile ilgili olarak ed-Dahhak: Yanı sana itaat edecek kimseler ver, derler, diye açıklamıştır. Bu buyruktan evlat sahibi olmak için dua etmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Buna dair açık­lamalar daha önceden (Âl-i İmran Sûresi, 3/37-38 âyetler, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Zürriyet (mealde: çocuklarımız) lafzı tekil de olabilir, çoğul da olabilir. Bunun tekil için kullanılabileceğinin delili yüce Allah’ın: “Rabbim bana ka­tından çok temiz bir soy (zürriyet) bağışla!” (Al-i İmran, 3/38); “Bundan dolayı bana lutfundan bir veli (oğul) bağışla!” (Meryem, 19/5) buyruklarıdır. Çoğul için kullanılabileceğinin delili de: “Arkalarında kendileri hakkında endişe edecekleri âciz ve güçsüz çocuklar (zürriyet) bırakacak olanlar…” (en-Nisa, 4/9) buyruğudur. el-Bakara Sûresi’nde de (2/124. âyet, 19. başlıkta) bu kelimenin türediği kök ile ilgili yeterli açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

NafT, îbn Kesir, îbn Âmir ve el-Hasen “Zürriyetlerimiz, çocukla­rımız” şeklinde çoğul ile okumuşlardır. Ebu Ömer, Haraza, el-Kisaî, Talha ve İsa ise tekil olarak; diye okumuşlardır.

Gözlerimizin aydınlığı” mef’ul olarak nasb edilmiştir. Bizim için göz aydınlığı… anlamındadır. Bu da Peygamber (sav)’ın Enes’e söyledi­ği şu sözlere benzer “Allah’ım malını, çocuklarını çoğaitve bunları onun için bereketli kıl,”[181] Buna dair açıklamalar daha önceden Âl-i İmran Sûresi’nde (az önce belirtilen yerde) ile Meryem Sûresi’nde (19/5. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır.

İnsanın malına ve çoluk çocuğuna bereket ihsan edildiği takdirde, kişi­nin aile efradı dolayısıyla gözü de aydın olur. Öyle ki, bu kimsenin bir ha­nımı varsa güzellik, iffet, malına dikkatle bakmak, ihtiyat gibi dilediği bütün özellikler onda bulunur. Yahut çocukları varsa bunlar da itaat üzere devam ederler. Din ve dünya vazifeleri hususunda ona yardımcı olurlar. Böyle bir kimse başkasının eşine ya da çoluk çocuğuna dönüp bakmaz bile. Başkası­na (imrenerek) bakmaya gerek duymadan gözü huzur bulur ve gözü gördü­ğü her şeye dikilmemiş olur. İşte bu, göz aydınlandığı ve nefis huzur ve sü­kûn bulduğu zaman gerçekleşir.

“Aydınlık”in tekil gelmesi masdar oluşundan dolayıdır. Mesela; “Gözün aydın oldu, olmak” denilir. “Göz aydınlı­ğının” “karar”dan gelme ihtimali olduğu gibi, “el-kurr: soğuk” kökünden gel­me ihtimali de vardır. Daha meşhur olan da budur. Çünkü Araplar sıcaktan rahatsız olur, soğukla, (serinlikte) dinlenir. Aynı şekilde sevinç gözyaşı da se­rin akar. Kederden gelen gözyaşları ise sıcaktır.

Bundan dolayı: “Allah senin gözünü aydın­latsın (serinletsin), düşmanın gözünü de ısıtsın, denilir. Şair şöyle demiştir:

“Dün nice aydın (serin) gözler ısındı,

Ve bugün gözyaşları akan nice gözler aydınlandı (serinledi).”

“Bizi takva sahiplerine önder yap!” Hayırda kendilerine uyulacak önder­ler kıl. Bu ise dua eden kimsenin ancak takva sahibi ve kendisine uyulacak bir kimse olmasını gerektirir. İşte dua eden kimsenin maksadı da budur. Mu-vatta’da şöyle denilmektedir: “Sizler, ey bu kimseler, size uyulacak önderlersiniz.[182]

îbn Ömer duası esnasında şöyle derdi: Allah’ım, sen bizi takva sahibi ön­derlerden kıl!

Burada “Önder” denilerek çoğul olarak; Önderler, denilme-yiş sebebi (önder anlamındaki) “imam” lafzının masdar oluşundan dolayıdır. O bakımdan: “Filan kişi kavme önder oldu” denilir. Bu da “siyam ve kıyam” kelimelerinin masdar oluşu gibidir. Bazıları da: Bununla ço­ğul olarak; “Önderler” demeyi kastetmiştir, derler. Bir kimsenin: Bi­zim emirimiz bunlardır, derken, emirlerimiz demek İstemesi gibi. Şair de şöy­le demiştir:

“Ey beni kınayan haaunlar, beni fazla kınamayın, Çünkü kmayıcı hanımlar bana emir değildir.”

Burada “emir” çoğul olarak “ümera’ (emirler)” anlamındadır.

Sufî’lerin şeyhi el-Kuşeyrî Ebu’l-Kasım şöyle derdi: İmamet (önderlik) dua ile olur, iddia ile olmaz. Yani bu Allah’ın tevfiki, kolaylaştırması ve lutfu ile gerçekleşir, yoksa herkesin kendi adına yaptığı iddialarla olmaz.

İbrahim en-Nehaî dedi ki: Onlar bu dualarıyla başkanlığı taleb etmiyor­lar. Aksine dinde kendilerine uyulacak kimseler otmayı diliyorlar.

İbn Abbas dedi ki: Bizi hidayet önderleri kıl, demektir. Yüce Allah’ın: “Bi­zim emrimizle hidayete ileten önderler Mdıfe.” (es-Secde, 32/24) buyruğun­da oldğu gibi.

Mekhûl dedi ki: Sen bizleri takva sahibi kimselerin uyacakları takva ön­derleri kıl!

Bunun kalbedilmiş ifadelerden olduğu da söylenmiştir. Bunun da meca­zi anlamı şudur: Sen müttakileri bize önder (ve yönetici) kıl, demektir. Bu açıklamayı da Mücahid yapmıştır.

Ancak birinci görüş daha kuvvetlidir. İbn Abbas ve Mekhûl’ün kanaati de bu anlamdadır. Bu buyrukta dinde önderliği taleb etmenin mendub oluşu na da delil vardır. Buradaki “imam: önder” tekil olmakla birlikte, çoğula de­lalet eder. Çünkü “kıyam” gibi bir mastardır. el-Ahfeş dedi ki: “İmam”‘;’in çoğuludur. Bu da “Önderlik etti, eder” fiilinden gelmekledir. Çoğul olarak; vezninde yapılmıştır. “Arkadaş, arkadaş­lar” ile “Ayakta duran, ayakta duranlar” gibi,

“İŞte bunlar sabretmelerinden ötürü… mükâfatlandırılacaklar” buyru­ğunda geçen “(vitljl): İşte bunlar” buyruğu “Rahman’ın kulları”nın haberidir. Bu ise daha önce geçtiği gibi ez-Zeccâc’ın görüşüdür ve bu hususta yapılmış açıklamaların en güzeli budur. Mübtedâ ile haberi ara­sındaki ifadeler ise, onların terketmeleri ve sahip olmaları gereken vasıfları ile alâkalıdır. Söz konusu bu vasıflar da onbir tanedir: Tevazu, hilm (cahil­lere karşı cahilce davranmamak), teheccüd, havf, israfı ve cimriliği terketrnek, şirkten uzak durmak, zina etmemek, öldürmemek, tevbe etmek, yalandan uzak durmak, kötülük yapanı affetmek, verilen öğütleri kabul etmek, yüce Allah’a yalvarıp yakarmak.

“Yüksek köşk” yüksek derece ve mevki demektir. Bu da cenne­tin en üstün ve en değerli konağıdır. Nitekim “ğurfe (yüksekçe oda)”nin dün­ya meskenlerinin en yükseği olduğu gibi.”Bu açıklamayı İbn Şecere yapmış­tır. ed-Dahhak bundan kasıt cennettir, diye açıklamıştır.

“Sabretmelerinden ötürü” Rabblerinin emri ve peygamberinin (salat ve se­lamın en üstünü ona olsun) itaati üzere sabretmeleri sebebiyle verilecektir.

Muhammed b. Ali b, el-Huseyn dedi ki: Yani dünyada iken fakr u zaru­rete “sabretmelerinden ötürü” (bu mükâfatlara nail olacaklardır).

ed-Dabhâk da şehvet ve arzularına karşı direnerek “sabretmelerinden ötü­rü” diye açıklamıştır,

“Ve anlar orada esenlik dileği ve selam ile karşılanacaklardır” buyru-ğundaki “Karşılanacaklardır” lafzını Ebubekir, ei-Mufaddal, el-A’meş, Yahya, Hamza, el-Kisaî ve Halef şeddesiz olarak: “Karşılaşır­lar” diye okumuştur. el-Ferrâ da bu okuyuşu tercih etmiştir. Çünkü Araplar -şeddeli olarak- “Filan kişi selam, esenlik dile­ği ve hayır ile karşılanır” dediklerinde “te” harfi ile kullanırlar. Onlar bu an­lamda (te’siz olarak sadece) “ya” harfi ile: Esenlikle karşılanır, şeklini nadi­ren kullanırlar.

Diğerleri ise bunu; şeklinde “ya” harfi ötreli, “kaf” harfi de şedde–li olarak okumuşlardır, Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bu okuyuşu tercih et­mişlerdir, Buna sebeb de yüce Allah’ın: “Ve onlara bir gü­zellik ve bir sevinç verir” (el-İnsan, 76/11) diye buyurmuş olması (ve burada aynı anlamı veren fiilin te’siz kullanılmış olması)dir.

Ebu Ca’fer en-Nehhâs dedi ki: el-Ferrâ1 nın benimseyip tercih ettiği yanlış­tır. Çünkü onun kanaatine göre eğer bu lafız; şeklinde kullanılırsa, Arapçada bu tahiyye (esenlik dileği) ve selam olur. “Fi­lan kişi selam ve hayır ile karşılanır” denildiği gibidir. Bu konuda hayret edi­lecek husus şudur: el-Ferrâ; derken, âyet-i kerime; şeklindedir. Her iki kip arasındaki fark ise açıkça bellidir. Zira “Filan ki­şi hayır ile karşılanır” denilirken “be” harfinin hazfedilmesi caiz değildir. Pe­ki bu durumdaki bu İfade öbürüne nasıl benzeyebilir? Bundan daha da hay­ret edilecek husus ise şudur: Kurân-ı Kerîm’de: “Onlara bir güzellik, bir sevinç verir.” (el-İnsan, 76/11) diye buyurulmuş olup, bunun başka türlü okunmasının da caiz olmayışıdır. Bu da evlâ olanın, onun söyle­diğinin aksi olduğunu açıklamaktadır.

Tahiyye (esenlik dileği); Allah’tan, selam ise melekler tarafından verile­cektir. Buradaki tahiyye’den kasdın, ebedi kalış ve pek büyük mülk anlamın­da olduğu da söylenmiştir. Daha kuvvetli görülen görüş ise her ikisinin ay­nı anlamda olduğu ve her ikisinin de Allah tarafından söyleneceğidir. Buna delil de yüce Allah’ın: “Ona kavuşacakları gün onlara sağlık dileği selâm­dır. ” (el-Ahzab, 33/44) buyruğudur, ki ilende gelecektir.

“Onlar orada ebedi kalıcıdırlar” buyruğundaki “Ebedi” lafzı hal olarak nasbedilmiştir. “O ne güzel karargah ve İkamet yeridir!”

Yüce Allah’ın; “De ki: Eğer duanız olmasaydı, Rabbimin yanında sizin ne değeriniz olurdu!” buyruğuna gelince, bu âyet-i kerime inkarcıların de­lil diye ele aldıkları, açıklanması nisbeten zor (müşkil) bir âyet-i kerimedir.

“Filana hiç aldırmadım” yani onun benim nezdimde herhan­gi bir değeri, bir ağırlığı yoktur, anlamındadır. aslı “ağırlık” demek olan ‘den gelmektedir. Şair şöyle demiştir:

“Sanki göğsünde ve iki böğründe çeşitli kokular vardır da, Onları bir damat birbirine karıştırıyor.”

Yani bir kısmını öbürüne katıyor. Buna göre; “Ağır yük” demek olup, çoğulu da; diye gelir. Tekili aynı zamanda mastardır.

Bu buyruktaki; “Ne” istifham (soru edatı)’dır. Bu ez-Zeccâc’m ifa­delerinden anlaşılandır, el-Ferrâ da bunu açıkça ifade etmiştir. Ancak bunun nefyedici olması da uzak bir ihtimal değildir. Zira bunun bir soru olduğu hük­müne varacak olsak dahi, aynı zamanda istifham şeklinde ortaya çıkmış bir nefiydir. Yüce Allah’ın: “İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?” (er-Rahman, 55/60) buyruğunda oiduğu gibi.

İbnu’ş-Şecerî der ki: Kanaatimce işin gerçek mahiyeti şudur: “Ne” nasb mahallindedir, ifadenin takdiri de şöyledir: “Size ne ağır­lık versin ki?” Yani sizin duanız olmasaydı, Rabbim size niye aldırsın? Ya da O’nun size kendisine ibadet etmeniz için yaptığı davet olmasaydı (size ne di­ye önem versin}? demektir. Buna göre “dua” mastarı mefulüne izafe edilmiş­tir, el-Ferrâ’nın tercih ettiği görüş de budur, faili ise hazfedîlmişdr.Olmasaydı” lafzının cevabi ise Allah’ın: “Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü… bir Kur’ân olsaydı…” (er-Ra’d, 13/31) buy­ruğunda olduğu gibi hazf edilmiştir. Burada da ifade: Size aldırmazdı takdi­rindedir. Bu görüşün delili de yüce Allah’ın: “Ben cinleri de, insanları da an­cak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56)

Burada hitab bütün insanlaradır. Sanki insanlar arasından Kureyş’e şöy­le demiş gibidir: Eğer -faraza olsa îdi- sizin ü’na ibadetiniz olmasaydı, Allah size hiçbir değer vermez, kıymet biçmezdi. İşte insanlara değer verilmesine sebep budur. Bunu ayrıca İbn ez-Zübeyr ve başkalarının: “Fakat kâfirler yalanladılar” şeklindeki kıraati de desteklemektedir. Buna göre; kendisi sebebiyle aldırış hususunda hitab, bütün insanlaradır. Daha son­ra da Kureyş’e şöyle demektedir: Sizler ise yalanladınız, O’na ibadet etme­diniz, o halde bu yalanlamak azabın sebebidir ve azab kaçınılmaz olarak si­zi bulacaktır.

en-Nekkâş ve başkaları da şöyle demektedir: Aniam şudur: Şayet zorlu za­manlarda ye benzeri hallerde sizin O’na yalvarıp yakarmanız olmasaydı… Bu­nun açıklaması da: “Gemiye bindiklerinde dini yalnız Allah’a halis kılan­lar olarak O’na yalvarırlar.” (el- Ankebut, 29/65) buyruğunda ve buna ben­zer buyruklarda dile getirilmektedir.

Bu buyruk şöyle de açıklanmıştır: Eğer O’nunla birlikte başka İlâhlara ve O’na ortak koştuğunuz varlıklara “duanız olmasaydı” O’nun nezdinde pek de büyük bir şey olmayan günahlarınızı bağışlamanın “ne değeri olurdu!” Bunu da yüce Allah’ın; “Eğer şükredip iman ederseniz Allah size azabı neylesin!” (en-Nisâ, 4/147) buyruğu açıklamaktadır. Bu açıklamayı ed-Dah-hâk yapmıştır,

el-Velid b. Ebi’1-Veüd dedi ki: Bu hususta bana şöyle bir açıklama ulaşmıştır: Ben sizlere muhtaç olduğum için sizi yaratmadım, sizi yaratmamın tek sebebi sizin Benden dilekte bulunmanız, Ben de günahlarınızı bağışlayarak size isteklerinizi vermemdir,

Vehb b. Münebbih’in rivayet ettiğine güre Tevrat’ta -bir zamanlar- şu ifa­deler de varmış: “Ey Ademoğlu! İzzetime yemin ederim ki, Ben senin vası­tanla bir kâr sağlayayım diye seni yaratmadım. Benim seni yaratmamın tek sebebi, senin Benden kâr sağlamandır. O halde herşeyin karşılığında sen Be­ni ilâh edin. Ben senin için herşeyden daha hayırlıyım.”

îhn Cinnî dedi ki: İbn ez-Zübeyr İle İbn Abbas bu buyruğu; “Ancak kâfirler yalanladılar” diye okumuşlardır. ez-Zehra-vî ile en-Nehhâs dedi ki: Bu İbn Mes’ud’un da kıraatidir, ancak bu bir kıra­at değil, bir açıklamadır. Buna sebeb ise “Yalanladınız” buyruğun-daki muhatab zamirini teşkil eden “te” ve “mim” harfleridir,

el-Kutebî ile el-Farisî’nin kanaatine göre burada dua, faile izafe edilmiş olup mePul hazfedilmiştir. İfade aslında: Sizin Allah’tan başka bir takım ilâhlara dua etmeniz olmasaydı, demektir. “Olmasaydı” edatının ce­vabı ise mahzuf olup, buna göre ifadenin takdiri: Sizi azaplandırmazdı, şek­linde olur. Onun; “Sizin Allah’tan başka bir takım ilahlara dua etmeniz olma­saydı” şeklindeki ifadesinin bir benzeri de yüce Allah’ın şu buyruğunda di­le getirilmektedir: “Allah’ı bırakıp da taptıklarınız şüphesiz sizin gibi kul­lardır,” (el-A’tîf, 7/194)

“Şimdi siz yalanladınız” yani kendisine davet olunduğunuz şeyleri ya­lanladınız. Bu, birinci açıklamaya göredir. İkinci açıklamaya göre ise; siz Al­lah’ı, tevhidi yalanladınız.

“Artık yakında ceza kaçınılmaz olacaktır.” Yani sizin yalanlamanız, si­zin yakam-zı bırakmayacaktır. Bunun da anlamı şudur: Yalanlamanın cezası sizi gelip bulacaktır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Onlar işle­diklerimde hazır bulacaklardır.” (el-Kehf, 18/49); yani yaptıkları amellerin karşılığını hazır bulacaklardır. Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: “Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı azabı tadın.” (ei-En’am, 6/30) Dünya­da iken küfre sapmanızın cezasını tadın, demektir.

Daha önce fiili geçmiş olduğundan dolayı “tekzib: yalanlama” nın takdir edilmesi güzeldir. Çünkü fiil zikredildi mi lafzı ile mastanna da delâlet etmek­tedir. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi; “Eğer kitab ehli iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu.” CAİ-İ İmran, 3/1 lö) Yani iman kendileri için daha hayırlı olurdu. Yüce Allah’ın: “Eğer şükür ederse­niz, faydanız için ondan razı olur.” (ez-Zümer, 39/7) Şükür etmenize razı olur, demektir ki bunun benzeri pek çoktur.

Müfessjrlerin büyük çoğunluğu burada sözü edilen İizam: kaçınılmaz” ile kasıt, Bedir günü onların başına geien musibettir. Abdullah b. Mes’ud, Ubeyy b. Ka’b, Ebu Malik, Mücahid, Mukatil ve başkalarının görüşü de bu­dur. Müslim’in, SaftiA’inde AbdulJah’dan şöyle dediği nakledilmektedir: “(Âyetlerde sözü geçen): el-Bat$e (zorlu yakaiayış) duman ve lizâm geçmiş bulunmaktadır, “[183] İlende yüce Allah’ın izni ile ed-Duhan Sûresi’nde (44/16. âyetin tefsirinde) açıklanacaktır.

Bir kesim de; bu âhiret azabı ile bir tehdiddir diye açıklamıştır. Yine îbn Mes’ud’dan açıklandığına göre; lizâm, yalanlamanın kendisidir. Yani yalan­lamaktan tevbe etmeleri nasîb olmaz. Bunu ez-Zehravî zikretmektedir. Bu­nun kapsamına Bedir günü ve onların yakasını kaçınılmaz olarak bırakma­yan başka azaplar da girer.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Lizâm” ayırd edici hüküm demektir. Yani sizler ile mü’mini er arasında ayırd edici hüküm verilecektir. Kurrarun cumhuru bu ke­limeyi “lam” harfi esrdi okurlar. Ebu Ubeyde, Sahr’ın şu beyitini zikretmekte­dir:

“Eğer bir yerin dibine geçmekten kurtulsalar dahi,

Yine de kaçınılmaz olarak ölümleriyle karşılaşmaklardır.”

“Lizam” ile “mülâzemet” aynı şeydir. et-Taberî der ki: “Lizâm” yakayı bı­rakmayan, daimi sürekli azab, birinizi ötekinizin ardı arkasından yetiştirecek, yok edip bitirici bir helak oluş demektir. Şair Ebu Zueyb’in şu beyitinde ol­duğu gibi:

“Ansızın biri diğerinin arkasından gelen hücum edenlerle karşılaştı, Taşları sökülüp yıkılan havuzun (sularının) taşması gibi.”

Burada “lizâm” ardı arkasına gelen demektir.

en-Nehhas dedi ki: Ebu Hatirn’in naklettiğine göre Ebu Zeyd şöyle demiş­tir: Ben, Ka’neb Ebu’s-Semmal’i: diye İâm” harfini üstün olarak okuttuğunu dinledim. Ebu Ca’fer dedi ki: O takdirde lâfız, ‘in mastarıdır, es-reli gelmesi daha uygundur. “Kıtal ve mukatele” gibi olur. Nitekim yüce Al­lah’ın şu buyruğunda da bu kelimeyi icma İle esreli okumuşlardır: “Eğer Rabbinden bir söz verilmemiş ve belli bir vade olmasaydı (azab) lazım olurdu.” (Ta-Hâ, 20/129)

Başkaları da şöyle demektedir: Esreli olarak “lizâm” Ondan ayrılmadı, ayrılmamak”m masdarıdır. “Hasımlaştı, hasımlaşmak” gi­bi. “Lam” harfi üstün olarak “lezâm” ise; “Gerekli oldu” fiilinin masda-rıdır. “Kurtuldu, esenliğe kavuştu” gibi. Buna göre üstün ile “le­zâm” lazım olmak, gerekli olmak demektir. “Lizâm” ise yakasını bırak­mamak, ondan ayrılmamak demektir. Her iki kıraatte de masdar ism-i fail konumundadır. “Lizâm” mülazım (yakayı bırakmayan, aynlmayan) konumun­da, kzâm ise lazım olan konumundadır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “De ki: Bana haber verin. Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse… (el-Müik, 67/30) buyruğundaki; şeklindeki “geçirilivermek” masdan ism-i fail olarak: geçerse anlamındadır.

en-Nehhâs dedi ki: Bu âyette geçen “Olacak”ın ismi ile İlgili el-Fer-râ’nın şöyle bir görüşü vardır: Bunun ismi meçhul olabilir. Ancak bu yanlış­tır. Çünkü ismi, meçhul olursa haberi ancat cümle olur. Yüce Allah’ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: “Çünkü kim korkar ve sabrederse…” (Yusuf, 12/90) buyruğund’a olduğu gibi. Nahivcilerin de zikrettikleri şekilde; “Zeyd gidiyordu” ifadesinde de meçhul bir isim olur. Bu durumda mübteda ve haberi bu meçhul ismin haberi olur. İfadenin tak­diri de; “Söz konusu edilen…” (Zeyd’in gidiyor) olduğu şeklin­de idi, olur. Ancak; “gidiyordu” denilecek olur ve yine; de meçhul bir isim olduğu söylenecek olursa, bu bildiğimiz kadanyla hiçbir kim­seye göre caiz değildir.

Başarı Allah’tandır, yardım O’ndandır. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.

Kuran

Furkan Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.