20 – Taha Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Mekke’de nazil olmuştur.

Taha Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
1 — Tâ-Hâ.
2 — Biz Kur’ah’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.
3 — Ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt;
4 — Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir kitâb olarak indirdik.
5 — Rahman, Arş’a hükmetmiştir.
6 — Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar O’nundur.
7 — istersen sen sözü açığa vur, şüphesiz ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.
8 — Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.
Rahmanın Kur’an’ı
Tekrarına gerek kalmayacak şekilde Hurûf-ı Mukattaa hakkında bilgi Bakara sûresinin başında geçmişti. İbn Ebu Hâtim’in Hüseyn İbn Muhammed el-Vâsıtî kanalıyla…’ İbn Abbâs’tan rivayetine göre; o, Tâ-Hâ’mn «Ey adam» anlamında olduğunu söylemiştir.
Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Muhammed îbn Kâ’b, Ebu Mâlik, Atıyye el-Avfî, Hasan, Katâde, Dahhâk, Süddî ve İbn Ebzâ’dan rivayete göre onlar; Tâ-Hâ’nın «ey adam» anlamında olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbâs, Saîd İbn Cübeyr ve Sevrî’den gelen bir rivayette ise; bu kelime, Nabat dilinden bir kelime olup anlamı «ey adam» dır. Ebu Salih, kelimenin Arapçalaşmış (başka bir dilden Arapçaya girmiş) olduğunu söyler. Kâdî îyâz, eş-Şifâ adlı kitabında Abd İbn Humeyd’in tefsirinden Hâşim İbn Kasım kanalıyla… Rebî’ İbn Enes’ten müsned olarak rivayet eder ki; o, şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.) namaz kıldığı zaman bir ayağı üzerine dikilir, diğerini kaldırırdı. Allah Teâlâ bunun üzerine: «Tâ-Hâ», yani Ey Muhammed, ayağını yere bas. «Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyetlerini indirdi. Hiç şüphe yok ki bunda Hz. Peygambere bir ikram ve güzel bir muamele vardır. «Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyeti hakkında Dahhâk’dan rivayetle Cüveybir şöyle diyor: Allah Teâlâ Rasû-lüne Kur’an’ı indirdiğinde, o ve ashabı ayağa kalkardı. Kureyş’ten olan müşrikleri: Bu Kur’an Muhammed’e ancak zahmet versin diye indiriliyor, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Tâ-Hâ. Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt (olarak indirdik))) âyetlerini indirdi. Durum elbette bâtıla uyanların sandığı gibi değildir. Aksine Allah, kime ilim vermişse onun için çok hayırlar murâd etmiştir. Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde Muâ-viye’den rivayetle zikredilen bir hadîste Allah Rasûlü (s.a.) :
Allah Teâlâ kimin hayrını murâd buyurmuşsa onu dinde fakîh kılar, buyurmuştur. Bu konuda Hafız Ebu’l-Kâsım et-Taberânî’nin rivayet etmiş olduğu şu hadîs ne kadar güzeldir. O der ki: Bize Ahmed îbn Züheyr’in… Sa’lebe îbn Hakem’den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Kıyamet günü Allah Teâlâ kullar arasında hükmetmek için kürsîsi üzerinde oturduğunda âlimlere şöyle buyuracaktır:
Muhakkak Ben ilmimi ve hikmetimi ancak sizden vuku bulan günâhlarınızı bağışlamayı murâd ettiğim için size vermişimdir, buna aldırmam. Hadîsin isnadı ceyyid olup Sa’lebe îbn Hakem, Leys kabîle-sine mensûbtur. Ebu Ömer «İstiâb» ında verdiği bu bilgiden sonra der ki: Sa’lebe İbn Hakem Basra’da i’kâmet etmiş, sonra Kûfe’ye gitmiştir. Öemmâk İbn Harb ondan hadîs rivayet etmiştir. Mücâhid, «Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyetinin «Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun.» (Müzemmil, 20) âyeti gibi olduğunu ve onların (ashabın) namazda göğüslerine ipler asmakta olduklarını söyler. [1] «Biz Kur’an’ı sana güçlük çekesin diye indirmedik.» âyeti hakkında Katâde der ki: Hayır, Allah’a yemîn olsun ki O, Kur’an’ı bir güçlük olarak değil onu bir rahmet, bir nûr ve cennete bir delil kılmıştır.
«Ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olarak indirdik.» Allah Teâlâ kitabını inzal buyurmuş, elçilerini kullarına rahmet etmek için ve bir rahmet olarak göndermiştir. Böylece zikreden, öğüt alan kişi Allah’ın kitabından işittiğinden istifâde edecektir. O, Allah Teâlâ’nın içinde helâl ve haramlarını indirmiş olduğu bir ZikirMir.
«Yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir kitâb olarak İndirdik.» Ey Muhammed, sana gelen bu Kur’an her şeyin Rabbı, sahibi, dilediğine güç yetiren, yeryüzünü katılığı ve çukurluğuyla, gökleri yüksekliği ve letafeti ile yaratanın indirdiği bir kitâbdır. Tirmizî ve başkalarının sahîh gördükleri bir hadîste şöyle buyurulur: Her bir göğün kalınlığı beş yüz senelik yoldur. Burada İbn Ebu Hatim, Allah Rasûlü (s.a.) nün amcası Abbâs’ın rivâyetiyle el-Ev’âl (geyikler, dağ keçileri) hadîsini zikreder.
Allah Teâlâ: «O Rahman, Arç’a hükmetmiştir.» buyurur ki A’râf sûresinde bu konuda burada tekrarına gerek bırakmayacak şekilde açıklama geçmişti. Bu konuda en salim yol, Selefin yolu olup o da:
Bu konuda keyfiyetini araştırmaksızın, tahrif etmeksizin, teşbihe, ib-tâle ve temsile kaçmaksızm Kitâb ve Sünnet’te geçtiği şeklinde kabul etmektir.
«Göklerde, yerde, ikisinin arasında ve toprağın altında bulunanlar O’nundur.» Bunların bütünü O’nun mülküdür. O’nun kudret elinde, O’nun idaresi, dilemesi, irâde ve hükmü altındadır. O bunların yaratıcısı, mâliki ve ilâhıdır. O’nun dışında ilâh ve O’ndan başka Rab yoktur^ Muhammed İbn Kâ’b «Toprağın altında bulunanlar»ı; yedinci kat yerin altında olanlar, ile tefsir eder. Evzâî der ki: Yahya İbn Ebu Kesîr’in rivayet ettiğine göre, Kâ’b’a sorulup : Şu yeryüzünün altındaki nedir? denilmişti. ((Sudur,» diye cevab verdi. Suyun altındaki nedir? denildi, «Yeryüzü» dedi. Yeryüzünün altında ne var? denildi, o «su» vardır, dedi. Ya bu suyun altında ne vardır? «Yeryüzü», diye ce-vabladı. Bu yeryüzünün altındaki nedir? denildi, «su» diye cevabladı. Bu suyun altındaki nedir? denildi, o yine «yeryüzü» diye cevabladı. Bu yeryüzünün altında ne var? denildi, buna da «su» diye cevab verdi. Bu suyun altındaki nedir? denildi, o yine «yeryüzü» diye cevabladı. Bu yeryüzünün altındaki nedir? denildi de, «kaya» diye cevap verdi. Bu kayanın altındaki nedir? denildi, «melek» tir dedi. Meleğin altında ne var? denildi: «İki tarafı Arş’a bağlanmış (asılmış) bir balık.» diye cevab verdi. Bu balığın altında ne var? denildi de şöyle cevabladı: «Hava ve karanlık. İşte burada ilim kesilmiş, sona ermiştir.» İbn Ebu Hâ-tim’in îbn Vehb’in kardeşi oğlu Ebu Ubeydullah kanalıyla… Abdullah îbn Amr’dan rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Yeryüzü katlarından herbirinin arası beş yüz yıllık yoldur. Onlardan en üst olanı iki ucu göğe tutunmuş bir balığın sırtındadır. Balık bir kayanın üzerinde, kaya meleğin elindedir. İkinci kat yeryüzü, rüzgârın hapsedildiği yerdir. Üçüncü katta cehennem taşları vardır. Dördüncüde cehennemin tutuşturucusu, beşincisinde cehennemin yılanları, altıncısında cehennemin akrepleri, yedincisinde sekar vardır. îb-lîs orada bağlanmış bir durumdadır. Önünde bir el, arkasında bir el (mania) bulunmaktadır. Allah Teâlâ dilediği bir şey için onu serbest bırakır. Bu, gerçekten garîb bir hadîs olup merfû’ olması şüphelidir.
Hafız Ebu Ya’lâ Müsned’inde Ebu Mûsâ el-Herevî kanalıyla… Câ-bir İbn Abdullah’tan rivayet ediyor ki o, şöyle demiştir: Tebük gazvesinde Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikteydim. Çok şiddetli sıcak bir havada geri dönüyorduk. Birer ikişer kişi olarak dağınık bir haldeydik. Ben askerin başında (önlerinde) idim. Birden birisi karşımıza çıktı, selâm verdi, sonra : Muhammed hanginizdir? dedi. Arkadaşlarım yürüdü, ben onunla beraber durdum. Bir de baktım ki Allah Rasûlü (s.a.) askerler arasında kırmızı bir deve üzerinde elbisesini, güneşten korumak üzere başına örtmüş olarak geliyor. Ben : Ey soran kişi, işte Allah Rasûlü sana doğru geliyor, dedim. O hangileridir? dedi. Ben : Şu genç kızıl devenin sahibi, dedim. Ona yaklaştı, binitinin yularını tuttu, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) durdular. Sen Muhammed misin? dedi, Allah Rasûlü : Evet, buyurdu. Adam : Ben sana bazı şeyler sormak istiyorum ki bunları yeryüzünde bir veya iki kişi bilir, dedi. Allah Rasûlü’nün: Dilediğini sor, demesi üzerine adam : Ey Muhammed, peygamber uyur mu? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Gözleri uyur, kalbi uyumaz, buyurdu. Adam : Doğru söyledin, deyip : Ey Muhammed, çocuk babasına ve annesine nereden (nasıl) benzer? diye sordu, Allah Rasûlü: Erkeğin menisi yoğun, koyu ve beyazdır. Kadmın menîsi ise san ve incedir. Bu iki meniden hangisi diğerine üstün gelirse ona benzer, buyurdu. Adam : Doğru söyledin, deyip : Çocuğun’ neresi erkeğin, neresi kadınındır? diye sordu. Hz. Peygamber: Kemiği, damarları ve sinirleri erkeğin; eti, kanı ve saçı kadınındır, buyurdu. Adam yine doğru söyledin deyip, sonra yüzünü kasdederek: Ey Muhammed, şunun altındaki nedir? diye sordu. Allah Rasûlü (s.a.) : Yaratık, diye cevabladı. Adam: Onların altındaki nedir? diye sordu, Hz. Peygamber yeryüzü diye cevabladı. Adam : Yeryüzünün altında ne vardır? diye sordu, Allah Rasûlü «su» diye cevabladı, adam: Bu suyun altındaki nedir? diye sordu: «Karanlık» cevabını aldı. Bu karanlığın altında ne vardır? sorusuna Hz. Peygamber : «Hava» diye cevab verdi. Adam : Bu havanın altındaki nedir? diye sordu Hz. Peygamber; «toprak» diye cevabladı. Adam : Bu toprağın altında ne var? diye sordu, Allah Rasûlü (s.a.) nün gözleri yaşardı ve: Yaratıcının ilmi yanında yaratıkların ilmi burada kesilmiş, sona ermiştir. Ey soran kişi; bu konuda sorulan sorandan daha bilgili değildir, buyurdu. Adam: Doğru söyledin, senin Allah’ın elçisi olduğuna şahadet ederim, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) : Ey insanlar, bu kimdir biliyor musunuz? diye sordu, onlar: Allah Rasûlü en iyi bilendir, dediler de: Bu Cibril (a.s.) dir, buyurdu. Bu, gerçekten-garîb bir hadîs olup siyakı da garîbtir. Hadîsi sâdece Kasım İbn Abdurrah-mân rivayet etmiştir. Yahya îbn Maîn onun hakkında : Önemsiz bir râvîdir, derken; Ebu Hatim er-Râzî, onun zayıf olduğunu söyler. îbn Adiyy ise onun tanınmadığını belirtir. Ben de derim ki: Bu hadîste karışıklık vardır. Onda bazı şeyler diğer birtakım şeylere, bir hadîs başka bir hadîse girmiştir. Muhtemeldir ki bunu ya kasden yapmış veya onda değişiklikler olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
- istersen sen sözü açığa vur, şüphesiz ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.» Bu Kur’an’ı yeri ve yüce gökleri yaratan, gizliyi ve gizlinin de gizlisini bilen (Allah) indirmiştir. Başka bir âyette Allah Te-âlâ şöyle buyurmuştur : «Der ki: Onu (Kur’an’ı) göklerin ve yerin sırrını bilen indirmiştir. Şüphesiz ki O, Gafur, Rahîm olandır.» (Furkân, 6). Ali îbn Ebu Talha, îbn Abb&s’m şöyle dediğini nakleder: Gizli; Âdemoğlunun nefsinde gizlemiş olduğu şeydir. Gizlinin gizlisi ise; yapacak olduğu şeylerden Âdemoğlunun bilmesinden önce ona gizli olan şeydir. Allah Teâlâ bütün bunları en iyi bilendir. Allah’ın bunlardan geçeni ve kalanı bilmesi bir tek ilimdir. Bu hususta bütün yaratıklar O’nun katında bir tek kişi gibidir. Bu, Allah Teâlâ’nm şu kavli gibidir : «Sizin yaratılmanız da, yeniden dirilmeniz de bir kişininki gibidir.» (Lokman, 28). «O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir.» âyeti hakkında Dahhâk: Gizli; içinden geçirdiğin şey, gizlinin gizlisi de; henüz içinden geçirmediğin şeylerdir, derken Saîd İbn Cübeyr: Sen bugünün gizlediğini bilir yarının gizlediğini bilemezsin. Allah Teâlâ ise bugünün gizlediğini ve yarının gizlediğini en iyi bilendir, demiştir. Mücâhid, ((Gizlinin de gizlisi» ile vesvesenin kasdedildiğini söyler. Mücâhid ve Saîd tbn Cübeyr gizlinin gizlisini; içinden geçirmediğin şeylerden kişinin yapacağı şey, olarak açıklamışlardır.
«Allah’tan başka hiç bir ilâh yoktur. En güzel isimler O’nundur.» Sana bu Kur’an’ı indiren, kendinden başka ilâh olmayan, en güzel isimler ve en yüce sıfatlar kendisine âit olan Allah’tır. Esmâ-i Hüsnâ hakkında varid olan hadîsler daha önce A’râf sûresinin sonlarında geçmişti. Hamd ve minnet Allah’adır.[2]
9 — Ve Musa’nın haberi sana geldi mi? 10 — Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: Durun, ben bir ateş gördüm. Size ya ondan bir kor getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti.
Musa’nın Haberi
Allah Teâlâ burada Hz. Musa’nın kıssasını anlatmaya başlar. Ona vahyin başlangıcı ve Allah’ın onunla konuşması nasıl olmuştur bunları anlatır. Bunlar, Hz. Musa’nın kayınpederi ile onun koyunlarını otlatma hususunda aralarında anlaşmış oldukları sürenin bitiminden sonradır. Söylendiğine göre Hz. Mûsâ, ailesiyle birlikte Mısır ülkesine müteveccihen yola çıkmıştı. Oradan ayrılalı on seneden fazla olmuştu. Yanında eşi ile beraber giderken yolunu kaybetti. Soğuk bir geceydi. Bulutlu, karanlık soğuk ve sisli bir gecede dağlar ve vâdîler’arasında bir yerde konakladı. Âdet olduğu üzere ateş yakmak için yanında bulunan bir çakmak taşını çakmaya başladı. Ancak çakmak taşı çakmıyor, ne bir şerare ne de başka bir şey çıkmıyordu. O, bu durumda (uğraşıp dururken) Tur dağı tarafından bir ateş göründü. Sağ tarafından, orada bulunan dağ yönünden ona bir ateş göründü. Ailesine frıüjde verir ki: «Durun, ben bir ateş gördüm. Size ya ondan bir kor getiririm…» dedi. Başka bir âyette: «Yahut ısınmanız için ateşten, alevi olan bir kor getiririm, dedi.» (Kasas, 29) buyurulur ki bu, havanın soğuk olduğuna delâlet eder. Âyetteki «Size ondan bir kor getiririm» kısmı da karanlık olduğuna delâlet eder.
«Veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.» demişti ki; bu, onun yolunu şaşırmış olduğuna delâlet eder. Nitekim Sevrî’nin. Ebu Saîd el-A’ver’den, onun İkrime’den, onun da İbn Abbâs’tan rivayetinde o, «Veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.» âyeti hakkında şöyle demiştir: «Şayet bana yol gösterecek birini bulamazsam size yakacağınız bir ateş get-iririm.»[3]
11 — Ateşin yanına gelince; kendisine:Ey Mûsâ, diye seslenildi.
12 — Şüphesiz ki senin Rabbın Benim Ben. Pabuçlarını çıkar. Zîrâ sen, mukaddes vâdîde, Tuvâ’dasın.
13 — Ve Ben, seni seçtim. Öyleyse vahyolunanları dinle.
14 — Şüphesiz ki Ben, Allah’ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur. Öyleyse Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.
15 — Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Her nefis işlediğinin karşılığını görsün diye onu neredeyse gizliyorum.
16 — Ona inanmayan ve hevesine uyan kimse seni bundan alıkoymasın, yoksa helak olursun.
Allah Teâlâ burada: «Ateşin yanına yaklaşıp ona gelince; kendisine : Ey Mûsâ, diye beslenildi.» buyururken bir başka âyette : «Feyizli yerdeki vâdînin sağ yanındaki ağaçtan : «Ey Mûsâ, şüphesiz Ben âlemlerin Rabbı olan Allah’ım, diye seslenildi.» (Kasas, 30) buyurulmuş-tur. Burada da: «Şüphesiz ki (seninle konuşup sana hitâb eden) senin Rabbın Benim Ben. Papuçlannı çıkar.» buyurmuştur. Ali îbn Ebu Tâlib, Ebu Zerr, Ebu Eyyûb ve Seleften bir çokları pabuçlarının ölmüş eşek derisinden olduğunu söylerler. Bulunduğu yere ta’zîm için pabuçlarım çıkarmakla emrolunmuş olduğu da söylenir. Saîd îbn Cü-beyr der ki: Kişi nasıl Kâ’be’ye girmek istediği zaman pabuçlarım çıkarmakla emrolunursa aynı şekilde Hz. Musa’ya da pabuçlarını çıkarması emrolunmuştur. Mukaddes arazîye pabuçsuz olarak, yalınayak basması için pabuçlarını çıkarması emrolunmuştur. Ve başka açıklamalar da getirilmiş olup en doğrusunu Allah bilir. Ali İbn Ebu Talha’-nın îbn Abbâs’tan rivayetine göre; âyetteki ( ^sj* } «Tuvâ» kelimesi, vâdînin ismidir. Bir çokları da böyle söylemiş olup bu açıklamaya göre Tuvâ kelimesi, cümle içinde atf-ı beyân olmaktadır. Bu kelimenin; ayaklarıyla yere basmanın emredümesi, anlamında olduğu da söylenmiştir. Şöyle de denilir: Zîrâ orası iki kere mukaddes kılınmıştır. Tuvâ, kendisinde bereket olan şeydir ki böylece kutsallık tekrarlanmış oluyor. Ancak bunlardan birinci görüş (İbn Abbâs’ın görüşü) en sahîh olanıdır. Bu, Allah Teâlâ’nın şu âyetine benzemektedir: «Hani Rabbı ona, mukaddes vâdîde «Tuvâ» da şöyle seslenmişti…» (Nâzi-ât, 16).
Allah Teâlâ’nın: «Ve Ben, seni seçtim.» kavli şu âyetine benzemektedir : «Ey Mûsâ; risâletim ve kelâmımla seni insanlar arasından seçtim.» (A’râf, 144). Yani Allah Teâlâ onu, zamanında mevcûd olan bütün insanlar üzerine seçmiştir. Denilir ki: Allah Teâlâ şöyle buyurdu : Ey Mûsâ, insanlar arasından konuşmamı niçin sana tahsis ettiğimi biliyor musun? Hz. Mûsâ; hayır, diye cevaü verdi de şöyle buyurdu : «Çünkü senin tevazu’ gösterdiğin gibi hiç kimse Bana tevazu’ göstermedi.»
öyleyse şimdi sana söyleyip vahyedeceklerimi iyi dinle: «Şüphesiz ki Ben, Allah’ım. Benden başka hiç bir ilâh yoktur.» Mükellefler Üzerine ilk vacib olan şey onların, tek ve ortağı olmaksızın Allah’tan başka hiç bir ilâh olmadığını bilmeleridir.
«Öyleyse Bana ibâdet et ve Beni anmak için namaz kıl.» Buranın anlamının: Beni anmak için namaz kıl, şeklinde olduğu da Beni andığın esnada namaz kıl, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Bunlardan ikinci görüşe İmâm Ahmed’in Abdurrahmân İbn Mehdî kanalıyla… Enes’-tan naklettiği hadîsi delâlet etmektedir ki; bu hadîste Allah Rasûlti şöyle buyurmuş : Sizden birisi namazda uyuduğu veya onu unuttuğu zaman hatırladığında hemen kılsın. Şüphesiz Allah Teâlâ: «Beni anmak için namaz kıl.» buyurmuştur. Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerin-de Enes’ten rivayet edilen, bir hadîste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur : Kim bir namaz vaktinde uykuda olur veya unutursa bunun kef-fâreti, hatırladığında onu kılmasıdır. Onun bundan başka keffâreti yoktur.
«Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir.» Mutlaka kopacaktır, hiç şüphesiz meydana gelecektir. «Neredeyse onu gizliyorum.» Dahhâk’ın İbn Abbâs’tan rivayetine göre; o, âyeti: Neredeyse onu kendimden bile gizleyeceğim geliyor, anlamında olacak şekilde okumuştur. Allah Teâlâ böyle buyurmuştur. Zîrâ Allah’ın nefsinden hiç bir şey ebediyyen gizli kalmaz. îbn Abbâs’tan rivayetle Saîd İbn Cübeyr: Kendisinden, kendi zâtından, açıklamasını getirir. Mücâhid, Ebu Salih ve Yahya.İbn Râfi’ de böyle söylemişlerdir. İbn Abbâs’tan rivayetle Ali îbn Ebu Tal-ha «Onu neredeyse gizliyorum.» âyetinde Allah Teâlâ’mn şöyle buyurduğunu söyler: Ona Benim dışımda kimseyi muttali’ kılmayacağım. Süddî der ki: Gökler ve yer ehlinden hiç kimse yoktur ki Allah Teâlâ onlardan kıyametin bilgisini saklamamış olsun. Bu âyet İbn Mes’ûd kırâetinde : Neredeyse onu kendimden dahi gizleyeceğim geliyor, anlamına gelecek şekildedir. Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor: Onu bütün yaratıklardan gizledim. O kadar ki kendimden gizleyebilmiş olsaydım elbette gizlerdim. Katâde der ki: Âyetin «Onu neredeyse gizliyorum.» kısmı kırâetlerden bazısında: Kendimden gizleyesim geliyor, şeklindedir. Yemîn ederim ki Allah Teâlâ onu Mukarrabûn meleklerinden, peygamberlerden ve rasûllerden gizlemiştir. Ben de derim ki: Bu, Allah Teâlâ’mn : «De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka kimse bilemez.)) (Nemi, 65) âyeti gibidir. Başka bir âyette şöyle buyurur : «Onun ağırlığını gökler de, yer de kaldıramaz. O size ansızın gelir.» (A’râf, 187) Onun bilgisi gökler ve yeryüzü halkına ağır gelmiştir. İbn Ebu Hâtim’in Ebu Zür’a kanalıyla… Vikâ’dan rivayetine göre o, şöyle demiş: Âyetteki kelimesini Saîd İbn Cübeyr bana Hemze’nin fethası ve fe harfinin kesresi ile okuttu. Buna göre anlam: Onu neredeyse hemen açıklayacağım geliyor, şeklindedir. (…)
Allah Teâlâ buyurur ki: «Her nefis işlediğinin karşılığını görsün.» Her bir amel edene amelinin karşılığını vermek için onu mutlaka koparacağım. ((Kim zerre kadar hayır yapmışsa, onu görür, kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.» (Zelzele, 7-8), «Çünkü siz, ancak işlediklerinizin karşılığına çarptırılıyorsunuz, (denir).» (Tur, 16). «Ona inanmayan ve hevesine uyan kimse seni bundan (kıyameti kabulden) alıkoymasın.» âyetinde muhâtablar tek tek mükelleflerdir. Yani: Kıyameti yalanlayan, dünyada kendilerine lezzet veren şeylere yönelen, Mevlâsma İsyan eden, arzularına uyan kimsenin peşinden gitmeyin. Kim, bunlarda onlara muvafakat etmişse; mutlaka kaybetmiş, hüsrana uğramıştır. «Yoksa helak olursun.» Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmuştur: «Düştüğü zaman malı o kimseye fayda vermez.» (Leyi, 11).[4]
17 — O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?
18 — Dedi ki: O benim değneğimdir. Ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim ve daha birçok işlerde ondan faydalanırım.
19 — Buyurdu: Ey Mûsâ bırak onu.
20 — O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.
21 — Buyurdu: Tut onu, korkma. Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.
Bu, Allah Teâlâ’nın Mûsâ (a,s.) ya vermiş olduğu bir burhan, büyük bir mucize ve harikulade bir şeydir ki; böyle bir şeye Allah’tan başkasının güç yetiremeyeceğine ve bunu ancak Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberin getirebileceğine delâlet eder. Allah Teâlâ: «O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?» buyurur ki; müfessirlerden bazısı şöyle diyor: Allah Teâlâ bunu Hz. Musa’ya ancak onu buna alıştırmak üzere söylemiştir. Yani: Senin şu elinde olan ve bildiğin değneğin var ya; İşte şimdi Bizim ona ne yapacağımızı göreceksin. «O sağ elindeki nedir ey Mûsâ?» âyetindeki soru, anlatma ve zihinlere yerleştirme sorusudur. Hz. Mûsâ da: «O benim değneğimdir, (yürürken) ona dayanırım, onunla davarıma yaprak silkerim.» Koyunlarımın yemesi için yaprakları düşsün diye onunla ağaç silkelerim, dedi. İmâm Mâlik’den rivayetle Abdurrahmân İbn Kasım der ki: Âyette geçen kelimesi; kişinin, ucu kıvrık bir değneği dala takarak yaprak ve meyveleri düşsün diye onu silkmesidir ki dalı kırmaz. îşte âyetteki silkme budur ve ağacın dalını kırmaz. Meymûn İbn Mihrân da böyle söylemiştir.
«Ve daha birçok işlerde ondan faydalanırım.» Onda benim için maslahatlar, menfaatlar ve bunun dışında diğer birtakım ihtiyâçlar vardır. Bazıları âyette mübhem bırakılan diğer ihtiyâçların ne olduğu hususunda kendilerini zorlamışlardır. Geceleyin. onun yolunu aydınlatırdı, o uyuduğu zaman koyunlarını korurdu, onu dikerdi de hemen bir ağaç olup onu gölgelerdi gibi buna benzer harikulade birtakım durumlar zikredilmiştir. Halbuki zahir olan şudur ki onun değneğinden faydalandığı şeyler bunlar değildir. Şayet böyle olsaydı Hz. Mûsâ, değneğinin bir yılan olmasını garip karşılamaz ve ondan kaçmazdı. O halde bütün bunlar İsrâiliyâttandır. Aynı şekilde birisinin : Şüphesiz o, Âdem (a.s.) in değneği idi, sözü ile bir başkasının : Kıyamet gününde önce çıkacak olan Dâbbetü’1-Arz odur, sözü de böyledir. İbn Abbâs’tan rivayete göre o, bu değneğin isminin Mâşâ olduğunu söylemiştir. En doğrusunu Allah bilir.
«Buyurdu : Ey Mûsâ, elindeki değneği bırak. O da bıraktı ve bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.» Derhâl o sana büyük bir yılan, sür’atle hareket eden uzun bir ejdarhâ haline gelivermiş. Bir de gördü ki o, sanki beyaz bir yılan gibi hareket ediyor. Bu beyaz yılan, hareket yönüyle yılanların en hızlısı ve fakat aynı zamanda en küçük olanıdır. Bu ise yani Hz. Musa’nın değneğinden oluşan yılan ise son derece büyük ve son derece sür’atli idi. Koşan, hareket eden bir yılandı.
İbn Ebu Hâtİm der ki: Bize babam’m… İbn Abbâs’tan rivayetine göre o : «O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.» âyeti hakkında şöyle demiş : Ondan önce yılan değilmiş. Bir ağaca uğramış ve onu yemiş. Bir kayaya uğramış ve onu yutmuş. Hz. Mûsâ kayanın onun karnına düşerken çıkardığı sesi işitince arkasını dönüp kaçmış. Ey Mûsâ, onu al, diye seslenmiş de almamış. İkinci kere : Onu al ve korkma, denilmiş, üçüncü seferinde ona: Muhakkak sen, emîn olanlardansın, denilmiş ve onu almış.
«O da bıraktı. Bir de ne görsün o, hemen koşan bir yılan oluvermiş.» âyeti hakkında Vehb İbn Münebbih der ki: Hz. Mûsâ asasını ye-‘ re bırakmış kısa bir zaman sonra bakanların kendisine bakakaldığı büyük bir ejderhâ haline gelivermiş. Bir şeyler arar gibi hareket etmeye başlamış. Sanki yakalayacak bir şeyler arar gibiymiş. Hâmile bir deve büyüklüğünde bir kayaya uğrayıp onu yutmuş. Büyük bir ağacın köküne köpek dişlerinden biriyle vurup onu yerinden sökmüş. Gözleri ateş gibi yamyormuş. Asanın eğri kısmı bir yeleye dönmüş. Yelesinin kıllarının kısa mızrak gibi olduğu söylenir. Asasının iki budağı, içinde azı ve köpek dişleri olan, bu dişleri gıcırdayan geniş bir kuyuya dönüşmüş. Hz. Mûsâ bunu görünce arkasını dönüp hiç ardına bakmadan kaçmış ve uzaklaşmış. Artık yılanı arkasında bıraktığım gördüğünde, Rabbını hatırlayıp Rabbından utanarak durmuş. Sonra ona : Ey Mûsâ, olduğun yere dön, diye seslenilmiş ve o da müdhiş bir korku içinde dönmüş. «Onu elinle tut, korkma, Biz yine eski durumuna çevireceğiz.» buyurmuş. O sırada Hz. Musa’nın üzerinde yünden bir kaftan varmış.(…) Rab Teâlâ asasını almayı ona emrettiğinde, kaftanın bir ucunu eli üzerine uzatmış. Melek ona: Ey Mûsâ, şayet Allah Teâlâ senin korktuğun şeye izin vermiş olsaydı ne dersin kaftan sana bir fayda sağlar mıydı? diye sormuş, Hz. Mûsâ: Hayır, fakat ben güçsüzüm, güçsüzlükten yaratıldım, deyip kaftanı elinden atmış, sonra elini yılanın ağzı üzerine koymuş. Onun azı ve köpek dişlerinin sesini işitmiş. Avucunu yummuş bir de görmüş ki yılan, eskiden almış olduğu asâsıdır ve elinde dayandığı zaman iki budağı arasında daha önce koymakta olduğu yerinde imiş. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ: Biz onu yine eski durumuna, bundan önce bilmekte olduğun haline çevireceğiz, buyurmuştur.[5]
22 — Elini de koltuğunun altına koy ki diğer bir mucize olarak kusursuz, bembeyaz çıksın.
23 — Bununla sana daha büyük mucizelerimizi gösterelim.
24 — Firavun’a git, doğrusu o, azmıştır.
25 — Dedi ki: Rabbım, göğsümü aç.
26 — îşimi kolaylaştır.
27 — Dilimden de düğümü çöz ki,
28 — Sözümü iyi anlasınlar.
29 — Kendi ailemden bir vezîr ver bana.
30 — Kardeşim Harun’u.
31 — Onunla destekle beni.
32 — Onu işimizde ortak yap,
33 — Ki Seni daha çok tesbîh edelim.
34 — Ve Seni daha çok analım.
35 — Şüphesiz ki Sen, bizi görmektesin.
Firavun İle Yüzyüze
Bu da Hz. Mûsâ (a.s.) ya verilen ikinci bir burhandır. Diğer bir âyette açıkça belirtildiği gibi Allah Teâlâ ona elini cebine sokmasını emretmiştir. Burada bu durum «Elini de koltuğunun altına koy.» kav-liyle ifâde edilmiştir. Başka bir yerde ise şöyle buyurulur: «Elini koynuna sok… Bu ikisi Firavun ve erkânına karşı Rabbmdan iki burhandır.» (Kasas, 32). Mücâhid «Elini koltuğunun altına koy.» âyeti ile Hz. Musa’nın elini pazusu altına koymakla emrolunduğunu söyler. Hz. Mûsâ (a.s.) elini cebine sokup ta sonra çıkardığında o, bir ay parçası gibi parlamıştır.
Allah Teâlâ : «Kusursuz, bembeyaz çıksın.» buyurur ki; burada elinin alatenlilikten, hastalıktan veya herhangi bir ayıptan âıî olarak çıkacağı haber verilmiştir. Bu açıklama İbn Abbâs, Mücâhid, İkrime, Katâde, Dahhâk, Süddî ve başkalarının sözüdür. Hasan el-Basrî der ki: Mûsâ elini çıkardı, Allah’a yemîn olsun ki o, bir lâmba gibi (parlıyordu). Böylece Hz. Mûsâ, Rabbına kavuşmuş olduğunu bilip anladı. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Bununla sana daha büyük mucizelerimizi gösterelim.» buyurmuştur. Vehb der ki: Rabbı ona : Yaklaş, buyurdu. Yaklaşmaya devam etti de nihayet sırtım ağacın bir dalma yasladı, sükûnet buldu, titremesi geçti, elini değneğinde topladı, Rabbına baş ve boyun eğdi.
Allah Teâlâ buyurur ki: «Firavun’a git, doğrusu o, azmıştır.» Daha önce kendisinden kaçarak Mısır’dan çıkmış olduğun Mısır kralı Firavun’a git. Onu tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete çağır. Ona emret; tsrâiloğullanna iyi davransın, onlara işkence etmesin. Şüphesiz o, azıp haddi aşmıştır. Dünya hayatını tercih etmiş ve en yüce Rabbı unutmuştur. Vehb İbn Münebbih der ki: Allah Teâlâ Musa’ya şöyle buyurmuş: Benim risâletimle git. Şüphesiz sen, korumam ve gözetmem altındasın. Ben, seninle beraberim, sana yardım ediciyim. Ben sana hükümranlığımdan öyle bir kalkan giydiririm ki, Benim emrimi yerine getirmede gücünü onunla kemâle erdireceksin. Sen, Benim ordularımdan büyük bir ordusun. Seni yaratıklarımdan zayıf bir yaratığa peygamber olarak gönderdim. Benim hilemden emîn olmuş, dünya ona beni unutturmuş ve sonunda Benim hakkımı, Benim Rab olduğumu inkârla Beni tanımadığını sanmıştır. îzzetim adına yenıîn ederim ki şayet zâtımla yaratıklarım arasında koymuş olduğum kader olmamış olsaydı; onu öfkesiyle göklerin, yerin, dağların ve denizlerin öfkeleneceği cabbâr bir sultânın yakalayışıyla yakalardım. Göğe emretmiş olsaydım onun tepesine taş yağdırırdı. Yeryüzüne emretmiş olsaydım onu yutardı. Dağlara emretmiş olsaydım onu helak ederdi. Denizlere emretmiş olsaydım onu boğardı. Fakat o Bana son derece hafif ve küçüktür, gözümden düşmüştür. Ancak hilmim onu kuşatmış ve katımda olanlarla ondan müstağni olmuşumdur. Benim hakkım şudur ki; Ben zengin olanım, Benim dışımda zengin yok. Ona Benim risâletimi ulaştır, onu Bana ibâdete, Beni bilmeye ve ibâdeti yegâne bana yapmaya çağır. Benim (geçmiş ümmetleri helak ettiğim) günlerimi ona hatırlat. İntikam ve baskınımla onu uyar. Ona haber ver ki, Benim öfkemin karşısında hiç bir şey duramaz. Bununla beraber ona yumuşak söz söyle. Olur ki öğüt alır veya korkar. Ona haber ver ki Ben, öfke ve cezalandırmaktan affetme ve bağışlamaya daha çabuk olammdır. Ona dünya elbiselerinden giydirmiş olduklarım seni korkutmasın. Onun kaderi Benim elimdedir. Benim iznimle konuşur, gözünü açıp kapatabilir ve nefes alabilir. Ona de ki: Rabbına icabet et. Şüphesiz O’nun bağışlaması geniştir. Sana dört yüz sene mühlet vermiştir. Bunların tamâmında sen O’nunla harb halinde oldun, O’na sövdün ve O’na benzemeye çalıştın. Kullarını O’nun yolundan alıkoydun. Gök sana yağmur yağdırdı, yeryüzü sana bitkiler bitirdi. Hiç hastalanmadın, yaşlanmadın, muhtaç düşmedin. Şayet seni hemen cezalandırmayı dilemiş olsaydı, bunu mutlaka yapardı. Fakat O, vakar sahibidir, büyük bir hilim sahibidir. Onunla bizzat sen ve kardeşin mücâdele edin. Onunla cihâdda Allah’ın hoşnûdluğunu dileyin. Şüphesiz Ben, onun güç ye-tiremeyeceği bir orduyla ona gitmeyi dilemiş olsaydım bunu yapardım. Fakat şu kendini ve kalabalığını beğenmiş olan güçsüz kul, az bir topluluğun —Benim taraftârlanm asla az olmaz— Benim iznimle kalabalık topluluklara galip geleceğini bilsin. Onun debdebesi ve ona verilen nimetler ikinizi şaşırtmasın. Bunlara ikiniz de göz dikmeyin. Şüphesiz bunlar, dünya hayatının ve nimet içinde yüzenlerin süsüdür. Şayet dilemiş olsaydım, Firavun baktığı zaman ikinize verilenin bir misline gücünün yetmeyeceğini bilmesi için size dünyadan bir zînet verip sizi süsleyebilirdim. Ve dileseydim bunu yapardım. Fakat sizin için bunu arzu etmiyorum ve bunları sizden uzaklaştınyorum. Ben dostlarıma böyle yaparım. Bu konuda eskiden beri geçerli olan sünnetim budur. Ben onları (dostlarımı) şefkatli bir çobanın develerini eziyet verici konaklama yeri ve ağıllardan koruduğu gibi dünyanın nimetlerinden ve bolluklarından uzaklaştırırım. Bu, onların Benim katımda ha-kîr olmalarından değildir. Fakat Benim şereflendirmemden paylarını tâm olarak almaları, dünyanın onların paylarını eksiltmemesi içindir bu. Bil ki dünyada kullar, Benim katımda zühdden daha üstün olan bir süsle Benim için süslenmiş değillerdir. Dünyada zühd; Allah’tan korkanların süsüdür. Onların üzerinde bundan bir elbise vardır ki onunla sükûnet ve huşu’ ile tanınırlar. Secde izinden yüzlerinde bir işaret vardır. Alâmetleri budur. İşte onlar Benim gerçek dostlanmdır. Onlara rastladığın zaman onlara karşı yumuşak davran, kalbini ve dilini onlara karşı zelîl kıl. Bil ki kim Benim bir dostumu hakîr görür veya korkutursa Bana harb ilân etmiştir. Muharebeyi Benimle o başlatmış, nefsini bu tehlikeye atmış ve Beni muharebeye o çağırmıştır. Şüphesiz Ben, dostlarıma yardımda en sür’atliyimdir. Benimle harb eden Bana karşı durabileceğini mi sanıyor? Benimle mübâreze eden yoksa Beni geçeceğini mi sanıyor? Dünyada ve âhirette onlardan intikam alıcı olan Ben iken bu nasıl olabilir? Dostlarımdan zor durumda kalanlarını Ben kendimden başkasına havale etmezken bu nasıl olacak? Vehb îbn Münebbih’in bu sözlerini îbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.
«Dedi ki: Rabbım, göğsümü aç. İşimi kolaylaştır.» sözleri Hz. Musa’nın Rabbından İsteğidir. O’ndan kendisini gönderdiği işte göğsüne genişlik vermesini istemiştir. Şüphesiz O, Musa’ya büyük bir İş, önemli bir yük yüklemiş, emretmiştir. Allah Teâlâ Musa’yı o zamanki yer-‘ yüzü üzerinde olan kralların en büyüğüne, en zâlimine, küfürde en şiddetli olanına, ordusu en çok, ülkesi en ma’mur olanına, en azgın ve İnâdlaşmada en üstün olanına peygamber olarak göndermiştir. O kadar azmıştır ki Allah’ı tanımadığını, kendisi dışında tebaası için bir tanrı olduğunu iddia etmiştir.
Hz. Mûsâ çocukluğu süresince Firavun’un evinde, kucağında, yatağında kalmıştır. Sonra onlardan birisini öldürmüş, onların kendisini öldüreceğinden korkup bu emir kendisine verilinceye kadar ki sürenin tamâmında onlardan kaçmıştır. Bunlardan sonra Rabbı onu, kendilerini Allah’a çağıran, tek ve ortağı olmayan Allah’a ibâdete davet eden bir uyarıcı olarak göndermiştir. Bunun içindir ki Hz. Mûsâ : «Rabbım, göğsümü aç. İşimi kolaylaştır.» diye duâ etmiştir. Yani Hz. Mûsâ şöyle demek istemiştir: Eğer benim yardımcım ve desteğim Sen olmazsan buna benim gücüm yetmez.
«Dilimden de düğümü çöz ki, sözümü iyi anlasınlar.» (Çocukluğunda) Hz. Musa’ya bir hurma ve bir kor gösterilmişti de kor parçasını alıp dili üzerine koymuş ve bu sebeple onun dilinde bir kekemelik hâsıl olmuştu. Nitekim ilerde bunun açıklaması gelecektir. Hz. Mûsâ kekemeliğinin bütünüyle giderilmesini değil istediğini karşısmdakile-rinin anlayabileceği kadarıyla kekemeliğinin giderilmesini istemiştir ki bu da ihtiyâç kadarıdır. Şayet tümden giderilmesini istemiş olsaydı, elbette kekemelik bütünüyle zail olurdu. Fakat peygamberler, ancak ihtiyâç kadarını isterler. Bunun içindir ki onda kekemelikten bir eser kalmıştır. Allah Teâlâ Firavun’un şöyle dediğini haber verir: «Ben, sözü açık söylemeyecek derecede zavallı olan şu adamdan daha değerli değil miyim?» (Zuhruf, 52). Hasan el-Basrî: «Dilimden düğümü çöz.» âyeti hakkında der ki: Bir düğüm çözülmüştür. Şayet bundan fazlasını istemiş olsaydı ona verilirdi. îbn Abbâs şöyle diyor: Hz. Mûsâ Rab-bma öldürmüş olduğu kişi hakkında Firavun ailesinden olan korkusu ve dilindeki düğümü şikâyet etmiştir. Onun dilinde bir düğüm vardı ki çokça konuşmasını engelliyordu. Kendisine yardımcı olmak, diliyle fasîh olarak anlatamayacağı birçok şeyi onun yerine konuşmak üzere Rabbından kardeşi Harun’u kendisine yardımcı kılmasını da istemişti. Allah Teâlâ ona istediğini vermiş, dilindeki bağı çözmüştür. İbn Ebu Hatim der ki: Amr İbn Osman kanalıyla… Muhammed İbn Kâ’b’m arkadaşlarından, birisi ondan şöyle rivayet ediyor : Ona bir akrabası gelmiş ve : Okumandaki tutukluk ve konuşmandaki bozukluk olmasaydı, sende başkaca hiç bir zarar (bir kötülük) yoktu, demişti. Kurazî ona: Ey kardeşim oğlu, sana bir şeyler anlattığım zaman anlatamadım mı? diye sordu da o; evet (anlatıyorsun), dedi. Kurazî şöyle devam etti: Şüphesiz Mûsâ (a.s.) Rabbından îsrâüoğullarının sözünü anlamaları için dilindeki düğümün çözülmesini istemiş bundan daha fazlasını istememiştir. İbn Ebu Hâtim’in rivâyetindeki lâfzı budur.
«Kendi ailemden bir vezîr ver bana. Kardeşim Harun’u.» kavli Hz. Musa’nın kendi dışındaki bir işte Allah Teâlâ’dan bir isteği olup bu; kardeşi Harun’un kendisine yardımcı olmasıdır. Sevrî’nin Ebu Saîd’-den, onun İkrime’den, onun da İbn Abbâs’tan rivayetinde o, şöyle demis,: Hz. Musa’ya peygamberlik verildiği saatta Hz. Harun’a da peygamberlik verilmiştir. İbn Ebu Hâtim’in îbn Nemîr kanalıyla… Hz. Aişe’den rivayetine göre o, bir umreye çıktığında birtakım bedevilerin yanında konaklamış ve birisinin şöyle dediğini işitmiş: Dünyada kardeşine en faydalı olan hangi kardeştir? Onlar: Bilmiyoruz, demişler. Adam : Allah’a yemîn ederim ki ben biliyorum, demiş. Hz. Âişe der ki: Kendi kendime: Yemininde hiç kimseyi istisna etmedi. Şüphesiz o, dünyada kardeşi için en faydalı olan kardeşin hangisi olduğunu biliyor, dedim. Adam : Kardeşi için peygamberlik istediği zamanda Musa’dır, dedi. Ben: Allah’a yemîn olsun ki doğru söyledi, dedim. îşte bu hususta Allah Teâlâ Hz. Mûsâ (a.s.) yi övme sadedinde şöyle buyurmuştur: «Ve o, Allah katında değerli idi.» (Ahzâb, 69).
((Onunla destekle beni.» âyetindeki ( isjj\’ ) kelimesi Mücâhid’e göre «sırtımı» anlamında olup, buna göre âyeti: Onunla sırtımı, arkamı güçlendir, şeklinde anlamak gerekir. «Onu işimde (kendisiyle istişare etmemde) ortak yap ki Seni daha çok tesbîh edelim.» Mücâhid şöyle diyor: Kul dikilirken ve yan üstü uzanmışken Allah’ı anmadıkça Allah’ı çok ananlardan olmaz.
«Şüphesiz ki Sen, bizi görmektesin.» Bizi seçmede, bize peygamberlik vermede, düşmanın Firavun’a bizi peygamber olarak göndermede muhakkak Sen bizi görmektesin. Bundan dolayı hamd Sana’dır.[6]
İzâhı
Birinci Mesele : Duanın fayda ve şartlan mes’elesidir. Bu mes’ele hakkında «Ey Rabbımız, unuttuk veya yanıldıysak sorumlu tutma bizi.» (Bakara, 256) âyetini tefsîr ederken bilgi verilmişti. Burada sâdece konuyla ilgili birkaç mes’eleye temas etmekle yetineceğiz. Olgunluk kavramının bir dizi mertebeleri vardır ve bunların en üst basamağı da kişinin hem kendisi kâmil, hem de başkalarını kemâle erdirici, olgunlaştmcı olması halidir. Şimdi bu basamağın birinci şıkkını ele alalım. Kâmil (olgun) olan bir zâtın olgunluğu kendi zâtının gereği olur. Yapısının gereği olgun olan her bir şahıs ise ezelde olgun olur. Fakat böyle bir zât, ezelde başkalarını olgunlaştmcı olamaz. Çünkü olgunlaştırmak, olgun olmayan bir şeyi olgunlaştırmaktan ibarettir. Bu İse ancak olgunluğun olmaması halinde meydana gelir, gerçekleşir. Zî-râ ezelde olgun olmuş olsaydı, kendisine etki etmek imkânsız olurdu. Çünkü zâten elde edilmiş bir şey bir kez daha elde edilemeyeceği gibi, olan bir şey tekrar oluşturulmaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah her ne kadar başlangıcı olmayan zamandan beri olgun îse de, ancak gelecekteki sonsuz zaman içinde olgunlaştıncı olur. Bu noktada, olgunlaştırmanın da olgunluğun bir parçası olduğu düşüncesinden hareket edilerek, yüce Allah’ın ezelde başkalarını olgunlaştıncı olmaması halinde bir olgunluk sahibi olamayacağı ve böylece Allah’ın noksan sıfatıyla nitelenmesi gerekeceği bunun da muhal olduğu gibi bir İtirazda bulunulabilir. Bu itiraza verilecek cevab şu şekildedir: Eğer bu, ezelde mümkün olsaydı, bu durumun olmaması olgunluğun olmaması gibi bir sonucu çıkarırdı. Bununla biz, sâdece fiil-i ezelî’nin muhal olduğunu isbât etmek istiyoruz ki, buna göre ezelde olgunlaştırma da muhal olur ve böyle bir fiilin olmaması Zât-ı Bârî için bir eksiklik sayılamaz. Nitekim, mümkîn el-vücûd olmadığı için Yüce Allah’ın, zâtı gibi bir varlığı meydana getiremeyeceğini söylemek de Allah Teâlâ için bir noksanlık ifâde etmez. Keza Allah Teâlâ cennet ehlinin hareketlerini mufassal olarak bilmez, demememiz de böyledir. Çünkü mufassal bir sayısı olan her şey sonludur. Cennet ehlinin hareketleri ise sonsuzdur ve dolayısıyla mufassal bir sayısı olamaz. O halde bunlar ilim sıfatında bulunan bir noksanlıktan değil, haddi zâtında meydana gelmesi mümkün olmadığından dolayıdır. Şimdi bu girişten sonra diyoruz ki; Ce-nâb-ı Allah eşyayı var etmek istediği zaman bundan maksadı eksik olan varlıkları olgunlaştırmak olduğuna, çünkü mümkinât var olmaya elverişli bulunduğu ve var olma sıfatı da olgunluk sıfatı olduğuna göre O’nun olgunlaştırma kudreti mümkinât için olgunluk sofrasını kurmayı gerektirdi. Zât-ı Bârî, yok olanların bir kısmını bu sofraya oturturken, bir kısmını da oturtmadı. Bunun sebeplerini şöyle sıralayabiliriz. : 1) Yok olan şeyler sonsuzdur. Onun için, şayet bütün yoklar bu var olma sofrasına oturtulsaydı, sonsuz şeyler var olacaktı. 2) Eğer bütün yoklan var etseydi, artık var etmeye kadir olarak kalmayacaktı. Çünkü var olan şeylerin var edilmesi muhaldir. Yokların tümünü var etmek her ne kadar eksik olan bir şey için bir olgunluk İse de, kudret sahibi olan birini yaratacağı bir şey kalmamakla itibarî olarak acze düşüreceği için olgun bir varlığın noksan bir varlık haline gelmesi neticesine götürürdü. 3) Eğer tüm yoklar var edilmiş olsalardı, artık bir ayırma imkânı kalmaz, gücü yeten ile zorunlu olarak yapan birbirinden ayrılamazdı. Oysa güç yetirme bir olgunluk sıfatı olduğu gibi, zorunluluk da bir noksanlıktır. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, Yüce Allah mümkinâtın sâdece bir kısmım varlık’âlemine çıkarmıştır. Ancak bu noktada da iki suâl, sorulabilir: 1) Var edilen eşya sınırlı ve yokluk âleminde kalanlar ise sınırsız olduğuna, aralarında hiç bir bağ, ilgi olmadığına, mahrum bırakılanlar sonsuz olduğuna göre bu ziyafet az olan bir kesime verilmiş olmuyor mu? Bu var etme için; tâm bir var etmedir, denebilir mi? 2) Şayet bu ziyafete alınanİar bunu hak etmiş iseler, ne ile hak etmişlerdir? Yok eğer hak etmemişlerse bu sınırlı davet bir abeslik taşımıyor mu? Bu ise muhal değil midir ve Yüce Allah’a nasıl yakıştınlabilir? Cevab: Bu şüphelerin akıl ve hayâllerde yer alıp dolaşması; Yüce Allah’ın fiillerini insan fiiline benzetme ve Allah’ın fiillerini insanlannkiyle kıyaslama düşüncesinden kaynaklanıyor. Oysa bu, doğru değildir. Çünkü O, yaptıklarından sorulmaz. Oysa insanlar sorulurlar. O halde O’nun bütün mümkinita şâmil rahmet nurundan taşan bu varlık genel bir ziyafet, kapsamlı bir sofra niteliğindedir. «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır.» (A’râf, 156) âyeti de bu mânâyı ihtiva etmektedir. Bir de şöyle düşünelim: Mevcudatın canlı ve cansızlar diye iki kısma ayrıldığını biliyoruz. Şu hususta şüphe yoktur ki, yokluğa kıyasla varlık ne ise, cansıza kıyasla canlı da odur. Çünkü cansız, varlığından habersizdir. Ona göre varlığı ile yokluğu aynı şeydir. Ona nisbetle varlığı yokluk; yokluğu da varlık gibidir. Canlı ise, var olan ile yok olanı birbirinden ayırır. Ona göre bu iki kavram ayrı ayrı şeylerdir. Ve yine cansızlar canlı varlıkların araçları durumundadırlar. Çünkü canlı varlıklar, onları kendi iş ve yararlarında kullanırlar. Binâenaleyh cansız varlıklar adetâ itaatkâr birer köle, canlılar ise onlara hâkim efendiler durumundadır. Öyle ise canlılık, cansızlıktan daha şerefli ve üstün bir meziyettir. Ve Yüce Allah’ın lütuf ve rahmeti, mümkinâtın bir kısmını varlık sofrasına oturtup bazılarını oturtmamayı gerektirdiği gibi, mevcudatın bir kısmını hayat sofrasına almayı, bir kısmını ise almamayı iktizâ etti. Ve mevcudatın bir kısmını canlı, diğer bir kısmını ise cansız yarattı. Cansızlğa oranla canlılık ise; karanlığa oranla ışık, körlüğe oranla görmek ve yokluğa oranla varlık gibidir. Bu iktizâ muvacehesinde mevcudatın bir kısmı; iyiyi-kötüyü, acıyı-tatlıyı, hayrı ve şerri algılayabilecek birer canlı oldular. îşte bu noktada canlılar şöyle dediler: Rabbımız, biz varlık ve hayat elbisesini bulduk; bizi bunlarla şereflendirdin. Fakat bu durum ihtiyâçlarımızın artmasına yol açtı. Çünkü biz, yokluk ve cansızlık halinde iken “mizacımıza uygun olana muhtaç; yapımıza uymayan ve ezâ veren şeylerden korkar değildik. Şimdi ise varlık ve canlılık olunca yapımıza uygun olanı elde etmeye, ters olanı ise uzaklaştırmaya muhtaç olduk. Bu durumda eğer kaçmak, istemek, uzaklaştırmak ve elde etmek gibi güçlerimiz olmazsa; yolda oturmuş, her türlü felâkete açık, musibet oklarına hedef olan bir zavallıdan farksız olacağız. Bize rahmet hazînelerinden güç ve kuvvet ver. Onlarla arzuladığımızın peşinden koşmaya, korktuğumuzdan kaçmaya güç yetire-lim. İşte bunun üzerine Allah (c.c.) m sonsuz rahmeti, canlıların bir kısmına güç ve kuvvet vermeyi gerektirdi. Nitekim aynı rahmet mevcudatın bir kısmına hayat, yokların bir kısmına vücûd verilmesini de gerektirmişti. Kendilerine bu güç ve kuvvet verilen canlılar bu defa şöyle dediler : Ey bizim cömert ve merhametli Allah’ımız, akıldan mahrum bir hayat ve kuvvet; ancak ya zincirlerle bağlanacak olan delilere veya yük taşımada kullanılacak olan hayvanlara mahsûstur. Bütün bunlar ise noksan sıfatlardır. Sen bizi eksiklik çukurundan olgunluk bulutlarına yükselttin. Bize, mahlûkâtmm en şereflisi olan, «seninle sorumlu tutar, seninle mükâfat ve ceza veririm» diyerek şereflendirdiğin o en kıymetli yaratığına akıldan bir pay lütfet ki, senin o rahmet hazînelerinden en güzel elbiseler giymiş, tam bir şeref ve fazilet elde etmiş olalım. Canlıların bu isteği üzerine Allah Teâlâ onlara akıl verdi ve onların ruhlarına basiret nuru ve hidâyet cevheri koydu. Böylece ruhlar, dört nişan almış oldular; Varlık, hayat, kuvvet ve akıl. Bunların sonuncusu akıldır. Sonuncu olan ise en üst mertebede bulunur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) de Peygamberlerin (a.s.) sonuncusu olduğu için, onların en fazîletlisidir. Aynı şekilde insan, cismânî mahlûkâtın sonuncusu olduğu için onların en fazîletlisidir. Akıl da Yüce Allah’ın bahşettiği nişanların sonuncusu olduğu için, en üstün ve en değerlidir. Sonra akıl, kendi kendine baktı ve kendini kıymetli mücevherat dolu bir çanağa benzetti. Hattâ parlayan yıldızlarla dolu bir semâyı andırıyordu. Burada mücevherat ve yıldızlar, akıl ve zihinde bulunan kesin zarurî bilgiler gibidir. Nasıl ki göklerde bulunan yıldızlar, kara ve denizin karanlıklarında yol bulmaya yarayan işaretler durumunda iseler akıl semâsına takılmış olan inciler mesâbesindeki zarurî bilgiler de, cismânî âlemin karanlıklarından rûhânî âlemin nurlarına doğru yol almak durumunda olanların kendileriyle yollarını buldukları parlak yıldızlar gibidir. Bu noktada o parlak yıldızlara, o kıymetli incilere bakan akıl; onlar üzerinde hudûs (sonradan var olma) izini gördü ve buradan bu izlerin bir meydana getiricisi olduğu, bu işaretlerin ve nakışların bir İşaretleyicisi, yapıcısı olduğu fikrine intikâl etti. İşte o zaman bu nakışları yapanın bunlardan farklı olduğunu, binayı inşâ edenin binadan başka ve farklı biri olduğunu anladı. Bu anlama üzerine ona sonradan var edilen âlemin en yüksek semâsından ezeliyet âleminin manzaralarına, ışıklarına bakan pencereler açıldı ve bu âlemi buradan temaşa etti. Akıl bu âlemin ışıklarına, hudûs ve imkân âleminin karanlıklarından baktığı içindir ki, ezelî nurların ihtişamı onu sarstı ve gözleri görmez oldu. Şaşırmış bir halde olan akıl, tabîatı gereği yine, o nurları saçan Allah (c.c.) a sığındı ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyaz etti. Çünkü denizler derin, karanlıklar yoğun, yolda İse iç ve dış düşmanlardan oluşan birçok şakiler vardır, ins ve cin şeytânları çoktur. Onun için, eğer Sen benim göğsümü açmazsan, bana bütün işlerde yardımcı olmazsan ben kesilir kalırım. Bu nişanlar ise sâdece belâlara dûçâr kalmama sebep olur, yüksek mevkilere çıkmama değil. İşte âyetin «Rabbım, göğsümü aç.» kısmından murâd bunlardır. Sonra «İşimi kolaylaştır.» buyuruluyor. Çünkü insan, yaptığı her bir fiil, söz, hareket ve duruşları dilemezse onları yapan da yapamaz. Fakat insanın bu dilemesi sonradan meydana gelen (hadis olan) bir sıfattır ki, bu sıfatı da meydana getiren biri olması gerekir. Şayet bu irâdenin faili o insanın kendisi ise onu elde etmek için bir başka irâdeye (irâde sıfatına) ihtiyâcı olacak ve bu, sonsuza dek uzayıp gidecektir. O halde teselsülün kâinatın idare edicisinin yaratacağı bir irâdede durması zarurîdir. Bu durumda gerçekte tüm işleri kolaylaştıran, tüm eşyayı tamamlayıp gerçekleştiren Yüce Allah’ın kendisi olmuş olur. Bu noktayı biraz daha açmak gerekirse; sıfatın meydana gelmesi için mutlaka bir kabul edicinin ve bir failin bulunması zorunludur. Bunun içindir ki, âyet-i kerîme’de kabul edicinin isti’dâdı «Rabbim, göğsümü aç.» şıkkıyla ifâde edilirken, fail de «İşimi kolaylaştır.» kav-liyle ifâde edilmiş oluyor. Burada kişiye kabiliyetini ve fâiliyetini verenin Yüce Allah olduğuna dikkat çekilmektedir. Bunun içindir ki; selef: Ey nimetleri hak etmeden önce veren, diye duâ ederlerdi. Bu iki cümlecik bu âlemde meydana gelen her bir şeyin Allah (c.c.) m kaza, kader, hikmet ve kudretiyle olduğuna delâlet eden kesin bir delil mahiyetindedir. Şöyle de demek mümkündür: Sanki Musa (a.s.) göyle demiştir: Allahım, göğsümü açmanla yetinmiyorum. Aynca Senden işin yerine getirilmesini, gayenin elde edilmesini istiyorum. Yahut şöyle de denebilir : Cenâb-ı Allah Mûsâ (a.s.) ya varlık, hayat, kudret, ve akıl nimetlerini verince, ona şöyle seslenmiştir: Ey Mûsâ, sana bu dört nimeti verdim. Bunlara mukabil her bir nimeti bir vazife ile karşılaman gerekir. Mûsâ (a.s.) : O vazifeler nelerdir ey Rabbım? diye suâl edince, Cenâb-ı Allah şöyle cevab vermiştir: Beni hatırlamak için namaz kıl. Çünkü onda dört nevi vazife bulunmaktadır. Ki bunlar.: kıyam, kırâet, rükûa varmak ve secde etmektir. Binâenaleyh namaz kıldığın zaman, her nimete karşılık bir vazifeyi yerine getirmiş olursun. Bundan sonra Yüce Allah ona bir beşinci payeyi, peygamberliği verince Mûsâ (a.s.) : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyazda bulunmuş; aç’ ki bu nimete hangi vazife ile karşılık vereceğimi bileyim, demiştir. Bunun üzerine kendisine şöyle cevab verilmiştir: Bu peygamberlik görevini istenen şekilde yerine getirmeye çalışarak karşılık vereceksin. Mûsâ (a.s.) nın bunun üzerine yakarışı şöyle olmuştur : «Ey Rabbım, âciz, zayıf, maddî imkânı kıt ve düşmanı çok olan ben bunu yapamam. Onun için, göğsümü aç ve işimi kolaylaştır.»
İkinci Mes’ele: Kesinlikle bilinmelidir ki duâ Allah (c.c.) a yakın olmanın bir vasıtası ve sebebidir. Mûsâ (a.s.) da O’na yaklaşmak için bu duayı yapmıştır. Bu mes’elede iki konuyu açıklamak durumunda kakacağız: Duanın, Allah (c.c.) a yakınlığın vâsıtası olması ve Mû-sâ (a.s.) nın bu dua ile Yüce Allah’a yakınlaşmayı istemiş olması. Duanın Allah Teâlâ’ya yakınlığın aracı olduğunu birkaç delille açıklayabiliriz : 1) Yüce Allah Kur’an’da suâl ve cevab tarzında ifâdeyi birçok yerde isti’mâl etmiştir. Bunların kimi temel, kimi ise fer’î mes’eleler-dir. Birinci türde olanlara birkaç örnek verelim: 1) Bakara sûresinde «Sana yeni doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanların faydası ve haco için birer vakit ölçüleridir», mealindeki âyet. (Bakara, 189) 2) tsrâ sûresinde «Sana ruhtan sorarlar. De ki: Rûh, Rabbımm em-rindendir…» (îsrâ, 85) âyeti. 3) «Sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbım, onları ufalayıp savuracak.» (Tâ-Hâ, 105). 4) «Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.» (A’râf, 187; Nâziât, 42). Birkaç örnek de ikinci türdeküere verelim: 1) «Sana ne intak edeceklerini soruyorlar. De ki: Hayırdan her ne infâk ederseniz ana-babanın ve akrabanın… hakkıdır.» (Bakara, 215). 2) «Sana haram ayından ve onda savaştan soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak; büyük bir günâhtır.» (Bakara, 217). 3) «Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisinde de büyük günâh vardır.» (Bakara, 219). 4) «Sana ne infâk edeceklerini soruyorlar. De ki: Af.» (Bakara, 219). 5) «Sana yetimlerden soruyorlar. De ki: Onlar için ıslâhta bulunmak hayırlıdır.» (Bakara, 220). 6) «Sana âdet halinden de soruyorlar. De ki: O bir ezadır.» (Bakara, 222). 7) «Sana ganimetlerden sorarlar. De ki: Ganimetler, Allah’ın ve Rasûlünündür.» (Enfâl, 1) 8) «Sana Zülkar-neyn’i sorarlar. Onu size anlatacağım, de.» (Kehf, 83): 9) «O gerçek mi? diye senden haber sorarlar. De ki: Rabbıma andolsun ki o, muhakkak gerçektir.» (Yûnus, 10). 10) «Senden fetva isterler. De ki: Size babası ve çocuğu olmayanın mîrâsı hakkındaki fetvayı Allah veriyor.» (Nisa, 176). 11) «Kullarım sana Beni sorarsa, şüphesiz ki Ben, çok yakınım.»’ (Bakara, 186). Görülüyor ki bu âyetlerde suâl ve cevab-lar değişik tarzlarda ortaya konmuştur. Genellikle de önce suâl sorulmuş ve bunu Hz. Muhammed (s.a.) e hitaben bazan da emri ile cevab gösterilmiştir. Bir üçüncü tarz olarak suâl sorulup cevabın verilmediği âyet görülürken, dördüncü yol olarak suâlden sonra gibi bir hitâb olmaksızın cevabın verildiği de müşahede olunmaktadır. Bu değişik tarzların mutlaka bir mânâsı ve faydası vardır. Meselâ cevabın hitâbıyla başlaması halinde sanki Hz. Peygamberin peygamberliğini bir onaylama, O’na vahiy ve tebliğ görevi verilmesiyle bir nevi onu yüceltme vardır. Ve bu tarzda herhangi bir müşkil yoktur. İkinci tür cevaba «De ki: Rabbım, onlan ufalayıp savuracak.» cevabını örnek olarak gösterebiliriz. Buradaki soru dağlar hakkındadır. Ve onların kadîm (zaman bakımından başlangıcı olmayan) veya bakî (sonu olmayan, yok olmayacak olan) bir varlık olup olmamaları ile ilgilidir. Bu mes’ele İslâm akaidinin ana meselelerinden biri olduğu içindir ki yüce Allah, Hz. Peygambere hemen yerine getirmeyi ifâde eden harfi ilâvesiyle buyurarak derhâl cevab vermesini emretmiştir. Sanki: Ya Muhammed, hemen cevab ver ve kısa kesme. Çünkü bu mes’elede şüphe etmek küfürdür. Onların şek ve şüpheye düşmemesi için bu mes’eleyi ihmâl etme, buyurulmuştur. Bir de cevabın keyfiyetine bakalım. «De ki: Rab-bım onları ufalayıp savuracak» buyuruluyor. Şüphesiz bu savrulup atılma mümkündür. Çünkü bu, dağın her bir parçası için geçerli ve mümkündür. Buna duyulanınız da şehâdet eder. Bu İse dağların kadim ve varlığı kendinden bir varlık olmadığını gösterir. Çünkü kadîm olan bir şeyin, değişmesi ve toz olup savrulması mümkün değildir. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Müşrikler, bir defasında Hz. Muhammed (a.s.) e Rabbmın altın mı, gümüş mü, yoksa demir mi olduğunu sormuşlar, «De ki: O Allah birdir.» buyrulmuş ve lafzı-‘: kullanılmış, ifâdesi kullanılmamıştır. Oysa bu mes’ele de mühim mes’elelerden biriydi? Buna şu şekilde cevab verilebilir: Bahsettiğiniz yerde suâl kısmı zikredilmemiştir. harfi ise.bir atıf harfi olup, daha önce kendisine atıf yapılabilecek bir sözün geçmesini gerektirir. Bunun içindir ki orada bu harf kullanılmamıştır. t Oysa bizim bahsettiğimiz yerde durum farklıdır, burada Yüce Allah suâli zikretmiş olduğu için cevab bölümüne bu harfin gelmesi güzel olmuştur. Üçüncü metod cevabın zikredilmemesidir. Âyette yâlnız kıyametin kopmasını sordukları ifâde edilmektedir. Bunun hikmeti, kıyametin kopma zamanını belirgin bir şekilde bilmenin birçok mahzurlarının olmasıdır. Biz daha önce bu mahzurları açıklamış bulunuyoruz, îşte bu sebeple Cenâb-ı Allah cevabı zikretmemiştir. Ayrıca bu durum, bazı suâllerin cevabının verilmeyeceğini de göstermektedir. Dördüncü tarzda ise lafzı zikredilmeden cevaba geçilmektedir. Bunda birkaç nükte vardır:
Birinci Nükte : Bu tarzda doğrudan doğruya cevab kısmına geçilmesi, duanın önemine ve en büyük ibâdetlerden biri olduğuna delâlet eder. Sanki bu tarzda Allah Teâlâ’nın, kuluna: Ey kulum, sen başka konularda seninle aramızda bulunacak bir vâsıtaya muhtaç isen de^ Bana duâ ederken böyle bir aracıya muhtaç değilsin, gibi bir mânâya dikkat çekilmektedir. Çünkü bilinmesi i’tütâdî bir özellik taşımayan diğer kıssalarda hep aynı metod ta’kîb edilmiş, veya gibi herhangi bir lafız zikretmeden doğrudan cevaba geçilmiştir. Bu duruma «Onlara Adem’in iki oğlunun, kıssasını doğru olarak anlat…» (Mâide, 27), «Onlara âyetlerimizi verdiğimiz halde, onlardan sıyrılan ve şeytânın arkasına taktığı ve sonunda azgınlardan olan o kimsenin haberini anlat.» (A’râf, 175), «Kitâb’da Musa’yı da an.» (Meryem, 51), «Kitâb’da İsmail’i de an.» (Meryem, 54), «Kitâb’da îdrîs’i de an.» (Meryem, 56) «Hem onlara İbrahim’in konuklarından da haber ver.» (Hıcr, 51), «Biz, sana bu Kur’an’ı vahyetmekle; kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz.» (Yûsuf, 3), «Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım.» (Kehf, 13) âyetleri birer örnektirler. Burada zikrettiğimiz son iki âyette ise Yûsuf (a.s.) un ve Ashâb-ı Kehf’in kıssalarının ilginç olaylara konu olduğuna dikkat çekilmektedir. Burada geçen âyetlerden şöyle umûmî bir mânâ çıkarmak da mümkündür: Bu âyetlerdeki ce-vablarla Cenâb-ı Allah sanki şöyle demektedir : Ey Muhammed, eğer kullarım sana Benden başka herhangi bir şeyi sorarlarsa; onlara sen cevab ver. Fakat senden Beni soraoak olurlarsa, bu takdirde sen cevab verme; Ben vereyim.
İkinci Nükte : «Kullarım sana Beni sordukları zaman.» âyeti, kulun sorma hakkı olduğuna delâlet ettiği gibi, «Şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» cevabı da Allah Teâlâ’nın kula yakın olduğunu gösterir.
Üçüncü Nükte : «Kullarım sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» (Bakara, 186) âyetinde «kulum Bana yakındır» denmeyip, «Ben çok yakınım.» buyurulduğu görülmektedir. Burada ince bir sır bulunmaktadır. Çünkü kul mümkin el-vücûddur; onun var olması ve yok olması aklen mümkündür, zarurî değildir. O, bu özelliği gereği olarak yokluğun ortasında, yok olmanın derinliğindedir. Binâenaleyh kul, Allah Teâlâ’ya yakın olamaz. Fakat Cenâb-ı Allah kula yakındır. Çünkü lütuf ve ihsanı ile onu var eden ve kendine yaklaştıran O’dur. O halde yakın olmak Allah (c.c.) için söz konusudur, kul için değil. Bunun içindir ki âyet-i kerîme’de «Şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» buyurmuştur.
Dördüncü Nükte : Duâ etmekte olan bir insanın kalbi mâsivâ ite meşgul olduğu sürece, Allah (c.c.) a tâm mânâsı ile duâ etmiş olmaz. İşte bu gerçeğe binâen bir insan duâ ederken mâsivâdan geçip ma’ri-fet-i ilâhîye ile müstağrak olsa, bu durumda hem Allah Teâlâ’dan başka bir kimseye dikkatini verip hem de bu mâsivâdan geçme halini koruyamaz. İşte duâ makamına mahsûs olan bu hal göz önünde bulundurulduğu içindir ki âyet-i kerîme’de Allah ile kul arasındaki vasıtayı kaldırmaya bir işaret olarak denmemiş denmiştir.
Buraya kadar zikredilen mes’elelerden duanın ne derece değerli olduğu ve ibâdetlerin en büyüklerinden birini teşkil ettiği anlaşılmış bulunmaktadır. Şunu da ilâve edelim ki bir kul, efendisine bir hediye sunmak istediği zaman, ona hediyelerin en güzelini sunar ve sunmalıdır da. însan tabiatında bulunan bu duygudan dolayıdır ki Hz. Mû-sâ (a.s.), Allah Teâlâ’ya ilk defa itaat ve ibâdet hediyeleri sunmak istediği zaman duâ hediyesi takdim etmiş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyaz etmiştir.
İkinci Nükte : Duâ’mn fazileti hakkındadır. Hz. Peygamber (s.a.) : Duâ; ibâdetin özüdür, buyurmuştur. Allah Teâlâ’mn Hz. Musa (a.s.) ya ilk emri ibâdettir. Çünkü, «Şüphesiz ki Ben, Allah’ım.» (Tâ-Hâ, 14) âyeti bir emir değil, bir ihbardır. Allah Teâlâ’mn Hz. Mûsâ (a.s.) ya verdiği ilk emir ise «O halde Bana ibâdet et» emridir. İşte Allah (c.c.) tarafından Hz. Mûsâ (a.s.) ya yöneltilen ilk emrin ibâdet olması üze^ rine Mûsâ (a.s.) nın Allah Teâlâ’ya sunduğu ilk ibâdet duâ olmuş ve «Rabbım, göğsümü aç.» diye niyazda bulunmuştur.
Üçüncü Nükte : Duanın ibâdet nevilerinden bir nevi olduğuna dâirdir. Cenâb-ı Allah namaz ve oruçla emrettiği gibi, duâ ile de emretmiştir. Cenâb-ı Allah’ın duâ etmemize dâir vârid olan emir örneklerini «Kullarım sana Beni sorarsa; Ben çok yakınım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına icabet- ederim.» (Bakara, 186), «Rabbınız buyurdu ki: Bana duâ edin, duanızı kabul edeyim.» (Gâfir, 60), «Korkarak ve umarak O’na duâ edin.» (A’râf, 56), «Rabbinıza yalvara yal-kara gizlice duâ edin. Muhakkak ki O, haddi aşanları sevmez.» (A’râf, 55), «O diridir, O’ndan başka tanrı yoktur. Dini yalnız kendisine hâlis kılarak O’na yalvann.» (Gâfir, 65), «De ki: İster Allah deyin, ister Rahman deyin:» (îsrâ, 110), «Rabbım; içinden yalvararak ve korkarak… zikret.» (A’râf, 205) âyetleri ile : O’na ya Zelcelâli ve’1-îkrâm, diye duâ edin, hadisinde görmekteyiz. Bu âyetler ile duanın bir ibâdet olduğunu yakînen öğrenmiş oluyoruz. Bu âyetler her ne kadar duâ etmenin bir ibâdet olduğunu gösteriyorsa da, bazı câhil kimseler kendilerine göre bazı delillere dayanarak duâ etmenin hilâf-ı akıl bir iş olduğunu iddia etmektedirler. Bunların delilleri şunlardır : 1) Cenâb-ı Allah AIIâmu’l-Ğuyûbdur; gizli açık her şeyi bilir. O halde duâ etmeye ne gerek vardır? 2) Eğer duâ ederek istenilen şey, Allah’ın vuku bulacağını bildiği; öylece takdir ettiği bir şey ise zâten duaya gerek yoktur, şayet meydana gelmeyeceğini bilip takdir ettiği bir şey ise bu takdîrde duanın hiç bir yararı olmaz. 3) Duâ sîgası, bir nevi emir ve nehiy sîgasma benziyor. Kulun böyle Allah’a karşı emir ve nehiy sî-gasına benzeyen bir ifâdeye başvurması ise edebe mugayirdir. 4) Duâ ile Allah Teâlâ’dan istenen şey, eğer kulların yararına bir şey ise Cenâb-ı Allah zâten onu ihmâl etmez; şayet o istenen şey insanların zararına bir şey ise bu takdirde onu istemek caiz olmaz. 5) Nasslarda, Sıddîkînin en yüksek mertebesinin, Allah Tealâ’nın takdirine razı olmak olduğu belirtilmiş ve insanlar kadere razı olmaya teşvik edilmiştir. Duâ ise bu rızâyı yok eder. Çünkü burada bir istek, bir niyaz söz konusudur. 6) Hz. Peygamber (s.a.) in Rabbmdan rivayet ettiği bir Hadîs-i Kudsîde Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır: Beni zikretmek kişiyi Benden bir şey istemekten alıkoyarsa, Benden isteyenlere verdiklerimden daha hayırlısını ona veririm. Her ne kadar sizin zikrettiğiniz âyetler duanın vücûbuna delâlet ediyorsa da, bu hadîs de duâ etmemenin daha evlâ olduğuna delâlet ediyor. 7) Hz. İbrahim (a.s.), Allah (c.c.) a duâ etmeyi bırakıp da sâdece : Allah (c.c.) in benim durumumu bilmesi O’ndan bir şey istememe ihtiyâç bırakmıyor, demekle yetindiği İçindir ki, o aşırı derecedeki övgüye lâyık olmuştur. İşte bu mesele de, duâ etmemenin daha evlâ olduğuna delâlet etmektedir.
Şimdi duâ etmemenin daha evlâ olduğuna dâir ileri sürülen bu delillere cevab verelim : 1) Duâ etmekten maksad, kişinin hâlini bildirmesi değil; diğer niyazlar gibi bir niyaz ve yakarmadır. 2) Sizin: Eğer Allah (c.c.) o şeyin vâki’ olacağını biliyorsa, takdir etmişse duaya gerek yok. Eğer vâki’ olmayacağını takdîr etmiş İse duâ zâten faydasızdır, sözünüz; aç ve susuz bir insan için : Eğer Allah onun tok olacağını, suya kanacağım biliyorsa ve bunları takdîr etmişse yeme içmeye gerek yok; şayet bunların olmayacağını takdîr etmişse bu takdirde yeme ve içme faydasızdır, demeye benzemektedir. 3) Her ne kadar duâ ederken kullanılan ifâde sîgası bir emir sığası ise de, bu fiilin tazarru’ ve huşu’ ile yapılması durumu, onun emir sîgasında olmasını hükümsüz kılar. 4) Cenâb-ı Allah kullarının bir maslahatının tahakkukunu duâ etmenin sebkat etmesine bağlı kılmış olabilir. 5) Bir İnsan yalvararak duâ eder de, ondan sonra yine Allah Tealâ’mn takdirine razı olursa; bu durumda elde edilen makam, kulların elde edeceği en yüce makam olur. Bu cevab aynı zamanda diğer delillere de cevab olacak vasıftadır. Çünkü duâ da bir ibâdettir.
Dördüncü Nükte : Allah Teâlâ duanın önemine işaret ederken yalnız duâ etmeyi emretmekle yetinmemiş, ayrıca bir başka âyetinde kendisine duâ edilmediği zaman gazab edeceğini de açıklamıştır: «Onlar hiç değilse kendilerine bir azabımız geldiği zaman; yalvarmalı değiller miydi? Fakat kalbleri katılaşmış, şeytân da onlara yaptıklarını süsleyip püslemişti.» (En’âm, 43) Rasûlullah (s.a.) da aynı mânâya işaretle, sizden biriniz (duâ ederken) : Allahım, beni istersen bağışla, demesin. Fakat kesin söylesin ve: Allahım, bent bağışla, desin, buyurmuştur. İşte bu sırra binaendir ki Hz. Musa (a.s.), duâ ederken kesîn bir ifâde kullanmış ve «Rabbım, göğsümü aç.» demiştir.
Beşinci Nükte : Duanın önemini gösteren «Rabbmız dedi ki: Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim.» (Gâfir, 60) âyeti bizim ümmetimizin diğer ümmetlerden daha şerefli olduğuna işaret etmektedir. Evet bu âyet, bizim ümmetimizin en şerefli ümmet olduğunu gösterir. Zîrâ Allah tarafından kendilerine büyük şeref verilen, haklarında «Sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.» (Bakara, 47), «Allah dünyalarda kimseye vermediğini size verdi.» (Mâide, 20) âyetleri in-eâl buyurulan İsrâiloğulları, bu yüksek makamlarına rağmen, Mûsâ (a.s.) ya «Rabbına duâ et de onu bize iyice bildirsin.» (Bakara, 68) isteğinde bulunmuşlar; Havariler ise «Biziz Allah’ın yardımcıları» (Âl-i îmrân, 52) demeleriyle ihraz etmiş oldukları mevkilerine rağmen Hz. îsâ (a.s.) dan kendileri için gökten bir sofra inmesi konusunda duâ et-tnesini istemişlerdir. Halbuki Cenâb-ı Allah, zâtına duâ konusunda bizim ümmetimizden aracıyı kaldırmış, «Bana duâ edin ki duanızı kabul edeyim.», «Allah’ın fazlından lutfundan isteyin.» (Nisa, 32) buyurmuştur. Bu sebeple Ümmet-i Muhammed’in bu faziletinden bihakkın haberdâr olan Hz. Musa (a.s.) : Allah’ım, beni Muhammed ümmetinden kıl, diye duâ etmiş. İlk olarak da ellerini kaldırmış ve: «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir.
Burada, «Kullarım sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım.» âyetinde bilinmesi gereken bir husus daha vardır: Bu âyette Cenâb-ı Allah kullarından bahsetmektedir. Cenâb-ı Allah Teâlâ kullarını yedi sınıf kılmıştır: 1) Ma’sûm kulu. Bunlar hakkında «Muhakkak ki kullarımın üzerine bir nüfuzun olmaz.» (Hıcr, 42) buyurul-muştur. Hz. Mûsâ (a.s.) ise ismetin bundan daha fazlasıyla taltif edilmiş, hakkında «Seni kendim İçin yetiştirdim.» (Tâ-Hâ, 41) buyurul-muştur. İşte Hz. Mûsâ (a.s.) bu durum muvacehesinde ismetinin daha ziyâde olmasını istemiş ve «Rabbını, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir. 2) Seçkin kulur ((Selâm, Allah’ın seçtiği kullarının üzerine olsun.» (Nemi, 59) âyetinde bu smıfa işaret edildiğini görüyoruz. «Ey Mûsâ; risâletim ve kelâmımla seni insanlar arasından seçtim.» (A’râf, 144) âyetiyle daha seçkin bir kul olduğu bilinen Hz. Mûsâ (a.s.), saffetinin daha ziyâde olmasını istemiş ve «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir. 3) Müjdeleyici kulu. «Sözü dinleyip onun en güzeline uyan kullarımı müjdele.» (Zümer, 18) âyetinde işaret edilen bu sınıfa, «Ve Ben, seni seçtim. Öyleyse vahyolunanları dinle.» (Tâ-Hâ, 13) âyetinin delaletiyle Hz. Mûsâ (a.s.) bu dereceye dâhil idi. Ancak O, daha ziyâde beşaret (müjde) istemiş ve: «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir. 4) Keramet kulu. Buna «Ey kullarım, bugün size hiç bir korku yoktur.» (Zuhruf, 66) âyeti delâlet eder. Cenâb-ı Allah’ın: «Korkmayın;
Ben sizinle beraberim.» (Tâ-Hâ, 46) buyurduğu Hz. Mûsâ (a.s.) bu kerametle taltif edilmişti. Ancak o, keramet kulluğunun bir derece daha artmasını istemiş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye duada bulunmuştur. 5) Bağışlanmış kulu. «Kullanma bildir ki: Benim Ben, Gafur, Rahîm olan.» (Hıcr, 49) âyeti bu nevi kula delâlet eder. Hz. Mûsâ (a.s.) bu sınıfa dâhil idi. Zîrâ «Rabbım, beni bağışla.» diye duâ etmiş, Allah Te-âlâ da kendisini bağışlamıştı. Ancak o, daha ziyâde mağfiret taleb etmiş ve : «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir- 6) Hizmet kulu. «Rabbınıza ibâdet edin.» (Bakara, 21) âyetinde ifâde edilen bu sınıfa, «Seni kendim için yetiştirdik», hitabına mazhar olan Hz. Mûsâ (a.s.) da dahil idi. Fakat o, bu nevi kulluk derecesinin artmasını istediği için «Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir. 7) Kurbiyyet kulu. (Zâtına kurbiyyetle taltif edilmiş kulu). «Kullarım sana Beni sorarlarsa; Ben çok yalanım. Bana duâ edince Ben, o duâ edenin duasına icabet ederim.» buyurularak ifâde edilen bu nevi kulluğa şüphesiz Hz. Mûsâ (a.s.) da dâhildi. Çünkü Cenâb-ı Allah onun hakkında «Ona Tûr’un sağ yanından seslendik ve onu gizlice söyleşmek için yaklaştırdık.» (Meryem, 52) buyurmaktadır. Ama Hz. Mûsâ (a.s.) bu nevide de daha ileri gitmek istemiş ve ((Rabbım, göğsümü aç.» diye duâ etmiştir[7]
Beşinci Fasıl : Göğsü açmanın mâhiyetine dâirdir. Alimler göğsü açmanın mâhiyetini iki şekilde açıklamışlardır
1) Göğsü açmak, insan kalbinde dünyaya ne rağbet” ve ne de korku biçiminde bir bakışın kalmamasıdır, tnsan kalbinin dünyaya rağbet etmesi demek kalbin aile ve çocuklarla, onların yararlarını te’mîn etmek ve zarar görmelerine mâni’ olmakla meşgul olması demektir. Kalbin dünyaya korku ile yönelmesi ise, düşman ve hasımlarından korkması demektir. İşte Allah, bu özellikte olan kalbi açtığı zaman artık o kalbin İlgilendiği dünya metâı olan her şey onun nazarında küçülür, Önemsiz hale gelir. O derece küçülür ki bir sinek, bir tahta kurusu ve bir sivrisinekten farksız kalır; ne insanın kendisine meylini uyandırabilir, ne de korkulacak bir varlık olur. Artık bundan sonra dünya metâı olan her şey, onun nazarında bir hiç hükmüne geçer. İşte insan, dünyayı bu nazarla görmeğe başladığı zamandır ki, kalbi tamamıyla Allah Teâlâ’nm rızâsına doğru yönelir. Temsilî bir açıklama yapmak gerekirse, kalb bir su gözesine, insanın kuvveleri ise zayıf karakterli oldukları için bir küçük su gözesine benzetilebilir. Bir kaynağın suları birçok kanala akıtılırsa bu kanalların her birinde bulunan su miktarı azalır. Oysa bu kanalların suyunun tümü bir tek kanalda toplanmış olsa, bu takdirde su güçlü bir hal alır. îşte insan kalbi ve duyguları bu misâle benzediği ve bu gerçeği taşıdığı içindir ki Hz. Mûsâ (a.s.), Cenâb-ı Allah’tan dünyanın kusurlarına ve çirkin hallerine kendisini muttali’ kılarak kalbini açmasını taleb etmişti ki böylece kalbi anlara karşı nefretle dolsun. Bu nefret doğduktan sonradır ki kalb bütünüyle kudsî âleme ve rûhânî makamlara yönelmiş olur.
2) İlim erbabı kalbin açılmasını bir de şu tarzda izah etmişlerdir : Mûsâ (a.s.), o yüce makama (peygamberlik makamına) getirildiği zaman ağır yükümlülüklerle karşı karşıya kalmıştır. Vahyedilen emir ve yasaklan muhafaza etmek, Cenâb-ı Allah’a sürekli ibâdet etmek ve toplumu ıslâh gibi yükümlülükler o ağır teklîfâtm sâdece birkaçını teşkil ediyordu. Mûsâ (a.s.), hem dünya ve hem de âhiret işlerini çekip çevirmekle mükellef kılınmış gibiydi. Ancak bunların ikisini birlikte idare etmek çok zordu. Çünkü dünya ve âhiretten birisine yönelmek diğeri ile meşgul olmaya bir nevi engel oluyordu. Nitekim bir şeye bakmakla meşgul olan kimsenin işitme duyusu, dinlemekle meşgul olanın ise görme ve düşünme’ duyusu fonksiyonunu yerine getiremez. Görülüyor ki, insanın duyulan birbiriyle çekişme halinde bulunmaktadır; ve Mûsâ (a.s.) da tüm bu duyulara muhtaç bir halde bulunmaktaydı; ve Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref olan bir insan, bu noktadan sonra herhangi bir mahlûkun her türlü güzelliğini ürkeklikle karşılar, ondan kaçar ve istemez. Tamamen gerçek olan bu durumlardan dolayıdır ki Mûsâ (a.s.), Cenâb-ı Allah’tan kendisine duyu mükemmelliği lütfederek göğsünü açmasını taleb etmiştir. Mûsâ (a.s.) bu isteğini dünya ve âhiret işlerini birlikte yürütebilmek için yeterli gücü elde etmek düşüncesiyle yapmıştır. İşte göğsü açmakla kasde-dilen mânâ budur. Ayrıca ilim,erbabı zikrettiğimiz bu mânâyı açıklamak için birtakım misâller serdetmişlerdir :
Birinci Misâl : İnsan bedenini bir şehre benzetirsek; burada bulunan göğüs bir kaleye, fuâd bir köşke, kalb bir taht’a, rûh krala, akıl vezire, şehvet şehre mal girmesini sağlayan bir büyük görevliye, gazab sürekli eğitim ve ceza ile meşgul olan ordu komutanına, duyu organları casuslara, diğer kuvveler hizmetçi, işçi ve zenâatkârlara benzerler, öte yandan bu şehre, bu kale ve bu krala düşman olan bir şeytân bulunmaktadır. Bu şeytâna ordusu hevâ, hırs ve diğer kötü huylardan oluşan bir kral demek de mümkündür. Bir şehre benzeyen insan bedeninde, rûh kralı ile şeytân arasında süren devamlı bir savaş göze çarpmaktadır. Bu savaşta rûh meydana önce veziri aklı, şeytân da ona karşı yine veziri nefsi ileri sürer. Akıl insanı Allah (c.c.) a çağmrken, nefis de şeytâna çağınr. Rûh ikinci merhalede zekâyı akla yardımcı olarak ileri sürer. Şeytân da buna mukabil şehveti çıkarır. Burada zekânın insanı dünyevî fenalıklardan alıkoymaya çalıştığı, şehvetin ise kişiyi dünyevî lezzetlere doğru ittiği görülür. Sonra rûh, zekâya yardım etmesi için düşünceyi ileri çıkarır, o da Hz. Peygamber (s.a.) in: Bir saat tefekkürde bulunmak, bir sene (nafile) ibâdet etmekten daha iyidir, sözünü haklı çıkararak gözle görünen ve görünmeyen her türlü günâh ve ayıba karşı koyar. Şeytânın düşünceye karşı çıkardığı askeri ise gaflettir. Sonra rûh hilim ve sebatı, temkinli ve vakur olmayı ileri sürer. Çünkü acele etmek insana güzeli çirkin, çirkini de güzel gösterebilir. Hilim ve teennî ise akla dünyevî eşyanın çirkinliklerini gösterir. Şeytân buna karşılık acele etmeyi ve sür’ati çıkarır. Bu hususiyetten dolayıdır ki, Rasût-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur. Hilim bir yere girdiği zaman mutlaka orayı süsler. Acele etmek ise girdiği yeri muhakkak çirkinleştirir. Bunun içindir ki, yer ve gökler altı günde yaratılmıştır. Böylece insanlar teennî ve sebatı öğreneceklerdir. Buraya kadar İnsan içinde, iki sınıf arasında meydana gelen düşmanlığı görmüş bulunuyoruz. Kalb ve göğüs, bu insan şehrinin kalesi hükmündedir. Bir kalenin, çevresinde bir de hendek vardır. Bu hendek zühd-dür. Onun bir de sûru vardır : Âhireti istemek ve Allah Teâlâ’yı sevmek. Şayet hendek derin ve geniş, sûr da sağlam olursa; şeytân ordusu onu aşamaz ve geri çekilerek kaleyi terk eder. Fakat hendek derin ve ‘geniş, sûr da muhkem olmazsa düşman kaleyi fetheder ve içeri girer; nefis, kendini beğenme, kibir, cimrilik, Allah hakkında sû-i zann besleme, söz taşıma ve gıybet gibi askerlerini de içeride beraber bulundurur. Bu durumda kral köşkten çıkamaz, zor bir duruma düşer. Bu işgal karşısında ancak Cenâb-ı Hakk’ın kuluna hayır yollarını açması, şer yollarını kapamak suretiyle yardımını göndermesi ve bu yabancı askerleri kaleden çıkarması halinde durum normale döner, göğüs açılır, şeytânın baskıları, orduları dağılır, çıkar ve Cenâb-ı Allah’ın hidâyet nurları içeri girer. İşte «Rabbım, göğsümü aç.» âyeti bu mânâyı ifâde etmektedir.
îkinci Misâl: Nurun bulunduğu yerin kalb olduğunu biliyoruz. Bir insanın eş ve çocuklarla, insanlarla düşüp kalkmasıyla, eğlenmekle, düşman korkusuyla meşgul olmasının kalb güneşinin nurunun, göğüs fezasına ulaşmasına mâni olacağını da bilmekteyiz. İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Allah bir insanın basiretini güçlendirir de bu insan mahlûkâtm acizliğini, dünya ve âhirette pek az faydası olduğunu anlarsa, bütün mahlûkât onun gözünde küçülür ve hattâ Cenâb-ı Hakk’ın «O’ndan başka her şey yok olacaktır.» (Kasas, 88) buyurduğu gibi, onları bir hiç mesabesinde görmeğe başlar. Mâsivâ’nm bir hiç olduğunu müşahede edinceye kadar mâsivâ üzerinde tefekkür eden insanın müşahede anından itibaren kalbi ile Allah (c.c.) in celâl nurları arasında bulunan perde kalkar. Bu perdenin kalkması ile de kâlb o yüce, ilâhî nurla dolar ki, göğsün açılması budur.
Altıncı Fasıl: kelimesinin mânâsı hakkındadır. Bu kelime Mûsâ (a.s.) nın duasını ihtiva eden bu âyette kalb mânâsına gelmektedir. Nitekim «Allah’ın gönlünü İslâm’a açtığı» (Zümer, 22), «Rab» bım. göğsümü aç.», «Göğüslerde bulunanların derlenip toparlanacağı an.» (Âdiyât, 10), «(Allah) göğüslerin gizlediğini bilir.» (Gâfir, 19) gibi âyetlerde de aynı mânâya kullanılmıştır. kelimesi göğüs boşluğu mânasına da kullanılmıştır; «Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalblerde körleşir.» (Hacc, 46) âyetlerinde olduğu gibi.
Âlimler aklın mahalli konusunda ihtilâf etmişler; bazıları aklın mahalli kalbdir, derken, bazıları da hayır, beyindir, demiştir. Kelâm ilmi âlimlerinin cumhuruna göre aklın mahalli kalbdir. Ki biz bu konuyu Şuarâ sûresinin (Onu senin kalbine Rûh el-Emin indirdi.» (Şu-arâ, 193) âyettni tefsir ederken açıklamış bulunuyoruz. Bazı ilim erbabı ise insanda dört önemli merkez bulunduğunu söylemektedirler: Sadr, kalb, fuâd ve akıl. Bunlara göre sadr (göğüs); İslâm’ın barındığı yerdir. Nitekim Allah Teâlâ, «Allah’ın, gönlünü İslâm’a açtığı…» (Zümer, 22) âyetinde buna işaret etmektedir. Kalb ise îmânın bulunduğu yerdir. «Fakat size îmânı sevdirdi ve onu sizin kalblerinizde süsledi.» (Hucurât, 7) âyeti de bu mânâya delâlet etmektedir. Fuâda gelince; burası ma’rifet mahallidir. «Onun gördüğü fuâd (gönül) yalanlamadı.» (Necm, 11) âyeti buna delildir. Akıl ise tevhîdin makamdır. «Ancak akıl sahipleri hakkıyla düşünür.» âyeti buna delildir.
Burada şunu bilmelidir ki, Cenâb-ı Allah aklı bu dünyaya ilk gönderdiği zaman onu bir levha gibi işlenmemiş, düz ve temiz olarak gönderir. Sanki Levh-i Mahfuz ne ise insan bedeninde akıl da odur. Sonra Allah Teâlâ, rahmet ve azamet kalemiyle mevcudat ve mahiyetlerden aklı ilgilendiren her şeyi ona yazar. Bu yazı- insan ölünceye kadar bir tek satır gibi olur, varlığını korur. İşte bu satır, bu yazı mücerred suretler ve mâhiyetlerdir. Sonra tevfîk gemisine binen akıl, onu’ma’kû-(ât dalgalarının yükseldiği denizlere ve ruhanî âlemlere götürür. İşte akıl bu yolculuğu yaparken esmekte olan azamet ve kibriyâ rüzgârlarından dolayı bazan mutluluk rahatlığına erişir, bazan da gerileme rahatsızlığına dûcâr kalır. Tefekkür gemisi bazen celâl parıltılarının, bulunduğu sahillere ulaşır da üzerine ilâhî nurlar yağar; akıl, sapıklık karanlıklarından kurtulur. Bazan da cehalet kayalarına çarpar, ağır hasarlar görür ve batar. İşte bu durumda olan gemi, izzet dalgalarıyla boğuştuğu sürece onun kaptanı nûr ve hidâyet edinmeye muhtaç olacaktır. Bu ihtiyâç İçinde olduğu anda «Rabbım, göğsümü aç.» diye yardım ve ışık ister.
Ayrıca akıl, imkân (âlemi) eteklerinden vücûb âlemi tepelerine yükselirken, eşyanın mâhiyetini ve mücerred varlıkları müşahede ederek daha çok meşgul olmak durumunda kalır. Ma’lûmdur ki her bir mâhiyet, ya bizatihi Allah’ın Zâtıyla beraber bulunur veya O’ndan sudur etmiş olur. Eğer eşya O’nunla beraber bulunan bizatihi varlık olursa, bu durumda kalbe Cenâb-ı Allah’ın celâl nurları dolar da artık orada diğer nurları inceleme isteğine yer kalmaz ve O’ndan başka (mâsi-vâ) her şey göz ve kalbten silinir gider. Şayet akıl eşyayı mütâlâa ederken, Allah Teâlâ’dan sudur eden eserlere taalluk ederse; bu durumda burada acâib bir hal meydana gelir. Şöyleki: Sâf billurdan yapılmış bir küre bulunsun ve güneş ışınları bunun üzerine düşmüş olsun. Bu kürenin üzerine düşen güneş ışınları bir yere yansır ve orası yanar, değil mi? İşte bütün mümkinâtın mâhiyetleri de; böyle Allah Teâlâ’-nın güneşi, O’nun azamet nuru ve celâl parıltısına karşı konmuş bir sâf billur gibidirler. Binâenaleyh insan kalbi mümkinâta yöneldiği zaman, kalb onları tamamıyla kuşatır ve onların herbirinden çıkan ilâhî kibriyâ ışınları kalbe yansır ve onu yakar. Ateş ne denli çok ise, yanma da o derece fazla olacağı içindir ki Mûsâ (a.s.) : «Rabbım, göğsümü aç.» diye dua etmiş, böylece bütün mümkinâtı algılamaya güç ye-tirebilmek, dolayısıyla Allah Teâlâ’nın celâl nurlarının ateşiyle yanma makamına ulaşmak istemiştir. Rasûlullah (s.a.) da aynı mülâhaza ile : Allahım, bize eşyayı olduğu gibi göster, diye duâ etmiş, fakat onların ilâhî celâl nûrlanyla yanmakta olduklarını müşahede edince de duasında «Sana tâm manâsıyla senada bulunamam.» demiştir.[8]
36 — Buyurdu: Ey Mûsâ, istediğin sana verilmiştir.
37 — Zâten sana başka bir defa daha lutufta bulunmuştuk.
38 — Hani annene vahyedilmesi gerekeni vahyetmiş-tik.
39 — Onu bir sandığa koy da suya bırak. Su, onu kıyıya atar. Bana da, ona da düşman olan birisi onu alır. Gözümün önünde yetişesin diye senin üzerine katımdan bir sevgi koydum.
40 — Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona bakacak birini size göstereyim mi? İşte böylece, annen üzülmesin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen bir .cana kıymıştın da, seni üzüntüden kurtarmıştık. Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.
Allah Teâlâ, elçisi Mûsâ (a.s.) nın Rabbından istediklerine icabet buyurduğunu haber veriyor ve ona geçmiş nimetlerini hatırlatıyor. Annesi, onu emzirdiği esnada Firavun ve erkânının onu öldürmesinden korkuyordu. Zîrâ Hz. Mûsâ Firavun ve adamlarının, İsrâiloğullarının erkek çocuklarını öldürdükleri senede doğmuştu. Allah Teâlâ Hz. Mû-sâ’nın annesine ilhamda bulunmuş da çocuğu için bir sandık edinmişti. Çocuğunu emzirir, sonra onu bu sandığa koyar ve sandığı Nil’e bırakırdı. Sandığı evine bir iple bağlardı. Bir keresinde sandığı bağlamak için gitmiş, sandık elinden kurtulmuş ve deniz (Nil nehri) sandığı sürükleyip götürmüştü. Allah Teâlâ’nın : «Musa’nın annesi yüreği bomboş sabahı etti, şayet kalbini pekiştirmemiş olsaydık, neredeyse onu açığa vuracaktı.» (Kasas, 10) Zikrettiği üzere Musa’nın annesi buna son derece üzülmüştü. Nil, sandığı Firavun’un evine götürmüş ve : «Pi-ravun’un adamları bunun üzerine onu aldılar. Çünkü o sonunda kendileri için bir düşman ve bir tasa olacaktı.» (Kasas, 8) Yani Allah’ın takdir buyurmuş olduğu bir kaderdir bu. Zîrâ onlar Musa’nın varlığından çekinerek îsrâiloğullarımn erkek- çocuklarını öldürüyordu. Allah Teâlâ —en yüce hükümranlık ve en mükemmel kudret O’nundur— Hz. Musa’nın ancak Firavun’un ve karısının sevgisiyle beraber onun yiyecek ve içeceği ile beslenmesine hükmetmiştir. Bu sebepledir ki: «Bana da, ona da düşman olan birisi onu alır. Gözümün önünde, (düşmanının yanında) yetişesin diye senin üzerine katımdan bir sevgi koydum. Onu, seni sever kıldım.» buyurulmuştur. Seleme İbn Küheyl der ki: «Senin üzerine katımdan bir sevgi koydum.» âyetini: Allah’ın gö-zetimiyle yetişesin, şeklinde anlamıştır.! Katâde ise burayı: Gözetimimle beslensin, şeklinde anlamıştır. Ma’mer İbn Müsennâ ise : Şol bir haysiyetle ki Ben görürüm (Benim göreceğim bir yerde yetişesin diye) şeklinde anlar. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem ise şöyle demiştir : Yani onu kralın evinde kıldı. Nimet ve refah içindeydi. Onların yanındayken Musa’nın yiyecekleri kral yiyecekleri idi. İşte âyetteki kısmının anlamı budur.
Allah Teâlâ : «Hani kız kardeşin gidip diyordu ki: Ona bakacak birini size göstereyim mi? îşte böylece, annen üzülmesin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik.» buyurur ki; Hz. Mûsâ, Firavun ailesi yanında kalıp yerleştiğinde ona süt anneler getirmişler fakat o, bunları kabul etmemişti. Allah Teâlâ buyurur ki: «Önceden Biz, onun süt annelerin memesini kabul etmemesini sağladık. Bunun üzerine hemşiresi: Size, sizin adınıza ona bakacak ve iyi davranacak bir ev halkını tavsiye edeyim mi? dedi.» (Kasas, 12) Yani: Size onu ücretle em-zirecek birini göstereyim mi? dedi. Çocuğu onlar da yanında olduğu halde annesine götürmüş, annesi memesini ona verince kabul etmişti. Buna çok sevinmişler ve emzirmek üzere onu ücretle tutmuşlar. Böylece Hz. Musa’nın annesi, oğlu sebebiyle dünyada mutluluğu, yüceliği ve rahatı bulmuş, âhirette ise daha bol olanına kavuşmuştur. Bunun içindir ki bir hadîste şöyle buyrulur : Allah’tan hayır dileyerek bir işi yapanın benzeri, Musa’nın annesinin misâli gibidir. Hem kendi çocuğunu emzirmiş ve hem de ücretini almıştır. Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor : İşte böylece, annen sana üzülmesin de gözü aydın olsun diye seni ona geri vermiştik. Ve sen bir kıptînin canına kıymıştm da, Firavun ailesinin seni öldürmeye azmetmesi sebebiyle başına gelen üzüntüden kurtarmıştık. Hz. Mûsâ kıptîyi öldürdükten sonra onlardan kaçmış ve nihayet Medyen suyuna kadar gelmişti. İşte oradaki sâlih kişi ona: «Korkma, artık zâlimler güruhundan kurtuldun.» (Kasas, 25) demişti.
«Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.» âyetinde İmâm Ebu Abdurrahmân Ahmed îbn Şuayb en-Neseî, —Allah ona rahmet eylesin— Sünen’inin tefsir bölümünde der ki:[9]
Fitneler Hadîsi
Bize Abdullah îbn Muhammed… Saîd İbn Cübeyr’den rivayetinde şöyle demiştir : Abdullah İbn Abbâs’a Hz. Mûsâ hakkındaki «Hem seni birçok musibetlerle denemiştik.» âyetini ve : Bu musibetler neler idi? diye sordum. Ey Cübeyr’in oğlu sabahleyin gel, onun uzun bir hadisi var, dedi. Sabah olunca va’detmiş olduğu bu musibetler hadîsini bana anlatması için İbn Abbâs’a gittim şöyle anlattı: Firavun ve erkânı, Allah Teâlâ’nm Hz. İbrahim (a.s.) e, onun zürriyetinden peygamberler ve krallar çıkaracağı va’di hakkında müzâkerede bulunuyorlardı. Onlardan birisi: Muhakkak ki İsrâiloğulları bunu bekliyorlar, bunda hiç şüphe etmiyorlar. Bunun Ya’kûb’un oğlu Yûsuf olduğunu sanıyorlardı. O öldüğünde : İbrahim’in va’di böyle değildi, dediler, dedi. Firavun: Nasıl düşünüyorsunuz? diye sordu. Müşavere ettiler ve nihayet topluca şu karâra vardılar: Yanlarında büyük, keskin bıçaklar olan adamlar gönderecekler, bunlar İsrâiloğullannin evlerini dolaşacak, buldukları her erkek çocuğu kesecekler. Böylece de yaptılar. Ancak îsrâiloğulları, büyüklerinin eceliyle öldüklerini, küçüklerinin ise boğazlandıklarını görünce şöyle dediler: Çok geçmeden îsrâilo-ğullannı tüketeceksiniz ve onların üstlenmekte oldukları hizmetleri, işleri bizzat yapmak zorunda kalacaksınız. Bir sene doğan erkek çocukları öldürün, erkek çocukları azalsm. Bir sene de bırakın, onlardan hiç kimseyi öldürmeyin. Büyüklerden ölenlerin yerine küçükler yetişsin. Sizin onlardan öldürmeyerek sağ bıraktıklarınız hiç bir zaman ço-ğalmazlar ki, onların sizden daha fazla olmalarından korkasınız. Böylece öldürdüklerinizle ihtiyâç duyacaklarınızı bitirmemiş, tüketmemiş olursunuz. Ve bu görüşte karâr kıldılar. Erkek çocukların boğazlanmadığı senede Hz. Mûsâ’nm annesi Harun’a gebe kalıp onu emniyet içinde ve alenî olarak doğurdu. Bir sonraki sene geldiğinde, Hz. Mûsâ (a.s.) ya hâmile kaldı. Kalbi üzüntüyle doldu. Ey Cübeyr’in oğlu, kendisi hakkında beslenen niyetler yüzünden annesinin karnında iken onun başına gelen bu şey, musibetlerdendir. Allah Teâlâ Hz. Musa’nın annesine : «Korkma, üzülme, şüphesiz onu Biz sana döndürecek ve peygamber yapacağız.» diye vahyetti. Ona şöyle emretti; Onu doğurduğun zaman bir sandığa koy, sonra sandığı denize (Nil nehrine) bırak. Hz. Musa’nın annesi doğurduğu zaman böylece yaptı. Oğlu kendisinden gizlenip ayrıldığında şeytân ona geldi ve kadın kendi kendine şöyle dedi: Ben oğluma ne yaptım? Benim yanımda boğazlanmış olsa ve onu kefenleyip gömmüş olsaydım onu denizin hayvanlarına ve balıklarına atmış olmamdan elbette bana daha sevimli gelirdi. Su,’sandığı sürükleyip götürdü-ve Firavun’un karısına âit cariyelerin su aldığı sahile ulaştırdı. Cariyeler sandığı görünce aldılar, açmak istediler. Onlardan birisi: Şüphesiz bunda bir mal vardır. Şayet biz onu açarsak, onun içinde bulduğumuz şeyler hakkında kralın karısı bize inanmaz, dedi. Buldukları şekilde onu yüklendiler, içinden bir şey çıkarmadılar ve nihayet Firavun’un karısına ilettiler. Firavun’un karısı sandığı açtığında bir çocuk gördü. Daha önce hiç kimse hakkında verilmemiş olan bir sevgi çocuğa karşı ona verildi. Hz. Musa’nın annesinin kalbi Musa’yı anmaktan başka her bir şeyden boş kaldı (Musa’dan başka hiç bir şeyi anmaz oldu). (İsrâiloğullannm çocuklarını) kesmek üzere görevlendirilenler bu durumu işittiklerinde ellerinde bıçaklarla Musa’yı boğazlamak üzere hemen Firavun’un karısına geldiler. Ey Cü-beyr’in oğlu, İşte bu da musibetlerdendir. Firavun’un karısı onlara: Bırakın onu, bu bir tek çocuk İarâiloğullannın sayısını artırmaz. Bırakın ki Firavun’a gideyim, onu bağışlamasını isteyeyim. Eğer onu bana bağışlarsa siz güzel bir hareket yapmış olursunuz. Eğer boğazlanmasını emredecek olursa elbette ben sizi suçlamam, dedi. Kadın Firavun’a gitti ve: Benim ve senin gözün aydın olsun (bu çocuk hem benim hem de senin için göz aydınlığı olsun), dedi. Firavun : Senin için olsun ama benim ona ihtiyâcım yok, dedi. Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu : Kendisiyle yemîn edilene yemin ederim ki, şayet Firavun, çocuğun kendisi için karısının, söylediği gibi (ikrar ettiği gibi) göz aydınlığı olmasını kabullenmiş olsaydı, Allah Teâlâ nasıl karısına hidâyet bahsetmişe ona da hidâyet, bahşederdi. Fakat Allah, onu bundan mahrum etmiştir. Firavun’un karısı, çevresindeki sütü olan her bir kadına haber gönderdi ki çocuk için bir süt anne seçsin. Onlardan herhangi bir kadın emzirmek için onu almışsa memesini kabul etmedi. Nihayet Firavun’un karısı, çocuğun süt emmekten imtina ederek açlıktan ölmesinden korktu ve bu onu üzüntüye boğdu. Çocuğun, insanların toplu olarak bulunduğu bir yere, pazara çıkarılmasını emretti. Çocuğun memesini kabul edeceği bir süt anne bulacağını umuyordu. Fakat o, hiç birini kabul etmedi. Hz. Musa’nın annesi üzüntüden şaşkın bir halde geldi de kız kardeşine : İzini sür, onu ara. Bakalım onun adını sanını işitecek misin : Çocuğum yaşıyor mu yoksa onu deniz hayvanları mı yemiş? dedi. Allah’ın Hz. Mûsâ hakkında kendine olan va’dini unutmuştu. Kız kardeşi, kimseye hissettirmeden onu uzaktan gözetledi. Süt anne bulmaktan ümitlerini kestikleri sırada sevinçle : Onu emzirmeyi sizin için üstlenecek ve ona iyi davranacak bir aileyi size göstereyim, dedi. Onu aldılar ve : Nereden biliyorsun? Ona iyi davranacaklarını ne biliyorsun? Çocuğu biliyorlar mı? diye sordular ve bu hususta şüpheye düştüler. Ey Cübeyr’in oğlu, işte bu da musibetlerdendir. Kız kardeşi: Ona iyi davranmaları ve şefkatli olmaları ancak kralın süt anneliğine rağbetleri, kraldan bir fayda ummaları yüzündendir, dedi. Onu gönderdiler de, Hz. Musa’nın annesine gelip ona durumu haber verdi. Hz. Musa’nın annesi geldi. Çocuğu kucağına kbyar koymaz hemen memesine uzanıp emmeye başladı. O kadar ki İki yanı sütle doldu. Firavun’un karısına : Çocuğun için bir süt anne bulduk, diye müjdeler gitti. Hz. Musa’nın annesine haber gönderip onu ve çocuğu getirtti. Çocuğun ona karşı davranışını görünce ; Burada kal, bu oğlumu emzir. Ben onu sevdiğim kadar hiç bir şey; sevmedim, dedi.’ Musa’nın annesi: Ben evimi bırakamam, (evimde) zayi’ olacak bir çocuğum var, onu bırakamam. Eğer gönlün hoş olacaksa onu bana ver, evime götüreyim, benimle birlikte olsun, elimden gelen hiç bir hayrı esirgemez onun için yaparım. Şu kadar var ki evimi ve (evdeki) çocuğumu bırakacak değilim, dedi. Hz. Musa’nın annesi, Allah Teâlâ’nm kendisine daha Önce va’detmiş olduğu birtakım şeyleri de zikretti. Bu; Firavun’un karısına çok zor geldi ve anladı ki, Allah va’dini mutlaka yerine getirecektir. Hz. Musa’nın annesi çocuğunu hemen o gün alıp evine döndü ve Allah Teâlâ onu güzel bir şekilde yetiştirip hakkında takdir buyurdukları için muhafaza buyurdu.
îsrâiloğulları, içinde bulundukları zulüm ve alay edilmekten kurtulabilmek üzere kasabanın bir köşesinde kalmakta devam ediyorlardı. Hz. Mûsâ yürümeye başladığında Firavun’un karısı Musa’nın annesine : Çocuğumu bana gösterir misin? dedi. O da Firavun’un karısına çocuğu ona göstereceği bir gün va’detti. Firavun’un karısı hazinedarları, süt anneleri ve kethüdalarına şöyle dedi: Sizden hiç kimse kalmayıp bugün oğlumu hediyelerle karşılayacak. Ben, emniyetli bir adamı gönderip sizden her birinizin yapacağını saydıracağım. Hz. Musa, annesinin evinden ayrılışından Firavun’un karısının yanma varıncaya kadar kendisini karşılayanlar tarafından hediyelere boğuldu. Firavun’un karısı yanına girdiğinde de bizzat o kendisine hediyeler verdi, ikramda bulundu ve buna çok sevindi. Firavun’un karısı, Hz. Musa’nın annesine de ona iyi bakmasından dolayı hediyeler verdi ve sonra : Kendisine hediyeler versin ve ikramda bulunsun diye onu Firavun’a götüreceğim, dedi. Çocuğu Firavun’un yanına soktuğunda Firavun onu kucağına aldı. Mûsâ, Firavun’un sakalını tutup yere doğru asıldı; Allah düşmanlarından azgınlar Firavun’a : Allah’ın, peygamberi İbrahim’e olan va’dini görmez misin? Şüphesiz o, sana mirasçın olacağını, sana üstün gelip seni devireceğini sanmıştır, dediler. Firavun Musa’yı boğazlamaları için cellâtlarına haber gönderdi. Onun hakkında arzulanan ve onun dûçâr kaldığı her bir belâdan sonra Ey Cübeyr’in oğlu, işte bu da musibetlerdendir. Firavun’un kansı gelip : Bana bağışlamış olduğun bu çocuk hakkında senin aklına gelen bu fikir de nedir? dedi. Firavun : Görmez misin, beni devireceği ve bana üstün geleceği sanılıyor, dedi. Kadın : Benimle senin aranda öyle bir şey yap ki bumın-la gerçek ortaya çıksın : İki kor, iki de inci parçası getirt; bunları çocuğa yaklaştır, eğer incileri tutar da korlardan sakınırsa; bil ki çocuğun aklı eriyor. Eğer incileri istemez ve korları alacak olursa, sen de bilirsin ki hiç kimse aklı erer olduğu halde inciler yerine korları ter-cîh etmez, dedi. Hz. Musa’ya iki kor ve iki inci yaklaştırıldı da (Firavun’un) elini yakacak korkusuyla iki koru onun elinden yakalayıp aldı. Kadın : Görmüyor musun? dedi. Böylece Allah Teâlâ onun Hz. Mûsâ, hakkında düşünüp niyyetlenmiş olduğu şeyi ondan çevirip engelledi. Şüphesiz Allah, işini ulaştıracağı yere ulaştırandır.
Hz. Mûsâ bulûğa erdiğinde güçlü, kuvvetli bir erkek olmuştu. Onunla beraberken Firavun ailesinden hiç kimse Isrâüoğullanndan kimseye bir haksızlık yapmıyor, onlarla alay edemiyordu. O kadar ki bütünüyle bundan vazgeçtiler. Bir gün Hz. Mûsâ (a.s.) şehrin bir köşesinde yürürken birbiriyle döğüşen iki kişi gördü. Birisi Firavun taraftarı, diğeri İsrâiloğullarmdandı. İsrâiloğullarından olanı Firavun taraftarına karşı Musa’dan yardım istedi. Hz. Mûsâ, buna şiddetle öfkelendi. Zîrâ onu tanıyor ve îsrâiloğulları katındaki derecesini, onun İs-railoğullarını nasıl koruduğunu biliyordu. Musa’nın annesinden başka insanlar bu tanışmanın süt kardeşliğinden geldiğini bilmiyorlardı. Ayrıca Allah Teâlâ Hz. Musa’ya, başkalarına bildirmediklerini bildirip onu muttali’ kılmıştı. Hz. Mûsâ, Firavun taraftarına vurup onu öldürdü. İsrâiloğullarından olan o adam ve Allah’tan başka hiç kimse o ikisini görmemişti. Hz. Mûsâ adamı öldürdüğünde : «Bu, şeytânın işidir, zîrâ o, apaçık saptıran bir düşmandır.» (Kasas, 15) demiş ve şöyle ilâve etmişti : «Rabbım, doğrusu kendime zulmettim. Bağışla beni. Bunun üzerine onu bağışladık. Şüphesiz ki Allah, Gafur ve Rahîm olanın kendisidir.» (Kasas, 16). Böylece Hz. Mûsâ, şehirde korku içerisinde olayları ta’kîb etmeye başladı. Firavun’un yanına geldiğinde ona: İsrâiloğul-ları, Firavun ailesinden birini öldürdü. Bizim hakkımızı al, onlara acıma, kolaylık gösterme, denildi. Bana katili bir de olaya şâhid olanı bulup getirin. Şüphesiz kral, delilsiz isbâtsız olarak kavminden hiç kimseyi tutuklamak niyetinde olmadığına göve, benim için bu hususta bilgi toplayın, ben de sizin hakkınızı alayım, dedi. Onlar dolaşıp hiç bir delil ve isbât bulamazken ertesi günü îsrâiloğullarından aynı adam Firavun ailesinden olana karşı Musa’dan yine yardım istedi. Onlara rastladığında daha önce yaptığına pişman olan Mûsâ, gördüğünden hoşlanmadı. îsrâiloğullarından olana kızdı. Firavun ailesinden olanı tutmak isterken, İsrâiloğullanndan olan adama dün ve bugün yaptığından ötürü: «Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın.» (Kasas, 18) dedi. Kendisine bu sözü söyledikten sonra îsrâiloğullarından olan adam Mû-sâ’ya baktı ve onun Firavun ailesinden olan adamı dün öldürdüğü zamanki öfkesine benzer öfkeli bir halde gördü, kendisine «Doğrusu sen, besbelli bir azgınsın» demesinden sonra Hz. Musa’nın kendisim kaydetmiş olmasından korktu. Halbuki Hz. Mûsâ onu kasdetmiyor, ancak Firavun ailesinden olanı kasdediyordu. îsrâiloğullarından olan adam: «Ey Mûsâ, dün bir cana kıydığın gibi bana da mı kıymak istiyorsun?» (Kasas, 19) dedi. Bu sözü sâdece Hz. Musa’nın kendisini Öldürmek istediğini sanarak korkusundan söylemişti. îki düşman birbirinden ayrıldılar ve Firavun ailesinden olanı gidip İsrailoğullarından olan adamdan işitmiş olduklarını onlara haber verdi. Onun: «Dün bir cana kıydığın gibi bana da ma kıymak istiyorsun?» (Kasas, 19) dediğini söyledi. Firavun, Musa’yı öldürmeleri için cellâtlarını gönderdi. Firavun’un adamları, büyük yolda âdetleri üzere yürümeye başlayıp Musa’nın peşine düştüler. Musa’nın kendilerini geçmiş olacağına ihtimal vermiyorlardı. Şehrin uzak bir köşesinden Musa’nın taraftarlarından birisi gelip, kısa yoldan onların önüne geçip Musa’ya ulaştı ve durumu ona haber verdi. Ey Cübeyr’in oğlu, işte bu da musibetlerdendir.
Kz. Mûsâ, Medyen’e doğru yola çıktı.. Bundan önce herhangi bir belâya uğramış değildi. Yol hakkında Rabbına karşı hüsn-i zanından başka hiç bir bilgisi de yoktu. O, şöyle diyordu : «Umarım ki Rabbım, beni yolun doğrusuna hidâyet eder. Medyen suyuna varınca; davarlarını sulayan bir insan topluluğu gördü. Ve onlardan başka sürüleri gö-zartleyen iki kadın buldu.» (Kasas, 22-23). Yani orada koyunlarını bir kıyıda toplamış iki kadın görmüştü. O ikisine : Sizin durumunuz nedir ki insanlarla beraber (koyunlarınızı) sulamıyor, ayrı duruyorsunuz? diye sordu. Onlar : Bu kalabalığa karışıp koyunlarımızı sulamaya gücümüz yok. Onların havuzlarından artanları bekliyoruz, dedilör. Onların koyunlarını sulayıverdi. Kova ile o kadar çok su çekiyordu ki çobanların, koyunlarını sulayan ilkleri oldu. Kızlar koyunlarıyla birlikte babalarına döndüler. Hz. Mûsâ (a.s.) da ayrılıp bir ağacın gölgesine durdu (oturdu). «Rabbım, doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.» (Kasas, 24) diyordu. Kızların babaları onların koyunlarının karınlan ve memeleri dolu olarak çabucak dönmelerini garip karşılayıp : Bugün sizde bir şey var, dedi. Musa’nın yaptığını ona haber verdiler. Kızlardan birinin Musa’yı çağırmasını emretti. Kız Musa’ya gelip onu davet etti. Kızların babası ile konuştuğunda o: «Korkma, artık zâlimler güruhundan kurtuldun.» (Kasas, 25) Ne Firavun’un ne de kavminin bi-, ze karşı herhangi bir gücü yoktur. Biz onun ülkesinde değiliz, dedi. Kızların birisi: «Babacığım onu ücretle tut. Çünkü ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve emîn kişidir.» (Kasas, 26) dedi; Kızların babasının kıskançlığı onu, bu sözü söyleyen kızına : Onun kuvvetini ve emîn oluşunu nereden biliyorsun? demeye şevketti. Kız: Kuvvetine gelince; ssn onun bizim için su sularken kovayı nasıl çektiğini görmedin. Şüphesiz ben su sulama konusunda ondan daha güçlü hiç bir kimse görmedim. Emîn oluşuna gelince; ben ona gittiğim zaman bana baktı, ben ona baktım. Benim bir kadın olduğumu farkeder etmez başını yere eğdi ve hiç kaldırmadı. Tâ ki ben ona senin mesajını ulaştmncaya kadar. Sonra bana: Ardımdan yürü ve bana yolu ta’rîf et, dedi. Babasının gönlü ferahladı, kızının söylediklerinde hüsn-İ zannda bulundu.
Kızların babası Musa’ya şöyle dedi: «Bana sekiz yıl çalışmana karşılık, bu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum. Şayet on yıla tamamlarsan o, senden bir lütuf olur. Ama sana zahmet vermek istemem. İnşâallah beni sâühlerden bulacaksın.» (Kasas, 27). Hz. Mûsâ da böylece yaptı. Allah’ın peygamberi Mûsâ üzerine sekiz sene vâcib olmuştu. İki senesi ise onun va’di olup Allah Teâlâ onun va’dini yerine getirdi ve süreyi on seneye tamamladı.
Saîd İbn Cübeyr der ki: Hıristiyanlardan ve onların âlimlerinden biri bana rastladı da : Musa’nın yerine getirmiş olduğu iki süre hangisidir biliyor musun? diye sordu. Ben; hayır, dedim. O gün gerçekten bilmiyordum. İbn Abbâs’a kavuştum ve bunu kendisine anlattım da: Bilmiyor musun ki Allah’ın peygamberi üzerine sekiz sene vâcib olmuştu. Allah’ın peygamberinin ondan bir şey eksiltmeye hakkı yoktu. Ayrıca o, Musa’nın va’detmiş olduğu va’dini Allah’ın yerine getireceğini de biliyordu. Böylece o, on sene geçirdi. O hıristiyanla karşılaştım ve bunu kendisine haber verdim de, şöyle dedi: Senin kendisine sorduğun ve sana haber veren bu konuda senden bilginmiş. Ben : Evet hattâ daha da üstün, dedim.
Hz. Mûsâ ailesiyle beraber yürüyüp gittiğinde Allah Teâlâ’nın Kur’-an’da anlatmış olduğu ateşi görmesi, asası (değneği) ve (hiç bir hastalık olmaksızın bembeyaz bir halde) elini cebinden çıkarması gibi mucizeleri meydana geldi. Hz. Mûsâ Allah Teâlâ’ya bir adam öldürdüğünden dolayı Firavun ailesinden olan korkusundan ve dilindeki düğümden şikâyet etti. Dilinde bir düğüm vardı ki çokça konuşmasını engelliyordu. Ayrıca kendisine yardımcı olması, diliyle fasih olarak anlatamadığı birçok şeyi kendisi yerine konuşması için kardeşi Harun’u kendisine yardımcı olmasını Rabbından istemişti. Allah Teâlâ onun isteğini kendisine verdi, dilindeki bağı çözdü, Harun’a vahyedip Musa’ya iltihâk etmesini emretti. Hz. Mûsâ, yanında asâsıyla yola çılüp nihayet Hârûn (a.s.) ile buluştu. İkisi birlikte Firavun’a gittiler. Kendilerine izin vermeyerek bir süre kapısında bekletildiler. Şiddetli bir engellemeden sonra nihayet onlara izin verildi de : «Doğrusu biz, senin Rab-bının elçileriyiz.» (Tâ-Hâ, 47) dediler. İkinizin Ratfbı kimdir? dedi. Ve Allah Teâlâ’nın Kur’an’da sana anlatmış olduklarını ona haber verdiler. Sonra Firavun : Siz ikiniz ne istiyorsunuz? dedi ve ona öldürdüğü adamı hatırlattı. Mûsâ senin de işittiğin sözle özür beyân edip : Allah’a îmân etmeni ve İsrâiloğullarmı benimle beraber göndermeni istiyorum, dedi, Firavun bunu kabul etmedi ve : «Şayet sâdıklardan isen o zaman bir âyet getir.» (Şuarâ, 154) dedi. Hz. Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler o, ağzını açmış Firavun’un üzerine koşan kocaman bir yılandır. Firavun onun kendisine yöneldiğini görünce; ondan korktu, tahtından atladı ve onu kendisinden engellemesi için Musa’dan yardım istedi. Hz. Mûsâ, onun bu isteğini yerine getirdi. Sonra elini cebinden çıkardı ve Firavun, alatenlilik gibi bir hastalık olmaksızın bembeyaz olduğunu gördü. Sonra Mûsâ elini tekrar cebine koydu da eli önceki rengine döndü. Firavun, gördükleri hakkında çevresindekileri e istişare etti. Ona : «Bu iki sihirbaz sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» (Tâ-Hâ, 63) dediler ve Hz. Musa’nın istediklerinden hiç birisini vermeyi kabul etmediler. Firavun’a : Bu ikisi için sihirbazları topla. Sihirbazlar senin ülkende çoktur. Sihrinle bu ikisinin sihrine böylece üstün gelirsin, dediler. Firavun şehirlere haberciler gönderdi ve her bir bilgin sihirbaz onun için toplandı. Firavun’a geldiklerinde : Bu sihirbaz ne ile sihir yapıyor? diye sordular. Yılanlarla iş görüyor, dediler. Onlar : Allah’a yemin ederiz ki yeryüzünde bizim yılanlar, ipler ve değneklerle yapmakta olduğumuz sihri yapacak hiç kimse yoktur. Eğer galip gelenler biz olursak mükâfatımız ne olacak? dediler. Firavun onlara : Siz benim akrabalarım ve hâs adamlarımsınız. Sevip istediğiniz her şeyi size yapacağım, dedi. Bayram günü va’dleştiler ve insanların kuşluk vakti toplanmasını kararlaştırdılar. Onların bayram günlerine zînet günü denirdi. Saîd îbn Cübeyr, İbn Abbâs’ın kendisine şöyle naklettiğini söyler : Allah Teâlâ’nm Hz. Musa’yı Firavun ve sihirbazlara galip getirdiği zînet günü aşûra günüdür.
Geniş ve düz bir yerde toplandıklarında insanlar birbirlerine şöyle diyorlardı: «Eğer onlar gâlib gelirlerse, büyücülere belki biz de tâbi oluruz.» (Şuarâ, 40). Bununla Hz. Mûsâ ve Harun’u kasdediyor ve ikisiyle alay ediyorlardı. Sihirbazlar sihirlerinin güçlülüğüne inanarak : «Ey Mûsâ sen mi atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım.» (A’râf, 115) dediler. Hz. Mûsâ’nn : «Hayır, siz atın, demesi üzerine iplerini ve değneklerini atıp : Firavun’un hakkı için elbette biz gâlib gelenleriz.» (Şuarâ, 44) dediler. Hz. Mûsâ onların sihrini (büyüsünü) görünce’ içinde bir korku hissetti. Allah Teâlâ ona asasını atmasını vahyetti. Asasını yere atar atmaz ağzını açmış büyük bir ejderhâya dönüştü. Sihirbazların değnekleri ipleri karışmaya başladı ve ejderhâ karşısında boğazlanmaya razı olup boyun eğmiş bir koyun gibi oldu. Bunlar ejderhâ tarafından yutuldu da nihayet yutulmadık ne bir değnek ne de bir ip kaldı. Sihirbazlar bu durumu anlayınca : Şayet bu bir sihir olsaydı, bizim sihirimiz karşısında bu duruma yükselmezdi. Fakat bu, Allah’tan olan bir iştir. Biz Allah’a ve Musa’nın getirdiklerine inandık. İçinde bulunduğumuz durumdan Allah’a tevbe ediyoruz, dediler. İşte orada Allah Teâlâ, Firavun ve taraftarlarının belini kırdı, hakkı üstün getirdi, onların yapagelmekte oldukları da bâtıl oldu. «İşte orada yenildiler, hor ve hakîr geri döndüler.» (A’râf, 119). Bu arada Firavun’ün kansı üzerindeki süslü elbiseleri atmış Musa’nın, Firavun ve taraftarlarına üstün gelmesi için Allah’a duâ ediyordu. Firavun’ün ailesinden onu gö-fenler, Firavun ve taraftarlarına acımasından dolayı üzerindeki süslü elbiseleri attığını sanmıştı. Halbuki o, ancak Hz. Mûsâ İçin olan üzüntüsünden böyle yapmıştı.
Hz. Mûsâ, Firavun’ün yalancı vaadleri ile uzun süre kaldı. Bir mucize getirdiği zaman, mucize esnasında İsrâiloğullarını onunla beraber göndereceğini va’dediyor, mucize geçince ise sözünden dönüp : Senin Rabbın bundan başkasını yapmaya güç yetirebilir mi? diyordu. Allah Teâlâ Firavun kavmi üzerine ayrı ayn mucizeler olarak tûfân, çekirge, haşerât, kurbağa ve kan mucizelerini gönderdi. Bunların her birerinde Firavun Musa’ya yalvarıyor, bu musibetin kendisinden kaldırılmasını, engellenmesini istiyor ve İsrâiloğullarını kendisiyle beraber göndereceği konusunda ona te’mînât veriyordu. Her biri bir musibet olan mucizeler ondan kaldırıldığında ise sözünden dönüyor, ahdini bozuyordu.
Nihayet Allah Teâlâ Musa’ya kavmini geceleyin çıkarmasını emretti. Sabah olduğunda Firavun onların kaçıp gitmiş olduklarını görerek şehirlere adam toplayıcılar gönderdi. Kalabalık ve büyük bir ordu ile peşlerine düştü. Allah Teâlâ denize şöyle vahyetmişti: Kulum Mûsâ asâsıyla sana vurduğu zaman on iki parçaya bölün ki Mûsâ ve beraberindekiler geçsinler. Henüz içerde kalan Firavun ve taraftarlarının üzerine kapan. Mûsâ, denize asâsıyla vurmayı unuttu. Denize ulaştı. Mûsâ asâsıyla denize vurmayı unutur da Allah’a âsî olmuş olur korkusuyla denizin korkunç bir gürlemesi vardı. İki topluluk birbirini görüp yaklaştıklarında Hz. Musa’nın ashabı: «Bize yetiştiler.» Rabbınm sana emrettiğini yap. Şüphesiz O yalan söylemedi, sen de yalan söylemedin, dediler. Hz. Mûsâ: Denize geldiğim zaman geçebilmem için on İki parçaya bölüneceğini bana va’detmişti, dedi ve bundan sonra asasını hatırlayıp denize asâsıyla vurdu. Bu, Firavun ordusunun öncülerinin Hz. Musa’nın ordusunun ardçılanna iyice yaklaştığı bir zamanda olmuştu. Rabbmın emrettiği ve Musa’ya va’dettiği gibi deniz yarıldı. Mûsâ ve ashabının tamâmı denizi geçip Firavun ve ashabı denize girdiklerinde yine Allah Teâlâ’nın emrettiği gibi deniz onların üzerine kapandı. Hz. Mûsâ denizi geçtiğinde ashabı: Biz Firavun’ün boğulmuş olmasından korkuyoruz ve onun helakinden emin de değiliz, dediler. Hz. Mûsâ Rabbına duâ etti, onun duası üzerine Firavun’u cesedi ile (denizden) çıkardı ve nihayet onun helak olduğuna kesin olarak inandılar.
Sonra putlara tapınan bir kavme rastladılar ve dediler ki: Ey Mûsâ, onların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yap. «O da dedi ki:
Siz gerçekten câhil bir topluluksunuz. Şüphesiz ki bunların içinde bulundukları; yok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları şey de bâtıldır.» (A’râf, 138-139). Siz size yetecek (sizi putlara tapınmaktan alıkoyacak) ibretler gördünüz ve işittiniz deyip yürüdü. Hz. Mûsâ, onları bir yerde konaklattı ve : Harun’a itaat ediniz. Ben sizin üzerinize yerime onu bırakıyorum. Ben Rabbıma gidiyorum, dedi ve otuz gün sonra onlara döneceğini va’detti. Rabbma gelip otuz gün içinde O’nunla konuşmayı murâd ettiğinde, bu otuz günün gecesi ve gündüzünde oruç tuttuğu için oruçlu ağzındaki koku ile Rabbıyla konuşmayı hoş görmedi ve yerdeki bir bitkiden bir parça alıp çiğnedi. Rabbma geldiğinde O, olanları en iyi bilen olduğu halde Musa’ya : Niçin iftar ettin? diye sordu. Hz. Mûsâ : Ey Rabbıın, ağzımda hoş bir koku olmaksızın Seninle konuşmaktan hoşlanmadım, diye cevab verdi. Rabbı: Ey Mûsâ, oruçlu ağızının kokusunun misk kokusundan daha hoş olduğunu bil-medin mi? Dön, on gün oruç tut, sonra Bana gel, buyurdu. Hz. Mûsâ (a.s.), kendine emrolunanı yerine getirdi. Musa’nın kavmi onun, verilen sürede kendilerine geri dönmediğini gördüklerinde, bu onların hoşuna gitmedi. Hz. Hârûn (daha önce) onlara hitâbetmemiş ve : Şüphesiz Mısır’dan çıkarken Firavun kavminin sizin yanınızda emânetleri, ödünç verdikleri şeyler vardı. Sizin de onlarda emânetleriniz ve ödünç verdiğiniz şeyler vardı. Ben görüyorum ki .sizin olup ta onların yanında kalanlar hususunda siz Allah’tan ecir dilemektesiniz. Ancak onlardan size emânet veya ödünç olarak kalan şeyleri size helâl olarak görmüyorum. Biz, bunlardan hiç birisini onlara geri verecek veya kendimiz için tutacak değiliz, demiş, bir çukur kazdınp bütün kavmin yanlarında emânet veya ödünç olarak kalan eşya, süs ve benzeri şeyleri bir çukura atmalarını emretmişti. Sonra onların üzerine bir ateş yaktırıp hepsini yakmış; işte şimdi ne bizim ne de onların oldu, demişti.
Sâmirî, îsrâiloğullarınm komşulardan ineğe tapan bir kavimden idi. İsrâiloğullarından değildi. Hz. Mûsâ ve İsrâiloğullan göçtüklerinde onların peşine takılmıştı. Sâmirî için bir iz (rivayete göre Cibril’in kısrağının ayağının değdiği yerdeki toprak) görmesi ve ondan bir avuç alması takdir buyurulmuştu. Harun’a uğradı da Hârûn (a.s.) ona: Ey Sâmirî, elindekini atmayacak mısın? diye sordu. O, avucunu kapalı tutuyordu ve bu uzun süre içinde avucunda olanı hiç kimse görmemişti. Bu, sizi denizden geçiren elçinin izinden bir avuçtur. Onu attığım zaman dilediğimin olması için şayet Allah’a duâ edersen ancak o zaman atarım, dedi. Sâmirî, avucundakini attı ve Hârûn onun içîn duâ etti. Sâmirî : Onun bir buzağı olmasını istiyorum, dedi. Çukurdaki eşya, süs, bakır veya demirden ne varsa bir araya toplandı ve içi boş bir buzağı haline geldi. Onda rûh yoktu ve bir böğürmesi vardı.
îbn Abbâs der ki: Hayır, Allah’a yemîn ederim ki onun asla bir sesi olmadı. Ancak rüzgâr onun arkasından girip ağzından çıkıyordu. İşte ses bundan meydana geliyordu.
İsrâiloğulları fırkalara bölündü. Bir bölük : Ey Sâmirî, bu nedir? Bunu en iyi bilen sensin, dediler. Sâmirî : Bu, sizin Rabbınızdır. Fakat Mûsâ yolunu kaybetti, dedi. Bir bölük : Mûsâ bize dönünceye kadar biz bu adamı yalanlamayız. (Yalanlamayalım). Eğer bu bizim Rabbımız ise biz onu kaybetmiş ve onu gördüğümüz zaman ondan âciz kalmamış oluruz. Şayet Rabbımız değilse Musa’nın sözüne uyarız, dediler. Bir bölük ise : Bu, şeytânın işidir. Asla bizim Rabbımız değildir. Biz ona inanmayız ve doğrulamayız, dediler. Ancak, Sâmirî’nin buzağı hakkında söylemiş olduğu sözlerin doğru olduğu bir bölümünün aklına yattı ve açıkça Musa’yı yalanladılar. Hz. Hârûn onlara : Ya Musa’nın durumu nedir? Bize otuz gün sonra döneceğini va’detti, sonra sözünden döndü. İşte kırk gün geçmedi mi? dediler. Onların beyinsizleri de : Her halde Rabbını kaybetti, onu arıyor, peşinden gidiyor, diye ilâve ettiler.
Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ ile konuşup Rabbı ona söylediklerini söylediğinde, arkasından kavminin başına gelenleri ona haber verdi. «Mûsâ kavmine kızgm ve üzgün olarak döndü.» (Tâ-Hâ, 86) ve Kur’an’da işitmiş olduklarını onlara söyledi. Kardeşinin başından tutup kendine doğru çekmeye başladı ve öfkesinden levhaları yere attı. Sonra kardeşinin özürünü kabul edip onun için mağfiret diledi. Sâmirî’ye gidip : Seni böyle yapmaya sürükleyen nedir? diye sordu. Sâmirî : «Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Ve bunu (zînet eşyalarını erittiği yere) attım nefsim böyle yaptırdı bana.» (Tâ-Hâ, 96) dedi. Hz. Mûsâ : «Haydi git, doğrusu hayatta artık; bana dokunmayın, demekten başka yapacağın bir şey yoktur. Bir de senin için hiç kaçamayacağın bir ceza günü var. Sarılıp durduğun üstüne düşüp tapındığın ilâhına bak; yemîn olsun ki Biz onu (buzağıyı) yakacağız, parça parça edip sonra da denize atacağız.» Eğer bir Allah olmuş olsaydı, elbette bunlar onun başına gelmezdi, dedi ve İsrâiloğulları fitneyi kesin olarak görüp inandılar. Buzağı hakkında Hz. Harun’un görüşünü paylaşanlar sevinip şâd oldular ve kendi cemaatları için :Ey Mûsâ, Rabbından bizim için tevbe kapısını açmasını iste de tevbe edelim, yaptıklarımızdan dolayı bizi bağışlasın, dediler. Hz. Mûsâ, bu iş için kavminden yetmiş kişi seçti. Bunlar hiç bir hayrı esirgemeyen, İsrâiloğullarının seçkinleri ve buzağıya tapmayan (buzağı ile Allah’a şirk koşmayan) kimselerdi. Onlar için tevbe dilemek üzere onları alıp götürdü. Yeryüzü onları sarstı da, Allah’ın peygamberi kendilerine bu iş yapıldığı zaman kavminden ve kavmi içinden seçtiklerinden utandı ve : «Rabbım; dile-seydin önce onları da helak ederdin, beni de. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin?» (A’râf, 155) dedi. İçlerinde kalbinde buzağı sevgisi ve nna îmân yerleşmiş olan kimselere Allah Teâlâ Musa’yı muttali’ kılmıştı. îşte bu yüzdendir ki onları sarsmıştı. «Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben, onu sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara; işte onlara yazacağım. Onlar ki; yanlarındaki Tevrât’da ve İncil’de, yazılı bulacakları; okuma, yazma bilmeyen ve nebî olan Rasûle tâbi olurlar.» (A’râf, 156-157) buyurdu. Hz. Mûsâ : Ey Rabbım, ben kavmim için Senden tevbe istedim. Sen ise rahmetini benim kavmimden başka bir kavim için yazdığını buyurdun. Ne olur keşke beni geciktirseydin de, o rahmete nail olmuş kişinin ümmeti içinde çıkaraydın, dedi Allah Teâlâ ona : Onların (kavminin) tevbesi, onlardan her bir kişinin babası veya çocuğu olsun kavuştuğunu kılıçla öldürmesidir. O yerde öldürdüğünün kim olduğuna aldırmayacaktır, buyurdu. Böylece Hz. Mûsâ ve Harun’a gizli kalıp ta Allah’ın, günâhlarına muttali’ olduğu kimseler tevbe edip günâhlarını itiraf ettiler ve emrolunduklarını yaptılar da Allah Teâlâ hem öldüreni hem de öldürüleni bağışladı.
Sonra Hz. Mûsâ (a.s.), onları Arz-ı Mukaddes’e doğru yola çıkarıp yürüttü. Öfkesi dindikten sonra levhaları aldı ve onlara ulaştırmakla emrolunduğu görevleri onlara emretti. Bu, onlara ağır geldi ve kabulden imtina’ ettiler. Allah Teâlâ dağı yerinden söküp onların üzerine bir gölge gibi kaldırdı. Dağ onlara o kadar yaklaştı ki, üzerlerine düşeceğinden korktular. Elleriyle kitabı aldılar. Başlarını yan olarak yere koymuşlar dağa bakar durumdaydılar, kitab da ellerinde idi. Onlar dağın hemen arkasında ve onun üzerlerine düşeceği korkusu içindeydiler. Sonra yürüdüler ve nihayet kutsal yere geldiler. Orada bir şehir ve şehirde zâlim bir kavim buldular. Yaratılışları hoşlanılmayacak bir yaratılıştı. —Anlatanlar onların meyveleri hakkında ve meyvelerinin büyüklüğü üzerinde garip durumlar da zikrederler.— Dediler ki: Ey Mûsâ, muhakkak orada zâlim bir kavim var. Bizim onlara -gücümüz yetmez. Onlar oradayken biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz oraya gireriz. İsrâiloğüllarının korktuğu kavimden iki kişi —Ye-zîd’e soruldu da : Evet, o iki adam şehirdeki zâlim kimselerden olup Mû-sâ’ya îmân etmiş ve onun yanına çıkmışlardır, dedi— Biz kavmimizi iyi biliriz. Siz onların cüsselerinden, sayılarından gördüklerinizden korkuyorsunuz. Halbuki onlar, yüreksiz ve güçsüz insanlardır. Güçleri de yoktur. Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz muhakkak siz gâliblersiniz, dediler. Birtakım kimseler bunların (konuşan kimselerin) Musa’nın kavminden olduğunu söylerler. Isrâiloğulların-dan korkanlar ise : «Ey Mûsâ, onlar orada oldukça, ebediyen oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbın savaşın. Biz, burada oturanlardanız.» (Mâide, 24) demiş ve Musa’yı öfkelendirmişlerdi. Hz. Mûsâ onlara beddua etmiş, onları fâsıklar (günahkârlar) olarak isimlendirmiştir. Bundan önce onlara hiç beddua etmemişti. Onlardan o güne gelinceye kadar bir kötülük ve ma’siyet de görmemişti. Allah Teâlâ Hz. Musa’nın bedduasına icabet buyurmuş ve Hz. Musa’nın isimlendirdiği gibi onları günahkâr olarak isimlendirip Arz-ı Mukaddesi onlara kırk sene haram kılmıştı da öylece yeryüzünde ( çölde) dolanıp durmuşlardı. Her gün sabah olunca yürüyorlar, bir yerde karâr kılamıyorlardı. Sonra Tîh (çölün) de onların üzerine bulutu gölge yaptı, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdi, eskimeyen ve kirlenmeyen elbiseler bahşetti. Onların aralarında dört köşe bir kaya yarattı. Musa’ya ona asâsıyla vurmasını emretti. Her bir köşesinden üç kaynak olmak üzere ondan on iki kaynak fışkırdı. Kendisinden su içecekleri kaynağı her bir sıbt’a (aileye) bildirdi. Herhangi bir merhaleden göçüp ayrıldıkları zaman bir önceki gün nerede ise kayayı kendileriyle beraber orada buluyorlardı.
İbn Abbâs bu hadîsin rivayetini Hz. Peygamber (s.a.) e kadar ulaştırmıştır. Hz. Muâviye, İbn Abbâs’m bu hadîsi rivayetini işittiğinde, Hz. Musa’nın öldürdüğü adamın öldürülme işini Hz. Musa’nın aleyhine ifşa edenin Firavun ailesinden olmasını kabullenmeyip : Hz. Mûsâ hakkında bilgisi olmaksızın ve bu duruma şâhid olan İsrâiloğulların-dan olan adam kanalıyla kendisine zahir olmuşken bunu nasıl ifşa eder? dedi. İbn Abbâs öfkelenip Muâviye’nin elinden tuttu ve onu Sa’d İbn Mâlik ez-Zührî’ye götürdü ona : Ey Ebu îshâk, Allah Rasûlü (s.a.) nün Firavun ailesinden Hz. Mûsâ tarafından öldürülen kişinin haberini bize rivayet ettiği günü hatırlıyor musun? Hz. Musa’nın aleyhine ifşaatta bulunan İsrâiloğullarından mı, yoksa Firavun taraftarlarından mıydı? diye sordu. Sa’d İbn Mâlik şöyle cevapladı: Bu duruma şâhid olup orada hazır bulunan İsrâiloğullanndan olan adamdan işittiği ile Firavun taraftarı olan ifşa etmiştir.
Hadîsi İmâm Neseî, «es-Sünen el-Kebîr»inde böylece rivayet ediyor. Ebu Ca’fer İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim de tefsirlerinde hadîsi tah-rîc etmişlerdir. Ancak bu, İbn Abbâs’m sözü olarak mevkuf olup çok az bir kısmı merfû’dur. Sanki İbn Abbâs bu sözleri İsrâiliyyâtın nakledilmesi mübâh olan kısımlarından alarak, Kâ’b el-Ahbâr ve başkalarından almış gibidir. En doğrusunu Allah bilir. Şeyhimiz Hafız Ebu’l-Haccâc el-Mizzî’nin de böyle söylediğini işittim.[10]
40 — (…) Böylece Medyen halkı arasında yıllarca kalmıştın. Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.
41 — Ve seni kendim için yetiştirdim.
42 — Sen ve kardeşin âyetlerimle git. İkiniz de Beni zikretmede gevşek davranmayın.
43 — Firavun’a gidin, doğrusu o azmıştır.
44 — Ve ona yumuşak söz söyleyin, belki nasihat dinler veya korkar.
Allah Teâlâ Hz. Mûsâ (a.s.) ya hitaben, onun Firavun ve erkânından kaçıp, kayınpederinin koyunlarını güderek Medyen halkı içinde kaldığını haber veriyor. Süre sona erip verilen müddet bitince o, söz verilmiş bir zaman olmaksızın Allah’ın takdiri ve irâdesine muvafık olarak (‘Mısır’a) gelmiştir. Emir bütünüyle Allah Teâlâ’nın elindedir. Kullarını dilediği şekilde yürüten ve dilediğini yaratan O’dur. Bu sebepledir ki: «Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.» buyurmuştur. Mücâhid âyetteki kelimesini; söz verilmiş bir zaman olarak anlamıştır. Abdürrezzâk’ın Ma’mer’den, onun da Katâde’den rivayetinde o, «Sonra da bir kader üzerine geldin ey Mûsâ.» âyeti hakkında şöyle der: Eisâlet ve peygamberlik takdirine göre buraya geldin ey Mûsâ.
«Ve seni kendim için yetiştirdiğim,» İrâde edip dilediğim gibi seni kendim için elçi olarak seçtim. Bu âyetin tefsirinde Buhârî der .ki: Bize Salt İbn Muhammed’in… Ebu Hüreyre’den onun da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayetine göre şöyle buyurmuş : Âdem ve Mûsâ karşılaştılar da Mûsâ: İnsanları mutsuz eden ve onları cennetten çıkaran sen değil misin? dedi. Âdem : Allah’ın risâleti için seçtiği, kendisi için ayırdığı ve üzerine Tevrat’ı inzal buyurduğu sen değil misin? dedi, Hz. Mû-sâ’nın; evet, cevabı üzerine Hz. Âdem: (Tevrât’da) Yaratılmamdan Önce” bunların benim üzerime yazılmış olduğunu bulmadın mı? diye sordu. Hz. ıMûsâ; evet, cevabını verdi. Ve Hz. Âdem Musa’ya (bu münazarada) üstün geldi. Hadîsi Buhârî ve Müslim tahrîc etmişlerdir.
«Sen ve kardeşin âyetlerimle (hüccet, bürhân ve mucizelerimle) git. İkiniz de beni zikretmede gevşek davranmayın.» îbn Abbâs’tan rivâyetle Ali İbn Ebu Talha, âyetteki fiilini; gecikmeyin, geç kalmayın, şeklinde anlamıştır. Yine İbn Abbâs’tan rivayetle Mücâhid burayı; zayıf ve gevşek davranmayın, şeklinde anlar. Burada kasdedi-len, cnların Allah’ı zikretmede fütur getirmemeleri, aksine kendilerine yardımcı olması için Firavun’la karşılaşmaları halinde Allah’ı zikretmeleridir. Bu zikir onlar için bir güç, Firavun’un belini kıran bir kuvvet olacaktır. Nitekim bir hadîste şöyle buyurulur: Benim gerçek kulum; akranı bir düşmanla savaşırken dahi beni anan, zikredendir.
«Firavun’a gidin, dcğrusu o azmıştır.» Temerrüd etmiş, haddi aşmış ve açıkça Allah’a isyan etmiştir. «Ve ona yumuşak söz söyleyin, belki nasihat dinler veya (Allah’tan) korkar.» Bu âyette büyük bir ibret vardır. Şöyle ki: Firavun, azgınlık ve büyüklenmenin en üst derecesindedir. Hz. Mûsâ ise, o zamanda Allah’ın kullan içinde seçtiği seçkin bir kuludur. Bununla birlikte O, Musa’ya Firavun’a karşı lutf ile ve yumuşaklıkla hitâb etmesini emretmiştir. Nitekim Yezîd er-Rukâşî «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyetinde şöyle diyor : Ey Allah’a düşmanlık edenin sevgisini kazanmaya çalışan; ya onu seven ve ona nida edene karşı tavrın nasıl olmalıdır? Vehb İbn Münebbih der ki: Ona söyleyin ki Ben öfke ve cezaya elandan daha çok bağışlamaya ve affa yakınım. İkrime’den rivayete göre o, «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Bu; Allah’tan başka ilâh yoktur, sözüdür. Hasan el-Basrî’den rivayetle Arar İbn Ubeyd «Ve ona yumuşak söz söyleyin.» âyetinin tefsirinde şöyle der : Onun özrünü kabul etmeyin ve kendisine : Şüphesiz senin bir Rabbm ve senin için (o Rabba) bir dönüş vardır. Şüphesiz senin önünde cennet ve cehennem vardır, de-yin.(..’.) “Ve ona yumuşak söz söyleyin.» Âyetini açıklayanların sözlerinin özeti şudur : Onların Firavun’u davetleri gönüllerde daha te’-sirli olsun diye ince, yumuşak ve kolay sözlerle olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyuruyor : «Rabbının yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla en güzel şekilde tartış.» (Nahl, 125).
«Belki nasîhat dinler veya korkar.» Olur ki içinde bulunduğu sapıklık ve helâkden döner de Allah’tan korkar ve Rabbının korkusundan taâta döner ve O’na itaat eder. Nitekim başka bir âyette : «Korkacak olan öğüt alacaktır.» (A’lâ, 10) buyurur ki âyetteki tezekkür; haramdan dönme, haşyet ise; Allah’ın itaatini elde etme, işlemedir. Hasan el-Basrî, «Belki nasihat dinler veya korkar.» âyetini şöyle anlıyor: Ondan özür kaldırılmadan sen ey Mûsâ ve kardeşin Hârûn : Onu helak buyur, demeyin.[11]
45 — Dediler ki.- Rabbımız, onun bize taşkınlık yapmasından veya azgın davranmasından endîşe ederiz.
46 — Buyurdu: Korkmayın, Ben sizinle beraberim, hem görür, hem de işitirim.
47 — Haydi ona gidin ve deyin ki: Doğrusu biz, senin Rabbının elçileriyiz. Artık İsrâiloğullarmı bizimle gönder ve onlara azâb etme. Hem biz, Rabbmdan sana bir âyetle geldik. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun.
48 — Doğrusu bize vahyolundu ki; yalanlayıp sırt çevirene azâb vardır.
Allah Teâlâ bu âyetlerde Hz. Mûsâ ve Hârûn (a.s.) dan haber veriyor ki; onlar Allah’a sığınıp iltica ederek ve O’na şikâyetle : «Rabbımız, onun bize taşkınlık yapmasından veya ağan davranmasından endîşe ederiz.» demişlerdi. Bununla Firavun’un kendilerini hemen cezalandırmak isteyeceğini veya hak etmedikleri halde hücum ederek kendilerini cezalandırıp işkence edeceğini kaydediyorlardı. Abdurrahmân İbn Zeyd, âyetteki fiilini; hücum etmekle tefsir etmiştir.
«Buyurdu : Korkmayın, Ben sizinle beraberim.» Sizin ve onun sözlerini işitir, sizin ve onun durumunu (yerini, derecesini) görürüm. Sizin işinizden hiç birşey Bana gizli kalmaz. Bilin ki onun işi Benim elle-cimdedir. Benim iznimle ve ancak Benim emrimden sonra konuşabilir, teneffüs edebilir ve yakalayabilir. Korumam, yardımım ve desteklememle sizinle beraberim. İbn Ebu Hâtim’in babası kanalıyla… Abdullah (İbn Mes’ûd) dan rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Allah Teâlâ Hz. Musa’yı Firavun’a (peygamber olarak) gönderdiğinde o: Ey Rab-bım, ne söyleyeyim? demişti. Allah Teâlâ ona : de, buyurdu. A’meş, bu kelimelerin tefsirini şöyle yapar : Her şeyden Önce diri, her şeyden sonra yine diri. Hadîsin isnadı ceyyid olmakla birlikte garîbdir.
«Haydi ona gidin ve deyin ki: Doğrusu biz, senin Rabbının elçileriyiz.» Daha önceki fitneler hadîsinde geçtiği üzere İbn Abbâs’tan rivayetle o, şöyle demiş: Firavun’un kapısında bir süre beklediler, bu süre içinde kendilerine izin verilmedi. Şiddetli bir engelleme ve men’et-meden sonra ikisine izin verildi. Muhammed İbn İshâk İbn Yessâr anlatıyor : Hz. Mûsâ ve kardeşi Hârûn çıktılar, yanına girmek için izin istemek üzere Firavun’un kapısına gelip durdular. O ikisi: «Doğrusu biz, âlemlerin Rabbının elçileriyiz.» Şu adamın yanına girmek için bize izin verin, diyorlardı. Bana ulaştığına göre, iki sene orada kalıp beklediler. Sabahleyin geliyor, sonra dönüyorlardı. İkisini de kimse tanımıyor ve durumlarını Firavun’a haber vermeye cesaret edemiyorlardı. Nihayet Firavun’la oynaşan ve onu güldüren cesur birisi Firavun’un yanma girip : Ey kral, kapında bir adam var ki garip sözler söylüyor; senin dışında bir ilâhı olduğunu ve onu sana gönderdiğini sanıyor, dedi. Firavun : Kapımda mı? diye sordu da adam; evet, dedi. Firavun : Onu içeri alın, dedi. Hz. Mûsâ, yanında kardeşi Hârûn olduğu halde ve elinde asâsıyla içeri girdi. Firavun’un huzurunda durduğunda : Şüphesiz ben âlemlerin Rabbının elçisiyim, deyince Firavun onu tanıdı.
Süddî’nin anlattığına göer; Hz. Mûsâ, Mısır ülkesine geldiğinde annesi ve kardeşine müsâfir oldu. İkisi de onu tanımıyorlardı. O gece yemekleri şalgam yemeği idi. Sonra annesi ve kardeşi onu tanıdılar ve selâm verdiler de Mûsâ kardeşine : Ey Hârûn, şüphesiz Rabbım şu ada* ma, Firavun’a gitmemi ve onu Allah’a davet etmemi emretti. Senin de bana yardımcı olmanı emretti, dedi. Hârûn: Rabbının sana emrettiğini yap, dedi ve ikisi birlikte gittiler. Bu, geceleyin olmuştu. Hz. Mûsâ asâsıyla sarayın kapısını çaldı. Bunu duyan Firavun öfkelendi ve : Bunu yapmaya cür’et eden kimdir? diye sordu. Hizmetkârları ve kapıcıları kapıda deli birisi olduğunu ve onun : «Ben Allah’ın elçisiyim» dediğini haber verdiler. Firavun : Onu huzuruma alın, diye emretti. Hz. Mûsâ ve Hârûn huzurunda durduklarında Allah Teâlâ’nın kitabında zikrettiklerini karşılıklı olarak birbirlerine söylediler.
ccHem biz, Rabbından sana bir âyetle (bir delâlet, bir delille) geldik. Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun.» Hidâyete uyduğun takdirde sana da selâm olsun. Bu âyete uygun olarak Allah Rasûlü (s.a.) Rumların büyüğü HirakTe mektup yazdığında bu mektubun başlangıcı şöyle olmuştu: «Rahman, Rahîm olan Allah’ın adıyla. Allah’ın elçisi Muhammed’den Rûmun büyüğü Hirakl’e : Doğru yolda gidenlere selâm olsun. Selâmdan sonra; şüphesiz ben seni İslâm davetine çağırıyorum. Müslüman ol ki kurtulasm. Allah da sana mükâfatını iki kat versin. Aynı şekilde Müseylime, Allah Rasûlü (s.a.) ne şu mektubu yazmıştı; «Allah’ın elçisi Müleylime’den Allah’ın elçisi Muhammed’e :
Selâm sana. Selâmdan sonra; şüphesiz ben işte seninle beraber ortak olmuşumdur : Şehirler sana, çöl ahâlîsi banadır. Fakat Kureyş haddi aşan bir kavimdir.» Allah Rasûlü (s.a.) de ona şöyle yazmıştı: «Allah’ın elçisi Muhammed’den yalancı Müseylime’ye: Doğru yolda gidenlere selâm olsun. Selâmdan sonra; şüphesiz yeryüzü Allah’ındır. Kullarından dilediğini ona mirasçı kılar. Güzel akıbet ise Allah’tan korkanlarındır.» Bu sebepledir ki Hz. Mûsâ ve Hârûn (a.s.) da Fira-vun’a : «Hidâyete tâbi olanların üzerine selâm olsun. Doğrusu bize vahyoîundu ki; yalanlayıp sırt çevirene azâb vardır.» demişlerdir. Yani Rabbımızm bize vahyetmiş olduğu ma’sûm vahiyler içinde Allah bize haber verdi ki azâb, Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve O’na itâattan yüz çevirenlere tahsis edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Artık kim haddi aşarak sapıtmışsa ve dünya hayatını tercih etmişse; şüphesiz ki onun varacağı yer, cehennemdir.» (Nâziât, 37-39), «Sizi alevler saçan ateşle uyardım. Oraya ancak en azgın olan ulaşır. Yalanlayıp yüz çevirmiş olan.» (Leyi, 14-16), «İşte o tasdik etmemiş, namaz da kılmamıştı. Fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti.» (Kıyâme, 31-32).[12]
49 — Ey Mûsâ, Rabbınız kimdir sizin? dedi.
50 — Dedi ki: Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir;
51 — Öyle ise önceki nesillerin durumu nedir? dedi.
52 — Dedi ki: Onların bilgisi Rabbmın katında bir kitabdadır. Benim Rabbım şaşırmaz, unutmaz.
Allah Teâlâ Firavun’dan haber verir ki o, her şeyin ilâhı, Rabbı ve mâliki olan, Yaratıcı ve Fâil-i Mutlak olanın varlığını inkârla Hz. Mû-sâ’ya : Ey Mûsâ, seni peygamber olarak gönderen sizin Rabbınız kimdir? Ben onu tanımıyorum. Benim dışımda sizin için bir ilâh da bilmiyorum, dedi. Hz. Mûsâ da : «Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» diye cevabladı. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini naklediyor : Her şey için bir eş yaratmıştır. Yine İbn Abbâs’tan rivayetle Dahhâk der ki: O, insanı insan, merkebi merkeb, koyunu koyun yaratmıştır. Mücâhid’den rivayetle Leys İbn Süleym : Her şeye suretini vermiştir, der. Yine Mücâhid’den naklen İbn Ebu Necîh : Her bir hayvanın yaratılışım düzgün yapmıştır, diyor. «Rabbımız her şeye yaratılışım veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» âyeti hakkında Saîd İbn Cübeyr der ki: Her bir yaratılış sahibine yaratılışına uygun geleni vermiştir. İnsana hayvan yaratılışından, hayvana köpek yaratılışından, köpeğe koyun yaratılışından bir şey vermemiştir. Her şeye kendisi için gerekli olan çoğalma kabiliyetini vermiş ve her şeyi buna hazırlamıştır. Bunlardan yaratılış, nzık ve çoğalmada durumu birbirine benzeyen hiç bir şey yoktur. Müfessirler-den birisi «Her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» âyetinin «Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir.» (A’lâ, 3) âyeti gibi olduğunu söylemiştir. Yani (yaratıkların) kaderini takdir buyurmuş ve yaratıkları bu kadere iletmiştir. Amelleri, ecelleri ve rızık-lan yazmış olup, yaratıklar bu yazılan üzerine yürürler ve asla ondan sapamazlar. Hiç kimse bunun dışına çıkmaya güç yetiremez. Burada diyor ki: Rabbımız yaratan, kaderi takdir eden ve irâdesi üzere yaratıklara cibilliyet verip onları halkedendir.
«Öyle ise önceki nesillerin durumu nedir? dedi.» âyetinin anlamı hakkındaki açıklamaların en sıhhatli olanı şöyledir : Hz. Mûsâ kendisini Firavun’a peygamber olarak gönderenin; yaratan, rızık veren, tak-dîr eden ve doğru yola eriştiren olduğunu haber verdiğinde Firavun, önceki nesillerin durumunu delil getirerek onunla mücâdele etmeye başlamıştır. Yani onlar Allah’a ibâdet etmemişlerdir. Madem ki durum senin söylediğin gibidir, onlar senin Rabbına değil O’ndan başkasına ibâdet etmişlerken onların durumu ne olacak? demek istemiştir. Bunun cevabında Hz. Mûsâ ona şöyle demiştir : Onlar her ne kadar Allah’a ibâdet etmemişlerse de onların işleri Allah katında onların aleyhine zabtolunup kaydedilmiştir. Allah’ın kitabında —ki o Levh-i Mahfuz ve amellerin kitabıdır— onların amelleri karşılığında onları cezalandıracaktır. «Benim Rabbım şaşırmaz, unutmaz.» Hiç bir şey O’ndan kaçamaz; büyük veya küçük asla O’nu geçemez. O, asla hiç bir şeyi unutmaz. Böylece Hz. Mûsâ Allah Teâlâ’nın ilmini, her bir şeyi kuşatmış olmakla nitelemiş, Allah’ın hiç bir şeyi unutmayacağını bildirmiştir. Yaratıkların ilminin başına iki noksan arız olmaktadır. Bunlardan birisi, her şeyi kuşatamamış olmaktır. Diğeri ise bildikten sonra onu unutmasıdır. Allah Teâlâ, Zâtını bunlardan tenzih etmiştir.[13]
53 — Sizin için yeryüzünü döşemiş, orada sizin için yollar açmış, gökten su indirmiştir. Biz, o su ile çeşitli bitkilerden çifter çifter çıkardık.
54 — Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın. Şüphesiz ki bunlarda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.
55 — Ondan yarattık sizi oraya da döndüreceğiz. Ve sizi, bir kerre daha oradan çıkaracağız.
56 — Andolsun ki ona bütün âyetlerimizi gösterdik ama yalanlayıp kabulden kaçındı.
Bu âyetlerde belirtilenler Firavun Hz. Musa’ya Rabbını sorduğunda Hz. Musa’nın Rabbını nitelediği sözlerin devamıdır. O : «Rabbımız her şeye yaratılışını veren, sonra da doğru yola eriştirendir.» demiş araya başka sözler girdikten sonra şöyle devam etmiş : «O ki sizin için yeryüzünü döşemiştir.» Âyetteki kelimesini, bazıları tekil olarak okumuşlardır. Buna göre anlam şöyle oluyor : Sizin için üzerinde uyuyacağınız, kalkıp yolculuk yapacağınız ve üzerinde karâr kılacağınız bir yerdir ve onu bu hale getiren O’dur. Hz. Mûsâ şöyle devam ediyor: «O ki orada sizin için yollar açmış, üzerlerinde yürüyeceğiniz yollar yaratmıştır.» Başka bir âyette şöyle buyrulur : «Doğru yolda gitsinler diye geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31). «O ki gökten su indirmiştir. Biz, o su ile çeşitli “bitkilerden (ekşisi, tatlısı ve diğer çeşitlreiyle ekin ve meyvelerden olmak üzere) bitkilerden çifter çifter yetiştirdik. Hem siz yeyin, hem hayvanlarınızı otlatın.» Onun bir kısmı yiyeceğiniz ve meyveleriniz için, bir kısmı da kurusu ve yeşili ile hayvanlarınızın gıdaları içindir. «Şüphesiz kî bunlarda sağduyu sahipleri için (Allah’tan başka ilâh olmadığına, O’nun dışında Rab olmadığına) âyetler, (burhanlar, delâlet ve hüccetler) vardır. Ondan yarattık sizi oraya da döndüreceğiz. Ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.» Sizin başlangıcınız yeryüzündendir. Babanız Âdem, yeryüzü toprağından yaratılmıştır. Ölüp çürüdüğünüz zaman oraya dönüp gideceksiniz. Sizi tekrar yine oradan çıkaracağız, «o, sizi çağırdığı gün; hamdederek davetine uyarsiniz. Ve çok az kalmış olduğunuzu zannedersiniz.» (İsrâ, 52). Bu âyet-i kerîme Allah Teâlâ’nın şu kavli gibidir : «Buyurdu ki: Orada yaşar, orada ölür ve oradan çıkarılırsınız.» (A’râf, 25). Sünen’lerde mevcûd bir hadîste rivayet edildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.), bir cenazede hazır bulunmuştu. Ölü defnedildiğinde bir avuç toprak alıp onu kabrin üzerine attı sonra: «Ondan yarattık sizi.» buyurdu. Sonra başka bir avuç alıp: «Ve oraya da döndüreceğiz.» buyurdu. Yine bir avuç toprak daha alıp : «Ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.» buyurdu.
«Andolsun ki ona bütün âyetlerimizi gösterdik ama yalanlayıp kabulden kaçındı.» âyetinde Firavun kasdedilmektedir. Onun aleyhine hüccetler, mucizeler ve deliller konulup bunları bizzat kendi gözüyle gördüğünde bunları yalanlamış; küfür, inâd ve azgınlığından kabule yanaşmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde zulüm ve kibirle bunlan bile bile inkâr ettiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bir bak.» (Nemi, 14).[14]
57 — Ve dedi ki: Sihirbazlığınla bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Musa?
58 — Şimdi biz de seninkine benzer bir sihir göstereceğiz sana. Bizimle senin aranda bir buluşma zamanı ve yeri ta’yîn et ki; sen de, biz de düz bir yerde bulunalım, caymayalım.
59 — Buluşma zamanımız; sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir, dedi.
Allah Teâlâ bu âyette de Firavun’dan haber veriyor. Hz. Mûsâ asasını yere atıp da büyük bir ejderhâ olduğunda, elini koltuk altından çıkarıp hastalıksız ve bembeyaz olarak çıktığında ve Mûsâ bu en büyük mucizeleri ona gösterdiğinde Firavun: Bu bir sihirdir (büyüdür). Bizi büyülemek ve onunla insanlara hâkim olmak için bunu yaptın. Umdun ki senin peşinden gelirler ve onlarla sayını çoğaltırsın. Ancak bu beklediğin olmayacak. Zîrâ bizde de senin büyün gibi bir büyü var. İçinde bulunduğun durum seni aldatmasın. Bizimle senin aranda bir vakit (seninle toplanıp bir araya geleceğimiz bir gün) ta’yîn et. Belli bir yer ve belli bir vakitte senin sihrinle bizim sihrimizi karşılaştıralım, demişti. İşte o zaman Hz. Mûsâ onlara : «Buluşma zamanımız; sizin bayram gününüzde.» demişti. O gün; onların bayram ve yılbaşı günleri olup, o günde işlerini bırakırlar ve hepsi bir araya toplanırlardı. Hz. Musa’nın o günü seçmesi, özellikle bütün insanların Allah’ın dilediğine güç yetirici olduğunu, peygamberlerin mucizelerini ve büyü ile peygamberlerin harikulade hallerinin karşılaştırılmasının bâtıl olduğunu müşahede edip görmeleri içindir. Bu sebepledir ki o: Bütün insanların toplandığı kuşluk vaktidir, demiştir. Böylece durum, çok açık ve parlak olacaktır. İşte bütün peygamberlerin durumu böyledir. Onların her işi apaçıktır. Onda kapalılık ve karışıklık yoktur. Bu sebeple Hz. Mûsâ : Geceleyin, dememiş; aksine : Gündüz, kuşluk vakti, demiştir. İbn Abbâs, o bayram gününün aşûra günü olduğunu söyler. Süddî, Katâde ve îbn Zeyd, onların toplandıkları günün bayram günü olduğunu söylemişlerdir. Saîd îbn Cübeyr ise pazar günleri olduğunu söyler. Bunlar arasında herhangi bir zıdlık yoktur. Ben de derim ki: Allah Teâlâ bugünün bir benzerinde Firavun ve ordusunu helak etmiştir. Nitekim bu, sahîh bir hadîste belirtilmiştir. Vehb İbn Mü-nebbih der ki: Firavun şöyle dedi: Ey Mûsâ, bizimle senin aranda bir süre ta’yîn et ki düşünelim. Hz. Mûsâ : Ben bununla emrolunmadım. Bana emrplunan, ancak seninle mücâdele etmemdir. Eğer sen çıkmaz-san ben senin yanına girerim, dedi. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya: Seninle onun arasında bir süre koy ve ona söyle süreyi o koysun, diye vahyetti. Firavun : Süreyi kırk güne koy, dedi ve öylece yaptı.(…) Abdurrah-mân İbn Zeyd İbn Eşlem, «Düz bir yerde bulunalım.» kısmını şöyle açıklar: Orada bütün insanlar her şeyi açıkça görsünler. Birbirlerini göremeyecekleri tepe ve benzeri şeyler olmasın, düz bir yer olsun ki olacaklar görülsün.[15]
60 — Bunun üzerine Firavun dönüp gitti ve sonra bütün hilesini toplayıp geldi.
61 — Mûsâ onlara dedi ki: Yazıklar olsun size, Allah’a karşı yalan uydurmayın. Sonra azâbla sizi yok eder. Doğrusu Allah’a iftira eden hüsrana uğramıştır.
62 — Derken onlar, işi aralarında tartıştılar ve gizlice müşavere ettiler.
63 — Dediler ki: Muhakkak bu iki sihirbaz; sihirle-riyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.
64 — Onun için, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra da sırayla gelin. Bugün üstün gelen felah bulmuştur.
Mûsâ ve Sihirbazlar
Firavun, Hz. Mûsâ (a.s.) ile belli bir zaman ve yerde anlaştıklarında dönüp gitti. Ülkesinin şehirlerindeki sihirbazları ile o zamanda sihir yapmaya nisbet edilen herkesi toplamaya başladı. Sihir onların içinde son derece yaygın ve geçerli idi. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette : «Firavun : Bütün bilgin büyücüleri bana getirin, dedi.» (Yûnus, 79) buyurmaktadır. «Sonra bütün hilesini toplayıp geldi.» İnsanlar, o belli gündeki buluşma yerinde toplandılar. O gün onların bayram günü idi. Firavun tahtına oturdu, devlet erkânı da arkasında saf tuttular. Tebaası sağ ve sol taraflarında durdu. Hz. Mûsâ (a.s.), yanında kardeşi olduğu halde asasına dayanarak geldi. Sihirbazlar Fira-vun’un huzurunda saf halinde durdular. Firavun o günde işlerini güzel yapmaları için onları teşvik ediyor; sihirbazlar kendisinden temennide bulunuyor o da kendilerine va’dlerde bulunup onlara ümit veriyordu. Sihirbazlar şöyle diyorlardı : «Galip gelenler biz olursak, muhakkak bize bir ücret vardır değil mi? Evet, dedi. O takdirde siz, muhakkak gözdelerdensiniz.» (Şuarâ, 41-42). Hz. Mûsâ onlara: «Yazıklar olsun size, Allah’a karşı yalan uydurmayın.» İşlerinizle insanlara gerçekleri olmayan şeyleri yaratıyormuş hissi vermeyin. Onlar (sizin tarafınızdan) yaratılmamış olduğu halde onları siz yapıyormuş gibi göstermeyin. Böyle yaparsanız Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. «Sonra azâbla sizi yok eder.» Sizi öyle bir helak eder ki hiç bir iz kalmaz. «Doğrusu Allah’a iftira eden hüsrana uğramıştır.» dedi. Derken onlar, işi aralarında tartıştılar. Aralarında münakaşa ettiler de onlardan birisi: Bu, bir büyücü sözü değildir. Olsa olsa bir peygamber sözüdür, dedi. Bir başkası: Aksine o bir büyücüdür, dedi. Başka şeyler de söylendi ki en doğrusunu Allah bilir. «Aralarında gizlice konuşup müşavere ettiler. Dediler ki: Bu ikisi sihirbazdırlar.» (…) Sihirbazlar kendi aralarında şöyle konuştular : Biliyorsunuz ki bu adam ve kardeşi —Hz. Mûsâ Harun’u kasdediyorlar— büyücüdürler, sihirbazlık san’atını çok iyi bilmektedirler. Bugün size ve kavminize üstün gelmeyi ve insanlara hâkim olmayı istiyorlar. Böylece avam onlara tâbi olacak; o ikisi de Firavun ve ordusuyla savaşıp ona galip gelecekler ve sizi ülkenizden çıkaracaklar.
((Muhakkak bu iki sihirbaz; sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» Sihirbazlar sihirleri sebebiyle saygı gören kimselerdi. Bu sebeple de malları ve rızıkları oluyordu. Diyorlardı ki: Eğer şu ikisi size üstün gelecek olurlarsa sizi helak eder, sibi ülkenizden çıkarır ve bu konuda tek kalırlar. Böylece başkanlık sizin dışınızda sâdece o ikisine hâs olur. Daha önce İbn Ab-bâs’tan rivayet edilen «Fitneler» hadîsinde geçtiği üzere «Örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» kavlinde onlann içinde bulundukları hükümranlık ve yaşantıyı kasdediyorlardı. İbn Ebu Hâtim’in babası kanalıyla… Hz. Ali’den rivayetinde o, «Ve örnek olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: İnsanların yüzünü sizden kendi taraflarına çevirmek istiyorlar. Mücâhid, âyetin bu kısmını şöyle açıklar : Şeref, akü ve tecrübe sahibi olan yolunuzu (dininizi) ortadan kaldırmak istiyorlar. Ebu Salih, âyetteki «örnek olan yol» kısmını; eşraf ve ileri gelenler olarak açıklar. İkrime ise : Sizin hayrınızı ortadan kaldırmak istiyorlar, açıklamasını getirir. Katâde der ki: O günde onlann en şerefli ve en üstün kimseler olarak örnek olabilecekleri îsrâiloğulları idi. Zîrâ îsrâiloğulları mal bakımından zengin sayı olarak da çoğunlukta idiler. Allah düşmanı dedi ki: Bu ikisi İsrâilo-ğullarmı kendileri için götürmek istiyorlar. Abdurrahmân İbn Zeyd ise : Üzerinde olduğunuz en şerefli ve en üstün olan dininizi ortadan kaldırmak istiyorlar, açıklamasını getirmiştir.
«Onun için, tuzaklarınızı bir araya getirin, sonra da sırayla gelin.» Hepiniz bir tek safta toplanın ve göz doldurmak için ellerinizde olanları bir kerede atın, böylece buna ve kardeşine üstün gelirsiniz. Bugün bizden veya ondan kim üstün gelirse, o başarıya ulaşacaktır. Eğer üstün gelenler biz olursak şu kral bize bol mükâfat va’detmiştir. Ama üstün gelen o olacak olursa, en büyük başkanlığa o ulaşacaktır.[16]
65 — Dediler ki: Ey Mûsâ ya sen at, ya da ilk atanlar biz olalım.
66 — O da: Hayır, siz atın, dedi. Bir de ne görsün; onların ipleri ve değnekleri, büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.
67 — Bunun için Mûsâ, içinde bir korku hissetti.
68 — Korkma; muhakkak sen daha üstünsün, dedik;
69 — Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun. Zîrâ onların yaptıkları, sâdece sihirbaz düzenidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla felah bulamaz.
70 — Sonunda sihirbazlar secdeye kapanarak dediler ki: Biz, Mûsâ ve Harun’un Rabbına inandık.
Hz. Mûsâ (a.s.) ve sihirbazlar bir araya geldiklerinde, sihirbazlar Hz. Musa’ya : «Ey Mûsâ; ya sen at, ya da ilk atanlar biz olalım.» dediler. O da : «Hayır, siz atın.» dedi. İlk olarak siz atın ki yapacağınız sihir görülsün ve durumunuz insanlar için açık bir şekilde ortaya çıksın. «Bir de ne görsün; onların ipleri ve değnekleri, büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.» Başka bir âyette onların değnek ve iplerini attıklarında şöyle dedikleri nakledilir : «Firavun hakkı için elbette biz gâlib gelenleriz.» (Şuarâ, 44). Allah Teâlâ başka bir âyette : «Halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir getirmiş oldular.» (A’râf, 116) buyururken burada şöyle diyor: «Bir de ne görsün; onların ipleri ve değnekleri büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.» Onlar iplerin ve değneklerin hareketini ve deprendirip sağa sola kıvrılmalarım sağlamak üzere içlerine civa bırakmışlardı. Ki böylece görenlere onlar kendi ihtiyarı ile hareket ediyor gibi gelecekti. Halbuki bu, hileden başka bir şey değildi. Onlar büyük bir topluluk ve kalabalık halindeydiler. Onlardan her bireri bir değnek ve ip attı da sonunda vâdî birbiri üzerine binmiş yılanlarla dolu hale geldi.
«Bunun için Mûsâ, içinde bir korku hissetti.» Mûsâ, elindekini atmazdan önce insanlar onların sihirlerine kapılır ve aldanırlar diye korktu. Hemen o anda Allah Teâlâ ona: Sağ elindeki (asâ) ni at, diye vahyetti. «Bir de ne görsünler; onların uydurduklarını yalayıp yutuyor.» (A’râf, 117) Zîrâ onun asası büyük, korkunç, gözleri, ayaklan, boynu başı ve azı dişleri olan bir ejderhâya dönüştü. Sihirbazların attıkları ipler ve değneklerin peşine düşmeye başladı da onlardan hiç bir şey bırakmayıp tamâmını yuttu. Sihirbazlar ve insanlar gündüz, kuşluk vakti buna açıkça, ayân-beyân bakıyorlardı. Böylece mucize ortaya konmuş, bürhân izhâr olunmuş, yapagelmekte oldukları da bâtıl olmuştu. Bunun içindir ki Allah Teâlâ: «Zîrâ onların yaptıkları, sâdece sihirbaz düzenidir. Nerede olursa olsun sihirbaz asla felah bulamaz.» buyurmuştur. İbn Ebu Hâtim’in babası kanalıyla… Cündeb İbn Abdullah el-Becelî’den rivayetinde Allah Rasûlü (s.a.) : Sihirbazı yakaladığınız zaman öldürün, buyurmuş, sonra: «Nerede olursa olsun sihirbaz asla felah bulamaz.» âyetini okuyup : O, bulunduğu yerde emniyette olmasm, demiştir. Hadisin aslını Tirmizî hem mevkuf ve hem de merfû’ olarak rivayet etmiştir.
Sihrin çeşitlerini, yollarını, şekillerini iyice bilenler oldukları halde bunu gözleriyle görüp müşahede eden sihirbazlar, ilm el-Yakîn olarak anladılar ki Musa’nın yapmış olduğu hiç bir şekilde sihir ve hîle kabilinden değildir. O, hakkında şüphe olmayan gerçeğin ta kendisidir ve buna ancak bir şeye ol dediğinde hemen oluveren (Allah’ın) güç yetirebileceği bir şeydir. İşte o zaman Allah için secdeye kapanarak : «Biz, âlemlerin Rabbına inandık; Mûsâ ve Harun’un Rabbına.» (Şuarâ, 47-48) dediler. Bunun içindir ki İbn Abbâs ve Ubeyd İbn Umeyr: Günün başında sihirbazdılar, günün sonunda ise sâdık, doğru şehîdler oldular, demişlerdir. Sihirbazların sayıları hakkında muhtelif görüşler ileri sürülmüş olup Muhammed îbn Kâ’b bunların seksen bin, Kasım İbn Ebu Bezze yetmiş bin, Süddî otuz bin küsur, Sevrî – Abdülazîz îbn Rufey’den, o da Ebu Sümâme’den şeklinde bir isnâdla- on dokuz bin, Muhammed İbn İshâk on beş bin, Kâ’b el-Ahbâr ise on iki bin demişlerdir, İbn Ebu Hâtim’in Ali İbn Hüseyn kanalıyla… îbn Abbâs’tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Sihirbazlar yetmiş kişiydiler. Sabahleyin sihirbaz iken akşam şehîdler oldular. Yine îbn Ebu Hâtim’in babası kanalıyla… Evzâî’den rivayetinde o, şöyle demiştir : Sihirbazlar secdeye kapandıklarında cennet onlar için kaldırıldı (temessül ettirildi) da ona baktılar. Yine îbn Ebu Hatim der ki: SaîoVİbn Sellâm kanalıyla… Saîd İbn Cübeyr’den rivayetle anlatıldığına göre o, «Sihirbazlar secdeye kapandılar.» âyeti hakkında şöyle demiştir : Onlar secdelerinde iken kendileri için bina edilmiş evlerini (makamlarını) gördüler, îkrime ve Kasım İbn Ebu Bezze de böyle söylemişlerdir.[17]
71 — Dedi ki: Ben, size izin vermeden mi O’na inandınız Doğrusu o, size büyü, öğreten büyüğünüzdür. öyleyse beti de ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak ke seceğim ve sizi hurma kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu bileceksiniz.
72 — Dediler ki: Seni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. Ne hüküm verecek-sen ver. Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.
73 — Doğrusu biz, hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbımıza îmân ettik. Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha devamlıdır.
Allah Teâlâ burada apaçık mucize ve en büyük âyeti gördüğü zamanda Firavun’un küfür, inâd, azgınlık ve hak karşısında bâtılla inâd-laşmasını haber veriyor. Firavun o sırada bütün insanların huzurunda kendileriyle zafer umduğu kimselerin îmân ettiğini görmüş ve bütün bütüne mağlûbiyete uğramıştı. İşte o zaman iftira ve yalana başlayıp sihirbazlar hakkında makamını ve hükümranlığını kullanmaya dönerek onları tehdîdle şöyle dedi : «Ben, size izin vermeden (ve ben em-retmemişken) mi ona inandınız?» Bana rağmen mi bunu yaptınız? Burada Firavun kendinin, sihirbazların ve bütün halkın yalan ve iftira olduğunu bildikleri şu sözü söyledi : «Doğrusu o, size büyü öğreten büyüğünüzdür.» Siz büyüyü ancak Musa’dan almış olabilirsiniz. Onu gâ-lib getirmek için bana ve tebeama karşı siz ve o birleştiniz. Başka bir âyet-i kerîme’de şöyle buyrulur : «Doğrusu bu; halkı şehirden çıkarmanız için düzdüğünüz bir hiledir. Fakat yakında bilirsiniz siz.» (A’râf, 123). Sonra onlan tehdide başlayıp şöyle dedi: «Andolsun ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama olarak keseceğim, sizi hurma kütüklerine asacağım.» Size işkence edeceğim, sizi öldürüp teşhir edeceğim. İbn Abbâs : Böyle yapanların ilki o olmuştur, der. İbn Abbâs’m bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.
«O zaman hangimizin azabının daha çetin ve daha devamlı olduğunu bileceksiniz.» Siz, benim ve kavmimin sapıklık üzere olduğunu söylüyorsunuz. Mûsâ ve kavmi ile beraber sizler ise hidâyet üzeresiniz öyle mi? Kimin azabının daha çetin ve devamlı olduğunu yakında bileceksiniz.
Firavun, sihirbazlara böylece hücum edip onları tehdîd ettiğinde sihirbazlar Allah yolunda nefislerini hiçe sayarak şöyle dediler : «Seni, bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız. (Bizim için meydana gelen hidâyet ve yakîne seni tercih etmeyeceğiz.)» Âyetteki kısmının yemîn anlamında olması muhtemeldir. Buna göre anlam : Bizi yarata yemîn olsun ki seni, bize gelen apaçık mucizelere üstün tutmayacağız, şeklindedir. Buranın yukarda geçen kelimesine atfedilmiş olması da muhtemeldir. Buna göre anlam : Seni bize gelen apaçık mucizelere ve bizi yaratana üstün tutmayacağız, şeklindedir. Şunu kasdediyorlardı: Biz elbette seni yaratıcımıza, bizi yoktan var edene, yaratılmamızı çamur (toprak) dan başlatana tercih etmeyeceğiz. İbâdet ve boyun eğmeğe müstehak olan şen değil, O’dur.
«Ne hüküm vereceksen ver. (Dilediğini ve gücünün eriştiğini yap.) Sen, ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin.» Senin tasallutun ancak bu dünyadadır. Bu dünya ise sona erecek bir yurttur. Biz devamlı kalınacak yurda rağbet etmekteyiz, dediler. «Doğrusu biz, hatâlarımızı, (bizden sâdır olan günâhları) ve bize (Allah’ın âyeti, peygamberinin mucizesine karşı çıkalım diye) zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbımıza îmân ettik.» İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam’-ın… «Bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için…» âyeti hakkında İbn Abbâs’tan rivayetinde o, şöyle demiştir : Firavun İsrâiloğulla-rmdan kırk çocuk almış ve onlara Feramâ’da sihir Öğretilmesini emredip : Onlara öyle bir sihir öğretin ki yeryüzünde hiç kimse onu bilmesin, demiştir. İbn Abbâs der ki: İşte Hz. Musa’ya îmân edenler ve : «Doğrusu biz hatâlarımızı ve bize zorla yaptırdığın büyüyü bağışlaması için Rabbımıza îmân ettik.» diyen de bunlardır. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle söylemiştir.
«Allah’ın vereceği mükâfat daha hayırlı ve daha devamlıdır.» âyetinin tefsiri İbn İshâk —Allah ona rahmet eylesin— dan rivayete göre şöyledir: Allah’ın vereceği mükâfat ve sevap, senin bize va’dedip ümitlendirmiş olduğundan daha hayırlı ve daha devamlıdır. Muhammed İbn Kâ’b el-Kurâzî ise burayı şöyle tefsir eder: İtaat olunduğu takdirde azâb yönünden daha hayırlı, isyan edildiği takdirde azâb yönünden senden daha devamlıdır. Bu açıklamanın bir benzeri îbn îs-hâk’tan da rivayet edilmiştir. Açık olan odur ki Firavun —Allah ona la’net etsin— bunu yapmaya azmetmiş ve sihirbazlar —Allah onlara rahmet eylesin— hakkında uygulamıştır. Bu sebepledir ki İbn Abbâs ve Seleften başkaları : Sabahleyin sihirbazlar iken akşam şehîdler oldular, demişlerdir.[18]
74 — Kim Rabbma suçlu olarak gelirse; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar.
75 — Kim de O’na îmân etmiş ve sâlih ameller işlemiş olarak gelirse; işte onlara en üstün dereceler vardır.
76 — Altlarından ırmaklar akan ve içinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır ve bu, arınanların mükâfatıdır.
Rabbına Suçlu Olarak Gelenler
Âyetin akışından anlaşıldığına göre bu sözler sihirbazların Fira-vun’a olan öğütlerinin devamıdır. Onlar Firavun’u Allah’ın devamlı, ebedî olan azabından sakındırıp onun devamlı ve ebedî olan sevabına teşvik etmektedirler. Onlar dediler ki: Kim de Rabbma kıyamet günü suçlu olarak gelip kavuşursa; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar. Başka âyetlerde de buna mümasil olarak şöyle buyurulur: «Aleyhlerine hüküm verilmez ki ölsünler. Onlardan cehennemin azabı da eksiltilmez. Her küfredeni Biz böyle cezalandırırız.» (Fâtır, 36), «Bedbaht olan İse ondan kaçınır. Ki O, en büyük ateşe girecek olandır. O orada ne Ölecek, ne de dirilecektir.» (A’lâ, 11-13), «Ey nöbetçi, Rabbın hiç olmazsa bizi ölüme mahkûm etsin, diye çağırırlar. O da : Siz böyle kalacaksınız, der.» (Zuhruf, 77).
İmâm Ahmed îbn Hanbel’in İsmail kanalıyla… Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: Cehenneme hak kazanmış cehennem halkına gelince; onlar orada ne yaşarlar, ne de ölürler. Fakat bir kısım insanlar daha vardır ki günâhları sebebiyle ateş onlara dokunur da onlan öldürür. Nihayet kömür haline geldiklerinde şefâata izin verilir ve onlar grup grup getirilip cennet nehirleri üzerine serpilirler. Ey cennet halkı, onların üzerine (cennet nehirlerini) akıtın, denilir. Orada selin sürükleyip getirdiği alüvyonda dâneden bitkinin bittiği gibi biterler. Kavimden birisi der ki: Sanki Allah Rasûlü (bu sözleri söylerken) çölde idi. Müslim de Sahîh’inde Şu’be ve Bişr İbn el-Mufaddal kanalıyla hadîsi yukardaki şekilde Ebu Mes-leme Saîd İbn Yezîd’den rivayetle tahrîc etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Abdülvâris İbn Abdüssamed İbn Abdülvâris kanalıyla… Ebu Saîd’-den rivayetle anlatıldığına göre Allah Rasûlü (s.a.) hutbede «Kim Rab-bına suçlu olarak gelirse; şüphesiz ki cehennem onun içindir. Orada ne ölür, ne de yaşar.» âyetine geldiğinde şöyle buyurdu : Oraya hak kazanmış olanlardan oranın ehli olanlar orada ne yaşarlar, ne de ölürler. Oranın ehli olmayanlara gelince; ateş onlara dokunur. Sonra şefaat ediciler kalkıp şefaat ederler. Onlar gruplar halinde toplanıp hayat nehri denilen bir nehre getirilirler ve sel suyunun sürükleyip getirdiği alüvyonda salatalığın bittiği gibi biterler.
«Kim de O’na îmân etmiş ve sâlih ameller işlemiş olarak gelirse…» Kim Allah’a dönüş gününde Rabbına kalbden îmân etmiş, sözü ve ameli içini doğrulamış olarak gelirse «İşte onlara en üstün dereceler vardır.» Cennette yüce dereceler, emîn odalar ve hoş meskenler vardır. İmâm Ahmed’in Affân kanalıyla… Ubâde İbn Sâmit’den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde şöyle buyurmuş : Cennet yüz derecedir. Her iki derece arasında gökle yer arasındaki gibi bir mesafe vardır. Derece bakımından en üstünleri Firdevs’tir. Dört nehir oradan çıkar. Arş, Firdevs’in üzerindedir. Allah’tan istediğiniz zaman O’ndan Firdevs’i isteyin. Hadîsi Tirmizî de Yezîd İbn Hârûn kanalıyla Henı-mâm’dan rivayet etmiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babamın… Yezîd İbn Ebu Mâlik’den rivayetinde o, şöyle demiştir: Cennet yüz derecedir. Her derecede yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki msâ-fe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Onlarda yâkût ve süsler vardır. Her derecede bir emîr olup orada bulunanlar onun üstünlük ve riyasetini kabullenirler, denilirdi. Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde (bulunan bir hadîste şöyle buyrulur) : İlliyyûn cennetlerinin ehli, üzerlerinde olanları gök ufkunda batan bir yıldız gibi görürler. Bu, aralarındaki üstünlük farkından ileri gelir. Ey Allah’ın elçisi, orası peygamberlerin makamları mıdır? diye sordular da; evet, nefsim kudret elinde olan (Allah) a yemîn ederim ki onlar Allah’a îmân etmiş ve elçileri doğrulamış olan kimselerdir, buyurdu. Sünen’lerde şu ilâve vardır: Şüphesiz Ebubekir ve Ömer onlardan olup nimet içindedirler,
«İçinde temelli kalacakları Adn cennetleri vardır.» kısmı daha önce geçen «En üstün dereceler» den bedeldir. İşte bu, arınanların, nefsini kir ve pisliklerden, şirkden temizleyen, tek ve ortağı olmayan Allah’a tapınan, getirmiş oldukları haber ve isteklerde Rasûlleri doğrulayanların mükâfatıdır.[19]
77 — Andolsun ki Musa’ya şöyle vahyettik : Kullarımı geceleyin yürüt. Denizde onlara kuru bir yol aç. Batmaktan ve düşmanların yetişmesinden korkma, endîşe etme.
78 — Firavun da ordusuyla onları ta’kîb etti. Deniz de onları, nasıl kapladıysa öylece kaplayıverdi.
79 — Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.
Firavun, Hz. Mûsâ ile beraber İsrâiloğullarmı göndermemekte direttiği zaman Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) ya onları geceleyin yürütmesini, Firavun’un elinden onları alıp götürmesini emretmiştir. Allah Teâlâ bu olayı bu sûreden başka yerlerde (Şuarâ, 52 ve Duhân, 23 âyetlerinde) daha genişçe haber vermiştir. Hz. Mûsâ (a.s.) İsrâiloğullarmı çıkardığı zaman sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Firavun öyle bir öfkelendi ki hemen şehirlerden ve köylerden kendisine ordu toplayacak adamlar gönderdi. O : «Şüphesiz ki bunlar (îsrâiloğulları) döküntü azınlıklardır. Böyleyken gerçekten bizi öfkelendirmektedirler.» (Şuarâ, 53-55) diyordu. Sonra ordusu toplandığı zaman peşlerinden gönderdi. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İki topluluk birbirini görünce; her iki grup da yek diğerlerine baktığında «Musa’nın arkadaşları dediler ki : Gerçekten biz, yakalandık. Hayır, dedi. Muhakkak ki Rabbım, benimledir. Bana doğru yolu gösterecektir.» (Şuarâ, 60-62). Ve Hz. Mûsâ İsrâiloğullarmı durdurdu. Önlerinde deniz, arkalarında Firavun vardı. İşte o zaman Allah Teâlâ Hz. Mû-sâ (a.s.) ya: «Denizde onlara kuru bir yol aç.» diye vahyettl. Hz. Musa asâsıyla denize vurup: «Allah’ın izniyle yarıl.» dedi. «O, hemen yarıldı ve her parçası yüce bir dağ gibi oldu.» (Şuarâ, 63). Allah Teala denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi de arayı ısıttı ve sonunda yeryüzü gibi kupkuru oldu. Bunun İçindir ki Allah Teâlâ: «Denizde onlara kuru bir yol aç. Denizde kavminin boğulmasından ve düşmanı-mz olan Firavun’un yetişmesinden korkma, endîşe etme.» buyurmuştur. Allah Teâlâ devamla şöyle buyurur: «Firavun da ordusuyla onları ta’kîb etti. Deniz de onları nasıl kapladıysa işte öylece kaplayıver-di.» (…) Nasıl İçi Firavun onları ilerletip denize sürmüş, onları saptırmış ve olgunluk yoluna iletmemişse aynı şekilde: «O, kıyamet gününde kavmine öncülük eder ve onları ateşe götürür. Ne kötü yerdir onların gittikleri yer.» (Hûd, 98).[20]
80 — Ey Isrâiloğulları, sizleri düşmanınızdan kurtardık ve size Tûr’un sağ yanını va’dettik. Ve üzerinize kudret helvâsıyla bıldırcın indirdik,
81 — Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin, bunda aşın gitmeyin ki gazabımı hak etmeyesiniz. Gazabımı hak edert muhakkak mahvolmuştur.
82 —Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni, inanarak sâlih amel işleyeni sonra da doğru yola gireni muhakkak bağışlayanım.
Ey İsrâiloğullan
Allah Teâlâ İsrâiloğullan üzerine olan büyük nimetlerini anıyor. Onları, düşmanları Firavun’dan kurtarmış, onun tarafından (gelecek musibetlere karşı) gözlerini aydın etmiştir. Onların gözleri önünde Firavun ve ordusu hepsi toptan denizde boğulmuşlar ve onlardan hiç kimse kurtulmamıştır. Nitekim bir âyet-i kerîme’de şöyle buyrulur: «Firavun hanedanını da, siz bakıp dururken suda boğmuştuk.» (Bakara, 50). Buhârî der ki: Bize Ya’kûb İbn İbrahim’in… İbn Abbâs’tan rivayetinde o, şöyle demiştir: Allah Rasûlü (s.a.) Medine’ye geldiğinde yahûdî-ler a§ûrâ gününde oruç tutuyorlardı. Onlara (bu günde oruç tutmalarının sebebini) sordu da onlar : Bugün, Allah Teâlâ’nın Musa’yı Fi-ravun’a karşı gâlib getirdiği gündür, dediler. Allah Rasûlü (s.a.) : Biz Musa’ya daha lâyığız, o gün (aşûrâ günü) oruç tutun, buyurdu. Hadîsi Müslim de Sahîh’inde rivayet etmiştir.
Firavun’un helakinden sonra Allah Teâlâ Mûsâ ve İsrâiloğullarına Tûr’un sağ tarafım va’detti. Tür; Hz. Mûsâ’nm üzerinde Allah Teâlâ ile konuştuğu, Zâtından O’nu görmeyi istediği, Allah Teâlâ’nın orada kendisine Tevrat’ı vermiş olduğu yerdir. Bütün bunların vukuu sırasında Allah Teâlâ’nın biraz sonra anlatacağı üzere onlar buzağıya tap-mışlardı. Âyette zikredilen kudret helvası ve bıldırcına gelince; Bakara sûresinde ve başka yerlerde bu konuda bilgi geçmişti. Kudret helvası onların üzerine gökten inen bir tatlıdır. Bıldırcın ise yine onların üzerine düşen bir kuştur. Bunların her birerinden bir sonraki güne kadar ihtiyâçları miktarınca Allah’ın bir lutfu, rahmeti ve ihsanı olarak alırlardı. Bu sebepledir ki Allah Teâlâ : «Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin, bunda aşırı gitmeyin ki gazabımı hak etme-yesiniz.» Size rızık olarak verdiklerimden yeyin. Size verdiğim nzıkta aşırı gitmeyin. İhtiyâcınız dışında ondan almayın ki size emrettiğime zıd gitmiş olmayasmız ve böylece gazabımı hak etmeyesiniz. ((Gazabımı hak eden kimse muhakkak mahvolmuştur.» buyurur. İbn Abbâs’tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha âyetteki kısmını, mutsuz olmakla açıklamıştır. Şufeyy İbn Mât’î der ki: Cehennemde bir köşk vardır ki kâfir onun tepesinden atılır ve cehennemde Salsâl’e ulaşmadan tâm kırk sene düşer. îşte Allah Teâlâ’nın : «Gazabımı hak eden kimse muhakkak mahvolmuştur.» kavli budur. Şufeyy’in bu sözünü İbn Ebu Hatim rivayet etmiştir.
«Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni, inanarak sâlih amel işleyeni muhakkak bağışlarını.» Her kim hangi günâhtan olursa olsun Bana tevbe ederse, onun tevbesini kabul ederim. O kadar ki Allah Teâlâ, İsrâil-oğullarmdan buzağıya tapanların dahi tevbesini kabul buyurmuştur. Şüphesiz ki Ben, tevbe edeni; içinde bulunduğu küfür veya şirk veya nifak veya günâhtan döneni, kalbiyle îmân yoluna gireni muhakkak bağışlarım. İbn Abbâs’tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha : Sonra da şüpheye düşmeyeni, açıklamasını getirir. Saîd İbn Cübeyr ise «Sonra doğru yola gireni» kısmını şöyle açıklar : Sünnet ve cemâat üzere dosdoğru olanı. Bu açıklamadın bir benzeri Mücâhid, Dahhâk ve Seleften birçoklarından rivayet edilmiştir. Katâde ise burayı: Ölünceye kadar İslâm’a yapışanı, olarak açıklar. Süfyân Sevrî de: Bunun için sevâb olduğunu bileni, demiştir. Sonra burası haber peşinden haber getirme sadedinde olarak Allah Teâlâ’nın şu âyeti gibidir: «Sonra da îmân edenlerden, birbirine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden, olmaktır.» (Beled, 17).[21]
83 — Ey Mûsâ, seni kavminden daha çabuk gelmeye sevk eden nedir?
84 — Dedi ki: Onlar izim üzerindedirler. Rabbım, hoşnûd olman için Sana çabucak geldim.
85 — Buyurdu: Doğrusu Biz, senden sonra kavmini sınadık ve Sâmirî de onları saptırdı.
86 — Mûsâ kavmine kızgın ve üzgün olarak döndü ve: Ey kavmim, Rabbınız size güzel bir va’dde bulunmadı mı? Uzun bir zaman mı geçti aradan, yoksa Rabbınızın gazabına uğramak istediniz de mi bana verdiğiniz sözden caydınız? dedi.
87 — Onlar: Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza caymadık. O kavmin zînet eşyasından bize yükler dolusu taşıtıldı ve biz onları (ateşe) attık. Sâmirî de aynı şekilde attı, dediler.
88 — Derken o, kendilerine böğüren bir buzağı heykeli çıkarmıştı. Dediler ki: îşte bu, sizin de, Musa’nın da tanrısıdır. Fakat o, unuttu.
89 — Görmüyorlar mıydı ki o, kendilerine ne bir söz söyleyebilirdi, ne bir zarar, ne de bir fayda verebilirdi.
Ey Mûsâ
Hz. Mûsâ (a.s.), Firavun’un helakinden sonra İsrâiloğullarını yürütüp götürdü. «Onlar, putlarına gönülden tapagelen bir topluluğa rastladılar ve dediler ki: Ey Mûsâ, onların tanrıları olduğu gibi bize de bir tanrı yap. O da dedi ki: Siz gerçekten câhil bir topluluksunuz. Şüphesiz ki, bunların içinde bulundukları; yok olmaya mahkûmdur ve yapmakta oldukları şey de bâtıldır.» (A’râf, 138-139). Rabbı, Hz. Mû-sâ’ya otuz gece sonra buluşma va’detti, sonra buna on ekledi. Böylece kırk geceye tamamlandı ki bunların gece ve gündüzünde Hz. Mûsâ oruç tutuyordu. Bunun açıklaması daha önce el-Fütûn (Fitneler) hadîsinde geçmişti. Hz. Mûsâ (a.s.) acele ile Tûr’a koştu ve yerine İsrâiloğul-lan üzerine kardeşi Harun’u vekîl bıraktı. Bunun içindir ki Allah Te-âlâ : «Ey Mûsâ, seni kavminden daha çabuk gelmeye sevkeden nedir?» diye sormuştur. O da; «Onlar izim üzerindedirler.» Geliyorlar, Tûr’a yakın bir yerde konakladılar. «Rabbım, hoşnûd olman (ve benden hoş-nûdluğun artsın) için Sana çabucak geldim.» dedi. Allah Teâlâ : «Doğrusu Biz, senden sonra kavmini sınadık ve Sâmirî de onları saptırdı.» buyurarak, peygamberi Musa’ya kendisinden sonra îsrâiloğulları içinde meydana gelenleri, o Sâmirî’nin kendileri için yapmış olduğu buzağıya tapındıklarını haber verdi. İsrâiliyyât kitaplarında zikredildiğine göre, o Sâmirî’nin de ismi Hârûn imiş. «Biz, ona levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık ve her şeyi uzun uzadıya açıkladık. Öyleyse sen, bunları kuvvet ve metanetle al, kavmine de emret. Onları en güzel şekilde tutsunlar. İlerde size (itâatımdan çıkan ve Benim emrine baş kaldıran) fâsıklarm yurdunu göstereceğim.» (A’râf, 145) âyetinde de beyân olunduğu üzere bu süre içinde Allah Teâlâ Hz. Mûsâ için Tevrat’ı içeren levhaları yazdı.
Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya kavminin durumunu haber verdikten sonra «Mûsâ kavmine kızgın ve üzgün son derece öfkeli ve hışımlı olarak döndü.» O onlarla ilgili olan bir işle meşgul idi. îçinde şeriatlarının bulunduğu, kendileri için şeref olan Tevrat’ı almıştı. Bununla birlikte onlar, Allah’ın dışında Öyle bir şeye tapınışlardı ki aklı olan herkes onlann içinde bulundukları durumun bâtıl olduğunu, akıl ve zihinlerinin ne kadar zayıf olduğunu kolaylıkla anlayabilir. Bu sebeple Hz. Mûsâ onlara kızgın ve üzgün olarak dönmüştür. Ayetteki kelimesi; şiddetli öfke anlamındadır. Mücâhid bu kelimeyi; hüzünlü ve feryâd ederek, anlamına almıştır. Katâde ve Süddî ise; kendisinden sonra kavminin yaptıklarına üzgün olarak, anlamını vermişlerdir.
«Ey kavmim, Rabbınız size güzel bir va’dde bulunmadı mı?» Benim dilimden size dünya ve âhirette hayır, güzel akıbet va’detmedi mi? Sizin de müşahede ettiğiniz gibi düşmanınıza karşı size yardım etmedi mi? Sizi düşmanınıza galip getirmedi mi? Bunun dışında size vermiş olduğu nimetleri görmediniz mi? «Uzun bir zaman mı geçti aradan?» Allah’ın size va’dettiklerini beklemede uzun bir zaman mı geçti ki O’nun geçmiş nimetlerini unuttunuz? Halbuki o kadar çok zaman geçmedi. «Yoksa Rabbınızın gazabına uğramak mı istediniz?» Âyetin başında bulunan edatı, bilakis anlamınadır. Bu edat birinci sözden vazgeçip ikinci bir söze dönmeyi ifâde eder. Sanki şöyle diyor : Aksine siz, bu işinizle Rabbınızın gazabına uğramak istediniz de verdiğiniz sözden caydınız. Onlar, yani İsrâiloğul lan Hz. Musa’nın bu azarlamasına cevab olarak : «Sana verdiğimiz sözden kendi başımıza, (kendi güç ve ihtiyarımızla) caymadık.» deyip kabule şayan olmayacak bir özürle ondan özür dilemeye başladılar. Mısır’dan çıkarken emânet olarak kıptîlerin süs eşyalarından aldıklarından ellerinde olanlara karşı zâhidâne davrandıklarını haber verdiler de : «Biz onları attık.» dediler. Daha önce geçen «Fitneler» hadîsinde belirtildiği üzere içinde ateş bulunan bir çukura süs eşyalarının atılmasını onlara emreden Hz. Hârûn (a.s.) idi. Süddî’nin Ebu Mâlik’den onun da tbn Abbâs’tan rivayetine göre; Hz. Harun, bu süs eşyalarının tamâmını o çukurda toplayıp onlardan bir tek taş yapmak istemişti. Sonunda Hz. Mûsâ döndüğü zaman onlar hakkında dilediği şekilde davranacaktı. Sonra bu Sâmirî gelip elçinin ayak izinden almış olduğu bir avuç toprağı onların üzerine attı. Hz. Harun’dan yapacağı duayı kabul etmesi için Allah’a duâ etmesini istedi. Onun- maksadını bilmeyen Hz. Hârûn onun için duâ etti de duasına icabet olundu. îşte o zaman Sâmirî: Allah’tan bunun bir buzağı olmasını istiyorum, dedi ve o da böğürmesi, sesi olan bir buzağı oldu. Bu; onların küfrünü artırmak, onlara mühlet vermek, onları imtihan edip sınamak içindi. Bunun için onlar: «Sâmirî de aynı şekilde attı.» demişlerdir. «Derken o, kendilerine böğüren bir buzağı heykeli çıkarmıştı.» İbn Ebu Hâtim’in Muhammed İbn Ubâde İbn el-Bah-terî kanalıyla… İbn Abbâs’tan rivayetine göre; Hz. Harun, bir buzağı yontmakta olan Sâmirî’ye uğramış ve ona : Ne yapıyorsun? diye sormuştu. Sâmirî: Zararı olan fakat fayda vermeyen bir şey yapıyorum, diye cevab vermiş Hz. Hârûn da: Ey Allah’ım, gönlünde olana göre onun istediğini ver, diye duâ etmiş ve geçip gitmişti. Sâmirî: Ey Allah’ım, Sen’den bunun böğürmesini istiyorum, diye duâ etmiş ve buzağı böğürmüştü. Buzağı böğürdüğü zaman onun için secdeye kapanır, böğürdüğü zaman başlarını kaldırırlardı. İbn Ebu Hatim, hadîsi başka bir kanaldan olmak üzere Hammâd’dan rivayet eder ki onun bir bölümü şöyledir: Sâmirî: Fayda veren fakat zarar vermeyen bir şey yapıyorum, demişti. Süddî, buzağının böğürür ve yürür olduğunu söyler.
Buzağı ile fitneye düşüp ona tapınan ve içlerinden sapıtanlar dediler ki: «îşte bu, sizin de Musa’nın da tanrısıdır. Fakat o, unuttu.» (Tanrısını burada unuttu ve onu aramaya gitti.) Daha önce bu açıklama İbn Abbâs’tan rivayetle «Fitneler» hadîsinde geçmiş olup Mücâ-hid de aynı açıklamayı yapmıştır. Semmâk’m İkrime’den, onun da İbn Abbâs’tan rivayetine göre «Fakat o, unuttu.» kısmının anlamı şöyledir : Bunun sizin ilâhınız olduğunu size hatırlatmayı unuttu. Muham-med îbn îshâk’ın Hakîm İbn Cübeyr’den, onun Saîd İbn Cübeyr’den, onun da îbn Abbâs’tan rivayetine göre onlar : «İşte bu, sizin de Musa’nın da tannsıdır.» dediler âyeti hakkında İbn Abbâs şöyle demiştir: Ona ibâdet ettiler, onu öyle sevdiler ki asla hiç bir şeyi onun gibi sev-memişlerdi. Allah Teâlâ: «Fakat o, unuttu.» buyurmuştur ki; o, üzerinde olduğu İslâm’ı terketmiştir ve burada kasdedilen Sâmirî’dir (Hz. Mûsâ değildir).
Allah Teâlâ onlara bir red makamında olmak üzere, onlara bir azarlama, yaptıkları işte akıllarının ne kadar zayıf ve kendilerinin ne kadar rezîl olduklarını beyân sadedinde şöyle buyurur: «Görmüyorlar mıydı ki o, (buzağı ondan bir şey istedikleri veya ona hitâb ettikleri zaman) kendilerine ne bir söz söyleyebilirdi, cevap verebilirdi, ne (de dünyalarında ve âhiretlerinde onlara) bir zarar, ne de bir fayda verebilirdi.» İbn Abbâs —Allah ondan hoşnûd olsun- – der ki: Hayır, Allah’a yemîn olsun ki onun böğürmesi sadece rüzgârın arkasından girip ağzından çıkmasından başka bir şey değildi. Böylece ondan ses işitiliyordu. Hadîs metinlerinde Hasan el-Basrî’den rivayetle geçtiği üzere bu buzağının ismi Behmût’dur.
Bu câhillerin beyân ettikleri özrün özeti şudur: Onlar kıptîlerin zînetlerinden uzaklaşmışlar onları atmışlar ve buzağıya tapınışlardır. Küçük bir işte takva ile davranmış, günâhtan kaçınmışlar ve fakat büyük bir iş işlemişlerdir. İbn Ömer’den rivayetle sahîh bir hadîste belirtildiğine göre Irak ahâlîsinden birisi ona elbiseye bulaştığı zaman sivrisineğin kanının namaza zarar verip vermeyeceğini sormuş ve : Bununla namaz kılınır mı yoksa kılınmaz mı? demişti. îbn Ömer —Allah ondan hoşnûd olsun— şöyle cevab vermişti: Irak ahâlîsine bakınız;
Allah Rasûlü (s.a.) nün kızının oğlunu —Hz. Hüseyn’i kasdediyor— öldürdüler de gelip bir sivrisineğin kanını soruyorlar?[22]
90 — Andolsun ki daha önce Hârûn da onlara: Ey kavmim, siz bununla sınanıyorsunuz. Sizin gerçek Rabbı-nız Rahmân’dır. Bana uyun ve emrime itaat edin, demişti.
91 — Onlar da: Mûsâ bize dönene kadar, buna sarılmaktan asla vazgeçmeyeceğiz, demişlerdi.
Allah Teâlâ haber veriyor ki Hz. Hârûn (a.s.) onları buzağıya tapmaktan men’etmiş, onlara bunun kendileri için bir imtihan olduğunu haber vermiştir. Şöyle demişti: «Ey kavmim, sizin gerçek Rabbınız Rahmân’dır.» Her şeyi yaratıp takdir eden, yüce Arş’ın sahibi, dilediğini işleyen Rahmân’dır. Size emrettiklerimde bana uyun ve size yasakladıklarımı terk edin. Onlar da : «Mûsâ bize dönene kadar, buna sarılmaktan vazgeçmeyeceğiz.» Bu konuda Musa’nın sözünü işitince-ye kadar ona ibâdeti terketmeyeceğiz, demişler, bu konuda Hz. Hâ-rûn’a zıd giderek onunla mücâdele etmişlerdi ki az kaldı onu öldüreceklerdi.[23]
92 — Dedi ki: Ky Hârûn, bunların saptıklarını görünce ne alıkoydu seni,
93 — Benim ardımdan gelmekten? Yoksa benim emrime karşı mı geldin?
94 — o da: Ey anamın oğlu; saçımdan, sakalımdan tutma. Doğrusu; İsrâiloğulları arasına ayrılık soktun, sözüme bakmadın, demenden korktum, dedi.
Ey Hârûn
Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ (a.s.) nın kavmine döndüğü zamanı haber veriyor. Hz. Mûsâ onların içinde meydana gelen bu büyük işi görünce öfkeyle dolmuş ve elinde bulunan ilâhî levhaları atarak kardeşini başından yakalayıp onu kendine doğru çekmeye başlamıştı. Daha önce A’râf sûresinde bunu genişçe vermiştik. Ayrıca orada : Elbette haber, bizzat gözle görme gibi değildir, hadîsini de zikretmiştik. Hz. Mûsâ, kardeşi Harun’u ayıplamaya girişerek şöyle demişti: «Bunların saptıklarını görünce benim ardımdan gelmekten seni ne alıkoydu?» İşi bana başlangıcından itibaren anlat. Yoksa (sana tevdî’ etmiş olduğum işte) benim emrime karşı mı geldin? Hz. Musa’nın ona tevdî’ etmiş olduğu görev şu âyette belirtilmektedir : «Kavmim içinde, benim yerime geç. Islâh et ve fesâdçıların yoluna uyma.» (A’râf, 142). «O da : Ey anamın oğlu…» diyerek ana baba bir kardeşi olduğu halde annesini zikrederek onu yumuşatmak istedi. Zîrâ burada annenin zikredilmesi, şefkat yönüyle daha ince ve daha te’sîrlidir. Bunun için : «Ey anamın oğlu; saçımdan, sakalımdan tutma. Doğrusu; îsrâiloğulları arasına ayrılık soktun, sözüme bakmadın, demenden korktum.» demiştir. Hz. Mû-sâ’nın peşinden gitmekte gecikmesinin sebebi hususunda bu, Hz. Hâ-rûn’un Musa’ya karşı beyân ettiği bir özürdür. Zîrâ o, Hz. Musa’nın peşinden giderek ona kavuşup kavmi içinde meydana gelen bu büyük fitneyi ona haber vermemiştir. O şöyle demişti: Doğrusu; ben seni onların içinde yerime vekîl bırakmışken emrettiklerime riâyet etmedin, sözüme bakmadın da niçin onları yalnız başlarına bırakıp aralarına ayrılık soktun, dersin korkusuyla senin peşinden gelip bunu sana haber vermedim. îbn Abbâs derki: O (Hz. Hârûn)’, Musa’dan korkardı ve ona itaatkârdı.[24]
95 — Ya senin zorun neydi ey Sâmirî? dedi.
96 — O da: Onların görmedikleri bir şey gördüm ve o elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım. Ve bunu zî-net eşyasının eritildiği potaya attım. Nefsim bana bunu hoş gösterdi, dedi.
97 — Dedi ki: Haydi git, doğrusu hayatta artık; bana dokunmayın, demenden başka yapacağın bir şey yoktur. Bir de senin için hiç kaçamayacağın bir ceza günü var. Sarılıp durduğun üstüne düşüp tapındığın ilâhına bak; yemin olsun ki Biz onu yakacağız, sonra da parça parça edip denize atacağız.
98 — Sizin ilâhınız, ancak O’ndan başka hiç bir ilâh olmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.
Ey Sâmiri
Hz. Mûsâ (a.s.) Sâmirî’ye : Bu yaptığına seni sevk eden nedir? Senin karşına çıkan neydi ki bu yaptığını yaptın? demişti. Muhammed îbn îshâk’ın Hakîm İbn Cübeyr kanalıyla… îbn Abbâs’tan rivayetine göre o, şöyle demiştir: Sâmirî; Bâcermâ ahâlîsinden birisiydi. O, ineğe tapınan bir kavimdendi. İneğe tapınma sevgisi gönlüne yerleşmişti, îsrâiloğullarıyla beraber müslüman olduğunu izhâr etmiş olup bu Sâmirî’nin adı Mûsâ İbn Zafer idi. İbn Abbâs’tan gelen rivayetlerden birine göre; o, Kirmân’dan idi. Katâde ise : Adı Samerrâ olan bir kasabadandı, demiştir.
O da: «Onların görmedikleri bir şey gördüm. (Firavun’u helak etmek üzere geldiğinde Cibril’i gördüm.) Ve o elçinin (kısrağının) bastığı yerden bir avuç avuçladım.» dedi. Birçok nıüfessirin veya müfes-sirlerin ekserisinin yanında meşhur olan açıklama budur. İbn Ebu Hâ-tim’in Muhammed İbn Ammâr îbn Haris kanalıyla… Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre; o. şöyle demiştir: Cibril (a.s.) inip te Hz. Musa’yı göğe yükselttiğinde insanların arasından Sâmirî onu (Cibril’i) görmüş ve kısrağının bastığı yerden bir avuç toprak avuçlamış. Cibril, Musa’yı arkasına bindirmiş ve nihayet göğün kapısına yaklaştığı zaman yükselmiş. Allah Teâlâ levhaları, Hz. Mûsâ kalemlerin levhalardaki cızırtılarını işitirken yazmış. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya kavminin, arkasından imtihan edildiğini haber vermiş. Hz. Mûsâ inmiş ve buzağıyı alıp yakmış. Bu haber garîbdir. Mücâhid, «O elçinin bastığı yerden bir avuç avuçladım.» âyeti hakkında şöyle demiş : Cibril’in kısrağının tırnağının altından bir avuç toprak avuçlamış. Âyette geçen kelimesi; avuç doluşudur ve kabza parmakların ucuyla (alman avuç dolusu) şeydir. Mücâhid der ki: Sâmirî elinde olan şeyi İsrâiloğullarının zînet eşyaları üzerine atmış i onlar da böğürmesi olan bir buzağı cesedi kalıbına girmiş. Onda hafîf bir rüzgâr varmış ki böğürmesi işte budur. İbn Ebu Hâtim’in Muhammed İbn Yahya kanalıyla… İkrime’den rivayetle anlattığına göre Sâmirî elçiyi görmüş. Kalbine ilham olunmuş ki: Eğer sen, bu kısrağın izinden bir avuç toprak alır da onu bir şey içine atar ve ona ol dersen o da (istediğin şey) oluverir. Elçinin ayak izinden bir avuç toprak almış. Parmakları bu bir avuç toprak üzerinde kurumuş. Hz. Mûsâ Rabbı ile buluşmaya gittiğinde; İsrâiloğullannm Firavun ailesinden ödünç almış oldukları zînet eşyaları hakkında Sâmirî : Sizin başınıza gelenler ancak bu zînet eşyaları yüzündendir. Onlan bir araya toplayın, demiş. Onları toplamışlar ve üzerine ateş yakmışlar da onlar erimiş. Sâmirî bunu görünce kalbine şöyle bir fikir düşürülmüş : Şayet sen, bu bir avuç toprağı bunların içine atar da, «ol» dersen; istediğin şey olur. Bir avuç toprağı atmış ve ol demiş. Bunlar kendisi için böğüren bir buzağı olmuş ve o da: «îşte bu, sizin de, Musa’nın da tan-rısıdır.» demiş. Bunun içindir ki Sâmirî : «Atanlarla birlikte ben de onu attım. Nefsim böyle yaptırdı bana.» O esnada nefsim bunu bana güzel gösterdi, demiştir. Hz. Mûsâ da : «Haydi git, doğrusu (nasıl ki elçinin izinden alma ve dokunma hakkın olmayan bir şeye dokunup aldıysan) hayatta artık; bana dokunmayın, demenden başka yapacağın bir şey yoktur.» Dünyada iken senin cezan; bana dokunmayın, demendir. Sen insanlara dokunamayacaksın, onlar da sana dokunamayacaklar, demiş ve şöyle devam etmiş : «Bir de senin hiç kaçamayacağın bir ceza günü, (kıyamet günü) var.»
Katâde «Doğrusu hayatta artık; bana dokunmayın, demekten başka yapacağın bir şey yoktur.» âyeti hakkında der ki : Bu onlar için bir ceza olmuştur. Bugün onlardan arta kalanlar da aynı şekilde : Bana dokunmayın, derler.
«Bir de senin hiç kaçamayacağın bir ceza günü var.» âyeti hakkında Hasan, Katâde ve Ebu Nehîk : Ondan kaçıp uzaklaşamayacağın, kaybolamayacağın, açıklamasını getirirler.
«Sarılıp durduğun, üstüne düşüp tapındığın ilâhına (ibâdet ettiğin buzağıya bir) bak; yemîn olsun ki Biz onu yakacağız.» İbn Abbâs’-tan rivayetle Dahhâk ve Süddî derler ki: Hz. Mûsâ onu eğelerle yontup ufalamış ve ateşe atmıştır. Katâde der ki: Altından olan buzağı et ve kana dönüşmüş de Hz. Mûsâ onu ateşte yakmış sonra küllerini denize atmıştır. Bunun içindir ki: «Sonra da parça parça edip denize atacağız.» demiştir. İbn Ebu Hatim der ki: Bize babam’ın Hz. Ali (r.a.) den rivayetine göre o şöyle demiş : ((Hz. Mûsâ Rabbma gitmekte acele etmişti. îşte o zaman Sâmirî kalkmış, İsrâiloğulları kadınlarının süs eşyalarından güç yetirebildiklerini toplamış, ona bir buzağı heykeli şekli vermiş. Hz. Mûsâ (Tûr’dan dönüşünde) buzağıya yönelip onun üzerine eğeleri koyup onunla yontup ufalamış. O, nehrin kenarında imiş. Buzağıya tapınanlardan bu sudan kim içmişse yüzü altın gibi sararmış. Hz. Musa’ya : Bizim tevbemiz nedir? diye sormuşlar da o : Birbirinizi öldürmenizdir, demiş. Süddî de böyle söylemiş olup bunun genişçe açıklaması Bakara sûresi tefsirinde, sonra da «Fitneler» hadîsinde geçmişti.
«Sizin ilâhınız, ancak O’ndan başka hiç bir ilâh olmayan Allah’tır. O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.» Hz. Mûsâ (a.s.), onlara şöyle diyor : Bu sizin ilâhınız değildir. Sizin ilâhınız ancak kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tır. Kullara Rabb olmaya ancak O lâyıktır. İbâdet de ancak O’na yaraşır. Her şey O’na muhtaçtır ve her şey Rabba (Rabbma) kuldur. «O, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır.» O, her şeyi en iyi bilendir. «Ve Allah’ın gerçekten her şeyi ilmiyle kuşatmış olduğunu bilesiniz.» (Talâk, 12), «Ve her şeyi bir sayı ile sıralamıştır.» (Cinn, 28), «Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir.» (Sebe’, 3), «Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere her şey apaçık bir kitaptadır.» (En’âm, 59), «Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki, rızkı. Allah’a âit olmasın. Onlann durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitaptadır.» (Hûd, 6). Bu husustaki âyetler gerçekten pek çoktur.[25]
99 — Sana geçmişlerin haberlerinden bir kısmını işte böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana, katımızdan bir de zikir verdik.
100 — Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir.
101 — Onda temelli kalacaklardır. Bu, kıyamet gününde onlar için ne kötü bir yüktür.
Geçmişlerin Haberleri
Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.) e hitaben şöyle buyurur : Nasıl ki sana Musa’nın haberini, Firavun ve ordusu ile beraber onun başından geçenleri apaçık ve olduğu şekilde anlatmışsak aynı şekilde geçmiş haberleri fazlalık ve eksiklik olmaksızın, olduğu şekilde sana anlatıyoruz. Bu böyledir; bununla birlikte «sana, katımızdan bir de zikir verdik.» «Önünden de ardından da bâtıl sokulamayan, Ha-kîm, Hamîd katından indirilmiş.» (Fussüet, 42) olan Kur’ân-ı Azîm’-dir. Peygamber gönderilmeye başlandığından itibaren Muhammed (s.a.) ile peygamberler sona erdirilinceye kadar peygamberlerden hiç birisine onun bir benzeri veya ondan daha mükemmeli, geçmişlerin ve geleceklerin haberini daha çok toplayan, insanlar arasında ayırıcı hükmü ihtiva eden bir kitâb verilmemiştir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ şöyle buyurur : Kim ondan yüz çevirirse; onu yalanlar, onun emir ve isteklerine uymaktan yüz çevirerek hidâyeti ondan başkasında ararsa, şüphesiz Allah onu dalâlete düşürüp cehenneme iletecektir. Bunun içindir ki şöyle buyurur: «Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir.» Başka b;r âyette şöyle buyrulur : «Herhangi bir güruh onu inkâr ederse; onun varacağı yer ateştir.» (Hûd, 17). Bu; Kur’an’m ulaştığı Arap, Acem, ÎShl-i Kitâb ve başkaları hakkında geneldir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette şöyle buyurur : «Bu Kur’an; bana sizi de, ulaştığı kimseleri de uyarmam için vahyolundu, de.» (En’âm, 19). Kur’an kime ulaşmışsa onun için uyarıcı, hakka davet edicidir. Ona uyan hidâyete erdirilir. Kim ona zıd gider ve ondan yüz çevirirse; sapıklığa düşer, dünyada mutsuz olur. Kıyamet günü ona va’dolunan ise; ateştir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Kim ondan yüz çevirirse, şüphesiz ki kıyamet günü ağır bir günâh yükünü yüklenecektir. Onda temelli kalacaklardır. (Ondan sapamayacaklar ve ondan ayrılamayacaklardır.) Bu, kıyamet gününde onlar için ne kötü bir yüktür.»[26]
102 — Sûr’a üflendiği gün, işte o gün suçluları, gözleri korkudan gövermiş olarak toplarız.
103 — Aralarında gizli gizli konuşarak: Siz, sâdece on gün eyleştiniz, derler.
104 — Onların söylediklerini Biz daha iyi biliriz. En akıllıları da: Sâdece bir gün eyleştiniz, der.
Sûr’a Üflendiği Gün
Bir hadîste vârid olduğuna göre Allah Rasûlü (s.a.) ne Sûr sorulmuştu. Kendisine üfürülecek boynuzdur, buyurdu. Ebu Hüreyre’den rivayetle gelen Sûr hadîsinde belirtildiğine göre Sûr : Büyük bir boynuzdur. Onun bir halkasının miktarı gökler ve yer ölçüsündedir. Ona İsrafil (a.s.) üfürecektir. Bir hadîste şöyle buyrulur : Boynuzun (Sûr’-un) sahibi boynuzu ağzına almış, alnını eğmiş ne zaman kendisine izin verilecek diye beklerken ben nasıl nimet içinde olabilirim. Ey Allah’ın elçisi, nasıl söyleyelim? dediler de şöyle buyurdu : Allah bana yeter, o ne güzel Vekîl’dir. Allah’a tevekkül ettim, deyin.
«İşte o gün, gözleri korkudan gövermiş olarak suçluları toplarız.» âyetinin anlamının şöyle olduğu söylenir : İçinde bulundukları korkunun şiddetinden gözleri morarmış olarak. Allah Teâlâ : «Aralarında gizli gizli konuşurlar.» buyurur ki İbn Abbâs şöyle der: Birbirleri arasında gizlice konuşurlar. Birbirlerine şöyle derler : Siz, dünyada sadece on gün eğleştiniz. Sizin dünyada kalışınız gayet az idi. On gün veya benzeri bir süre kaldınız. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: «(Onların aralarında gizlice konuşmaları sırasında) söylediklerini Biz daha iyi biliriz.» Onların içinde kâmil bir akla sâhib olanları da şöyle der: «Sâdece bir gün eğleştiniz.» Zîrâ Allah’a dönüş gününe nisbetle onlar için dünya süresi son derece kısadır. Dünyanın bütün vakitleri tekrârlan-sa, gece ve gündüzleri, saatları birbirini kovalasa bile bir gün gibidir. Bu sebeple kıyamet günü, dünya hayatının süresi kısa bulunacaktır. Onların böyle söylemekteki maksadları, sürenin kısalığını ileri sürerek haklarında hüccetin konulmasını engellemek, defetmektir. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Kıyametin kopacağı gün suçlular bir saattan başka kalmadıklarına yemîn ederler. İşte onlar böylece aldatılıp döndürülürler. Kendilerine bilgi ve îmân verilenler: An-dolsun ki Allah’ın kitabında yazılan o yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, yeniden diriliş günüdür. Ama siz bilmiyordunuz, derler.» (Rûm, 55-56). Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Öğüt alacak kişinin öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Ve size uyarıcı da gelmişti. Öyleyse azabı tadın. Zâlimler için bir yardımcı yoktur.» (Fâtır, 37), «Buyurdu ki: Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız? Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, derler. Buyurdu ki: Çok az bir süre kaldınız. Keski bilseydiniz.» (Mü’minûn, 112-114). Sizin orada kalmanız azıcık bir şey olmuştur. Şayet bilmiş olsaydınız bakî olanı fânî olana tercih ederdiniz. Fakat öyle bir tasarrufta bulundunuz ki tasarrufunuz kötü oldu. Hazır ve fânî olanı devamlı ve bakî olanın önüne geçirdiniz.[27]
105 — Ve sana dağlardan sorarlar. De ki: Rabbım, onları ufalayıp savuracak.
106 — Yerlerini düz, kuru bir toprak haline getirecek.
107 — Orada ne bir çukur, ne de bir tümsek göreceksin.
108 — O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır. Sesler Rahmân’m heybetinden kısılmıştır ve sen, fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.
Ve Dağlar
Allah Teâlâ buyurur ki: Ve sana kıyamet günü dağların yerinde kalıp kalmayacağını sorarlar. De ki: «Rabbım, onları ufalayıp savuracak.» Yerlerinden sökecek, un-ufak edecek ve onları yürütecek. «Yerlerini düz, kupkuru bir toprak haline getirecek.» Âyette geçen kelimesi; yeryüzünde dümdüz olan yer, anlamınadır. Âyetteki kelimesi ile, bu anlamı güçlendirmek içindir. Bu kelimenin;
üzerinde bitki olmayan yer, anlamında olduğu da söylenmiştir. Her ne kadar diğeri de esâs anlamın lâzımı olarak kasdedilmiş ise de birinci açıklama daha uygundur. Bu sebeple Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «Orada ne bir çukur, ne de bir tümsek göreceksin.» O gün yeryüzünde ne bir vâdî, ne alçak, ne de yüksek yer görmeyeceksin. îbn Abbas, «O gün hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır.» Bu durumları ve korkulan görecekleri günde, o davetçiye koşarak uyacaklardır. Nereye emrolunmuşlarsa oraya koşacaklardır. Şayet bu, dünyada iken olmuş olsaydı; onlar için daha faydalı olurdu. Fakat öyle bir yerde uyacaklardır ki artık onlara fayda vermeyecektir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Bize geldikleri gün, neler görüp işitecekler.» (Meryem, 38), «O çağırana koşarak, kâfirler: Bu, zorlu bir gündür, derler.» (Kamer, 8). Muhammed İbn Kâ’b el-Ku-razî der ki: Allah Teâlâ kıyamet günü insanları bir karanlıkta toplayacak, gök dürülecek, yıldızlar dökülecek, güneş ve ay yok edilecektir. Bir münâdî seslenecek de insanlar sese tâbi olarak ona uyacaklardır-. İşte Allah Teâlâ’nın : «O gün hiç bir tarafa sapmadan o davetçiye uyacaklardır.» kavli budur. Katâde ( a) ç>&V ) kısmını: Ondan meyle-
demeyecekler, şeklinde açıklarken Ebu Salih : Ona iltifat etmemezlik edemeyeceklerdir, demiştir.
«Sesler Rahmân’ın heybetinden kısılmıştır.» İbn Abbâs buradaki ( ûAÜ- ) fiilini; susmuştur, sükûnete kavuşmuştur, şeklinde açıklar. Süddî de böyle söylemiştir. «Ve sen, fısıltıdan başka bir şey işitmezsin.» âyeti hakkında İbn Abbâs’tan rivayetle Saîd İbn Cübeyr: Ayak sesleri kasdediliyor, der. İkrime, Mücâhid, Dahhâk, Rebî’ İbn Enes, Katâde, İbn Zeyd ve başkaları da böyle söylemiştir. İbn Abbâs’tan rivayetle Ali İbn Ebu Talha buradaki fısıltının; gizli ses, olduğunu söyler. Bu; İkrime ve Dahhâk’dan da rivayet edilmiştir. Saîd İbn Cübeyr, «Ve sen, fısıltıdan başka şey işitmezsin.» âyetindeki fısıltıyı: Konuşma, konuşmanın gizlisi ve ayak sesleri ile açıklar. Saîd böylece her iki açıklamayı da toplamış oluyor ki âyetin buna da ihtimâli vardır. Ayak seslerine gelince; ..bundan maksad insanların Mahşere yürümesi, koşmasıdır. O; onların sükûnet ve boyun eğme içinde yürümeleridir. Gizli söz ve konuşmalara gelince; bu bir durumda olup başka bir durumda olmayabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur : «O gün gelince; Allah’ın izni olmadan kimse konuşamaz. Onlardan kimisi bedbaht, kimisi de bahtiyardır.» (Hûd, 105).[28]
109 — O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
110 — O, onların önlerindekilerini de, arkalanndaki-ni de bilir. Onların hiç birinin ilmi asla bunu kavrayamaz.
111 —- Ve bütün yüzler Hayy ve Kayyûm olan Allah’a baş eğmiştir. Bir zulüm yükü taşıyanlar ise gerçekten hüsrana uğramıştır.
112 — Kim de inanmış olarak, sâlih ameller işlerse; o, zulümden ve hakkının yenmesinden korkmaz.
Rahmân’ın İzin Verdikleri
Allah Teâlâ buyurur ki: Kıyamet günü Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnûd olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Bu, şu âyetler gibidir : «O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir.» (Bakara, 255), «Göklerde nice melek vardır ki; Allah, dileyeceği ve razı olacağı kimseler için izin vermedikçe onların şefaati hiç bir şeye yaramaz.» (Necm, 26), «Onlar, Allah’ın hoşnûd olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler.» (Enbiyâ, 28), «Allah’ın katında, kendisine izin verdiğinden başkası şefaat edemez.» (Sebe’, 23), «O gün rûh ve melekler saf halinde duracaklardır. Rahmân’ın izin verdiğinden başkaları konuşamazlar. O da doğruyu söyler.» (Nebe1, 38). Muhtelif şekillerde Buhârî ve Müslim’de Allah Rasûlü (s.a.) nden —O ki Âdemoğ-lunun efendisi ve Allah katında bütün yaratıkların en şereflisidir— rivayet edildiğine göre; o, şöyle buyurmuştur: Arş’ın altına geleceğim, Allah için secdeye kapanacağım. Allah Teâlâ bana öğünülecek o kadar çok şey açacak ki şimdi onları sayamıyorum. Beni dilediği kadar o halde bırakacak sonra : Ey Muhammed, kaldır başını; söyle dinlenecek, şefaat et şefaatin kabul edilecek, buyuracak. Bana bir sınır (bir sayı) koyacak da onları cennete koyacağım, sonra döneceğim. Allah Rasûlü (s.a.) bunu dört kez tekrarladılar. Allah’ın salâtı, selâmı ona ve diğer peygamberlere olsun. Bir hadîste şöyle buyrulur: Allah Teâlâ buyuracak: Kalbinde tane- ağırlığı îmân olanları ateşten çıkarın. Birçok yaratık çıkarılacak. Sonra tekrar buyuracak : Kalbinde yarım mis-kâl ağırlığı îmân olanı ateşten çıkarın. Kalbinde zerre ağırlığı îmân olanı ateşten çıkarın. Kalbinde zerre ağırlığının en azının en azının en az kadar îmân olanı çıkarın.
«O, onların önlerindekilerlnl de, arkalarındakini de bilir.» Bütün yaratıkları ilmiyle kuşatmıştır. «Onların hiç birinin İlmi asla bunu kavrayamas.» âyeti Allah Teâlâ’nın şu kavil gibidir; «Dilediği: kadarından ba§ka O’mm ilminden hiç bir şey kavrayamazlar.»- (Bakara,255)
«Ve bütün yüzler Hayy ve Kayyûm olan Allah’a baş eğmiştir.» âyetinde îbh Abbâs Ve birçokları şöyle derler: Bütün yaratıklar Ölmeyen, diri, Uyumayan, her şeyi görüp gözeten idare eden Cebbarca boyun eg-tmş, O’na teslim olmuştur. O; her şeyin kendisine muhtaç olduğu, .-an*.. cak O’nun Zâtıyla ayakta kalabildiği, Zâtında kâmil olandır.
«Kıyamet günü bir zulüm yükü taşıyanlar ise gerçekten. hüsrana uğramıştır.» Allah Teâlâ kıyamet günü her hakkı sâhit)ine: teydî’. edecektir. O kadar ki,boynuzsuz.koyun ile,boynuzlu koyun arasında kısas yapılacak (boynuzsuz koyun boynuzludan hakkını alacaktır). Bir, hadîste şöyle buyrulur:. Allah Tealâ: İzzetim ve Celâlim hakkı için bugün hiç bir zâlimin haksızlığı beni geçemeyecektir, buyuracak. Sahîh bir hadîste şöyle buyrulur.:
Zulümden sakının; şüphesiz zulüm, kıyamet günü karanlıkiardır. Allah’a müşrik olduğu halde kavu§an ise bütünüyle! ^aybetnıjş,: hüsrâ: na uğramıştır. Zîrâ Allah Teâlâ : «Şüphesiz şirk en büyüls^ulüm^r.» (Lokman, 13) buyurmuştur.
«Kim de inanmış pjarak, sâlih ameller işlerse; özuİÜmâeri ve hakkının yenmesinden korkmaz.» Allah Teâlâ zâlimleri ve çrilâr hakkındaki tehdidi beyân ettikten sonra İkinci olarak Allah’tan kbrkahİkrİ ve onların hükmünü tey^n buyurur. Onlar asla haksızlığa uğramayacaklar ve haklan yenmeyecektir. Onların günâhları ârtirılmayacaK^ lyilliC-leri eksiltilmeyecektir. Bu açıklama İbn Abbâa, Mtidânid, Üâhhftlc, Hasan, Katâde ve birçoklarına aittir. Zîrâ zülüm; kf§İye! bir bankasının günâhının yüklenmesidir lse : noksanlık, ye ekşitme[29]
113 — Biz onu böylece Arapça bir Kur’an olarak indirdik. Belki sakınırlar veya onlara ibret verir diye teh-dîdleri açıkladık.
114 — Gerçek hükümdar olan Allah Yücedir. Kur’an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele tekrar edip durma ve: Rabbım, ilmimi artır, de.
Allah Teâlâ buyurur ki: Madem ki Allah’a dönüş ve hayırla şerrin karşılıklarının verileceği gün hiç şüphesiz vuku bulacak, meydana gelecektir. İşte Biz Kur’an’ı (bugünü) müjdeleyici ve ondan sakındırıp uyarıcı olarak apaçık, fasîh bir Arap dili ile indirmişizdir. Onda herhangi bir kapalılık ve muğlaklık yoktur. Belki sakınırlar (da günâhları, haramları ve fuhşiyyâtı terkederler) veya onlara ibret verir (de bu; itaati, Allah’a yaklaştıran amelleri meydana getirir) diye tehdîd-leri açıkladık. Gerçek hükümdar olan Allah Yücedir, Münezzehtir, Mukaddestir, gerçek Hükümdâr’dır, gerçeğin tâ kendisidir. Va’di haktır, tehdîdi haktır, elçileri haktır, cennet ve cehennem haktır, O’ndan olan her şey gerçektir. O’nun adaleti; uyarmadan, elçiler göndermeden, hiç kimse için bir hüccet ve şüphe kalmasın diye yaratıklarından özrü kaldırmadan hiç kimseye azâb etmemektir.
Allah Teâlâ’nın : «Kur’an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele sesle tekrar edip durma.» kavli Kıyâme süresindeki : «Onu (Kur’an’ı) acele (ezber) etmen için dilini onunla beraber oynatma. Şüphesiz onu toplamak da okutmak da Bize aittir. Öyleyse Biz onu okuttuğumuz vakit, sen onun okunuşunu dinle. Sonra şüphesiz onu açıklamak bize aittir.» (Kıyâme, 16-19) âyetleri gibidir. İbn Abbâs’tan rivayetle sahîh bir hadîste vârid olduğu üzere Allah Ra-sûlü (s.a.) vahyi hemen ezberlemeye çalışır ve çok kere dilini hareket ettirirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ da bu âyeti indirdi. Yani Hz. Peygamber (s.a.) Cibril kendisine vahiy getirdiğinde, ona her bir âyeti getirişinde onunla birlikte Kur’an’ı ezberlemeye şiddetli hırsından ötürü onunla birlikte söylerdi. Allah Teâlâ ona zor ve ağır gelmesin diye onun hakkında daha kolay ve daha hafîf olanına işaretle : «Onu (Kur’an’ı) acele (ezber) etmek için dilini onunla beraber oynatma. Şüphesiz onu toplamak ve okutmak Bize aittir.» (Kıyâme, 16-17) buyurdu. Yani onu senin göğsünde toplayıp muhafaza etmek, sonra da senin ondan hiç bir şey unutmaksızın insanlara okumanı sağlamak bizim üzerimizedir. «Biz onu okuduğumuz zaman okunuşuna uy, ta’kîb et. Sonra onu açıklamak da Bize düşer.» Bu âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurur: «Kur’an sana vahyedilirken, vahiy bitmezden önce unutmamak için acele tekrar edip durma, (aksine sus. Melek sana onu okumayı bitirdiği zaman onun peşinden sen oku.) ve: Rabbım, (Senden olan) ilmimi artır, de.» İbn Uyeyne —Allah ona rahmet eylesin— der ki: Allah Teâlâ, Rasû-lü (s.a.) nü vefat ettirinceye kadar Hz. Peygamber (s.a.) devamlı artırma (Rabbından ilminin artırılması) içinde olmuştur. Bunun içindir ki bir haberde şöyle deniliyor: Allah Teâlâ Rasûlüne vahyi peşpeşe indirmeye devam etmiştir. O kadar ki Allah Rasûlü (s.a.) ne vahy en çok vefat ettiği günde gelmiştir. İbn Mâce’nin Ebu Bekr İbn Ebu Şey-be kanalıyla… Ebu Hüreyre (r.a.) den rivayetine göre o, şöyle demiştir : Allah Rasûlü (s.a.) şöyle duâ buyururdu : Ey Allahım, bana öğrettiğinle beni faydalandır. Bana fayda verecek olanı bana öğret ve benim ilmimi artır. Her durumda hamd Allah’a mahsûstur. Hadîsi Tir-mizî de Ebu Küreyb’den, o ise Abdullah İbn Nemîr’den rivayetle tah-rîc etmiştir. Tirmizî hadîsin bu kanaldan rivayetinin garîb olduğunu söyler. Bezzar da hadîsi Amr İbn Ali el-Felâs kanalıyla… Mûsâ İbn Ubeyde’den rivayet etmiştir. Bu rivayetin sonunda şu fazlalık vardır: Cehennem ehlinin durumundan Allah’a sığınırım.[30]
115 — Andolsun ki Biz, daha önce Âdem’e de ahid vermiştik. Fakat o unuttu ve Biz onda bir azim bulmadık.
116 – Hani meleklere demiştikki Âdem’e secde edin. îbîîö’ten başka höpsi secde etmiş, o isö dayatmıştı; ;
117 — Biz de demiştik ki: Ey Âdem^doğiHisu bu, hem senin hem de eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa bedbaht oiursu$.
118 — Zîrâ cennette ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın,
119 — Orada iıe susarsın, ne de güneşte yanarsın.
120— Ama şeytân ona vesvese yerdi ve: fiy Âdem, sana ebedîlik ağacımı ye yok olmayacak bir mülkü göstereyim mi? Dedi
121 — Bunun üzerine ikisi de ondan yediler. Hemen ayıp yerleri acildi. Üzerlerine cennet yapraklarından yamamaya başladılar. Âdem, Rabfoına karşı geldi de şaşkıii
122 – Sonra Rabbı onu • seçti de tevbesini kabul etti ve; ona doğru yblü gösterdi.
Âdem ve Melekler
îbn Ebu Hâtim’in Ahmed İbn Sinan kanalıyla… İbn Abbâs’tan ri-v^yetindie. û.:Ona inian adınm. verilmesi ancak onk ahi(| verilip, te britip .’üntıtınasınBandıi:, %einîştif.Jİ Ali İbn Ebu Taltia da7 bu “â^kİÖİ&yı ibn Abbâs’taîı rivayet etmiştir.. Mücâhtd veHasah İse ona, insan adilarlar.
Âdem’i Şereflendirip ona ikramda buüa^dt^ğunu,’»yaratıklarımdan |fpjğ ^ onu ttetüiı kaldığını.’;ikr|der; 4ajıa örice fBakâra, A*râf, Hıcr, Kehf sûrelerinde bilgi geçmişti;” Ö&&’ aûresi-nîn,sonunda; iölecektiÂlları’ şereiieri&irîîie olarak nıefâkiere^oila^ecdeyi! emrettiğini ve îbtts^in’ÂaBmpğullaçıMle eâkiden.bfişbalanna ol^n düşman-lıgıni^Çîklâr” ve” bu ‘sebeple şByfö b^yuhıf::'(JİftriîlfejHftsfca hepsi secde etmiş, o ise secde etmemekte diretip büyüklenmişti. Biz de demiştik ‘ ki:f’By ÂdeinV doğrucu bü; hem seriiri neni de eşîhin (Havva’nın) dÜşmamdiT. Sakin sizi cennetten çıkarmasın. Yoksa bedbaht olursun.» Onun seni cennetten çıkarmaya uğraşmasından sakın. Eğer bu olacak oluîtfa rızık aramada yorulacaksın, bedbaht olacaksın. Zîra sen burada »rahat bil-hayat; bolluk ve kolaylık içindesin. Herhangi bîr külfet ve meşakkat yoktur. «Zîrâ cennette ne< acıkırsın, ne de çıplak kalırsın.» Allah Teâlâ burada açlıkla çıplaklığı birlikte zikretmiştir; Zîrâ açlık karnm’ zilleti;; çıplaklık tâ dış: görünüşün zilletidir. «Orada’ne susarsın, ne de güneşte yanarsın.» âyetinde zikredilenler de birbirinin mukabilidir. Susuzluk insanın içinin hararetidir ki bu susuzluktur. Ğü^ nesin sıcağında kalmak ise insanın dışının1 hararetidir«Attia şeytan ona vesvese verdi ve :’Ey -Âdem, sana ebedilik ağacını ve yok olmayacak bir mülkü göstereyim nü? dedi:» Daha önce de geçtiği Üzere şeytân «Böylece onların ikisini de baştari çıkarıp aldattı.» (A’râf, 22), «Ve; doğrusu ben size öğüt verenlerdenim, diye ikisine yemîrt etti.» (A’râf, 21). Yine daha Önce geçtiği üzere Allah Teâlâ Hz. Âde^n İle eşine bütünmeyvelerden yemeleri ve fakat cennetteki muayyen l>ir ağaca’yaklaşmamalarımı Vahyetmi§ti. İblîs onlara -vesvesevermekte o kadar devam etti ki sonunda ikisi1 de öhdan yediler. Bu, ebedîyyet ağaci olup: ondan yiyen kimsenin ebedî olduğu, (cennette) kalmasının devamlı olduğu ağaçtır. Bir hadîste ebediyyet ağâCı zikredilir ki bu: hadîs “şöyledir Ebu Öâvûd Tayâîisî^ıin’Şti^be kâhahy-la.:, Ebû Hüreyre’den, onun da Hz. Peygamber (Siâ.) den’rivayetinde şöyle buyurmuş: Muhakkak Cennette bir ağaç vardır ki,; binitli onun gölgesinde yüz sene yürür de onu kat’edemez. O, ebediyyet ağacıdır. Hadîsi Îmâm-Ahmed rivayet etmişti!?.
; Allah Teâlâ: «Buhüh üzerine ikisi de ondan yediler: Hemen ayıp yerleri açıldı.» buyurur ki İbri Ebu Hâtim’in AH ‘İbn^H^seyn^İşkâb kanalıyla^… Ütofeyy İbri’ Kâ’b’dan rivayetine göre* Allah Bâsüîü’ (s.a.) şöyle buyurmuştur: Allah Te&Iâ Adem’i uzun boylu, ğüY saçlı veuztın bir hurma gibi’ yaratmıştı.;”\Yenilmesi yai^Mâhan) afaçtâri tattığında, elbisesi Üzerinden düştü. Edebyerinin ortaya çıkmasının ilki budur. Adem ayıp’ yerine baktığında cennette koşmaya başladı,- saçları bir ağaca tâkildıda onunla didişmeye, uğra^maya-başladı. Rahman nida buyurup : Ev Âdem, Ben’den mi kaçıyorsun? buyurdu. Âdem RahmânF-ıh sözünü duyduğunda : Ey ‘Üabbım Kayıt, fakat: utancımdan kaçıyorum. Tevbe edip dönsenı beni cennete iade eder misin? dedi de’ Allah Teâlâ : Evet, buyurdu. İşte Allah’ın : «Âdem, Rabbmdan kelimeler bel- al^ı., Şu,nui| üzerice -on,unv tevÇesini- katjul etti.» , (Bakara; 37)
puktur. jZtfâ Hasan, tîbeyy’&en hadîsi işitmemiştir. Aynı şekilde Jıadî-
«Üzerlerine cennet yâpraklâriridan yamamayafbaşladılar.» Mücâ-hid der ki: Elbise şeklinde yamamaya başladılar. Katâde ve Süddî de böyle söylemiştir. İbn Ebu Hatim’in Ca’fer kanalıyla… İbn Abbâs’tan rivayetine göre; o, «Üzerlerine cennet yapraklarından yamamaya başladılar.» âyeti hakkında şöyle demiştir: încir yaprağı koparıp bunları ayıp yerlerine koymaya başladılar.
«Âdem, Rabbına karşı geldi de şaşkın düştü. Sonra Rabbı onu seçti de tevbesinl kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi.» Buhârî’nin Ku-teybe kanalıyla… Ebu Hüreyre’den, onun da Hz. Peygamber (s.a.) den rivayetinde o, şöyle dedi: Günâhınla insanları cennetten çıkarıp onları mutsuz eden sen değil misin? Hz. Âdem de şöyle dedi: Ey Mûsâ, Allah’ın risâleti ve konuşmasıyla seçtiği sen değil misin? Beni yaratmazdan evvel Allah’ın benim hakkımda yazmış olduğu bir işten dolayı mı beni ayıplıyorsun? —veya şöyle demiştir: Beni yaratmazdan önce Allah’ın takdir buyurduğu bir işten dolayı mı beni ayıplıyorsun? Allah Rasûlü (s.a.) : Ve Âdem Musa’ya üstün geldi, buyurmuştur. Bu hadîsin Buharı ve Müslim ile diğer Müsned’lerde (muhtelif kanallardan rivayeti) vardır. İbn Ebu Hâtim’in Yûnus tbn Abd’ül-A’lâ kanalıyla… Ebu Hüreyre’den rivayetine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Hz. Âdem ve Hz. Mûsâ, Rabları katında münâkaşa edip tartıştılar. Hz. Âdem bu tartışmada Musa’yı yendi. Mûsâ dedi ki: Allah’ın eliyle yarattığı, ruhundan kendisine üfürdüğü, melekleri kendisine secde ettirdiği, cennette iskân buyurduğu sen değil misin? Sonra senin hatân yüzünden insanlar yeryüzüne indirildi. Hz. Âdem de şöyle dedi: Sen, Allah’ın risâleti ve konuşmasıyla seçtiği, içinde her şeyin açıklaması olan levhaları verdiği, sırdaş olarak kendine yakınlardan kıldığı Mûsâ değil misin? Allah’ın Tevrat’ı ben yaratılm azdan ne kadar Önce yazdığını buldun? Hz. Mûsâ bu soruya; kırk yıl önce, diye ce-vab verdi. Hz. Âdem: Onda : «Âdem Rabbına karşı geldi de şaşkın düştü.» diye yazılı buldun mu? diye sordu, Hz. Mûsâ yine evet, dedi. Hz. Âdem: O halde beni yaratmazdan kırk sene önce işleyeceğime dâir Allah’ın benim-üzerime yazmış olduğu bir ameli işledim-diye mi beni ayıplıyorsun? dedi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdu ki: Ve Âdem Mûsâ’-ya (delil bakımından) üstün geldi. (Hadîsin râvîlerinden olan) Haris (tbn Ebu Zübâb) der ki: Bu hadîsi Abdurrahmân İbn Hürmüz bana Ebu Hüreyre’den, o da Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet etti.[31]
123 — Buyurdu ki: Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. Ben’den size bir yol gösteren gelir de kim Benim yoluma uyarsa ne sapar, ne de bedbaht olur.
124 — Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse; bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet gününde Biz onu kör olarak hasrederiz.
125 — Der ki: Rabbım, beni niçin kör olarak hasrettin? Halbuki ben gören birisiydim.
126 — Allah buyurur ki: Öyledir işte. Sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen öylece unutulursun.
Kör Olarak Haşrolacaklar
Allah Teâlâ Hz. Adem, Havva ve İblîs’e : «Hepiniz birbirinize düşman olarak cennetten inin.» buyurur ki biz bu konuyu Bakara sûresinde genişçe vermiştik. «Birbirinize düşman olarak…» buyurur ki bir tarafta Hz. Âdem ve zürriyyeti, diğer tarafta tblîs ve zürriyyeti vardır. «Elbet Benden size bir yol gösteren gelir.» âyetindeki hidâyet Ebu Âli-ye’ye göre Peygamberler, elçiler ve açıklamadır.
«Benim yoluma uyan ne sapar, ne de bedbaht olur.» âyeti hakkında îbn Abbâs der ki: Dünyada sapmaz (dalâlete düşmez), âhirette de bedbaht olmaz.
«Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse; (Benim emrime’ ve Ra-sûlüme indirdiklerime zıd gider, ondan yüz çevirir de unutmuş görünür ve onun dışında başka bir şeyden hidâyet almaya kalkarsa) bilsin ki onun (dünyada) dar bir geçimi olur.» Onun için huzur ve göğüs ferahlığı yoktur. Sapıklığından ötürü göğsünde bir sıkıntı vardır. İsterse dışı nimet içinde olsun, dilediğini giymiş, dilediğini yemiş, dilediği yerde ikâmet etmiş olsun. Kalbi yakîn ve hidâyetle temizlenmedikçe o şüphe, hayret ve kalb huzursuzluğu içindedir. Devamlı bir şüphe içinde bocalamaktadır. İşte bu; geçimin darlığındandır. Ali Ibn Ebu Tal-ha’nm «Onun dar bir geçimi olur.» âyeti hakkında İbn .Abbâs’tan rivayetine göre o, bunun mutsuzluk, bedbahtlık olduğunu söylemiştir. Avfî’nin îbn Abbâs’tan rivayetine göre ise Allah Teâlâ «Onun dar bir mi,olur.»; âyetinde, şöyle buyurmuştur rgok olsun, az olsun/kulla-nn3Kiâi^ii%»ha?ftgî. bîşrine vermiş olduğum–hej;; bir -maltfa o fcuittm onunla .ftenden, korkmaz ise, onda biç ibir hayır yoktur ve bu, onun geçimin kavim, dünyada bir genişlik ve zenginlik içinde oldukları” halde haktan yüz çevirmişler ve büyülenişte Jmi&er.^ Onların geçimleri »de dar olmuş* Zira; onlar Allah’a îta.rşı s$.-i ,zaıanlar,ı, ile, onu yalanlamalarından, ötürü ^llah’ın bu geçimlerini devam ettirnıeyeçeŞini sanıyorlarmış. Kul Allah’ı yalanlayıp onun hakkında’ sü-i zannda bulunur ve ona güvenmezse geçimi ona zorladır.’fşte geçimde darlık budur; Dahhâk : O (dar geçim) kötü amel peygamber ,(s,a,): den rivayetine göre, «Onun daT bir geçimi, olur,», âyeti hakkında şöyle buyurmuş: Bu, kabir azabıdır. Hadîsin Asnad1 çeyyiddir. Vekıyâinet, gününde Biz onu kör olarak hasrederiz.» âyeti hakkında Mücâhid, Ebu Salih ve Süddî: Bir hücceti ve bir delili olmaksızın, derler. İkfime de : Cehennem dışında her şey ondan gizlenir^, örtülüp saklanır, demiştir. Burada onun gözü ve;basîreti kör olarak hasrolunması veya cehenneme gönderilmesi de kasdedümiş olabilir. Nitekim: Allah Teâlâ başka bir âyette : «Biz,, onları kıyamet, günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzüstü hasredeceğiz. Yurtlan. cehennemdir. O ne zaman sönmeye yüz tutsa, hemen alevini artırırız.» (tsr&, 97) buyururken; bu sebeple burada da :.«Rabbım, beni niçin kör olar rak hasrettin? Halbuki ben (dünyada) gören birisiydim. Allah Teâlâ da buyurur ki: Öyledir işte. Sana âyetlerimiz gelmişti de sen onları unutmuştun. Bugün de sen öylece unutulursun.» Nasıl ki sen Allah’ın âyetledn&ervjüz- çefirmiş Ve onlara feajs,i onları hiç’hatırlamayan, an-mâyanin’ muâmeîesryîe! müâmeiede bulunmuştun ve saha onlar ulaştırıldıktan sonjaonları unutmuş görünüp onlardan yüz çevirmiş ve gftftL olmüştunrişte Biz de sana :senl üniıtah kimsenin muamelesi ile muamelede bulunacağız. – «İşte onlar; bugünlerine; kavuşmayı .nasıl unutmuşlar idiyse; Biz ;bugiLini6nları öylece Unuturuz.».<A’râl, 51) Zîrâ ceza, amel cinsindendir. Anlamını anlamak ve gfereğince amel et-îniklç.;beraber. Kur’an’m lafzını unutmaya gelince; her ne kadar başka bir yönden bu da tehdîd edilmişse dahi bu özel tehdidin içine girmez. (Kur’an’m lafzını unutmayla ilgili olarak) şiddetli ve kuvvetli tehdîd ve yasaklamalar sünnette vârid olmuştur. Şöyle ki: .
îmâm Âhmed’in Halef îbn Velîd kanalıyla… Sa’d İbn Ubâde —Allah ondan hoşnüd olsun— den rivayetine göre; Allah Rasûlû (s.â.) şöyle buyurmuştur: Bir kimse ki Kur’an’ı okuyup onu unutursa; Allah’a kavuştuğu günde Allah’a çolak (veya cüzzarnli)- olarak kavuşur, îmâm Ahmed hadîsi ayrıca Yezîd^İbn E$>u Ziyâd kanalıyla.,. UbMe İbn es-SamiVten, o da Hz, Peygamber (s.a.) den şekljnde bir isnâdla yulqardakinin aynı olarak rivayet etmiştir.[32]
127 — îşte israfa sapanları, Rabbının âyetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem âhiretin azabı, daha Çetin ve daha süreklidir.
Haddi Aşanların Cezası
Allah Teâlâ burada şöyle buyuruyor; Biz Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve israfa sapanları hem dünyada, hem de âhirette böyle cezâlandırırız. «Onlara dünya hayatında azâb vardır. Âhiret azabı ise daha zorludur. Allah’a karşı onları koruyacak kimse de yoktur.» (Ra’d, 34) Bunun içindir ki: «Hem âhiretin azabı, (elem yönüyle dünya azabından) daha çetin (daha devamlı) ve süreklidir.» Onlar bu azabın içinde devamlı kalacaklardır, buyurmuştur. Yine bunun içindir ki Allah Rasûlü (s.a.) haklarında Mân uygulanan iki kişiye : Şüphesiz dünya azabı âhiret azabından daha hafîf, daha kolay katlanılır bir azâb-dır, buyurmuştu.[33]
128 — Kendilerinden önce nice nesilleri yok edişimiz hâlâ onları uyarmadı mı? Halbuki onların yurdlarında gezinip duruyorlar. Doğrusu bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır.
129 — Şayet Rabbının verilmiş bir sözü ve ta’yîn ettiği bir vakit olmasaydı, hemen azaba uğrarlardı.
130 — Onların söylediklerine sabret ve güneşin doğmasından önce de, batmasından önce de Rabbını hamd ile tesbîh et. Gece saatlarında ve gündüzleri de teşbih et ki, Rabbının rızâsına eresin.
Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Muhammed, onlardan önce elçileri yalanlamış olan nice ümmetleri helak etmiş olmamızla onların yok olmaları; onlardan ne bir kalıntının, ne bir kaynağın ne de bir izin kalmamış olması senin getirdiklerini yalanlayan şu kimseleri yola getirmedi mi? Halbuki bizzat kendileri onlardan sonra halef olup gezdikleri onların boş ülkelerinde bu durumu görmekte, müşahede etmektedirler. Doğrusu bunda sağduyu sahipleri için âyetler vardır. Allah Teâlâ başka bir âyette : «Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki orada olanları akle-decek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalbler de körleşir.» (Hacc, 46) buyururken Secde sûresinde de şöyle buyurmuştur : «Şimdi yurdlannda gezip dolaştıkları, kendilerinden önceki nesillerden nicesini yok etmiş olmamız, onları doğru yola sevketmez mi? Şüphesiz bunlarda âyetler vardır. Hâlâ dinlemezler mi?» (Secde, 26).
«Şayet Rabbmın verilmiş, bir sözü ve ta’yîn ettiği bir vakit olmasaydı, hemen azaba uğrarlarda.» Allah’tan geçmiş bir söz olmasaydı; haklarında hüccet ve delil konulmadan Allah’ın kimseye azâb etmeyeceği sözü ve Allah Teâlâ’nın bu yalanlayanlara koymuş olduğu belirli bir süre bulunmasaydı, elbette azâb onlara ansızın gelirdi. Bu sebeple Allah Teâlâ peygamberini teselli ederek şöyle buyurur: «Onların söylediklerine, (seni yalanlamalarına) sabret ve güneşin doğmasından önce de —Sabah namazı kasdediliyor-—, batmasından önce de —ikindi namazı kasdediliyor— Rabbını hamd ile tesbîh et.» Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde Cerîr İbn Abdullah el-Becelî (r.a.) den rivayetle geldiğine göre; o, şöyle anlatmıştır :
Allah Rasûlü (s.a.) nün yanında bulunuyorduk. Ayın ondördü gecesi aya baktı ve şöyle buyurdu : Şu ayı gördüğünüz gibi sizler mutlaka Rabbınızı göreceksiniz. O’nu görmede zahmet ve izdihama dûçâr kalmayacaksınız. Uykuya mağlûb olmayarak güneşin doğuşundan ve batışından Önce namaz kılabilirseniz kılın. Bundan sonra Allah Rasûlü (s.a.) bu âyeti okudu, tmâm Ahmed’in Süfyân îbn Uyeyne kanalıyla… Umâre İbn Süveybe’den rivayetinde o, Allah Rasûlü” (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Güneşin doğuşundan ve batışından önce namaz kılan hiç kimse asla ateşe girmeyecektir. Hadîsi Müslim de Abdül-melik îbn Umeyr kanalıyla rivayet etmiştir. Mjisned ve Sünen’lerde İbn Ömer’den rivayet edilen bir hadîste Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur : Makam itibarıyla cennet ehlinin en aşağı olanı, kendisine verilenlere iki bin senelik yoldan bakan kimsedir. Onların en uzakta olanına en yakında olanma bakar gibi bakacaktır. Onların makam itibarıyla en üstün olanı ise günde iki kere Allah Teâlâ’ya bakandır.
«üece saatlannda (uykuyu terkederek) tesbîh et.» Bazıları bunu akşam ve yatsı namazlarına hamletmişlerdir. «(Gece saatlarının kabili olarak) gündüzleri de’teşbih et ki, Rabbınm rızâsına eresin.*» Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Şüphesiz Rabbın, sana verecek ve sen hoşnûd olacaksın.» (Duhâ, 5). Sahîh bir hadîste rivayet olunuyor ki:
Allah Teâlâ cennet ehline : Ey cennet ehli, buyuracak da onlar : Buyur ey Rabbımız, bizi mutlu kıldın, diyecekler. Rab Teâlâ : Hoşnûd ol<3u: nuz mu? buyuracak. Onlar : Bize ne oluyor ki hoşnûd olmayacakmışız? Yaratıklarından hiç kimseye vermediklerini bize verdin, diyecekler. AÜah Teâlâ : Şüphesiz Ben size bundan üstününü vereeeğim, buyuracak r!a onlar : Bundan, daha üstün olan hangi şeydir? diye soracaklar, şöyle buyuracak: Size hoşnûdluğumu bahşedeceğim, bundan sonra ebetfiy-yeri size öfkelenmeyeceğim, buyuracak. Bir hadîste belirtildiğine göre : Ey cennet ehli, sizin için Allah katında bir va’d vardır ki, bu va’dini sizin için yerine getirmek istiyor, denilecek. Onlar: O va’d de nedir? Bizim yüzlerimizi beyazlatmadı mı, terazilerimizi ağırlaştırmadı mı? Biei ateşten uzaklaştırıp cennete koymadı mı? diyecekler. Allah, Teâlâ-yüzünden hicabı açacak da Zâtına bakacaklar. Allah’a yemîn olsun ki Allah’a bakmaktan daha hayırlı bir şey onlara verilmiş, değildir, İşte (âyette zikredilen) fazlalık budur.[34]
131 – Onlardan bazılarına; denemek için yerdiğimiz dünya hayatının süsüne gözlerini dikme, Rabbının rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.
132 — Ehline namazı eniret. Kendin de onda devamlı öl; Biz senden rızık istemiyoruz. Sana Biz rızık veririz. Akıbet takv&ya erenlerindir.
Dünya Hayatının Süsü
Allah Teâlâ, peygamberi Muhammed (s.a.) e hitaben şöyle buyurur : Şu nimet İçinde yüzenlere, onların benzerlerine ve İçinde bulundukları nimetlere gözünü dikip bakma. Zîrâ bu zail olacak bir İhtişam, fâni bir nimettir. Biz bu nimetleri onlara, denemek için veririz. Kullarımdan şükredenler ne kadar da azdır. Müçâhid der ki «Onlardan bazılarına…» âyetinde zenginler kasdedilmektedir. «Allah sana onlara verdiğinden daha hayırlısını vermiştir.» Nitekim başka bir âyet-i kerî-me’de şöyle buyurmaktadır : «Doğrusu Biz sana tekrarlanan yedi (Sûre) yi ve şu Kur’an’ı verdik. Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe (geçinme ve eğlenmelerine sebep kıldığımız şeylere) gözünü dikme.» (tiıcr, S7-88). Aynı şekilde Allah Teâlâ’nın, elçisi için âhi-ret yurdunda biriktirmiş oldukları öyle büyüktür ki sınırı yoktur ve vasfedilmesi de mümkün değildir. Nitekim başka bir âyet-i kerîme’de : «Şüphesiz Rabbın sana verecek ve sen hoşnûd olacaksın.*) (Duhâ, 5) buyururken burada da: «Rabbımn rızkı daha hayırlı ve daha devam-hdır.V toyurniuştur. Sahîh bir hadîste rivayet edildiğine göre; Allah Râsûlü (s.a.), hanımlarına (bir ay süreyle yaklaşmamaya) yemîn edip de kadınlarından ayrıldığı zaman onun bulunduğu odaya giren Hz. Ömer İbn Hattâb Allah; Rasûlünü bir hasır üzerine uzanmış olarak görmüştü’ Evde deri’ tabaklamada kullanılan bir ağacın yapraklarından bîr yığın ile tabaklanmış asılı bir deriden başka hiç bir şey yoktu. Hz. Ömer’in gözlerinden yaş boşandı ve ağladı. Allah Rasûlü:Seni ağlatan nedir? diye sordu da Üz. Ömer : Ey Allah’ın elçisi, Kİsrâ ve Kayser İçinde bulundukları j0.htis.amj içindeler sen ise Allah’ın yaratıklarından seçtiğisin, dedi. Allah ftasülü (s.a.) şöyle buyuTdu : Ey Hattâb’ın oğlu, sen şüphede misin yoksa? Onlar öyle bir kavimdirler ki, onların nimetleri dünya hayatlarında onlara hemen (acilen) verilmiştir. Allah RasûlÜ (s.a.), gücü yetmekle birlikte dünya malına İnsanların en az rağbet edeniydi. Eline geçtiği zamanda İse Allah’ın kullarına şöyle şöyle onları dağitirdı. Yarına kendisi için hiç bir şey biriktirrhezdi: İbn Ebü Hâtlm’in Yûnus kanalıyla… Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayetine göre Allah Rasûltt (s.a.) : Sizin İçin korktuklarımdan en korkutucu olanı, Allah’ın sizin İçin dünya süsünü açmasıdır, buyurmuştur. Onlar: Ey Allah’ın elçisi, dünyâ süsü de nedir? diye sordular da : Yeryüzünün bereketleridir, buyurdu. Katâde ve SÜddî âyetteki kelimesinden, dünya hayatının süsünün kasdedildiğini söylerler. Katâde’nin ifâdesine göre âyetteki fiili de; imtihan etme, deneme anlamına-dır.
«Ehline namazı emret. Kendin de onda devamlı ol.» Namaz kılmalarını sağlamakla onları Allah’ın azabından kurtar, «Sen de onu işlemede sabırlı ol.» Başka bir âyette şöyle buyruluyor : «Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyun.» (Tanrım, 6). îbn Ebu Hatim der ki: Bize babam’ın Zeyd İbn Eslem’den, onun da babasından rivayetine göre; o, şöyle anlatmış: Ben ve Yerfe (Hz. Ömer’in kölesinin ismidir.), Ömer İbn Hattâb’m yanında gecelerdik. Onun için geceden bir saat vardı ki onda namaz kılardı. Bazan kalkmamış olurdu da biz : (Daha önce) kalktığı gibi bu gece kalkmayacak, derdik. Uyandığı zaman ailesini de kaldırır ve : «Ehline namazı emret. Kendin de onda devamlı ol.» derdi.
((Biz senden rızık istemiyoruz. (Sen namaz kıldığın zaman senin hiç ummadığın yerden sana rızık gelir.)» Nitekim başka âyetlerde şöyle buyrulur : «Kim Allah’tan korkarsa, ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona beklemediği yerden rızık verir.» (Talâk, 2-3), «Ben cinnleri ve insanları ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım. Onlardan nzık istemiyorum. Beni doyurmalarım da istemiyorum. Şüphesiz ki nzıklan-dıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah’tır.» (Zâriyât, 56-58). Bu sebeple burada da : «Biz senden rızık istemiyoruz.» buyurmuş olup Sevrî burayı: Seni rızık aramakla mükellef tutmadık, şeklinde anlamıştır, tbn Ebu Hatim der ki: Bize Ebu Saîd el-Eşecc’in Hafs İbn Gı-yâs’dan, onun Hişâm’dan, onun da babasından rivayetine göre o, dünya ehlinin yanına girip de onların dünyalarından bir tarafını (bir ucunu) gördüğünde ailesine dönüp eve girer : «Sana Biz rızık veririz.» kısmına gelinceye kadar «Dünya hayatının süsüne gözlerini dikme.» âyetlerini okur, sonra^ da : Haydin namaza, Allah size rahmet eylesin, dermiş. Yine îbn Ebu Hâtim’in babası kanalıyla… Sâbit’den rivayetine göre; o, şöyle anlatmış : Hz. Peygamber (s.a.) in başına bir yoksulluk geldiği zaman ailesine seslenir: Ey ehlim, namaz kılın, namaz kılın, bu-yururmuş. Sabit der ki: Peygamberlerin başına bir iş geldiği zaman onlar namaza sığınırlardı. Tirmizî ve İbn Mâce’nin İmrân İbn Zaide kanalıyla… Ebu Hüreyre’den rivayetlerinde Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Allah Teâlâ buyurur ki: Ey Âdemoğlu (kalbini) Bana ibâdet için boşalt ki göğsünü zenginlikle doldurup fakirliğini gidere-yim. Eğer böyle yapmazsan senin kalbini meşguliyetle doldurur ve fakirliğini giderip kapatmam. îbn Mâce’nin Dahhâk kanalıyla… îbn Mes’ûd’dan rivayetine göre; o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş : Kim bütün üzüntüleri bir tek üzüntü; âhiret üzüntüsü kılarsa, Allah Teâlâ dünyasıyla ilgili üzüntüleri için ona yeter. Kimin dünya halleri hakkında üzüntüleri çoğalırsa; hangi vadisinde helak olacağı Allah’ı ilgilendirmez. Yine İbn Mâce’nin Şu’be kanalıyla… Zeyd îbn Sâbit’den rivayetinde o, Allah Rasûlü (s.a.) nü şöyle buyururken işitmiş: Kimin düşüncesi dünya olursa, Allah Teâlâ onun işlerini dağıtır ve yoksulluğunu gözleri önüne koyar. Dünyadan ona ancak kendisi için yazılanı gelir. Kimin de niyyeti âhiret olursa, Allah Teâlâ onun işlerini toparlar ve zenginliğini kalbine koyar. Zelîl kılınmış ve boyun eğmiş halde dünya ona gelir.
«Akıbet takvaya erenlerindir.» Dünyada ve âhirette güzel sonuç —ki o cennettir— Allah’tan korkanlar içindir. Sahîh bir hadîste belirtildiğine göre Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur : Bu gece (rü’yâ-da) gördüm ki sanki biz Ukbe İbn Râfi’in evinde imişiz. Bize İbn Tâb’m (İbn Tâb, bir Medînelinin adıdır.) hurmalarından hurma getirilmiş. Ben bunu dünyada güzel akıbetin ve yükselmenin bizim olacağı ve dinimizin olgunlaşıp güzelleşmiş olduğu ile yorumladım.[35]
133 — Rabbmdan bize bir âyet getirseydi ya? derler. Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?
134 — Eğer onları daha evvel azaba uğratarak yok etseydik: Rabbımız, bize bir peygamber gönderseydin de hor ve rüsvay olmadan önce âyetlerine uysaydık olmaz mıydı? diyeceklerdi.
135 — De ki: Herkes gözlemektedir, siz de gözleye durun. Şüphesiz kimlerin dosdoğru, düz yolun sahipleri olduğunu ve kimlerin hidâyete ermiş bulunduğunu yakında bileceksiniz.
Allah Teâlâ kâfirlerin şu sözlerini haber veriyor.: «Muhammed bize Rabbmdan (onun Allah’ın elçisi olduğu konusunda doğruluğuna delâlet eden) bir ayet, (bir alamet) getirseydi ya?» Allah Teâlâ da şöyle buyurur. «Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?» Burada ümmi olduğu, yazmayı bilmediği, kitâb ehlinden ders görmediği halde Allah Tealâ’nın ona İndirmiş olduğu Kur’an-i Azîm kasdedilmek-tedir. Onda geçmiş zamanlarda evvelkilerin baharına gelenlerin haberleri, geçmiş kitaplardan tahrif edilmemiş olanlarına uygun olarak gelmiştir. Şüphesiz Kur’an onları muhafaza eden* sıhhatli olanlarını tas-dîk eden, onlar lehinde ve aleyhlerinde yalan olarak; düzülmüş olanların hatasını beyân edendir. Bu âyet-ıi kerîme, Allah,Tealâ’nın Anke-bût süresindeki: «Babbından ona.âyetler indirilmeli değil miydi? derler. De ki:; O âyetler ancak Allah nezdindedir. Ben,, sâdece, apaçık, bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız on^ lara yetmiyor mu? Bunda inanan kavim için öğüt ve rahmet, vardır.» (Ankebût, 50-51) kavli gibidir. Buhârî’ntn Sahîh’inde Allah Rasûlü (s.a.) nden rivayet edilen bir hadîste o, . şöyle buyurmuştur: Hiç bir peygamber yoktur ki bir misline beşeriyetin îmân edeceği mucizeler kendisine verilmiş olmasın. Bana verilen ise Allah Tealâ’nın bana vah-yetmiş’ okluğu vahiydir. Şüphesiz ben, kjy&niet günü onların kendisice tâbî’ölâni eh; çok olacağımıvumuyorum. Burada Allah Rasûlü (s.a.) ne verilmiş olan mucizelerin en büyüğü zikredilmektedir ki o, Kar’an’-dıri onuri sayüamayacalc kadar çok mucizeleri vardır.* ötekim öncekilerin kitablarında bu konular inevcûd olup anlatılmıştır : , Şpnra Allah Teâlâ-göyle buyurur: «Eğer ohları (iaha evvel azaba uğratarak yok etseydik; Rabbımız, bize bir peygamber gönderseydin…» dîye^ektoÜ. Şayet, şu yalanlayıcıları, onlara bu şerefli elçiyi göndermeden ve şu Kitâb-ı Azîm’i indirmeden önce helak etmiş olsaydık onlar mutlaka şöyle diyeceklerdi; «Rabbımız, bize bir peygamber .gönderseydin de hor ve rüsvây olmadan önce âyetlerine uysaydık olmaz mıydı?» kısmında bu yalanlayıcılarm yalanlamada ısrar eden, inâdlaşân kimseler oiarak îmân-etmeyeceklerini beyân* buyurmuştur. «Onlara her türlü âyet gelse bile. Elem verici az&bı görünceye Kadar ^inanmazlar.)» (Yûnus, 97). Allah,Teâlâ başka âyetlerde de şöyle buyurmaktadır : «tşte şu da indirdiğimiz kitabdır, mübarektir. Öyleyse ona uyun ve sakının ki merhamet olunasıniz. Demeyeslnlz ki: Bizden önce kl-tab, yalnız iki topluluğa indi, bizim ise onlannkinden hiç haberimiz yok. Veya demeyesiniz ki: Bize de o kitab indirilseydi, muhakkak ki onlardan daha fazla hidâyete ererdik. İşte size Rabbmızdan apaçık hüccet, hidâyet ve rahmet gelmiştir. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan ve onlardan yüz çevirenden daha zâlim kimdir? Bİz, âyetterimizden yüz çevirenleri bu yüzden azâbm kötüsüyle cezalandıracağız.» (En’âm, 155-157), «Allah’a var güçleriyle yemîn ettiler ki: Eğer kendilerine bir uyarıcı gelirse andolsun ki Ümmetlerin içinde en doğru yolda gidenlerden biri olacaklardır. Fakat bir uyarıcı gelince onların sâdece nefretlerini artırdı.» (Fâtır, 42), «Onlar, bütün güçleriyle Allah’a yemîn ettiler ki; eğer kendilerine bir âyet gelirse mutlaka ona inanacaklar. De ki: Ayetler, ancak Allah’ın nezdindedir. O geldiği zaman da, onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz? Biz, onların kalblerini ve gözlerini çeviririz de ona ilk defa îmân etmedikleri gibi azgınlıkları içinde kör ve şaşkın bırakırız.» (En’âm, 109-110). Sonra şöyle buyurur : «Ey Muhammed, seni yalanlayan, sana zıd giden, küfür ve inadında devam edenlere de ki: «(Bizden ve sizden) herkes gözlemektedir, siz de gözleye durun, (bekleyin.) Şüphesiz kimlerin dosdoğru, düz yolun sahipleri olduğunu ve kimlerin hidâyete (hakka, olgunluk yoluna) ermiş bulunduğunu yakında bileceksiniz.» Bu, Allah Teâlâ’nın şu âyetleri gibidir : «Azabı gördükleri vakit, kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir.» (Furkân, 42), «Yarın; kimin pek yalancı, şımarığın biri olduğunu bileceklerdir.» (Kamer, 26).
Taha Suresi