2 – Bakara Suresi | İbn Kesir Tefsiri

Bakara Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Bakara Suresi bütünü ihtilafsız Medine’de nazil olmuştur. Bazı bilginler dediler ki Kur’an bin adet haber, bin adet emir, bin adet ne-hiy ihtiva etmektedir. Sayanlar dediler ki Bakara sûresinin âyetleri 287’dir, kelimeleri 6121 kelimedir, harfleri ise 25500 adettir. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
İbn Cüreyc Atâ’dan o da İbn Abbâs’tan nakleder ki Bakara sûresi Medine’de nazil olmuştur. Hasîf Mücâhid’den, o da Abdullah İbn Zü-beyr’den nakleder ki o, Bakara sûresi Medine’de indirildi, demiştir.
Vâkidî der ki; Dahhâk İbn Osman… Zeyd İbn Sâbit’ten nakleder ki o Bakara sûresi Medine’de nazil oldu, demiştir. Bunu pek çok imâm, bilgin ve tefsîrei söylemiştir. Bu konuda ihtilâf yoktur. İbn Mer-dûyeh Muhammed İbn Muammer’den… O da Enes İbn Mâlik’ten nakleder ki, O Rasûlullah (s.a.)’m şöyle buyurduğunu söylemiştir: Bakara sûresi, Âl-i İmrân sûresi, Nisa sûresi demeyin. Kur’an’ın diğer bütün sûreleri de böyle. Sadece kendisinde Bakara’nm zikri geçen sûre veya Âl-i İmran’ın zikri geçen sûre deyin. Bütün Kur’an sûreleri de böyle. Bu hadîs garîbtir peygambere kadar uzatılması sahîh değildir. Nitekim râvî zincirinde yer alan îsâ İbn Meymûn Ebu Seleme el Ha-vâs’tır ki onun rivayeti zayıftır, kendisi hüccet sayılmaz.
Buhârî ve Müslim’de sabit olduğuna göre İbn Mes’ûd vâdîriin ortasında Beytullâh’ı soluna, Minâ’yı sağına alarak şeytân taşlama yerinde taş atmış, sonra da bu yer Bakara sûresinin indirildiği yerdir, demiş.
İbn Merdûyeh Şu’be kanaliyle … Utbe İbn Mirsed’den nakleder ki, o şöyle demiş: Hz. Peygamber (s.a.) ashabının geciktiğini görünce ey Bakara sûresinin ashabı buyurmuş. Zannederim ki Hüneyn günü mü’-minler gerisin geri döndükleri sırada Allah’ın Resulü Abbas’a emretmiş ve o şöyle seslenmiş : Ey şecere (ağaç) ashabı, yani Bîat-ı Rıdvan’a katılan kişiler. Bir başka rivayette ise onları teşvîk ve tahrîk etmek için ey Bakara ashabı diye seslenmiştir. Bunun üzerine Sahabe her taraftan koşmaya başlamıştır. Yemâme günü de Müseyleme’nin adamlarına karşı sahâbe-i güzîn kaçarken, muhacir ve ensar birbirine ey Bakara sûresinin ashabı diye seslenmişler ve neticede Allah onlara fethi müyesser kılmıştır. Allah; Rasûlünün ashabının hepsinden razı olsun.[1]
Bu sûre Medine’de nazil olmuştur. Sadece 281. âyeti Minâ’da Veda’ Haccı esnasında inmiştir. Mushaftaki sırası itibariyle ikinci ve Kur’an’ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Kezâ bu sûrede yer alan borçlarla ilgili 273. ayet Kur’an’ın en uzun ayetidir. 1 – 142. âyete kadar bütün insanlığa hitap etmektedir.
Sûrede evvelâ Kur’an-ı Kerim ile ilgili bazı tesbîtler yapılarak insanların Kur’an’a karşı tutumları bahis mevzuu edilmektedir. Kur’an karşısında insanlardan bir kısmının mü’min, bir kısmının kâfir, bir kısmının da münafık olduğu belirtilmektedir. Ardından gelen âyetler bütün insanlığa hitap ederek imâna davet etmektedir. Kur’anın icazı ve edebî üstünlüğü dile getirilmekte, Hz. Peygamberin davasındaki doğruluğu ve samimiyeti ifâde olunarak, insanın yaratılış hikâyesine geçilmektedir. Bu arada Cenab-ı Hakk’ın meleklerle konuşması ve şeytânın insana karşı tutumu söz konusu edilmekte, ardından da hemen İs-râiloğullanmn kıssası anlatılmaktadır. Allah’ın İsrâiloğullanna verdiği sayısız nimetleri hatırlatılarak, peygamberlere karşı gelişleri dile getirilmektedir. Bu arada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’den bahsedilmektedir.
Sûrenin ikinci bölümünde, Kur’an’ın hitabı müslümanlara yönelmekte, elh-i kitâb olan Yahudi ve Hıristiyanlar tarafından üzerinde fazla durulan kıblenin tahvili konusuna geçilmektedir. Bilâhere İslâm toplumunun temel »eğerleri söz konusu edilmekte, Allah’ın birliği anlatıldıktan sonra, kısas, vasiyyet, savaşma ve Allah yolunda infâk gibi hükümler ele alınmaktadır. Sonra hacc ve Ramazan orucu gibi bazı ibâdetler belirtilerek içki konusuna temas edilmektedir. Sonra kadınlara dâir, iddet, îlâ, boşanma, emzirme ve müşrik kadınlarla evlenme konuları anlatılmaktadır. Faizin ve borçlanmanın ahkâmı belirtildikten sonra kısas konusuna geçilmekte ve nihayet sûre çok samîmi bir duâ ile son bulmaktadır. [2]
Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla,
1- Elif, Lâm, Mîm.
Müfessirler sûrelerin başında yer alan hurûf-u mukattaa (alfabetik harfler) konusunda ihtilaflıdırlar. Bazılarına göre, bu harfler, Allah’ın, bilgisini kendi katına sakladığı şeylerdendir. Onlar bu konudaki bilgiyi Allah’a havale ederek bunun tefsirine tevessül etmezler. Bir kısmı ise bu harfleri tefsir etmişlerdir. Ancak tefsir edenler de bunlann anlamı konusunda ihtilaflıdırlar. [3]
Alfabetik Harflerin Mâhiyeti:
Abdurrahmân İbn Zeyd Ibn Eşlem der ki; bu harfler, sûrelerin isimlerinden ibarettir ve bu görüşünü Buhârî ve Müslim’in sahihlerinde Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakledilen bir hadîse dayandırır. Şöyle ki Rasûlul-lah (s.a.) Cuma günü sabah namazında Elif Lâm Mîm; (Secde) ile Hel etâ (inşân) sûresini okurmuş.
Süfyan el-Sevrî… Mücâhid’den nakleder kî, o şöyle demiş : Elif, Lâm, Mîm. Hâ Mîm, Elif, Lâm, Mîm, Sâd, ve Sâd: Allah’ın Kur’an-ı kendileriyle başlattığı başlangıç harfleridir. Başkaları da Mücâhid’in böyle söylediğini naklederler. Ebu Hüzeyfe Mûsâ İbn Mes’ûd’un… Mü-câhid’den naklettiğine göre o, «Elif, Lâm, Mîm, Kur’an’ın isimlerinden bir isimdir.» demiştir. Katâde ve Zeyd İbn Eşlem de böyle demişlerdir. Öyle zannediyoruz ki bu ifâde Abdurrahmân İbn Zeyd’in Elif, Lâm, Mîm, Kur’an sûrelerinin isimlerinden bir isimdir sözüne dayanmaktadır. Çünkü her sûreye Kur’an ismi verilebilir. Yoksa Elif Lâm, Mîm, Sâd’ın tümüyle Kur’an ismi olması uzaktır. Zira ben Elif – Lâm,, Mîm, Sâd’ı okudum, diyen birisinin sözünden karşısındaki, sadece A’râf sûresini okuduğunu anlar. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
Denildi ki; bu harfler Allah Teâlâ’nın isimlerinden bir isimdir, Şa’ bî dedi ki: Sûrelerin başlangıçları Allah.Teâlâ’nın isimlerindendir. Salih İbn Abdullah, İsmâîl İbn Abdurrahmân da böyle dediler. Şu’be Süd-dî’den naklen dedi ki: İbn Abbâs (r.a.)’ın şöyle söylediği bana ulaştı : «Elif, Lâm, Mîm, ADah’ın en büyük isimlerinden birisidir.» İbn Ebu Hatim de Şu’be’nin hadîsinden bunu böylece rivayet eder. İbn Cerîr, Bendâr kanaliyle … Şu’be’den rivayet eder ki o şöyle demiş : Ben Süd-dî’ye, «Hâ, Mîm, Tâ,, Sin, ve Elif, Lâm, Mîm, nedir diye sorduğumda o dedi ki; İbn Abbâs’ın söylediğine göre, bunlar Allah’ın yüce ismidir.» İbn Cerîr der ki; Muhammed İbn el-Müsennâ… Mürre el Hemedânî’-den naklen bu hadîsi rivayet etti…
Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’tan nakletti ki bu harfler Allah’ın and içtiği harflerden olup Allah Teâlâ’nın isimlerindendir. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr… İkrime’den rivayet ederler ki o şöyle demşi: «Elif, Lâm, Mîm bir kasemdir.» Yine İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr’in… İbn Abbâs’tan rivayetine göre o şöyle demiştir. Elif, Lâm, Mîm; Ben Allah’ım en iyi bilenim demektir. Saîd İbn Cübeyr de böyle dedi.
Süddî Ebu Mâlik, yoluyla… İbn Mes’ûd’dan ve peygamberin ashabından bir gruptan nakletti ki; Elif, Lâm, Mîm, Allah Teâlâ’nın isminin harflerinden meydana gelen başlangıç harfleridir. Ebu Ca’fer el-Râzî İbn Enes’ten o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki o, Elif, Lâm, Mîm hakkında şöyle demiştir: Bu üç harf bütünüyle dilde kullanılan 29 harften üç tanesidir. Bu yirmi dokuz harften her biri Allah’ın isimlerinden bir ismin anahtarıdır. Bu harflerden her birinde Allah’ın nimet ve musibetleri vardır. Bu harflerden her birinde kavimlerin sûreleri ve ecelleri vardır. Nitekim Meryem oğlu îsâ (a.s.) hayret ederek demiş ki: Ne tuhaf onlar ki, Allah’ın ismini söylüyorlar, rızkı ile yaşıyorlar ve yine de onu inkâr ediyorlar! Elif, Allah isminin anahtarıdır. Lâm, Latîf isminin anahtarıdır. Mîm, Mecîd isminin anahtarıdır. Elif, Allah’ın işareti (âlâ) dır. Lâm, Allah’ın lûtfudur. Mîm, Allah’ın mecdidir. Elif bir sene- dir, Lâm otuz senedir, Mîm kırk senedir. (Bu İbn Ebu Hâtîm’in lafzıdır.) Benzer bir ifâde İbn Cerîr tarafından rivayet edilmiştir. Sonra bu sözlerden her biri muhtelif yollara çekilerek muvafakat sağlanmaya çalışılmıştır. Bu ifâdeler arasında tenakuz ve inkâr yoktur. Bunları birleştirmek mümkündür. Bunlar sûrelerin isimleridir. Sûreler Allah Teâlâ’-nın isimleriyle açılır. Bunlardan her bir harf Allah’ın isimlerinden bir isme, sıfatlarından bir sıfata delâlet eder. Nitekim pek çok sûreler Allah’a hamd, tesbîh ve ta’zîm ile başlamaktadır. İbn Cerîr der ki: Bu harflerden birinin Allah’ın isimlerinden bir isme veya sıfatlarından bir sıfata veya bir sûreye veya diğerlerine delâlet etmesini engelleyecek hiç bir engel yoktur. Rebî’ İbn Enes’in Ebu’l-Âliye’den naklettiği gibi. Çünkü bir kelime pek çok anlamlara kullanılabilir. Sözgelimi Ümmet lafzı bazan din anlamında kullanılır : «Doğrusu biz atalarımızı bir din (Ümmet) üzere bulmuştuk.» (Zuhruf, 22). Bazan Allah’a itaat eden kişi anlamına kullanılır : «Doğrusu İbrahim hanîf olarak Allah’a kulluk eden bir kişi idi (Ümmet)». (Nahl, 24). Bazan Cemâat anlamına kullanılır : «Orada insanlardan su dağıtan bir topluluk bulduk.» (Kasas, 23). «Biz her ümmete bir elçi göndermişizdir.» (Nahl, 36J. Bazan da onunla devirden bir an kastonulur : «Onlardan kurtulan ve bir süre sonra hatırlayan kişi dedi ki…» (Yusuf, 45). İbn Cerîr der ki; işte bu da (Elif, lâm, Mîm) aynen böyledir. Yönlendirilmiş olarak onun söyledikleri böyledir. Fakat Ebu’l-Âliye’nin zikrettiği gibi değildir. Çünkü Ebu’l-Âliye harfin üç anlama delâlet ettiğini söylemiştir ki, cennet ve benzeri lafızlar böyle değildir. Onlar Kur’an-ı Kerîm’in her iki yerinde sözün akışına göre bir anlama delâletetmektedir. Bu müşterek lafızların her birini, taşıdıkları anlamın hepsine birlikte hamletmek mümkün ise de bu konuda usûl bilginleri arasında ihtilâf vardır. Burası o konuların tartışılacağı yer değildir. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır. Kaldı ki ümmet lafzı yukardaki anlamların hepsine sözün akışına göre vaz’î delâletle delâlet eder. Fakat bir isme delâlet eden bir harfin, diğerine tercih ettirici bir evleviyyet olmaksızın başka bir isme delâlet etmesi imkânı — takdir, ızmâr veya başka bir yolla— ancak tevkîfî olarak anlaşılabilir. Halbuki mes’ele ihtilaflı bir meseledir, üzerinde hüküm verilebilecek bir icma’ yoktur… Allah en iyisini bilendir.
Hasîf, Mücâhid’den nakletti ki o şöyle demiş : Sûrelerin başlangıçlarının tümü Kâf, Sâd, Hâ, Mîm, Tâ, Sîn, Elif, Lâm, Mîm, gibi ve diğer harfler va’z edilmiş hece harfinden ibarettir. Bazı Arap dil bilginleri dediler ki bunlar noktalı harflerden bir harftir. Sûrelerin başında onların zikredilmiş olmasıyla 29 harften ibaret olan diğer harflerin zikrine gerek kalmamıştır. Sözgelimi birisi için elif, be, te, se’yi yazıyor denilince alfabe harflerini yazıyor demek istenir. Bu ilk harfler’in sayılmasıyla geriye kalanların sayılmasına gerek kalmaz. Bunu İbn Cerîr hikâye etmiştir. Ben derim ki; sûrelerin başında zikredilen harflerin toplamı —tekrarlananları bir kenara bırakacak olursak— ondört harftir ve bunlar : Elif, Lâm, Mim, Sâd, Râ, Kâf, He, Yâ, Ayın, Tâ, Sîn, Ha, Kaf, Nûn’dur.
Hepsini şu söz birleştirir. Bu harfler arap alfabesinin yarısını teşkil eder. Burada zikredilenler bırakılanlardan daha imemli ve değerli harflerdir. Bunun açıklanması gramerde sarf ilminin konusunu teşkil eder. İşte buradan hareketle bazıları çeşitli yorumlara dalmışlar ve demişlerdir ki; şüphesiz bu harfleri Allah Teâlâ boş ve anlamsız olarak indirmemiştir. Kur’an’da mânâsı olmayan sözler bulunduğunu söyleyenler büyük hatâ işlemişlerdir. Öyleyse bu harflerin kendiliklerinden bir anlamı olması gerekir. Eğer bunlardan söyliyebilece-ğimiz bir şey olursa söyleriz, olmazsa dururuz ve deriz ki: «Biz ona inandık hepsi Rabbimizin katındandır.»
Bilginler bu konuda muayyen bir kanâat üzerinde icmâ etmemişlerdir. Sözleri delile dayandırarak söyliyenlere uymak gerekir, aksi takdirde mes’ele açıklanıncaya kadar durmak evlâdır. Bu birinci konu. Son olarak sûrelerin başında yer alan bu harflerin irâd edilmesini gerektiren hikmet nedir? Bu nokta üzerinde durmak gerekir. İfâde ettikleri anlamlardan sarf-ı nazar ederek bunların hikmeti üzerinde durmak icâb eder. Bazıları dediler ki; bu harflerin sûrelerin başında yer almasının sebeb-i hikmeti bizim onunla sûrelerin başlangıcını bilmemizdir. İbn Cerîr böyle hikâye etti. Bu ise zayıf bir görüştür. Zira sûreleri ayırmak onların zikredilmediği diğer şeylerle de mümkündür. Gerek okuma olarak gerek yazma olarak Besmele ile sûreler ayırd edilir. Başkaları da dediler ki: Bu harflerle başlanmasının sebeb-i hikmeti; müşriklerin kulaklarını onu dinlemeye vermelerini sağlamaktır. Çünkü onlar Kur’ an’dan uzak durmayı birbirlerine öğütlüyorlardı. Bu harfleri duyunca bu harflerden oluşan ifâdeleri dinlemeye kulak verebilirlerdi. Bunu da İbn Cerîr naklediyor ki bu da zayıftır. Zira böyle olsaydı bütün sûrelerde bu harflerin bulunması gerekirdi, bir kısmında değil. Halbuki sûrelerin çoğunluğunda bu harfler yoktur. Öte yandan böyle olsaydı sözün başlangıcında ister sûresinin başı olsun ister başka yer olsun onları, başlamak için aramamız gerekirdi. Halbuki bu sûre yani Bakara ve onun ardından gelen Âl-i İmrân sûreleri Medine’de nazil olmuşlardır ve müşriklere hitap eden sûreler değillerdir. Öyleyse onların zikrettikleri husus böylece reddedilmiş oldu.
Başkaları da dediler ki; bu harflerin sûrelerin başlangıcında zikredilmesinin sebebi Kur’an’daki i’câzın açıklanmasıdır. Halkın Kur’an’a benzer ifâdelerle karşı çıkmaktan âciz olduğunun beyân edilmesidir. Kur’an’da onların muhâtab oldukları âyetler; alfabe harflerinden meydana geldiği halde, onlar Kur’an’a eş ve benzer bir âyet getirmektenâciz bulunmaktadırlar. İşte bunun için bu harfler yer almıştır. Ve bu sebeple alfabetik harflerle başlayan sûrelerin hepsinde Kur’an’ın üstünlüğü sözkonusu edilmekte ve yüceliği açıklanmaktadır. Bu istikra yoluyla malûmdur ve bu husus 29 sûrede yer almıştır. Bunun için Allah Teâlâ bu sûrelerde : «Elif Lâm, Mîm. İşte bu kitap onda hiç bir şüphe yoktur.»… «Elif Lâm Mîm. Allah, O’ndan başka ilah yoktur. O’ Hayy, Kayyûm’dur. Sana kitabı hak olarak indirmiştir.»… «Elif, Lâm, Mîm, Sâd… İşte bu kitap sana indirilmiştir. Öyleyse senin göğsünde ondan dolayı bir sıkıntı bulunmasın.»… «Elif, Lâm, Ra,… İşte bu kitap onu sana insanları rablannın izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarasın diye indirdik.»… «Elif, Lâm, Mîm,… Kitabın, âlemlerin rabbmdan indirilişinde hiç bir şüphe yoktur.»… «Hâ, Mîm, Rahman ve Râ-hîm tarafından indirilmedir bu kitap.»… «Hâ, Mîm, Ayn, Sîn,, Kâf. tş-te böylece Azîz ve Hâkim olan Allah sana ve senden öncekilere vahyeder.» Bu ve benzeri âyetler bu görüşlerin doğruluğuna delâlet eden örneklerdir. Dikkatle bakıldığında bu husus görülür. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
Bu harflerle vakitlerin bilindiği, olayların, fitne ve savaşların zamanlarının çıkarılacağını (istihraç edileceğini) öne sürenler ise Kur’an’ da olmayan şeyler iddia etmekte ve uçulması gerekmiyen yerde uçmaya çalışmaktadırlar. Bu husus, zayıf bir hadîste vârid olmuştur ki bu hadîs bile istihracın doğruluğundan çok bâtıl olduğuna delâlet etmektedir. Bu hadîs, siyer sahibi Muhammed İbn İshâk’ın rivayet ettiği ve îbn Abbâs’a dayanan hadîstir… İbn İshâk Câbir İbn Abdullah’tan nakleder ki o şöyle demiş : Ebu Yâsir İbn- Ahtab yahûdîlerden bazı kişilerle Rasûlullah (s.a.) a uğramış, Rasûlullah Bakara sûresinin baş tarafını okuyormuş «Elif, Lâm, Mîm. Onda hiç bir şüphe yoktur (…)» O sırada kardeşi Hay İbn Ahtab yahûdîlerden bazı kişilerle birlikte gelmiş ve demiş ki; Allah’a yemîn ederim ki Muhammed (a.s.) kendisine indirilen âyetleri okuyordu onu duydum. Ve âyeti okumaya başlamış «Elif, Lâm, Mîm. Onda hiç bir şüphe yoktur»… «Ebu Yâsir demiş ki sen bunu işittin mi? Kardeşi de evet demiş. Câbir diyor ki; Hay İbn Ahtab yahûdîlerden o cemaatla birlikte Rasûlullah (s.a.) in yanına gelip demişler ki; Ey Muhammed sen Allah’ın sana indirdiği «Elif, Lâm, Mîm. İşte bu kitap… âyetini okuduğunu hatırlıyor musun? Rasûlullah (s.a.) evet demiş. Onlar «bu âyeti sana Cebrâîl Allah katından mı getirdi? demişler. Rasûlullah (s.a.) «evet» demiş. Onlar, Allah senden önce peygamberler göndermişti. Sen onların süresinin ve senin dışında onların ümmetinin süresinin ne kadar olduğunu bilmezsin demişler. Hay İbn Ahtab ayağa kalkmış ve beraberinde bulunanlara doğru yönelerek onlara Elif bir, Lâm, otuz, Mîm kırk, demiş, Bu ise yetmiş bir yıl yapar siz peygamberin dinine girecek misiniz, onun mülkünün ve ümmetininömrünün süresi 71 yıldır. O da Rasûlullah (s.a.) a yönelmiş ve demiş ki: Ya Muhammed, bundan başka âyetler de var mı? Rasûlullah (s.a.) evet deyince, nedir o? diye sormuş. Hz. Peygamber de Elif, Lâm, Mîm, Sâd demiş ve bunun üzerine bu ondan daha ağır ve daha uzun demiş, Elif bir, Lâm otuz, Mîm kırk Sâd da yetmiştir. (Her ne kadar metinde yetmiş geçiyorsa da bunun altmış olması gerekir, çünkü ancak altmış olduğu takdirde söylenilen rakamın toplamı elde edilebilmektedir.) İşte bu da yüz otuz birdir. Sonra ya Muhammed bundan başkası var mı diye sormuş, Hz. Peygamber de evet demiş. Nedir o? dediğinde, Elif, Lâm, Râ buyurmuş. O da bu daha ağır ve daha uzun demiş, Elif bir, Lâm otuz, Ra da ikiyüz, bu da 231 eder demiş. Sonra Hz. Peygambere daha başkası var mı? diye sormuş, evet deyince, nedir o? demiş, Rasûlullah (s.a.) Elif, Lâm, Mîm, Râ buyurmuş. Bunun üzerine bu daha ağır ve daha uzun demiş. Elif, bir, Lâm otuz, Mîm kırk, Râ ikiyüz bu ise 271 eder demiş. Sonra senin durumun bize karmaşık göründü ya Muhammed, az mı çok mu verildiğini bilmiyoruz» demiş, kalkın gidelim, diye eklemiş. Sonra Ebû Yâsir kardeşi Hay İbn Ahtab’a ve beraberindeki rahiplere demiş ki ne belli bunların hepsi de Hz. Muhammed için toplanmıştır, 71, 131, 231, 271 bütün bunlar 704 sene yapar. Onlar da demişler ki Onun durumu bize şüpheli göründü. Şu âyetlerin bu kişiler hakkında inzal edildiği iddia edilmiştir: «O’dur sana kitabı gönderen, ondan bir kısmı muhkem âyetlerdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğeri ise müteşâbihlerdir. (Âl-i İmrân, 7). Muhammed İbn Sâid el-Kelbi’ye göre bu aşağı yukarı böyledir. Ancak Kelbî delil olarak kabul edilemez. Kaldı ki bu metod uyarınca —eğer usûl doğru ise— her bir harfin ayrı ayrı hesaplanması gerekir. Bu takdirde rakam çok yükseğe ulaşır. Tekrârlarıyla birlikte hesaplanırsa rakam daha çoğalır. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır. [4]
Sûrelerin başlangıcı konusunda söz çoktur. Ancak ekseriyetin mu tâbık olduğu görüş Sibeveyh’in ve ondan önce başkalarının naklettiği görüştür ki buna göre; bu başlangıçlar sûrelerin isimleridir. Sûrelerin bu şekilde isimlendirilmesi onların terkîb bakımından bilinen kelimelerden müteşekkil olduğunun iş’ârl içindir. Bunlar ilâhî vahyin eseri olmamış olsaydı, onlara karşı muarızlarının güçsüz kalması mümkün olmazdı. Nitekim Araplar, Harise İbn Lâm el-Tâbî’nin anasına «Lâm» ismi vermişlerdi. Bakıra Sâd, dağa da kâf derlerdi.
Bu harfler anlaşılır iseler, ya onlarla başlangıcında bulundukları sûrelerin bu iş’âra dayalı olarak lakabları olması kasdedilmiştir veya başka şey. İkincisi bâtıldır, çünkü bunlardan maksad ya Arap dilinde Taz edildiği şeyler olacaktır ki, mes’ele’nin böyle olmadığı açıktır. Veya başka şekilde olacaktır ki, bu da bâtıldır. Zira Kur’an apaçık Arap diliyle indirilmiştir. Dolayısıyla Arap dilinde olmayan şeylere hamledile-saez. Ayrıca bu hususa birkaç şekilde karşı çıkılmıştır (..,) Şeyh el-Ek-ber (Kuddise sırnhü) harflerin tekrarlı ve tekrarsız sayılarının sırrı konusunda bazı şeyler söylemiştir : Bütünü itibariyle bu sözler sûrelere âit olduğu gibi, Sâd, Kâf, Mîm, Yâsîn, Tâhâ ve benzeri tek tek harflere de mahsûstur. Bunların niçin 1,2,3, veya daha çok olarak zik-redildiği, sayılarının beş harfi neden ulaştığı, neden bir kısmının birbirine iliştirildiği bir kısmının kesildiği konusunda söz etmiştik. Şeyh (Kuddise sırnhû) Fütûhât’ında der ki; Allah bize lûtuflannın güzelliklerini tekrarlasın. Özet olarak o şöyle lütfetti: İyi bil ki; bilinmiyen sûrelerin başlangıçlarının hakikatini ancak mâ’kûl suret ehli bilir. Allah, bunu 29 sûre kılmıştır ki bu, suretin kemâlidir. «Biz ay içinde duraklar takrir etmişizdir.» Yirmidokuzuncu ise feleğin dayanağını teşkil eden kutuptur ki o feleğin illeti mesabesindedir ve bu, Âl-i İmrân süresidir. Eğer bu olmasaydı 28 sabit olmazdı ve harflerin tümü 78 harf harf olmazdı. Sekiz bir bütünün hakikatidir. Nitekim Rasûlullah (s.a.) «İman yetmiş şu kadar şubedir» buyurmuştur. Bu harfler de yetmişse-kizdir. Dolayısıyla bu harflerdeki hakîkatları ve sûrelerdeki gerçek durumu bilmedikçe imânın sim tamamlanamaz. Kaldı ki bunu tekrar etmeksizin bilirse imânın hakikati konusunda Allah’ın uyarısını tek-rârsız olarak bilir (…) İbn Abdüsselâm, Hz. Ali (r.a.)’nin Muâviye vak’-asını Hâ Mîm Ayn Sin Kaftan çıkardığını rivayet eder. Ebu’l-Hakem Abdüsselâm İbn Bürcân tefsirinde Kudüs’ün 583 senesinde fethedilmesini “Elif, Lam, Mim” den çıkarmıştır.[5]
Reşîd Rızâ ise bu harflerde derin anlamlar aramanın gereksizliğini belirterek şöyle diyor: Ben derim ki:
a- Bu harfler kesik kesik isimleri söylenerek okunur, müsem-mâları değil. Biz, Elif, Lâm, Mîm diyerek okuruz, sonunu sakin yaparız. Çünkü bu kelâmın yapısına dâhil değildir ki hareke ile irâb verilsin.
b- Bu harflerin irâb edilmemesi şu hikmete mebnîdir. Bu harflerle başlanan sûrelerde, Kur’an’ın nitelikleri ve i’câzına işaret konuları yer aldığına dikkat çekilmektedir. Çünkü bu sûrelerden Mekkî olanlarla müşriklerin İslama davet edilmesi kasdediliyordu. Bu ve benzeri Medenî sûrelerde ise ehl-i kitabın İslama daveti ve onların aleyhindeki deliller serdediliyordu. Bu husus A’râf sûresinin başında açıklanacaktır.
c- Ferrâ, Kutrub, Müberred, Zâmahşerî gibi bazı lügat ve gramer bilginlerinin delilleriyle Şeyh’ül-İslâm Ahmed Takiyüddîn İbn Teymiye gibi bazı hadîs bilginleri bu harflerle Kur’an’ın i’câzına işaret edildiğini belirtmektedirler. Zâmahşerî bu konunun açıklanması ve belirtilmesinde daha ileri gitmiştir. İsteyen, onun el-Keşşâf isimli tefsirine bakabilir. Kâdî Beydâvî ve diğer tefsirlerde de bu husus açıklanmıştır.
d- Bu harfler konusunda söylenebilecek sözlerin en zayıfı ve en kötüsü, onunla bu ümmetin hayat müddetine veya benzeri konulara işaret eden hesap ve sayıların kasdedilmiş olduklarını söylemektir. İbn İshâk bu konuda bazı yahûdîlerle peygamberden sözler nakleder ki, peygamberden nakledilen bu hadîsler zayıftır.
e- Bu sonuncu görüşe yakın olan bir diğer görüş de Şia’dan bazı kişilerin kasdettikleri gibi bu harflerden mükerrer olanın atılması ve geriye kalanlarla cümleler kurulması halinde Hz. Ali el-Murtazâ (Ker-remallahüvechehû) ‘nın medhine dâir âyetler çıkarılmasıdır. Veya onun üstünlüğüne veya halîf liginin tercih sebebi olmasına dâir hükümler çıkarılmasıdır. Bunu benzer cümlelerle karşılaştırmaktadırlar ki, bu da bizim makalelerimizde belirttiğimiz gibi gerçeğe aykırıdır. Nitekim biz bu hususu «Muslih ve Mukallid» isimli makalemizde açıklamıştık.
f- Tarih ve din bilginlerinden bir kısmı da bu harflerle ilerde zuhur edecek bazı dinî ve tarihî gerçeklere işaret eden semboller kas-dedildiğini belirtmektedirler.[6]
Kur’an-ı Azîmüşşân’ın bu ikinci sûresi son derece dikkat çekici bir ifâde ile başlamaktadır. Alfabenin harflerinden meydana gelen basit bir terkiple kafalan sarsacak bir tesîr icra olunmaktadır. Elif (…) Lâm (…) Mîm (…) Bazı müfessirlere göre, Cenab-ı Allah, bu harflerle muradının ne olduğunu kullarına açıklamamıştır, bu yüzden onlara bir anlam vermemek gerekir. Birer müteşâbih âyet olarak Allah tarafından geldiğine inanmakla yetinmemiz gerekir. Diğer bazı tefsir âlimlerine göre bu harfler Allah ile, Habîbi arasında birer şifredir. Bir diğer müfessir grubuna göre, bu harflerle Allahü Zülcelâl şunu îmâ etmektedir: Kur’an-ı Kerim bu gibi harflerden meydana geldiği halde hiç kimsenin aynı harflerle böylesine üstün ve icâzlı bir eser meydana getirebilme gücü ve imkânı yoktur. Böylece müşriklere meydan okunmakta ve alfabe harflerinden meydana gelen bu kitâbm benzerini getirememelerinin sebebi sorulmaktadır. Şu halde onun Allah katından gelme bir Kitab-ı Ker’îm olduğundan kimsenin şüphesi bulunmamalıdır. Kur’an, her devre ve her şarta hitabeden, bütün zaman ve mekâna intibak eden, azâb-ı elimden kurtulmak isteyenleri doğru yola ve hidâyete sevkeden aydınlık ve nûr kaynağıdır. Kafasını ve gönlünü madde putundan kurtaranlar, madde ötesi «ğayb âlemine» inananlar, bu ilâhî kitaptan faydalanabilirler. [7]
Şiî müfessirlerden Tabressî de diyor ki:
Bilginler sûrelerin başında yer alan hece harfleri konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bu harflerin bilgisini Allah’ın kendine ayırdığı ve Allah’tan başka kimsenfıi bunu te’vîlini bilmediği, müteşabih âyetler olduğunu kabul ederler. Bizim imamlarımızdan (Allah’ın selâmı onların üzerine olsun) rivayet edilen görüş budur. Genellikle, mü’-minlerin emîri Hz. Ali’den rivayet edilir ki o şöyle demiştir: Her kitabın bir özü vardır. Bu kitabın özü de hece harfleridir. Şâ’bî’den nakledilir ki, o şöyle demiştir: Allah’ın her kitapta bir sırrı vardır. Kur’ân’-daki sırrı da sûrelerin başında zikredilen hece harfleridir. Başkaları da bunu değişik şekilde şöyle tefsir etmişlerdir :
Bu harfler sûrelerin isimleri ve anahtarlarıdır. Bu görüşü Hasan ve Zeyd İbn Eslem nakleder.
Bu harflerdeki ana maksad; Allah Teâlâ’nın isimlerine delâlettir. Meselâ, Allah Teâlâ’nın «Elif, Lâm, Mîm» âyetinin mânâsı, ben Allah’ım, en iyisini bilirim, demektir. Elif, Lâm, Râ’nın mânâsı ise, ben Allah’ım bilir ve görürüm, demektir (…) Ebu İshâk el-Şa’lebî tefsirinde Ali İbn Mûsâ el-Rızâ’ya isnâd ederek der ki; Muhammed Sâdık’-ın oğlu Ca’fer, Elif, Lâm, Mîm kavlinden suâl edildikde o şöyle demiş, Elif de Allah’ın sıfatlarından altı sıfat vardır. Birincisi «İbtidâ»dır. Allah yaratıkların hepsini yaratmaya ilkin başladığı gibi. Elif ise harflerin ilkidir. İkincisi «istiva» dır. Allah zâlim değil, âdildir. Elif de kendiliğinden müstevîdir. (Düzgündür). Üçüncüsü «infiradadır. Allah tektir. Elif’de tekdir. Dördüncüsü halkın Allah ile ittisalidir. Allah halk ile ittisal halinde değildir. Çünkü halkın hepsi Allah’a muhtaçtır. Allah ise onlardan müstağnidir. Elif de öyledir. Harflerle birleşmez. Harfler onunla birleşir. O diğerlerinden ayrıdır (…)[8]
Diğer bazı tefsirlerde de bu görüşler tekrarlanıyor : Denildi ki; sûrelerin başlangıcında yer alan hece harfleri Allah’ın bilgisini kendisine ayırdığı müteşabih âyetlerdendir ve o Allah’ın Kur’an’da ki sırrıdır. Biz zahire inanır, o konudaki bilgiyi Allah Teâlâ’-ya havale ederiz. Bu konunun zikredilmesinin faydası ona inanmayı istemektir. Nitekim Ebu Bekr el-Sıddîk (r.a.) der ki; her kitapta bir sır vardır. Allah’ın Kur’an’da ki sırrı da sûrelerin başlangıcıdır. Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.)’de der ki; her kitabın bir özü vardır. Bu kitabın özü de hece harfleridir. Bu söze karşılık olarak,. Allah’ın kullarına bilmedikleri şeylerle hitâb etmesinin caiz olmayacağı söylenmiştir. Buna cevâp olarak denir ki; Allah’ın kullarına, onların akıllanyla anlamını kavra-yamayacakları mükellefiyetler vermesi caizdir. Meselâ şeytân taşlamak
böyledir. Bunun mânâsı akılla kavranmaz. Buradaki hikmet, itaat ve bağlılıktaki kemâldir. Bu harfler de aynı şekildedir. Onlara inanmak gerekir, ancak bu konuda derin araştırmalara gerek yoktur. Başka ilim erbabı da dedi ki; bunlar mânâların bilinmesidir. Sonra bu konuda ihtilâfa düştüler. Bir kısmı dedi ki; bu harflerden her biri Allah Teâlâ’nın isimlerinden bir ismin başlangıcıdır. Meselâ Elif, Allah isminin başlangıcıdır. Lâm, Lâtif isminin başlangıcıdır. Mîm, Mecîd isminin başlangıcıdır. Ve denildi ki; Elif .Allah’ın nimetleri, Lâm, Lûtfu, Mîm de, mülküdür.[9]
Eğer Rasûlullah (s.a.)’dan sûrelerin başlangıçlarıyla ilgili benim-senebilecek bir şey sabit olmuş mudur? diye sorarsan derim ki; Rasûlullah (s.a.)’m bu harflerin anlamlarıyla ilgili bir şey söylemiş olduğunu ben bilmiyorum. Ondan nakledilenler sadece harflerinin sayısıyla ilgili rivayetlerdir. Nitekim Buhârî Sahîh’inde, Tirmizî Sünen’inde, Hâkim Müstedrek’inde sahih olarak İbn Mesûd’dan naklederler ki; o, Rasûlullah (s.a.)’ın şöyle dediğini nakletmiştir : Kim, Allah’ın kitabından bir harf okursa ona bir sevab vardır. Her sevabı 10 misli ile mukabele görür. Ben Elif, Lâm, Mîm, bir harftir demiyorum. Lâkin Elif bir harftir, Lâm bir harftir,, Mîm bir harftir diyorum.» Bu hadîsin İbn Mes’ûd’dan rivayetinin daha başka yolları da vardır (…)[10]
Bu Kitap:
2- İşte bu kitâb, onda hiç bir şüphe yoktur, müt-takîler için hidâyettir.
İbn Cüreyc İbn Abbâs’m «İşte bu kitap» ifâdesinin, «şu kitap» demek olduğunu söylediğini bildirir. Mücâhid, İkrime, Saîd İbn Cübeyr, Süddî, Mukâtil İbn Hayyân, Zeyd İbn Eşlem ve İbn Cüreyc bunun şu demek olduğunu belirtirler. Araplar bu iki işaret ismini birbirinin yerine kullanırlar. Bu Arap sözlerinden malûmdur.
Kitap ise Kur’an-ı Kerîm’dir. Bu kitap tabîriyle Tevrat ve İncil’e işaret edilmek istendiğini söyleyenlere gelince —ki bunu İbn Cerir ve diğerleri söylemişlerdir— yolu yitirmiş ve tartışmaya dalmış kimselerdir. Bu bilinmeyen konuda zorlamadan başka bir şey değildir.
Reyb: Şektir. Süddî, İbn Abbâs’tan, Ebu Mürre el-Hemedânî kanalıyla da İbn Mes’ûd ve Rasûlullah (s.a.)’m ashabından daha başka
kişilerden naklen der ki; Hz. Peygamber şöyle buyurdu: «O’nda hiçbir şüphe yoktur» âyetinin mânâsı «onda şek yoktur» demektir. Ebu’d-Derdâ, İbn Abbâs, Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Ebu Mâlik, Nâfî (Abdullah İbn Ömer’in kölesi), Atâ, Ebu’l-Âliye, Rebî İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân, Süddî, Katâde, İsmâîl İbn Ebu Hâlid’in aynı şeyi söylediklerini nakleder. İbn Ebu Hatim bunun tersini bilmiyorum der. Ayetin mânası şöyledir. Bu kitap (yani kur’an’m) Allah katından indirilmiş olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Allah Teâlâ secde sûresinde de şöyle buyurur: «Elif, Lâm, Mîm, kitabın âlemlerin Rabbı katından indirilmesinde hiçbir şüphe yoktur…»
Hidâyet; burada müttâkîlere tahsis edilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ başka âyetlerde şöyle buyurur : «Biz onu yabancı bir dil ile ortaya koy-saydık diyeceklerdi ki, âyetleri tafsilâtlı olarak açıklanmalı değil miydi? Hem yabancı, hem de araba mı hitâb etmektedir? JDe ki: «Bu îman edenlere hidâyet ve şifâdır. İman etmemiş olanların ise kulakların^ da ağırlık vardır. Ve bu, onlara kapalıdır. Sanki Jbunlara uzak bir mesafeden sesleniyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44).
«Kur’an’da mü’minler için rahmet ve şifâ olan şeyleri indiririz. Zâ-limler için de ancak hüsranı artırırız.» (İsrâ, 82). Ve daha buna benzer Kur’an’dan faydalanmanın mü’minlere hâs olduğuna delâlet eden âyetler bulunmaktadır. Çünkü Kur’an hidâyetin kendisidir. Fakat ona ancak iyiler vâsıl olabilir. Nitekim Allah Teâlâ da buyurur ki: «Ey insanlar, size Rabbınızdan bir öğüt, göğüslerde olan dertlere bir şifâ, mü’minler îçin bir hdâyet ve râhmet gelmiştir. »””{Yûnus, 57).
Süddî, Ebu Mâlik’ten ve Ebu Salih kanaliyle İbn Abbâs’dan, Mür-re el-Hemedânî İbn Mes’ûd’dan ve Rasûlullah’ın ashabından bir topluluktan nakletti ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuş. «Müttakîler için bir hidâyettir, yani nûr demektir.» Şafiî ise der ki: «Sapıklıktan doğru yolu gösteren bir rehberdir.» Saîd İbn Cübeyr de der ki: «Müttakîler için bir açıklayıcı kitaptır.» bunların hepsi de sahihtir.
Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanaliyle İbn Abbâs’tan, Mürre el-Hemedânî kanaliyle İbn Mes’ûd’dan ve Peygamberin ashabından bir topluluktan naklen der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur : «Müttakîler için bir hidâyettir» ayetindeki müttakîler mü’minlerdir.»
Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki müttakîlerden maksat bildikleri hidâyeti terk etmenin cezası konusunda Allah’tan sakmanlar ile Allah’ın rahmetini dileyenlerdir. Ebu Revk, Dahhâk kanalıyla… İbn Abbâs’dan nakleder ki; müttakîler «Allah’a şirk koşmaktan kaçman ve tâatına uygun işler işleyen mü’minlerdir.» Süfyân el-Sevrî bir adam kanalıyla Hasan el-Basrî’den nakleder ki müttakîler Allah’ın kendilerine haram kıldık-
lanndan kaçınan ve farz kıldıklarını edâ edenlerdir. [11]
Müttakîler:
Ebu Bekr tbn Ayyaş der ki, A’meş bana müttâkilerin kimler olduğunu sordu, ben de cevap verdim: O dedi ki Kelbî’ye bunu sor. Kelbî’-ye sorduğumda dedi ki, günahların büyüğünden kaçanlardır. Sonra A’meş’e döndüm, o dedi ki böyle olması gerekir ve bunu inkâr etmedi. Katâde der ki; müttakîler, Allah’ın âyetin devamında niteliklerini bildirdiği; «Onlar ki gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.» âyetiyle ardındaki âyetin nitelendirdiği kişilerdir. İbn Cerîr âyetin hepsini ihtiva ettiği görüşünü tercih eder.
Nitekim Tirmizî ve İbn Mâce Ebu’Âkil kanaliye… Atiyye el-Sa’biden naklettiği rivayette Rasûlullah (s.a.) der ki:
«Kul hiç bir beis olmayan şeyleri onda bir beis olması endişesiyle terk edinceye kadar müttakîlerden olma şerefine eremez.» Tirmizî bilâ-here bu hadîsin hasen ve garîb olduğunu söylemiştir.
İbn Ebu Hatim… Ebu Hamza’dan nakleder ki; o şöyle demiştir. Ben Ebu Vâil’in yanında oturuyordum, o sırada biri geldi ki ona Ebu Afif derlerdi, Muâz’ın arkadaşlarındandı. Şakîk İbn Seleme, ona, ey Ebu Âfîf bize Muâz İbn Cebel’den söz etmez misin? dedi, o, evet söz ederim dedi ve devam etti. Muâz’ın şöyle dediğini duydum : Kıyamet günü insanlar bir yöreye hapsedilirler, bir münâdi müttakîler nerede? diye seslenir. Onlar Rahmân’ın koruyuculuğu altında kalkarlar. Allah kendisini onlardan saklamaz, gizlemez, Ben dedim ki, müttakîler kimlerdir? O da: Şirkten ve putlara tapınmaktan kaçman, sırf Allah rızası için ihlâsla ibâdet eden kişilerdir, topluluklardır, onlar cennete girerler.” dedi. [12]
Şek – Şüphe – Reyb :
Allah’tan korkanlar, madde ötesi âleme inananlar, duyularla kavradıkları dünyanın dışına çıkabilenlerdir. Müttâkîlerin Kur’an’dan faydalanmaları gayet kolaydır. Çünkü kalblerinde yeretmiş bulunan iman nuruyla Allah’ın emrine koşar, ibâdetlerini yaparlar. Namaz, âdâb ve erkânına riâyet edilerek kılındığında hem bedenî, hem de ruhî temizliği gerçekleştirir. Ayrıca müttakîler, Allah yolunda mallarını harcarlar, zekât ve sadaka vererek muhtâçlann yardımına koşarlar. Başka canlılara da merhamet ederler. Allah tarafından indirilen kitaplara imân ederler. Âhiretin varlığından kuşku duymazlar. Bu yüzden onlar Allah katında yüce mertebelere yükselerek hidâyete erer ve her iki cihanda kurtulaşa ve saadete nail olurlar.
Takva, nefsi korkulandan korunağa almaktır. Denildi ki; takva şeriatın örfünde nefsi JrötaJ^ej^kj&den_şj^^
yasakları terketmek ve mubahların bir kısmından kaçmakla olur. İfan Abbâs der ki; müttakî; şirkten, büyük günahlardan ve aşırılıklardan korunandır. Bu kelime, korunmaktan alınmıştır. Aslında iki şeyin ara-sını açmaktır (…) Denildi ki; müttakî kendi nefsini başkalarından iyi görmeyendir. Ve denildi ki; takva Allah’ın haramlarını terketmek, farzlarını yerine getirmektir. Ve denildi ki; takva günahta ısrarı terketmek, itâatla gururlanmayı bırakmaktır. Ve denildi ki; takva Mevlâ’nın seni yasakladığı şeylerde görmemesidir. Ve denildi ki, takva peygamber (s.a.)’e ve ashabına uymaktır.[13]
Takva konusu üzerinde Tabressî de şu bilgiyi veriyor :
Hz. Peygamber (s.a.)’den nakledilir ki; o, takvanın toplamı Allah Teâlâ’mn : «Allah, adalet ve ihsanla emreder…» âyetinde zikredilmiş olduğunu söylemiştir. Denildi ki, müttakî o kişidir ki; kendisine haram kılman şeylerden sakınır ve vacip kılınan şeyleri yapar. Denildi ki müttakî o kişidir ki; sâlih amelleriyle Allah’ın azabından kaçınır. Ömer İbn el-Hattâb, Kâ’b el-Ahbâr’a takvayı sorduğunda, o dedi ki; hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?^Hz. Ömer, evet dedi. O: ne yaptın dediğinde~HzT Ömer, korktum ve paçamı sıvadım dedi. Ka’b el-Ahbâr, işte’takva budur dedi (.,.)~lîz7PeygambeFTs^ayird^1rrv^yer^dlİIr~kT o şöyle buyurmuştur : Müttâkîlere müttakî adı verilmiştir. Çünkü onlar mahzurlu olabilecek davranışlara düşmekten kaçınmak için bir mahzurlu olmayan davranışları da terketmişlerdir. Ömer İbn Abdüla-ziz der ki; müttakî haremdeki suçlu gibi bağlanmıştır. Bazıları da dediler ki; takva Allah’ın seni yasakladığı şeyde görmemesi, emrettiği şeyde de aramamasıdır.[14]
Gayba İman:
3- Onlar ki gayba inanırlar…
Ebu Ca’fer el-Râzî… Abdullah’dan rivayet etti ki; o İmân tasdiktir demişti. Ali İbn Ebu Talha ve diğerleri İbn Abbâs’dan naklettiler ki, «inanırlar» yani «tasdik ederler» demektir. Ma’mer, Zührî’den nakletti ki, İmân ameldir. Ebu Ca’fer el-Râzî İbn Enes’ten nakletti ki, o «inanırlar, korkarlar» demektir şeklinde yorumlamıştır.
İbn Cerîr ve diğerleri dediler ki: En uygun olanı; sözle, inançla ve amelle gayba inanma niteliklerine sahip olmaktır. Sözü amelin tasdik ettiği îmânın muhtevası içerisine Allah korkusu da girebilir. İman, Alllah’ı, kitabını ve peygamberlerini ikrar ile, bu ikrarın bilfiil tasdîkm-dan ibaret olan toplayıcı blrTreHmedfirBen derım^lugattaTimân~sa-~ dece tasdîk için kullanılır. Kur’an-ı Kerîm’de de bazan bu anlamda kullanılır. Nitekim Allah~Teâîâ f«Ö ÂlîaFaTlnamFve mü’minlere inanır» buyurmaktadır. Keza Yûsuf peygamberin kardeşleri babalarına «Biz her ne kadar doğru söyler olsak da sen bize inanacak değilsin» demektedirler. İman, amel ile beraber kullanıldığı zaman bu şekildedir : «Ancak iman edip sâlih amel işleyenler müstesna» kavlinde olduğu gibi. Fakat îman kelimesi mutlak olar.ak kuj^nıldığında,, jşer’an aranan_ îman ancak inanç, kavil ve fiÛle~birîikte^^İândır. Imâmlann ekseriyeti de blTgorü^edirlerTlİâTtOinlm Şafiî, ÂhmedTifon Harîbel, Ebu Übeyd ve diğerleri (fakîhler ve hadîsçiîer) îmamnjsöz ve amelden ibaret olduğunu, artıp eksildiğini söylemişlerdir. Bu konuda pek çok hadîs vârid olmuştur kTbîz bunlar! Buhârî Şerhi’nin başında zikrettik. Hamd ve minnet Allah’adır.
Bazıları gayba îmânı, Allah korkusuyla tefsir etmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ diğer ayet-i kerîme’lerde şöyle buyurur ^Sen ancak görmedikleri halde Rablanndan korkanları ve namazı kılmış olanları uyarırsın.» (Patır, 18). «Görmediği halde Rahmân’dan korkan ve Allah’a yönelik bir kalp ile gelen kimselere yönelikti.» (Kâf, 33). Allah korkusu (haşyet) ilim ve îmanın özüdür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Allah’tan ancak bilgin kulları korkar.» (Fâtır, 28)7)
Burada kasdedilen gayb kelimesine gelince, salef-i sâlihînin bu konudaki ifâdeleri değişiktir. Bu ifâdelerin hepsi de sahihtir ve hepsi de kastedilmiştir. Ebu Ca’fer el-Râzî… Ebu’l-Âliye’den nakleder ki: «Onlar ki gayba inanırlar» âyetinden maksat Allah’a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, cennetine, cehennemine ve Allah’a kavuşacaklarına îman etmektir. Öldükten sonra dirilmeye ve haş-
re inanmaktır. Bunların hepsi de gaybtır (görülmez.)» Katâde İbn Du-âme de böyle dedi. Süddî… İbn mes’ûd’dan ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakletti ki, gayb cennet ve cehennem konusunda görülmeyen ve Kur’an’da zikredilmeyen şeylerdir. Muhammed İbn İs-hâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki, gayb, O’ndan yani Allah’dan gelen şeydir. Süfyân el-Sevrî Âsım’dan ve o da Zir’den nakleder ki gayb, Kur’-an’dır. Atâ İbn Ebu Rebâh der ki; Allah’a inanan gayba inanmış olur. İsmail İbn Hâlid der ki; gayba inananlar, İslâm’ın, görülmeyen kısmına îman edenler demektir. Seyyid İbn Eşlem der ki; gayba inananlardan maksad, kadere inananlardır. Bütün bu anlamlar aynı noktaya yakın mânâlardır. Zira sözkonusu edilenlerin hepsi inanılması gereken gayb arasındadır.
Saîd İbn Mansûr… Abdurrahmân İbn Yezîd’den nakleder ki; o, şöyle demiş: Biz Abdullah İbn Mes’ûd’un yanında oturuyorduk, o Allah Rasûlünün ashabını ve onların yaptiklannı bize nakletti ve dedi ki: Hz. Muhammed (s.a.)’m durumu, görenler için apaçıktı. Şüphesiz kendisinden başka İlâh olmayana yemîn ederim ki, gaybtan eser görmeden iman edenin, imanından daha üstün hiç bir kimse îman etmemiştir. Sonra bu âyeti okumuştu «Onlar ki gayba inanırlar…» Bu hadîsi İbn Ebu Hâtîm, Mesrûk ve Hâkim Müstedrek’inde çeşitli yollarla rivayet ederler ki bu yollardan birisi de A’meş tarîkidir. Hâkim der ki; Buhârî ve Müslim’in şartına göre bu hadîs sahihtir.
Bu hadîsin anlamı konusunda İmâm Ahmed… İbn Müheyriz’-den nakletti ki; o şöyle demiş : Ebu Cuma’ya dedim ki; bize Rasûlullah (s.a.)’dan işittiğin bir hadîsi söyle. O da peki dedi. Ben sana çok güzel bir hadis nakledeyim :
(3 «Biz Rasûlullah (s.a.) ile beraber yemek yiyorduk, beraberimizde Ebu Übeyde İbn Ebu Cerrah da vardı, o dedi ki; ey Allah’ın Rasûlü biz seninle birlikte müslüman olduk ve cihâd ettik bizden daha hayırlısı var mı? Rasûlullah evet buyurdu. Sizden sonra gelen bir kavim beni görmedikleri halde bana inanırlar. İşte onlar (sizden daha hayırlıdırlar) .» J
Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde der ki; bize Abdullah İbn Ca’fer … Salih İbn Cübeyr’den nakletti ki; o, şöyle dedi. Rasûlullah (s.a.)’-ın ashabından Ebu Cum’a el-Ensârî Kudüs’e namaz kılmak üzere geldi. O gün yanımızda Reca İbn Hayat bulunmakta idi. Namazdan sonra onu uğurlamak üzere beraber çıktık. Ayrılmak istediğinde dedi ki; sizin bir mükâfaatınız ve hakkınız olacaktır elbette. Öyleyse size Ra- sûlullah (s.a.)’dan duyduğum bir hadîsi sunayım. Biz, söyle, Allah sa-y na merhamet etsin, dedik. O dedi ki; [biz Rasûlullah (s.a.)’m yanında bulunuyorduk, yanımızda aşere-i mübeşşere’nin onuncusu olan Muâz İbn Cebel de vardı. Dedik ki bizden mükâfaat bakımından daha üstün bir topluluk var mı? Biz sana inandık ve tâbi olduk, Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; «sizi bundan (îmândan) alıkoyan ne var? Allah’ın Rasûlü aranızda bulunuyor, size gökten vahiy indiriyor. Halbuki sizden sonra bir topluluk gelecek, kendilerine iki levha arasında kitap getirilecek, onlar buna inanıp bununla amel edecektir. İşte onlar mükâfaat bakımından sizden daha üstündür» buyurdüTjSonra Ebu Bekr İbn Merdû-yeh aynı hadîsi başka bir yolla rivayet eder. Bu hadis duyarak veya elden ele değil de kitaplarda bularak amel etme konusunda hadîs ehlinin ihtilâf ettiği bir hususa delâlet ediyor ki ben bunu Buhârî Şerhi’nin başlangıcında belirttim. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bu şekilde zikretmekte ve bu bakımdan mükâfaatların nasıl olduğunu söylemektedir, yoksa mutlak mânâda değil. Hasen İbn Urfe’nin… Amr İbn Saîd’den onun da babasından, onun da dedesinden naklettiği hadîs de böyledir, ki o v hadiste de^Rasûlullah (s.a.) : Sizin için îmanı garîb olan hangi yaratık vardır? buyurduğunda; bulunanlar, meleklerdir dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki onlar Rablerinin katında bulunduklarına göre niçin inanmıyacaklardır? Orada bulunanlar, öyleyse peygamberlerdir dediklerinde Rasûlullah (s.a.) kendilerine vahiy inerken niçin inanmıya-caklar? buyurdu. Orada bulunanlar, öyleyse biz deyince, ben sizin aranızda bulunduğum halde neden inanmıyacaksınız? buyurdu. Sonra Rasûlullah (s.a.) şöyle devam etti: ((Yaratıklar içinde îmanı en garîb olanı sizden sonra gelecek olan bir topluluktur, onlar üzerinde yazı bulunan sayfalan bulacaklar ve o yazılara îman edeceklerdir^ Ebu Hatim el-Râzî der ki Muğîre İbn Kays el-Basrî hadîs bakımından münkerdir. Ben derim ki, fakat Ebu Ya’lâ müsned’inde, İbn Merdûyeh tefsirinde, Hâkim Müstedrek’inde, Muhammed İbn Ebu Hamid’den hadîs nak-letmişlerdir ki bu zayıftır. Sonra bu rivayette Zeyd İbn Eşlem babasından, o da Hz. Ömer’den, o da Hz. Peygamberden bu veya benzeri bir hadîs nakletmektedir. Hâkim der ki bu hadîsin isnadı sahihtir. Buhârî ve Müslim de onu tahrîc etmemişlerdir. Benzer bir hadîs Enes İbn Mâ-Jik’ten merfû’ olarak rivayet edilir. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
İbn Ebu Hatim der ki babam… Nüveyre bint Eşlem’den nakletti ki o şöyle demiş; Harise oğulları mescidinde öğle veya ikindi namazını kılmıştım. Bu namazda Kudüs’e doğru yönelmiştik. İki secde yapmış veya yapmamıştık ki bize b,ir haber geldi, Rasûlullah (s.a.) ‘in Kâ’be’ye Beytü’l-Harâm’a doğru yöneldiğini bildirdi. Bunun üzerine kadınlar erkeklerin erkekler de kadınların yönlerine döndüler. Böylece geri kalan iki secdeyi de edâ ettik ve biz Beytü’l-Harâm’a doğru dönüyorduk. İb-rahim der ki Harise oğullarından bir adam bana anlattı ki; bu haber kendisine geldiğinde Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Onlar gay-ba inanmış olan bir topluluktur.» Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. [15]
Materyalizmin kökten reddettiği duyular üstü âlemler, genellikle bütün dinlerde ana esâs olarak kabul edilir. Diğer dinler bu konuda aşırı giderek, tüm varlığı görülmeyen âleme hasrederler. İslâm ise görülen âlem ile görülmeyen âlem arasında denge kurar. Her iki âlemin varlığını esâs alır. Gayb âlemini inkâr eden budalaları reddederek mü’ minin ana vasfını gayba iman olduğunu bildirir. Gayba iman, kişiyi basit maddi âlemin sınırlarının üstüne çıkarır ve gerçek varlık ile irtibata geçirir. Bu konuda I. cildde yeterli açıklamalar yapılmıştı. (Bkz. I, 8). [16]
Gayb teriminin ifâde ettiği anlam hakkında Âlûsî, şu bilgileri veriyor:
Bunun için denilmiştir ki; gayb, küllün hakk gözüyle müşahede edilmesidir. Kul, nafilelerle Allah’a yaklaşma imkânına nail olur ve Hak Sübhânehü, onun gördüğü gözü, duyduğu kulağı olur ve buradan ilerleyerek farzlara yaklaşır ve bu nûr olur. Böylece gayb onun için şühûd haline dönüşür. Bizim için gayb olan, onun için mevcûd olur. Buna rağmen ben bu makama vasıl olanın gaybı bileceğinin söylenmesini öngörmüyorum. «Allah’tan başka göklerde ve yerde olanlar, gaybı bilmezler de.»
Buradaki gaybtan muradın ne olduğu konusunda değişik görüşler vardır. Hattâ Şîâ onun kâim olduğunu iddia etmişlerdir ve bu konuda hüccet getirmeye çalışmışlardır. Kalbin meylettiği görüş ise, Rasûlullah (s.a.)’ın Cibril hadisinde naklettiği husustur. Yani gayb; Allah, melekleri, kitaplan, peygamberleri, âhiret günü, kader, hayır ve serdir. Çünkü şer’an gerekli görülen iman bunlardır.[17]
Rızık ve İnfâk:
Namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.
İbn Abbâs der ki; namazı kılarlar yani namazı tarzlarıyla yerine getirirler. Dahhâk, İbn Abbâs’tan nakleder ki, namazı kılmak secde ve rükûu ile tilâvet ve huşûu ile namazı bitirmek ve ona yönelmektir. Ka-tâde der ki, namazı kılmak vakitlerine, abdestine, rükû ve secdesine riâyet etmektir. Mukâtil İbn Hayyân der ki; namazı kılmak namaz vakitlerine riâyet edip o vakitlerde abdesti yenilemek, rükû ve secdesini tamamlayıp Kur’an tilâvet etmek, teşehhüdde Rasulullah (s.a.)’a sa-lavât getirmektir. Ali İbn Ebu Talha ve diğerleri İbn Abbas’tan naklettiler ki; «rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler» âyetinin mânâsı, mallarının zekâtlarını verirler demektir.
Süddî… İbn Abbas’tan, İbn Mes’ûd’dan ve Rasulullah (s.a.)’m ashabından bir topluluktan nakleder ki; «Ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.» âyetinin mânâsı, kişinin ailesine harcadığı şeylerdir. Bu, zekât emri inmezden önce geçerli idi. Cüvey-bir, Dahhâk’tan nakleder ki infâklar, önceleri kişinin imkânı ve gayreti nisbetinde kendisini Allah’a yaklaştıran takdimlerden ibaret idi. Nihayet sadaka ve zekât emrini bildiren âyetler nazil oldu. Tevbe süresindeki yedi âyette de sadakaların bir kısmı zikredilmektedir. Bunlar hükmü sabit olup neshedilmemiş olan âyetlerdir. Katâde der ki «Ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.» âyetinin mânâsı Allah’ın size vermiş olduğu şeylerden infâk ediniz demektir. Ey Ademoğullan bu mülkler sizin yanınızda emânet ve vediadır, kısa bir süre sonra onlar sizden ayrılacaklardır. İbn Cerîr âyetin zekât ve nafakalar konusunda umûmî olduğu görüşünü tercih eder ve der ki, te’villerin en uygunu ve müttakîlerin sıfatına en çok yaraşanı nafaka vermesi gerekenlerin zekât veya nafaka yoluyla ailelerine veya başkalarına mallarından lazımgelen miktar vermeleridir. Çünkü Allah Teâlâ onların vasfını ümûmîleştirmiş ve bu infâk tabiriyle onları medhetmiş-tir. Gerek infâk olsun, gerekse zekât olsun bunlar kendiliğinden övülmeye değer ve beğenilen şeylerdir.
Ben derim ki; Allah Teâlâ çoğu kere mallardan infâk ile, namazı birlikte zikreder. Çünkü namaz Allah’ın hakkı ve ona ibâdettir. Namaz Allah’ın birliğini ve O’nu hamd ve sena ile övmeyi ihtiva eder. Duâ tevekkül ve yalvarış doludur. İnfâk ise kullara ulaşan faydalarla onlara iyilikte bulunmaktır. İnsanlardan bu vergilere en lâyık olanları,
yakınları ve çevresinde kendi mülkü altında bulunanlardır. Sonra uzakça takiler gelir. Allah Teâlâ’nını_«ye kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infâk ederler.» âyetinin içerisine vacip olan sadaka ile farz olan zekât da girer7|Bunun için Buhârî ve Müslinı’in Sahihlerinde İbn Ömer’den nakledflîF ki, Râsûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «İslâm beş şey üzerine bina edilmiştir. Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâ-det etmek, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak ve Allah’ın evini haccetmek.» Bu konuda hadîsler pek çoktur. Namaz kelimesinin aslı duâ anlamına gelen salâttır…
Bilahare namaz, rükû ve secdesiyle bilinen şartları, nitelikleri ve türleriyle belirli vakitlerde ve özel biçimde edâ edilen ibâdet için kullanılmıştır. İbn Cerîr der ki; farz olan namazlara namaz (salât) adının verilmesi şundandır. Namaz kılan kişi namazından muhtaç olduğu şeyleri dilerken ameliyle de Allah’ın sevabına ermek ister. Zekâta gelince yerinde inşallah bu anlatılacaktır. [18]
Âhirete İmân:
4- Onlar ki sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da inanırlar. Ve onlar âhireti de yakînen tanırlar.
İbn Abbâs der ki bu âyetten maksad onlar senin Allah’tan getirdiğini ve senden önce peygamberlerin getirmiş oldukları şeyleri tasdik ederler, aralarında bir ayırım yapmazlar, kendilerine rabbları katından gelen şeyleri inkâr etmezler. Âhirete de yakînen inanırlar, yani öldükten sonra dirilmeye, kıyamete, cennete, cehenneme, hesaba ve mizana. Ahi-rete; âhiret isminin verilmesi dünyadan sonra gelmesindendir. Müfes-sirler burada nitelendirilen kişiler konusunda farklı görüşler bildirirler. Bunlar acaba daha önce «Onlar ki gayba inanırlar…» âyetiyle nitelikleri belirtilenler midir? Değilse kimlerdir? İbn Cefîr bu konuda üç farklı görüş serdeder:
A) Birinci âyette nitelendirilenlerle ikinci âyette nitelendirilenlerin her ikisi de mü’minlerdir. Arap mü’minler, ehl-i kitaptan mü’minler ve diğer mü’minler… Mücâhid, Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes ve Katâde bu görüştedirler.
B) İkincisine göre; her ikisi de birdir ve bunlar ehl-i kitaptan îman etmiş olanlardır. Her iki halde de vâv, bir sıfatı diğer sıfatlara atfeden atıf edatı olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ A’lâ sûresinde benzer ifâdelerle şöyle buyurur: «Rabbının o çok yüce adını tesbîh et ki O, yaratıp şekil vermiştir. Ki O, takdir edip doğru yolu göstermiştir. Ki O, yeşil otu çıkarmıştır. Sonra da onu kupkuru siyah bir çöpe çevirendir.» (A’lâ, 1-5)… Sıfatların mevsûfları bir olduğu halde, birbirine atfedilmiştir.
C) Üçüncü kanâata göre de; birinci âyette nitelendirilenler araplardan îman etmiş olanlardır. İkinci âyette nitelendirilenler ise ehl-i kitaptan îman etmiş olanlardır. Süddî tefsirinde İbn Abbâs’tan, îbn Mes’ûd’dan ve sahâbe’den bir topluluktan böyle nakletmiştir. Ve bu nakli İbn Cerîr tercîh ederek Allah Teâlâ’nm şu kavillerinde buyur duklarını buna delîl getirmiştir: «Bundan önce kendilerine kitap verdiklerimiz O’na îman ederler. Kendilerine okunduğunda derler ki, biz O’na inandık. O Rabbımızın katından bir haktır. Biz önceden müslü-
manlar olduk. İşte onlara mükâfatları; sabrettiklerinden dolayı iki kat verilir. Ve onlar kötülüğü iyilikle defederler ve onlar kendilerine vermiş olduğumuz rızıklardan infâk ederler. « (Muhakkak) ki kitap
ehli içerisinden Allah’a ve size indirilmiş olanla kendilerine indirilmiş olana, Allah’a boyun eğerek inanan kullar vardır.»
Buhârî ve Müslim’in sahihlerinde Şâ’bî kanaliyle… Ebu Musa’dan nakledilir ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Üç zümreye mü-kâfaatlan iki kat verilir: Birisi ehl-i kitaptan olup ta kendi peygamberine ve bana inanmış olan adamdır. Diğeri köle olup ta Allah’ı ve sahibinin hakkını ödemiş olan kişidir. Üçüncüsü de cariyesini iyi terbiye ederek sonra âzâd edip evlendiren kişidir.» İbn Cerîr bu âyetleri, söylediklerinin doğruluğuna sırf münâsebet kurması bakımından delil ge- tirmiştir. Şöyle ki, Allah Teâlâ bu sûrenin başında mü’minleri ve kâfirleri nitelemiş ve kâfirleri münafık ve kâfirler olarak iki zümreye ayırdığı gibi mü’minleri de arabî ve kitabî olmak üzere sınıflara ayırmıştır, der.
Ben derim ki; açık olan Mücâhid’in Sevrî’den naklettiği sözdür. Sevrî’nin bu rivayetini birçok kişi Ebu Nüceyh kanaliyle Mücahid’den nakleder ki; o, şöyle demiştir. Bakara sûresinin ilk dört âyeti mü’min-lerin tavsifine dâirdir. İki âyeti ise kâfirlerin tavsifine dâirdir. Onüç âyeti de münafıkların tavsifine dâirdir. Bu ilk dört âyet, arap, acem, kitabî insan ve cinden onunla nitelenen her mü’mine aittir. Bu sıfatlardan birisi diğeri olmadan elverişli olmaz, aksine her biri diğerini gerektirir ve onunla birlikte şarttır. Gayba îmân, zekât vermek ve namaz kılmak Rasûlullah (s.a.)’ın getirmiş olduğu gerçekler ile bundan önceki peygamberlerin getirmiş oldukları gerçeklere îmanla tamamlanabilir ve ahirete yakînen inanmakla mümkün olabilir. Bunlar da on-larsız olmaz. Allah Teâlâ bu sebeple mü’minlerin şükretmesini emrediyor «Ey îman etmiş olanlar, Allah’a ve Rasûlüne, Rasûlüne indirdiği kitaba ve ondan önce indirilmiş olan kitaba îman edin…», «Ehl-i kitâb ile en güzel biçimde tartışın. Onlardan zulmetmiş olanlar müstesnadır. Ve deyin ki; biz, bize indirilmiş olana ve size indirilmiş olana iman ettik, bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir», «Ey kendilerine kitap verilmiş olanlar sizin yanınızda olanı doğrulayıcı olarak bildiğiniz şeylere îman edin.», «De ki ey ehl-i kitâb siz Tevrat’ı İncil’i ve size Rabbiniz katından indirilmiş olanı yerine getirmedikçe siz bir şey üzerinde değilsiniz.» Ve Allah Teâlâ bütün mü’minlere bu hususu haber vermiştir. «Peygamber kendisine Rabbından indirilmiş olana îman etti. Mü’-minler de, hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine îman etti. Biz O’nun peygamberlerinden hiç birisinin arasını tefrik etmeyiz.», «Allah’a ve peygamberlerine îman edip onlardan hiç birisinin arasını ayırmayanlar, işte onlara ilerde mükâfaatlarını vereceğiz.» Ve buna benzer daha birçok âyet; mü’minlerin Allah’a peygamberlerine ve kitaplarına inanmalarını emretmektedir. Ancak bu emir ehl-i kitâb için apayrı bir özelliğe sahiptir. Çünkü onlar kendi ellerinde bulunan kitaplara mufassal olarak inanmışlardır. Binâenaleyh onlar, İslâm’a girip de mufassal olarak İslâm’a inandıkları takdirde onlar için iki mü-kâfaat vardır. Diğerlerine gelince onlar için sadece mücmel iman söz-konusudur. Nitekim sahîh haberde vârid oldu ki: «Size ehl-i kitâbtan birisi bir şey söylediği zaman onları tasdik de etmeyin yalanlamayın da. Sadece «Biz bize indirilmiş olan ve size indirilmiş olana îman ettik.» deyiniz.» Şu kadar var ki Hz. Peygamberin gönderilmiş olduğu İslâm’a îman eden pek çok arabın İmanı ehl-i kitâbtan islâm’a girenlerin ima nmdan daha tam, daha mükemmel, daha geniş ve daha kapsamlıdır. Onlar için her ne kadar bu bakımdan iki mükâfaat söz konusu ise de, diğerleri için ehl-i kitabın elde ettikleri iki mükâfaattan kat kat fazla mükâfaat değerinde olan mükâfaatı vardır. [19]
Hidâyet:
5- İşte onlar, rabblarmdan bir hidâyet üzeredirler ve işte onlar, felaha erenlerdir.
Allah Teâlâ; «onlar için…» buyuruyor. Yani yukarda geçen niteliklere sahip olanlar; gayba inanan, namaz kılan ve Allah’ın kendilerine verdiği nzıktan infâk eden, Hz. Peygambere ve ondan önceki peygamberlere indirilmiş olan gerçeklere (kitaplara) inanan ve âhiret
diyarını yakînen kabul edenler için. Çünkü âhiret, kendiliğinden sâ-lih ameller ve yasaklardan uzak kalarak ona hazırlıklı olmayı gerektirir.
«Hidâyet üzeredirler…» Yani Allah tarafından bir nûr, bir açıklama ve basiret üzeredirler ve onlar dünya ve âhirette felaha erenlerdir.
Muhammed İbn İshâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki, «İşte onlar Rab-lanndan bir hidâyet üzeredirler» âyetinin mânâsı, rablarmdan bir nûr ve kendilerine gelen doğru bir istikâmet üzerindedirler demektir. «Ve onlar felaha erenlerdir» âyetinin mânâsı ise istediklerini elde etmiş, kaçtıkları şeyin şerrinden kurtulmuşlardır demektir. İbn Cerîr «hidâyet üzeredirler» kavl-i celîlinin mânâsının şöyle olduğunu söyler; Yani onlar Rablarmdan bir nûr, bir burhan, bir istikâmet ve doğru yol üzerindedirler. Allah’ın tevfîki ve te’yîdi iledirler. «Ve onlar felaha erenlerdir» kavli celîlinin te’vîli ise başarmış ve Allah katında istediklerini elde etmişler demektir. Allah’a, kitaplara, peygamberlere îman etmeleri sebebiyle sevâb elde ederek kurtuluşa ermişler, cennetlerde ebedî kalarak ve Allah’ın kendi düşmanlarına hazırladığı azaplardan kurtularak arzularma kavuşmuşlardır. (…)
Ebu Mâlik’in peygamberin ashabından bir topluluktan naklettiğine göre «gaybe inananlar»dan maksad; Araplardan îmân etmiş olanlardır.» Sana indirilene, senden öncekilere indirilmiş olanlara inanan-lar’dan murâd ise ehl-i kitâbtan mü’minlerdir. Sonra âyet-i kerîme her iki grubu birleştirerek onlar için: «İşte onlar Rablarmdan bir hidâyet üzeredirler ve onlar felaha erenlerdir» buyuruyor. Yukardaki tercihlerden bu hususların bütün mü’minlerin niteliği olduğu ve işaret zamirinin de onlara âit olduğu belirtilmiştir. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır. Ancak bu husus Mücâhid, Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes ve Katâde’den nakledilmiştir. Allah onların hepsine rahmet etsin.
İbn Ebu Hatim deki ki: Bana babam… Abdullah İbn Amr’dan nakletti. O da Hz. Peygamber (s.a.)’den nakletti ki; Hz. Peygambere şöyle denilmiş : «Ey Allah’ın Rasûlü, biz Kur’an’dan bazı yerleri okuyctruz öğütleniyoruz. Baza yerleri de okuyoruz nerdeyse ümitsizleniyoruz (veya buna benzer bir şey söylemişler). Rasûlullah (s.a.) ..buyunnuş ki: «Ben size cennet ve cehennem ehli kimdir onu bildireyim mi? Onlar, Tvet ey■”Allah’ın Rasûlü dermşler. OdaJ^kjara^ âyetini okumuş ye işte cennet ehli bunlardır» buyurmuş. Bunun üzerine oradakiler, biz de onlardan olmayı dileriz demişler. Sonra da: «Şüphesiz ki kâfirieri uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinin önünde bir perde vardır. Ve onlar için azâb vardır.» âyetini okuyarak işte bunlar da ce-henngm__ghlidix .teymmuş. Orada bulunanlar biz onlardan değiliz ey Allah’ın Resulü dediklerinde Hz. Peygamber evet demiş.» [20]
Küfür ve İnkar:
6- Şüphesiz ki o küfretmiş olanları uyarsan da uyar-masan da birdir inanmazlar.
Küfretmiş olanlar; yani hakkı gizleyip saklayanlar. Allah onların hakkında böyle yazmıştır. Senin onları uyarman da uyarmaman da birdir. Çünkü onlar senin kendilerine getirmiş olduğun şeye inanmazlar. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Muhakkak ki üzerlerine Rabbının kelimesi hak olanlar elîm azabı görünceye kadar bütün âyetleri getirsen de inanmazlar.» Yine Allah Teâlâ ehl-i kitâb’tan diretenler hakkında şöyle buyuruyor: «Eğer kitap verilmiş olanlara her âyeti getirmiş olsan yine de senin kıblene uymazlar.» Yani Allah’ın şekâveti yazdığı kişiyi mes’ûd edecek kimse yoktur. Allah’ın sapıttığı kimseyi hidâyete getirecek yoktur. Öyleyse sen kendini bitirerek onların uğrunda heba etme. Kendilerine ri-sâleti tebliğ et. Sana icabet edene büyük bir nimet vardır. Kim de yüz çevirirse onlar için üzülme ve yüz çevirmeleri seni mahvetmesin. «Çünkü senin için sadece tebliğ vardır. Hesap ise bize aittir.» «Ve sen ancak bir uyarıcısın Allah her şeye Vekîl’dir.»
Alî İbn Talha bu âyet-i kerîme konusunda Abdullah İbn Abbâs’tan nakleder ki o şöyle demiş : Hz. Peygamber bütün insanların imana gelmesi ve hidâyette kendisine tâbi olmasını hırsla istiyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ önceden kendisi için ilk zikirde saadet yazılı olanlardan başkasının inanmıyacağını ve yine ilk zikirde önceden kendisi için şekavet yazılı olanlardan başka kimsenin de sapıtmayacağını haber veriyor.
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med… İbn Abbâs’tan nakletti ki, o şöyle demiş: «Şüphesiz ki kâfirleri…» Yani sana indirilenleri inkâr edenleri, isterse onlar senden önce geçenlere îman ettik demiş olsunlar onlar için «uyarsan da uyar-masan da birdir, inanmazlar.» Onlar kendi yanlarında bulunan ve senin bahsinin mevcûd olduğu gerçeği inkâr etmişler ve kendilerinden alınan ahdi reddetmişlerdir. Dolayısıyla onlar sana gelene, senden başkalarına gelmiş olup kendi yanlarında bulunan gerçeklere de küfretmektedirler. Öyleyse senin uyan ve ihtarına nasıl kulak verebilirler? Kendilerinin yanında bulunan kitapta senin hakkında verilen bilgileri de inkâr etmişlerdir…
Ebu Ca’fer El-Râzî… Ebu’l-Âliye’den nakletti ki bu iki âyet hi-ziblerin önderleri hakkında nazil olmuştur. Nitekim onlar hakkında Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurmuştur: «Allah’ın verdiği ni- meti inkâr ile karşılayanlara ve milletleri helak olacak yere yaslanacakları cehenneme götürenleri görmüyor musun? Orası ne kötü karargâhtır?» (İbrahim, 28 – 29).
Bizim daha önce zikrettiğimiz ve İbn Ebu Talha rivâyetiyle İbn Abbâs’tan nakledilen mânâ hem daha açıktır, hem de diğer âyetleri açıklayıcı niteliktedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Bu konuda İbn Ebu Hâtîm bu âyetten önceki hadîsi tekrar naklet-miştir. [21]
Bu konuda Reşîd Rızâ diyor ki :
Küfür, lügatta bir şeyi gizlemek, örtmek ve saklamaktır. Bunun için bu kelime ile gece, deniz ve ziraatçilik ifâde edilmiştir (…) Çünkü çiftçiler toprakla taneyi gizlemektedirler (…) Nimete küfretmek ise şükrünü ve zikrini îfâ etmeyerek saklamak mânâsında mecazen kullanılmıştır. Allah’a şükretmemek, Allah’ın vahdaniyetini ve sıfatlarını gizlemek de böyledir. Allah’ın kitaplarını, peygamberlerinin Allah katından getirmiş olduğu gerçekleri gizlemek, onu inkâr etmek ve emirlerine bağlanmamaktır. Özellikle Allah’a itaat konusunda şirk koşmaktır. İşte bütün bunlar bir nevi örtme kapama, gizlemedir. Bunlar manevî bakımdan menfî yönde davranışlardır ki mecazen küfür olarak ıtlak olunmuştur. Şer”î hakîkat bakımından da yukarda işaret edilen mânâya kullanılmıştır. Burada küfretmiş olanlardan maksat; küfrün kalplerinde kök saldığı için imân isti’dâdını yitirecek noktaya gelmiş olanlardır. Şeyhimiz (Muhammed Abduh) der ki; burada bahsedilen küfür; Allah katmdan indirilmiş olan kitapta açıklanan hususları inkâr etmek veya bizzat kitabı ya da o kitabı getiren peygamberi inkâr etmektir.
Özet olarak biz deriz ki; Hz. Peygamberin risâleti açık ve sahih olarak anlatıldıktan ve doğruluğu delilleriyle belirtildikten sonra onu inkâr eden, reddeden, alay veya eğlence konusu yapan kimse görülmemiştir. Yani; biz bu konuya ciddiyetle atf-ı nazar edenlerin, mutlaka inanacaklarını kastediyoruz. Ancak müteahhirînden (son zamanlarda yetişen) bazı kimseler, bir takım zannî konuları te’vîl edenleri veya ic-tihâd yapılmış konulara aykırı düşünenleri, bir takım ihtilaflı mes’e-leleri inkâr edenleri, tekfir etme cesaretini gösterenler olmuştur. Onlar tekfîr gibi önemli konuda cür’etli davranarak bazı âdet ve alışkanlıklarına aykırı hareket edenleri —ki bunlar isterse bid’atlardan olsun— tekfîr ediyorlardı. Sonra da kendileri kâfirlerin inançları üzeri- ne münafıkların ahlâkı üzerine ve müşriklerin amellerine göre amel ediyor, kendilerini sâdık mü’minlerden sayıyorlardı. Kâfirler iki kısımdır.
a) Bir kısmı, hakta bilir ve inâd ile küfrederler ki bu tür mün kirler çok azdır, kısa sürede yıkılır ve dayanamazlar. Hz. Peygamber zamanında müşrikler ve yahûdîler arasında bunlardan bir topluluk mevcûd idi, ancak kısa zamanda yok olup gittiler. Üstâd (Muhammed Abduh) ben bu anlamda ezberlenmeye değer bir söz söylemiştim der : «Hakkı bilerek onu inkâr etmek, bilerek ikrar etmek gibidir, her ikisi de insanlar arasında çok azdır.»
b) Bir kısmı da hakkı bilmez ve bilmek istemez. İşte Allah Teâlâ’nın «Canlılar içerisinde Allah katında en kötü olan akletmeyen sağır ve dilsizlerdir…» buyurduğu kimseler bunlardır. (…)
c) Bir kısmı da ruhu hastalanmış, vicdanı sakatlanmış, haktan zevk almadanjvejçinde hakka karşı bir ajzu^uyjmyan^kimsej^dir (…) Bu son iki kısmı bir kısım altında toplamak ve bunlara inkarcı câhiller ve dönekler demek sahîh olur. Birinci kısım ise büyüklenerek inanmayanlar kısmıdır.[22]
Âyetin konusu özetlenecek olursa;
Allah’ı inkâr edip bu mübarek kitabı yalanlayan kâfirleri uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu uyarılardan faydalanıp da imâna gelmezler. Kalbleri hakikata kapalı olduğu için onun nurundan istifâde edemezler. Kulakları sağır olduğundan hak sözü işitmezler. Gözleri kör olduğundan Allah’ın âyetlerini görmezler. Onlar farkına varmadan elîm bir azâb ile azâblandınlırlar.” [23]
Gözleri Kör Olanlar :
7- Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır ve onlar için büyük bir azâb vardır.
Süddî der ki; Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir yani damgalamıştır. Katâde de bu âyet konusunda der ki; şeytân onları doğru yoldan çıkarttı ve onlar da şeytâna itaat ettiler. Bunun üzerine Allah onların kalplerine, kulaklarına ve gözlerine perde koydu. Onlar hidâyeti görmezler, duymazlar, anlamazlar ve düşünmezler. İbn Cüreyc der ki; Mücâhid bu âyet hakkında şöyle dedi. Bildirildi ki günahlar her noktadan kalbin çevresini sarar ve nihayet onun üzerine üşüşür ve işte bu, kalbin mühürlenmesidir.
İbn Cüreyc der ki; bana Abdullah İbn Kesîr nakletti ki o Mücâ-hid’in şöyle dediğini işitmiş. Perde (rân) damgadan daha basittir, dam-gajse kilitten daha basittir. Kilit bütün bunlardan daha şiddetlidir. A’meş dedi ki: Mücâhid bize eliyle gösterdi ve şöyle dedi: Onlar kalbin avuç içi gibi olduğunu görüyorlar, kul günah işlediği zaman kalbe eklenir ve baş parmağım göstererek şöylece dedi. Bir daha günah işlerse ona eklenir ve öbür parmağını gösterdi. Bir daha günah işlerse ona eklenir ve diğer parmağım göstererek işte böyle dedi. Neticede bütün parmaklarını üst üste ekledi, sonra onun üzerine bir damga ile damga basılır dedi.
Mücâhid dedi ki; onlar bunun perde olduğunu görüyorlar. İbn Cerîr de Mücâhid kanalıyla buna benzer bir rivayet nakletmiştir.
İbn Cerîr der ki; «Allah onların kalblerini mühürlemiştir.» âyetinin mânâsı; Allah’ın onların gizlenmelerini ve davet edildikleri hakkı dinlemekten kaçınmalarını haber vermesinden ibarettir. Nitekim bir kişi söz dinlemekten kaçınırsa; falanca bu söz için sağır kesilmiştir denir. Maksat böbürlenerek sözü dinlemekten kaçınmasıdır. İbn Cerîr de der ki; bu tefsir doğru olmaz; çünkü Allah Teâlâ onların kalblerini ve kulaklarını mühürleyenin kendisi olduğunu bizzat haber vermiştir. İbn Cerîr dedi ki bu konuda gerçek, buna benzer Rasülullah (s.a.) ‘dan nakledilen habere uygun olandır. Bu habere göre Muhammed İbn Beşşâr… Ebu Hüreyre’den nakletti ki o, Rasülullah (s.a.)’m şöyle dediğini bildirmiş :f«Bir mü’min günah işlerse kalbinde siyah bir nokta olur. Eğer tevbe eder, vazgeçer ve bağışlanmasını isterse kalbi arınır. Eğer günahı daha fazla artınrsa kalbinin siyahlığı da artar. Neticede bu siyahlık kalbini sarar. İşte Allah Teâlâ’nın «gayır, kazandık^ lan şey onların kalbini perdelemiştir.» buyurduğu tşybe işte büdur^ Bu hadîsi bu şekliyle Tirmizî ve Neseî Kuteybe’den, o da Leys İbn Sa’d’dan, İbn Mâcid ise Hişâm İbn Ammâr’dan nakleder, Tirmizî bu hadîsin hasen ve sahîh olduğunu söyler.
Sonraİbn Cerîr der ki; Rasülullah (s.a.) şöyle haber verdi: Günahlar ardarda gelince kalbi kapatır. Günah onu kapatınca Allah tarafından mühürleme ve damgalama gelir. Bu takdirde îmân kalbe girecek yol bulamadığı gibi küfürden kurtaracak bir kurtarıcı da bulamaz. İşte bu Allah Teâlâ’nm «Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir.» âyetindeki mühür ve damga gibidir. Gözlerin idrâk ettiği şekilde eşyada ve kaplarda bulunan damga ve mührün benzeridir ki; o kabın içinde bulunan şeye ulaşmak için ancak mührü veya damgayı koparmak veya çıkarmak icâbeder. Allah’ın, kalblerini mühürle- mekle nitelendirdiği kişilerin kalbine îmân bu mühür bozulmadan ulaşmaz. Ancak damga bozulup bağ koparılınca ulaşır. İyi bil ki; «Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir.» kavlinde durmak ve «Gözlerinin üzerinde bir perde vardır.» cümlesini de tam okumak gerekir. Çünkü damga kalp ve kulakta olur, perde ise gözde olurTJNite-kim Süddî tefsirinde Ebu Mâlik’ten… O da Resûlullah’ın ashabından bir guruptan nakletti ki, «Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir» âyeti Allah’ın sözünü onlar dinlemez ve anlamazlar demektir. «Gözlerinin üzerinde bir perde vardır.» Yani gözlerinin üzeri örtülüdür, gerçeği göremezler, ona erişemezler demektir. îbn Cerîr der ki; Muhammed İbn Sa’d… İbn Abbâs’tan bu şekilde okuduğunu rivayet etmiştir: «Allah onların kalblerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır.»
Bize Kasım, İbn Cüreyc’ten nakletti ki; mühür kalpte ve kulakta, perde de gözdedir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyetinde de şöyle buyurur: «Allah dilerse sizin kalbinizin üzerine mühür basar.»
ibn Cerîr der ki “Ğişavetun” kelimesini okuyanların üstün okumaları bir fiili gizlemeleri ve takdir etmeleri ihtimâline dayanacağı gibi, önce geçen “Ve ala sem’ihim” âyetini atfederek üstün okumaları da muhtemeldir.
Sûrenin başında mü’minlerin nitelikleri dört âyetle nakledilmiş sonra bu iki âyetle kâfirlerin durumu anlatılmıştı. Şimdi ise Allah Teâlâ, mü’min olduklarını söyleyip de gizlice küfreden münafıkların halini açıklamaya başlıyor:
Bunların durumu birçok inşam şüpheye düşüreceği için Allah Teâlâ müteaddit niteliklerle onların zikrini uzatmaktadır. Bu niteliklerin her biri de nifak işaretidir. Nitekim Tevbe sûresini ve Münâfıkûn sûresini bunlar hakkında indirmiş ve gerek Nûr sûresinde gerekse diğer sûrelerde onlann durumlarım açıklamıştır. Bu açıklamaların sebebi; hem onların bu davranışlardan vazgeçmelerini sağlamak, hem de bu konuyu hiç bilmeyenlerin ondan uzaklaşmalarını temîn etmektir. [24]
Münafıklar
8 — İnsanlardan öyleleri vardır ki inanmadıkları halde Allah’a ve âhiret gününe inandık, derler.
9 — Allah’ı da, îman edenleri de aldatmaya çalışırlar. Oysa kendilerinden başkasını aldatamazlar da, bunun farkında değiller.
Nifak hayrı açıklayıp şerri gizlemektir. Bu çeşit çeşittir. Bir kısmı i’tikadî nifaktır ki bu, sahibini ebediyyen cehennemde bırakır. Bir kısmı amelî nifaktır ki bu da, inşaallah yerinde açıklanacağı gibi günahların en büyüklerinden birisidir. Bu, İbn Cüreyc’in dediği gibidir: «Münâfıkm sözü fiiline aykırı olur. Gizlisi açığına, gireni çıkana, görüleni görülmeyene ters olur.»
Münafıkların nitelikleri medenî sûrelerde nazil olmuştur. Çünkü Mekke’de münafıklar ve münafıklık yoktu. Tersine bir kısım insanlar gerçekten inanmış oldukları halde istemiyerek küfürlerini izhâr ediyorlardı. Rasûlullah (s.a.) Medine’ye hicret ettiğinde orada ensârdan, Evs ve Hazrec kabilesi bulunmaktaydı. Bu kabileler câhiliyet devrinde Arap müşrikleri gibi putlara taparlardı. Medine’de ayrıca geçmişlerinin yolundan giden kitap ehli yahûdiler vardı. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefiki olan Kaynuka oğulları, Evs kabilesinin müttefiki olan Ku-rayza ve Nadir oğullan kabileleri idi. Resûlullah (s.a.) Medine’ye teşrif buyurduklarında Evs ve Hazrec kabilesinden ensâr adım alan bir kısım kişiler müslüman oldular. Yahudilerden müslüman olan sadece Abdullah İbn Selâm (r.a.) idi. Bu dönemlerde henüz nifak ve münafıklık yoktu. Çünkü müslümanlarm korkulacak bir güçleri yoktu. Hz. Peygamber yahûdüerle de Medine’nin çevresinde bulunan diğer Arap kabîleleriyle de sözleşmeler yaptı. Büyük Bedir savaşı olup da Allah kelâmım üstün kıldığında ve müslümanları, İslâmı galip getirdiğinde Abdullah İbn Übeyy İbn Selûl, Hazrec kabilesinin reisi idi. Câhiliyet devrinde, Evs ve Hazrec’in efendisi sayılıyordu. Hazrec kabilesi onu kendilerine hükümdar yapmak istemişlerdi, ancak hayır haber gelip de Evs ve Hazrec kabileleri müslüman olunca İslâmiyetle ilgilendiler ve ondan vazgeçtiler.
Bunun üzerine onun içerisinde İslama ve müslümanlara karşı bir nefret ve kin duygusu yeretti. Bedir savaşı olunca, bu iş bitmiştir diyerek İslâm’a girdiğini açıkladı. Onunla beraber kendisinin izinden ve yolundan yürüyen bazı kabileler ile ehl-i kitaptan başkaları da müslüman olduklarım söylediler. İşte böylece o günden itibaren Medine halkı ve çevresinde bulunan bedeviler arasında münafıklık hareketi zuhur etti. Muhacirlere gelince; onların arasında hiç bir münafık yoktu. Çünkü muhacirlerden hiçbirisi zorla İslâmı kabul etmemişti. Herkes malını, çoluk çocuğunu ve toprağını bırakarak Allah katında âhiret yurdunu aralamış ve kendi isteğiyle hicrete koşmuştu! \
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Muhammed, İkrime veya Saîd İbn Cübeyr yoluyla îbn Abbâs’tan nakletti ki «İnsanlardan öyleleri de vardır ki inanmadıkları halde Allah’a ve âhiret gününe inandık derler.» âyeti, E vs ve Hazrec kabîlesindeki münafıklarla onların durumunda olanları kasdetmektedir. Ebu’l-Âliye, Hasan, Katâde ve Süddî de münafıkların kasdedilmiş olduğunu belirtmişlerdir. Pbu-nun için Allah Teâlâ münafıkların niteliklerine dikkatleri çekmektedir ki, mü’minler onların dış görünüşlerine aldanıp da onlardan sakınmamaları sonucu büyük bir fitnenin içine düşmesinler. Gerçekten kâfir oldukları halde onları mü’min sanmasınlar. Fâsıkların iyi ve hayırlı olduklarını zannetmek büyük sakıncalar doğurur.] «İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde Allah ve âhiret gününe inandık derler.» Sadece sözle inandık derler, bunun ötesinde hiç bir şey yapmazlar. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Münafıklar sana geldiklerinde dediler ki «biz senin gerçekten Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederiz.» (Münâfikûn, 1). Yani yalnız sana geldiklerinde böyle söylerler, gerçekte ise böyle söylemezler. Bunun için şehâdet ettiklerini ifâde eden te’kîd harfi kullanmaktadırlar. Allah’a ve âhiret gününe inandık derlerken de aynı kuvvetteki ifâdeyi tekrarlamaktadırlar. Ama durum bunların söyledikleri gibi değildir. Nitekim Allah Teâlâ onların bu şehâdetlerini ve inançlarıyla ilgili durumlarını: «Allah da şehâdet eder ki, muhakkak münafıklar yalan söylerler.» buyuruyor. «İnanmadıkları halde» ifâdesi de bu iddialarını yalanlamaktadır.
Allah’ı da, îman edenleri de aldatmaya çalışırlar. îman gösterisinde bulunarak, kendilerini saklayarak, bilmeden onlar Allah’ı aldattıklarını zannetmektedirler ve bunun kendilerine Allah katında fayda sağlayacağını kabul etmektedirler. Bu gösterişe bazı mü’minlerin rağbet ettikleri gibi Allah’ın da rağbet edeceğini ummaktadırlar. Nitekim Allah Teâlâ Mücâdele sûresinde onlar hakkında şöyle buyuruyor : «Allah onların hepsini tekrar dirilttiği gün size yemîn ettikleri gibi O’na da yemîn ederler, bir esasa dayandıklarım zannederler. Dikkat edin onlar şüphesiz yalancıdırlar.» (Mücâdele, 18). Onların bu iddiasını Allah Teâlâ «Oysa kendilerinden başkasını aldatamazlar, ama bunun farkında değiller» diyerek reddediyor. Bu yaptıkları şeyle kendilerinden başkasını aldatamazlar. Allah Teâlâ’nm «Muhakkak münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkışırlar, o ise kendilerini aldatıcıdır.» âyetinde buyurduğu gibi kendileri bunun farkında bile değillerdir. Kurrâ’dan bir kısmı “Yuhâdiune” yi “Yehdeune” şeklinde okumuştur ki her iki kırâet de aynı anlama gelir.
İbn Cerîr der ki; bir kimse, «münafık; Allah’ı ve mü’mini nasıl aldatıcı olabilir? O, sadece korunmak için dili ile inandığını söylemektedir» derse, denilir ki; Araplar, diliyle içinden sakladığının tersini söy- leyen, kendisini korkutan şeyden korunmak üzere aldatıcı demekten kaçınmazlar. Münâfıkın durumu da böyledir. Ona mü’minleri ve Allah’ı aldatan adı verilmiştir; çünkü kendisine ölümden, esirlikten ve dünyadaki azâbdan koruyacağını umduğu için korunmak üzere içinde sakladığının tersini söylemektedir.
Münafık bu davranışlarıyla her ne kadar geçici dünyada müslümanları aldatmaya çalışsa da aslında aldanan bizzat kendisidir. Çünkü bu fiiliyle kendine ümit vermekte, sevinç kasesi sunmaktadır. O kendini felâket noktasına sürüklemekte, azâb kasesini yudumlamakta, dönüşü olmayan bir şekilde Allah’ın gazabına ve elîm azabına sürüklenmektedir. O âhireti konusunda nefsine kötülük ettiği halde, kendini aldatarak kendi nefsine iyilik ettiğini sanmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi: «Oysa kendilerinden başkasını aldatamazlar, ama bunun farkında değillerdir.» Allah bununla mü’min kullarına şunu açıklamak istemektedir. Münafıklar, küfürleri, şüphe ve yalanlan nedeniyle Rablarının gazabım üzerlerine çekerek kendi kendilerine kötülük yapmış oldukları halde, mes’elenin farkında ve şuurunda değildirler. Durumlarını bilmeden körü körüne bu davranışa sürüklenmektedirler.
İbn Ebu Hatim der ki; Ali İbn el-Mübârek bana yazdığı yazıda bildirdi ki… İbn Cüreyc «Allah’ı, aldatmaya çalışırlar» âyetini şöyle açıklamıştır. «La İlahe İllallah» diyerek kanlarını, mallarını korumaya çalışmaktadırlar. İçlerinde sakladıkları ise başka bir şeydir. Saîd, Katâde’den nakleder ki; bu iki âyet-i kerîme çoğunluğun yanında münafıkların niteliğidir. Münafık kötü huylu olup diliyle tasdik, kalbi ile inkâr eder, davranışı düşüncesine aykırıdır, sabahleyin bir başka halde, akşamleyin bir başka haldedir. Gece bir hâl üzere yatar, sabahleyin başka bir hâl üzere kalkar. Geminin salınması gibi salınır, rüzgâr ne taraftan eserse o tarafa gider. [25]
Kâfirler, küfürlerini açıkça söyledikleri halde, münafıklar, Allah’a ve peygamberine inanmadıklarını açıkça söylemezler. Aksine açıktan Allah’a ve âhirete inandıklarını söylerler de kalbleri küfür ile doludur. Fakat Allah onların gerçek durumunu çok iyi bilir. Allah’ı aldattıklarını zannetseler de kendilerinden başkasım aldatmamaktadırlar. Bunun için Allah, onların mü’min olmadıklarını bildirmektedir. Zahiren İslâmı kabul ettiklerinden kendilerine islâmın hükümleri uygulanır. Fakat gerçekte mü’min değildirler. Ve âhirette azapların en ağırı onlaradır. Şüphesiz ki, müslümanlar için,’ münafıklar büyük tehlike teşkil ederler. Nitekim Allah’ın Rasûlü ve onun ashabı, münafıklardan çok kötülük görmüşlerdir. Münafıklar, Yahudilerle her zaman içli dışlı olmuşlardır. Korkak ve âdi bir tînete sahip olduklarından, toplumun içine kolayca sızar ve kâfirler lehine casusluk yaparlar. Kendilerine yaptıkları şeylerin fenalığı söylenince, bunu kabule yanaşmak şöyle dursun, «Biz sadece ıslâh etmek için çalışmaktayız.» derler. Burada ise Allah Teâlâ onların yalancı olduklarını ve her zaman için bozgunculuk yaptıklarını açıklamaktadır. Herkes gibi, siz de gelin imân edin denildiğinde, «Bir takım güçsüz ve bilgisiz kişiler gibi mi biz de inanacağız?» derler. Halbuki asıl bilgisiz kendileridir. Hakkı ve hakikati gördükten, hayrı ve hidâyeti müşahede ettikten sonra yüz çevirenlerden daha bilgisiz ve beyinsiz kim olabilir?. [26]
«İbn Sa’d, Huzeyfe’den nakleder ki; ona münafıklık nedir? diye sorulmuş. O da; islâmı söyleyip onunla amel etmemektir demiş. Ah-med İbn Hanbel, Müsned’inde zayıf bir senedle sahabeden bir kişiden nakleder ki, müslümanlardan bir kişi, Ey Allah’ın Rasûlü yarın kurtuluş nasıldır? diye sormuş. Rasûlullah buyurmuş ki; Allah’ı aldatmaya çalışma. O; biz nasıl Allah’ı aldatabiliriz ki demiş. Rasûlullah şöyle buyurmuş; Allah’ın sana emrettiği şeyleri yerine getirirken Allah’tan başkasını kastetmendir. Riyadan kaçının. Çünkü o, Allah’a şirk koşmaktır. Riyakâr kıyamet gününde halkın huzurunda şu dört isimle çağırılır : Ey kâfir, ey fâcir, ey hâsîr, ey gadir, amelin boşa gitmiş, ücretin heba olmuştur. Bu gün için Allah katında senin yardımcın yoktur. Ücretini kimi aldatmaya çalışıyor idiysen onun yanında ara. Sonra Kur’an’ dan, «Kim de Rabbına ulaşmayı ümid ederse sâlih amel işlesin» ve «münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar» âyetini okumuş.»[27]
10- Kalblerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırdı. Yalan söylemekte olduklarından dolayı onlara elem verici bir azâb vardır.
Süddî Ebu Mâlik yoluyla… İbn Abbâs’tan ve Mürre kanalıyla da… İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir gruptan bu âyet-i kerîme hakkında nakletti ki: «Kalblerinde hastalık vardır» kavli şüphe demektir. «Allah da hastalıklarını artırdı» yani şüphelerini artırdı demektir. İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed vasıtasıyla… İbn Abbâs’tan nakleder ki, «kalblerinde hastalık vardır» ifâdesi şüphe vardır demektir. Mücâhid, İkrime, Tâvûs, Hasan el-Basrî, Ebu’l-Âliye Rebî’ İbn Enes ve Katâde de böyle dediler. İkrime ve Tâvûs’un «kalp- lerinde hastalık vardır» âyeti ile riyâ’nın kasdedildiğini söyledikleri nakledilir.
Dahhâk, İbn Abbâs’ın «Kalblerinde hastalık vardır» âyetinden mak-sad, münafıklık olduğunu, «Allah da hastalıklarını artırdı» âyetinden maksad nifaklarım artırdı demek olduğunu nakleder. Bu da önceki gibidir.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; «kalblerinde hastalık vardır» yani bu hastalık bedenî değil, dinî hastalıktır ve bunlar münafıklardır. Hastalık onları sahte olarak İslâm’a sokan şüphedir. «Allah da onların hastalığını artırdı» yani pisliklerini. Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu, «İman etmiş olanlara gelince Allah onların imanlarını artırdı ve onlar bununla birbirlerini müjdelerler. Kalblerinde hastalık olanlara gelince onların pisliklerine pislik ekledim» (Tevbe, 125). Yani serlerine şer, sapıklıklarına sapıklık ekledim. Bu, Abdurrahmân’ın dediği gibidir. Ceza, amelin cinsindendir. Aynı şeyi eskiler de söylemişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ’nın şu âyeti de buna benzer: «Hidâyete erenlere gelince Allah Teâlâ hidâyetini artırdı ve kendilerine takvalarını verdi.» (Muhammed, 17). [28]
11- Kendilerine «yeryüzünde bozgun çıkarmayın» denildiğinde, biz ancak ıslâh edicileriz, derler.»
12- Bilesin ki onlar fesâdçılann ta kendileridir de, bunun farkında değiller.
Süddî tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih yoluyla İbn Abbâs’tan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd’dan ve Peygamberin ashabından bir gruptan nakletti ki, yeryüzünde fesâd, küfür ve isyan ile amel etmektir. Ebu Ca’fer, Rebî İbn Enes’ten o da Ebu’l-Âliye’den nakletti ki; «Yeryüzünde bozgun çıkarmayın» âyeti yeryüzünde isyan etmeyin demektir. Onların bozulmalarının sebebi Allah’a isyan etmeleridir. Çünkü kim Allah’a isyan ederse veya Allah’a isyân’ı emrederse yeryüzünde bozgun çıkarmış olur. Çünkü yeryüzünün ve gökyüzünün salâhı Allah’a itaat iledir. Rebî’ İbn Enes ve Katâde de böyle demişlerdir.
İbn Cüreyc Mücâhid’den nakleder ki: «Kendilerine yeryüzünde bozgun çıkarmayın denildiğinde» yani Allah’a isyan ettiklerinde kendilerine böyle yapmayın denildiği zaman; biz, hidâyet üzerindeyiz ve ıslâh edicileriz derler. Veki ve İsâ İbn Yûnus… Selmân el-Fârisî’den nakleder ki; «Kendilerine yeryüzünde bozgun çıkarmayın…» âyetinin halkı henüz gelmedi demiştir. İbn Cerîr der ki; bana Ahmet İbn Osman İbn Hâkim… Selmân’dan nakletti ki; o henüz bu âyetin ehli gelmemiştir demiştir. İbn Cerîr der ki: Selmân’ın bu sözüyle şunu kasdetmiş olması muhtemeldir : Bu niteliklerle gelenler peygamber (a.s.) in zamanında olanlardan dinde bozgunculuk bakımından daha ilerdedirler. Yoksa o, bu niteliklere sahip kimselerin henüz gelmemiş olduğunu söylememektedir. İbn Cerîr der ki; nifak ehli yeryüzünde Rablerine isyan etmek ve Allah’ın yapmalarım yasakladığı şeyleri yapmakla, Allah’ın farzlarını yerine getirmemekle, herkesin tasdik edip hakikatine yakînen inanmakla emrolunduğu Allah’ın dîninden şüpheye düşmekle, kendilerinin üzerinde bulundukları şüphe ve kuşkuya düşmemiş olan mü’min-leri yalanlamakla, Allah’ı, kitaplarını, Rasûllerini yalanlayanları, imkân bulurlarsa Allah dostlarına tercih etmekle; yeryüzünü fesada vermiş olmaktadırlar. İşte münafıkların yeryüzünde bozgun çıkarmış olmalarının sebebi budur. Onlar bu davranışlarıyla yeryüzünü ıslâh ettiklerini sanmışlardır. İbn Cerîr’in söylediği güzeldir; çünkü yeryüzünde bozgunculuk şekillerinden biri de mü’minlerin kâfirleri dost edinmeleridir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur: «Küfredenlere gelince, onlar birbirinin dostu sayılırlar, eğer böyle yapmazlarsa yeryüzünde fitne ve büyük bir bozgun olur.» (Enfâl, 73). Böylece Allah, mü’minlerle kâfirler arasındaki dostluğu kesip atmıştır. Ayrıca şöyle buyurmuştur: «Ey imân edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın sizin üzerinize apaçık bir hüküm kılmasını mı istiyorsunuz?» (Nisa, 144). «Muhakkak ki münafıklar cehennemin en alt basamağındadırlar ve sen onlar için bir yardımcı da bulamazsın.» (Nisa, 145). Münafığın dış görünüşü mü’min şeklinde olduğu için, onuiı durumu mü’minleri şüpheye düşürmektedir. Bu bakımdan bozgun, münafık tarafından meydana çıkarılmıştır. Zira o, hakîkat olmayan sözüyle mü’minleri aldatmış ve mü’minlere karşılık kâfirleri dost edinmiştir. Eğer ilk durumunda olduğu gibi devam etseydi kötülüğü daha az olurdu. Diğer yandan ihlâs ile Allah için çalışsaydı, sözü ve davranışı birbirine uysaydı, kurtulup felaha erişirdi. Bunun için Allah Teâlâ onlar hakkında: «Kendilerine yeryüzünde bozgun çıkarmayın denildiğinde biz ancak ıslâh edicileriz derler.» buyurmuştur. Yani mü’minlerle kâfirler arasında idare etmekteyiz ve her iki grupla da geçinmekteyiz derler. Muhammed İbn Ebu Muhammed’in İkrime veya Saîd İbn Cü-beyr’den onun da İbn Abbâs’tan naklettiği gibi. «Kendilerine yeryüzünde bozgun çıkarmayın denildiğinde biz ancak ıslâh edicileriz derler.» Yani mü’minlerle kitap ehli arasını yapmaya çalışmaktayız derler. Bunun ::in Allah Töâlâ onlar hakkında: «Bilesin ki onlar bozguncuların ta kendileridir ama bunun farkında değillerdir.» buyuruyor. Dikkat edin ve bilin ki onların dayandığı esas ve ıslâh edici oldukları iddiası, doğrudan doğruya fesadın kendisidir. .Ama bilgisizlikleri yüzünden onun fesâd olduğunun farkında bile değildirler. [29]
13- Onlar’a, insanların inandıkları gibi siz de ina-nm denilince, O beyinsizlerin inandığı gibi mi biz de inanacağız? derler. Bilesiniz ki asıl beyinsizler onlardır, da bunu bilmezler.
Allah Teâlâ buyuruyor ki, münafıklara, insanların inandıkları gibi siz de inanın denildiğinde, yani herkesin inandığı gibi Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, cennete, cehenneme ve bunun dışında mü’minlere bildirilen gerçeklere îmân edin, Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından vazgeçmek konusunda, Allah’a ve Rasûlüne itaat edin denildiğinde onlar «Bu beyinsizlerin inandığı gibi biz de mi inanacağız?» derler. Bununla Rasû-lullah (s.a.)’ın ashabını (Allah onlardan razı olsun) kastederler. Allah’ın laneti o münafıkların üzerine olsun. Ebu’l-Âliye ve Süddî tefsirinde kendi senediyle İbn Abbâs’dan ve İbn Mes’ûd’dan ve daha bir çok sahabeden böyle rivayet etmiştir. Rebî’ tbn Enes, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ve diğerleri de böyle derler. Münafıklar, «biz ve onlar aynı noktada ve aynı yolda mı olacağız? Onlar beyinsizlerdir, bizimle beraber olamazlar.» derler.
Süfehâ Sefîh’in cem’idir. Hukemâ Hâkim’in cem’i olduğu gibi, Sefih ise câhil, dar görüşlü ve-faydalı ile zararlı yerleri az bilen kişidir. Bunun için Allah Teâlâ kadınları ve çocukları sefihler olarak ifâde etmiştir : «Sefihlere mallarınızı vermeyin.» Selef bilginlerinin hepsi buradaki sefihlerden maksad kadınlar ve çocuklardır derler. Allah Teâlâ onlara cevap vermeyi kendi üzerine almış ve : «Bilesin ki asıl beyinsizler onlardır.» diyerek beyinsizliği onlara hasretmiştir. Ama onlar bunu bilmezler, nasıl tam bir bilgisizlik içinde bulunuyorlar ki, onlar kendi durumlarının sapıklık ve cehalet olduğunun farkında bile değiller. Bu ifâde onların körlüğünü, hidâyetten uzak olduklarını ve aşağılıklarını en belîğâne şekilde belirtmektedir. [30]
14- Mü’minlere rastlayınca inandık derler. Şeytânları ile başbaşa kalınca da biz sizinle beraberiz, onlarla
sadece istihza etmekteyiz derler.
15- Allah da onlarla istihza eder ve azgınlıklarında şaşkın bir halde dolaştırır.
Bu münafıklar, mü’minlerle karşılaşınca «biz inandık» derler. Yani mü’minlere inandıklarını gösterirler, dostluk ve iyilik gösterisinde bulunurlar. Böylece mü’minleri aldatırlar, iki yüzlü davranırlar, sun’î ve korunma için uydurma davranış içine girerler. Maksadlan, mü’minlere düşecek ganimet ve iyiliğe kendilerinin de ortak olmasıdır. «Şeytânları ile başbaşa kaldıklarında» yani geri dönüp şeytanlarının yanına gittiklerinde demektir.
Süddî Ebu Mâlik’ten nakleder ki; şeytânlanyla başbaşa kaldıklarında, yani onların yanına gittiklerinde demektir. Şeytânları yani efendileri, büyükleri münâfikların ve müşriklerin reisleriyle ele başları rlan Yahudi hahamlanyla başbaşa kaldıklarında demektir. Süddî tefsirinde Ebu Mâlik tarikiyle İbn Abbâs’tan ve Mürre kanaliyle de îbn Mes’ûd’dan ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki .Şeytânlanyla başbaşa kaldıklarında» âyetinden maksad, küfürdeki
reisleridir. Dahhâk, Ibn Abbâs’tan nakleder ki «Şeytânlarıyla başbaşa kaldıklarında» âyetinden maksad arkadaşlarıdır.
Muhammed İbn İshâk; Muhammed İbn Ebu Muhammed kanaliy-le İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr kanaliyle İbn Abbâs’tan nakleder ki «Şeytânlarıyla başbaşa kaldıklarında» âyetinden maksad, onlara yalanlamayı emreden ve Rasûlullah’ın getirdiklerine karşı çıkmayı söyleyen Yahûdîlerdir.
Mücâhid der ki; «Şeytânlarıyla başbaşa kaldıklarında» âyetinden maksad, münafıklardan ve müşriklerden arkadaşlarıdır. Katâde ise şirk ve serde önderleriyle başkanları olduğunu söyler. Ebu Mâlik, Ebu’l-Âliye, Süddî, Rebî’ İbn Enes de bu şekilde tefsir etmişlerdir. İbn Cerîr der ki; her şeyin şeytâm azgınıdır. İnsanlar da, cinler de şeytân olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Böylece biz her peygamber için sözün süslüsünü aldatıcı olarak fısıldayan cinden ve insandan şeytânları düşman kılmışızdır.» (En’âm, 112).
«Biz sizinle beraberiz.» âyetinin mânâsı hakkında Muhammed İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed yoluyla- İkrime’nin veya Saîd İbr Cübeyr yoluyla İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakleder •: «Biz sizin bulunduğunuz şeyin üzerindeyiz.», «Onlarla sadece istihza etmekteyiz.» Biz mü’minlerle sadece alay edip eğlenmekteyiz derler.
Dahhâk; İbn Abbâs’tan nakleder ki: «Onlarla sadece istihza etmekteyiz» âyetinin mânâsı, biz Muhammed (s.a.)’in ashabıyla eğlenip alay etmekteyiz demektir. Rebî İbn Enes ve Katâde de aynı şekilde demişlerdir.
Allah Teâlâ’nın onlara karşı sevabı ve yaptıklarına mukabelesi işte şudur: «Allah da onlarla istihza eder ve azgınlıklarında şaşkın bir halde dolaştırır.»
İbn Cerîr der ki; Allah onlara kıyamet gününde böyle yapacağın: haber vermektedir. Nitekim bu husus bir başka âyet-i Kerîme’de şöyle belirtilmektedir: «Erkek, münafıklarla kadm münafıklar mü’minlere, bizi de gözetin ışığınızdan faydalanalım» dedikleri gün onlara, «ardınıza dönün de ışık arayın» denir. İnananlarla münafıklar arasına kapısının içinde rahmet ve dışında azâb olan bir sûr çekilir.» (Hadîd, 13).
«O küfredenler bizim kendilerine fırsat vermemizin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz onlara günahları daha fazla artsın diye fırsat veririz ve onlar için horlayıcı azâb vardır.» (Âl-i İmrân, 178).
İbn Cerîr der ki; bu ve benzeri âyet-i Kerîmeler Allah Teâlâ’nın onlarla istihzası,- alayı, mekri ve hîlesidir. Şirk ile te’vil eden ve münafıkların müşrik olduklarını söyleyenler ise «Allah da münafıklar ve şirk ehliyle alay eder.» mânâsını verirler. İbn Cerîr der ki; başkaları da şöyle der: Allah’ın onlarla alayı; kendilerini uyarması, işledikleri günahlardan, küfretmelerinden ötürü onları kmamasıdır.» İbn Cerîr der ki başkaları da dediler ki; bu ve benzeri ifâdeler, «aldatmayı başa nnca, seni aldatan benim» diyenin sözü gibi cevap niteliğindedir. Hal öuki o aldatış değildir. Ama netice ona vardığı için böyle demektedii Onlara göre Allah Teâlâ’nın : «Onlar hîle yaptılar, Allah da hîle yaptı Allah hîle yapanlarm hayırlısıdır.» (Âl-i İmrân, 54). Kavli şerifi di böyledir. «Allah da onlarla istihza eder.» Bu cevap sadedindedir. Yoksî Allah Teâlâ’dan ne’ hîle, ne de alay sâdır olur. Maksad hîle ve alayır onlara hâkim olduğunu ifâde etmektir.
_ Başkaları da dediler ki; «Biz onlarla sadece istihza etmekteyiz Allah da onlarla istihza eder.», «Allah’ı da, îman edenleri de aldatmayj çalışırlar. Oysa kendilerinden başkasını aldatamazlar.», «Onlar Allah’ unuttular, Allah da kendilerini unuttu» ve benzer âyet-i kerîmeler Al .ah Teâlâ’nın onları, istihza ve aldatma suçunun cezasıyla cezâlandıra cağını haber vermek içindir. Bunun haberini, kendilerinin cezalandır ması şeklinde çıkarmıştır. Bu haberin çıkışı, lafız, bakımından onla nn cezayı hak eden fiillerinin haberi olmasındandır. Ancak her iki an lam değişik olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ, «kötülüğün cezası onur gibi bir kötülüktür.» Ve yine «kim de size saldırırsa, siz de ona saldırın» buyurmaktadır. İşte bunlardan birincisi zulüm, ikincisi adalet olmaktadır. Her iki kelime lafızları bakımından bir ise de, anlamları bakımından farklıdır. İbn Cerir Taberî Kur’an’daki benzer âyetlerin hepsinin bu mânâya geldiğini söylemektedir. J3
Yine Taberî der ki; başkaları da âyetin mânâsı hakkında şöyle dediler : Allah Teâlâ münafıklara bildirmektedir ki; onlar kendi azgınlarının yanma gittiklerinde; «Biz sizin dininiz üzerindeyiz derler. Muhammed (s.a.)’in dinini ve getirdiklerini yalanlamakta sizinle beraberiz, bizim Onun doğru olduğu sözümüze gelince bu sadece görüntüden ve istihzadan ibarettir.» Allah Teâlâ da, kendileriyle istihza ettiği,-rü haber vermektedir. Böylece dünyada onlar hakkındaki hükmünü açıklamaktadır. Yani âhiretteki azâb ve cezâmn tersine dünyaca kanlarının ve mallarının masum olduğunu söylemektedir. Sonra) İbn Cerir Taberî bu sözü yönlendirip destekleyerek der ki; mekr, hutTâ, alay ve eğlence lüzumsuzluk şeklinde olduğu için icma’ ile Allah Azze ve Celle’den uzaktır. Ama intikam, ceza ve adaletle mukabele şeklinde olunca bu husus mümtenî olmazTl
İbn Cerîr der ki; bizim bu söylediğimize uygun olarak vârid olan Haberde İbn Abbâs’tan «Allah da onlarla istihza eder» âyetinin onlar-ian intikam almak için kendileriyle alay eder anlamına olduğu nak-ledilir.
«Ve azgınlıklarında şaşkm bir halde dolaştırır» Süddî Ebu Mâlik canaliyle İbn Abbâs’tan ve Mürre kanaliyle İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakletti ki, «dolaştırır» dan maksad on- lara fırsat verir demektir. Mücahid de bunun, artırır anlamına geldiğini söyler. İbn Cerîr ise der ki; doğru olanı, Allah’ın onlara azgınlıklarından ve kötülüklerinde kendi hallerine terkederek fırsat verme şeklinde artırma anlamına gelmesidir. Nitekim bir başka âyet-i kerîme’-de şöyle buyurmaktadır: «Nasıl onlar ilk defa imân etmemişlerse böylece onların kalplerini ve gözlerini değiştiririz ve kendilerini azgınlıkları içerisinde şaşkın halde bırakırız.» (En’âm, 110). Tuğyan bir şeyde aşırı gitmektir. Nitekim Allah Teâîâ buyurur ki: «Su taştığında biz sizi gemide taşıdık.» Burada suyun taşmasını tuğyan fiiliyle ifâde etmiştir. Dahhâk, îbn Abbâs’tah nakleder ki; «Azgınlıklarında şaşkın bir halde dolaştırır» âyetinden maksad, küfürlerinde gezdirir durur demektir. Süddî de sahabeden naklettiği senedle bu âyeti böyle tefsir etmiştir. Ebu’l-Âliye, Katâde, Rebî’ İbn Enes, Mücâhid, Ebu Mâlik ve Abdurrahmân İbn Zeyd de bu âyeti küfür ve dalâletleri şeklinde tefsir etmişlerdir.
İbn Cerîr der ki; «Azgınlıklarında şaşkın bir halde dolaştırır.» âyetinin mânâsı sapıklıklarında ve kendilerini pisliğe batıran küfürlerinde demektir. Pisliğin içerisinde yüzüp şaşkın şaşkın gezinirler ve çıkış için bir yol bulamazlar. Çünkü Allah Teâlâ kalplerini mühürleyip damgalamış ve gözlerini hidâyete kapayıp kör etmiştir. Bu sebeple doğru yolu göremez ve hiçbir yol bulamaz olmuşlardır. [31]
16- Onlar; hidâyet karşılığı sapıklığı satın almış kimselerdir. Ticâretleri kendilerine kâr sağlamamıştır. Ve onlar hidâyete ermişlerden değildirler.
Süddî tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanaliyle İbn Abbâs’tan ve Mürre kanaliyle İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; «Onlar hidâyet karşılığı sapıklığı satın almış kimselerdir.» âyeti sapıklığı almış ve hidâyeti terketmiş manasınadır. İbn İshâk Muhammed İbn Ebu Muhammed yoluyla ikrime’den veya Sâid İbn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs’dan nakleder ki; bu âyetin mânâsı, imâna karşılık küfrü satın almışlardır. Mücâhid ise der ki; bu ayetin mânâsı imân ettiler sonra küfrettiler demektir. Katâde der ki; onlar hidâyete karşılık dalâleti beğenip seçmişlerdir. Katâde’nin söylemiş olduğu bu açıklama mânâ bakımından Allah Teâlâ’nm Semûd kavmi hakkında söylediği şu ifâdeye benzemektedir: «Semûd’a gelince biz onlara doğru yolu gösterdik. Onlar ise hidâyete karşılık görmezliği beğendiler.» Yukarıda geçen müfessirlerin söylediklerinin özeti şöyledir: Mü- nâfıklar, hidâyetten dalâlete doğru kaymışlar ve hidâyete karşılık dalâleti seçmişlerdir. Dalâletin bedeli olarak hidâyeti vermişlerdir. Bu konuda ister önce imân etmiş olup sonra küfre dönmüş olsunlar (nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur: «Bunun sebebi onların imân etmiş sonra küfretmiş olmalarıdır. Bu yüzden onların kalplerinin üzerine mühür vurulmuştur.») İster hidâyete karşı dalâleti seçmiş olsunlar farksızdır. Nitekim onlardan bir diğer grubun durumu böyledir. Bu, sebeple Allah Teâlâ «Ticâretleri kendilerine kâr sağlamamıştır “ve onlar hidâyete ermişlerden değildirler.» buyuruyor. Yani bu alışverişte ticâretleri kâr getirmemiş ve onlar yaptıklarında doğruyu da bulmuş değildir.
İbn Cerîr der ki bize Bişr… Katâde’den nakleder ki: «Ticâretleri kendilerine kâr sağlamamıştır. Ve onlar hidâyete ermişlerden değildirler.» Âyeti hakkında şöyle demiştir. Doğrusu, görüyorsunuz ki onlar hidâyetten çıkıp dalâlete düşmüşlerdir. Cemaattan çıkıp ayrılığa, emniyetten çıkıp korkuya, sünnetten çıkıp bid’ata gitmişlerdir. Aynı ifâdeyi îbn Ebu Hatim de Katâde’den… benzer şekilde rivayet eder. [32]
İnkarcıların Misâli:
17- Onların misâli; ateş yakan kimsenin misâli gibidir ki, ateş çevresindekileri aydınlatınca, Allah onların
ışığını giderdi. Karanlıkların içerisinde görmez halde bırakıverdi.
18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler.
Bu misâlin belirtilmesi: Allah Teâlâ onların hidâyete karşılık dalâleti satın almalarım, gördükten sonra kör olmalarını; ateş yakan bir kimsenin durumuna benzetmektedir.
Adam ateşi yakıp ateş çevresindekileri aydınlatınca, sağından ve solundan pnu görenler ateşten yararlanınca ve çevreye alışınca o adam ateşini söndürmüş, şiddetli karanlıkta görmez ve bilmez hale gelmiştir. Buna karşılık sağırdır duymaz, laldır konuşmaz, kördür —ateş olsa da— görmez durumdadır. Bu sebeple o daha önce bulunduğu duruma dönememektedir. İşte hidâyete karşılık dalâleti değişen münafıkların, doğru yola karşılık eğriyi seçenlerin durumu böyledir. Bu örnekler on-ların önce inanıp sonra küfretmiş olduklarını gösteriyor. Nitekim başka âyetlerde de Allah bu durumu haber vermiştir. Şüphesiz ki doğruyu bilen Allah’tır.
İbn Cerîr Taberî burada örnek verilenlerin hiç bir zaman inanmamış olduklarını iddia eder ve bu iddiasına Allah Teâlâ’nın : «İnsanlardan öyleleri de vardır ki inanmadıkları halde Allah ve Âhiret gününe inandık derler.» âyetini göstermektedir. Doğrusu bu durum onların küfür ve nifak hallerini de haber vermektedir. Bu ise onların daha önce îman etmiş sonra îmandan çıkıp kalblerinin damgalanmış olması gerçeğine ters düşmez. İbn Cerîr merhum, burada şu âyet-i celîleyi hatırlamamıştır : «Bunun sebebi onların îman edip sonra küfretmiş olmalarıdır. Bunun üzerine onların kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar anlamazlar.» (A’râf, 10). Bunun için burada verilen örnekle önce aydınlandıkları îman sözünü aşağı vurdukları, sonra kıyamet gününde karanlıkta kaldıkları belirtilmektedir. İbn Cerîr der ki; topluluğa tek ile örnek vermek doğru olur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Sen onların sana baktıklarını görürsün ama gözleri, ölümden başı dönen kimsenin gözü gibi döner.» (Ahzâb, 19). Yani ölüme tutulmuş kişinin gözünün dönmesi gibi. Bir başka âyet-i kerîme’-de şöyle buyurulur: «Sizin yaratılmanız da diriltilmeniz de ancak bir canlının ki gibidir.» (Lokman, 28). Ben derim ki, «Onların misâli ateş yakan kimsenin misâli, gibjidir ki…» âyetinde tekten topluluğa dönülmüştür. Bu kelâmın en fasihi, nizâmın en beliğidir.
«Allah onların ışığını giderdi» yani kendilerine fayda veren ışığı yok etti ve zarar veren yakmayı, dumanı bıraktı. «Onları karanlıklar içerisinde görmez halde bırakıverdi.» Küfür şek ve nifak içerisinde bıraktı da bir hayır yolu görmez ve bilmez oldular. Bununla beraber sağırdırlar bir hayrı işitmezler, dilsizdirler kendilerine fayda verecek sözü söylemezler, kördürler sapıklık ve görmezlik içerisindedirler. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Doğrusu gözler kör olmaz, ancak göğüslerdeki kalbler kör olur.» (Hacc, 46). Bu sebeple onlar uzaklaşmış oldukları hidâyete tekrar dönemezler.
Süddî tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih yoluyla İbn Abbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd ve Peygamberlerin ashabından bir top-lulukdan nakleder ki, Allah Teâlâ’nın : «Ateş çevresindekileri aydınlatınca» âyeti konusuda, o, şöyle demiştir: Peyyamberin Medîne’ye ilk geldiği sırada bir grup insan İslâm’a girdiler, sonra münafıklığa döndüler. İşte onların misâli, karanlıkta olan bir adamın misâli gibidir, adam ateş yakmış ve çevresini aydınlatmıştır. Çevresinde rahatsız edecek şeyleri görmüş ve ondan korunmasını öğrenmiştir, ancak bu durumda iken ateşi sönmüş artık rahatsız edici şeylerden korunmayı bilemez olmuştur. İşte münafık da böyledir. O da şirk karanlığında iken müslüman olmuş, helâl ve haramı, hayır ve şerri öğrenmiştir. Bu du rumda iken tekrar inkâra sapmış helâli haramdan, hayrı serden ayırc edemez olmuştur.
Mücâhid der ki; «Ateş çevresindekileri aydınlatınca» âyetindek: ateşin aydınlatmasından maksad; onların imâna ve hidâyete yönelme-leridir. Atâ el-Horasânî de der ki; bu âyetteki örnek bazan görüp biler sonra kalbi kararan münafık örneğidir. İbn Ebu Hatim, İkrime, Hasan Süddî ve Rebî’ İbn Enes de Atâ el-Horasanî gibi düşünmüşlerdir.
Abdurrahmân İbn Zeyd İhtı Eşlem ise der ki; bu âyet münafıkların sıfatıdır. Onlar önce îman etmişlerdi ve ateş yakan kimselerin aydınlandığı gibi imân nuruyla kalpleri aydınlanmıştı. Sonra küfrettiler Allah onların nurunu çekip aldı, tıpkı bu ateşin bitmesi gibi ve böylece onları karanlıkta görmez halde bırakmıştır.
Avfî, İbn Abbâs’dan bu âyet hakkında şöyle nakleder; Nûr’a gelince bu, onların sözünü ettikleri imânlarıdır. Karanlık ise sözünü ettikleri küfür ve sapıklıklarıdır. Onlar önce hidâyet üzerinde bulunan bir kavimdiler, sonra hidâyetten ayrıldılar ve isyan ettiler.
İbn Cerîr Taberi’nin sözü, Ali İbn Ebu Talha’nm İbn Abbâs’dan naklettiği rivayete benzemektedir. O der ki; bu âyet-i kerîme Allah’ın İslâmın izzetinden faydalanan münafıklar için verdiği bir örnektir. Onlar müslüman olduklarını açıklamakla, müslümanlarla evlenmekte, müslümanlara vâris olmakta ve ganimetleri paylaşmaktaydılar, ölünce Allah onlardan bu izzet ve şerefi sıyırıp almıştır.
Tıpkı ateşin sönünce ışığım kaybetmesi gibi. Ebu Ca’fer el-Râzî Enes yoluyla Ebu’l-Alîye’den nakleder ki; «Onların misâli ateş yakar kimsenin misâli gibidir.» Ateşin ışığı, yanmasıyla ortaya çıkar. Ateş sönünce ışığı da yok olup gider, münafık ta böyledir. Her ne zaman cLâ İlahe İllallah» diyerek kelime-i tevhidi söylese önü aydınlanır, şüpheye düştüğü zaman ise karanlıkta kalır. Dahhâk der ki; «Allah onların ışığını giderdi.» âyetinden maksad, sözünü ettikleri imânlarıdır. Abdürrezzâk, Ma’mer yoluyla Katâde’den nakleder ki, bu âyetten maksat «Lâ İlahe İllallah» tır, o kendilerini aydınlatmış ve bu sayede dünyada yiyip içerek emniyet içerisinde gezinmişler, kadınlarla evlenmişler, kanlarını korumuşlar; ama öldükleri zaman Allah onların ışığını gidermiş ve karanlıklar içerisinde görmez halde bırakmıştır.
Saîd bu âyet hakkında Katâde’den şunu nakleder : Bu âyetin mânâsı şudur ki; münafık «Lâ İlahe İllallah» deyince onun için dünya aydınlanır. Bu sayede müslümanlarla evlenir ve onlarla birlikte savaşa katılır ve müslümanlara vâris olur, kanını ve malını korur ama ölünce münafıktan bütün bunlar alınır. Zira aslında o kalben buna lâyık değildi ve davranışları da gerçek değildi.«Karanlıklar içerisinde görmez bir halde bırakıverdi.» Ali tbn Ebu Talha, îbn Abbas’dan nakleder ki, «karanlıklar içerisinde bıraktı» âyetinden maksad öldükleri zaman azâb içerisinde kalmalarıdır. Muham-med İbn tshâk… tbn Abbas’dan nakleder ki; «karanlıklar içerisinde bıraktı» âyetinden maksad, onlar hakkı görüyor ve hakikati söylüyorlardı, ama imandan çıkınca küfür karanlığına daldılar, küfür ve münafıklıkla bu ışığı söndürdüler. Allah da onları küfür karanlıkları içerisinde bıraktı, ne doğru yolu görebiliyorlar, ne de hak istikâmette yürüyebiliyorlar. Süddî, tefsirinde der ki karanlıklardan maksad şudur: Münafık ölünce onun davranışı kendi aleyhinde kötü bir davranış olarak kaydedilir ve o «Lâ İlahe İllallah» sözünü tasdik edecek iyi bir amel bulamaz.
«Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.» Süddî der ki onlar görmez ve konuşamazlar. Ali İbn Ebû Talha, İbn Abbas’dan nakleder ki onlar hidâyeti işitmezler, görmezler ve düşünemezler. Ebu’l-Âliye, Katâde İbn Duâme de aynı şeyi söylemişlerdir.
«Onlar artık dönmezler.» İbn Abbâs der ki; hidâyete geri dönmezler. Rebî’ îbn Enes de böyle demiştir. Süddî ise der ki; Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler artık İslâm’a bir daha dönemezler. Katâde der ki, onlar dönemezler tevbe edemezler, hakikati zikredemezler. [33]
Münafıkların durumu, kısa zamanda ortaya çıktı ve rezîl oldular. Korku ve endîşe içerisinde bocalayıp durmaktadırlar. Tıpkı ısınmak için bir ateş yakan kimsenin durumundadırlar. Ateş yanıp ta çevrelerini aydınlık ve ısı kaplayınca Allah onların ışıklarını söndürerek ateşlerini yok etmektedir. Bu sefer üst üste binen karanlıklar içerisinde boğulup kalmaktadırlar. Sağır oldukları için hakkı duymamakta, dilsiz oldukları için hakikati söyleyememekte ve kör oldukları için hak ve hidâyet yolunu görememektedirler.
Bir diğer örnek de, Allah’ın kitabı Kur’an-ı Azîmüşşân’da eksiklik ve şüphe arayanlardır. Münafıklar ganimet dağıtıldığı zaman sevinçle müslümanların safmda yer almakta, mesuliyet ve vazife terettüb ettiği zaman da ortadan kaybolup gitmektedirler. Bunların durumu, her yandan yağmura tutulan, gecenin karanlığında kasırga, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü içinde sanki kulakları duymazmış gibi, ellerini kulaklarına götüren sağırların durumu gibidir. Bir şimşek çakıp ta gök yüzünü anî bir parıltı sarınca emîn olduklarım sanarak sevinirler. Fakat az sonra gök yüzünü tekrar karanlık sannca ümitsizliğe düşerler.
Aslında Cenab-ı Allah isterse onların görme, işitme duygularını kökten yok eder.
İlk iki âyet tam münafıklar hakkında, son iki âyet ise mütereddit münafıklar hakkındadır. [34]
19- Yahut gökten inen sağanağa tutulmuş gibilerdir ki; onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır.
Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
20- Az kalsın şimşek gözlerini alıverecek. Onları aydınlattıkça ışığında yürürler. Üzerlerine karanlık basınca dikilip kalıverirler. Şayet Allah, dileseydi onların işitmelerini de, görmelerini de giderirdi. Muhakkak ki Allah her şeye Kâdir’dir.
Bu âyet-i kerîme de Allah’ın münafıklara verdiği başka bir örnektir. Bunlar, bir topluluktur ki, bazan hak kendilerine apaçık ayan olmakta, bazan da şüpheye düşmektedirler. Şüphe, küfür ve tereddüt halinde kalpleri, gökten inen sağnak gibidir. Âyette yer alan “es-Sayyib” kelimesi yağmur demektir. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, ashâb’tan bir topluluk, Ebu’l-Âliye, Mücâhid Saîd İbn Cübeyr, Atâ; Hasan el-Basrî, Ka-tâde, Atiye el-Avfî, Atâ el-Horasânî, Süddî, Rebî’ tbn Enes de böyle demişlerdir. Dahhâk ise bu kelimenin bulut olduğunu söyler. Meşhur olan kanâate göre karanlıklar içerisinde gökten inen yağmur manâsına ge-lir. Karanlıklar, küfür, nifak ve şek karanlığıdır. «Gök gürültüsü ve şimşek vardır.» Bu da korkudan kalbi titreten bir şey. Çünkü korku, şiddet, ürperti ve dehşet münafığın sarımdandır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurur: «Onlar her sesi aleyhlerinde zannederler.» (Münâfikûn, 4). Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurur: «Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına Allah’a yemîn ederler. Oysa onlar korkak bir topluluktur. Bir sığınak veya mağara yahut girecek bir yer bulmuş olsalardı çarçabuk oraya yönelirlerdi.» (Tevbe, 56-57).
Şimşek, zaman zaman bu münafıkların kalbinde parlayan imân nurunun bir parıltısıdır. Bunun için Allah Teâlâ : «Ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatıcıdır» buyurmaktadır. Yani onların bu korkuları kendilerine hiç bir fayda vermez, çünkü Allah kudretiyle onları çepeçevre kuşatmıştır/jOnlar Allah’ın irâde ve meşiyyeti altındadırlar. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurur : «Sana askerlerin sözü geldi mi? Firavun ve Semûd’un. Hayır o küfredenler bir yalanlama içindedirler. Halbuki Allah onları arkalarından kuşatmıştır.» (Bürûc, 17).
«Az kalsın şimşek gözlerini alıverecekti.». Şiddetinden ve kuvvetinden, gözlerinin zayıflığından ve imana karşı sebat edemeyişlerinden. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «Az kalsın şimşek gözlerini alıverecek» âyetini o şöyle açıklamıştır : Az kalsın Kur’an’ın muhkem âyetleri münafıkların gizli noktalarını gösterecekti. İbn İshâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki; hakkın ışığının şiddetinden dolayı az kalsın şimşek gözlerini alıverecek. Parlayınca ışığında yürürler. Sönüp de karanlık çökünce dikilip kah verirler.» Ne zaman kendilerine imândan bir şey ayan olsa ona alışır ve uyarlar. Bazan da şüphe arız olur ve kalplerini karartır da hayretler içerisinde dikilip kalırlar.
Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakletti ki «Parlayınca ışığında yürürler» âyeti hakkında, o şöyle demiştir: Münafıklara İslâmın izzetinden herhangi bir fırsat düşerse O’na güvenirler ve O’nunla emniyete kavuşurlar. İslâm’a bir kötülük isabet edince kalkıp küfre dönmeye yönelirler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «İnsanlardan bir kısmı da Allah’a çeşitli şekilde ibâdet eder. O’na bir hayır isabet ederse bununla emniyete kavuşur….» (Hacc, 11).
Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki, münafıklar hakkı bilir ve hakkı söylerler ve bu söyleyişlerinde doğru istikâmettedirler. Haktan geri dönüp küfre yuvarlanınca hayretler içinde dikilip kalırlar. Ebu’l-Âliye, Hasan el-Basrî, Katâde, Rebî’ İbn Enes, Süddî kendi isnadıyla sahabeden böyle dediklerini nakleder ki bu, en doğru ve en açık olanıdır. Şüphesiz ki en iyi Allah bilir.
Kıyamet gününde, insanların imânlarına göre, nûr verildiği gün onlar bu durumda olurlar. Kimisine fersahlarca mesafeyi, aydınlatacak ışık verilirken, kimisine bundan daha fazla veya daha az ışık verilir. Kiminin ışığı bazan söner bazan yanar ve bu sebeple sırat üzerinde bazan yürür, bazan durur. Kiminin de ışığı tamamen söner. İşte apaçık münafıklar onlardır ki Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur : «O gün erkek münafıklarla kadın münafıklar imân edenlere derler ki; bize bakın da sizin ışığınızdan faydalanalım. Onlara denir ki arkanızı dönün ve bir ışık araştırın…» (Hadîd, 13) ve Allah Teâlâ mü’ minler hakkında da şöyle buyurur : «O gün sen mü’min erkeklerle mü’min kadınların ışıklarının önlerinden ve arkalarından koştuğunu görürsün, «bugün size cennetler müjde olsun» denilir.» (Hadîd, 12). Bir başka âyette de şöyle buyurur: «O gün Allah peygamberi ve onunla birlikte îman etmiş olanları mahcûb etmez. Onların ışıkları önlerinden ve arkalarından koşar ve onlar derler ki; Rabbimiz bizim nurumuzu tamamla ve bizi bağışla. Muhakkak ki sen her şeye Kadirsin.» (Tahrîm, 8).
Saîd İbn Arûbe Katâde’den nakleder ki, O Rasûlullah (s.a.)’ın şöyle dediğini bize aktardı: «Mü’minlerden bir kısmının nuru, Medîne’den Aden’e veya San’â’ya kadar olan. mesafeyi ya da ondan daha azını aydınlatır. Halbuki mü’minlerden bir kısmının nuru ancak ayaklarının bastığı yeri aydınlatabilir.» Bu hadîsi İbn Cerîr Taberî nakletmiştir. Bunu İbn Ebu Hatim İmrân yoluyla Katâde’den rivayet eder. Bu hadîs, Minhâl İbn Ebu Amr’ın… Abdullah îbn Mes’ûd’dan naklettiği şu hadîse benzer. O der ki; mü’minlere ışıkları amelinin miktarına göre verilir. Onlardan bir kısmı kendi nurunu bir hurma ağacı gibi, bir kısmı ayakta duran bir adam gibi görür. Nuru en az, olanlar da baş parmak gibidir, bazan yanar bazan söner.’ Bu hadîsi Cerîr Minhâl’den nakletmiştir. İbn Ebu Hatim der ki, bana babam… Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiştir : Herkes amellerinin miktarına göre sıratın üzerinden geçer. Bir kısmının nuru dağ dibidir, bir kısmının nuru hurma ağacı gibidir, nuru en az olan da baş parmağı gibi olup bazan yanar bazan söner. Yine İbn Ebu Hatim der ki, Muhammed İbn İsmâ-îl… İbn Abbâs’dan bize nakletti ki, o şöyle demiş: Tevhîd ehlinden herkese kıyamet gününde bir nûr verilir. Münâfık’ın nuru söner. Mü’min, münâfıkın nurunun söndüğünü gördüğü için titrer ve der ki, Rabbimiz bizim nurumuzu tamamla.
Dahhâk İbn Müzâhim der ki; dünyada açıkça îman etmiş olan herkese kıyamet gününde bir nûr verilir. O sırata ulaşınca münafıkların nuru söner. Mü’minler bunu görünce titrerler ve Rabbimiz bizim nûrjmıuzu tamamla derler.
Bu kesinleştiğine göre, insanlar bölüm bölüm olmaktadırlar. Bir kısmı saf mü’minlerdir ki, bunlar Bakara sûresinin ilk dört âyetinde nitelendirilmiş olanlardır. Bir kısmı saf kâfirlerdir ki, bunlar da daha sonraki iki âyette nitelendirilmiş olanlardır. Münafıklara gelince bunlar da iki kısımdır. Bir kısmı saf münafıklardır ki; işte ateş örneği verilenler bunlardır, bir kısmı da tereddüt içerisinde kalan münafıklardır ki bazan îman parıltıları ortaya çıkar, bazan da kaybolur. İşte şu örneği verilenler de bunlardır. Bunların durumu kendilerinden öncekilerden daha hafiftir. Burası bazı yönlerde Nûr sûresinde zikredilenlere benzemektedir. Şöyle ki, mü’minlere ve mü’minlerin kalbinde bulunan imâna örnek olarak verilmiş olan «İçinde ışık bulunan bir kandil yuvası ve bu ışık bir cam içinde bulunur» örneği mü’minin kalbinin nu-mûnesidir. Çünkü mü’min kalbi imân fıtratı üzerindedir ve her türlü karanlıktan, bulanıklıktan uzak, sâf ve hâlis şeriata ulaştmcı noktalardan yardım diler. İnşâallah yeri geldiğinde bu huûs açıklanacaktır. Sonra kendileri herhangi bir yol üzere bulunmadıkları, cehl-i mürekkep sahibi oldukları halde bir yol üzere olduklarını sanan kâfirlere örnek verilmektedir. «Küfredenlerin işleri engin çöllerfleki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah’ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.» (Nûr, 39). Daha sonra o sûrede Allah, basit, bilgisizlikle dolu olan câhil kâfirlerin örneğini vermekte ve onlar hakkında şöyle buyurmaktadır : «Veya engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter. Karanlıklar üstünde karanlıklar, insan elini uzattığı zaman neredeyse onu bile göremez. Allah’ın nûr vermediği kimsenin nuru olmaz.» (Nûr, 40). Burada kâfirler iki kısma bölünmektedir. Hacc sûresinin başında zikredildiği gibi bu küfredenlerin bir kısmı önderler, bir kısmı da onların peşinden gidenlerdir. «Allah hakkında bilmeden tartışan ve her azılı fesâdçıya uyan insanlar vardır.» (Hacc, 3). Bunun ardından da şöyle buyurmaktadır : «Bilmeden, doğruya götüren bir rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı bulunmadan Allah yolundan saptırmak için büyüklük taslıyarak Allah hakkında tartışan kimseler vardır. Dünyada rezillik onadır, ona kıyamet günü yakıcı azabı tattırırız.» (Hacc, 8 – 9). Allah Teâlâ Vakıa sûresinin başmda ve sonunda ve İnsan sûresinde de mü’minleri ikiye taksim etmiştir. Bir kısmı önde gidenlerdir ki bunlar Allah’a yaklaştırılmış olanlardır, bir kısmı da sağcılardır ki bunlar iyilik sahibidirler.
Bu âyet-i kerîmelerin toplamından özetleyecek olursak, mü’min-ler iki kısımdır : Bir kısmı mukarrebûn, diğer kısmı da ebrâr adım alırlar. Kâfirler de iki kısımdır: Bir kısmı önderler, bir kısmı da onların peşinden gidenlerdir. Keza münafıklar da iki kısmıdır: Bir kısmı, hâlis münafıklar, bir kısmı da nifaktan bir şube içerisinde bulunan münafıklardır. Nitekim Buhâri ve Müslim’de vârid olduğuna göre Abdullah tbn Amr Hz. Peygamberden şu hadîsi nakleder :
«Üç şey vardır ki, onlar kimde bulunursa o, hâlis münafık olur. Kimde onlardan birisi bulunursa onda -bu hareketi terkedinceye kadar-münâfıklıktan bir haslet bulunur. Bunlar konuşunca yalan söyleyen, vaad edince vaadinden dönen, kendisine emânet verilince, hıyanet eden kimsedir.» Bu hadisi delil getirerek insanların îmandan bir şube veya nifaktan bir şube içerisinde bulunabilecekleri belirtilmiştir. Benim bu hadîs karşısında davranışım veya âyetlerin delâlet ettiği konudaki inancım daha önce geçen selef bilginlerinin inancı gibidir. İnşâallah ilerde gelecekler de böyledir.
«Şayet Allah dileseydi onların işitmelerini de, görmelerini de giderirdi. Muhakkak ki Allah her şeye Kâdir’dir.» Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’dan bu âyet hakkında şöyle söylediğini nakleder: Hakkı bildikten sonra terketmelerinden dolayı Allah dileseydi onların işitmelerini de, görmelerini de giderirdi. Muhakkak ki Allah her şeye Kâdir’dir. İbn Abbâs der ki; Allah kullarından dilediğinden intikam almaya veya dilediğini affetmeye Kâdir’dir. İbn Cerîr der ki; Allah Te-âlâ’nın burada her şeyden önce kendisine kudret vasfmı izafe etmesinin sebebi, münafıkları intikam ve satvetinden sakındırmak içindir. Onlara kendilerini ihata edici olduğunu ve gözlerini, kulaklarını gidermeye gücünün yeteceğini haber vermek istemiştir. [35]
İZAHI
Bu âyet-i kerîmede yeralan yıldırım ve şimşek, klasik tefsirlerde değişik şekillerde yorumlanmıştır. Hatta Ortaçağ, Yahûdî ve Hıristiyan kaynakların etkisi hemen sezilen yorumlar da görülmektedir. Âyeti muhtelif yönlerden değerlendiren müfessîrlerin görüşleri ezcümle şöyledir:
Râ’d, bulutları kovalayan meleğin sesinin adıdır. Tirmizî’nin tah-rıcine göre, İbn Abbâs der ki: Yahudiler Hz. Peygambere «Ra’d» i sordular. O, buyurdu ki Râ’d meleklerden bir melektir. Elinde ateşten bir kırbaç vardır ve bulutlan Allah’ın istediği yere doğru sürükler. Onlar dediler ki; şu işittiğimiz ses nedir öyleyse? O, bulutları kovalamasıdır. Allah’ın emrettiği yere varıncaya kadar onları kovaladığından böyle ses çıkarır, dedi. Yahudiler doğru söyledin dediler. Bu hadîsin isnadında söylenecek sözler vardır. Kurtubî der ki; ulemânın ekseri bu tefsire uymuşlardır. Denildi ki Râ’d; yağmurun yağması esnasında bulutların cirimlerinin sarsılmasıdır. Filozoflara ve kelâmcılardan bilgisiz kişilere uyan müfessirlerden büyük bir çoğunluk da bu görüşü söylemiştir. Daha başka şeyler de denmiştir. «Berk» ise bulutları sürükleyen meleğin elinde bulunan demirden kamçıdır. Sahabenin çoğunluğuyla şeriat bilginlerinin hepsi yukardaki hadîse dayanarak bu görüşü be-nimsemişlerdir. Filozoflara uyan bazı müfessirler ise derler ki; «berk» üst üste birikmiş bulutların cirminin çarpışmasından meydana gelen ve çarpışma anında alevlenen ateş parçalarından oluşan yüksek buhar yükleridir.[36]
Şimşek ve Yıldınm’m Mâhiyeti:
Reşîd Rızâ ise diyor ki:
Allah Teâlâ; gökten inen yağmuru nitelendirirken «Onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır» buyuruyor. Karanlıklardan maksad, gecenin, bulutun ve yağmurun karanlığıdır. Gök gürültüsü ise, zaman zaman bulutların toplandığı sırada işitilen ve bilinen sestir. Şimşeğe gelince, bulutların içerisinden parhyan ışıktır. Bazan da bulut olmadan ufukta parlar. Müfessirimiz Celâleddîn el-Süyûtî der ki; «Gök gürültüsü, bir melektir veya meleğin sesidir. Şimşek ise meleğin kamçısıdır, onunla bulutları sürükler.» Sanki melek maddî bir cisim-miş gibi. Çünkü kulağa gelen ve duyulan sesler cisimlerin özellikleridir. Ona göre, sanki bulutlar tenbel bir merkepmiş de ancak şiddetli gürültü ve ard arda gelen kamçılarla yürütülebiliyormuş gibi. Bizim söylediğimiz husus Arapların ve bugün insanların bu iki lâfızdan anladıkları mânâdır. Sahîh bir delile dayanmadan lâfızları hakikî anlamlarının dışına çekmemek lâzımdır. Bilhassa âyetlerin mânâsının; konuşan ve söyleyenlerin .bildikleri, görülen âlemlerden Allah’ın ve Allah’ın kendilerine vahiy yoluyla bildirdiklerinin dışında, kimsenin bilmediği gayb âlemine çekilmesi asla caiz değildir. Lâkin müfessirlerin çoğunluğu, eserlerini muhaddîslerin, açıkça yalan olduğunu belirttikleri mevzu hadîsler ve İsrail kıssalanyla doldurup taşırmışlar ve Kur’an’ı açıklamak ve tefsir etmek üzere bu kıssaları Kur”an’a iliştirmişler, bunu vahye atfetmişlerdir. Tartışma gerektirmeyen hakikat odur ki: Vahyin lâfız ve üslûbunun, ma’sûm olan Peygamberden şüphe götürmeyecek şekilde sabit olan mânâsının dışında, delilsiz bir noktaya ilhak edilmesi asla caiz değildir. (…)
Ben derim ki; (Reşîd Rızâ) : Bu mevzu rivayetleri, Kâ’b el-Ahbâr ve Vehb İbn Münebbih müslümânlar arasında yaymışlardı. Sahabe ve Tabiîn de onların görüşüne uymuştur. Gök gürültüsünün, yıldırımın, ve şimşeğin hakikati, nasıl meydana geldiği, Kur’an’m araştırma konulan arasında değildir. Çünkü bunlar tabiî ilimlerin yâni yaratılmışların sahasına girer. Atmosfer olaylarını insanlar gayret ederek öğrenebilirler. Bu husus, vahye dayanmaz. Biz Kur’an’da tabiî mucizeleri ibret ve istidlal için aklı, din ve anlayışı takviye edecek şekilde kullanmaya yönlendirmek için zikrederiz. Kâinat ilimleri zamanla ve insanlara göre gelişir veya duraklar. Eski zamanlarda bazı kişiler yıldırımındüşmesinden sonra ortaya çıkan kükürdü kokluyorlardı. Sonra bu inançtan vazgeçildi, bu kokunun yıldırımın düşmesi hâlinde her zaman bulunmadığı kabul edildi. Günümüzde artık kâinatta elektrik akımı diye bir şey bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bunun etkisini telefon, telgraf ve tramvayda görmekteyiz. (…) Evlerde, çarşılarda, zeytinyağı, mum ve fitil olmaksızın yanan şu parlak ışıklar, sadece elbise asılan ipler gibi tellerin üzerinden geçen elektrik akımlarıyla olmaktadır. Bu elektrik akımlarından birisi artı yüklü elektrik yükünü taşır veya götürür, diğeri ise eksi yüklü elektrik taşır. Bu iki kutubun birleşmesiyle elektrik elde edilir. Ve bu tellerin kopması veya ayrılması halinde elektrik yükü götürülmiyeceği için, ışık kesilir, aletler hareket etmez. Elektrik her şeyde mevcuttur. Şimşek ve yıldırım da bu artı ve eksi yüklü elektrik kutuplarının sürtüşmesi neticesinde Allah’ın kudretiyle meydana gelir. Keza inşân eliyle sun’î olarak yeryüzünde de meydana getirilebilir. Nitekim bazı elektronik bilginleri yeryüzünde şimşek meydana getirmişlerdir. Gök gürültüsü ise bu elektriklenmenin tesiriyle olur. Çünkü elektrik yüklü bulutlar yeryüzünün cazibesiyle bir yandan diğer yana sürüklenir. Bu sürtüşmeden gürültü meydana gelir. Bugün insanlar, yıldırımların hakîkî sebebini bildiklerinden, yüksek binaları yıldırımdan korumak için birtakım tedbirler almakta ve yıldırımdan koruyan teller (paratoner) çekmektedirler. Her yüksek binanın üzerinde yıldırımdan koruyucu bir tel vardır. Kur’an-ı Kerîm’i bu gibi tabiî mes’elelere bağlayarak yorumlamanın mânâsı yoktur. Çünkü bunlar kendi özel ilim dallarıyla ilgilidirler.[37]
İnsanın Döşeği Yeryüzü:
21- Ey insanlar; sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbmıza ibâdet edin, Tâ ki, takva sahibi olasınız.
22- O (Rabb) ki; yeryüzünü, sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirip onunla türlü türlü
meyvelerden sizin için rızık çıkardı. O halde bile bile Allah’a eşler koşmayınız.
Buradan itibaren Allah Teâlâ ulûhiyetinin birliğini açıklamaya başlıyor. Kullarını Âdem’den vücûda getirerek onlara yaptığı lütuf ve ihsân^ belirtiyor. Kendilerine yeryüzünün bir döşek gibi rahat, basılabilir Ve dinlenilebilir bir yer yapmakla, yeryüzüne sarp dağlan yerleştirmek ve gökyüzünü tavan gibi üzerlerine çatmakla verdiği gizli açık nimetlerini hatırlatıyor. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor : «Biz göğü de korunmuş bir tavan kıldık. Buna rağmen onlar Allah’ın âyetlerinden yüz çeviriyorlar.» (Enbiyâ, 32). Sonra muhtaç oldukları zaman da gökten ‘üzerlerine su getiren bulutlar gönderdiğini ve bununla çeşitli bitkiler, meyveler çıkardığını, kendileri ve hayvanları için rızıklar verdiğini belirtiyor. Nitekim bu husus Kur’an-ı Kerîm’in başka bölümlerinde de sözkonusu edilmektedir. Bu âyete benzer âyetlerden birisi de şudur : «Allah O’dur ki yeryüzünü bir karargâh, göğü de bir bina yapmıştır. Size şekil vermiş şekillerinizi en güzel biçimde
kılmıştır. Size güzel şeyleri rızık olarak vermiştir. İşte bu, Rabbınız olan Allah’tır. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne yüce ve mübarektir.» (Gâfir, 64). Bu âyetin muhtevası şudur: Allah yeryüzünün sahibi, mâliki ve rızık verici yaratıcısıdır. Bunun için yalnız O’na ibâdet edilmesi ve hiç bir şeyin kendisine ortak koşulmaması gerekir. Bu sebeple Allah Teâlâ: «Bile bile Allah’a ortaklar koşmayınız» buyurmaktadır.
Buhârî ve Müslim’de İbn Mes’ûd’un naklettiği hadîste denilir ki :
«Ben ey Allah’ın Rasûlü, günâhların en büyüğü hangisidir? diye sorduğumda, buyurdu ki; Allah seni yaratmış olduğu halde kendisine şirk koşmandır.»
Muâz’ın hadîsi de buna benzer. O’nun naklettiği hadîste Rasû-lullah (s.a.) buyurur ki: «Bilir misin Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir? O’na ibâdet edip hiç bir şeyi O’na ortak koşmamalarıdır.»
Bir başka hadîste ise şöyle buyurulur:
«Sizden hiç biriniz Allah isterse ve falan da isterse demesin, ancak Allah isterse desin, sonra falan da isterse desin.»
Hammâd İbn Seleme der ki; Abdülmelik Tufeyl’den nakletti ki o şöyle demiş : Her uyuyanın gördüğü gibi ben de bir rüya gördüm ve ben sanki Yahudilerden bir topluluğun yanında idim, onlara siz kimsiniz dedim? Onlar, biz Yahûdîleriz dediler. Onlara dedim ki, «Üzeyir, Allah’ın oğludur» diyen topluluk siz misiniz? Onlar da, «Allah isterse ve” Muhammed de isterse» diyen topluluk siz misiniz? dediler. Sonra Hıristiyanlardan bir topluluğun yanından geçtim ve onlara siz kimsiniz diye sordum?. Onlarda, biz Hıristiyanlarız dediler. Onlara «Mesîh Allah’ın oğludur» diyen topluluk olmalısınız dediğimde, onlar da siz «Allah isterse ve Muhammed isterse» diyen topluluk olmalısınız dediler. Sabah olunca bazı kişilere gördüğüm rü’yâyı haber verdim, sonra Rasûlullah (s.a.)’a gelip durumu bildirdim. O, bunu kimseye söyledin mi? dediğinde evet dedim. Bunun üzerine ayağa kalktı Allah’a hamd ve sena etti, sonra şöyle buyurdu: İmdi Tufeyl bir rü’yâ görmüş ve onu da sizden kimilerine haber vermiş. Siz şöyle şöyle diyordunuz, benimse onu men etmem gerekiyordu, binâenaleyh «Allah dilerse ve Muhammed dilerse» demeyin, sadece «yalnız ve yalnız Allah dilerse deyin.» İbn Mer-dûyeh bu âyetin tefsirinde Hammad İbn Seleme’den bu hadîsi nakleder. İbn Mâce ise aynı hadîsi bir başka şekilde Abdülmelik İbn Ümeyr’-den rivayet eder.
Süfyân İbn Saîd el-Sevrî… İbn Abbâs’dan nakleder ki, adamın biri Rasûlullah (s.a.)’a «Allah ve sen istersen» demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber sen Allah’a ortak mı koşuyorsun demiş. «Yalnız ve yalnız Allah isterse» deyin buyurmuş. Bu hadîsi İbn Merdûyeh rivayet eder ve Neseî de tahrîc eder. Aynı hadîsi İbn Mâce, İsâ İbn Yunus’un hadîsinden tahrîc eder. Bütün bunlar Allah Teâlâ’nm zâtındaki tevhidi korumak ve muhafaza etmek içindir.
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den, o da İbn Abbâs’tan nakletti ki o şöyle demiş : «Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbınıza ibâdet edin.» Bu ifâde hem kâfirlere hem de münafıklara yöneltilmiştir. Yâni hem sizi yaratan, hem de sizden öncekileri yaratan Rabbımzın birliğini ortaya koyun demek istemiştir. Yine İbn Abbâs’tan nakledilir ki: «O hâlde bile bile Allah’a eşler koşmayınız» âyetinden maksad fayda ve zarar vermeyen ortaklan Allah’a ortak koşmayınız demektir. Siz biliyorsunuz ki Allah’tan başka sizi- rızıklandıran hiç bir Rabb yoktur ve yine iyice biliyorsunuz ki, Rasûlullah (s.a.) ‘in da’vet ettiği tevhîd inancı şüphe ve kuşkunun bulunmadığı hakkın kendisidir. Katâde de böyle demiş.
İbn Ebu Hatim der ki; Ahmed İbn Amr… İbn Abbâs’dan nakleder ki, O Allah Azze ve Celle’nin «O halde bile bile Allah’a eşler koşmayınız» âyetindeki eşlerin şirk olduğunu belirtmiştir. Şirkin karanlık gecede siyah taş üzerindeki karıncanın adımından daha gizli olduğunu bildirmiştir. Bu, «Allah’a ve senin hayatına yemîn ederim ki ey falan, kendi hayatıma and içerim ki» demek gibidir. Keza şu köpek olmasaydı bize hırsız gelirdi, evde şu kaz olmasaydı hırsız içeri girerdi gibi sözler de böyledir. Keza adamın arkadaşına «Allah ve sen istersen» sözü de böyledir. Yine Allah ve falanca olmasaydı, falanca olmasaydı sen bunu yapamazdın gibi sözlerin hepsi birer şirktir. Hadîs-i Şerifte vârid olmuştur ki adamın biri Rasûlullah (s.a.)’a «Allah ve sen istersen» demiş Rasûlullah (s.a.) da sen beni Allah’a eş mi koştun buyurmuştur. Bir başka hadîste ise Rasûlullah (s.a.) : Eğer Allah isterse ve falan da isterse diyerek Allah’a eş koşmamış olsanız siz ne güzel bir kavimsiniz buyurmuştur. Ebu’l-Âliye der ki: «Allah’a eşler koşmayınız» âyetinde Maksad O’na ortaklar koşmayınız demektir. Rebî İbn Enes, Katâde, Süddî, Ebu Malik ve İsmail İbn Halid de ayni şekilde tefsir etmişlerdir. Mücâhid ise «bile, bile» ifâdesinden maksad, Allah’ın Tevrat ve İncil’de tek bir İlâh olduğunu bildiğiniz halde demektir..
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki bize Affân… Haris el Eş’arî’den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur. Allah Azze ve Celle, Zekerriyyâ aleyhisselâmm oğlu Yahya aleyhisselâma beş kelime ile amel etmesini ve İsrâiloğullarına da bunlarla amel etmelerini emretmişti. Yahya (a.s.) bü konuda yavaş davranıyordu. Hz. İsâ O’na dedi ki: Sen kendinin amel etmesi ve İsrâiloğullarma da amel etmelerini söylemek üzere beş kelime ile emrolundun, ya onu sen tebliğ et veya ben onlara tebliğ edeyim. Hz. Yahya dedi ki kardeşim sen benden önce davramrsan benim azâblanmamdan veya helak olmamdan korkarım. Sonra Hz. Yahya İsrâiloğullarını Beyt-el-Mukâddes’te topladı, mabed dolmuştu, yüksek yere oturdu, Allah’a hamd ve sena etti, sonra dedi ki, doğrusu Allah bana onlarla amel etmem ve size de amel etmenizi emretmem üzere beş kelime buyurmuştur. Bunlardan birincisi Allah’a ibâdet edip O’na hiç bir şeyi şirk koşmamanızdır. Bunun misâli bir adamın misâli gibidir ki, altın veya kâğıttan kendi husûsî mülkiyle bir köle satın almıştır. Köle çalışıp gelirini efendisinden başkasına vermektedir. Sizden hanginiz kölenizin böyle olmasından hoşlanırsınız? Doğrusu Allah sizi yaratmış ve rızkınızı vermiştir. Öyleyse O’na ibâdet edin ve kendisine hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ve size namazı (dua-ibâdet) emretmiştir. Allah kendi vechini kulunun yüzüne doğru diker, kul dönmedikçe o dönmez. Binâenaleyh namaz kıldıktan sonra dönmeyiniz. Ve size orucu emretmiştir. Bunun misâli de şu adamın misâli gibidir ki, beraberinde süzme bir misk torbası vardır, hepsi o miskin güzel râyihasından istifâde ederler. İşte oruç tutan kimsenin ağzının kokusu Allah katında misk kokusundan daha güzeldir. Ve size sadakayı emretmiştir, bunun misâli de o adamın misâli gibidir ki, onu düşmanlar esîr etmişlerdir. Ellerini boyunlarına bağlamışlar ve boynunu vurmak üzere önlerine getirmişlerdir. Adam onlara kendi nefsimi kurtarayım mı diye sormuş, az veya çok bir şeyle, kendini kurtarmaya çalışmış ve nefsini ölmekten alıkoymuştur. Allah size çok çok Allah’ı zikretmenizi emretmiştir, bunun misâli, bir adamın misâli gibidir ki düşmanlar onun izinden hızlıca koşarak kendisini aramaktadırlar, adam sağlam bir kaleye girmiş ve korunmuştur. İşte kul da Allah’ın zikri üzerinde bulunursa en iyi kalede korunmuş olur. Haris el-Âş’arî de der ki Rasûlullah (s.a.) sonra şöyle buyurdu : «Ben de size Allah’ın bana emrettiği beş şeyi emrediyorum. Bunlar : Cemâat, dinleme, itaat, hicret ve Allah yolunda ci-hâd’dır. Şüphesiz ki cemaattan bir karış boyu dışarı çıkan boynundan îslâmın boyunduruğunu çıkarmış olur, ancak cemaata dönerse kurtulur. Kim de câhiliyet iddiasında bulunursa o cehennemin yakacakların-dandır. Dediler ki, Ey Allah’ın Rasûlü namaz kılsa, oruç tutsa da mı? 3uyurdu ki, namaz kılsa, oruç tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu sansa da. Siz müslümânları Allah Azze ve Celle’nin kendilerine vermiş olduğu isimlerle çağırın. Müslümanlar, mü’minler Allah’ın kullarıdır.»
Bu hadîs hasen bir hadîstir. Bu âyette onun şahidi: «Muhakkak ki Allah sizi yaratmış ve rızıklandırmıştır, öyleyse O’na ibâdet edin ve hiç bir şeyi O’na ortak koşmayın» âyet-i celîlesidir. [38]
Bu âyetten hareketle eski devirlerde müfessirler dünyamız hakkında fikir yürütmeye çalışmışlardır. Halbuki Kur’an bu konularda detaylı bilgiler vermez. Çünkü o, bir ilim ansiklopedisi değildir. Biz, ancak beşerî takatimiz ölçüsünde kâinatı araştırır ve elde ettiğimiz bilgiler ışığında Allah’ın kelâmını yorumlarız. Fakat bu yorumların âyetin mutlak karşılığı olduğunu da söylemeyiz. Her devirde ilim değişeceğinden, âyetlerin izahı da değişecektir. Dolayısıyla her devirde yetişen bilginler, kendi bilgileri ışığında Allah’ın âyetlerini tefsir edeceklerdir. Ama kesin söz ve ana dayanak olarak ilmin neticeleri değil, Allah’ın kelâmı alınacaktır. [39]
Dünyanın Şekli:
Yeryüzü, üzerinde oturup uyuduğunuz ve ayıklığınız bir sergi halinde kılınmıştır… Burada yeryüzünün küre veya düz olduğu konusunda bir delil yoktur. Çünkü her iki halde de yaygı olması mümkündür. «Göğü de bina kıldık.» Yani tavan demektir.[40]
Denilirse ki; gözlemciler dokuz feleğin varlığını isbât etmiş değillerdir. Ben derim ki; onların söylediklerinde şüphe vardır. Doğru olursa da âyette kalan fazlalığı reddedecek bir şey yoktur. Çünkü bu yedi göğe Arş ve Kürsî’de eklenince bir ihtilâf kalmaz.[41]
«Onu döşek kılmıştır» demek, bazı taraflarını sudan dışarı çıkarmış demektir. Halbuki su tabiatı itibariyle toprağı ihata edebilecek durumdadır. Ve dünyayı katılıkla latîflik arasında orta derecede kılmıştır ki netîce itibariyle hayata elverişli hale getirmiştir. Üzerinde oturulması ve yatılması için müsâid kılmıştır. Tıpkı serilen bir örtü gibi. Bu ifâde dünyanın düz olmasını gerektirmez. Çünkü dünyanın küre biçiminde olması, hacminin genişliği ve cirminin yaygınlığı onun üzerinde uzanmayı engellemez.[42]
Allah Teâlâ; kullarına yalnız ve yalnız kendisine ibâdet etmelerini ve hiç bir varlığı ona ortak koşmamalarını emretmektedir. Çünkü in- sanlar için yeryüzünü hayata elverişli kılan ve gök yüzünü hayır ve bereketle donatan kendisidir. Sayısız gezegenler ve gök cisimleriyle, gök kubbesinin akıl almaz nizâmını sağlayan ve gökten indirdiği su ile yeryüzünü hayata elverişli kılan yine O’dur. Şu halde yalnız ve yalnız O’na ibâdet etmek ve O’ndan yardım dilemek gerekir.
İlim ve Din:
Tantâvî Cevheri ise şöyle diyor :
Ey İnsanlar, siz bir tek ailesiniz, sizi yurduma yerleştirdim, örtümle korudum, yeryüzünü sizin için elbise yaptım. Çeşitli renklerle renklendirdim, süslerle donattım. Size, fırsatlar verdim, yardım ettim, yurtlar verdim, üzerinize masmavi, latif, temiz bir gök çattım. Onu, siz elinizle yapmadınız. Eski, yeni, gelmiş geçmiş hiç kimse onun görünümünün değiştiğini söylemedi. Zaman ne kadar yaşlanırsa yaşlansın, yıprananlar ne kadar yıpranırsa yıpransın, onun parlak yıldızlan güzelliğini yitirip kocamadı. Ustasız binanın çatısının çatödığını bilen var mı hiç? Yorulmadan yapı yapıldığını, bitmeden bir şeyin devam ettiğini, saklanmadan güzelliğin durduğunu gören var mı hiç? İyi düşünün, zayıf yaratıkların bu yaratana nisbeti küçük bir kulübenin parlaklık ve güzellik dolu gökyüzü tavanına nisbeti gibidir. (…)
Rivayet edilir ki, Hz. Peygamber (s.a.) İmrân İbn Hasîn’e; senin kaç tanrın var? demiş. O da, on karşılığım vermiş. Rasûlullah; üzüntü ve kederini, başına gelen felâketi kim defeder, hepsi birden üstüne indiğinde kim onları kaldırır? diye sormuş. O da Allah demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber, senin Allah’tan başka hiçbir tanrın yoktur buyurmuş.
Dehrîlerden bir topluluk Ebu Hanîfe (r.a.)’ye geldiklerinde o şöyle demiş: Ne dersiniz dülger olmadan bir ağaç; ormandan biçilse ve birleşse, sonra yanyana gelip denizde yüzen bir gemi olsa, üzerine yı-ğınlarca ağırlık dolu yük yüklense, denizin karanlığında azgın dalgalarla ve her yandan üşüşen rüzgârlarla boğuşsa, o hercü merc içerisinde kaptan olmadan yolunda dosdoğru yürüse, yönlendiren hiçbir yöneticisi bulunmasa bu aklen doğru olur mu? Onlar, hayır bunu akıl kabul etmez demişler. Bunun üzerine Ebu Hanîfe demiş ki: Sübhânal-lah, aklen kaptansız bir geminin denizde yüzmesi doğru olmuyor da, ondan çok farklı durumu bulunan ve daha değişik şekilde hareket eden bu muazzam ve geniş dünyanın yaratıcısız ve koruyucusuz ayakta kalması nasıl doğru oluyor? Bunun üzerine hepsi ağlamışlar ve doğru söylersin demişler.
Dehrîlerden (Materyalistler) bir topluluk İmâm Şafiî’ye yaratıcının varlığının delili nedir? diye sormuşlar. O da dut yaprağı demiş. Dut yaprağının tadı, rengi, kokusu, yapısı size göre aynıdır değil mi? Onlar evet demişler. Bunun üzerine Şafiî, onu ipek böceği yiyor ipek kozası ağı örüyor. Arı yiyor bal üretiyor. Koyun yiyor pislik oluyor. Ceylân yiyor misk teşekkül ediyor. Hepsinin tabiatı, bir olduğu halde bütün bu değişik şeyleri meydana getiren kimdir? Bu cevabı güzel karşılayan materyalistler müslüman olmuşlar. Sayıları onyedi imiş. Nitekim şâir Ebu Nüvâs şöyle der :
Yeryüzünün bahçelerini düşün ve iyi bak,
Güçlü tanrının eserleri nasıl görünüyor?..
Prof. Huxley der ki; tabiî ilimle din ikiz kardeştir. Biri diğerinden ayrılınca sarsılmışa döner ve hemen yok olur. Herbert Spencer şöyle diyor: Ne zaman ilimle din birleşirse sağlıklı bir şekilde gelişip büyürler. Din ağacının kökleri sağlam ilim bahçesinde iyi beslenir, büyür ve gelişir. Doğru ilmi de din destekler, yardımcı olur ve onun sağlam ve güçlü olmasını sağlar. Dikkat edin, kafalarında en güzel fikirleri yetiştirmiş olan ve insan türüne ilimlerin en güzelini sunmuş olan f ilo-zoflan bu düşünce ve araştırmaya sevkeden şey nedir? Sadece dindir. Ancak bu konuyu yalnızca filozoflara nisbet etmek doğru değildir. Spencer, devamla der ki: Kim dinle ilmin çelişik olduğunu söyliyebilir? Dinle çelişik olan. şey birliği terketmek ve bizi kuşatan varlıkları görmemektir. Sonra şöyle bir örnek verir ve der ki; eğer insanlar ünlü bir yazarı önemli ve büyük bir mevki sahibi olan müellifi, bir yazısını okumadan ve bir kitabım açmadan övseler kitabının sadece dış görünüşüne ve cildinin zevkli işlenişine bakarak medhetseler bu medhin ne değeri vardır? Bu övgü yalnızca anlamsız bir sözden ibaret olur. İnsanların hep bu meddahlar gibi olduğunu görürsün. Allah kâinatın nâzımıdır, kâinat onun eseridir, insanlar Allah’ı överken, Allah’ın hârikalarından habersiz ve ondan yüz çevirmiş olarak överlerse bu, sadece kendilerinin bilgisizliğini gösterir. Sonra şunu demiş : Bunun için ben tekrarlıyorum ki dine muhalefet, tabiî ilimleri etüd etmekten doğmuyor, aksine ilimleri terkedip yüz çevirmekten kaynaklanıyor.
Dikkat edin, tabiî ilimlere yönelme sessiz bir ibâdet ve amelî bir teşbihtir.
Ben derim ki; ey akıllı ve zekî kişi, ben bu konuyu bu satırlara döktürürken içimde bir acı ve sızı hissediyorum. Sinirlerimin heyecanından ve hissettiğim dehşetten dolayı titriyorum ve kendi kendime diyorum ki; ne olur doğruyu söyle, biz mi yoksa, Spencer ve benzeri filozoflar mı üzülmeli ve şikâyet etmelidirler? Adam diyor ki; tabiî bilgilerde ilerlemiş bazı kişiler bu bilgilere aldırış etmeksizin doğru yoldan kaçmaktadırlar. Eğer o, bir kere şikâyetlenirse, benim bin kere şikâyetlenmem gerekir. Nasıl şikâyetlenmeyeyim ki, onun milleti bilgili benim milletim câhil. Onun ümmeti hâkim benim ümmetim mahkûm. Onun ümmeti güçlü, benim ümmetim güçsüz. Onun milleti ticaret, san’at, zirâat, hâkimiyet, silah ve her konuda ileri, benim mil- letim ise bunun tersine. O milletinin daha fazla ilerlemesi için dertleniyor, halbuki Hıristiyanlıkta hiç bir inanç tabîat prensiplerine da yalı değil. Bense dertleniyorum, çünkü İslâm dininin dayanağı, fıtrat desteği, tabîî yaratıklardaki ilâhî deliller. Biz hem dine, hem Unu karşı çıktık ve ilkin başkalarının avı olduk. Ne oluyor ki, îslâm ümmeti hâlâ uykusunda uyuyor? Ne oluyor ki İslâm milletinin gemisinir kaptansız olduğunu görüyorum? Erlik dininde ve akıl nizâmında frenklerin bizi geçmesi hiç doğru olur mu? İlim bizim ilmimiz, din bizim dinimiz. (…)[43]
23- Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, haydin ona benzer bir sûre getirin. Allah’dan başka
şâhidlerinizi de çağırın; eğer doğru sözlüler iseniz…
24- Fakat yapmazsanız -ki yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan, ateşten sakının. O kâfirler
için hazırlanmıştır.
Kur’an Mucizesi:
Müteakiben Allah Teâlâ, Allah’tan başka İlâh olmadığını belirttikten sonra peygamberliği takrîr etmeye başlıyor ve kâfirleri muhâ-tab alarak buyuruyor ki: «Eğer siz, kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz…»
Hz. Muhammed (s.a.)’e indirdiğimizden kuşkuda iseniz, onun Allah’ın katından başka bir yerden geldiğini zannediyorsanız, onun getirdiğine benzer «bir sûre getirin.» Onun getirdiği âyetler gibi bir âyet getirin. Ona karşı çıkın ve bu konuda Allah’tan başka istediklerinizden de yardım dileyin. Siz asla buna güç yetiremeyeceksiniz.
İbn Abbâs der ki; âyet-i kerîmedeki şâhidlerinizden murâd yar-dımcılarınızdır. Süddî de Ebu Mâlik’den naklen der ki «şâhidleriniz» den maksad ortaklarınızdır. Mücâhid ise kendilerini şâhid göstereceğiniz bir topluluktur, der.
Allah Teâlâ müşriklere Kur’an-ı Kerîm’in birçok yerinde meydan okumuştur. Nitekim Kasas sûresinde şöyle buyurmuştur: «Eğer sâdıklardan iseniz bu ikisinden daha doğru yol olan Allah katından bir kitap getirin ki ben ona uyayım de.» (Kasas, 49). İsrâ sûresinde ise şöyle buyurur: «De ki, eğer insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplanmış olsalardı birbirlerine destek olsalar da onun bir benzerini getiremezlerdi.» (İsrâ, 88) Hûd sûresinde de şöyle buyurur : «Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki onun gibi uydurulmuş on sûre getirin ve sâdıklardan iseniz Allah’tan başka gücünüzün yettiği herkesi de çağırın.» (Hûd, 13) Yûnus sûresinde ise şöyle buyurulur: «Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulabilecek değildir. Ancak o kendisinden önce geçenleri tasdik edicidir, ve kitabı açıklayıcıdır. Âlemlerin Rabbından olduğunda asla şüphe yoktur. Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki onun gibi bir sûre getirin ve Allah’tan başka istediklerinizi de çağırın. Eğer sâdıklardan iseniz.» (Yûnus, 38) Bütün bu âyetler Mekke’de nazil olmuştur. Sonra aynı “meydan okumayı Medine’de de uygulamıştır. Bu âyette de «Kulumuz Muhammed (s.a.)’e indirdiğimizden şüphede iseniz haydi ona benzer bir sûre getirin» buyurmaktadır. Kur’an’ın benzeri bir sûre getirin demek olduğunu Mücâhid, Katâde naklederler. İbn Cerîr «Onun gibi on sûre getir» ve «onun gibisini getiremezsiniz.» gibi âyetleri delil göstererek bu kanâati tercih eder. Bazıları da demişlerdir ki; Muhammed (s.a.) gibi ümmî bir kişi anlamındadır. Doğru olam ise birinci kanâattir.
Çünkü meydan okuma bütün Araplaradır. Onlar milletlerin en fesâhatlisi olmakla beraber Mekke ve Medine’de Kur’an-ı Kerîm birçok kez onlara meydan okumuştur. Kur’an’a bu kadar şiddetle düşman olmaları ve dine bu kadar kin beslemelerine rağmen bu meydan okumanın gereğini yerine getirmekten âciz olmuşlardır. Bunun için de Allah Teâlâ : «Fakat yapamazsınız -ki yapamıyacaksınız-» buyurmaktadır. Buradaki “Len” edatı ebediyen yapamayacaklarını ifâde içindir. Bu Kur’an-ı Kerîm’in bir başka mucizesidir. Bunun için Allah Teâlâ Kur’an’a onun benzeriyle karşı konulamıyacağıni bildirmektedir. Durum da gerçekten böyle vâki olmuş bulunmaktadır. O zamandan günümüze değin hiç bir kimse Kur’an’a karşı çıkmamıştır ve çıkması da imkânsızdır. Bu nasıl mümkün olabilirdi ki, Kur’an her şeyin yaratanı Allah’ın kelâmıdır. Yaratanın kelâmı yaratılmışların kelâmına nasıl benzer ki?
Buhârî ve Müslim’de Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakledilir ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :
«Peygamberlerden hiç bir peygamber yoktur ki, insanların onunla imâna geldiği mucizelerden bir mucize verilmiş olmasın. Bana verilmiş olan ise Allah’ın vahyettiği bir vahiydir. Ben kıyamet gününde peygamberler arasında tabii en çok olan olmak isterim.» Bu ifâde Müslim’in lafzıdır. «Bana Allah’ın vahy olarak verdiği vahiy» ifâdesinden maksad, peygamberler arasında bana tahsis edilmiş olan bu mucizevî Kur’an’dır ki, diğer kitapların hilâfına hiç bir insan ona karşı çıkmak imkânını bulamamıştır. Çünkü diğer kitaplar mucize değildirler. Şüphesiz ki doğruyu en iyi Allah bilir. Peygamberimiz aleyhisselâtü ves-selâm’ın peygamberliğine delâlet eden ve onun getirdiği dinin doğruluğunu gösteren daha sayıya gelmez yığmlarca mucize ve deliller vardır. Hamd ve minnet Allah’adır.
«O halde yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır.» Yakıt cehennemin yanmasını devam ettirmek için atılan odun ve benzeri şeylerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «O aşırı gidenler ise cehennem için odun oldular.» (Cinn, 15) Bir başka âvet-i celîle’de ise şöyle buyurur : «Muhakkak ki siz ve Allah’tan başka taptıklarınız cehennemin odunudurlar ve siz ona ulaşacaksınız.» (Enbiyâ, 98) Buradaki taşlardan maksad kokulu, katı, siyah ve büyük kükürt taşıdır. Isındığı zaman en çok ısı veren odur, Allah bizi ondan muhafaza eylesin. Abdülmelik İbn Meysere, İbn Mes’ûd’dan bu âyet-i kerîme’ye dâir nakleder ki: «Yakıtı insanlarla taşlar olan» âyetinden maksad kükürt taşıdır. Allah, onu gökleri ve yeryüzünü yarattığı zaman dünya göğünde yaratmıştır ve onu kâfirler için hazırlamıştır. İbn Cerîr bu lafızla bu hadisi nakleder. İbn Ebu Hatim ve Hâkim de Müs-tedrek’inde bu hadîsi naklederler ve Buharı ve Müslim’in şartına uygun olduğunu da belirtirler… Süddî de tefsirinde Ebu Mâlik, Ebu Salih ve İbn Abbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd ve Peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki, buradaki «taşlar» siyah kükürtten cehennemde yanan taşlardır ki, bununla ateşin yanı sıra cehennem ehli azâblandırıhrlar. Mücâhid ise der ki «taşlardan» maksad, pislerden daha pis kokan kükürt taşıdır. Ebu Ca’fer Muhammed îbn Ali de «taşlardan» maksad kükürt taşıdır der. İbn Cüreyc «taşlardan» maksad ateşten kararmış kükürt taşıdır der. Amr İbn Dînâr bana dedi ki, bu «taşlardan» daha katı ve daha büyüktür. «O kâfirler için hazırlanmıştır.» Açık olanı «o» zamirinin yakacağı insan ve taşlar olan ce- henneme gitmesidir, taşlara gitmesi de muhtemeldir. Nitekim İbn Mes’ûd böyle demiştir. Mânâ bakımından her iki söz arasında çelişki yoktur, çünkü ikisi de birbirini gerektirir. «Hazırlanmıştır» yani Allah’ı ve Rasûlünü inkâr edenleri beklemekte ve gözetlemektedir. Nitekim İbn İshâk, Muhammed yoluyla İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs’dan nakleder ki, «kâfirler için hazırlanmıştır» âyetinden maksad sizin üzerinde bulunduğunuz küfür üzere olan kimseler için hazırlanmıştır denmesidir. [44]
Eğer Kur’an’ın doğruluğundan şüphe ediyorsanız, ey müşrikler, var gücünüzle çalışarak, istediğiniz kimselerden ve tanrı saydığınız güçlerden yardım isteyerek belagatta ve san’atta onun benzeri olabilecek tek bir sûre getirin. Şayet Kur’an’ın Allah katından gelmediğini ve onu Hz. Muhammed (s.a.)’in yazdığını iddia ediyorsanız ve bu iddianızda da samîmi iseniz, buyurun ona eş ve benzer bir kitap getirin. Şayet bunu yapamazsanız -ki yapamıyacağınız muhakkaktır- Hakka dönünüz ve Hz. Muhammed’e Rabbı tarafından indirilen bu mübarek kitaba imân ediniz. Eğer bunu yapabilirseniz, kâfirler için hazırlanmış olan ve yakacağı taşlarla insanlar olan cehennem azabından kurtulabilirsiniz. Bu konuda I. cildde bilgi verildi. (Bkz. I, 305) [45]
Bu konuda Reşid Rızâ diyor ki:
Kur’an’ın i’câzı, bilfiil sabit olmuş ve bu konudaki nakiller tevatür derecesine ulaşmıştır. (…) Bu konuda araştırıcıların değişik sözleri vardır. Risaleler, kitaplar telîf edilmiş, bölümler yazılmıştır. Başkalarını İslâm’a davet etmeyi veya başkalarına delil getirmeyi bir yana bırakalım, bizzat müslümanların bu konunun açıklanmasına fazlasıyla muhtaç olduklarını bildiğim için, tefsirin bu cüz’ünün basılması esnasında, konunun açıklanıp izah edilmesini gerekli buldum.
Kur’an’ın Edebî İ’câzı:
Kur’an’ın Üslûb ve Nazmındaki İ’câzı:
a) Kur’an-ı Kerîm’in garîb bir nazmı, hârika bir vezni ve sözün oaşlangıcında, ortasında ve sonunda Arap belâgatçılarının kullandıkları tarzdan farklı bir üslûbu vardır. Bu konuda iki şüphe söz konusu edilmiş ve bu iki şüpheye de cevap verilmiştir. Arap belâgatçıları mensur sözü, secî’ ve mürsel olmak üzere ikiye hasretmişlerdir. Manzum sözü de kaside ve recez olmak üzere iki türe ayırmışlardır. Fakat Kur’an’ın nazmındaki üsiûb, bu dört türden hiç birine girdirilememiştir. Büyüklenerek, Hz. Peygambere düşmanlık eden, ondan kendilerini üstün gördükleri için küfür ve inkâra giriftar olan, inatçı Kureyş belâgat-çılarının en büyüklerinden birisi sayılan Velîd İbn Mugîre’nin sözü buna delâlet etmektedir. Hâkim’in «Peygamberliğin delilleri» bölümünde tahrîc ettiği ve Beyhakî’nin tashih ettiği rivayette tbn Abbas şöyle der : «Velîd İbn Mağîre Hz. Peygamberin yanına gelmiş, Peygamber ona Kur’an’ı okumuş ve kalbi Kur’an’a karşı yumuşamış. Durum, Ebu Cehl’e anlatılınca Velîd’in yanma gelip demiş ki; ey amca, senin kavmin sana vermek üzere mal toplamak istemişler, sen ise Muhammed’e gitmiş ondan öncesini sunmak istemişsin. O demiş ki; Kureyş benim aralarında malı en çok kişi olduğumu bilirler. Ebu Cehl demiş ki; sen kavmine onu inkâr ettiğini ulaştıracak, bildirecek bir söz söyle. O da, ne söyleyeyim, Allah’a andolsun ki içinizde şiirin recezini, kasidesini, hattâ cinlerin şiirini benden daha iyi bilen kimse yoktur. Allah’a andolsun ki onun söylediği bunlardan hiç birisine benzemiyor. Ve yine Allah’a yemîn ederim ki, onun sözünde bir tatlılık ve çekicilik var. Onun üstü verimli altı durdurucu. Onun sözü üstün geliyor, onun üstüne bir çay çıkamıyor, çünkü o altındakini yıkıyor, demiş. Ebu Cehl demiş ki; kavmin, onun hakkında bir şey söylemezsen senden memnun kalmaz. O da, bırak düşüneyim demiş. Düşündükten sonra, «bu, etkileyici bir büyü, başkalarını etkiliyor» demiş. İşte Allah Teâlâ’nın: «Yarattığımla beni yalnız başıma bırak.» âyetinin nüzul sebebi bu imiş. Doğrusu nazım ve üslûp mes’elesi Kur’andaki en önemli konulardan birisidir. Bundan daha hârika olan, düşünüp görenleri daha çok etkileyen bu konuda çok söz edildiği halde, ne yazık ki hakkı verilememiştir. Kur’an’da bir tek nazım veya bir tek üslûp değil yüzlerce üslûp ve nazım vardır. Kur’an 114 sûredir, uzunlu kısah birbirinden farklı sûreler.
Eğer kulağınla duymak istiyorsan, beşer kelâmındaki nazımla ilâhî kelâmdaki nazım arasındaki farkı tatmak istiyorsan, güzel sesli bir okuyucu getir ve bazı büyük şâirlerin şiirlerinden parçalar okusun, güzel konuşan, gelmiş geçmiş hatîblerin sözlerinden bölümler okusun, istediği kadar sesini güzelleştirsin nağmeler yapsın, sonra da Necm sûresi gibi, Kamer sûresi gibi, Rahman sûresi gibi, Vakıa ve Hadîd sûreleri gibi değişik nâzım ve üslûbun hâkim olduğu sûrelerden bir sûreyi okusun. Bunlar arasındaki farkı kendi zevkin ve vicdanınla belirt, sûreler arasındaki farkla, beşer sözü arasındaki farkı gör. İnsanlardan belagat sahiplerinin üslubuyla, Kur’an’ın üslûbu arasındaki ayrılığı farket. Her iki sözün de sendeki etkisini gör, kulağına gelen farklı te’-sîrleri bil.
b) Kur’an’ın i’câz şekillerinin ikincisi, ondan önce ve sonra belâğat sahiplerinin erişemedikleri üstün belagatıdır. Bu edebî üstünlük konusunda kimse farklı bir söz söylememiştir. Kur’an’a karşı çıkanlar yalnızca kısa sûrelerden birkaç sûrenin belagatta birbirinden farklı olduğunu belirterek kuşku yaymaya çalışmışlardır…
c) Kur’an’daki i’câzın üçüncüsü, peygamberlerin kıssalarmdaki gibi geçmişe dâir haberlerdir. (…)
d) Dördüncüsü diğer insan sözlerinin hepsinin hilâfına, Kur’an âyetlerinin, uzunluğuna rağmen her türlü çelişki tearuz ve yığın halinden uzak bulunmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ’nın : «Eğer o, Allah’tan başkasından olsaydı onda pek çok ihtilâf bulurlardı» (Mâide, 72) buyruğuyla kasdettiği budur. Biz bugün her asırda büyük bilginler görüyoruz, değişik eserler tasnif ediyorlar, karalıyorlar, sonra düzeltiyorlar, sonra temize çekiyorlar, sonra basıp yayınlıyorlar. Bu eserlerde pek çok ihtilâf, lafzî ve manevî karışıklık görüyoruz. Hele zaman geçtikçe
bu husus dahada iyi farkediliyor. Bu, her millette böyledir. (…)
e) Kur’an’ı Kerîm’in dinî ve hukukî ilimlerdeki i’câzı, onun ilâhî ilimleri, dinî akâid esaslarını, ibâdet hükümlerini, fazilet ve edep kanunlarını, siyâsî, sosyal ve medenî alanda her zaman ve her mekânda geçerli olan hükümleri ihtiva etmesidir. Bu hususiyetleri itibariyle Kur’an-ı Kerîm geçmiş bütün semavî kitaplardan, beşerî sistemlerden, felsefî metodlardan üstün olduğunu göstermiştir. Doğulu Batılı her milletin insaflı bilginleri bu hususu pek çok kerre belirtmektedirler. (…)
f) Kur’an-ı Kerîm’in hiç bir zaman ibtâl edilmeyen i’câzı. Kur’an Allah Teâlâ’nın bitki, hayvan, katı maddeler ve insan gibi yaratık türleriyle ilgili pek çok açıklayıcı âyetleri ihtiva etmektedir. Göğün, yerin, güneşin, ayın, yıldızın, havanın, bulutun, suyun, denizin, ırmağın, kaynağın, gözenin her türlü varlıkların yaratılışını anlatmaktadır. Onda birçok milletlerin haberlerinin açıklanması, doğru hukuk sitemlerinin beyânı vardır. Onüç şu kadar asırdan beri hepsi kelimesi kelimesine, harfi harfine muhafaza edilmiştir. Ama geçen bu asırlarda bütün bu üimler ve san’atlar onun âyetlerinden bir âyeti, hükümlerinden bir hükmü, haberlerinden bir haberi yalanlayıp, ibtâl ve nakzetmiş değildir
h) Kur’an-ı Kerîm’in insanlık için meçhul olan mes’eleleri incelemesi. Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu asırda insanlığın bilmediği pek çok ilmî ve tarihî mes’eleleri açıklayan hükümler ihtiva etmektedir. Bu hükümler kâinat ve tabiat araştırıcıları tarafından sonradan açıklanmış ve bilinmiştir. (…)
Burada kısaca özetlediğimiz hususlar, Kur’an-ı Kerîm’in yüce göklerin ötesinden indirilmiş bir hüküm olduğunu gösteren delillerdir. Alim Hakîm, adaletli hükümdarın, yaratıcının hükmü. Milletlerin ta- rihlerini yazan tarihçiler, insanlığın zekâsını araştıran araştırıcılar bu hükmün isbât ettiği gerçekleri isbât etmişler, reddettiğini reddetmişlerdir. Bu da onun Allah’ın hükmü olduğunun en açık delili değil midir? Kullarından bir kulun Abdullah oğlu Muhammed’in hükmü olmayıp, Allah’ın hükmü olduğunun delili… Evet Allah’a andolsun… Evet Allah’a andolsun ki bu, Allah’ın hükmüdür, Allah’ın sapıttığı mutaassıplardan başka kimse bu konuda tartışmaya giremez.[46]
25- İmân eden, sâlih âmeller işleyenlere: altından ırmaklar akan cennetlerin kendileri için olduğunu müjdele. Onlara ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilirse bu, evvelce rızıklandığımız şeydi> derler. Onlara birbirine benzeyen (böyle nimetler) verilecek. Onlar için orada temiz eşler de vardır. Hem onlar orada temelli kalıcıdırlar.
Mü’minler :
Allah Teâlâ kendisini inkâr eden, peygamberini reddeden azgın kâfirler için hazırladığı azâb ve kötü âkibeti hatırlattıktan sonra, buna mukabil kendisine inanan ve peygamberini tasdik eden ve sâlih amelleriyle inançlarını doğrulayan bahtiyar mü’min dostlarının halini anlatmaktadır. Yerinde açıklayacağımız gibi Kur’an-ı Kerîm’e Mesânî adı verilmesi en doğru görüş uyarınca bu mânâdadır. Yani o îmânı zikreder ardından küfrü zikreder veya aksine olarak önce bahtiyarların durumunu açıklar sonra eşkıyanın durumunu veya bunun aksini.
Yani bir şeyi ve o şeyin mukabilini zikreder. Bir şeyi ve benzerini zikretmek -ilerde açıklayacağımız gibi- teşâbühün kendisidir. Bunun için Allah Teâlâ : «İmân eden, sâlih ameller işleyenlere altından ırmaklar akan cennetlerin kendilerine olduğunu müjdele.» buyurmaktadır. Nasıl bir önceki âyette cehennem, yakıtı insanlar ve taşlar olarak nitelendirilmişse burada da cennet, altından ırmaklar akan yer olarak nitelendirilmiştir. «Altından ırmaklar akan» demek ağaçlarının ve odalarının altından demektir. Hadîste vârid olmuştur ki cennetin ırmakları oluksuz ve kanalsız akar. Kevser hakkında da vârid olmuştur ki onun iki tarafı içe doğru, inci kubbelerle örtülüdür. Bunların ikisi arasında bir çelişki yoktur. Kevserin çamuru kokulu misk, çakılları da inci ve cevherdir. Allah’ın lütfü kereminden biz de isteriz. Muhakkak ki O bol lütuf ve merhamet sahibidir.
İbn Ebu Hatim der ki, bana Rebî’ İbn Süleyman… Ebu Hüreyre’-den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: «Cennetin ırmakları misk tepelerinin (veya dağlarının) altından fışkırır.» Aynı şekilde Ebu Saîd… İbn Mes’ûd’dan nakletti ki Abdullah şöyle demiş; Cennetin ırmakları misk dağından kaynar.
«Onlara ne zaman bunlardan bir meyve rızık olarak verilirse, bu evvelce rızıklandığımız şeydi derler.» Süddî tefsirinde Ebu Mâlik yoluyla İbn Abbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd ve sahabeden bir topluluktan nakleder ki bu âyetin mânâsı şöyledir : Onlara cennette meyve getirilir. Meyveye bakınca bu daha önce dünyada da rızıklandığımız şeydi derler. Katâde ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle demişlerdir. İbn Cerîr Taberî de bunu desteklemiştir. İkrime ise der ki bu âyetin mânası; dün olduğu gibi demektir. Rebî’ İbn Enes de böyle demiştir. Mücâhid ise bu ona ne kadar benzer diye tefsir etmiştir.
îbn Cerîr der ki; başkaları da şöyle dediler : Bunun te’vili birbirine çok benzediği için bize Cennet meyvelerinden rızıklandırılan bu şeyler daha önce nzıklandmldıklanmızm aynıdır derler. Çünkü Allah Teâlâ, onlara, birbirine benzeyen böyle nimetler verilecek, buyurarak bunu belirtmiştir. Süneyd İbn Dâvûd, Yahya İbn Kesîr’den nakleder ki, o şöyle demiş : Cennet ehlinden birine bir tabak bir şey getirilir, ondan yer, sonra bir başkası getirilir ve der ki daha önce getirilenin aynıdır. Melekler ona derler ki ye, renkleri bir ise de tatları değişiktir. İbn Ebu Hatim der ki, bana babam… Yahya İbn Ebu Kesîr’den nakletti ki, o şöyle demiş :
Cennetin otu za’ferândır, kumları ise misktir. Çocuklar cennet ehlini meyvelerle ziyaret ederler, onlar bu meyvelerden yerler, sonra benzeri meyve getirilir. Sonra cennet ehli onlara derler ki biraz önce getirmiş olduğunuz buydu. Çocuklar ise onlara şöyle derler; yeyiniz, rengi her ne kadar bir ise de tadı değişiktir. İşte Allah Teâlâ’nın : «Onlara birbirine benzeyen böyle nimetler verilecek» âyetinin mânâsı budur. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’ten o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki birbirine benzeyen» demek bir kısmı bir kısmına benzeyip tadı farklıolan-demektir. İbn Ebu Hatim der ki Mücâhid, Rebî’ İbn Enes, Süddî’den de buna benzer bir ifâde nakledilmiştir. İbn Cerîr tefsirinde Süddî’nin isnâdıyla nakleder ki… «Birbirine benzeyen» âyetinden maksad, rengi ve görünümü aynı olan, ancak tadı benzemeyen nimetlerdir. İbn Ce-rîr’in tercihi de bu tefsirdir. İkrime ise dünya meyvesine benzeyen, ancak cennet meyvesi olduğu için çok daha tatlı olan demektir, diye tefsir eder. Süfyân el-Sevrî… İbn Abbâs’dan nakleder ki: Cennette bulunan şeylerden hîç birisi dünyada bulunan şeylere benzemez, ancak isimleri benzer. Bir başka rivayet de şöyledir. Dünyada Cennette bulunan şeylerin isminden başka bir şey yoktur. Bunu İbn Cerîr Sevri rivâyetiyle… A’meş’den nakleder. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem «Onlara birbirine benzeyen böyle nimetler verilecek» âyeti hakkında şöyle demiştir : Dünyada olduğu gibi onların ismini bileceklerdir. Elmaya elma, nara nar diyeceklerdir. Ancak daha önce dünyada nzıklandırıldığımız şeyin aynısıdır diyerek bu kendilerine benzer görünecektir. Onu bilecekler, ancak tadı aynı ohnayacaktır.
«Onlar için orada temiz eşler de vardır.» İbn Ebu Talha İbn Abbâs’ dan nakleder ki, her türlü rahatsız edici pisliklerden arınmış eşler demektir. Mücâhid ise hayızdan, idrardan, gaitadan, sümük, tükürük, meni ve çocuktan uzak demektir, der. Katâde rahatsız edici ve kötü galiz karşılanan şeylerden arınmışlardır der. Katâde’den bir başka rivayette de hayız ve rahatsızlık yoktur anlamına olduğu nakledilir. Atâ, Hasan, Dahhâk, Ebu Salih, Atiyye ve Süddî’den de bu ifâde nakledilir.
İbn Cerîr der ki bana Yûnus… Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Es-lem’den nakletti ki, o şöyle demiş; Temizlenmişten maksad, âdet görmeyendir. Onun dediğine göre Hz. Havva da isyan edinceye kadar böyle yaratılmıştı. İsyan edince Allah Teâlâ ona dedi ki; seni temiz yaratmıştım, ancak bu ağacı kanattığın gibi ben de seni kanatacağım buyurmuştur. Bu hadîs garibtir. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh… Ebu Saîd kanaliyle Hz. Peygamberden nakleder ki: «Onlar için orada temiz eşler de vardır» âyetinden maksad hayızdan, gaitadan, tükürük ve sümükten uzak demektir. Bu hadîs de garîbtir. Hâkim Müstedrek’inde Muhammed İbn Ya’kûb vasıtasıyla… Muhammed İbn Ubeyd’den aynı hadisi nakleder ve Buhârî ile Müslim’in şartına göre sahîh olduğunu bildirir. Ancak bu iddia üzerinde durulmayı gerektirir. Çünkü Ebu Hâtim’in sözünü ettiği Abdürrezzâk, hüccet olması caiz olmayan birisidir. Ben derim ki doğrusu bu Katâde’nin söylediği gibidir. Allah en iyisini bilendir.
«Hem onlar orada temelli kalıcıdırlar.» İşte saadetin tamâmı budur, çünkü onlar bu emin makamda ölmekten ve bitip tükenmekten emîn olarak nimet içerisinde yüzerler. Bu nimetin ne sonu, ne bitimi vardır. Sermedi ve ebedî olarak devam eder. Allah’tan bizi de onlarınzümresinde hasretmesi istenir. Muhakkak ki O cömerttir, kerîmdir, lütfü bol ve merhameti geniştir. [47]
Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerîm küfür ve isyan içerisinde bulunanlardan söz ettiği zaman îman ve takva üzerinde bulunanları da söz konusu etmektedir ki, aralarındaki açık farkı kesin hatlarıyla ortaya koysun.
Ey Muhammed, îman ve sâlih ameller işleyen mü’minlere müjdele : Onlar için, canların istediği, gözlerin zevkle seyreylediği, kulakların duymadığı ve beşer kalbinden geçmeyen sayısız nimetlerin bulunduğu cennetler vardır. Orada ağaçların altından akan ırmaklar ve tatlı meyveler vardır. Cennet meyvelerinden birisi, mü’minlere sunulduğunda hayret içerisinde, «bu meyveier, tıpkı dünyada gördüklerimiz gibi» derler. Ama ondan tattıklarında hayretle şekil ve tür bakımından dünya meyvelerine benzediğini, tat ve güzellik bakımından eşsiz olduğunu farkederler. Bu meyvelerin dünya meyvelerine benzer olması mü’minlerin onu rahatlıkla yiyebilmeleri içindir. Çünkü insanlar alıştıkları şeye daha çok tutkundurlar. Cennetin nimetleri sayısızdır. Allah’ın müttakî kullan için hazırladığı nimetleri dile getirmek mümkün değildir. Yüce Allah sadece bu ve benzeri âyetlerle bizim kavrayacağımız şekilde o nimetleri ifâde buyurmaktadır. Cennette daha önce insan ve cin eli değmemiş tertemiz huriler vardır. Orada mü’minler ebedî olarak kalırlar.
Elbetteki Allah sivrisinekle veya ondan daha basît bir varlıkla örnek vermekten kaçınmaz. Mânânın açıklanması ve bilinen şekilde gerçeğin izahı için örnekler verilir. Eğer kendisine örnek verilen şey hak ve îslâm gibi yüce bir değerse, buna ışık ve nûr örneği verilir. Buna mukabil örnek verilen şey, putlar gibi basît ve değersiz şeylerse ona da sivrisinek ve örümcek gibi varlıklar örnek verilir. Ancak Allah katında sivrisinekle deve arasında, en küçük varlıkla en büyük mah-lûkât arasında hiç bir fark yoktur. Mü’minlerin kalbinde, onları Allah’ın kelâmını tasdike sevk eden bir nûr vardır. Mülhid kâfirler ise sürekli kararsızlık içerisindedirler. Kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler «Allah bununla neyi kastetmiştir?» diye sorarken, bu âyetlerle kendilerine kitap verilenlerin ve mü’minlerin imânları artar. Sapıklığa düşenler ise, Allah’ın kendilerinden aldığı ahdi nakzedenlerdir. Bunca hüccetleri bulunmasına rağmen Hz. Muhammed’e inanmayanlardır. Halbuki kendi kitaplan olan Tevrat’ta O’nun peygamberliği yazılmış idi. Bunlar peygamberlerin bir kısmını diğerinden ayırarak, kimine inanırlar, kimini inkâr ederler. Halbuki Allah tüm peygamberlere inanmayı emretmiştir. Zaten bunların yegâne maksadı insanlar arasında bozgunculuk yapmak ve sapık inançlarla insanları aldatmaktır. Şüphesiz ki bunlar, dünyalarını hüsrana mahkûm etmişlerdir. Çünkü dünyada rezîl olmuşlardır, Allah’ın gazabına uğramakla da âhiretlerini kaybetmişlerdir. Bundan daha büyük bir kayıp olabilir mi hiç?
Bu bölümde de kâfirlerin Kur’an karşısındaki tutumlarının anlatılmasına devam edilmektedir. Küfredenlere seslenilerek, Allah’ın ru-bûbiyetini inkâr sadedinde ne gibi delilleri olduğu sorulmaktadır. Eğer onlar kendi fıtratlarıyla başbaşa bırakılsalar, kendiliklerinden Allah’ın azametinin delillerini bulurlardı. Allah kendilerine varlık ve akıl nimetini ihsan etmiş ve onları yeryüzünde şerefli varlıklar kılmıştır. Ömürleri için bir süre tayin etmiş ve neticede kendi katına gelip cezalandırılacaklarını belirtmiştir. İşte yaratılmış olduğunuz ve üzerinde yürüdüğünüz yeryüzü, her türlü esrarını keşfetmeye çalıştığınız dünya, bu bile sizin küfretmemeniz için yeterli bir nedendir. Bunun da ötesinde Allah’ın inceliklerini kullarına bildirmediği yüce kudret ve azametinin numunesi olan gökyüzü bulunmaktadır. Her şeyi ancak ve ancak Allah bilir. Bir şeyi yaratandan daha iyi bilen çıkar mı hiç? [48]
26- Şüphe yok ki Allah bir sivrisineği ve ondan daha küçük birşeyi misâl getirmekten çekinmez. İmân etmiş olanlar bunun Rablanmdan bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise, «Allah bu misâli vermekle ne murâd etmiş? derler. Allah onunla bir çoğunu sapıtır, bir çoğunu da hidâyete erdirir. Bununİa fâsıklardan başkasını saptırmaz.
27 — Allah’ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyi koparanlar, yeryüzünde fe-sâd çıkaranlar, işte onlar hüsrana uğrayanların tâ kendileridir.
Allah’ın Verdiği Bir Örnek:
Süddî, tefsirinde Ebu Mâlik kanalıyla… İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; Allah Teâlâ münafıklar için önceki iki örneği verdikten sonra, münafıklar, Allah bu gibi örnekler vermekten yüce ve münezzehtir dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu iki âyeti inzal buyurdu. Abdürrezzâk Ma’mer yoluyla Katâde’den nakleder ki; Allah, sinek ve örümceği zikredince müşrikler bunlar da ne oluyor ki Kur’an-ı Ke-rîm’de zikrediliyor? dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Şüphe yok ki Allah, bir sivrisineği ve ondan daha küçük bir şeyi misâl getirmekten çekinmez…» âyetini inzal buyurdu. Saîd Katâde’den naklederek der ki: Allah Teâlâ kitabında sivrisinek ve örümceği zikredince dalâlet ehli, Allah bunu zikretmekle neyi kasdediyor? dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurdu. Ben derim ki: Katâde’den nakledilen birinci ifâde bu âyetin Mekkî olduğunu gösteriyorsa da durum böyle değildir.
Sâid’in Katâde’den rivayet ettiği ifâde ise gerçeğe daha yakındır. Doğruyu en iyi Allah bilir. Ancak İbn Cüreyc Mücâhid’den Katâde’nin bu ikinci nakline benzer bir ifâde aktarmıştır. İbn Ebu Hatim de Süddî ve Katâde’nin Söylediğine benzer bir sözü Hasan ve İsmail İbn Ebu Hâlid’den nakleder. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’ten bu âyet hakkında şöyle dediğini nakleder : Bu bir misâldir, Allah Teâlâ onu dünyaya örnek olarak vermiştir. Bilindiği gibi sivrisinek aç kalınca yaşar, doydukça ölür. İşte bu Kur’an’da örnek verilen insanlar da. böy-ledirler, onlar dünyanın kiri ve pisi ile doldukça Allah onları alır. Sonra o şu âyeti okumuştur : «Kendisiyle uyarıldıkları şeyi unuttukları zaman onlara her şeyin kapısını açtık.» Bu ifâdeyi İbn Cerîr de nakleder. İbn Ebu Hatim ise Ebu Ca’fer yoluyla… Ebu’l-Âliye’den benzer bir rivayeti nakleder. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır.
Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki ihtilâf budur. İbn Cerîr Süddî’nin naklettiğini tercih ediyor ve bunun sûreye en uygun geldiğini ifâde ediyor ki, bu takdirde âyetin mânâsı şöyle olur: Allah Teâlâ ister büyük ister küçük olsun herhangi bir şeyi örnek olarak vermekten çekinmediğini, kaçınmadığını, utanmadığını haber vermektedir.
«Ondan daha küçük» anlamına gelen “Femâ fevkahâ” kelimesi hakkında iki görüş vardır. Birisine göre küçüklükte ve önemsizlikte ondan daha aşağı demektir. Nitekim bir insan cimrilik ve kötülükle nitelendirildiği zaman duyan kişi, «evet o ondan daha üsttedir» derse nitelediğim sıfatların daha fazlası onda vardır demek ister. İkincisi ise ondan daha büyüktür demektir, çünkü Allah katında sivrisinekten daha küçük ve önemsiz bir şey yoktur. Bu İbn Cerîr’in tercih ettiği görüştür. Allah küçüklükte ve önemsizlikte sivrisinek te olsa en küçük bir şeyi örnek vermekten kaçınmayacağını haber vermektedir. Nitekim bir başka âyette örümceği ve sineği örnek vermiştir: «Ey insanlar bir misâl verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp taptıklarınız biraraya gelseler bir sinek bile yaratamıyacaklardır. Sinek onlardan bir şey kapsa onu kurtaramazlar. Dâvâlı da dâvâcı da ne kadar güçsüzdür.» (Hacc, 73)
Bir başka sûrede ise şöyle buyurmaktadır: «Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin yuvasıdır, keski bilseler.» (Ankebût, 41). «Görmez misiniz, Allah hoş bir sözü, kökü sağlam dalları göğe doğru olan hoş bir ağaca benzeterek nasıl misâl vermiştir. İnsanlar ibret alsın diye Allah onlara örnek veriyor. Çirkin bir söz yerden koparılmış kökü olmayan çirkin bir ağaca benzer.» (îbrâhîm, 24). «Allah îman edenleri dünya hayatında ve âhirette sağlam bir söz üzerinde tutar, zâlimleri de saptırır. Allah dilediğini yapar.» (İbrahim, 27). ,
Bir başka âyette ise şöyle buyurur: «Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyen köle bir kulu örnek olarak verir…» (Nahl, 75). Bir başka âyette ise şöyle buyurur : «Allah sizin için kendi nefsinizden bir örnek vermiştir…» Bir başka âyette ise şöyle buyurur : Allah ortaklan bulunan bir adamı örnek vermiştir… (Nahl, 76). Ve nihayet şöyle buyurur: «Bu örnekleri biz insanlara veriyoruz, onları ancak bilginler anlar.» (Ankebût, 43). Kur’an-ı Kerîm’de pek çok örnekler vardır. Nitekim seleften bir kısmı şöyle demişlerdir: Kur’an’daki örnekleri duyup da an-lamayınca kendi kendime ağlıyorum çünkü Allah «Bu örnekleri biz insanlara veriyoruz onları ancak bilginler anlar.» buyurmuştur. Mücâhid ise «Şüphe yok ki Allah bir sivrisineği ve ondan daha küçük bir şeyi misâl getirmekten çekinmez…» âyetini şöyle tefsîr etmiştir : İster büyük olsun, ister küçük olsun, mü’minler örneklere inanırlar ve bunun Rableri katından gelme hakk olduğunu bilirler. Allah onunla dilediğini hidâyete erdirir. Katâde «imân etmiş olanlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler» âyetini şöyle tefsîr etmiştir: Onun Rah-mân’ın kelâmı olduğunu ve Allah katından geldiğini bilirler. Mücâhid, Hasan, Rebî’ İbn Enes’ten de bu şekilde rivayet edilmiştir. Ebu’l-Âliye «İmân etmiş olanlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler»âyetini bu örneklerin gerçek olduğunu bilirler diye tefsir etmiştir. Kâfirler ise «Allah bu misâli vermekle ne murad etmiş? derler.» Nitekim Müddessir sûresinde de Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor : «Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle ancak küfredenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da îmanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilmiş olanlar ve imân edenler şüpheye düşmesinler. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve küfredenler ise Allah bu misâlle neyi kasdetti desinler. İşte Allah böylece dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbının ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.» (Müddessir, 31). Aynı şekilde burada da Cenab-ı Allah : «Allah onunla birçoğunu sapıtır, birçoğunu da hidâyete erdirir. Bununla fâsıklardan başkasını saptırmaz» buyuruyor.
Süddî, tefsirinde Ebu Mâlik kanalıyla… İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve Peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki, «Allah bununla birçoklarını» yani münafıkları sapıtır ve «birçoklarını» yani mü’minleri doğru yola eriştirir. Kesin ve hak olarak bilmiş oldukları gerçeği yalanlamalarından dolayı bunların sapıklığını artırır. Allah’ın onlar için verdiği örnek kendilerine uygundur. Bu örnekle,Allah onları sapıklığa götürür. Yine birçok örnekle îman ve tasdik ehlini de hidâyete ulaştırır. Onların hidâyetlerine hidâyet ekleyerek îmanlarına îman katar. Onlar Allah’ın kendileri için verdiği örneğe kesin olarak uyduklarını kabul edip ikrar ederler. İşte onların hidâyete ermeleri budur. «Bununla fâsıklardan başkasını saptırmaz.» Süddî bunlann münafıklar olduğunu nakleder. Ebu’l-Âliye de bunların nifak ehli olduğunu belirtir. Rebî’ İbn Enes de böyle demiştir. İbn Cüreyc Mücâhid’den o da İbn Abbâs’dan nakleder ki: «Bununla fâsık-lardan başkasını saptırmaz.» âyetinden maksad kâfirler onu bilir ve küfrederler demektir. Katâde fâsıklar ise fıska dalmaları sebebiyle Allah tarafından sapıklığa sevkedilirler demiştir. İbn Ebu Hatim îshâk İbn Süleyman kanaliyle… Sa’d’den nakleder ki: «Allah onunla birçoğunu saptırır.» Yani haricîleri demektir.
Şu’be, Amr İbn Mürre kanaliyle Müs’ab İbn Sa’d’den nakleder kif o şöyle demiş : Sen babama Allah Teâlâ’nın «Allah’ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar…» âyetini sorduğumda, onlar Harûrîlerdir dedi. Eğer bu isnâd sahîh ise Sa’d İbn Ebu Vakkâs’ın âyeti bu anlama tefsiridir, yoksa bununla Hz. Ali’ye Nehrevân’da karşı- çıkan haricîlere karşı delil göstermek istenmiş değildir. Çünkü âyetin nüzulü sırasında bunlar yoktular. Sahîh oldukları vasıfları itibariyle bu âyetin muhtevası içerisine girenlerle birlikte onlar da girmişlerdir. Onlara haricî denmesinin sebebi; imâma itâattan dışarı çıkmaları ve İslâm şerîatiy-le hükmetmekten uzaklaşmalarıdır.
Fâsık, lüğatta itâattan çıkan kişi demektir. Araplar hurmaya kabuğundan çıktığı zaman “Feseka” kelimesini kullanırlardı. Bu mânâdan olarak fare deliğinden çıkıp bozgun yaptığından dolayı ona “Fuveysika” adı verilmiştir. Buhârî ve Müslim’de sabit olduğuna göre Hz. Âişe (r.a.) Rasûlullah’ın şöyle dediğini nakletmiştir : «Beş şey fâsık (haddi aşan) olup helâl ve haram anında (ihramda iken) öldürülürler. Bunlar karga, delice (dölengeç) kuşu, akrep, fare ve azgın köpektir.» Fâsık kelimesi; kâfiri ve âsîyi içine alır. Ancak kâfirin fâşıklığı daha şiddetli ve daha aşırıdır. Âyetteki fâsıktan murâd kâfirdir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ en iyisini bilir. Çünkü âyette itaat eden fâsıklar şöyle nitelendirilmektedirler: «Allah’ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar, birleştirilmesini emrettiği şeyleri kesenler, yeryüzünde fesâd çıkaranlar, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.» Bu sıfatlar mü’minlerin sıfatına aykırı düşen kâfirlerin sıfatlarıdır. Nitekim Allah Teâlâ Ra’d sûresinde şöyle buyurur : «Sana Rabbinden indirilenin hak olduğunu bilen kimse, hiç onu bilmeyen köre benzer mi? Ancak akıl sahipleri ibret alırlar. Onlar ki Allah’ın ahdini yerine getirirler ve anlaşmayı bozmazlar. Onlar ki Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri birleştirirler, Rablerinden korkarlar ve hesabın kötüsünden çekinirler. Onlar ki Rablerinin rızâsını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açıkça infâk ederler, iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı olarak girecekleri Adn cennetleri vardır. Babalarının, eşlerinin, çocuklarının, iyi olanları da oraya girerler. Melekler hep birden yanlarına girip «sabretmenize karşılık selâm olsun size, burası dünyanın ne güzel bir karşılığıdır» derler.» (Ra’d, 19-24). Buna mukabil fâsıklar hakkında da şöyle buyurur : «Pekiştirdikten sonra Allah’ın ahdini bozanlar ve Allah’ın birleştirmesini emrettiğini koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar, işte la’net onlara ve kötü yurt olarak cehennem de onlaradır.» (Ra’d, 25) .
Tefsir ehli fâsıklann bozdukları belirtilen ahdin mânâsı konusunda ihtilaflıdırlar. Bazılarına göre bu, Allah’ın yaratıklarına bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kaçınmaları konusunda bir emridir. Bu emri kitaplarında ve resullerinin dilleriyle açıklamıştır. Bu ahdi bozmaları demek onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Diğer bazıları da dediler ki; aksine bu, ehl-i kitaptan kâfirler ile münafıklar hakkında nazil olmuştur ve Allah’ın kendilerinden aldığı halde onların bozdukları belirtilen ilâhî ahid ise Tevrat’ta yap- malarını emrettiği hususlar ile gönderildiği zaman Hz. Peygamber (s.a.)’e tâbi olup onu tasdik etmeleridir. Peygamberin Rabbı katından getirdiklerini doğrulamalarıdır. Bu ahdi bozmaları onu.gerçek olarak tanıdıktan sonra inkâr etmeleridir. Allah’ın, kendi nefislerinden onu insanlara açıklayıp saklamayacaklarına dair almış olduğu ahdi, insanlara bildirmeyip saklamalarıdır. İşte Allah Teâlâ onların bunu arkalarına attıklarını ve az bir paraya satın aldıklarını bildirmektedir. İbn Cerîr Merhûm’un ve Mukâtil’in tercih ettiği görüş budur.
Diğerleri de dediler ki: Bu âyetle bütün küfür, şirk ve nifak ehli kaydedilmiştir. Allah’ın onlara ahdi ise rübûbiyetine delâlet eden deliller getirerek vahdaniyetini göstermiş olmasıdır. Allah’ın onlara ahdi hiç bir kimsenin benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu sabit olan hakîkatları kabul etmemeleri ve peygamberin getirdiği şeylerin hak olduğunu bile bile peygamberi ve kitapları yalanlamalarıdır. Mukâtil İbn Hayyân’dan buna benzer bir rivayet nakledilir ki bu hasendir. Başkaları da dediler ki, Allah Teâlâ’nın sözkonusu ettiği bu ahid, insanları Hz. Âdem’in sulbünden çıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir. Nitekim bu hususu Cenab-ı Allah şöyle nakleder : «Hani Rabbın insanoğlunun sulbünden soyunu devam ettirmiş, onlara ben sizin Rabbınız değil miyim? demiş ve buna kendilerini de şâhid tutmuştu. Onlar da evet şahidiz demişlerdi. Bu, kıyamet günü bizim bunda haberimiz yoktu, dersiniz veya daha önce babalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı biz de ondan sonra gelen bir soyuz, bizi boşa çalışanların yaptıklarından ötürü yok eder misin? dersiniz, diyedir.» (A’râf, 172-173). Bu ahdi bozmaları demek ona uymamaları demektir. Mukâtil İbn Hayyân’dan da böylece nakledilmiştir. Bu sözleri İbn Cerîr Taberî tefsirinde nakleder.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’ten nakletti ki o Ebu’l-Âliye’-nin Allah Teâlâ’nın : «Allah’ın ahdini pekiştirdikten sonra bozanlar…» âyeti hakkında şöyle dediğini nakletmiştir. Münafıkların altı özelliği vardır : İnsanlar üzerine galip geldikleri takdirde bu özelliklerini izhâr ederler. Bunlar şu hususiyetlerdir: Konuştukları zaman yalan söylerler, vadettikleri zaman dönerler, emânet olunduğunda hiyânet ederler, Allah’a söz verdikten sonra onun ahdini bozarlar, Allah’ın birleşmesini emrettiği bağı koparırlar, yeryüzünde fesâd çıkarırlar. Eğer galibiyet kendilerinin değil de başkalarının olursa şu üç özelliği izhâr ederler : Konuşunca yalan söylerler, vadedince dönerler, emânet olununca hiyânet ederler. Rebî’ İbn Enes de böyle demiştir. Süddî tefsrîrinde, alınan ahdin Kur’an’da sözkonusu olan ahid olduğunu,. onların bu ahdi kabul ettikten sonra küfre dönüp ahdi bozduklarım belirtir.
«Birleştirilmesini emrettiği şeyi kesenler.» Denildi ki bundan mak- sad sıla-i rahimdir. Nitekim Katâde şu âyet-i kerîme gibi bunu da tef-sîr etmiştir : «Eğer dönerseniz yeryüzünde fesâd çıkarıp rahimlerinizi koparırsınız.» (Muhammed, 22). İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Denildi ki; burada kasdolunan çok daha umûmîdir. Bununla Allah’ın birleştirilmesini emrettiği her şey ve koparılıp atılmasını buyurduğu her bağ kasdedilmiştir. Mukâtil İbn Hayyân «İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir» âyetini âhirette hüsrana uğrayanlar şeklinde tefsir etmiştir. Keza onların üzerine lanet ve kötü yurt vardır âyetini de böyle tefsir etmiştir. Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : Allah’ın müslüman olmayanlara nisbet ettiği her şey hüsran örneğidir. Hüsranla küfrü kasdeder. İslâm ehline nisbet ettiği hüsran tabiriyle günah kasdolunur. İbn Cerîr der ki, hüsrana uğrayanlar Allah’a isyanları sebebiyle Allah’ın rahmetinden kendi paylarını eksiltenlerdir. Tıpkı ana sermâyesini, sattığı .malın içerisinde veren tüccarın kaybetmesi gibi. Kâfir ve münafık da insanların ilâhî rahmete en çok muhtaç oldukları kıyamet gününde Allah’ın kullan için yaratmış olduğu rahmetten mahrum olmakla hüsrana uğramaktadırlar. [49]
28- Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken O diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek, en sonunda yalnız O’na döndürüleceksiniz.
Allah’ı Nasıl İnkâr Edebilirsiniz? :
Allah Teâlâ kudretini ve varlığını delil getirerek, kullan üzerinde tasarruf sahibi olan yaratıcılığını örnek vererek buyuruyor ki «Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz?» O’nun varlığını nasıl reddediyor veya onunla beraber ondan başkalanna ibâdet ediyorsunuz? «Halbuki siz ölüler iken O diriltti.» Siz yoktunuz, sizi yoktan varlığa çıkarttı. Nitekim bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Yoksa onlar hiç bir şeyden mi yaratılmışlar veya yaratıcıları kendileri midir? Yoksa onlar mıdır gökleri ve yeri yaratmış olan? Hayır onlar yakîn getirmezler.» (Tür, 36). Bir başka âyet-i kerîme’de de şöyle buyurulur : «İnsanın üzerinden öyle bir zaman geçti ki o anılmaya değer bir şey bile değildi.» (İnsan, 1). Bu konuda daha pek çok âyet-i kerîme vardır.
Süfyân el Sevrî.. Abdullah İbn Mes’ûd (r.a-)’dan nakleder ki o Allah Teâlâ’nın : «Dediler ki: Rabbimiz bizi iki defa öldürdün ve iki defa dirilttin.» âyetinin mânası Bakara süresindeki: «Halbuki siz ölüler iken O diriltti, sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecektir» âyetidir. İbn Cüreyc, Atâ’dan o da İbn Abbâs’dan nakleder ki «Siz ölüler iken O diriltti» âyeti, babalarınızın sulbünde ölü idiniz, yaratılıncaya kadar hiç bir şey değildiniz, sonra O sizi yarattı, sonra tekrar gerçek ölümle öldürecektir. Sonra da sizi öldükten sonra yeniden diriltecektir, demektir. Bu âyet şunun gibidir: «Rabbimiz bizi iki defa öldürdün iki defa dirilttin» (Gâfir, 11). Dahhâk İbn Abbâs’dan «Rabbimiz bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin» (Gâfir, 11) âyeti hakkında şöyle dediğini nakleder : Allah sizi yaratmazdan önce toprak idiniz, bu bir ölüştür. Sonra sizi diriltti ve yaratılış bahşetti, bu ise bir hayattır, dirilmedir. Sonra sizi öldürür ve kabirlere götürülürsünüz bu da bir başka ölmedir. Sonra kıyamet gününde tekrar diriltir ki, bu da bir başka hayattır. Bu iki ölüm iki hayattır ki Allah Teâlâ’nın bu kavli gibidir : «Halbuki siz ölüler iken O diriltti, sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecektir, en sonunda yalnız O’na döndürüleceksiniz.» Süddî de kendi senediyle İbn Abbâs’dan ve Mürre’nin rivâyetiyle İbn Mes’ûd ve ashâbtan bir topluluktan. Ebu’l-Âliye’den, Hasan el-Basrî’den, Mücâhid’den Katâde’den, Ebu Sâlih’den, Dahhâk’tan, Atâ el-Horasânî’den bunun gibi bir görüşü nakleder. Sevrî de der ki; Süddî Ebu Sâlih’den bu âyet hakkında; sizi kabirde diriltir, sonra öldürür şeklinde bir rivayet nakletmiştir. İbn Cerîr Yûnus kanalıyla… Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem’den nakleder ki; Allah onları Âdem’in belinde yaratmış, sonra onlardan ahid almış, sonra onları öldürmüş sonra da rahimlerde tekrar yaratmış, sonra tekrar öldürmüş, sonra da kıyamet gününde tekrar diriltmiştir. İşte ‘Allah Teâlâ’nın : «Rabbimiz bizi iki defa öldürdün ve iki defa dirilttin» âyetinin mânâsı budur. (Gâfir, 11). Bu ve önceki rivayet garîb bir lafızdır. Sahih olan İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve tabiînden söz-konusu cemâatin naklettiği rivayettir. Bu husus Allah Teâlâ’nın şu âyetinde olduğu gibidir : «De ki, Allah sizi diriltir, sonra öldürür, sonra da gelişinde şüphe bulunmayan kıyamet günü sizi toplar, ancak insanların çoğu bunu bilmezler.» (Câsiye, 26). [50]
29- Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyen O’dur. O, her şeyi bilendir.
Herşeyi Yaratan Allah’tır:
Allah Teâlâ insanların yaratıldıklarına delil olarak kendi nefislerinde müşahede ettikleri örnekleri zikrettikten sonra, göklerin ve yerin yaratılışlarıyla ilgili bir başka delili zikrediyor : «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde
düzenleyen O’dur.» Burdaki istiva kelimesi kasıt ve yönelmek manasınadır. Çünkü kelime harfi cer edatı olan ile müteaddî (geçişli) hale gelmiştir. Düzenleyen mânâsına gelen “Fesevvâhunne” kelimesi ise yedi gök halinde yarattı demektir. Gök burada cins isimdir. «O, her şeyi bilendir» yani ilmi yarattığı her şeyi kuşatmıştır, demektir. Nitekim bir başka âyeti kerîme’de şöyle der : «Yaratan bilmez mi hiç? O Latiftir, Habîr’dir.» (Mülk, 14). Bu âyeti, Secde süresindeki şu Âyet-i Celîle açıklamaktadır: : «De ki siz yeri iki günde yaratanı mı inkâr ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz? O âlemlerin Rabbı’dır. Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi, onu mübarek kıldı, rızıklarını arayanlar için yeryüzünün bitkilerini eşit olarak dört devre içinde yetiştirmesi kanununu koydu. Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne isteyerek veya istemeyerek ouy-ruğuma gelin dedi, ikisi de isteyerek geldiler. Allah bunun üzerine iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün işini kendisine bildirdi. Yakın göğü ışıklarla donattık ve bozulmaktan koruduk. İşte bu, Bilen, Azîz Allah’ın takdiridir.» (Fussilet, 9 -12). Bu Âyet-i Kerîme de gösteriyor ki Allah Teâlâ önce yeryüzünü yaratmaya başlamış, sonra yedi göğü halketmiştir. Bina yapanların durumu da böyledir. Önce alt tarafı yapmaya başlar, sonra üst kısmı yaparlar. Bundan sonra zikredeceğimiz gibi müfessirler de bu hususu tasrîh etmişlerdir. Ancak «Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki onu Allah bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış ve gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağlan ona yerleştirmiştir.» (Nâziât, 27 – 32) âyetine gelince denildi ki, burada yer alan
sonra “Summe” kelimesi fiilin fiile atfı için değil, haberin habere atfı için kullanılmış atıf edatıdır.
Denildi ki, yerin düzenlenmesi, göklerin yaratılışından sonradır. Bunu İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan rivayet etmiştir. Süddî tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih yoluyla İbn Abbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd ve ashâbtan bir topluluktan nakleder ki: «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyen O’dur.» Âyeti hususunda onlar şöyle demişlerdir: Allah Tebâreke ye Teâlâ’nın arşı suyun üzerindeydi, suyun yaratılmasından önce hiç bir şey yaratılmamıştı. Allah yaratıkları yaratmak isteyince sudan buhar meydana getirdi. Buhar suyun üzerinden yükseldi ve bu yükselen şeye yükseklik mânâsına «gök» dedi. Sonra suyu ka-tılaştırdı ve ondan bir tek yer meydana getirdi, sonra bu yerleri parçaladı ve onları iki günde -pazar ve pazartesi günü- yedi yer haline getirdi. Yeri balığın üzerinde yarattı ki balık Allah Teâlâ’nın Kalem sûresinde: «Nûn ve Kaleme Andolsun ki…» (Kalem, 1) sözkonusu edilen Nûn balığıdır. Balık sudadır. Su ise kayalığın üzerindedir. Kayalık hiç bir bitki bitirmeyen büyük bir taşın üzerindedir. Taş ise, bir meleğin sırtındadır, melek te bir kayanın üzerindedir kaya rüzgârdır. İşte Hz. Lokman’ın «Ne gök vardı ne yeryüzü. Balık hareket etti ve kımıldadı, yeryüzü sarsıldı ve üzerine dağlar çekilerek durduruldu bunun için dağlar yeryüzünün üzerine oturtulmuştur» diye bahsettiği kaya budur. Allah Teâlâ’nın Nahl süresindeki: «Yeryüzünde sarsılma-yasınız diye sabit dağlar, nehirler ve belki yolunuzu bulursunuz diye yollar ve işaretler meydana getirmiştir. Onlar yıldızlarla da yollarını .bulurlar.» (Nahl, 15 -16) âyetinde bahsettiği dağlardır. Allah dağları yeryüzünde yaratmış ve yeryüzünde halkın yiyeceği gıda maddelerini ve ağaçları da salı ve çarşamba günü olmak üzere iki günde yaratmıştır. Nitekim bu hususta da şöyle buyurur : «De ki siz, yeri iki günde yaratanı mı inkâr ediyor ve O’na eşler koşuyorsunuz? O âlemlerin Rabbı’dır. Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi, onu mübarek kıldı. Rı-zıklarını arayanlar için yeryüzünün bitkilerini eşit olarak dört devre içinde yetiştirmesi kanununu koydu.» (Fussilet, 9 -10). «Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi.» Bu duman suyun buharlaşmasından olmuştu ve bir tek gök halinde idi, sonra onları parçaladı, perşembe ve cuma günleri iki günde yedi gök haline getirdi. Cuma gününe, Cum’a denmesinin sebebi Allah’ın o günde göklerle yeri birleştirmiş olmasındandır. «Allah bunun üzerine iki gün içinde yedi gök var etti ve her göğün işini kendisine bildirdi.» (Fussilet, 12). Allah her gökte meleklerle beraber oranın yaratıklarını yarattı, denizleri, dağları ve daha bizim bilmediğimiz şeyleri. Sonra dünya göğünü yıldızlarla süsledi ve onu şeytânlardan korunan bir korunak ve süs yaptı. İstediği şeyleri yarattıktan sonra Arşa yöneldi. İşte âyet-i kerîme’deki: «Sonra göğe yönelip onları yedi gök halinde düzenleyen O’dur.» âyetiyle Enbiyâ süresindeki : «Gökle yer bitişik idi onları biz ayırdık.» (Enbiyâ, 30) âyetinden kastolunan budur.
İbn Cerîr der ki bana Müsennâ… Abdullah İbn Sellâm’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah yaratmaya pazar günü başladı. Pazar ve pazartesi günü iki günde yerleri yarattı, salı ve çarşamba günü yerlerdeki rızıklarla dağları yarattı. Perşembe ve cum’a günü gökleri yarattı. Cum’a günü son anında yaratmayı bitirdi. Ve burada acele olarak Âdem’i yarattı işte kıyametin kopacağı saat te bu saattir. Mücâhid der ki: «Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan…» âyetinin anlamı, Allah gökyüzünden önce yeryüzünü yarattı, demektir. Yeryüzünü yaratınca ondan bir duman çıktı. İşte : «Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi ve onu yedi gök halinde düzeltti» buyuran âyetin mânâsı budur. Yani birbiri üstünde yedi gök ve birbiri altında yedi yer var etti, demektir.
İbn Ebu Hatim, İbn Merdûyeh’den bu âyetin tefsiri konusunda Neseî ve Müslim’in de rivayet ettiği hadîsi nakleder ki bu hadîste İbn Cüreyc… Ebu Hüreyre’nin şöyle dediğini bildirir : Resûlullah (s.a.) elimi tuttu ve dedi ki Allah toprağı cumartesi günü yarattı, onun üzerindeki dağları pazar günü yarattı, pazartesi günü ağaçları yarattı, salı günü kötülükleri, çarşamba günü aydınlığı yarattı. Perşembe günü yeryüzünde canlıları yaydı, ve cum’a günü son saatte ikindi ile akşamın arasında Hz. Âdem’i yarattı.
Bu hadîs Müslim’in garîb hadîslerindendir. Bu konuda Ali İbn el-Medenî ve Buhârî ve daha başka birçok hafızlar söz söylemişler ve bunun Kâ’b’m sözü olduğunu belirtmişlerdir. Bu sözü o, Kâ’b el-Ahbâr’dan duymuş, ancak bazı râvîler yanılarak onu merfu hadîs haline getirmişlerdir. Beyhakî de böyle kaydeder. [51]
Kâinatın yaratılışı günümüz ilminin ençok ilgilendiği konuların başında gelir. Geosentrik sistemden Heliosentrik sisteme geçiş, Kepernik ve Galile’nin astronomi alanındaki çalışmaları, Kont-Zaplace veya çarpışma teorisi, büyük patlama (Big-Bang) teorisi bu alanda ençok tartışılan konulardır. Dünyanın yaratılışı ile ilgili mukaddes kitaplarda da izahlar bulunmaktadır. İşte bu âyette Kur’an-ı Kerîm kâinatın yaratılışı konusunun bir cephesine temas etmektedir. [52]
Dünya ve Gezegenler:
Cevheri de şöyle diyor :
İyi bil ki, biz bu yeryüzünde mahbûsuz, bu bataklığa dalmışız. Çeşitli âlemler ve arzular, âlemleri kavramaktan ve hakîkatlan bilmekten, kâinattaki hârikaları açıklamaktan bizi alıkoyuyor. Gökler âlemi bizim gördüğümüz âlemden daha parlak, daha muazzam, daha aydınlık ve daha güzel olduğu için akıl sahiplerinin nazarları ve din adamlarının görüşleri gökler âlemine takılmıştır hep. Yunanlıların naklettiğine ve Batlamyuslar zamanında İskenderiye bilginlerinin yaptıkları araştırmalara göre, yeryüzü âlemin merkezini teşkil ediyordu. Ay, Uta-rid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zühal ise yeryüzünün çevresinde dönüyorlardı. Ve her birisi, doğudan batıya doğru dünyanın etrafında belirli bir yörüngeyi izliyordu. Onların belirttiğine göre, gezegenlerin özel bir yörüngeleri vardı. Yedi gezegenin günlük hareketleri her biri diğerinin tersine, doğudan batıya ve batıdan doğuya idi. Yörüngelerinde bu yıldızlar gittikleri yönün tersine dönen bir çarkın üzerinde gezinen karıncaya benziyorlardı. Bu hareketlerle ay yılı, güneş yılı ve diğer yıldızların yılları tesbît ediliyordu. Onlar diyorlardı ki; bu yedi gezegeni kuşatan iki gezegen daha vardır. Bunlar da sabit gezegenlerle, Atlas gezegenidir. Ve yine diyorlardı ki, bizim .sekizinci bir yörünge daha farzetmemiz lâzım ki onda sabit yıldızlar bulunsun, dokuzuncu bir yörünge daha tesbît etmemiz lâzım ki, günlük hareketin başlangıcı orada başlasın. Yörüngelerin sırasına gelince o da aynı şekilde sıralanıyordu. Bu konuda uzun uzadıya deliller serdediyorlardı ki gerçekte bunların hiç bir dayanağı yoktu. Hattâ güneşin yörüngesini, dördüncü sıraya koydukları için güzellerin göğsündeki gerdanlığın şemsesine benzetmişlerdi, çünkü o ortada bulunurdu. Diğer feleklere gelince, onlar altta bulunan yıldızın üstte bulunana ağırlık verdiğini ve ağırlıklı olanın diğerinin altında olduğunu söylüyorlardı. Kısaca Batlamyus astronomisindeki görüş bundan ibarettir. Bu-görüşün etkisiyle yazılmış olan Barnaba İncili’nde denilir ki; «İsâ şöyle dedi: Ben size doğruyu söylerim ki, gökler dokuz tanedir. Bunların arasına gezegenler yerleştirilmiştir ki her biri diğerinden erkek yürüyüşüyle beşyüz sene uzaklıkta bulunur. Keza yeryüzü de gökyüzünden beşyüz sene mesafede bulunmaktadır. Ancak bu ilk gök ve yeryüzü arasındaki karşılaştırmanın üzerinde dur. Çünkü yeryüzünün bir kum tanesinden büyük olduğu kadar ilk gök, yeryüzünden daha büyüktür. Bu fazlalık ikincisinden daha fazla, üçüncü de ikincisinden daha fazladır. Ve bu, böylece diğeri bir öncekinden daha fazla olmak üzere, son göğe kadar uzanır gider. Sana doğruyu söylerim ki, cennet bütünüyle yeryüzünden ve gökyüzünden daha büyüktür. Tıpkı yeryüzünün bir kum tanesinden daha büyük olduğu gibi.»
Sonra Barnaba İncili’nde denilir ki: «O zaman Melek Cebrail İsâ-ya gelerek ona bir ayna gösterdi, parlaklığı güneşin parlaklığı gibiydi ve İsâ o aynada şu sözleri gördü : Doğruyu söylerim ki, ebedî olan asıl cennet, bütünüyle gökyüzü ve yeryüzünden daha büyüktür. Ve nasıl yeryüzü, bir kum tanesinden daha büyükse işte ben de Cennet’-ten daha büyüğüm. Denizlerin kumlarının tanesinden ve denizdeki suların damlalarının tanesinden ve hayvanların derilerinin kıllarının tanesinden çok daha fazla. Hattâ gökleri ve Cenneti dolduracak kum tanelerinin sayısından daha fazla…»
İşte Antikçağ filozoflarının sözleri ve işte İncil’in ifadeleri. Sonra Yunan felsefesi Fârâbî ve İbn Sina’nın eliyle Arapçaya aktarıldı ve feleklerin dokuz tane olduğu kararlaştırıldı. Buna dayanan İslâm bilginleri, onların görüşlerini inceledikten sonra dediler ki, bu dokuz felekten yedisi gök, ikisi de Kürsî ve Arş’tır. Yedi göğün zikri yukarda geçti. Kürsî ise sabit yıldızların feleğidir. Arş diğer feleklerin günlük hareketlerini kuşatan doğu ve batı yönlerindeki yörüngelerini ihata eden felektir, dediler. Bir süre sonra İslâm ümmetinden büyük filozoflar ve seçkin bilginler, bu görüşün bâtıl, şerîate ve akle aykın olduğunu farkettiler. Ve dediler ki, Kur’an’da sözkonusu edilen yedi gök sınırlayıcı bir rakam değildir, çünkü sayı anlaşılmaz. Zira bir kişi benim yanımda iki at vardır derse, bu söz onun yanında bin at olması ile çelişmez. Filozoflar bu feleklerin kadîm olduğunu ve fanî olmasının imkânsızlığını söylediler. Yıldızların da böyle olduğunu belirttiler ki, bu hem akla, hem de dine aykırıdır. Dediler ki; güneş kendi etrafında döner, ortada Atlas feleği veya ortada herhangi bir şey yoktur, bütün yıldızlar boşlukta dönmektedirler. (…) Onaltıncı asırdan sonra gelişen astronomiye göre ise, bu âlemlerin hepsinde dünya, ay ve yıl- dızlar vardır. Bunlar hızla hareket eden fezaya dağılmış duman gibiy-mişler. Milyonlarca sene boyunca hareket hızı kazanmaları neticesinde, güneşler oluşmuş, sonra yine milyonlarca .sene dönmüşler ve bu güneşlerden birisinden bizim güneşimizle gezegenleri kopmuş. Utârid Zühre, Yeryüzü, Merîh, Müşteri, Zühal, Uranüs ve Neptün teşekkül etmiş. Bu gezegenlerin sayısı sekizdir. Sonra Merîh ile Müşteri arasında altı yüz küçük gezegen uydusu bulunduğunu tesbît etmişler. Ancak bu altıyüz uydu birleşse hiç birisi ayın büyüklüğü kadar yer işgal edemezler. Bu gezegenler güneşin etrafında devrederler. Utârid devrini 28 günde tamamlar, Zühre ise 226 günde, Merîh 321 günde. Dünya 1 yılda, Müşteri 11 yıl 313 günde, Zühal 29 yıl 167 günde, Uranüs 48 yıl 7 günde, Neptün 148 yıl 268 günde bir devir yapar. Ancak güneşin etrafında henüz keşfedilmemiş başka gezegenler de olduğu sanılmaktadır. İlmin hârikalarından birisi de çağdaş bilginlerin Müşteri ile Merih’in arasında bulunan uydulan araştırıp ve gezegenlerin güneşe uzaklığı konusunda koydukları kaide uyarınca bunların sayılarını tesbît etmiş olmalarıdır. Bu gezegenlerin güneşten uzaklığı belli bir oran dahilindedir. Bunları şöylece sıralamak mümkündür :
Utarid 0+4 4×9: 36.000.000 mil
Zühre 3+4 7×9: 63.000.000 mil
Dünya 6+4 10×9: 90.000.000 mil
Merih 12+4 16×9: 144.000.000 mil
Güneş 24+4 28×9: 252.000.000 mil
Müşteri 48+4 52×9: 468.000.000 mil
Zuhal 96+4 100×9: 900.000.000 mil
Uranus 192+4 196×9: 1.764.000.000 mil
Neptün 284+4 288×99: 2.592.000.000 mil.
İşte gezegenlerin güneşten uzaklıkları. Yani bu uzaklıklar yaklaşık bir düzen içerisinde yer almış bulunmaktadır. Buna göre her gezegen ?n derecesine dört eklenir ve dokuzla çarpılırsa güneş ile aralarındaki uzaklık bulunur. Görüldüğü gibi Utârid sıfır derecededir, ona dört eklenip dokuzla çarpıldığında uzaklığı bulunur. Keza Zühre üç derecededir, dört eklenince yedi olur, dokuzla çarpılınca altmışüç olur. Keza yer Zührenin iki katı olan altıdır, ona dört eklenince on olur, dokuzla çarpılınca doksan milyon mil olur. Merih ise altının iki ile çarpımı olan onikidir, buna dört eklenince onaltı olur, dokuzla çarpılınca da yüzkırkdört olur. Diğerleri de böylece katlanarak gider. Ancak bu çarpımdan küçük rakam farklılıkları bulunmaktadır. Çünkü Zühre’nin uzaklığı 67, Dünyanın uzaklığı 93, Merînin uzaklığı 143, Müş-larinin uzaklığı 484, Zühal’in uzaklığı 887, Uranüs’ün uzaklığı 1782 ve Neptün’ün uzaklığı da 2792 milyon mildir.
İyi bil ki; Utârid ve Zühre aşağı gezegenlerdir, çünkü onların yörüngesi yerin yörüngesinin içerisindedir. Diğer gezegenler ise yukarı gezegenlerdir ki onlann yörüngesi yerin yörüngesinin dışındadır. Benim güneş manzumesi hakkındaki söylemek istediklerim bunlardır.
Sabit yıldızlara gelince, onların sayısını Allah’tan başka kimse bilmez. Bilginler araştırmışlar ve bunun yüzmilyonlan bulduğunu tesbît etmişlerdir. Büyük teleskoplar vasıtasıyla çektikleri fotoğraflarla bunu tesbît etmektedirler.
İyi bil ki; güneşin ışığı bize sekiz dakika onsekiz saniyede ulaşır. En hızlı tren yeryüzünden güneşe doğru hareket etse ve gece gündüz durmadan yol alsa, güneşe en erken ancak 350 senede ulaşması mümkündür. Ben bunu sana söylüyorum ki, Allah’ın azamet ve celâlinin miktarını anlayasın ve daha sonra sabit yıldızları hakkında söyleyeceklerimi kavrayasın.
İyi bil ki; güneşin ışığı 1 saniyede 186.000. mil yol kat eder ve bir yılda 6 milyar millik mesafe alır.
İyi bil ki; bize, en yakın yıldızın ışığı 4 ışık senesinde ulaşır. Güneşin ışığı bize 8 dakika 18 saniyede ulaştığına ve uzaklığı da çok büyük bir mesafede olduğuna göre bize 4 yılda ışığı ulaşan yıldızların uzaklığını nasıl hesap edeceksiniz? 8 dakika nere, 4 yıl nere? Öyle yıldızlar da vardır ki bize ışıkları bin (1000) ışık senesinde ulaşamaz. Sirius yıldızının ışığı bize 9 ışık senesinde ulaşır. Keza ışıkları bize 14, 30, 32 ve 50 senede ulaşan yıldızlar vardır.
İyi bil ki; ilim adamları sabit yıldızları, ışıklarına göre taksim etmişlerdir. En parlak olan yıldızı birinci kadirden daha sonra gelen parlaklıktaki yıldızları da sırasına göre tasnif etmişlerdir. Eskiler altı kadirden yıldız tesbît etmişken, yeniler 20 kadire kadar ulaştırmışlardır. (…) İşte insanların göklerle ilgili bildikleri şeyler bunlardır. Allah seni korusun. İskenderiyye bilginlerinin anlattıkları ve Barnaba İncil’inde nakledilenlerle bugünkü insanoğlunun bildikleri arasındaki farkı, var sen kıyas et. Allah’ın azameti bugün çok daha açık tecellî etmiştir. Görmüyor musun İncil’de eskilerin sözü gibi her gök arasında 500 yıl olduğu anlatılıyordu ve 9 gök bulunduğunu belirtiliyordu. Bu göğü müslümanlar yedi gök, arş ve kürsî olarak belirtmişlerdi. Buna göre, göklerin mesafesinin toplamı insan yürüyüşüyle 4.500.000 senelik mesafe oluyordu. Bu ise bugün bilinene nisbetle çok basît bir ölçüdür. Görmüyor musun bu mesafeyi ışık 4 dakikadan daha az bir zaman içerisinde katetmektedir. Ve bugünkü insanların bildikleri ilâhî kudretin genişliği, bugün bizimle güneş arasındaki mesafenin yansım geçmiyordu. Çünkü güneşin ışığı bize 8 dakika 18 saniyede ulaşır. Güneşin uzaklığı da ne oluyor, az bir uzaklık. Çünkü güneş dünyamıza çok yakındır. 8 dakika nerede, bize en yakm yıldızın mesafesi olan 4 yıl nerede? Işığı bize binlerce senede ulaşan yıldızlara kıyâsla bu mesafe ne kadar da küçük kalıyor? Akıllar şaşmış, gözler göremez olmuş, fikirler hayrette kalmış. Eskilerin zikrettikleri ilâhî azametle bugün bilinenler ne kadar farklı? Eğer sen yıldızların ışığının bize ne kadar zamanda ulaştığını bilmek istiyorsan, bizim her gece gözlediğimiz yıldızların bir çoğunun ışığının bize yeryüzü yaratılmazdan önce yollanmış olduğunu, ancak şimdi gözümüze ulaştığını düşün. Ve yine, yeryüzü yaratılmazdan önce yola çıkmış fakat yok olmuş, ama ışığı bize henüz yeni gelmiş olan yıldızlar bulunduğundan da kuşku duyma. Biz şu anda onun çok önceden gönderdiği ışığını gözlüyoruz ve bize gelen jşık onun yok olmazdan önceki ışığıdır. Şu halde İskenderiyye bilgilerine dayanarak ve İncil’de yer alan bilgilerin, Kur’an’a uygun düşen modern ilimlere nisbetle hiç bir değeri yoktur. Öyleyse modern ilmin keşfi, İslâm’a uygun bir keşif olmuştur ki bu da İslâm’ın eşsiz bir mu-cizesidir.
Ben bu tefsirden buraya kadar olan kısmı yazdıktan sonra faziletli bir bilgin ziyaretime geldi. Yazdıklarımı ona gösterince sevindi ve dedi ki, Allah senden razı olsun, Sen Allah’ın celâlini, cemâlini ve san’-atmın hârikalarım tesbît ettin. Ancak şu anda Kur’an’a aykırı durumla karşı karşıyasın. Ben, nedir o durum? dediğimde, dedi ki: Sen yıldızların fezada hareket ettiğini söylüyor ve bu modern görüştür diyorsun. Bunun üzerine dedim ki, yıldızların fezada hareket ettiğini söyleyenler, ne eski, ne de yeni ilmin söylediklerini biliyorlar. Eskiler feza varlığının bulunmadığım tesbît etmişler ve boşluk imkânsızdır demişlerdi. Çünkü biz boş bir yer düşündüğümüzde onu ya aydınlık veya karanlık olarak düşünmek zorundayız. Karanlık ve aydınlık ise ya arazdır veya cevherdir. Ya da birisi araz, diğeri cevherdir. Eğer ikisi de cevher olursa bu doğrudur. Eğer ikisi araz olursa, araz cevhersiz olmaz. Eğer ikisi araz diğeri cevher olursa, mes’ele açıktır dolayısıyla kâinatta boşluk diye bir şey yoktur, diyorlardı.
Modern bilginler ise diyorlar ki: Yıldızların ışıkları yeryüzüne ulaştığına göre, bunun mutlaka bir madde tarafından taşınması gerekir. Nitekim telsiz telgraf bu nazariyeye dayanılarak icâd edilmiştir. Şu halde ne eskiler ne de yenilerin kâinatta boşluğu kabul etmedikleri sabit oluyor. Yıldızlar boşlukta hareket ederler diyen kişi eski ve yeni bilgilerin hepsinden habersizdir. Bunlar bilgileriyle gururlanan ilkokul öğrencileridir. Bunun üzerine o bilgin zât, doğru söylersin dedi, yıldızlar mevcûd cisimler üzerinde hareket ederler, ancak Allah göğün yedi kat olduğunu söylüyor ne dersin? deyince, dedim ki, esirin varlığını kabul ettikten sonra Kur’an’ı anlamak gayet kolay olur.
İyi bil ki; sayı, anlaşılan bir şey değildir, Müfessirlerin ve filozofların bazıları da böyle demişlerdir. Allah yedi gök dediğine göre, bu yedi sayısının daha fazla olmasını engelleyen bir engel yoktur. Sen, düşüncenin sonuna ulaşamadığı, vehmin derinliğini kavrayamadığı, eşsiz ve hârika dolu yıldızlarla, sayısız yaratıkların içinde uzandığı hârika ve latîf cirmi bildikten sonra, o ister yedi olsun, ister bir olsun hiç önemi yoktur. Çünkü hepsi Allah’ın fiilidir ve hepsi de Allah’ın cemâl ve celâline delâlet eder. Onun tecellîsi ve yüce makamından fışkıran aydınlık ve parlak nurunun belirtileridir. Hareket eden yıldızlardan her birinin bir yörüngesi vardır, her güneşin bir yörüngesi vardır. Allah; hepsini yaratan, hayırları bol bol veren, güzellikleri, parlaklıkları ve aydınlıkları lütfedendir. Nitekim İmâm Gazzâlî Tehâfüt el-Felâsife isimli eserinde der ki; «Âlemin hadis olduğu tesbît edilince bu ister küre şeklinde olsun, ister sekizgen, ister altıgen olsun farksızdır. Ve yine ister gökyüzü ve onun altında bulunan cisimlerin tabakası onüç olsun veya daha az veya daha fazla önemsizdir. Bu konulara bakmanın ilâhî ilimleri araştırmaya nisbeti, soğanın tabakalarına ve tabakalarının sayısına ve narın tanelerinin sayısına bakmak gibidir. Maksat, bunların sadece Allah’ın fiili olmasıdır, ama nasıl olursa olsun.»
Ben derim ki; ey zekî kişi, bu «yedi» lafzı seni araştırma ve incelemeden alıkoymasın. Bundan sakın, çünkü sayı, sınır değildir. Sen ilâhî güzelliğe bak ve bu güzelliklerin Kur’an’a aykırı olduğunu sanan korkaklardan ve ödleklerden olma, ya da bu gibi lafızları duyunca inkâr eden, bilgisizlikleri ve akıllarının çarpıklığı nedeniyle ilhâda sürüklenen zavallılardan olma. Her iki grup ta Allah’ın «Onunla çoğunluğu sapıklığa düşürür» buyurduğu kimselerdir.
Bunun üzerine arkadaşım bana dedi ki; öyleyse sen modern görüşü destekliyorsun. Ben, hâşâ, ne modern, ne de eski görüşü destekliyorum, dedim. Biz eskiden Kur’an’ı, eski görüşe göre uydurmuşuz, sonra bu görüşün sakatlığı açığa çıktı ve modern görüş geldi. Bu görüşün Kur’an’a daha uygun olduğunu gördük. Kur’an ise her iki görüşten de üstün ve yücedir, ancak ilerde daha değişik görüşlerin ortaya çıkmayacağını kim söyleyebilir? Kur’an ayaktan ayağa atılan bir top mudur? Hayır. Sadece benim söylediğim müslümanlann kalbinin itmi’-nân kazanması için âyetin tatbikinden ibarettir. Allah’ın san’atının ve fiilinin kelâmına aykırı olmadığının bilinmesini tesbîttir. Bu uygulama sadece güven ve itmi’nân içindir. Bunun üzerine arkadaşım bana dedi ki; neden modern görüş Kur’an’a daha uygun geliyor sence? D,e-dim ki, evvelâ Kur’an: «Sizin bilmediklerinizi de yaratır» buyuruyor. Modern görüş te bize Allah’ın yarattıklarının genişliğini ve kavrana-mayacağını gösteriyor. İkinci olarak, eskiler yıldızların ve gezegenlerin yok olmayacağını söylüyorlardı, modern görüş ise tıpkı insan ve hayvan gibi yıldızların da meydana gelip öldüğünü ve değiştiğini söy- lüyor. Hatta oluş devresinde bulunan yıldızların gözlendiği ve altmış bine yakın yıldızın yok olduğu belirtiliyor… Arkadaşım bana bu anlattıklarını özetler misin? dediğinde şöyle dedim : Önce insanlar göğün bir tek olduğunu görüyorlardı, sonra din onun yedi olduğunu söyledi, filozoflar da bunu dokuza çıkardılar. Üçüncü olarak müslüman-lar eski zamanda yedi kat göğe, arş ve kürsîyi de eklediler. Eski filozoflara ve Barnaba İncil’inde belirtilen dokuz göğe paralel bir sistem kurmak için diğer felekleri de kürsî ve arş olarak belirttiler. Sonra eski görüş iptal edildi ve tabîatiyle Barnaba İncili’yle müslümanlardan bu fikre uyanların görüşü de iptal edilmiş oldu. Nihayet modern görüş Allah’ın azametinin eskilerin söylediklerinden daha fazla olduğunu açıkladı ve eskilerin görüşünü, modern ilmin görüşüne göre, bir zerrenin yeryüzüne dağlara ve denizlere nisbeti gibi olduğunu, hattâ ondan çok daha önemsiz olduğunu ortaya çıkardı.
Beşinci olarak, âlemde boşluk olmadığı göklerin fiilen var oldukları eski ve yeni belgelerle açıklandı.
Altıncı olarak, gökyüzünün yedi olduğu ve bunun üst üste tabakalar anlamına geldiği anlaşıldı.
Yedinci olarak bizim maksadımız Kur’an’ın araştırmalara boyun eğdirilmesi değildir, eski görüşler, nasıl ibtâl edildiyse, yeni görüşler de ibtâl edilebilir. Kaldı ki Kur’an hepsinin üstündedir. Âyetin bu gör rüşe tatbîk edilmesi, mü’minlerin bilgiye alıştırılması ve ilmin Kur’an-ın lafızlarına aykırı olduğu zannedilip te ilimden kaçmamalarını sağlamak içindir.
Bunun üzerine arkadaşım bana dedi ki bu mes’eleyi tam olarak açıkladın. Ancak benim bir suâlim daha var, o da şu : Allah neden yedi gök tabirini kullanmış ta bir tek gök dememiş? Halbuki insanlar bir tek gökten başkasını görmüyorlar? Dedim ki; İyi bil ki; Allah bir tek gök demiş olsaydı müslümanlann kafası bu noktaya takılır ve diğerlerini araştırmazlardı. Ancak yedi gök tabirini duyunca Yunan felsefesini okumaya koyuldular. Sonra biz, modern felsefeyi okuduk ve Allah’ın hikmetini, nimetini öğrendik. Yedi tabirinin bir deneme olduğunu ve bunun araştırıcıların zihnini hayrete düşürdüğünü gördük. Rûh hastaları, aklı cılız, düşüncesi zayıf, korkak, endişeli ve ürkek kimseler, ben âlemlerin Rabbından korkarım diyerek âlemleri araştırmaya dalmazlar. Mü’minlerin, ilâhî cemâl ve celâli araştırmasına Allah’ın kızacağını zannederler. Azmi kuvvetli, himmeti yüce, nefsi gelişmiş olan kişiler, bu konulan araştınrlar ve Allah Azze ve Celle’nin fiilini bilir ve kendi kendilerine şöyle derler : Bu, Allah’ın fiilidir, ben de onun kelâmını okuyorum. Allah’ın fiili ile kelâmı birbirini destekliyor ve fiiliyle kelâmı birbiriyle çelişmiyor, ancak bilgisizler onu çelişik sanıyorlar. İşte ben de Allah’ın san’atını araştırıyorum. Sonra da Allah’ın kelâmına bu sanatı tatbik etmeye çalışıyorum. Böylece müslümanlar ilerleyip gelişsinler ve öğrensinler. Nice zekî müslüman var ki, modem ilimleri okumuş ve dini inkâra yeltenerek, ilmi elde edenin; peygamberlerin getirdiğini, getirebileceğini ve peygamberlerin bilmediğini, kendisinin bileceğini zanneder olmuştur. Nice ahmak müslüman da var ki, bu konulara muttali olmuş, bunun dine aykırı olduğunu zannederek o konulan araştırmaktan kaçmıştır. Ben, doğruyu söylüyorum. Müslümanlardan seçkin çok az kişi din ve ilmin birbirini doğruladığını kabul eder. Dini doğrulayanların çoğunluğu, din bilginleriyle câhillerdir. Çağdaş öğrenim görenlerin çoğunluğu ise dinin ayrı bir şey, ilmin de ayrı bir şey olduğunu söylerler.[53]
Reşîd Rızâ ise der ki;
Kısacası Allah Teâlâ yeryüzünü ve üstünüzdeki gökleri tedricî olarak yaratmıştır. Biz, onların yaratılışını görmedik, bize anlatılanlar sadece Allah’ın kudretine ve hikmetine delil getirmek içindir. Allah’ın üzerimizdeki nimetini ve lütfunu hatırlatmak içindir. Yoksa göklerin ve yerin yaratılış tarihini belirtmek için değildir. Çünkü bu, dinin hedefini teşkil etmez. Yaratılışın başlangıcı ve sırası bilinmemektedir. Ancak göklerin yedi gök olarak düzenlenmesinin, yeryüzünün oluşumundan sonra olduğu anlaşılmaktadır. Ve yine buradan anlaşılıyor ki, gökler yeryüzünden önce mevcut imiş. Ancak yedi gök halinde değilmiş. Bu sebeple onları «yedi gök olarak tanzîm etti» âyetinde tanzim anlamına istiva zikrediliyor. Buradan biz Allah Teâlâ’mn bildiği bir hikmete göre gökleri böyle tanzîm ettiğini kabul ediyoruz. Bu hususun bize açıklanması düşünüp tefekkür etmemiz içindir. Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, kâinattaki araştırmalara baksınlar.[54]
30- Hani Rabbm meleklere: Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti de melekler: Biz seni hamd ile tesbîh, takdis eder dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi. Allah da : Sizin bilmediklerinizi ben bilirim, buyurmuştu.
Allah’ın Halîfesi Hz. Âdem:
Allah Teâlâ Âdem’i yaratmazdan önce Mele-i A’lâ’da onu anarak yüceltmesi nedeniyle Âdem’e lütfunu haber veriyor ve buyuruyor ki: «Hani Rabb’ın meleklere demişti ki…» Yani ey Muhammed (s.a.) Rabbı’nın meleklere dediğini hatırla ve bunu kavmine anlat. İbn Cerîr bazı Arap bilginlerinden nakleder ki onlar burada hani anlamına gelen “Veiz” edatının zâid olduğunu iddia etmişlerdir. Sözün takdiri, Rabbın meleklere demişti ki şeklindedir. İbn Cerîr bunu reddeder. «Yeryüzünde bir halife yaratacağım.» Yani nesilden sonra nesil, asırdan sonra asır halinde birbiri ardınca gelecek kavim yaratacağım. Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de : «Sizi yeryüzünde halefler kılan O’dur…» (Fâtır, 39). Ve «Sizi yeryüzünün halîfeleri kılar.» (Nemi, 62) ve «Biz isteseydik sizden yeryüzüne halef olan melekler halkederdik.» (Zuhruf, 60) ve «Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki…» (Ârâf, 169; Meryem, 59) buyurmaktadır.
Buradaki halîfeden maksad; sadece Hz. Âdem değildir. Çünkü yalnızca Âdem kasdedilmiş olsaydı meleklerin «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demeleri doğru olmazdı. Onlar sadece bu cinsten böyle davranacak kişileri kaydetmişlerdir ve sanki onlar özel bir bilgiyle bunu bilmişlerdir, ya da Allah’ın bu cinsi yaratacağım haber verdiği beşerî tabîatın yapısından bunu anlamışlar veya bu konuda -müf essirlerin sözlerini zikredeceğimiz gibi— geçmişlerle kıyâslar yapmışlardır.
Meleklerin bu sözü Allah’a itiraz sadedinde yani Âdem oğlunu kıskanma şeklinde değildir. Bazı tefsîrciler bunu böyle zannetmişlerdir. Buradaki suâl hikmetin açıklanıp belirtilmesi sadedindedir. Onlar bu mânâda demektedirler ki: «Ey Rabbimiz, yeryüzünü fesada verip kanlar dökecek kişilerin çıkacağı bu yaratığı yaratmaktan maksadın nedir? Eğer maksad onların sana kulluk etmeleriyse, «Biz seni hamd ile teşbih eder ve takdis ederiz» ve bu babta bizden hiç bir tembellik, kusur sâdır olmaz demektedirler. Allah Teâlâ onların bu suâline cevap olarak : «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim.» buyurmuştur. Sizin zikrettiğiniz bu bozuklukların ve fesadın bu cinsten sâdır olmasına rağmen bu varlığın yaratılışındaki kuvvetli menfaati ben bilirim, onu siz bilmezsiniz. Çünkü onlardan peygamberler kılacağım ve elçiler göndereceğim. Onların arasından sâdıklar, şehîdler, sıddîkler, sâlihler, âbidler, zâhidler, velîler, iyiler, mukarrebûn, âlimler, âmirler, huşu’ sahipleri ve Allah’ı sevenler, onun peygamberlerine (Allah’ın selât ve selâmı onların üzerine olsun) tâbi olanlar bulunacaktır.
Bizim kısaca zikrettiğimiz bu konuda müfessirler şöyle diyorlar :
İbn Cerîr der ki; bana Kasım İbn el-Hasan… Hasan ve Katâde’den nakletti ki onlar şöyle demişler : «Allah meleklere yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» buyurduğunda, bunu yapıyorum demiştir. Yani yaptığını böylece onlara haber vermiştir. Süddî der ki, Âdem’in yaratılması konusunda Allah meleklerle istişare etmiştir. Bunu İbn Ebu Hatim rivayet eder ve der ki; Katâde’den de buna benzer bir ibare nakledilmiştir. Bu ibare eğer haber verme mânâsına alınmazsa bunda tesâhül vardır. (Allah Teâlâ hiç bir kimseyle istişare etmez. Çünkü istişare bilginin eksikliğine delâlet eder, Allah ise bundan münezzehtir). Hasan ve Katâde’nin İbn Cerîr’den naklettiği ifâde ise daha doğrudur. En iyisini Allah bilir.
«Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» İbn Ebu Hatim der ki bana babam… Abdurrahmân İbn Sâbit’den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Yeryüzünü ilkin Mekke’de düzeltmiştir. Allah’ın evini ilk tavaf edenler de meleklerdir. Allah buyurdu ki; «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım», yani Mekke’de. Bu hadîs mürseldir, senedinde zaaf vardır ve aynı zamanda müdrectir. Doğruyu en iyi Allah bilir. Çünkü âyetin zahirinden, maksadın bundan çok daha geniş olduğu anlaşılmaktadır.
Süddî, tefsirinde Ebu Mâlîk ve Ebu Salih yoluyla İbn Âbbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd’dan ve ashâbtan bir topluluktan nakleder ki; Allah îeâlâ meleklere : «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» buyuranca, melekler dediler ki: Rabbımız bu halîfe de ne oluyor? Allah buyurdu ki: Onun soyundan birbirini çekemeyen ve birbirini öldüren, yeryüzünde bozgun çıkaran bir nesil olacaktır. İbn Cerîr der ki: «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» âyetinin te’vîli şöyledir: Yaratıklarım arasında benim yerime hüküm verecek bir halîfe yaratacağım. Bu halîfe, Hz. Âdem ve yaratıklar arasında adaletle hüküm veren ve Allah’a itaat konusunda onun yerine kâim olan kimselerdir. Bozgunculuk ve kan dökme ise Allah’ın yeryüzündeki halîfelerine uygun düşen bir özellik değildir. İbn Cerîr der ki; Allah’ın zikrettiği hilâfetin mânası bir neslin bir başka nesilden sonra onun yerine geçmesidir. Halîfe faîle vezninde senin kavminden bir kişinin yerine bir başka kişinin kâim olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ Yûnus sûresinde şöyle buyurur: «Sonra onların ardından nasıl davranacağına bakmak için sizi yeryüzünde onların yerine (halefler) geçirdik.» Bunun için en büyük hükümdara halîfe denmiştir. Çünkü o kendisinden öncekinin yerine geçmiş ve makamına oturarak ona halef olmuştur. İbn Cerîr der ki; Muhammed İbn İshâk bu âyetin tefsirinde şöyle diyor : Oraya yerleşip imâr eden ve sizden olmayan bir halîfe kılacağım, demektir.
İbn Cerîr dedi ki; bize Ebu Küreyb… İbn Âbbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş: Yeryüzünde ilk, yerleşmiş olan varlık cinlerdir. Onlar yeryüzünü fesada vermişler ve orada kan akıtmışlar, birbirlerini öldürmüşlerdir. İbn Abbâs der ki: Allah onlara İblîs’i gönderdi ve İblîs beraberindekilerle birlikte onlarla savaştı, öldürdü ve denizlerdeki adaların, dağların çevresine kadar uzaklaştırdı. Sonra Allah Hz. Âdem’i yaratıp onu yeryüzüne yerleştirdi. İşte bunun için «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» buyurmuştur.
Süfyân el Sevrî, Ata İbn el-Sâib’den o da İbn Sâbit’ten nakleder ki: «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım demişti de melekler, biz seni hamd ile tesbîh ve takdis edip dururken yeryüzünde f esâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? demişlerdi, âyetinde meleklerin kasdettikleri, âdemoğludur. Abdurrahmân tbn Zeyd İbn Eşlem der ki, Allah meleklere ben yeryüzünde bir yaratık yaratacağım ve ona hilâfet vazifesini vereceğim buyurmuştu. Allah meleklerden başka bir varlık yaratmamıştı o zaman, yeryüzünde hiç bir yaratık yoktu. Bunun üzerine melekler orada fesâd çıkaracak birini mi yaratacaksın? demişlerdi. Süddî’nin İbn Abbâs, İbn Mes’ûd ve diğer sahabelerin naklettiği hadîs yukarda geçti. Buna göre Allah meleklere Âdem’in soyundan gelenlerin ne yapacağım öğretmiş ve melekler de bu sözü söylemişlerdir. Az önce Dahhâk’ın İbn Abbas’dan rivayet ettiği metinde Âdemoğlun-dan önce cinlerin yeryüzünde fesâd çıkardıkları ve bu sebeple onlarla kıyâs eden meleklerin bu sözü söyledikleri belirtilmektedir.
îbn Ebu Hatim… Abdullah İbn Amr’dan nakleder ki o şöyle demiş : Cinler yeryüzünde Cânn’ın çocuklarıydı ve Hz. Âdem yaratılmaz-dan ikibin sene önce dünyada bulunuyorlardı-. Yeryüzünü fesada verdiler, ve kanlar akıttılar. Bunun üzerine Allah meleklerden bir ordu gönderdi, onları vurdular ve denizlerdeki adalara gidinceye kadar ta-kîb ettiler. Bunun üzerine Allah meleklere : «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» deyince, onlar da : «Biz seni hamd ile teşbih ve takdis edip dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdi. Allah Teâlâ ise : «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim» buyurmuştu.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes vasıtasıyla Ebu’l-Âliye’den nakleder ki; bu âyet-i kerime konusunda o şöyle demiştir : Allah melekleri çarşamba, cinleri perşembe ve Âdem’i de cum’a günü yaratmıştır. Cinlerden bir grup küfretti bunun üzerine melekler yeryüzüne iniyor ve onlarla savaşıyorlardı, aralarında kan akıtılmıştı ve yeryüzü fesada verilmişti. Bunun için melekler «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdi, tıpkı cinler gibi kanlar döküp^ fesâd çıkaracak. İbn Ebu Hâkim… Hasan’dan nakleder ki o şöyle demiş : Allah meleklere yeryüzünde bir halîfe yaratacağım buyurmuş ve ben bunu yapacağım demişti, onlar Rablanna îman ettiklerinden Allah onların bildikleri ve bilmedikleri her şeyi kendilerine belletmişti.
Allah’ın bellettiği bilgi ile «yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdi. Allah ise «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim» buyurmuştu. Hasan der ki; cinler yeryüzünde bulunuyor, fesâd çıkarıyor ve kan akıtıyorlardı, ama Allah meleklerin kalbine bunun olacağını bildirmişti. İşte Allah’ın öğrettiği sözle böyle demişti onlar. Abdürrezzâk, Ma’mer yoluyla Katâde’den nakleder ki «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» âyeti hakkında o şöyle demiş : Allah onlara yeryüzünde yaratıklar bulunup orada fesâd çıkarıp kanlar dökeceklerini öğretmişti. İşte buna binâen onlar, «kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdir.
îbn Ebu Hatim… Ebu Ca’fer Muhammed İbn Ebu Ali’den naklen şöyle dediğini rivayet eder. Sicili (Enbiyâ, 104’de geçen kelime) bir melekti ve Hârût ile Mârût da onun yardımcılarıydılar, günde üç defa ana kitaba bakarlardı. Bir keresinde baktı ve orada kendisine Âdem’in yaratılışı ve onda bulunan emirler gösterildi. Bu gördüğünü, arkadaşları olan Hârût ile Mârût’a gizlice söyledi. Allah Teâlâ «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» buyurunca onlar da «Yeryüzünde fesat çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın» demişlerdi. Bu ikisi meleklerden öne çıkarak böyle söylemişlerdi. Bu hadîs garîbtir. Ebu Ca’fer Muhammed İbn Ali İbn Hüseyin el-Bâkır’a isnadının reddini gerektiren bir takım hususlar vardır. Doğruyu en iyi bilen Allah Teâlâ’dır. Reddedilmesi gereken şey; bunu söyleyenin iki melek olmasıdır ki bu âyetin akışına ters düşer. Bundan daha garib olanı tbn Ebu Hâtim’in naklettiği şu rivayettir : Bana babam… Abdullah İbn Yahya İbn Ebu Kesîr’den nakletti ki o şöyle demiş : Ben babamdan şöyle dediğini duydum : «Yeryüzünde fesâd çıkanp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» diyen melekler onbin tane imişler. Bu söz üzerine Allah katından bir ateş çıkıp onları yakmış. Bu rivayet de bir önceki gibi çirkin bir İsrail hurâfesi-dir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
İbn Cüreyc der ki: Melekler Allah’ın kendilerine öğrettiklerini ve Âdem’in yaratılışında bir tabiata sahip varlığın yapacağı hususları söylemişlerdir : «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» İbn Cerîr der ki, bazıları da şöyle demişler: Melekler «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» demişlerdir. Zira Allah hem bu gibi hallerin âdemoğlunun yapısına sahip her yaratıktan zuhur edebileceğini kendilerine haber vermiş, hem de bu konuda suâl sorma müsâadesi vermişti. Bunun üzerine melekler bu suâli sormuşlardı. Bu hususu takiben melekler : «Ey Rabbımız, Sen onların yaratıcısı iken Sana nasıl isyan edebilir onlar» diye sormuşlar, Rableri de : «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim» buyurmuştu. Yani bunların böyle olacağını ben bilirim. Siz ve sizin gibi bana itaat edenlerin bilmedikleri şeyler de olsa onları ben bilirim. İbn Cerîr dedi ki; bazıları da şöyle demişlerdir: Bu soru meleklerin bilmedikleri konuda aydınlanma istedikleri şeklindedir. Sanki onlar şöyle demişlerdi: «Ey Rabbımız bizi öğrenmek istediğimiz bir konudan haberdâr et.» Yoksa inkâr etmek için söylememişlerdir. İbn Cerîr de bu görüşü benimsemiştir.
«Biz seni hamd ile tesbîh, takdîs eder dururken…» Abdürrezzâk, Ma’mer’den o da Katâde’den nakleder ki, tesbîh, bilinen teşbihtir, takdis ise namazdır. Süddî İbn Abbâs’dan ve Mürre yoluyla da İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; «Biz seni hamd ile tesbîh, takdîs eder dururken…» yani sana ibâdet edip na- maz kılarken demektir. Mücâhid ise bunu, Seni ta’zîm ve tekbîr ederken şeklinde tefsir eder. Dahhâk takdisin arınma, tathîr olduğunu söylemiştir. Muhammed İbn İshâk bu âyetin, «biz sana isyan etmez ve hoşlanmadığın bir şey yapmazken» mânasına geldiğini söylemiştir. İbn Cerîr der ki; takdis, ta’zîm ve arınmadır. Allah Teâlâ’nın «Sebbûh ve Küddûs» ism-i celîli de böyledir. Sebbûh tenzih, kuddûs ise ta’zîm ve arındırmadır. Bunun için yeryüzüne mukaddes denmiştir, yani arınmış toprak demektir. Şu halde meleklerin «Biz seni hamd ile tesbîh eder…» sözlerinin mânâsı seni tenzih eder ve şirk ehlinin sana izafe ettiği şeylerden uzak sayarken, «Takdis eder dururken» senin sıfatların olan kirlerden annmışlığı sana nisbet ederken ve küfür ehlinin sana izafe ettikleri şeyleri senden uzaklaştırırken demektir.
«Allah da, sizin bilmediklerinizi ben bilirim» buyurmuştu. Katâde der ki: Allah’ın ilminde, bu yaratıktan peygamberin, elçilerinin, sâlih kavimlerin ve Cennet sâkinlerinin bulunacağı var idi. İbn Mes’ûd, İbn Abbâs ve birden çok sahabe ve tabiînden Allah Teâlâ’nın «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim» âyetinin hikmeti konusunda ilerde birçok söz nakledilecektir. [55]
Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabî’ye atfedilen tefsirde şöyle denir:
«Hani Rabbın meleklere demişti ki». Buradaki hani anlamına gelen “İz” kelimesi ezelden ebede devam eden sermediyyete işarettir.
“El-Kavl” söz ise Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i, mukarrebûn melekleri ve mücerred ruhlardan ibaret olan ceberûtî, semavî nefislerden ibaret olan melekûtî kudsiyyete sahip zâtlar halinde icâd etme konusundaki irâdesinin taallukunun mânâsını ilkâ etmektir. Çünkü kevn âleminde meydana gelen her şeyin, rûh âleminde oluşmasından önce bir sureti vardı. Bu âlem, rûh âleminden önceki feza âleminin kendisidir. Sonra o Levh-i Mahfuz adı verilen âlemin kalbi olan, kalb âleminde meydana geldi. Sonra da tenzil bakımından dünya göğü diye ifâde edilen mahv ve isbât tahtası olan âlemin nefsinde, nefs âleminde teşekkül etti. Nitekim Allah Teâlâ «her şeyin hazîneleri bizim katımız-dadır ve biz onu bilinen bir ölçüye göre indiririz» buyurmaktadır. İşte Allah Teâlâ’nın meleklere; «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» sözünün anlamı budur. Sen kendi halini nefsinde değerlendir. Çünkü senin uzuvlarında zuhur eden her şey, senin varlık ve şehâdet âlemindir. Kavil ve fiil hali bundandır. Bu şeylerin senin gaybının ötesinde bulunan, sonra da gaybetinin gaybında bulunan ruhunun varlığıdır. Sonra senin en son gaybûbiyyetin ve dünya göğün olan nef-sindeki varlığındır. Sonra bu varlık organlarında zuhur eder. Metinde geçen «Ca’l» kelimesi ibda ve tekvinden daha geneldir. Âyet-i kerîmede ben yaratacağım denilmiyor da «kılacağım» (ca’l) deniliyor. Bunun sebebi; insanın âlemlerden mürekkeb olmasıdır. İnsan; benim halîfemdir, ahlâkımla ahlâklanır, sıfatlarımı benimser, emrimi uygular, yaratıklarıma hâkim olur, onları düzene koyar, nizâmlarını kontrol eder ve onları bana davet eder.»[56]
Âlûsî de der ki:
İnsanlar meleklerin varlığı konusunda, hem duyarak, hem de akıl bakımından ittifak ettikleri halde, meleklerin hakîkatları konusunda ihtilâf etmişlerdir. Müslümanların çoğunluğu meleklerin nûrânî cisimler olduğu görüşündedirler. Denildi ki melekler Allah Teâlâ’nın izniyle muhtelif şekillere girip çıkmaya kadir olan havaî güçlerdir. Hıristiyanlar dediler ki; melekler parlak ve hayırlı olarak bedenlerinden ayrılabilen nâtık nefislerdir. Bunların kötüleri şeytânlardır. Putperestler dediler ki; yıldızlardan iyilik saçanlar rahmet melekleri, kötülük saçanlar azâb melekleridir. Filozoflar dediler ki; melekler hakîkatta nefs-i natıkaya muhalif olan mücerred cevherlerdir. Bazıları da, onların felekleri harekete geçiren felekî nefisler veya on akıl olduğunu belirtmişlerdir. Bize göre melekler iki kısımdır. Bir kısmının vazifesi hakkı bilmek konusuna dalmaktan ibarettir. Başka şeyle meşgul olmaktan uzaktırlar. Gece gündüz durup dinlenmeden Allah’ı tesbîh ederler. Bunlara İlliyyûn veya Melâike el-Mukarrebûn adı verilir. Diğer bir kısmı ise, ilâhî kazanın belirlediği ve yazdığı şekilde göklerin ve yerin işini idare ederler, kendilerine verilen emri yaparlar, Allah’ın emirlerine isyan etmezler. Bunlar «emri yerine getirenler» dir. Bunlardan bir kısmı semâya, bir kısmı yere aittir. Allah’tan başka onların haberini kimse bilmez… Meleklerin şekilleri değişiktir, büyüklükleri farklıdır, kudsî rûh sahiplerinin dışında kimse onları oldukları halde göremez. Avamın ve havasın gördüğü bedenlerle bazan zahir olurlar. Hattâ denildi ki; Cebrâîl (a.s.) Hz. Mustafâ’nın huzurunda Dıhye el-Kelbî suretiyle geldiği vakitte bile Sidret’ül-Müntehâ’dan ayrılmamıştı. Bu gibi haller, velîlerden kâmil kişilere de vâki olur. Bu, akim ötesinde bir haldir ki, Allah ehli (Allah onların sırlarını takdis etsin) zikretmişlerdir. Ben bu duruma inananlardanım. Ehlullah der ki; şanı yüce olan hakkın ilk görüntüsü el – ama (karanlıktır). Karanlık nur ile boyanınca tabîî cesetlerin üzerindeki bir âlemde yer alan hâkim melekler şeklinde orası açıldı. Onlardan önce ne arş vardı, ne de bir yaratık. Hakk Teâlâ onları meydana getirince kendilerine cemîl ismiyle tecellî etti ve onlar cemâlinin celâline kapılarak kendilerinden geçtiler. Tedvin ve tastîr âlemini yaratmak isteyince, o nurdan zahir olan melekler arasından birisini tayîn etti ve ona akıl ve kalem adım verdi. Yarattıklarından yaratmak istedikleri vehbî öğretim yoluyla tecellî ettirdi, o, zâtıyla olacağın bilgisini kabul etti. Bu yaratılmışlar âleminin meydana gelmesini isteyen hakkın ilâhî isimlerinden olan şeyleri de kabul etti. Bu akıldan levh adı verilen şey doğdu. Kaleme emretti ve kıyamet gününe kadar kendisine tevdî edilen şeyleri sıralamasını buyurdu. Kalem olması için üzerinden 363 sinn geçirdi. Akıl olması nedeniyle 360 tecellî veya dakika verdi. Her sinn veya dakika 363 sınıfa ayrılıyordu. Bunları levhte açıkladı. Levhte hâsıl olan ilk bilgi tabiat bilgisiydi. Bu, ruhun gerisindeydi. Bütün bunlar saf nurlar âleminde oldu. Sonra sânı yüce olan Allah, mutlak vücûda mukabil olan mutlak adem menzi- leşinde olmak üzere bu nura mukabil bir saf karanlık varetti. Onun üzerine tabiatın yardımıyla kendiliğinden parlayan bir nûr tecellî etti. Bu nurun aksi parladı ve bundan arş zuhur etti. Arşın üzerindeki Rahman ismi, Zahir ismiyle hâkim oldu. İşte bu yaratıklar âleminden ilk zahir olan şeydir. Bu karışık nurdan arşın çevresini kuşatan melekler yaratıldı. Onların arşın çevresini kuşatmış olarak hamd ile Allah’ı tesbîhden başka bir meşgaleleri yoktur. Sonra bu arşın içerisinde Kürsî’yi var etti ve orada onların tabiatından melekler var etti. Her melek kürsînin imar edicilerinden yaratılmış olduğu asıldandır. Nitekim unsurlar da kürsînin imâr edicilerinden yaratılmış olanlardır. Bu kürsîde sözü haber Ve hüküm olmak üzere ikiye ayırdı. Hadîste vârid olduğu gibi, arşın üzerine uzatıldığı iki ayak, haber ve hükümdür. Sonra kürsînin karnında felekler yarattı. Her felek, diğer feleğin karnında idi. Her felek te onu imâr eden âlemler yarattı ve onu yıldızlarla süsledi.. «Ve her göğe vahyini emretti.» Nihayet müvelledât şeklindeki yaratıkları halketti ve her sınıfa olduğu şekil üzere tecellî etti. Bundan şekillerin ruhları meydana geldi. Onun şekilleri idare etmesini emretti’ ve onu bölünmüş halde değil, bir tek zât halinde yarattı. Bir kısmını diğerinden ayırd etti. Bu ayırd ediş, ruhların, şekillerin o tecellîleri kabul edişine göre idi. Hakîkatta bu şekiller, o ruhların tezahür yeri gibiydi. Sonra Allah Sübhânehü bir başka tecellî ile hayalî cesetlerin şekillerini var etti. Ruhlardan ve şekillerden her birine uygun bir gıda yarattı. Hak Sübhânehü ve Teâlâ, âlemin nefslerinden melekleri halk etmektedir. İnsanlar nefs taşımaya devam ettikleri sürece bu yaratış devam edecektir. Bir şeye «ol» deyince o şey oluveren Allah ne yüce ve münezzehtir. (…)
Sen bunu bildikten sonra yine bil ki; halk kendilerine söylenen melek konusunda ihtilâf etmişlerdir. Denilmiştir ki, meleklerin hepsi lafız bakımından melek lafzının umumiyeti içerisindedir ve hiç birisine tahsis yoktur. Dolayısıyla hâkim olan ve olmayan bütün melekler bu lafzın içinde yer alır. Denildi ki; buradaki melekten maksad, söz yeryüzünün halifeliği olduğu için karine ile yeryüzü melekleridir. Denildi ki İblîs ve beraberinde bulunan ve uzun süre yeryüzüne yerleşip yeryüzünde fesâd çıkarmış olan cinlerle muharebe konusundadır. Allah Teâlâ onlara cin denilen melekler göndermiştir ve onlar cennetin bekçileridir. İsimleri de buradan alınmıştır. Cinler, İblisleri dağların eteğine ve adalara koğmuşlardır. Mutasavvıf efendilerin görüşleri ise -Allah onların sırlarını takdîs etsin- melekler Allah’ın isim ve sıfatlarından kendilerine bir şey tevdi edilmiş olan âlemlerin dışındadırlar. Âlemler ise hesaba dâhil değildirler ve zâtı bilmekten ve kavramaktan mâda hiç bir şeye sahip olmadıkları için, secde ile emredilmiş değildirler. Allah Teâlâ’nın «Yoksa sen de büyüklendin ve üstünlük (taslayanlardan) mı oldun? Kavli buna işaret etmektedir. Bunlar, rûh, Kalem el-A’lâ ve el-akl el-evvel adı verilen meleklerdir ki bu Allah’ın zâtının aynasıdır. Onun zâtı ancak bu meleklerde zuhur eder. Onun bütün mahlûkâttaki zuhuru ise ancak sıfatlar iledir. O, dünya ve âhiret âleminin kutbu cennet ve cehennem ehlinin kutbu, A’râf ve ara yerdeki halkın kutbudur. Hiç bir şey yoktur ki; onda bir veçhesi bulunmasın. O, bu mahlûku kendisine doğru döndürür, çünkü o, bunun kutbudur. O, Âdem’i ve onun rütbesini bilmekte idi. Çünkü olmuş ve olacağı levhte yazan o idi. Levh, bazan kalemin onda yazdığı şeyleri zevk bilgisiyle bilmiştir. Bu melek, bütün mükemmelliğiyle Hz. Muhammed Mustafâ’nın hakîkatında zuhur etmiştir. Nitekim Allah Teâlâ «İşte böylece sana kendi katımızdan bir rûh vahyettik.» buyurarak buna işaret etmiştir. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.) bilûmum mahlûkâtm en üstünüdür. Hattâ O yedi kat gökte gerçek anlamda halîfedir. Bu uzak bir ihtimâl değildir, iyice anlaşılsın.[57]
Reşîd Rızâ da şu bilgiyi verir :
Üstâd (M. Abduh) der ki, bazı müfessirler, meleklerin mânâsı konusunda ayrı bir anlayışa varmışlardır. Buna göre; melekler bitkileri yaratmak, yetiştirmek, canlıları meydana getirmek insanı korumak ve diğer hususlarla ilgili görevlerle görevlendirilmişlerdir. Buna dâir rivayetlerin hepsi havastan olan kişilere ifâdenin zahirinden daha derin mânâlar îmâ etmektedir. Şöyleki; bitkideki gelişme, Allah’ın tohuma üflediği husûsî bir rûh ile olmaktadır. İşte bitkinin özel bitkisel hayatı böylece teşekkül etmektedir. Hayvan ve insan için de aynı şeyler söylenir. İlâhî hikmetin yoktan varettiği ve özel bir nizâma dayanan her işin ana dayanağı, şeriat lisânında, melek adı verilen ilâhî ruhtur. İsimlendirme konusuna önem vermeyenler, bu mânâları tabiat güçlerine isnâd ederler. Çünkü onlar, insanlar âleminde tabiat veya tabiat tesiri açığa çıkan güçten başka bir şeyi bilmezler. Tartışma götürmeyen apaçık husus odur ki; yaratılışın derinliğinde, akıl sahiplerinin inkârı imkânsız bir nizâm ve dayanak vardır. Her ne kadar vahye inanmayanlar ona melek ismi vermekten kaçınsalar ve meleklerin varlığının delili olmadığını söyleseler de, akıl sahipleri bunu inkâr edemezler. Keza vahye inananlar bu güçlere tabiat gücü veya tabiat kanunu demeyi reddetseler de. Bu isimler şer’î dilde vârid olmamıştır. Hakikat tekdir, akıl sahibi isimle müsemmâ arasına bir engel koymaz. Ğayba inanan, mâhiyeti kavranılmayan varlıkların ruhlar olduğunu kabul ettiğine ve ğayba inanmayan da, ben rûh diye bir şey tanımıyorum, ancak mâhiyetini kavrıyamadığım bir güç biliyorum dediğine ve Allah’tan başka kimsenin de onun mâhiyetini bilmediğine göre, insanlar neden ihtilâfa düşüyorlar? Aslında hepsi de görülmeyen ve duyulmayan varlıkların mevcudiyetini ikrar ediyorlar ve onu gerçek anlamda kav-rıyamadıklannı itiraf ederek akılla onun derinliğine ulaşılamadığını kabul ediyorlar. Gayba inanmadığını söyleyen şu kişi görmediği şeylerin varlığını kabul ediyorsa, gaybi tasdik eder ve tesirini kabul ederim, ancak onu gerçek şekliyle kavrayıp takdir edemem diyecek olsa, gayba inanan mü’minlerle birlik olur. (…)
Ben derim ki (Reşîd Rızâ) üstadın (Muhammed Abduh) bu te’-vîldeki maksadı; imâ ve işaret yoluyla meleklerin varlığını inkâr edenleri inandırmaktır. Melekleri, onlara akıllanyla kabul ettikleri ve alıştıkları deyimlerle kabul ettirmeye çalışmaktadır. Ancak bu konuda birçoğu doğruyu görmüş, birçoğu da dalâlete sapmış ve onu reddederek Abduh’un melekleri hiç bir ferdin onu düşünemiyeceği güçler haline getirdiğini iddia etmişlerdir. Ama Abduh onların iddiasını reddetmiştir. (…) [58]
Edebiyatın önemli bölümlerinden birini teşkil eden hikâye, Kur’an’ da üstün maksatlar için kullanılan bir sanat türüdür. Bu hikâyede Allah’ın insanoğlunu şereflendirmesi ve Hz. Âdem’in soyundan gelenleri yeryüzüne halîfe kılarak, meleklere öğretmediği şeyleri onlara öğretmesi naklolunmaktadır.
Ey Muhammed, kavmine ataları Âdem’in yaratılış hikâyesini hatırlat. Hani Allah meleklerine «yeryüzünün imân için bir halîfe yaratacağım.» demişti, de, Melekler, «Ey Rabbimiz senin yaratacağın bu halîfe ve onun soyundan gelenler kendi irâde ve istekleriyle yapacakları fiillerde gerçek faydanın nerede olduğunu bilemeyeceklerdir. Onların bilgileri topraktan yaratılmış olduklarından dolayı mahdut olacaktır. Bu yüzden işleyecekleri hatâlarla yeryüzünü fesada vereceklerdir demişlerdi. «Ey Rab-bımız sen yeryüzünün imârını murâd ediyorsun, orada yeryüzünü fesada verecek bir varlığı yaratmanın hikmeti nedir? Biz seni tesbîh ve takdîs ederek buyruğunun dışına çıkmayan varlıklarız. Bu vazifeye bizim lâyık görülmemiz daha evlâ değil mi?» demişlerdi. Buna karşılık Yüce Mevlâ, «Sizin bilmediğiniz şeyleri ben bilirim, kimin yeryüzünün imâr ve İslahı için faydalı olacağını da en iyi ben bilirim» demişti. Yüce Allah, dünyanın imân için gerekli olan maddî şeylerin ismini Hz. Âdem’e öğretmiş ve bu şeyleri meleklere göstererek «eğer sizin hilâfete daha çok lâyık olduğunuzu iddia etmeniz gerçekse, onlann adını bana bildirin» demişti. Onlarsa acizliklerini ifâde ederek «Senin bildirdiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur» demişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah Hz. Âdem’e, onların isimlerini bildirmesini emretmiş ve Âdem de o şeylerin isimlerini bildirmişti. Böylece melekler Âdem’in ve soyundan gelenlerin hilâfete neden daha çok lâyık olduklarının sebebini öğrenmişlerdi. Kendilerinin madde ve dünya işleriyle meşgul olmak için hazırlanmamış bulunduklarını, bu yüzden yeryüzünün imârına elverişli olmadıklarını farketmişlerdi. Çünkü melekler nurdan yaratılmışlardı, Âdem ise topraktan yaratılmıştı. Yani toprağın bir parçası idi. Netice böyle olunca yüce Allah, meleklere «sizin bilmediğiniz şeyleri benim bileceğimi söylememiş miydim?» buyurarak onların durumunu ortaya koymuştu. Buradan itibaren ikinci bir kıssa söz konusu olmakta ve Allah’ın insanoğluna lutfu dile getirilmektedir.
Ey Muhamnied, yine kavmine hatırlat ki, biz o tertemiz meleklere, «Âdem’e secde edin» diye emretmiştik. Buradaki secde ta’zîm ve saygının ifadesidir. Yoksa ibâdet ve ilâhlaştırma anlamına değildir. Melekler Allah’ın emrine uyarak bütünüyle secdeye gitmişlerdir. Ancak mel’ûn şeytân büyüklenerek, «ben ondan daha üstün olduğum halde mi ona secde edeceğim, beni ateşten onu çamurdan yarattın» diye secde etmekten kaçınmıştı. Böylece Rabbının emrinden çıkmış ve laneti haketmişti. İşte, insanoğlu Allah’ın lütfettiği bu şeref ve ihsan sayesinde yeryüzünün halîfesi olmuş ve başka varlıkların bilmediği şeyler kendisine belletilmişti.
Halîfe konusu ve onun tekevvün şekli, ilâhî mes’eleler arasında olup insanın onu kavraması zordur. Allah Teâlâ bu âyetlerde, bize insanlığın doğuşunu, bizden önceki ehl-i kitabın da kabul ettiği gibi anlatmaktadır. Allah bize mânâları duyulur şekiller halinde temsîl etmektedir. Konuyu münazara ve konuşma üslûbundaki hikmetler ve sırlar içerisinde açıklamaktadır. Bu, yaratıklara hitap ve yaratıklara beyân konusundaki Allah’ın kanunudur.
Üstâd (Muhammed Abduh) bu âyetlerin müteşâbih olduğu ve zahirine hamletmenin imkânsız bulunduğunu belirtir. Çünkü bu âyet konuşma kuralı uyarınca ya istişare tarzında olacaktır —ki bu Allah için muhaldir— ya da Allah Sübhânehü’nün meleklere haber vermesi
ve onların da Allah’a karşı çıkıp tartışmaları tarzında cereyan edecektir. Bu ise ne Allah’a, ne de meleklerine uygun düşmez. Dînin getirdiği gibi «Onlar kendilerine emrettiği konuda Allah’a isyan etmezler ve emrolunanı yaparlar» buyruğuyla uyuşmaz. (…) [59]
Halîfe :
Sonra müfessirler halîfe konusunda iki ayn görüş serdetmişlerdir. Bir kısmı bu lafzın yeryüzünde bir tür veya hayvan-ı nâtık türünden pekçok çeşit varlığı ifâde ettiği kanaatindedirler. Ancak bu varlık, sonra yok olup gitmiştir. Allah Teâlâ’nın burada meleklere yaratacağım haber verdiği bu sınıf o varlığın yerine geçecek ve onlara halef olacak, böylece halîfe adını alacaktır. Nitekim Allah Teâlâ eski nesillerin helak edilişini zikrettikten sonra «Sonra sizi yeryüzünde onların ardından halefler kıldık» buyurmaktadır. Müfessirler derler ki; bu yok olan kitle yeryüzünü fesada vermiş, kanlar akıtmıştır. Melekler, suallerini bu varlığı ölçü alarak serdetmişlerdir. Çünkü halîfe —zihne ilk anda geldiği gibi— kendinden önce geçene uygun olmak durumundadır. Ancak bu yeni varlığın onun gibi olacağı konusunda delil bulunmadığı için ve bunun, hilâfetin gereği olduğuna dâir bir işaret bulunmadığından Allah Teâlâ, meleklere, «kendilerinin bilmediğini Allah’ın bildiğini» belirterek cevap vermektedir. Bu yaratığın, önceki yaratıktan değişik bir halîfe olacağını ve Allah’ın bu konudaki erişilmez hikmetinin mâhiyetini belirtmektedir.
Üstâd (Muhammed Abduh) der ki; bu görüş doğru ise, Hz. Âdem, yeryüzünde yaşayan ilk canlı ve akıllı sınıftan bir kişi değildi. Sadece bizzat veya madde itibariyle yok olup gitmiş olan, geçmişte yaşayan, nâtık canlıyı temsil eden bu yeni insan grubunun ilki idi. Ancak Hz. Âdem ile o yok olan gruplar arasında ahlâk ve tabiat bakımından pek çok farklılıklar vardı.
Bu mezhebin en iyi açıklandığı ve en çok zikredildiği yer bu görüşün müslümanlara Fars mitolojisinden ve hurafesinden intikâl etmiş olmasıdır. Çünkü Fars mitolojisine göre, Hz. Âdem’in yaratılmasından önce yeryüzünde Han ve Ben veya Tan ve Rem adım alan bir yaratık varmış. Ekseriyet ise yeryüzünde Âdem’den önce mevcûd olan yaratığın cin adını aldığını söylemekte, Han ve Ben’in de cinden önce olduğunu belirtmektedirler. Derler ki, onlar yeryüzünde fesâd çıkarmış, Allah da kendilerini mahvetmiştir. Ve yine derler ki; Allah onlara meleklerden bir ordu ile İblîs’i göndermiş, cinlerle İblîs savaşmış, onları yok etmiş ve adalara, denizlere sürmüştür. Ancak İslâm’da bu görüşün ve bu kıssaların dayanabileceği hiç bir mesned yoktur. Sadece geçmiş milletlerden arta kalan âdetler ve efsaneler var ki, dikkate değer birşey bildirmez. Şurası bir gerçek ki; bütün milletlerin üzerinde ittifak ettikleri husus, Hz. Adem’in yeryüzünde yaşayan ilk akıllı canlı olmadığıdır. Halîfe tabirinin tefsîrindeki görüşlerden birisi budur. Başkaları da«yeryüzünde halîfe yaratacağım» âyetindeki maksadın Allah’ın halîfesi şeklinde olduğunu söylerler. Bunun için, insanın yeryüzünde Allah’ın halîfesi olduğu görüşü yayılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Davud’a hitaben: «Ey Dâvûd, seni yeryüzüne halîfe kıldık» buyurmaktadır. Zahir olan odur ki —en doğrusunu Allah bilir.— Halîfeden maksad, Âdem ve onun soyundan gelenlerdir. Ancak hilâfet ne anlama gelmektedir? Halîfe seçilişten maksad nedir? Bazı kişilerin bazılarına halef olması mı, yoksa bazı varlıkların başka bir varlığın yerine geçmesi midir? Allah’ın yaratıkları konusundaki kanunu şöyle cereyan etmektedir: O insanlara, hükümlerini öğretecek seçkin halîfeler seçmektedir. Nasıl insan Allah’ın hukukî kanunlarını ve hükümlerini ortaya çıkarmışsa, aynı şekilde yaratılış ve tabiat kanunlarım ve hükümlerini de ortaya çıkarmıştır, dolayısıyla hilâfet kelimesinin mânâsının umûmî olması gerekir. Bu, insanı diğer yaratıklardan ayıran her şeyi ihtiva eder.[60]
31- Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretmiş, sonra onları meleklere göstererek: “Eğer sâdıklardan iseniz, bun
ların adlarını bana söyleyin” buyurmuştur.
32- Melekler ise: “Sana tesbîh ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alîm, Hakîm Sensin Sen” demişlerdi.
33- Allah: “Ey Âdem, onları adları ile kendilerine bildir” dedi. Âdem, adlarını söyleyince; “Size demedim mi ki
ben, göklerin de, yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim. Ve sizlerin neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu da bilirim” buyurdu.
Hz. Âdem’e Öğretilenler:
Burası Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e her şeyin ismini öğreterek meleklere öğretmemesi sonucu ona verdiği şerefin zikredildiği makamdır. Bu husus, meleklerin Âdem’e secde etmesinden sonra idi. Secde bölümünden önce bu şereflenme bölümünün öne alınması, buradaki durumla, halîfenin yaratılış hikmetini bilmeyerek, meleklerin soru sormaları ve Allah Teâlâ’nın kendisinin onlann bilmediğini bileceğini söy-lemesindeki hikmet arasında münâsebet kurmak içindir. Allah Teâlâ burada Âdem’in üstünlüğünü zikretmekle; Allah’ın Âdem’e lütfettiği bilgi şerefini açıklamayı kasdetmiştir. Bunun için Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiştir.
Süddî… İbn Abbâs’dan nakleder ki o, «Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiş» âyeti hakkında şöyle demiş : İnsan ve canlı bütün varlıkların ismini ona göstermişti. Hayvanların şu merkep, şu deve, şu at denilerek isimlerini belletmişti. Dahhâk İbn Abbâs’dan nakleder ki bu âyet hakkında o şöyle demiş : Bu isimler insanı, hayvanı, göğü, yeri, karayı, denizi, deveyi, merkebi ve buna benzer diğer toplulukları bildiği şekilde isimlerdi. İbn Ebu Hatim ve İbn Cerîr… İbn Abbâs’dan nakleder ki ,o bu âyet hakkında şöyle demiştir :
Allah Âdem’e kader ve sahîfenin adını öğretmiştir. Evet hatta «fesve» ve füseyve (sessizce gaz çıkarmak)’ye kadar. Mücâhid ise bu âyetin tefsirini şöyle yapmıştır: Ona her hayvanın, her kuşun ve her şeyin adım öğretmişti. Aynı husus, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve diğer selef-i sâlihînden nakledilmiştir ki Allah Hz. Âdem’e her şeyin ismini öğretmişti. Rebî’ ise Saîd İbn Cübeyr’den naklettiği bir rivayette, «meleklerin isimlerini öğretmişti” diye tefsir etmiştir.Hamid el-Şami yıldızların adlarını öğrettiğini bildirmiştir. Abdurrahman İbn Zeyd bütün soyundan gelen kişilerin isimlerini öğretmişti, demiştir.
İbn Cerir, Allah’ın Adem’e meleklerin ve soyunun adını bildirdiği görüşünü tercih eder. Çünkü Allah Teala “Sonra onları meleklere göstererek” buyurmaktadır ki bu ibare bu ibare akledilen şeyleri ifade etmektedir. İbn Cerir’in tercih ettiği bu görüş lazım (zorunlu) değildir. Çünkü bunun yanısıra başka anlamların da aynı ibarenin içerisine girmesi reddedilemez. Üstün kılmak için akıl sahiplerinin kalıbıyla topluluğun ifade edildiği, gramer bakımından varittir. Nitekim Allah Teala bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurur: “Allah her canlıyı sudan yaratmıştır. Onlardan kimisi karnı üzere yürür, kimisi iki ayak ile yürür, kimisi de dört ayak ile yürür. Allah dilediğini yaratır. Muhakkak ki Allah herşeye kadirdir.” (Nur, 24/45)
Sahih olan, Allah’ın zatları ve fiilleriyle bütün eşyanın adlarını Adem’e öğretmiş olmasıdır. İbn Abbas’ın dediği gibi fesve ve füseyveye kadar. Yani büyük ve küçük fiillere ve zatlara kadar. Bunun için Buhari tefsir kitabında bu ayetin tefsiri konusunda şöyle der:
Bize Müslim İbn İbrahim… Enes İbn Malik’ten nakletti ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. Ayrıca bana halife dedi ki Yezid İbn Zürey’ Said’den o da Katade’den, o da, Enes İbn Malik’ten nakletti ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Mü’minler, kıyamet günü toplanırlar ve derler ki biz Rabbımızdan şefaat dileyecek birisini bulsak. Bunun üzerine Hz. Âdem’e gelirler, ve derler ki; Sen, insanların atasısın, Allah onları senin elinde yarattı ve sana melekleri secde ettirdi ve her şeyin adını sana öğretti. Binâenaleyh sen bizim şu yerimizde rahatlayabilmerniz için Rabbı-nın katında bize şefaat et. Hz. Âdem; ben burada sizin yanınızda yoğum der ve haya ederek kendi günahım zikreder, Nuh’a gidin, çünkü Allah’ın yeryüzüne göndermiş olduğu ilk Rasûldür der. Bunun üzerine onlar Hz. Nuh’a gelir şefaat isterler. O, bilgisi olmadığı konularda Rabbından istediğini hatırlatarak utanır ve ben burada sizin yanınızda yoğum, Rahmân’ın dostu olan İbrahim Halîlûllah’a gidin der. Ona gelirler. O ise ben burada sizin yanınızda yoğum. Hz. Musa’ya gidin o Allah’ın kendisiyle konuştuğu ve Tevrat’ı verdiği kuludur der. Bunun üzerine onun yanına gelirler. O da, haksız yere ve cana can olmaksızın bir cam öldürdüğünü hatırlatarak Rabbından utandığını belirtir ve ben sizin yanınızda yoğum Allah’ın kulu, Rasûlü, kelimesi ve Ruhu olan îsâ’ya gidin der. Onlar Hz. îsâ’ya gelirler. O da, ben sizin yanınızda yoğum, Allah’ın gelmiş geçmiş günahlarını affettiği Muhammed Mustafâ (s.a.) kuluna gidin der. Onlar bana gelirler. Ben de Rabbımdan izin istemek üzere ayrılırım. Ben Rabbımı görünce secdeye kapanırım. Allah dilediği süreye kadar beni secdede bırakır. Sonra bana buyurulur ki; «başını kaldır ve iste, verilirsin, şöyle, dinlenirsin; şefaat et, şefaat edilirsin.» Ben bunun üzerine başımı kaldırır bana öğrettiği hamd ile onu hamd ederim, sonra şefaat ederim ve o bana bir smır çizer ben de onları cennete girdiririm. Sonra kendisine döner ve Rabbımı gördüğümde bir önceki gibi davranırım. Sonra şefaat ederim, şefaat isterim. O da bana bir sınır çizer ve onları da cennete girdiririm. Sonra dördüncüye döner ve derim ki cehennemde Kur’an’ı hapsedenden başka kimse kalmadı ona ebedî olarak cehennemde kalmak vâcib oldu derim.»
Bu hadîsi Buhâri bu şekilde nakletmiştir. Müslim ve Neseî ise Hişâm kanalıyla Katâde’den nakletmiştir. Müslim, Neseî ve İbn Mâce Saîd’in hadîsinden onun kanalıyla Katâde’den rivayet etmişlerdir. Onun irâd ediliş şekli de böyledir. Hz. Peygamberin «Hz. Âdem’e gelir ve derler ki sen insanların atasısın, Allah onları senin vasıtanla yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve her şeyin adını sana öğretti» kavli gösteriyor ki, Allah ona bütün mahlûkâtm ismini öğretmiştir. «Sonra onları meleklere göstererek» yani adı verilen, adlandırılan şey- leri, Abdürrezzâk’m Ma’mer ve Katâde’den naklederek söylediği gibi. Sonra Allah bu isimleri meleklere gösterip ve «Eğer sâdıklardan iseniz bunların adlarını bana söyleyin buyurur.» Süddî tefsirinde Ebu Mâlik, Ebu Salih kanalıyla İbn Abbas’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; «Allah Âdem’e bütün isimleri öğretmiş, sonra da yaratıkları meleklere göstermiş» demiştir. İbn Cüreyc Mücâhid’den nakleder ki «Sonra isimlerin sahiplerini meleklere göstermiştir.»
İbn Cerîr der ki, bize Kasım… Hasan’dan, Ebu Bekr de Hasan ve Katâde’den nakletti ki onlar şöyle demişler : Allah, Âdem’e her şeyin ismini- öğretmiştir ve Âdem her şeyi ismi ile adlandırıyordu. Her şey Hz. Âdem’e toplam sunulmuştur. Yine Hasan ve Katâde’den bu isnâdla «Eğer sâdıklardan iseniz» âyeti hakkında şu rivayeti nakletmişlerdir. Ben nasıl bir yaratık yaratırsam, şüphesiz ondan daha iyi bilirim, eğer siz sâdıklardan iseniz bu şeylerin isimlerini bana bildiriniz.
Dahhâk ise İbn Abbas’ın «Eğer sâdıklardan iseniz» âyetini şöyle tefsir ettiğini nakleder : Eğer siz bu isimleri bilirseniz ben yeryüzünde bir halîfe yaratmam. Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbas’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve ashâbtan bir topluluktan nakleder ki; onlar bu âyeti şöyle tefsir etmişlerdir : Âdemoğul-larmın yeryüzünde fesâd çıkarıp kan dökecekleri konusunda eğer doğru söylüyorsanız, demektir.
İbn Cerîr der ki; sözlerin en uygunu bu konuda İbn Abbâs’ın te’vîli ve onun fikrini söyleyenlerin sözüdür. Bu sözün muhtevası şundan ibarettir : Allah Teâlâ Ey «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın diyen» melekler, size gösterdiğim bu şeylerin isimlerini bana bildirin. «Biz seni hamd ile tesbîh ve takdîs edip dururken bizden veya bizim dışımızda bir varlık mı yaratacaksınız?» diyen melekler eğer bu sözünüzde samimî iseniz size gösterdiğim şeylerin adlarım bana bildirin. Eğer ben yeryüzünde yaratacağım halîfeyi sizden başkasından yaratacak olursam, onun soyundan gelenler bana isyan edecek ve yeryüzünde kanlar döküp fesâd çıkaracak iseler ve eğer sizi yeryüzünde bırakacak olursam bana itaat edeceğinizi ta’zîm ve takdîs ile dinime bağlanacağınızı söylüyorsanız… Size gösterdiğim ve sizin gördüğünüz bu şeylerin isimlerini bilmiyorsanız, bilinmeyen konularda bilinmeyen şeyler hakkında bilginiz yoksa, siz bu gösterilen şeyleri bilemiyorsanız, bulunmayan şeyler konusunda bir şey bilmemeye daha çok lâyıksınız demektir. Onlar da : «Melekler ise, Sana tesbîh ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle gören Sensin Sen.» demişlerdi. Bu ifâde meleklerin Allah Teâlâ’-yı takdîs ve tenzihidir. Hiçbir varlığın Allah’ın bilgisi olmadıkça ve O istemedikçe hiç bir şeyi ihata edemeyeceğini ve Allah’ın bildirdiğinin dışında hiç bir şeyi bilemeyeceğini belirtmektedirler. Bunun için de Sana tesbîh ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Her şeyi bilen, yaratıklarında hikmet sahibi olan, dilediğin, kişiye bilgiyi vermekte emir sahibi ve dilediğinden bilgiyi almakta hikmet sahibi olan, tam hâkim ve tam adaletli Sen’sin Sen demişlerdir.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Saîd… İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : «Sübhânallah, Allah’ın kendi nefsini kötülüklerden tenzih etmesidir. Sonra Hz. Ömer, Hz. Ali’ye beraberinde arkadaşları bulunduğu sırada demiş ki biz «Lâ İlahe İllallah» in ne demek olduğunu biliyoruz, ya «Sübhânallah» ne demektir? Hz. Ali ona demiş ki; bu Allah’ın kendi nefsi için sevdiği, hoşnûd olduğu, seçtiği ve söylenmesinden hoşlandığı bir kelimedir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam Nadr İbn Arabi’den nakletti ki o şöyle demiş : Adamın biri Meymûn İbn Mehrân’a «Sübhânallah»in ne demek olduğunu sordu. O da, bu Allah’ın ta’zîm edildiği ve kötülüklerden istisna edildiği bir isimdir demiş.
«Allah: Ey Âdem onları adlarıyla kendilerine bildir, dedi. Âdem, adlarım söyleyince, size demedim mi ki Ben, göklerin de, yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim. Ve sizlerin neyi açıklar, neyi gizler olduğunuzu da bilirim, buyurdu.»
Zeyd İbn Eslem der ki; Âdem, Sen Cebrail, sen Mîkâîl, sen İsrafîl, sen Azrail diyerek bütün isimleri saymış en sonunda kargaya kadar varmıştı. Mücâhid, Allah : «Ey Âdem, onları adlarıyla kendilerine bildir» dedi kavli celîli konusunda dedi ki; güvercinin ve karganın adını ve her şeyin ismini. Saîd İbn Cübeyr, Hasan ve Katâde’den de buna benzer bir rivayet nakledilir.
Hz. Âdem’in meleklere üstünlüğü Allah’ın ona öğrettiği şekilde eşyâmn ismini sıralamasıyla ortaya çıkınca, Allah Teâlâ meleklere dedi ki: «Size demedim mi ki Ben göklerin de yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim ve sizin neyi açıklar, neyi gizler olduğunuzu da bilirim» buyurdu. «Ben, görülen ve görülmeyenin gaybını bilir olduğumu daha önceden size söylemedim mi?» Nitekim Allah Teâlâ Hüdhüd’ün Süleyman’a şöyle dediğini haber vermişti: «Allah göklerde ve yerde saklı bulunanı çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah’a secde etmenizi emretti. O’ndan başka İlâh yoktur. O ulu Arşın Rabbı’dır.» (Nemi, 25).
«Ve sizlerin neyi açıklar neyi gizler olduğunuzu da bilirim.» âyeti konusunda bizim zikrettiğimiz şeylerin dışında şeyler de söylenmiştir. Nitekim Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; Allah, ben açığı bildiğim gibi gizliyi de bilirim, buyurmuştur. Yani İblîs’in nefsinde sakladığı kibri ve gururlanmayı da bilirim. Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih yoluyla İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve ashâbtan bir topluluktan nakleder ki o şöyle demiş: Meleklerin «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın» sözleri açıklamış oldukları şeydir. «Ve sizlerin neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu» âyeti de İblîs’in nefsinde gizlediği kibir elemektir. Saîd İbn Cübeyr, Mücâhid, Süddî, Dahhâk, Sevrî de böyle demişlerdir. İbn Cerîr de bu görüşü tercîh etmiştir. Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Hasan, Katâde derler ki; onların sözü şu idi: Rabbimiz hiç ûir yaratık yaratmamıştır ki biz ondan daha bilgili ve kendi katında daha üstün olmayalım. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den nakleder ki, o bu âyet hakkında şöyle demiştir : Onların açığa vurdukları sözleri : «Yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» sözüydü. Aralarında gizledikleri sözieri ise Rabbimiz hiç bir yaratık yaratmamıştır ki, biz ondan daha bilgili ve daha üstün olmayalım, sözüdür. Ancak sonradan Allah’ın, Âdem’i ilim ve şeref bakımından kendilerinden üstün kıldığını öğrenmişlerdir.
İbn Cerîr der ki; bize Yûnus… Meleklerle Hz. Âdem (a.s.)’in kıssası hakkında Zeyd İbn Eslem’den şunu nakleder: Allah Teâlâ meleklere buyurdu ki; Siz bu isimleri bilmediğiniz gibi, bu yaratığın yeryüzünde fesâd çıkarmasını kasdettiğimi de bilmiyorsunuz. İşte benim katımda olan bilgi budur. Bunun için ben yeryüzünde bana isyan ve itaat eden bir yaratık yaratmayı sizden gizlemiştim. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; daha önceden Allah Teâlâ’nın : «Cehennemi cinler ve insanlardan topluca dolduracağım» zımmında ahdi sebkat etmişti, melekler bunu bilmiyorlardı, farkında değillerdi. Ancak Allah’ın Âdem’e lütfettiği ilmi görünce onun üstünlüğünü itiraf ettiler. İbn Cerîr der ki; bu konuda sözlerin en uygunu İbn Abbâs’ın şu sözüdür : «Neyi gizler olduğunuzu da bilirim» âyetinin mânâsı, ben göklerin ve yerin gizliliklerini bildiğim gibi, sizin dilinizle açığa vurduğunuz ve içinizde gizler olduğunuz şeyleri de bilirim. Bana, gizli ve saklı hiç bir şey yoktur. Sizin gizliniz ve açığınız benim yanımda eşittir. Dilleriyle açığa vurdukları; «Yeryüzünde fesâd çıkanp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» sözleri idi. İçlerinde gizledikleri husus ise İblîs’in Allah’ın emirlerine aykırı davranma arzusu ve Allah’a itaat konusunda bü-yüklenmesi idi. İbn Cerîr der ki; bu ifâde doğrudur. Çünkü Araplar, «ordu öldürüldü ve yenildi» derler. Öldürülen, ordunun bir ferdi veya bir kısmıdır. Yenilen de ordunun bir ferdi veya bir kısmıdır. Haber yenilenden ve öldürülenden çıkar, ancak haberin çıkış yeri topluluktur. Nitekim Allah Teâlâ : «Sana odalarının gerisinden seslenenler» buyurmaktadır. Halbuki nakledildiğine göre Hz. Peygambere seslenen Te-mîm kabilesinden bir kişi idi. İşte Allah Teâlâ’nın «Ve sizlerin neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu da bilirim» âyeti de böyledir. [61]
34- Hani meleklere: Âdem’e secde edin demiştik de onlar hemen secde edivermişlerdi. Sadece şeytân kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Yeryüzünün İlk Sakinleri:
İşte Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e ve onun zürriyetine bahşetmiş olduğu büyük lütuf ve şeref burada ortaya çıkıyor. Nitekim Allah Teâlâ meleklere Âdem’e secde etmesini emrettiğini bildirmektedir. Bu konuda birçok hadîs var Ki yukarda geçen şefaat hadîsi bunlardan biridir. Bir diğeri de Mûsâ (a.s.)’nın sözüdür. Hz. Mûsâ, «Rabbım, bizi ve kendisini cennetten çıkarmış olan Âdem’i bana göster» der. Onu görünce, Allah’ın kendi eliyle yarattığı ve ruhunu üflediği ve kendisine melekleri secde ettirdiği Âdem sen misin? diye sorar. Hadîsin devamı aşağıda gelecektir.
İbn Cerîr der ki; bize Ebu Küreyb, İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : İblîs, kendilerine hınn denilen meleklerin kabilelerinden bir kabileye mensûb idi. Bu kabîle Semûm ateşinden yaratılmıştı. Melekler arasında bulunuyordu. Adı da Haris olup cennet bekçilerinden bir bekçiydi. İbn Abbâs der ki; meleklerin hepsi bu kabilenin dışında nurdan yaratılmışlardı. İbn Abbâs der ki; Kur’an’da zikri geçen cinler ise ateşten yaratılmışlardır. Yeryüzünde ilk yerleşenler cinler idi. Onlar burada fesâd çıkarmış, kan dökmüş ve birbirle- rinl öldürmüşlerdi. İbn Abbâs der ki; Allah onlara meleklerden bir ordu halinde İblîs’i gönderdi. Bu melekler, kendilerine Hınn denilen kabileden idiler. îblîs ve beraberinde bulunanlar onları öldürdüler, nihayet denizlerdeki adalara ve dağların yamaçlarına sürdüler. İblîs bunu yapınca kendi nefsinde gururlandı ve kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptım, dedi. İbn Abbâs der ki; Allah onun kalbinden geçeni kendisine muttali’ kıldı, beraberinde bulunan meleklerin hiç birisi buna muttali’ olmamıştı. Allah Teâlâ, Onunla beraber olan meleklere dedi ki: «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» Melekler de kendisine, «Sen yeryüzünde fesâd çıkaracak bir kimse mi yaratacaksın?» diye cevap verdiler. Tıpkı cinlerin fesâd çıkarıp kan döktükleri gibi. Halbuki sen bizi onların üzerine bu sebeple göndermiştin. Bunun üzerine Allah Teâlâ da buyurdu ki: «Sizin bilmediklerinizi ben bilirim.» Yani İblîs’in kalbindeki kibir ve gururu siz bilmezsiniz, ancak ben bilirim. İbn Abbâs dedi ki; Sonra Âdem’in toprağına emretti ve toprak kalktı. Allah Âdem’i balçıktan işlenebilen kara bir topraktan yarattı. Sonra Âdem’in cesedi kırk gece atılı kaldı. İblîs geliyor ona ayağıyla vuruyor ve o da ses çıkarıyordu. Allah Teâlâ’mn «İnşam pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.» (Rahman, 14) âyetinde buyurduğu budur.
İbn Abbâs dedi ki; sonra İblîs cesedin ağzından giriyor arkasından çıkıyor, arkasından giriyor ağzından çıkıyordu ve o, sessiz cesede diyordu ki; sen bir şey değilsin ve bir şey için de yaratılmadın, eğer ben senin üzerine musallat edilirsem seni mahvederim. Eğer sen benim üzerime musallat edilirsen sana isyan ederim. İbn Abbâs diyor ki; Allah ona ruhundan nefhedince soluk baş tarafından geldi. O soluk bedenin neresine sirayet ederse et ve kan oluyordu. Soluk göbeğine kadar uzanınca o cesedine baktı ve cesedinde gördüğü şey kendisinin hayretini mûcib oldu, kalkmak istedi, gücü yetmedi. İşte Allah Teâlâ’mn : «İnsan çok aceleci yaratılmıştır» âyetindeki buyruğu budur. İbn Abbâs der ki; soluk bütün cesedi bürüyünce, hapşırdı ve «hamd âlemlerin Rabbı Allah’a mahsûstur» dedi. Bunu Allah’ın ilhâmıyla demişti. Allah da ona : «Ey Âdem Allah sana merhamet etsin» buyurdu. İbn Abbâs der ki; Allah Teâlâ sonra gökyüzündeki bütün meleklere değil sadece İblîs ile beraber olan meleklere dedi ki; «Âdem’e secde edin.» Onların hepsi topluca secde ettiler, sadece İblîs büyüktendi ve secde etmekten kaçındı. Çünkü onun nefsinde gurur ve kibir hadis olmuştu. Ve «ona secde etmem» dedi, «ben ondan daha iyiyim daha yaşlıyım ve daha kuvvetli bir yaratığım, beni ateşten onu çamurdan yarattın» dedi. Ateşin çamurdan daha kuvvetli olduğunu söylüyordu. İbn Abbâs der ki; İblîs secde etmekten kaçınınca Allah da onu her türlü hayırlardan mahrum etti ve onu günahının cezası olarak koğulmuş şeytân kıldı. Sonra Allah, Âdem’e bütün eşyanın isimlerini öğretti ki, bugün insanların bil-diği isimler bunlardır. İnsan, hayvan, toprak, ova, deniz, dağ ve mer-keb… ve buna benzer diğer toplulukların isimlerini. Sonra bu isimleri o meleklere gösterdi. Yani îblîs’le beraber olan ve alevli ateşten yaratılmış olan meleklere ve onlara : «Eğer sâdıklardan iseniz bunların adlarını bana söyleyin» buyurdu. Yani bunların isimlerini bildirin eğer doğru söylerseniz. Yani yeryüzünde niçin halîfe yarattığımı bilenlerden iseniz. İbn Abbâs der ki; Allah Teâlâ onların Allah’dan başka kimsenin ve kendilerinin de bilgi sahibi bulunmadıkları konusunda konuştuklarını öğrenince, melekler dediler ki; «tesbîh ve tenzih ederiz seni» Senden başka bir kimsenin gaybl bilmesinden seni tenzih eder ve sana döneriz. Senin bize öğrettiğinin dışında hiç bir bilgimiz yoktur. Kendilerini her türlü gayb bilgisinden uzak sayar ve ancak «Âdem’e öğrettiğin gibi bize öğrettiğini biliriz» dediler. Bunun üzerine Allah, Hz. Âdem’e : «Ey Âdem, onları adlarıyla kendilerine bildir» der. Adem, onları, isimleriyle söyleyince, Allah Teâlâ : «Ey melekler ben size demedim mi ki ben göklerin de, yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim ve benden başka kimse onu bilmez ve sizlerin de neyi açıklayıp neyi gizler olduğunuzu bilirim.» Açığı bildiğim gibi gizliyi de bilirim, yani İblîs’in nefsinde gizlediği gurur ve kibri.
Bu rivayetin siyakı garîbtir ve içinde münâkaşası uzun sürecek dikkat edilmesi gereken birçok husus vardır. Ancak İbn Abbâs’dan nakledilen bu rivayeti meşhur tefsirler naklederler.
Süddî tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki, onlar şöyle demişler : Allah Teâlâ istediklerini yaratmayı bitirdikten sonra Arş’a yöneldi ve oraya hâkim oldu. İblîs’e de dünya göğünün hükümdarlığını verdi. İblîs kendilerine cinn denilen meleklerden bir kabileye mensuptu. Cinlere bu ismin verilmesi cennetin bekçileri olmalarındandır. İblîs, dünya göğünün hükümdarı olduğu gibi cennetin bekçisiydi de. İblîs’in kalbinde kibir belirdi ve Allah bana bu şerefi, benim meleklerden farklı bir meziyetim olduğu için verdi, dedi. İblîs’in nefsinde bu kibir belirince Allah ondaki bu duruma muttali’ olup meleklere dedi ki ben : «Yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» Onlar da Rabbımız bu halîfe de ne oluyor? dediler. Allah, onun soyundan gelenler yeryüzünde fesâd çıkarırlar, kıskançlık yaparlar ve birbirlerini öldürürler buyurdu. Onlar dediler ki; Rabbımız, yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Halbuki biz seni hamd ile tesbîh ve takdîs eder dururuz. Allah buyurdu ki; sizin bilmediklerinizi ben bilirim. Yani İblîs’in durumunu. Allah Teâlâ Cibril’i yeryüzüne gönderdi ve kendisine yeryüzünden toprak getirmesini emretti. Yeryüzü dedi ki, benden bir parça alman veya hor düşürmen konusunda Allah’a sığınırım. Bunun üzerine Cibril döndü ve bir şey almadı ve dedi ki! Rabbım, toprak benden Allah’a sığındı ve ben de ondan vazgeçtim. Bunun üzerine Mîkâü’i gönderdi o yine Allah’a sığındı o da toprağı almaktan vazgeçti ve döndü, Cebrail’in dediği gibi dedi. Allah Azrail’i (ölüm meleği) gönderdi, toprak Allah’a sığındı ise de, o ben de Allah’ın emrini yerine getirmeyip geri dönmekten Allah’a sığınırım dedi ve yeryüzünden toprağı aldı. Alırken tek bir yerden değil karışık topraklar aldı. Kırmızı, beyaz ve kara toprağı karıştırdı. Bunun için Âdem’in çocukları değişik şekilde oldular. Ölüm meleği toprağı çıkardı, toprak yaşardı ve balçıkla karışıp çamur haline geldi. Sonra Allah meleklere dedi ki: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzeltip kendisine ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın.» (Âl-i İmrân, 49). Allah Âdem’i kendi eliyle yarattı ki İblîs ondan dolayı kibirlenmesin. Ve ona benim elimle yaptığım şeyden sen kibirleniyorsun, ben ondan kibirlenmiyorum diyebilsin. Ve onu insan şeklinde yarattı. Cum’a günü sayılarak kırk gün çamurdan bir cesed halinde idi. Melekler ona rastladıkça ondan ürküyorlardı, ondan en çok ürken de İblîs idi. İblis ona rastlayınca vuruyor ve balçıktan nasıl ses çıkarsa cesedden de ses çıkıyordu. İşte Allah Teâlâ’nın : «İnsanı pişmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yaratmıştır.» (Rahman, 14) buyruğu bundandır. Şeytân diyordu ki, sen herhangi bir şey için yaratılmamışsın. Ona ağzından giriyor ve arkasından çıkıyordu. Ve meleklere demişti ki, bundan korkmayın çünkü Rabbınız Samed’dir. Bu da içi boştur. Eğer ben onun üzerine hâkim kılınırsam onu mahvederim. Allah Azze ve Celle’-nin Âdem’e ruhu nefhetme süresi yaklaşınca meleklere dedi ki; «ben ona ruhumdan üfürdüğümde ona secde edin.» Âdem’e ruhu üfleyince, rûh başından girdi ve Âdem aksırdı, melekler «elhamdülillah» de, dediler. O da «elhamdülillah» dedi. Allah Teâlâ ona «Rabbm sana merhamet etti» dedi. Rûh gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Rûh karnına girince yemek istedi ve daha rûh ayaklarına ulaşmadan cennetin meyvelerine çabucak koşmak için sıçradı. İşte Allah Teâlâ’nın «İnsan aceleden yaratılmıştır». (Enbiyâ, 37) âyetinde kasdettiği budur. Bütün melekler topluca Âdem’e secde ettiler, ancak İblîs kaçındı ve secde edenlerden olmak istemedi, böylece kâfirlerden oldu. Allah İblise, ben elimle yaratınca ona secde edin diye sana emrettiğim halde, seni secde etmekten alıkoyan nedir? diye sordu. Şeytân; ben ondan daha hayırlıyım çamurdan yarattığın şeye niçin secde edeyim? dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ buyurdu: «Oradan çık, sana büyüklerime düşmez, sen horlanmışlardan olarak çık.» buyurdu.
İbn Abbâs der ki; Allah bütün isimleri Âdem’e öğretti. Sonra bu şeyleri meleklere gösterdi ve onlara, eğer Âdem’in çocuklarının yeryü- zünde fesâd çıkaracağı ve kan dökeceği konusunda doğru sözlülerden iseniz, bunların isimlerini bana bildirin dedi. Onlar da : «Sana tesbîh ederiz, bize öğrettiğinden başka bildiğimiz yok. Her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle gören Sensin Sen.» demişlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Ey Âdem, onları adlarıyla kendilerine bildir dedi. Âdem adlarını söyleyince size demedim mi ki «Ben göklerin de, yerin de gizliliklerini muhakkak bilirim. Ve sizlerin neyi saklar, neyi gizler olduğunuzu da bilirim» buyurdu. İbn Abbâs der ki; işte onların açığa çıkardıkları «Yeryüzünde fesâd çıkarıp, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?» sözleri budur. Ve «sizlerin neyi gizler olduğunuzu bilirim» âyetinden maksad, İblîs’in nefsinde neyi gizler olduğudur.
Sahabelere kadar isnâd edilen bu rivayet meşhur olup Süddî’nin tefsirinde yer alır. Bunda pek çok isrâiliyât vardır. Belki de bir kısmı müdrectir ve sahabenin kelâmından değildir veya onu geçmiş kitapların bir kısmından almışlardır. (Müdrec hadîs, râvînin hadîsten sonra kendisinin veya başkasının sözünü zikretmesi ve bunu ayırmaksızın hadîs eklemesidir. Okuyan kişi bu sözün hadîsten olduğunu zanneder.) Doğruyu en iyi bilen Allah’dır. Hâkim Müstedrek’inde bu isnâdla aynı şeyleri rivayet eder ve bunun Buhârî’nin şartına uygun olduğunu söyler.
Maksad şudur: Allah Teâlâ meleklere Âdem’e secde etmelerini emredince İblîs de onlara vâki’ olan hitabın içerisine girdi. Çünkü o, her ne kadar meleklerin unsurundan değil idiyse de, onlara benzemiş ve onların fiillerini kendisine rehber edinmişti ve bu yüzden onlara yöneltilen hitabın muhatabı oldu ve emre muhalefetten dolayı kınandı. Biz mes’eleyi inşâallah: «Ancak İblîs müstesna, o cinlerden idi ve Rabbının emrinden yüz çevirmişti.» (Kehf, 50) âyetinin tefsirinde açıklayacağız.
Bunun için Muhammed İbn İshâk; Hallâd’dan, Atâ’dan, Dâvûd’dan ve İbn Abbâs’dan nakleder ki, o şöyle demiş : İblîs günah işlemezden önce meleklerden bir melek idi ve ismi Azâzîl olup yeryüzünde yaşardı. Çalışma bakımından meleklerin en ileri gidenlerindendi içlerinden en bilgini idi. Bu husus, onu kibre şevketti ve o Hınn adı verilen bir kabileden idi. Hallâd, Atâ, Tâvûs veya Mücâhid’in İbn Abbâs’dan veya diğerlerinden buna benzer bir başka rivayet daha vardır.
İbn Ebu Hatim der ki bana babam… Saîd İbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : İblîs’in adı Azâzîl idi. Dört kanatlı melekler arasında en üstünlerinden biriydi. Sonra Allah’ın rahmetinden kovuldu. Cüreyc, Hacâc’dan nakleder ki, İbn Abbâs şöyle demiş : İblîs meleklerin en şereflilerinden ve en üstün kabilelerinden birisine men-sûb idi. O, cennetin bekçisi ve dünya göğünün hükümdarı idi. Bu se- beple o aynı zamanda yeryüzünün de hükümdarı idi. Dahhâk ve diğerleri İbn Abbâs’dan aynı şekilde rivayet ederler.
Salih, İbn Abbas’dan nakleder ki, o şöyle demiş : Meleklerden bir ka-bîle vardır ki onlara cin adı verilir. İblîs onlardan idi ve o gökle yer arasında hâkim idi. Allah’a isyan etti ve Allah da onu kovarak ters yüz etti. İbn Cerîr bu hadîsi rivayet eder. Saîd İbn Müseyyeb’den naklen Katâde der ki, İblîs dünya göğündeki meleklerin reîsi idi.
İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr… Hasan’dan rivayet etti ki o şöyle demiş : İblîs hiç bir zaman meleklerden olmamıştır. Âdem’in insanların atası olduğu gibi o da cinlerin atasıdır. Hasan’dan yapılan bu isnâd sahihtir. Aynı şeyi Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de söylemiştir. Şehr İbn Havşeb der ki; İblîs meleklerin kovduğu cinlerden birisi idi. Meleklerden bir kısmı onu saklayıp göğe götürdüler. İbn Cerîr bunu rivayet eder. Süneyd İbn Dâvûd der ki; bize Hüşeym… Sa’d İbn Mes’ûd’dan nakleder ki o şöyle demiş: Melekler cinlerle savaşıyordu, İblîs küçük olduğu için esir alınmıştı ve meleklerle beraberdi, onlarla birlikte ibâdet ediyordu. Melekler Âdem’e secde etmekle emro-lununca, onlar secde ettiler, ancak İblîs secde etmekten kaçındı. Bunun için Allah : «İblîs müstesna, o cinlerdendi…» (Kehf, 50) buyurmuştur.
İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Sinan… İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : Allah Teâlâ bir yaratık yarattı ve Âdem’e secde edin dedi. Onlar yapmayız dediler, bunun üzerine Allah onların üzerine ateş gönderdi ve hepsini yaktı. Sonra bir başka yaratık yarattı ve ben topraktan bir insan yaratacağım, Âdem’e secde edin dedi. Onlar secde etmekten kaçındılar. Bunlara bir ateş gönderdi ve hepsini yaktı. Sonra bu yaratıkları yarattı ve Âdem’e secde edin dedi, onlar da peki dediler. İblîs ise Âdem’e secde etmekten kaçınanlardan idi. Bu hadîs de garîbtir, isnadı sahih olamaz. Çünkü içerde râviler arasında iki tane müphem kişi vardır. Bu gibi hadîsle delil getirilemez. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Katâde : «Hani meleklere Âdem’e secde edin demiştik» âyeti konusunda der ki; tâat Allah’adır. Secde ile Allah Âdem’i şereflendirmiş, ve melekleri ona secde ettirmişti. Allah Teâlâ’nın : «Onlar hemen secde edivermişlerdi, sadece şeytân kaçınmış büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.» âyeti konusunda da Katâde şöyle der :
Allah düşmanı İblîs, Hz. Âdem’i kıskandı, ona Allah’ın lütfettiği üstünlükleri çekemedi ve «ben ateştenim, bu ise çamurdan» dedi günahının başlangıcı büyüklenme idi. Allah düşmanı, Âdem (a.s.)’e secde etmekten çekindi ve büyüklük tasladı. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Saîd… Abdullah İbn Büreyde’den «Ve kâfirlerden olmuştu» âyeti konusunda şunu nakleder : İsyan edenlerden olmuştu ve onları da ateş yakmıştı. Ebu Ca’fer, Rebî’ yoluyla Ebu’l-Âliye’den nakleder ki «Ve kâ- firlerden olmuştu», âyeti, isyan edenlerden olmuştu manasınadır. Süd-dî ise der ki; «Ve kâfirlerden olmuştu» âyeti, Allah’ın o gün yaratmadığı, sonra meydana gelecek olan kâfirlerden olmuştu, demektir.
Muhammed İbn Kâ’b el-Kurazî der ki: Allah, İblisi küfür ve sapıklık üzere yaratmaya başladı ve ona meleklere yaptığını yaptı. Gösterdiği bu davranışından dolayı yarattığı şekilde onu küfür üzere devam ettirdi. Bunun için Allah Teâlâ : «Ve kâfirlerden olmuştu» buyurdu. [62]
35- Ve demiştik ki: – Ey Âdem, Sen, eşinle birlikte Cennette otur. Dilediğiniz yerlerde onun meyvelerinden bol
bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz.
36- Nihayet şeytân onları Cennet’ten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: “Kiminiz kimini
ze düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamanakadar yerleşim ve faydalanma vardır.” dedik.
Hz. Âdem ve Cennet:
Allah Teâlâ Hz. Âdem’e ikram ettiğini ve meleklerin ona secde etmelerini emrettiğini, İblîs’in dışında meleklerin hepsinin secde ettiğini haber veriyor. Sonra da Allah, Âdem’e cennette dilediği gibi yaşamasını, dilediği şeyden yemesini, rahat ve huzur içerisinde kalmasını sağladığını bildiriyor.
Hafız Ebu Bekr îbn Merdûyeh, Muhammed İbn İsâ el-Dâmegânî kanalıyla… Ebu Zerr’den nakleder ki, o şöyle demiş : Ben dedim ki; ey Allah’ın Rasûlü sana Hz. Âdem gösterildi, acaba bir nebî miydi? Allah’ın Rasûlü buyurdu ki; Evet bir nebî ve rasûl idi. Allah onunla açıktan açığa konuşarak : «Ey Âdem sen eşinle birlikte cennette otur» buyurdu.
Hz. Âdem’in oturduğu cennetin gökyüzünde mi, yeryüzünde mi olduğu konusu ihtilaflıdır. Ekseriyet onun gökyüzünde olduğu kanâatindedir. Bu hususun açıklanması inşâallah A’râf sûresinde gelecektir. Âyetin akışı Hz. Havva’nın Âdem’in cennete girmezden önce yaratılmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim bu hususu Muhammed İbn İshâk şöyle açıklar: Allah Teâlâ, İblîs’i cezalandırdıktan sonra Hz. Adem’e döndü, önce ona bütün şeylerin isimlerini öğretmişti ve dedi ki; Ey Âdem onlara hepsini isimleriyle bildir. Bu âyeti sonuna kadar okudu. Sonra şöyle dedi: Tevrat ehli ile diğer ilim ehlinden bize ulaştığına ve îbn Abbâs ile diğerlerinin naklettiğine göre; sonra Hz. Âdem’i bir uyku bürüyüverdi. Bu sırada, Hz. Âdem’in sol tarafındaki eğe kemiklerinden birisi alındı ve yerine et dolduruldu. Âdem uyuyordu, uykusundan dolayı bunu farketmedi. Neticede Allah Teâlâ bu sol eğesinden eşi Havva’yı yarattı. Onu bir kadın haline getirdi ve onunla sükûn duymasını sağladı. Sonra Âdem’in uykusu giderilip uyanınca Hz. Havva’yı yanında gördü ve «Onların iddia ettiğine göre -ki en doğruyu Allah bilir- «etim, kanım ve ruhum dedi ve onunla huzur buldu. Allah Âdem’i Havva ile birleştirince ve kendinden ona bir huzur ve sükûn bahşedince doğrudan Hz. Âdem’e dedi ki: «Ey Âdem, sen eşinle birlikte cennette otur, dilediğiniz yerlerde onun meyvelerinden bol bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa ikiniz de zâlimlerden olursunuz.»
Denilir ki, Hz. Havva’nın yaratılması Hz. Âdem’in cennete girmesinden sonra idi. Nitekim Süddî, tefsirinde Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn^Mes’ûd ve peygamberin ashabından bir topluluktan nakleder ki; Allah Teâlâ İblîs’i cennetten çıkardı ve oraya Âdem’i yerleştirdi. Âdem cennette tek başına geziniyordu rahat ve huzur içinde değildi. Uyudu ve uyandığında baş tarafında Allah Teâlâ’nın kendi eğe kemiğinden yarattığı oturmuş bir kadın buldu. Ve ona sen nesin? diye sordu, O da «ben kadınım» dedi. Âdem neye yaratıldın dediğinde, o, benimle sükûn bulasın diye karşılığını verdi. Melekler ona dediler ki: Ey Âdem onun adı nedir? Hz. Âdem Havva dedi. Niçin Havva adı verilmiş dediklerinde; Çünkü o canlı bir şeyden (Hayy) yaratılmıştır, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Ey Âdem, sen eşinle birlikte cennette otur. Dilediğiniz yerlerde onun meyvelerinden bol bol yeyin…» buyurdu.
«Yalnız şu ağaca yaklaşmayın.» Bu da Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i denemesi ve imtihanıydı. Bu ağacın ne olduğu konusu ihtilaflıdır.
Süddî, kendisine İbn Abbâs’dan naklettiklerine göre şöyle der : Âdem (a.s.)’in nehyedildiği ağaç asma ağacıydı. Saîd İbn Cübeyr, Süddî, Şa’bî, Ca’de İbn Hübeyre ve Muhammed İbn Kays da böyle demişlerdir. Keza Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve ashâbtan bir topluluktan naklederek der ki; bu ağaç asma ağacıydı. Ancak yahûdîler onun buğday ağacı olduğunu iddia ederler.
İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim der ki, bize Muhammed İbn İsmâîl… İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş : Hz. Âdem’in nehyedildiği ağaç, buğday başağıydı. Abdürrezzâk der ki, bize İbn Üyeyne ve İbn el-Mübârek… Saîd İbn Cübeyr yoluyla İbn Abbâs’dan naklettiler ki; bu ağaç buğday başağıymış.
Muhammed İbn İshâk, ilim ehli bir adam kanalıyla Haccâc’dan, o da Mücâhid’den o da İbn Abbâs’dan nakleder ki bu ağaç buğdaymış. İbn Cerîr der ki bana Müsennâ İbn İbrahim… Temîm kabilesinden bir adamdan nakletti ki : İbn Abbâs, Ebu’l-Celd’e Âdem’in yediği ağaçtan ve yanında tevbe ettiği ağaçtan soran bir mektup yazdı. Ebu’1-Celd ona şu karşılığı yerdi: Sen bana Âdem’in yemesi yasaklanan ağacı sorarsın, bu buğday başağıdır. Bana Âdem’in yanında tevbe ettiği ağacı sorarsın, bu ise zeytin ağacıdır. Hasan el-Basrî, Vehb İbn Münebbih, Atiyye el-Avfî, Ebu Mâlik, Buhârî, Abdurjahmân İbn Ebu Leylâ da böyle tefsir etmişlerdir.
Muhammed İbn İshâk, bazı Yemenliler kanalıyla Vehb İbn Münebbih’ten nakleder ki, o şöyle demiş : Bu ağaç buğdaydı, ancak cen netteki buğdayın bir tanesi dana böbreği gibiydi, baldan daha tatlı, köpükten daha yumuşaktı.
Süfyân el-Sevrî, Hasîn’den o da Ebu Mâlik’ten nakleder ki; yaklaşılması yasaklanan bu ağaç hurma ağacıydı. İbn Cerîr Mücâhid’den nakleder ki; yenmesi yasaklanan bu ağaç, incir ağacıydı. Katâde ve İbn Cüreyc de böyle demişlerdir.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki, bu öyle bir ağaçtı ki ondan yiyen yenilenirdi. Cennette yenileşip gençleşmenin gereği yoktu. Abdürrezzâk der ki; Ömer İbn Âbdurrah-mân İbn Mührib, ben Vehb İbn Münebbih’in şöyle dediğini işittim dedi : Allah Teâlâ Hz. Âdem’le eşini cennete yerleştirip, ağaçtan yemesini yasakladı.
Bu ağaç öyle bir ağaçtı ki, dallan birbirinden ayrı idi. Onun meyvesini, ebedî ve ölümsüz oldukları için melekler yerlerdi. İşte Allah Teâlâ’nın Âdem’in ve eşinin yemesini nehyettiği meyve budur.
Bu ağacın mâhiyeti konusundaki altı farklı görüş bunlardan ibarettir.
Allâme İmâm Ebu Ca’fer İbn Cerîr el-Taberî merhum der ki; bu konuda doğru olanı şöyle denmesidir : Sânı yüce olan Allah Âdem’e ve esine cennet ağaçlarından bir ağacı yemeyi nehyetti, diğer ağaçlardan değil. İkisi ise bu ağaçtan yediler. Kesin olarak bu ağacın hangisi olduğunu söyleyecek bilgimiz yoktur. Çünkü Allah Teâlâ ne Kur’an’da, ne de sahîh sünnette bu konuyu açıklayacak bir delil vaz’ etmemiştir. Ancak bu ağacın buğday ağacı olduğu söylenir, asma ağacı olduğu söylenir. Bunlardan herhangi birisi olması caizdir. Bu bir bilgidir ki Allah
dilediği takdirde onu bilmek, bilen kişiye fayda sağlamaz. Keza bilmediği takdirde onu bilmeyen kişiye onu bilmemek zarar getirmez. Doğruyu en iyi bilen ise Allah Teâlâ’dır.
«Nihayet şeytân onları cennetten kaydırdı.» Bu âyetteki “Anha” zamirinin cennete gitmesi doğru olur. O takdirde mânâ İbn Ebu’l-Necûd Âsim İbn Behdele’nin dediği gibi kaydırdı yerine, kurtardı şeklinde olur.
Bu zamirin sözkonusu olan iki şeyden en yakını olan ağaca “Eş-şecerete” ait olması da doğrudur. Bu takdirde söz Hasan ve Katâde’nin dediği gibi, kaydırma mânâsına olur ve böylece ifâdenin mânâsı; «bu ağaç sebebiyle nihayet şeytân onları kaydırdı» şeklinde olur. Nitekim Allah Teâlâ’nın: «Alıkonulanlar onun yüzünden alıkonulurlar.» (Zâriyât, 2) âyeti de o sebeble, alıkonulurlar anlamınadır. Ve yine Allah Teâlâ’nın : «Oradan, nimetlerden ayırıp uzaklaştırdı» âyetinde de o sebeple elbiselerden, huzur ve rahatlıktan dışarı çıkarıldı, denilmek istenir.
«Biz de kiminiz kiminize düşman olarak, inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim ve faydalanma vardır dedik.» Belli bir süreye kadar orada yerleşip nzık ile geçineceksiniz, belirtilen süre bitince sonunda kıyamet kopacak.
Selef-i sâlihînden Süddî, Ebu’l-Âliye, Vehb İbn Münebbih ve benzerlerinden eski müfessirler yılan hikâyesi, şeytan kıssası, İblîs’iri cennete nasıl girdiği, Âdem’i nasıl aldattığı gibi birçok haberler naklet-mişlerdir ki bunlar isrâiliyât hurafeleridir. Bunları inşâallah A’râf sûresinde açıklayacağız. Çünkü bu kıssa orada buradan daha geniş biçimde yer almaktadır. Muvaffak kılan doğrusu Allah’tır.
Bu konuda İbn Ebu Hatim der ki; bize Ali İbn el-Hasan, Übeyy İbn Kâ’b’ın şöyle dediğini nakletti: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Allah Hz. Âdem’i uzun boylu, uzun dallı bir hurma gibi ve başında çok saç bulunan bir kişi olarak yaratmıştı. Mezkûr ağaçtan tadınca üzerinden elbisesi düştü ve ilkin avret mahalli ortaya çıktı. Hz; Âdem avret mahallini görünce cennette koşuşmaya başladı, koşarken saçı bir ağaca takıldı, çekiştirmeye başladı. Bunun üzerine Rahman ona sesr lendi: «Ey Âdem, benden mi kaçıyorsun» dedi. Âdem Rahmân’ın sözünü işitince «Hayır yarabbi sadece utancımdan kaçıyorum» dedi.
İbn Ebu Hatim, Ca’fer İbn el-Hakîm’den 254 senesinde nakletti ki, o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; Hz. Âdem sözkonusu ağaçtan tadınca kaçmaya başladı, bir ağaç saçına takıldı ve ona «Ey Âdem, benden mi kaçıyorsun?» diye seslenildi. O da : «Hayır Senden değil utancımdan kaçıyorum» dedi. Ses : «Ey Âdem, çevremden dışarı çık, izzetime yemin ederim ki çevremde bulunanların bana isyan etmeleri halinde hiç bir şey beni durduramaz. Eğer senin gibi yeryüzünü dolduracak kadar mahlûkât yaratmış olsam sonra bana isyan etmiş
olsalardı onların hepsini de âsîler zümresine yerleştirirdim.» Bu hadîs garîb ve munkatı’dır hatta mu’dal (râvî senedi içerisinde ardarda iki veya daha fazla râvînin düştüğü hadîs) dir. Çünkü Katâde ile Übeyy İbn Kâ’b arasında iki râvî düşmüştür.
Hâkim der ki; bana Ebu Bekr İbn Balûyeh… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah Teâlâ ikindiden güneş batıncaya kadar olan zaman içinde Hz. Âdem’i cennette tuttu. Hâkim der ki; bu, Buhârî ve Müslim’in şartına göre sahîh bir hadîs olmakla beraber onlar bunu tahric etmemişlerdir. Abd İbn Hâmid tefsirinde der ki; bize Revh, Hi-şâm’dan o da Hasan’dan şöyle dediğini nakletti. Âdem cennette gündüzün bir saat kaldı. Oranın bir saati dünya günlerinden 130 yıldır. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den nakleder ki o şöyle demiş : Hz. Âdem cennetten saat dokuz veya on civânnda çıktı, Hz. Âdem beraberinde cennet ağacından bir dal da çıkardı, başında cennet ağacından bir çiçek demeti vardı, bu demet cennet yapraklarından örülmüştü.
Süddî der ki; Allah Teâlâ : «Hepiniz oradan inin.» buyurunca, indiler. Âdem Hindistan’a indi. Beraberinde Hacer-i Esved ile cennet yapraklarından bir avuç indirdi ve onu Hindistan’a serpti ve burada ıtır ağacı yetişti. Hindistan’dan getirilen ıtır ağacı Âdem’le beraber inen yaprağın bir avucudur. Hz. Âdem cennetten çıkarılınca üzüntüsünden ondan da bir avuç almıştı. İmrân İbn Üyeyne… İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş ; Âdem cennetten Hindistan’daki Dahna denilen yere indirilmişti. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür’a… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Âdem (a.s.) Mekke ile Tâif arasındaki Dahna denilen yere indirilmişti.
Hasan el-Basrî der ki: Âdem (a.s.) Hindistan’a, Havva Cidde’ye, İblîs de Basra’ya birkaç mil yerde olan Destümîsân’a ve yılan İsfahan’a indirilmişti. Bunu İbn Ebu Hatim de rivayet eder.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Muhammed İbn Ammâr İbn el-Hâris… İbn Ömer’den nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Âdem Safâ’ya, Hz. Havva da Merve’ye indirilmiştir.
Recâ İbn Seleme der ki; Âdem (a.s.) yere indirildiğinde başı eğik, elleri de dizleri üzerindeydi. İblîs aleyhi’l-la’ne indirildiğinde başı göğe doğru kalkık ve parmakları da birbirine geçmiş şekilde idi. Abdürrezzâk der ki, Ma’mer, Ebu Musa’nın şöyle dediğini nakletti: Allah Teâlâ Hz. Âdem’i cennetten yeryüzüne indirince, ona her şeyi yapmayı öğretti ve cennet meyvelerinden azık verdi. İşte sizin bu meyveleriniz cennet meyvelerindendir. Ancak bu meyveler değişir, cennet meyveleri değişmez.
Zührî… Ebu Hüreyre’den nakleder ki, o Rasûlullah (s.a.)’ın şöyle dediğini bildirmiş : Güneşin doğduğu en iyi gün cum’a günüdür. O günde Âdem yaratıldı. O günde Âdem cennete girdirildi ve o günde
Âdem cennetten çıkarıldı. (Bu hadîsi, Müslim ve Neseî de rivayet ederler.) [63]
Cennetin Mâhiyyeti:
Hz. Âdem’in yerleştiği cennet konusu, başlangıcından beri tefsir bilginleri tarafından fikir yürütülen konulardan birisidir. B^ cennetin yeri, bu cennete Hz. Âdem’in ve Şeytân’ın nasıl girdiği, buradan çıkan Âdem’in nereye yerleştiği değişik biçimlerde yorumlanmıştır. Bu konuda müfessirlerin görüşleri ezcümle şöyledir:
Meşhur olan kavle göre; sûrede geçen şeklinden, nakledilen rivâ-« yetlerden ve mutlak olarak düşünüldüğünde ilk akla gelen bu olduğu için cennet; kıyamet gününde mü’minler için sevâb diyarıdır. Keza, Hz. Âdem’in ve Mûsâ (a.s.)’nın birbiriyle tartışmaları bahsedildiğine göre cennet gökyüzünde olmalıdır. Ancak Mu’tezile, Ebu Müslim el-îs-fahânî ve bazı kişiler bunun Âdem (a.s.)’i imtihan için yaratılan bir başka cennet (bahçe) olduğu görüşündedirler. Bu bahçe Pars ile Kirman arasında bir yer imiş. Bazıları Aden toprağında, bazıları Şam’da, bazıları da Filistin’de bir yer olduğunu söylerler. Bunlar cennetten inme mânâsına gelen “Hubut” kelimesini, bir yerden bir yere intikâl olarak anlarlar. Nitekim âyet-i kerîmede bu kelime “İhbitu misran”bir şehre inin mânâsına kullanılmıştır. Burada sözkonusu
olan cennetin, yüce bir yer olması da caizdir. Çünkü Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i topraktan yarattığında tartışma yoktur. Ancak Âdem’in yaratılış kıssasında onun göğe çıkarıldığı sözkonusu edilmemiştir. Eğer Âdem’in göğe çıkarıldığı söylenmiş olsaydı, bunun elbetteki zikredilmesi gerekirdi. (…)
Ayrıca cennet, ebediyet ve nîmet yurdu olup rahat diyarıdır; mükellefiyet ve imtihan yurdu değildir. Halbuki Allah belirli bir ağaçtan yasaklamakla ona mükellefiyet yüklemiştir. Ayrıca İblîs kâfirlerden olduğu halde Âdem’e vesvese vermek için cennete girmiştir. Eğer burada sözkonusu olan cennet; ebediyet yurdu olan cennet olsaydı oraya giremezdi. Zira büyükler, kâfir cennetin kapısına yaklaşırsa parçalanır ve onu cennete sokmaz demişlerdir. Çünkü kâfir karanlıktır, cennet ise aydınlıktır. Şeytânın cennete gizlice girmesi ise bir mânâ ifâde etmez. Ayrıca cennet, temizlik mahallidir. Orada isyan ve muhalefetin meydana gelmesi nasıl doğru olabilir ve oraya temiz olmayanların girmesi nasıl mümkün olur? Ve yine bazı rivayetlerde anlatıldığına göreHavva’nın ilk hâmile kaldığı yer cennettir. Yenilen bu ağaçtan nut-fenin hâsıl olduğu ve latîf bir yemekten kesîf bir bedenin nasıl meydana geldiği belirtilmemiştir. Bunların hepsinin cevabı zorlamadan ârî kalmaz. (…)
Ve denildi ki; bu cennet, gökyüzünde idi. Ancak sevâb diyarı olan ve ebedî hayat yurdu olan cennet bu değildir. Bazıları da bu cennet odur, dediler. Buna karşılık gökyüzünde bilinen cennetlerin (bahçelerin) dışında, cennetlerin (bahçelerin) bulunmasının sahih olmayacağı söylenmiştir. O sırada bu cennetin ve bahçelerin yaratılmış olup sonra yok olması ihtimali ise hiçbir insaflının yöneleceği bir kanâat değildir.
Ve denildi ki; hepsi de mümkündür. Allah Teâlâ dilediğine güç yetirir. Deliller birbiriyle çelişmektedir. Ama en ihtiyâtli ve en sağlam yol, cennetin ta’yîn edilip belirlenmesinden kaçınmaktır. Nitekim te’vîl sahipleri bu yöne yönelmişlerdir. Bazı sûfî efendilerimizin —Allah onların sırrını takdîs etsin— bu cennetin yeryüzünde, Ekvatorun altındaki yâkût dağında olduğunu söylemeleri ve buna berzah cenneti adını vermiş olmaları konusuna gelince, bu cennet bugün mevcuttur. Arifler, oraya bedenleriyle değil, rûhlarıyla girerler. Eğer onlar, bu, Cennet el-Me’vâ’dır. Allah dilediği zaman, dilediği şekilde onu ortaya çıkarır demiş olsalardı —Nitekim sahîh hadîste vârid olduğuna göre, Mescidin duvarının ötesinde Rasûlullah (s.a.) ‘a bu cennet zahir olmuştur— onların meşrebine göre bu görüşü uzak saymak gerekmezdi. Eğer birisi böyle bir şeyi söylemiş olsaydı, ben de aynı şeyi söylerdim. Ancak bu gibi konularda tek başına söz söylemenin âfetleri vardır.
Cennet konusunda ihtilâf olduğu gibi, Hz. Âdem’in eşinin yaratılışı konusunda da ihtilâf vardır. Süddî, İbh Mes’ûd’dan ve İbn Abbâs ile sahabeden bir başka topluluktan rivayet eder ki, Allah Teâlâ İblîs cennetten çıkınca, oraya Âdem’i yerleştirmiş. Ve Âdem, cennette tek başına kalmış. Ona eşlik edecek kimse bulunmamış. Bunun üzerine Allah Teâlâ ona bir uyku vermiş, sonra sol tarafındaki eğe kemiklerinden birisini almış ve onun yerine et koymuş. Ondan Havva’yı yaratmış. Âdem uyanınca Havva’yı başı ucunda oturur görmüş. Sen kimsin? diye sormuş, o da kadınım demiş. Âdem niçin yaratıldın? deyince, o, benimle sükûn bulasın diye karşılığım vermiş. Melekler Âdem’in bilgisini tecrübe etmek için ona bu kimdir? diye sormuşlar. Âdem, kadın demiş. Onlar, niçin kadın adı verildi? dediklerinde, Âdem, çünkü erkekten yaratılmıştır^ demiş. Melekler onun adı nedir? .dediklerinde, Hz- Âdem Havva’dır demiş. Onlar niçin Havva adını almıştır? dediklerinde, Hz. Âdem, çünkü canlı bir şeyden yaratılmıştır, demiş. Çoğunluğa göre —ki ben de onların sözünü söylerim— Hz. Havva, Âdem cennete girmezden önce yaratılmıştır. Cennete girdiklerinde beraber idiler.[64]
Hz. Havva’nın Yaratılması:
Geriye bu âyetin tefsîriyle ilgili halkın üzerinde çok söz ettiği iki mes’ele kalıyor. Bunlardan birisi Hz. Âdem’in eğe kemiğinden Hz. Havva’nın yaratılmış olması mes’elesi, diğeri de Hz. Âdem’in masumluğu mes’elesidir. Birinci konuda Kur’an-ı Kerîmde bizi bu görüşe sev-kedecek hiç bir nass ve hüküm yoktur. Allah Teâlâ’nın «Ve Ondan eşini yaratmıştır» âyetini de bu mânâya- hamletmek zorunda değiliz. Bunu yapanlar sırf Tevrat’ın tevkîn kitabıyla uyuşturmak için yapmaktadırlar. Bu konudaki kıssa Kur’an-ı Kerîm’de, ehl-i kitabın elinde dolaşan Tevrat’ta vârid olduğu gibi tarihî bir hikâye şeklinde vârid olmamıştır. Sadece Kur’an Hz. Âdem’in yaratılışını ibret konusu olarak serdetmiş ve bu varlığın kâinat içerisindeki kemâl kabiliyetini belirtmek istemiştir. (…) Kur’an’da tarih kendiliğinden bahis konusu değildir. Çünkü tarihin olayları, tarihî olaylar olarak, din için önem arz etmez. Din, tarihe sadece ibret ile bakar. Kur’an’da zaman ve mekân Tevrat’taki gibi açıklanmış değildir. Bu açıklamalar aslında müs-bet fizik araştırıcılarının Hıristiyanlık dinini reddetmelerinin sebeplerinden birisi olmuştur. Çünkü tecrübe ve gözleme dayanan ilim, Tevrat’taki tarihin yanlışlığını göstermiştir. Ayrıca Tevrat’ın yaratılış tarihinde tayîn ettiği süreden çok daha önceye âit insan fosilleri bulunmuştur. Bu nedenle ehl-i kitabtan bazı bilginler konuyu te’vîl zorun-luğuna sürüklemek istemişler, bazıları da Tevrat’ı ve kutsal kitabı inkâr etmişlerdir. (…)
îkinci mes’ele, Hz. Âdem’in masumiyeti mes’elesidir. Selefin metodu üzerine yüründüğü takdirde isyan ve tevbe konusunun, aklın zahirini kavrıyamadığı müteşâbih bir konu olduğu ağırlık teşkil eder. Biz diyebiliriz ki; bu isyan ona peygamberlik azmi gelmezden önce meydana gelmiştir. Nitekim şâm yüce olan Allah «O unuttu, biz kendisinde bir azim de bulamadık» buyurmaktadır. İttifak edilen husus odur ki; peygamberlikten sonra Âdem (a.s.) emirlere muhlâfetten masum kılınmıştır. Belki de Âdem’de meydana gelen bu davranış aslında bir unutma idi ve mes’eleyi büyütmek için isyan adı verilmiştir. Unutma ve isyan, ma’sûmiyeti ortadan “kaldırmaz.[65]
Şimdi de, atamız Âdem Peygamberin bir başka kıssası dile getiriliyor. Yüce Allah, Hz. Âdem’e «sen ve eşin Havva cennette kalın ve oradaki nimetlerden faydalanın, meyvelerinden, ekinlerinden ve ağaçlarından yiyin, istediğiniz sizin için, afiyet olsun, ancak şu ağaca yak-laşmaym, eğer ondan yerseniz zâlimlerden olursunuz» buyurmuştu. Ne var ki mel’ûn şeytân onları kendi hallerine bırakmamış ve vesvese ile «Rabbmız o ağacı sırf iki melek olmanız veya ebedîlerden olmanız için yasakladı. Ben size doğru söylüyorum» diyerek de and içmişti. Bu durumda insanın zaafı ve şeytânın aldatmacaları karşısındaki güçsüzlüğü ortaya çıkmış ve Hz. Âdem memnu olan meyveden yemişti. Bunun üzerine yüce Allah her ikisinin de cennetten çıkıp yeryüzüne inmelerini ve yeryüzüne kendilerini vâris kılana değin orada kalmalarını emretmişti. «Peygamberlerin lisanıyla hidâyet geldiğinde, benim hidâyetime uyanlar bir daha azıtıp sapıtmazlar, onlar için korku yoktur.» buyurmuştu. Allah’ın emrine isyan edip onun zikrinden kaçınanların ise, dünyada sıkıntı ve zorluklarla karşı karşıya kalacaklarını, âhirette de elim azaba dûçâr olacaklarını belirtmişti. İnsanların atası Hz. Âdem, memnu meyveden yiyip de kendi tabiî arzulan ortaya çıkınca, kapanması gereken mahrem yerleri açılmış ve onları örtmeye çalışmıştı. O zaman işlediği hatânın büyüklüğünü anlamış ve : «Rabbı-mız biz nefislerimize zulm ettik sen bizi bağışlamaz ve acımazsan hüsrana uğrayanlardan oluruz.» diyerek Allah’a yalvarmıştı. Allah da onun tevbesini kabul etmiş ve doğru yola sevketmişti. Şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul eden ve rahmet sahibi olandır.
Bu «ağaç» konusunda da ihtilâf vâki olmuştur. Bazıları onun buğday, bazıları hurma, bazıları da kâfur ağacı olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali (r.a.)ye de bu rivayet nisbet edilir. Bazıları onun incir, bazıları Ebu Cehil Karpuzu, bazıları Sevgi ağacı olduğunu, bazıları da ta-bîat ve sevgi ağacı olduğunu söylemişlerdir. Daha pek çok söylentiler vardır. (…) Doğru olan, kat’î bir şey söylenmemiş ve belirtilmemiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ, âyette onun adım belirtmemiştir. Onun için ben de buradaki ağacın belirtilmemesi gerektiği kanâatindeyim.[66]
Cennetin Yeri Neresiydi? :
Şeytân Aleyhi’la’nenin Hz. Âdem ile Havva’yı kandırması, onlara yalan söylemesi ve -Allah’ın kitabında anlattığı gibi- yemîn edip nasıl başardığı konusunda değişik görüşler vardır. Denildi ki; şeytân Âdem ve Havva’yı denemek üzere cennete girmiştir. Denildi ki; o kapının yanında durmuş ve onlara seslenerek kendilerini aldatmıştır. Denildi ki; şeytân, bir canlı suretini alarak, cennete girmiş, cennetin bekçileri onu tanımamışlardır. Bazıları da dediler ki; şeytân bir kısım elemanlarını Âdem ile Havva’ya göndermiştir. Bazıları da derler ki; Âdem ile Havva cennette gezinirken, cennetin duvarlarının üzerinde dolaşan bir tavusla karşılaşmışlar. Havva, tâvûs kuşuna yaklaşmış, Âdem onu takîb etmiş ve bu esnada şeytân duvarın arkasından onları aldatmış. Denildi ki; şeytân yılan tarafından cennetin duvarından içeri geçirilmiş. Yılan hikâyesi pek meşhurdur. Bu ikisi konusunda bizim sûfî efendilerimiz işaret ederler ki; şeytân cennetin dışında şehvet yoluyla Âdem ve Havva’ya sızmıştır. İkincisi ise gazab yoluyla sızmıştır. Cennetin duvarlarına tırmanmak; sûfîlere göre gazabın; rûhânî ufka ve gönüldeki yere şehvetten daha yakın olduğunun işaretidir. Denildi ki; şeytânın aldatmaya tevessül etmesi bugün Allah’ın isteğiyle dilediklerini aldatmaya tevessül etmesi gibidir. Nitekim biz onun aldatışlarının, duygu ve içten geçen hisler şeklinde olan her yere sirayet ettiğini görüyoruz. Çoğunluk, şeytânın kalbe girdiğini kestiremez, hatta bunu düşünemez. Bunun için demişlerdir ki, «şeytân Âdem oğluna kan gibi sirayet eder» haberi onun insan üzerindeki hâkimiyetinin fazlalığına işaret ve insanın ona boyun eğdiğinden kinayedir. Öyle kî benim için de bu görüş tercihe şayan görüştür. Bizim için bu konunun keyfiyetini araştırmaya gerek yoktur. Biz delilsiz olarak kesin bir söz söyleyemeyiz. Bu görüş insaflı bir görüştür.[67]
İşaret babından olarak bu âyet şöyle te’vîl edilir: Hani biz sizi enâniyeti ile varlığı helak etmek için büyüklenerek kendine bakmakla perdelenmiş olan nefs-i emmâre Firavun’unun gücünden kurtarmıştık. Buradaki şehir ise köleleştirilmiş olan beden şehridir, o ve onun vehm, hayâl, gazab ve şehvet gücü, rûhânî güçler olup Allah Teâlâ’nın rûh Ya’kûbunu arıtmış olan kişilerin çocuklarıdır. Bedenî ve tabiî güçler, zahirî hislerden ve nebatî güçlerdendir. Onun için bunlar size zor meşgaleler ve ağır işler teklif ederler. Mal toplamayı, hırsı, yiyecek, giyecek ve benzeri şeyleri tanzim etmek isterler. Bu konulan düşünmenizi ve bu konulara önem vermenizi sağlamakla sizi köleleştirirler. Aslında sizin için bu yolla hâsıl olan zevk, hakîkatta azâb ve zillettir. Çünkü o sizi nurları müşahede etmekten alıkoyar ve ebedî yurdu elde etmekten engeller. «Hani erkek çocuklarınızı kesiyor.» «Çocuklarınız», tâbiri ile kalbin sağ tarafındaki gözle nazarî kuvvetten ve sol tarafındaki gözle amelî kuvvetten oluşan ruhanî kuvvetler, kasdedilmekte-dir. Ve tabîî kuvvetlerinizi «canlı bırakıyordu.» ki onları kullanıp kendileri için uygun olan fiillerden sizi alıkoysunlar. Sizi bu belâlardan kurtarması. Rabbınız tarafından size verilmiş büyük bir nimettir. O ftabbınız ki, sizi makamdan makama erdirir, görüntüden görüntüye ulaştırır, netîcede ona vâsıl olursunuz ve yükünüzü onun evine indirirsiniz. Veya bütün bunlarda muhtelif isimlerin etkisinin ortaya çıkmasında sizin için bir imtihan vardır. Öyleyse şükredin, sabredin, her şey ondandır, sevgilinin yaptığı her şey sevimlidir.[68]
Asl-ı lügat’ta secde son derece tevazu’ ile alçalıp serfürû etmek ki kibrin tâm zıddıdır. Şer’an da alnını yere koymaktır ki, ta’zîm ve inkıyadın en yüksek suretidir. Ve ondan ehastır. Zira evvelki ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Mânây-ı serîsinde ibâdet kas-dini ilâveye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için niyet şart ise de secde olması için şart değildir. Maamafih lügavî ve şer’î her secdede bir mânâyı tezellül, tâzîm ve inkıyâd vardır. Bunun için Allah’dan mâadasına secde etmek şer’an küfürdür ve secde fiilî bir tâzîm ve inkıyâd olduğu cihetle yalmz kalbî olan inkıyâd hakkında mecaz olur. Acaba melâikenin secdesi hangisidir? Kelimât-ı Kur’aniye meânîi şer’iyesine hami edilmek iktizâ eder ve melâ-ike sureti cismâniyede dahi tecellî edebileceklerinden vaz’ı cephe mümkündür. Maamafih melâiken^n secdesini kendi hakikatleri ile mütenâsip olarak mülâhaza etmek ve hasbelhilâfe Âdem’e bâ emr-i ilâhî bir bîat-i fiilî halinde telâkki eylemek daha muvafıktır. Bu ise Âdem’e bir tekrîm olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ’ya bir ibâdettir. Bununla melâike ahkâm-ı ilâhiyenin icrası nokta-i nazarından Âdem’e mertebe-i hilaf etiyle mütenâsib bir surette hizmet ve muavenete me’mûr kılınmış ve bir ahde raptedilmiş demek olur. O halde melekler Âdem’e bizzat müsahhar değil, fakat bilhilâfe hadim olacaktır ve her halde ma’bûd-i asi olan Halik Teâlâ’dır. Hâsılı bu secde Âdem’e bir ibâdet değildir.
İblis Kimdir? :
Ekseriyet, Âdem (a.s.)’in indirildiği cennetin yeryüzünde olduğu kanâatındadırlar. Bazıları onun ekvatorun altındaki doğu dağının üzerinde olduğunu söylerler. Onlar hübût kelimesini bir yerden bir yere intikâl anlamına alırlar. Allah Teâlâ’nın: «Bir şehre inin.» (Bakârâ, 61) kavlinde olduğu gibi. Buna birkaç şekilde delil getirirler :
a- Bu cennet eğer sevap diyarı olan cennet olsaydı, ebedî cennet olurdu. Ve eğer Âdem ebedî cennet yurdunda olsaydı, şeytân tarafından onun aldatılması mümkün olmazdı. (…)
b- Ebedî olan cennete giren kişi ordan bir daha çıkmaz…
c- Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’i yeryüzünde yarattığı konusunda tartışma yoktur. Bu kıssada onun göğe götürüldüğüne dâir bir rivayet de zikredilmemiştir. Eğer Allah Teâlâ onu göğe götürmüş olsaydı, elbette ki bunun zikri daha uygun olurdu. Çünkü Hz. Âdem’in yeryüzünden göğe götürülmesi, nimetlerin en büyüğü olurdu. İşte bu, onun göğe çıkarılmamış olduğunun delilidir. Bütün bunlar buradaki cennetten maksadın ebediyyet yurdu olan cennet olmadığım gösteriyor.
d- Müslim Sahîh’inde Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakleder ki; Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Ceyhun, Seyhûn, Fırat ve Nil hepsi cennet nehirlerindendir.» Bu hadîsi Müslim Sahîh’inde cennet kitabında zikreder.
İbn Müslîh der ki; halkın çoğu Âdem (a.s.)’in yerleştirilmiş olduğu cennetin ebedî sevâb yurdu cennet olduğunda birleşmişlerdir. Ve sonra şöyle der : Şeyh’u]-İslâm Takîyûddîn İbn Teymiyye der ki; sünnet ve cemâat ehlinin sözü budur. Bu cennetin yeryüzünde Hindistan’da veya Cidde’de veya başka bir yerde olduğunu söyleyenler bid’atçı mülhidler-dir. Kitap ve sünnet bu sözü reddeder. Nitekim İbn Teynıiye Miftâh Dâr’el-Saâde’de bu konuyu yeterince açıklamıştır.
İnsanlar şeytânın Hz. Âdem’i aldattığında ittifak etmişlerdir. Ancak bunun keyfiyeti ihtilaflıdır. (…)[69]
37- Âdem, Rabbından kelimeler belleyip aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. Şüphesiz ki Tevvâb, Rahîm O’dur, O.
Hz. Âdem’in Tevbesi :
Denilir ki bu ifâdeler Allah Teâlâ’nın: «O ikisi dediler ki; Rabbı-mız biz kendimize zulmettik, eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, elbetteki hüsrana uğrayanlardan oluruz.» âyetiyle tefsir edilmiştir. Bu; Mücâhid, Saîd İbn Cübeyr, Ebu’l-Âli’ye, Rebî’ İbn Enes, Hasan, Katâde, Muhammed İbn Kâ’b el-Kurazî, Hâlid İbn Ma’dân, Atâ el Horasanı, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem’den rivayet edilmiştir. Ebu İshâk el-Sebî’î Temim kabilesinden bir adamdan rivayet eder ki o şöyle demiştir: Ben İbn Abbâs’a gidip Âdem’in Rabbından bellediği kelimeler nelerdir? diye sordum. O da hacc konusu öğretilmişti, dedi.
Süfyânel-Sevrî… Übeyd İbn Ümeyr’den nakleder ki o şöyle demiş : Âdem; Ey Rabbım, benim işlediğim suç öyle bir suç ki sen onu beni yaratmazdan önce mi yazmıştın, yoksa onu ben kendiliğimden mi icâd ettim? demişti. Allah Teâlâ’da : Hayır onu ben seni yaratmazdan önce yazmıştım, buyurmuştu. Bunun üzerine Hz. Âdem; bana onu nasıl yazdıysan günahımı da öyle bağışla demişti. İşte Allah Teâlâ’nın : «Âdem Rabbından kelimeler belleyip aldı» âyetiyle söylenmek istenen budur.
Süddî kendisine anlatan bazı kimselerden naklen İbn Abbâs’dan şunu aktarır : «Âdem Rabbından kelimeler belleyip aldı» Yani Âdem (a.s.) dedi ki; Ey Rabbım, beni kendi elinle yaratmadın mı? Ona evet denildi. Bana kendi ruhundan nefhetmedin mi? deyince; evet denildi. Ben aksırmadım mı? Ve Sen de Allah sana merhamet etsin demedin mi? Ve yine rahmetinin azabından önce geldiğini söylemedin mi? de- di. Ona evet denildi, ve benim bunu yapacağımı üzerine yazmadın mı? dedi. Ona evet denildi. Bunun üzerine o, eğer tevbe edersem beni tekrar cennete döndürür müsün? diye sorduğunda; Allah Teâlâ : Evet karşılığını verdi. Bunu Avf, Saîd İbn Cübeyr ve Saîd İbn Ma’bed, İbn Abbâs’-dan benzer şekilde rivayet ederler. Hâkim de Müstedrek’inde Saîd İbn Cübeyr kanalıyla İbn Abbâs’dan rivayet eder ve isnadının sahih olduğunu söyler. Süddî ve Atiye el-Avfî de böyle tefsir etmişlerdir. Bu konuda İbn Ebu Hâkim buna benzer şöyle bir rivayet nakleder : Bize Ali İbn el-Hasan… Übeyy İbn Kâ’b’tan nakletti ki o, Rasûlullah (s.a.)’m şöyle dediğini bildirmiş : Âdem (a.s.) dedi ki: Rabbını eğer tevbe eder ve dönersem tekrar cennete girebilir miyim? Allah Teâlâ : Evet buyurdu. İşte «Âdem Rabbından kelimeler belleyip aldı» âyetiyle kasdo-lunan husus budur. Bu hadîs bu şekilde garîbtir ve munkatı’ hadîstir.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki o «Âdem Rabbından kelimeler belleyip aldı» âyeti konusunda şöyle demiştir : Hz. Âdem suç işleyince dedi ki: Ey Rabbım, eğer tevbe eder ve sâlih amel işlersem beni bağışlar mısın? Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurdu : O zaman Ben de seni cennete geri döndürürüm. İşte öğrendiği kelimeler bunlardır. Keza : «O ikisi dediler ki: Rabbımız biz kendimize zulmettik, eğer sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, muhakkak ki biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.» âyeti de bu kelimeler arasında yer alıyordu.
İbn Ebu Nûceyh, Mücâhid’in bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Hz. Âdem’in söylediği sözler şunlardı: Allah’ım, Sen’den başka İlâh yoktur. Seni tesbîh eder ,sana hamd ederiz. Rabbım, ben nefsime zulmettim, Sen beni bağışla; Sen bağışlayanların en iyisisin. Allah’ım Senden başka İlâh yoktur. Seni tesbîh eder ve sana hamd ederiz. Rabbım, ben nefsime zulmettim, bana merhamet et. Muhakkak ki sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. Rabbım Senden başka İlâh yoktur seni tesbîh eder ve sana hamdederim. Rabbım ben nefsime zulmettim bana tevbeyi nasîb et, muhakkak ki Sen Tevvâb ve Rahîm’sin.
«Şüphesiz ki Tevvâb, Rahîm O’dur O.» Yani O tevbe edip kendisine yönelenin tevbesini kabul eder. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Onlar bilmezler mi ki Allah muhakkak kullarından tevbeyi kabul eder.» (Tevbe, 104) Ve yine buyurur ki: «Kim de bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’dan mağfiret dilerse, muhakkak ki Allah’ı öafûr ve Rahîm olarak bulur.» (Nisa, 110) Ve yine buyurur ki: «Kim de tevbe eder ve sâlih amel işlerse muhakkak ki o Allah’a tevbe etmiş olarak döner.» (Furkân, 71) Daha buna benzer Allah’ın günahları bağışlayıp tevbe edenlerin tevbesini kabul edeceği konusunda birçok âyet vardır. Bu da Allah’ın yaratıklarına lutfu ve kul- larına merhametidir. Muhakkak ki Allah’dan başka İlâh yoktur. O Tevvâb ve Rahîm’dir. [70]
Bilgi problemi; gerek dinler, gerekse felsefe tarafından bahis mevzuu edilmiştir. İnsan bilgisinin mâhiyyeti, kaynağı ve değeri muhtelif şekillerde yorumlanmıştır. Allah’ın Hz. Âdem’e öğrettiği bilginin özü ve niteliği konusunda tefsirlerde birbirinden farklı şu görüşlere yer verilmektedir. [71]
38- Dedik ki; Hepiniz oradan inin. Eğer, tarafımdan size bir hidâyet gelir de, kimler benim hidâyetime uyarsa,
artık onlar için hiçbir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olacak değillerdir…
39- Küfredenler, âyetlerimizi yalanlamış olanlar, işte onlar cehennemliklerdir. Ve onlar ateşte temelli kalı
cıdırlar.
Yeryüzüne İniş :
Allah Teâlâ Hz. Âdem’i ve eşini uyardığını, İblîs’i ve Âdem ile eşini cennetten indirdiğini belirtmektedir. Burada kasdolunan onlann soylarıdır. Onlara kitaplar indirilecek kendilerinden peygamberler ve elçiler gönderilecektir. Ebu’l-Aliye’nin dediği gibi; hidâyetten maksad peygamberler, rasûller ve ilâhî beyândır. Mukâtil İbn Hayyân der ki; hidâyetten maksad, Muhammed Mustafâ (a.s.)’dır. Hasan der ki; hidâyet Kur’an’dır. Her iki kavil de sahihtir. Ancak Ebu’l-Âliye’nin kavli daha geniş ve daha yaygındır. «Kimler de benim hidâyetime uyarsa…» Kendisine indirilen kitaba ve gönderilen Rasûle inanır ve bağ- lanırsa «onlar için hiç bir korku yoktur» Ne beklenilen âhiret konusunda korku vardır, ne de dünya işlerinde kaybolan şeyler hususunda üzüntü vardır. Nitekim Allah Teâlâ Tâhâ sûresinde şöyle buyurur : «Buyurdu ki: İkiniz birden topluca oradan inin. Bir kısmınız bir kısmınız için düşmandır. Artık kime de katımdan bir hidâyet gelirse ve kim benim hidâyetime tâbi olursa o bir daha sapıtmaz ve şaşırmaz.» İbn Abbâs der ki; dünyada şaşırmaz, âhir ette de mutsuzluğa düşmez. «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse muhakkak ki onun için çok sıkıntılı bir hayat vardır ve kıyamet günü de onu kör olarak hasrederiz.» (Tâhâ, 123-124). Nitekim burada da : «Küfredenler, âyetlerimizi tekzîb edenler, işte onlar cehennemliklerdir ve onlar ateşte temelli kalıcıdırlar» buyuruluyor. Yani ateşte sürekli kalacaklardır, kaçıp kurtulmaları imkânsızdır. İbn Cerîr Merhum burada iki yolla sevkettiği bir hadîsi irâd eder… Bu hadîste Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurur: «Cehennemin ehli olan cehennemlikler, orda ne öldürülür, ne de diriltilir. Fakat cehennemde bir topluluğa işledikleri suçlardan dolayı ateş değmektedir. İşte «öldürülenler» onlardır. Onlar kömür haline geldiklerinde kendilerine şefaat izni çıkar.» Bu hadisi Müslim Şu’be kanalıyla Ebu Seleme’den nakleder. [72]
40- Ey İsrâiloğulları, size verdiğim mimetimi hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size
olan sözümü yerine getireyim. Ve yalnız Benden korkun.
41- Yanınızdaki Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğime îman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyet
lerimizi az bir paha ile satmayın. Ve yalnız Ben’den sakının.
İsrâiloğullarma Verilen Nimet:
Allah Teâlâ, İsrâiloğullarma İslâm’a girmelerini salât ve selâmın en üstünü kendisi üzerinde bulunan Muhammed Mustafâ’ya tâbi olmalarını emrediyor. Ve kendilerini tahrik etmek için ataları İsrail’i yani Allah nebisi Ya’kûb (a.s.)’ı hatırlatıyor. Böylece âyetin mânâsı şöyle oluyor : Ey Allah’a itaat eden sâlih kulun oğullan, siz de hakka tâbi olmakta babanız gibi olun. Tıpkı ey cömert oğlu. şöyle yap, ey kahraman oğlu düşmana saldır, ey bilgili oğlu ilim taleb et demek gibi. Keza: «Nuh ile beraber taşıdıklarımızın soyundan. Muhakkak ki o, çok şükreden bir kul oldu.» âyeti de böyledir. İsrail, Ya’kûb (a.s.)’dır. Bunun delili Ebu Dâvûd el-Tayâlisî’nin… Abdullah İbn Abbâs’dan naklettiği şu hadîs-i şeriftir : O dedi ki yahûdîlerden bir topluluk Hz. Peygamberin huzuruna geldiklerinde Allah’ın Rasûlü onlara dedi ki: İsrail’in Ya’kûb olduğunu biliyor musunuz? Evet, Allah için doğru dediler. Ra-sûlullah (s.a.) Allah’ım şahit ol buyurdu. A’meş… Abdullah İbn Abbâs’ dan nakleder ki: İsrail kelimesi, Allah’ın kulu demek gibiymiş.
«Size verdiğim nimetimi hatırlayın.» Mücâhid der ki: Allah’ın İsrâil oğullarına verdiği nimet, onların üzerinden kayayı kaldırması, kendilerine menn ve selvâ’yı indirmesi ve Firavun hanedanının köleliğinden kurtarmasıdır. Ebu’l-Âliye der ki: Allah’ın nimeti; kendilerinden nebiler ve rasûllar yaratması ve kitabı indirmesidir. Ben derim ki; bu, Mûsâ (a.s.)’nın şu sözü gibidir : «Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani sizden peygamberler var etmiş ve sizi krallar kılmıştı ve size âlemlerden hiçbirine verilmemiş olan şeyi vermişti,» (Mâide, 20), yani kendi zamanlarındaki hiç bir kimseye verilmemiş olan şeyleri.
Muhammed İbn îshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed… İbn Abbâs’dan nakletti ki: O : «Size verdiğim nimetimi hatırlayın» âyeti konusunda şöyle demiş : Size ve atalarınıza vermiş olduğum lutfumu. Nitekim onları bu sayede Firavun’un ve kavminin esaretinden kurtarmıştı.
«Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki, ben de size olan sözümü yerine getireyim.» İbn Abbâs dedi ki: Hz. Muhammed (s.a.) geldiğinde ona inanmak üzere sizden aldığım ahdimi yerine getirin ki, ben de size onu tasdik ve ona ittibâ etme konusundaki va’dimi yerine getireyim. Sizin sonradan gelen nesillerinizin işledikleri suçlar neticesinde boynunuza koyduğum ağırlıkları ve zincirleri üzerinden kaldırıp atayım. ^bu’1-Âliye der ki: Allah’ın ahdinden maksad; İslâm dinidir ki, kullarının ona tâbi olmasını ister. Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklederek der ki; kulların ahdinden maksad da, Allah’ın onlardan razı olup onları cennete girdirmesidir. Süddî, Dahhâk, Ebu’l-Âliye, Rebî, İbn Enes de böyle demişlerdir.
«Ve yalnız Benden korkun.» Ebu’l-Âliye, Süddî, Rebî’ İbn Enes ve Katâde buradaki “Veiyyaye ferhebun” kelimesini korku manasına gelen “Fehşun” kelimesiyle tefsir etmişlerdir. îbn Abbâs ise bu âyetin tefsirinde der ki: Sizin atalarınızdan daha önce geçenlerin başına gelen her türlü felâketi ve ters yüz olmayı sizin üzerinizden kaldırayım. Bu âyet terğîbten terhîbe doğru bir geçiştir. Allah onları böylece rağbet ve korkuya çağırmaktadır. Tâ ki, Hakka dönüp Rasûle ittibâ etsinler, Kur’an’la öğüt alıp onun yasaklarından kaçınsınlar, buyruklarına uyup haberlerini tasdîk etsinler. Allah dilediğini Sırât-ı Müsta-kîm’e hidâyet edendir. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Yanınızdaki (Tevrat’ı) tasdîk edici olarak indirdiğim (Kur’an)’a iman edin.» Bununla Ümmî, Arabî, Beşîr ve Nezîr, aydınlık yol gösterici Hz. Muhammed Mustafâ’ya indirilen Kur’an kasdedilmektedir. O Kur’an, Allah’dan gelen hakkı ihtiva etmekte ve kendinden önce geçen Tevrat ve İncil’i tasdîk etmektedir. Ebu’l-Âliye merhum bu âyet konusunda der ki; Allah f eâlâ şöyle buyurmaktadır: Ey Ehl-i Kitabtopluluğu, yanınızdaki Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur’an-ı Kerim’e îman edin. Zira onlar Muhammed Mustafâ (s.a.) ‘nın yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu görüyorlardı. Mücâhid, Rebî, İbn Enes ve Katâde’den de buna benzer bir rivayet nakledilir.
«Onu inkâr edenlerin ilki olmayın.» İbn Abbâs der ki; sizden başkalarının yanında bulunmayan bilgi sizin yanınızda olduğu halde onu ilk inkâr edenler siz olmayın. Ebu’l-Âliye de şöyle der: Muhammed Mustafâ (s.a.)’yi ilk inkâr eden sizler olmayın. Hasan, Süddî ve Rebî’ İbn Enes de böyle demişlerdir. İbn Cerîr “Bihi” kelimesindeki zamîrin “Bima enzelte” kelimesindeki Kur’an’a gittiği görüşünü tercih eder.
Her iki görüş te (zamirin Kur’an’a veya Hz. Peygambere ircaı) sahihtir. Çünkü ikisi birbirini gerektirir. Zira Kur’an’ı inkâr eden Hz. Mu-hammed’i inkâr etmiş, Hz. Muhammed’i inkâr eden de Kur’an’ı inkâr etmiş olur.
«Onu inkâr edenlerin ilki» kavline gelince; bununla İsrâiloğulla-rından onu ilk inkâr edenler kasdedilmiştir. Çünkü İsrâiloğullarından önce Kureyşli kâfirlerden ve diğerlerinden birçokları Kur’an’ı inkâr etmişlerdi. Burada kasdolunan İsrâiloğullarından ilkin Kur’an’ı inkâr edenlerdir. Bilindiği gibi İsrâiloğullarından ilkin Kur’an’a muhatap olanlar Medîne yahûdîleridir. Onların Kur’an’ı inkâr etmeleri kendi cinslerinden ilk küfredenler olmalarını gerektirir.
«Âyetlerimi az bir paha ile satmayın.» Âyetlerime inanmayı, Rasûlümü tasdik etmeyi, dünya nimetleri ve arzularıyla değişmeyin. Çünkü onlar azdır, fânidir. Nitekim Abdullah İbn el-Mübârek der ki: Bize Abdurrahmân İbn Yezîd İbn Câbir, Hârûn İbn Zeyd’den nakletti ki o şöyle demiş : Hasan el-Basrî’ye Allah Teâlâ’nın : «Az bir paha» kavlinden sorulduğunda şöyle dedi: Az bir paha bütün çirkinlikleriyle birlikte dünyadır. İbn Lühey’a der ki; «Allah’ın âyetleri» kendilerine indirilmiş olan kitabıdır. «Az bir paha» ise dünya ve dünya arzularıdır.
Süddî der ki; «Âyetlerimi az bir paha ile satmayın» yani az bir arzu ile onu almayın. Sırf tamah ederek geçici bedel mukabilinde Allah’ın ismini gizlemeyin. Ebu Ca’fer, Rebî’ İbn Enes’den o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki: «Âyetlerimden herhangi bir ücret almayın.» demektir. «Onların yanındaki kitabın başında şöyle yazılıymış : «Ey âdemoğlu, bedava öğretildiğin gibi bedava öğret.»
«Ve yalnız Benden sakının». İbn Ebu Hatim… Talk İbn Habîb’den nakleder ki o şöyle demiş : Takva Allah’ın emrine itaat ederek amel etmen ve Allah’tan bir aydınlık üzere ilâhî rahmeti ummandır. Takva Allah’tan bir ışıkla Allah’ın azabından korkarak O’na isyan etmeyi bırakmandır. «Ve yalnız Benden sakının» âyetinin mânası ise şöyledir : Allah Teâlâ, onlara hakkı saklamak, hakkın tersini açıklamak ve rasûlüne muhalefet konusunda dayandıkları esası tehdit etmektedir. [73]
42- Hakkı bâtıla karıştırıp da, bile bile siz gerçeği gizlemeyin.
43- Namazı kılın, zekâtı verin, rükû’ edenlerle birlikte rükû’ edin.
Allah Teâlâ, yahûdîleri dayanmakta oldukları hak ile bâtılı karıştırma ve birbirine katma, hakkı gizleyip bâtılı açığa çıkarma gibi davranışlardan nehyediyor ve «hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile siz gerçeği gizlemeyin» buyuruyor. Burada iki şeyi birden men’etmekte ve bâtıla karşılık hakkı izhâr edip onu açıklamalarını emretmektedir. Bunun için Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş : «Hakkı bâtıla karıştırıp da bile bile gerçeği gizlemeyin.» yani hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı birbirine karıştırmayın, demektir. Ebu’l-Âliye der ki; «hakkı bâtıla karıştırıp da» yani hak ile bâtılı birbirine katmayın ve Muhammed (s.a.) konusunda kullara doğru nasihat edin. Saîd İbn Cü-beyr ve Rebî’ İbn Enes’den de buna benzer bir rivayet nakledilir. Katâde ise «hakkı bâtıla karıştırıp da» âyetini şöyle tefsir eder: Yahudilikle Hıristiyanlığı İslâm’a karıştırmayın. «Muhakkak ki Allah indinde hak din İslâm’dır.» Yahudilik ve Hıristiyanlık ise Allah katından değil, bir hurafedir. (Yani mevcûd Yahudilik ve Hıristiyanlık.) Hasan el-Basrî’-den de böyle bir rivayet nakledilir. Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki: «Bile bile gerçeği gizlemeyin» âyetinin tefsiri şöyledir : Sizin yanınızda bulunan peygamberimi ve onun getirmiş olduğu gerçeği gizlemeyin. Siz onun geleceğinin elinizdeki kitaplarda yazılı olduğunu bilmektesiniz. Ebu’l-Âliye’den de böyle bir rivayet nakledilir. Mücâhid, Süddî, Katâde, Rebi’ İbn Enes «Bile bile gerçeği gizlemeyin» âyetinin Muhammed (s.a.)’i kasdettiğini söylerler.
«Namazı kılın, zekâtı verin, rükû’ edenlerle birlikte rükû’ edin.» Mukâtil der ki, Allah Teâlâ’nın ehl-i kitab’a «Namazı kılın» buyurmakla onların Hz. Peygamberle birlikte namaz kılmalarını emretmiştir. «Zekâtı verin» buyurmakla Hz. Peygambere zekât vermelerini emretmektedir. «Rükû’ edenlerle birlikte rükû’ edin» buyurmakla, Muham-med (a.s.)’in ümmetinden rükûa gidenlerle birlikte rükûa gitmelerini emretmektedir. Yani onlarla beraber olun buyurmaktadır.
Ali Ibn Ebu Talha, Ibn Abbâs’dan nakleder ki; buradaki zekât ile Allah’a itaat ve ihlâs kasdolunmaktadır. Vekî’… İbn Abbâs’dan nakleder ki «Zekâtı verin» âyetiyle zekâtı gerektiren şeyi yani iki yüz ve-^ ya daha fazlasını demek istemiştir. Mübarek İbn Fudâle Hasan’dan bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Zekât, vâcib olan bir farî-zâdır. Zekât ve namaz olmadan ameller bir fayda vermez. İbn Ebu Hatim… Hâris’den nakleder ki: «Zekâtı verin» kavlinden maksad, fıtır sadakâsıdır. «Rükû’ edenlerle birlikte rükû’ edin» âyetinden maksad; amellerin en güzeli konusunda mü’minlerle beraber olun, demektir. Amellerin en husûsîsi ve en mükemmeli ise namazdır. [74]
44- Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?
Başkalarına Emredip Kendileri Unutanlar:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey ehl-i kitâb, insanlara birr’i (iyiliği) yani hayrın tümünü emrederken, kendi nefsinizi unutmanız ve insanlara emrettiğiniz şeyleri yapmamanız size nasıl uygun düşer? Siz kitabı okuyor ve Allah’ın emrinde kusur işleyenlerin- durumunu biliyorsunuz. Kendi kendinize yaptığınız şeyin nasıl olduğunu düşünemiyor musunuz? Uykunuzdan uyanın ve körlükten gözünüzü açın. Bu husus Abdürrezzâk’ın Ma’mer’den onun da Katâde’den bu âyet-i kerîme konusunda naklettiği gibidir : İsrâiloğulları insanlara Allah’a itaat etmeyi ve Allah’dan korkmayı emrediyorlardı. Buna karşılık onlar, kendileri Allah’ın emirlerine muhalefet ediyorlardı. Böylece Allah Azze ve Celle onları utandırmıştır. Süddî de böyle der. İbn Cüreyc ise «Siz insanlara iyiliği emreder de…» âyeti konusunda der ki : Ehl-i kitâb ve münafıklar insanlara namaz ve orucu emrediyorlar ve emrettikleri şeyi kendileri yapmıyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ onları utandırmıştır. Dolayısıyla kim bir hayrı emrederse, o hayra en çok koşan kendisi olmalıdır.
Muhammed ibn İshâk… İbn Abbâs’dân nakleder ki o /«Kendinizi unutur musunuz?» âyeti konusunda şöyle demiştir : Yani kendi kendinizi bırakır mısınız? «Halbuki kitabı da okuyorsunuz. Siz aklınızı başınıza almayacak mısınız?» âyeti, konusunda da şöyle demiştir: Siz yanınızda bulunan peygamberlik ve Tevrat’taki ahidden dolayı insanları küfretmekten men’ediyor ve kendi nefsinizi unutuyor musunuz? Yani siz Tevrat’ta yer alan peygamberi tasdik konusundaki ahdimi inkâr ediyor, sözümü bozuyor ve kitâbımdaki bilgimi inkâr mı ediyorsunuz? Dahhâk, İbn Abbâs’dân bu âyet konusunda1 şunu nakle^ der : Allah buyuruyor ki; siz insanlara Hz. Muhammed’in dînine girmeyi ve namaz kılmak gibi başka şeyleri emrediyor da kendi nefsinizi unutuyor musunuz?
Ebu Ca’fer îbn Cerîr… Ebu Kilâbe’den bu âyet-i kerîme konusunda şöyle dediğini nakleder : Ebu’d-Derdâ demiştir ki; kişi bütün konuları tamamen bilir. Tâ ki Allah’ın zâtı konusunda insanları kızdırır.
Sonra kendi nefsine döner ve o konuda kendisi daha çok kızan olur. Abdurrahmân İbn Zeyd İbs Eşlem bu âyet konusunda der ki; yahûdîlere bir adam gelip hak olmayan ve rüşvet bulunmayan bir şeyi sorduğu zaman ona hakkı emrederlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Siz insanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?» buyurmuştur.
Maksad şudur: Allah Teâlâ yahûdîlerin yaptıkları bu davranışı kınamış ve onların kendileri hakkında yanılmalarından dolayı onları uyarmıştır. Onlar hayrı emrediyorlar ve kendileri, yapmıyorlardı. Maksad onların iyiliği emredip kendilerinin yapmamaları değil, yapmadıkları halde emretmeleridir. Çünkü iyiliği emretmek; herkes için bir görevdir. Ancak uygun olan; emredilenle birlikte iyiliği kişinin kendinin de yapması ve onlardan geri kalmamasıdır. Nitekim bu konuda Şüayb (a.s.) in dilinden Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Ey kavmim, Rabbımdan benim- bir belgem olduğu ve bana bir rızık da verdiği halde O’na karşı gelebilir miyim? Söylesenize. Size yasak ettiğim şeylerde aykırı hareket , etmek istemem. Gücümün yettiği kadar islâh etmekten başka bir dileğim yoktur. Başarım ancak Allah’tandır. O’na güveniyor ve. O’na yönetiyorum» dedi.» (Hûd, 88) Ma’rûfu emretmek ve işlemek vaciptir. Selefle haleften İslâm âlimlerinin, sahîh olan görüşlerine göre; bifini bırakmakla, diğerinin insanın üzerinden sakıt olması gerekmez. Bazıları da günah işleyenler, diğer günahları işlemekten men’edilmez demişlerdir. Bu zayıftır. Onlar bu âyete dayanmakta iselerde bu âyet kendileri için bir hüccet değildir. Sahîh^olan şudur : Bilen kişi yapmasa da ma’rûfu emreder, işlese de münkeri yasaklar^ Ancak bu durum bilerek ve şuurlu olarak emre muhalefet mânâsı taşıdığından çirkindir. Zîra hiç bir zaman : «Bilenle bilmeyen bir olmaz.» Bunun için bu tür davranışlar hakkında ilâhî tehdit vârid olmuştur. Nitekim Ebu’l-Kâsım el-Tabarânî, el-Mu’cem el-Kebîr isimli eserinde nakleder ki, Ahmet İbn Muallâ… Cündeb İbn Abdullah’dan Rasûlullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
«İnsanlara iyiliği öğretip onunla amel etmeyen âlimin misâli, insanları aydınlatıp kendini yakan çıranın misali gibidir.» Bu hadîs bu şekliyle garîbtir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel, Müsned’inde der ki:Vekî’… Enes İbn Mâlik’den Rasûlullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu nakleder:
«Mî’râca çıkarıldığım gece bir topluluk gördüm ki ağızları ateşten makaslarla kesiliyordu. Bunlar kimdir? dedim. Bunlar insanlara iyiliği emredip kendileri unutan dünva ehlinden ümmetinin hatîbleridir, dediler. Onlar kitabı okudukları halde hiç akletmiyorlar mı?»
Abd İbn Hûmeyd Müsned’inde ve tefsirinde Hasan ibn Mûsâ yoluyla Hammâd İbn Seleme’den bu hadîsi rivayet eder. İbn Merdûyeh de tefsirinde Yûnus İbn Muhammed ve Haccâc İbn Minhal yoluyla Hammâd İbn Seleme’den bu hadîsi rivayet eder. Aynı hadîsi Yezîd İbn Hârûn, Hammâd İbn Seleme’den rivayet etmiştir. Sonra İbn Merdûyeh der ki; bize Muhammed İbn Abdullah İbn İbrahim… Enes’den rivayet etti ki o Rasûlullah (s.a.)’ı şöyle derken dinledim demiş : Miraca çıkarıldığım gece dudakları ve dilleri ateşten makasla kesilen bir insan topluluğuna rastladım. Ey Cebrail bunlar kimdir? dedim. O da, insanlara iyiliği emredip kendilerini unutan ümmetinin hatîbleridir bunlar, dedi. İbn Hibbân, Sahîh’inde İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh de Hişâm’ın hadîsinde… Enes İbn Mâlik’den naklederler ki o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) mi’râca çıkarıldığında dudakları yırtılan bir topluluğa rastlamış ve ey Cibril bunlar kimdir? demiş; O da, insanlara iyiliği emredip kendilerini unutan ümmetinin hatîbleridir, bunlar düşünmezler mi? demiş.
İmâm Ahmed İbn Hanbel, Ebu VâiFden naklen der ki; Üsame’ye Osman hakkında konuşmaz mısın? diye soruldu. O da görüyorsunuz ki ben o konuda konuşmuyorum sadece sizi dinliyorum dedi.. Ben ilk açanın ben olmasını istemediğim bir konuyu —ilkin kendimin açmasını istemediğinden dolayı— Osman’la benim aramda olanları konuşmam.
Allah’a yemîn ederim ki Rasûlullah (s.a.) ‘in şöyle dediğini işittikten sonra üzerinde emîr de olsa ben, bir adama «sen insanların hayır-Usısın» demem. Yanındakiler ne dediğini işittin? diye sorduklarında o şöyle dedi:
Ben Rasûlullah’ın şöyle dediğini işittim : «Kıyamet gününde adam getirilir ve cehenneme atılır. Bağırsakları parçalanır, merkebin değirmeni döndürdüğü gibi onunla beraber döner. Cehennem ehli onu izlerler ve ona ey falan ne oldu sana? derler. Sen, bize ma’rûfu emreder ve münkerden nehyetmez miydin? O da evet, ben size ma’rûfu emreder fakat kendim yapmazdım. Münkeri nehyeder fakat fendim yapardım, der.» [75] Bu hadîsi Buhârî ve Müslim Süleyman İbn Mihrân’m hadîsinden aynı şekilde naklederler.
Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; adamın biri onun yanına gelerek; Ey İbn Abbâs, ben sana ma’rûfu emretmek ve münkeri neh-vetmek istiyorum der. İbn Abbâs bu noktaya ulaştın mı? dediğinde o da umarım der. İbn Abbâs Allah’ın kitabından üç âyeti açığa çıkarmaktan korkmazsan yap der. O da nedir o âyetler diye sorduğunda İbn Abbâs şu âyetleri okur: «Yapmadığınızı niçin söylüyorsunuz? Allah indinde günah olarak yapmadığınızı söylemeniz çok büyük bir günahtır.» Bu hükmü iyice yerine getirdin mi dediğinde, o hayır der. Sonra üçüncü âyeti okur. Bu, sâlih bir kulun yani Şuâyb (a.s.)’ın sözüdür. «Sizi nehyettiğim konuda size aykırı davranmak istemem.» Bu âyeti iyice okudun mu der o da hayır deyince İbn Abbâs öyleyse kendinden başla der. İbn Merdûyeh tefsirinde bu hadîsi rivayet eder.
Taberânî der ki; bize Abdan İbn Ahmed… İbn Ömer’den Rasûlullah (a.s.) ‘in şöyle dediğini nakletti: «Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah’ın azabının gölgesi altındadır.» [76]
45- Sabır ve namazla (Allah’tan) yardım isteyin. Gerçi bu, ağır gelir ama, huşu’ duyanlara değil.
46- Onlar ki; Rablarına kavuşacaklarını, O’na döneceklerini kesinlikle bilirler.
Sabır ve Namaz:
Allah Teâlâ, kullarına, sabır ve namazla yardım istemeye başlamalarını buyurmaktadır.
Mukâtil İbn Hayyân bu âyetin tefsirinde der ki: Âhireti isteyerek, farzlara ve namazlara sabrederek yardım dileyin. Sabnn oruç olduğu söylenir. Bunu Mücâhid nakleder. Süfyân el-Sevrî… Rasûlullah (s.a.)’dan nakleder ki Rasûlullah; «Oruç sabrın yarısıdır» buyurmuş.
Denildi ki sabırdan maksad, günahlardan kaçınmaktır. Bunun için Allah Teâlâ sabrın yanısıra ibâdetlerin en üstünü olan namazı zikretmiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Ömer İbn el-Hattâb (r.a.) dan nakletti ki sabır iki çeşittir: Musibet anında sabır, güzeldir. Ondan daha güzeli; Allah’ın yasaklarına karşı sabretmektir. Hasan el-Basrî’den de Hz. Ömer’in sözünün aynı rivayet edilmiştir.
ibn el-Mübârek, ibn Lehîa’dan o da Mâlik İbn Dinar’dan o da Saîd İbn Cübeyr’den nakleder ki o şöyle demiş : Sabır kulun başına gelen şeyleri Allah’tan bilmesi, Allah’ın katından sayması ve onun sevabını ummasıdır. Sıkılınca kul, çığlık atar, feryâd eder, bunda sabırdan başkası görülmez. Ebu’l-Âliye «Sabır ve namazla yardım isteyin» âyeti konusunda şöyle demiş : Allah’ın rızâsını dileyin ve bilin ki bu, Allah’a itâattan bir bölümdür. Namaza gelince; şüphesiz ki namaz bir konuda sebat etmenin en büyük desteğidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Sana kitabdan vahyolunam oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz aşırılıklardan ve kötülüklerden alıkoyar. Allah’ın zikri ise daha büyüktür.» (Ankebût, 45).
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Halef İbn el-Velîd… Mu-hammed İbn Abdullah’dan nakleder ki, o Huzeyfe el-Yemmân’ın kardeşi Abdülazîz’in şöyle dediğini nakletmiş : Rasûlullah (s.a.) sıkıntılı bir hal olunca namaz kılarmış. Bunu Ebu Dâvûd da rivayet eder. Aynı hadîsi İbn Cerîr Huzeyfe’den rivayet eder ki o şöyle demiş :
«Rasûlullah (s.a.)’a önemli (sıkıntılı) bir durum olunca namaza koşardı.»
İbn Cerîr der ki; Hz. Peygamber’in Ebu Hüreyre’nin karnı üstü yattığını görünce ( f jjı c~SJ*\ ) (Farsça karnın mı ağrıyor?) dedikten sonra kalk namaz kıl, çünkü namaz şifâdır, buyurduğu nakledilir. İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn A’lâ ve Ya’kûb İbn İbrâhîm naklettiler ki… İbn Abbâs’a, kardeşi Kusem’in seferde iken öldüğü haber verildi. O istircâ edip (inna lillâhi ve inna ileyhi râciûn) diyerek sonra yoldan bir kenara ayrıldı, oturdu ve iki rek’at namaz kıldı Ve namazda ka’deleri uzattı, sonra kalktı bineğine doğru gitti. «Sabır ve namazla yardım isteyin. Gerçi bu ağır gelir ama huşu’ duyanlara değil.» âyetini okuyordu.
Süneyd, Haccâc’dan o da İbn Cüreyc’den «Sabır ve namazla yardım isteyin» âyeti konusunda şöyle dediklerini rivayet ediyor : Bu ikisi Allah’ın rahmetinin yardımcılarıdır. “Ve inneha” daki zamîr namaza gider. Mücâhid böyle der. İbn Cerir de bunu tercih eder. Ancak za-mîrin sözün delâlet ettiği konuya gitmesi de muhtemeldir. Nitekim Allah Teâlâ Kârûn kıssasında şöyle buyurur: «Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise, yazıklar olsun size Allah’ın mükâfatı îman edip sâlih amel işleyenler için daha iyidir. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir demişlerdi.» (Kasas, 80), «İyilik ve fenalık ta bir değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu, ancak sabredenlere vergidir. Bu, ancak büyük hazzı tadanlara vergidir.» (Fussilet, 34 – 35). Bu tavsiye ancak sabredenlere vergidir ve bu ancak büyük bir pay sahibi olanlara lütfedilir. Mânâ nasıl takdir edilirse edilsin, Allah Teâlâ’-mn : «Gerçi bu ağır gelir» kavlinin mânâsı huşu’ eden insanların dışındakiler için ağırlaştırılmış bir yüktür. İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş : Huşu’ edenlerden maksad, Allah’ın indirmiş olduğunu tasdik edenlerdir. Mücâhid ise gerçek mü’minlerdir demiş. Ebu’l-Âliye de Allah’tan korkanlardır, demiş. Mukâtil İbn Hayyân, tevazu’ edenlerin kasdedildiğini söylemiş. Dahhâk ise demiş ki; bu Allah’a itâatla boyun eğen, kudretinden korkan, va’dini ve vaîdini tasdik edenlerin dışında çok ağır bir şeydir. Bu âyet, hadîste vârid olan şu ifâdeye benzer : «Doğrusu sen büyük bir şeyden sordun, ancak o Allah’ın kalbini kolaylaştırdığı kimseler için çok kolaydır.»
İbn Cerîr bu âyetin mânâsının şöyle olduğunu söyler : Ey Ehl-i Kitab’tan hahamlar ve rahipler, kendinizi Allah’a itâata vererek ve rızâsına yaklaştıran, kötülüklerden ve münkerden alıkoyan namazı kılarak Allah’dan yardım isteyin. Bunu yapmak Allah’a boyun eğen, Allah’dan korkan mütevâzi kişilerden başkası için zordur ve ağırdır. İbn Cerîr böyle derse de, âyetin mânâsından açığa çıkan her ne kadar hitâ-bm isrâiloğullarına uyan sadedinde vârid olmuş ise de bahusus onlar kasdedilmemiştir. Bu, hem isrâiloğullarına hem de onlardan başkalarına şâmildir. Doğruyu en iyi bilen Allah’dır.
«Onlar ki Rablarına kavuşacaklarını, O’na döneceklerini kesinlikle bilirler.» Bu âyet yukarıdaki sözü tamamlamaktadır ve âyetin topluca mânâsı şöyledir : Namaz veya bu tavsiye, Rablarına kavuşacaklarım kabul eden, kesinlikle bilen ve huşu’ eden kişilerden başkalarına ağır gelir. Onlar kıyamet günü haşrolunacaklarını, Allah’ın huzuruna götürü- leceklerini ve O’na döndürüleceklerini bilirler. Onların işlerinin Allah’ın irâdesine dönük olduğunu, Allah’ın adaletle dilediği şekilde onlar hakkında hüküm vereceğini bilirler. Onlar öbür dünyada dönüşe ve cezaya yakînen inandıkları için emirleri işlemek ve yasakları terketmek onlara kolay gelir
«Onlar ki Rablanna kavuşacaklarını kesinlikle bilirler.» İbn Cerîr merhum dedi ki, araplar bazan yakîne de zann, şekke de zann ismini verirler. Bunun benzeri karanlığa da ışığa da “sedfete”, yardım isteyene ve yardım istenene de “El-musteğisu” denmesidir. Bir şeyin kendisiyle zıddının aynı isimle isimlendirildiği benzer ifâdeler gibi…
Zannın, yakîn manâsına geldiğine dâir arap şiirinden ve sözünden şevâhid sayılmayacak kadar çoktur. Zikrettiklerimiz anlayanlar için yeterlidir. Nitekim Allah Teâlâ da bir âyet-i celîle’de şöyle buyurur : «Suçlular ateşi görürler ve ona düşeceklerini anlarlar, fakat ondan kaçacak yer bulamazlar.» (Kehf, 53) Sonra İbn Cerîr der ki; bize Mu-hammed İbn Beşşâr… Mücâhid’den nakletti ki o şöyle demiş : Kur’an’ da geçen her zann kelimesi, yakîn manasınadır.
Bana Müsennâ… Mücâhid’den nakletti ki o şöyle demiş : Kur’an’ da geçen her zann kelimesi, bilgi manasınadır. Bu sahih bir seneddir.
İbn Ebu Hatim der ki, Mücâhid, Süddî, Rebî’ İbn Enes ve Katâde’nin de Ebu’l-Âliye gibi söyledikleri rivayet edilmiştir. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes kanalıyla Ebu’l-Âliye’den nakleder ki bu âyetteki zann >. yakîn manasınadır. İbn Ebu Hatim, Mücâhid, Süddî, Rebî’ İbn Enes ve Katâde’nin de Ebu’l-Âliye gibi söylediklerini rivayet eder. Süneyd, Haccâc yoluyla İbn Cüreyc’den nakleder ki, «Onlar Rablanna kavuşacaklarını kesinlikle bilirler,» âyetinin Rablanna kavuşacaklarını bildi-ler mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Bu, Allah Teâlâ’nın : «Ben hesabıma kavuşacağımı kesinlikle bildim.» âyeti gibidir, yani bildim demektir. Abdurrahmân İbn Zeyd îbn Eslem’in de böyle dediği rivayet edilir.
Ben derim ki; sahîh rivayete göre, Allah Teâlâ kıyamet gününde kula der ki; ben, seni evlendirmedim mi? Ben, sana ikram etmedim mi? Ben, sana at ve deve vermedim mi? Ben, seni reîs yapıp ganimet elde eden kılmadım mı? O evet der. Allah buyurur ki; sen bana ulaşacağını kabul etmedin mi? Kul hayır der. Allah Teâlâ da : Sen nasıl beni unuttunsa ben de seni bugün unuturum der. Bu husus Allah Teâlâ’nın «Onlar Allah’ı unuttular Allah da kendilerini» (Tevbe, 67) âyetinin tefsirinde geniş olarak anlatılacaktır. [77]
47- Ey İsrâiloğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
Allah Teâlâ İsrâiloğullarının geçmişlerine ve atalarına verdiği nimetlerini ve kendilerine peygamberler göndererek, kitaplar indirerek zamanlarındaki diğer milletlere üstün kılmasını hatırlatıyor. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyurmaktadır: «Biz onları bir bilgiye dayanarak âlemlere tercih etmiştik.» (Furkân, 32), “Hani Mûsâ kavmine demişti ki; Ey kavmim, Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani sizden peygamberler yaratmış ve sizi hükümdarlar kılmıştı ve size âlemlerden hiç birine verilmemiş olan şeyi vermişti.» (Mâide, 30)
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den o da Ebu’l-Âliye’den «Ve sizi âlemlere üstün kıldık» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Kitap, peygamberler ve hükümdarlık verilerek o zamandaki âlemlerden üstün, kılınmışlardı. Mücâhid, Rebî’ İbn Enes, Katâde ve İsmâîl İbn Ebu Hâlid’den buna benzer bir rivayet nakledilir. Bu âyetin bu mânâya hamledilmesi gerekir. Çünkü bu ümmet (İslâm ümmeti) İs-râiloğullarından daha üstündür. Zira Allah Teâlâ bu ümmete hitaben şöyle buyurur : «Siz insanlar arasından çıkarılmış ümmetlerin en ha-yırlısısınız. Ma’rûfu emreder, münkerden nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız. Eğer kitab ehli de inanmış olsalardı kendileri için daha hayırlı olurdu.» (Âl-i İmrân, 110).
Müsned ve Sünen’de, Muâviye el-Kuşeyri’den nakledilir ki o Ra-sûlullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu söylemiş: Siz yetmiş ümmetin yerine kâimsiniz. Çünkü siz ümmetlerin en hayırlısı ve Allah katında en üstünüsünüz. Bu konuda hadîsler pek çoktur. Al-i İmrân sûresinde bu âyeti naklederken zikredilecektir. [78]
İsrâîl, Ya’kûb peygamberdir. Ya’kûb peygamber, İshâk’m, o da İbrâhîm peygamberin oğludur. İsrâiloğullan ise yahûdîlerdir.
Sûrenin başından buraya kadar konu, kitap (Kur’an) ve halkın bu konudaki ihtilâfı üzerinde dönüp dolaşmaktaydı. Münafıklardan bazı örnekler verilerek Allah’a ibâdet emri tekrarlanmakta idi. Kur’an’ in Allah katından geldiği belirtilerek, ihtar ve müjde haberleri dile ge- tirilmekte ve ardından da insanlığın yaratılış konusu bahis mevzuu olmaktaydı. Şimdi ise söz ehl-i kitaba yöneliyor ve özellikle yahûdîlere hitap ediliyor. Konu ise yine bütünüyle Kur’an’ın etrafında -dönüp dolaşıyor. Yüce Allah Ya’kûb peygamberin torunlarına seslenerek onların da ataları Ya’kûb gibi Hakk’a tabî olmalarım belirtmektedir.
Allah’ın İsrâiloğullarını Firavun’un ve hanedanının zulmünden kurtarışını ve ilerde tafsilâtı gelecek olan sayısız ‘nimetleri hatırlatılmaktadır. Peygamberler arasında tefrik yapmaksızın inanmaları ve özellikle Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) in doğruluğunu kabullenmeleri belirtilmekte ve kendileri verdikleri sözleri tuttukları takdirde, Allah Teâlâ’nın da verdiği sözü tutarak, dünya ve âhirette onları nimetine erdireceğini bildirmektedir, Ehl-i kitabın Hz. Peygamberin getirdiği Kur’an’ı inkâr yerine, tasdik eden ilk kitle olması gerektiğini bildirmekte ve Kur’an’ın Tevrat’taki gerçekleri getirdiğini ifâde buyurmaktadır. Allah’ın apaçık âyetlerini basit menfaatlarla değişmemelerini, dünyevî faydalann geçici olduğunu ve Allah’tan başka kimseden korkulmaması gerektiğini belirtmektedir. Sonra da bütün dinlerin ana esâslarından olan bir ibâdet olarak namaz kılıp zekât verip Allah’ın huzurunda huşu ile eğilmelerini emretmektedir.
Eğer hayret edilmesi gereken biri varsa, o da başkalarına hayret edip kendilerini unutan yahûdî bilginlerinin durumudur. Onlar bir mum gibi, halkı aydınlatırken kendilerini eritmektedirler. Allah’ın kitabını okuyan ve oradaki buyruklardan haberdâr olan bir kitlenin insanlara iyiliği emredip te kendi nefsini unutması uygun bir davranış mıdır? Şüphesiz ki bu, akıllı kişilerin yapacağı bir şey değildir. Şu halde inanıp Allah’tan yardım dileyerek, kötülüğü emreden nefsin arzularından ve şeytânın esaretinden kurtulmak için sabır ve namazla Allah’a yönelmek gerekir. Çünkü sabır ve namaz kalblerin ve ruhların cilâsıdır. Evet, bunlar; kalblerini îmanla i’mâr edip bütün uzuvlarını namazın huzur ve güvenine teslîm edenlerden başkaları için çok zor işlerdir. Ancak bir gün gelip Rabblanna kavuşacaklarını kabul edenler, yaptıklarının hesabını verenler ve Allah’a döneceklerine inananlar bu ağır yükü kaldırabilirler. [79]
48- Ve öyle bir günden korkun ki; o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez. Şefaat kabul edilmez. Fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.
Kıyamet Gününden Korkun:
Allah Teâlâ İsrâiloğullarına önce nimetini hatırlattıktan sonra bu uyarıya dayalı olarak kıyamet günü onların başına getireceği azabı ihtar etmektedir. «Ve öyle bir günden korkun ki, o günde kimse, kimse için bir şey ödeyemez.» Hiç biriniz birinize bir şey veremezsiniz. Başka âyet-i kerîmelerde bugün hakkında şöyle buyuruluyor:
«Kimse diğerinin yükünü yüklenmez.» (Fâtır, 18)
«O gün herkes kendi derdine düşer.» (A’bese, 37)
«Ey insanlar, Rabbınıza karşı gelmekten sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için bir şey ödeyemeyeceği günden korkun. Allah’ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Dünya hayati sakın sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek şeytân sizi ayartmasın.» (Lokman, 33) Bu nokta yolların en belîğ olanıdır, yani baba ile çocuğun birbirine hiç bir fayda sağlayamaması noktasıdır.
«Şefaat kabul edilmez.» Yani kâfirler için. Başka âyet-i kerimelerde ise şöyle buyurulur: «Artık onlara şefâatçıların şefaati fayda vermez.» (Müddessir, 48) Ve nitekim cehennem ehli hakkında da şöyle buyuruluyor: «Bizim için ne bir şefaatçi ve ne de sıcak bir dost vardır.» (Şuarâ, 101)
«Fidye alınmaz.» Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Doğrusu o küfretmiş ve kâfir olarak ölmüş olanlardan hiç birisinden yeryüzünün dolusu altını fidye olarak verse de kabul edilmez.» (Âl-i İmrân, 91)
«Muhakkak ki o küfretmiş olanlar, bütün yeryüzünün ve onunla beraber bir mislinin kendilerinin olmasını ve bunu kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye olarak vermeyi isterler de onlardan kabul olunmaz ve onlar için elîm bir azâb vardır.» (Râ’d, 18), «O kimse her fidyeyi verse kabul olunmaz.» (En’âm, 70), «Bugün sizden bir fidye alınmaz ve küfretmiş olanlardan da.» (Hadîd, 11) Allah Teâlâ onlara bildiriyor ki; eğer rasûlüne inanmazlar ve onunla gönderilen gerçeğe tâbi olmazlarsa, kıyamet gününde üzerinde bulundukları hal ile Allah’a gelirlerse bu, onlara hiç bir fayda vermez. Çünkü o gün hiç bir yakının yakınlığı, hiç bir makam sahibinin şefaati kabul edilmez, yeryüzü dolusu altın da verseler fidyeleri kabul olunmaz. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Ey îman edenler, alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızık-landırdığımızdan infâk edin.» (Bakara, 254). İbrahim sûresinde ise şöyle buyurur: «îman etmiş olan kullarıma söyle, namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı günün gelmesinden önce kendilerine verdiğimiz rmktan açık ve gizli infâk etsinler.» (İbrâhîm, 31). Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den ve Ebu’l-Âliye’den nakleder ki “Vela yu’hazu minha adlun” fidye manasınadır. İbn Ebu Hatim der ki: Ebu Mâlik, Hasan, Saîd İbn Cübeyr, Katâde ve Rebî’ İbn Enes’den buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Abdürrezzâk der ki; bize Sevrî A’meşten, o da İbrâhîm el-Teymî’den o da babasından; o da Hz. Ali’den uzun bir
hadîsle nakleder ki “Es-Sarf ve’l-adl” kelimeleri gönüllü ibâdet ve fariza demektir. Velîd İbn Müslim, Osman İbn Ebu Â’tike’den o da U’meyr İbn Hânî’den aynı şeyi nakleder. Bu kavil garîbtir. Önceki kavil ise bu âyetin tefsirinde en açık olanıdır. Bu konuda takviye edici hadîsde vârid olmuştur ki; İbn Cerîr’in söylediğine göre bu hadîs şudur : Bana Nüceyh İbn İbrâhîm Ümeyye oğullarından bir adamdan (Şam halkından olup ondan güzel övgüyle bahsetti) nakletti ki Rasûlullah (s.a.)’a “Adl” nedir? denildiğinde “Adl” fidyedir, demişti.
«Ve onlara yardım da edilmez.» Hiç bir kimse onlara yardım edip Allah’ın azabından kurtaramaz. Yukarda geçtiği gibi hiç bir akrabanın yakınlığı ve hiç bir makam sahibinin makamı onları kurtaramaz, fidye de kabul olunmaz. Bunların hepsi başkalarının acıması bakımındandır. Kaldı ki kendileri bakımından da kendilerine yardım edecek kimse yoktur. Nitekim Allah Teâlâ : «Onun için ne bir kuvvet, ne de bir yardımcı vardır.» buyuruyor. Yani küfreden kişinin ne fidyesini, ne de şefaatini kabul eder, hiç bir kimse O’nun azabından kurtaramaz ve hiç bir kimse O’nun elinden kâfirleri çekip alamaz. «Biliyorsanız söyleyin her şeyin hükümdarlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir? de.» (Mü’minûn, 88), «O gün hiç bir kimse Allah’ın azâb ettiği gibi azâb edemez. Hiç bir kimse onun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz.» (Fecr, 25-26), «Size ne oldu ki birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? Hayır, bugün onların hepsi fceslîm olmuşlardır.» (Sâffât, 25-26), «O zamanlar Allah’ı bırakıp da ona yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurdukları şeydir.» (Ahkâf, 28)
Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklederek der ki: «Size ne oldu ki bugün yardımlaşmıyorsunuz?» âyetinden murâd, size ne oluyor ki siz bugün birbirinizden alıkoymuyorsunuz? Ama—ne yazık ki— bu sizin için mümkün değildir, demektir. İbn Cerîr Taberî: «Ve onlara yardım da edilmez» âyetinin te’vîlinin şöyle olduğunu söyler : O gün hiç bir şefaatçi onlara şefaat etmeyeceği gibi, hiç bir yardımcı da yardım edemez. Onlardan hiç bir fidye kabul olunmaz. Orada aracılar yok olmuş, rüşvet ve şefaatçiler kaybolmuştur. O gün topluluklardan yardımlaşma ve birbirini destekleme kaldırılmıştır. Hüküm; huzurunda şefaatçilerin ve yardımcıların fayda vermediği Cebbar ve Âdil zâtın hükmü olmuştur. Kötülüğü misliyle cezalandırır, iyiliği ise kat kat «Onları durdurun çünkü kendilerine daha da sorulacaktır. Size ne oldu ki birbirinizle yardım-laşmıyorsunuz. Hayır bugün onların hepsi teslim olmuşlardır.» (Sâffât, 24 – 26) [80]
Hani, sizi oğullarınızı boğazlayıp, kadınlarınızı sağ bırakarak en kötü işkenceye tâbi tutan Fir’avun hane
danından kurtarmıştık. Bu da sizin için Rabbınız tarafından büyük bir imtihandı.
— Hani, bir de sizin için denizi yarmış, ve sizi kur
tarmıştık. Fir’avun hanedanını da, siz bakıp dururken su
da boğmuştuk.
Firavun ve İsrâiloğullan :
Allah Teâlâ buyurmaktadır ki: Ey İsrâiloğullan üzerinize olan nimetimi hatırlayın. Hani, «sizin oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı sağ bırakarak en kötü işkenceye tâbi tutan Firavun hanedanından kurtarmıştık.» Hz. Musa’nın eşliğinde sizi Firavun hanedanının elinden kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü ve en ağınnı uyguluyorlardı. Zira Firavun —Allah’ın la’neti üzerine olsun— gerçekten kendini dehşete düşüren bir rü’yâ görmüştü. Buna göre Kudüs’ten çıkan bir ateş Mısır’daki kıptîlerin evine girmişti. Bu ateş sadece İsrâiloğullarından bir kişinin eliyle zeval bulacağı şeklindeydi. Denilir ki, Musahipleri onun yanında îsrâiloğullarının aralarından bir adamın çıkıp kendilerine devlet ve üstünlük sağlayacağım beklediklerini söylemişlerdi. İnşâallah yeri gelince açıklanacağı gibi, fitneler hadîsinde böyle nakledilmiştir. İşte bunun üzerine Firavun —Allah’ın la’neti onun üzerine olsun— İsrâiloğullarından bundan sonra doğacak her erkek çocuğun öldürülmesini ve kızların sağ bırakılmasını emretti.
Bu arada yahûdîlerin de işlerin en ağır ve en horlayıcısında çalıştırılmasını emretti. Burada azâb, erkek çocukların boğazlanması şeklinde tefsîr edilmiştir. İbrahim sûresinde ise buna atıf yapılarak, «size azabın en kötüsünü tattıran, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan.» (İbrahim, 26) buyurulmuştur. Bu husus inşâallah Kasas sûresinin başında sözkonusu edilecektir. Firavun ismi Mısır hükümdarlarına verilen özel ad idi. Amâlika ve diğerlerinden kâfirler hep bu adı alıyorlardı. Nitekim Kayser’in Şam’la beraber bütün Rûm diyarlarına kral olanlara verilen özel isim olduğu gibi. Keza İran’a hakim olan krallara, Kisrâ, Yemen’e hâkim olan kâfir krallara Tübba’ adı veriliyordu. Denilir ki Mûsâ (a.s.)’nın zamanındaki Firavun’un adı; Velîd İbn Mus’ab İbn Reyyân’dır. Denildi ki bunun adı sadece Mus’ab İbn Reyyân’dır. Hangisi olursa olsun Allah’ın la’neti onun üzerine olsun. «Bu da sizin için Rabbımz tarafından büyük bir imtihandır.» İbn Cerîr der ki; sizi Firavun’un eli altında azâbtan kurtarmamızla size yaptığımız şey, Rabbımz tarafından sizin için büyük bir imtihan; yani büyük bir nimettir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki; buradaki imtihan, nimet demektir. Mücâhid ise Rabbınızdan büyük bir nimettir şeklinde tefsîr etmiştir. Ebu’l-Âliye, Ebu Mâlik ve Süddî ile diğerleri de böyle demişlerdir. Belâ, kelimesinin aslı imtihan ve denemedir. Deneme iyilikle de olur, kötülükle de. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «İmtihan olarak sizi iyilik ve kötülükle deneriz. Ve bize döndürülürsünüz.» (Enbiyâ, 35), «Ve biz onları iyiliklerle ve kötülüklerle denedik.» (A’râf, 98) İbn Cerîr der ki; belâ; daha çok şer için söylenir.
Bu takdirde “Bela, Blutehu” kökünden gelir. Hayır için olduğu zaman da “Bela, İbla, Eblihi” kökünden gelir.
«Hani bir de sizin için denizi yarmış ve sizi kurtarmıştık. Firavun hanedanını da siz bakıp dururken suda boğmuştuk.» Sizi Firavun’un ve hanedanının elinden kurtardıktan ve siz Mûsâ (a.s.) ile beraber Mısır’dan çıktıktan sonra, sizi aramak üzere Firavun da çıkmıştı. Biz aranızı denizle ayırdık. İnşâallah daha geniş şekilde ve mufassal olarak bu husus ilerde belirtilecektir. «Ve sizi Firavun’dan kurtardık.» Sizinle onun arasına bir engel koyduk. «Ve siz bakıp dururken onları suda boğduk.» Maksad, bunun sizin göğsünüze şifâ vermesi ve sizin düşmanınızı hor görmenizi sağlamasıdır.
Abdürrezzâk der ki; bize Ma’mer… Amr İbn Meymûn’un bu âyet hakkında şöyle dediğini bildirdi: Hz. Mûsâ İsrâilogullarıyla birlikte çıkınca bu husus Firavun’a bildirildi. Firavun onları horoz ötünceye kadar takip etmeyesiniz dedi. Amr İbn Meymûn der ki; Allah’a hamd olsun ki o gece sabaha kadar hiç bir horoz ötmedi. Sabah olunca bir koyun istedi ve kesildi. Sonra kıptîlerden altıyüz bin kişi toplanmcaya kadar onun ciğerini çıkarmam dedi. Kıptîlerden altı yüz bin kişi topla-nmcaya kadar ciğerini çıkarmadı. Sonra hareket etti, Mûsâ denize gelince, arkadaşlarından Yûşa’ İbn Nûn denilen birisi, Rabbın nereden geçmemizi emretti? dedi. Mûsâ da denizi göstererek, önünden dedi. Yûşa’ atını denize doğru kamçıladı, boyu aşacak yere kadar geldi ve boyunu aşınca geri döndü, sonra «ey Mûsâ, Rabbın nereden geçmemizi emretti?» dedi. Allah’a hamdolsun ki sen yalan söylemedin ve kandırılmadın diye ekledi ve bunu üç kere tekrarladı. Sonra Allah Hz. Mûsâ’-ya «asanla denize vur» diye vahyetti, o da asâsıyla denize vurdu ve her yarık dağlar gibiydi. Sonra Mûsâ ve beraberindekiler geçtiler, arkalarından Fir’avun da onları izledi. Onlar bütünüyle denizin içine girince Allah denizi onların üzerine serdi. Bunun için «Firavun hanedanını da siz bakıp dururken suda boğmuştuk» buyurdu. Yerinde açıklaması geleceği gibi, seleften bir çok kişi böyle rivayet etmiştir. O günün Aşûra günü olduğu zikredilir. Nitekim Ahnıed İbn Hanbel der ki; bize Affân… İbn Abbâs’dan nakletti ki o, şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) Medine’ye geldi ve yahûdîlerin aşûra günü oruç tuttuklarını gördü ve buyurdu ki: Oruç tuttuğunuz bugün ne günüdür? Onlar bugün iyi bir gündür, bugün Allah Azze ve Celle bizi, düşmanlarından kurtardı ve bunun üzerine Mûsâ (a.s.) o gün oruç tuttu. Hz. Peygamber buyurdu ki: Ben Musa’ya sizden daha lâyıkım ve Rasûlullah (s.a.) da o gün hem oruç tuttu, hem de oruç tutulmasını emretti. Bu hadîsi Buhârî, Müslim, Neseî, ibn Mâce değişik yollardan Eyyûb el-Sahtiyânî’den yukarda geçen şekilde rivayet ederler. Ebu Leylâ el-Mevsılî, Enes İbn Mâlik’den nakleder ki, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuş : Allah aşûra günü isrâiloğullarma denizi yardı. Bu hadîs bu şekliyle zayıftır, zira râvîleri arasında yer alan Zeyd, zayıf olduğu gibi onun şeyhi Yezîd el-Rakkâşî ondan daha da zayıftır. [81]
51- Ve hani, Mûsâ ile kırk geceyi vaidleşmiştik. Yine siz zâlimler olarak onun arkasından buzağıyı (tanrı) edin
miştiniz.
52- Bundan sonra sizi, şükredersiniz diye affetmiştik,
53- Hani, Musa’ya; hidâyete eresiniz diye kitâb ve furkân (bâtılı hakdan ayıran) vermiştik.
Buzağıya Tapanlar:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Mûsâ (a.s.) nın benimle mîkâta (sözleşme) gitmesinden sonra sizin buzağıya tapmanız ve benim sizi tekrar affetmemdeki nimetimi hatırlayın. A’râf sûresinde zikredildiği gibi bu sözleşme kırk gün süreliydi. Sözleşme süresi son bulunca İsrâiloğulları buzağıya tapınmışlardı. Nitekim orada Hakk Teâlâ «Mûsâ ile otuz gece sözleşmiştik ve onu on gece ile tamamlamıştık». Deniliyor. Bu süre, bütünüyle Zülkâde ayı ve Zülhicce’nin son on günüydü. Ondan sonra Firavun kavminden kurtulup denizden geçmeleri gerçekleşmişti.
«Hani Musa’ya hidâyete eresiniz diye kitâb ve fürkân vermiştik.» Kitaptan maksad Tevrat’tır, Furkân ise hakla bâtılı, hidâyetle sapıklığı ayıran şeydir. A’râf süresindeki ifâdeden anlaşıldığı gibi bu da denizi geçmelerinden sonra olmuştu. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa’ya insanlara belgeler taşıyan kitabı vermiştik. Onda insanlar için belgeler, hidâyet ve rahmet vardır, belki düşünürler diye.» (Kasas, 43) [82]
54- Hani, Mûsâ kavmine: Ey kavmim buzağıya tapınmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaradanı-nıza tevbe edip nefislerinizi öldürün. Bu yaradanınızm katında sizin için daha hayırlıdır, demişti. Allah da tevbe nizi kabul etmişti. Muhakkak ki Tevvâb, Rahim O’dur, O.
Bu, Allah Teâlâ’nm İsrâiloğullarının buzağıya tapınmalarından sonra tevbelerini kabul ediş şeklidir. Hasan el-Basrî merhum bu âyet konusunda der ki; Bu husus, buzağıya tapınmaları sebebiyle kalplerinde vâki olan hal üzerine zuhur etmişti. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Ellerinden düşünce ve kendilerinin sapıttıklarını görünce dediler ki «eğer Rabbımız bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa…» Hasan el-Basrî dedi ki bu husus Mûsâ (a.s.)’nm: «Ey kavmim, buzağıya tapınmakla kendi nefsinize zulmetmiş oldunuz» dediği sıradadır.
Ebu’l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr ve Rebî’ İbn Enes «yaradamnıza tev-be edin» âyetindeki Bârî kelimesinin yaratan demek olduğunu belirtmişlerdir. Ben derim ki; burada yaratanınıza ifâdesi, onların suçlarını büyütmeye dikkatlerini çekmek içindir. Yani sizi yarattığı halde ondan başkalarına taptığınız yaradanınıza tevbe edin. Neseî, İbn Cerîr ve İbn Ebu Hatim, Yezîd İbn Harun’un… İbn Abbâs’ dan naklettikleri hadîste o der ki: Allah Teâlâ şöyle buyurdu : Onların tevbeleri; İsrâiloğullarından her erkeğin karşılaştığı çocuk, anne ve babalardan her birisini öldürmesi ve öldürürken de orada kimi öldürdüğüne aldırmamasıdır. Allah’ın muttali’ olduğu suçlarım Mûsâ ve Harun’dan saklayanlar böylece tevbe ettiler ve itiraf ettiler. Emrolun-duklan şeyi yaptılar. Allah Teâlâ öleni de, öldüreni de. affetti. Bu fitneler hadîsinden bir parça olup Tâhâ sûresinde inşâallah tamâmı gelecektir.
İbn Cerîr Taberî der ki; bana Abdülkerîm İbn el-Heysem… İbn Ab-bâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Hz. Mûsâ kavmine «Ey kavmim, buzağıya tapınmakla nefsinize zulmetmiş oldunuz. Hemen yaradanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Bu yaradanınızın katında sizin için daha hayırlıdır» demişti. Allah’da tevbelerini kabul etmişti. «Muhakkak ki Tevvâb, Rahim O’dur O.» âyeti konusunda şöyle dedi. Mûsâ kavmine Aziz ve Celîl olan Rabbımn emri olarak kendi nefislerini öldürmelerini emretti. İbn Abbâs dedi ki: Buzağıya tapınmayanlar ise ayağa kalktılar, hançerlerini ellerine aldılar, üzerlerine şiddetli bir karanlık çöktü, birbirlerini öldürüyorlardı. Karartı üzerlerinden ayrılınca yetmişbin kişi öldürülmüştü, öldürülenlerin her birisinin tevbeleri kabul edilmişti. Kalanların da tevbesi kabul olundu.
İbn Cüreyc der ki; Kasım İbn Ebu Bezze bana Mücâhid ve Saîd İbn Cübeyr’in bu âyet konusunda şöyle dediklerini duyduğunu bildirdi : Bazıları bazılarına hançerle saldırarak birbirlerini öldürdüler. Adaru uzak ve yakın demiyordu. Tâ ki Mûsâ elbisesiyle işaret etti ve ellerindekini attılar, sonra yetmişbin kişinin öldüğü açığa çıktı. Ve Allah Musa’ya vahyetti ki, bu kadar yeter. Mûsâ, bunun üzerine elbisesini göstermişti. Katâde der ki bu topluluk şiddetli bir şeyle emrolunmuştu, ayağa kalkmışlar bıçakla birbirlerini doğruyorlardı. Allah Teâlâ’nın Onlardan intikam alması son haddine ulaşınca, bıçaklar ellerinden düştü ve birbirini öldürmekten vazgeçtiler ve bu husus onların dirileri için tevbe, ölüleri için şahadet sayıldı.
Hasan el-Basrî der ki; onları kaskatı bir karanlık bürümüştü, birbirlerini öldürdüler, sonra karanlık açıldı ve bu, onlar için tevbe oldu.
Süddî «Nefislerinizi öldürün» âyeti konusunda diyor ki; buzağıya tapanlarla tapmayanlar kılıçlarla karşı karşıya geldiler. İki gruptan öldürülenler şehîd oluyordu. Öldürme o kadar çoğaldı ki nerdeyse helak olacaklardı. Hattâ aralarından yetmiş bin kişi ölmüştü ve nihayetHz. Mûsâ ve Hârûn dediler ki; Rabbımız İsrâiloğulları helak oldu, Rab-bımız, arta kalanlar, arta kalanlar dediler. Bunun üzerine Allah onlara silâhlarım bırakmalarını emretti ve tevbelerini kabul etti. Her iki gruptan da öldürülenler şehîd oluyordu. Kalanların da günahları bağışlanmış oluyordu. İşte Allah Teâlâ’mn: «Allah da tevbenizi kabul etmişti. Muhakkak ki Tevvâb, Rahim O’dur O.» kavlinin anlamı budur.
Zührî der ki; İsrâiloğulları kendi kendilerini öldürmekle emrolu-nunca, aralarında Mûsâ (a.s.) da bulunduğu halde karşı karşıya geldiler ve kılıçlarla birbirine girdiler. Hançerlerle birbirlerini dogradılar. Mûsâ, elini yukarı kaldırmış duruyordu. Birbirlerini yok edince, dediler ki; ey Allah’ın nebisi bizim için Allah’a duâ et. Hz. Musa’nın iki bileğini almış, ellerini destek yapmışlardı. Bir süre böylece devam ettiler. Nihayet Allah onların tevbesini kabul etti ve birbirlerinden ellerini çekti. Bunun üzerine silâhı attılar. Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları ölülerine çok üzüldüler. Allah Teâlâ Hz. Musa’ya vahyetti M; seni üzen nedir? Sizden öldürülmüş olanlar benim katımda diridirler, rızıklandınlırlar, sağ kalmış olanların da tevbesi kabul edilmiştir. Bunun üzerine Mûsâ ve İsrâiloğulları sevindiler. Bunu İbn Cerîr sağlam bir isnâdla rivayet eder. İbn İshâk der ki; Hz. Mûsâ kavmine dönüp buzağıyı yakarak külünü denize attığmda, kavminden seçtiği kimselerle beraber RablJmın huzuruna çıktı. Onları yıldırım çarpmıştı. Sonra tekrar gönderildiler. Hz. Mûsâ, Rabbmdan (buzağıya tapmalarından dolayı) İsrâiloğullarının tevbesini kabul etmesini diledi. Allah Teâlâ; «hayır ancak kendi kendilerini öldürürlerse kabul ederim» buyurdu. İbn İshâk der ki; bana ulaştığına göre onlar Hz. Musa’ya biz Allah’ın emrine sabrederiz, demişler. Bunun üzerine Hz. Mûsâ buzağıya tapmayanlarm tapanları öldürmesini emretti. Onlar evlerinde oturdular. Diğerleri kılıçlarla onların üzerlerine saldırdılar ve onları öldürmeye başladılar. Mûsâ (a.s.) ağladı, kadınlar ve çocuklar ağlaşmaya başladılar. Hz. Musa’dan affedilmelerini diliyorlardı. Bunun üzerine Allah onların tevbesini kabul etti ve kendilerini bağışladı ve Hz. Musa’ya da kılıçlarını kaldırmalarını emretti.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem der ki; Hz. Mûsâ kavmine döndüğünde —ki bunlar Hz. Harun’la birlikte bir kenara çekilip buzağıya tapmamış olan yetmiş kişi idi— Hz. Mûsâ onlara Rabbınızlâ sözleşmeye koşun dedi. Onlar ey Mûsâ tevbe var mıdır? dediklerinde o da evet dedi ve : «Hemen yaradanınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün. Bu, yaradanı-nızm katında sizin için daha hayırlıdır demişti,. Allah da tevbenizi kabul etti…» Kılıçlan, kargıları, hançerleri ve palaları sıyırdılar. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem der ki; onların üzerine kin yaygınlaştırılmıştı, elleriyle birbirlerine değiyor, ve birbirlerini öldürüyorlardı, Adam, babası ve kardeşiyle karşılaşıyor hiç farkına varmadan onu öldürüyordu. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem der ki; Allah sabreden kuluna merhamet etsin diye çağrışıyorlardı. Allah’ın rızasına nail oluncaya kadar onların ölüleri şehid olmuş, dirilerinin de tevbesi kabul buyrulmuştu. Sonra “Allah da tevbenizi kabul etmişti. Muhakkak ki Tevvab, Rahim O’dur O.” ayetini okudu. [83]
55- Bir de, hani siz: Ey Mûsâ, biz Allah’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız, demiştiniz de, bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.
56- Sonra sizi, ölümünüzün arkasından şükredersiniz diye diriltmiştik.
Allah’ı Apâşikâr Görmek İsteyenler:
Allah Teâlâ buyuruyor ki; bir de sizi yıldırım çarpmasından sonra diriltmemdeki nimetimi hatırlayın. Hani siz beni apaçık ve ayan beyân görmek istemiştiniz. Halbuki ne sizin, ne de sizin gibilerin buna gücü yetmezdi. îbn Cüreyc, îbn Abbâs’ın bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet eder : «Ey Mûsâ, biz Allah’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız.» yani açıkça Allah’ı görünceye kadar. İbrahim İbn Tah-mân… İbn Abbâs’dan bu âyetin apaçık Allah’ı görünceye kadar mânasına geldiğini nakleder. Ayrıca Katâde ve Rebî’ İbn Enes’den naklederek der ki; bunlar Hz. Musa’nın seçmiş olduğu yetmiş kişidir. Onlar Hz. Mûsâ ile beraber gittiler ve bir ses işittiler. Bunun üzerine «biz Allah’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız» dediler. Ebu Ca’fer der ki; bir ses duydular ve yıldırıma çarpıldılar. Duydukları ses ölün diyordu. Mervân İbn el-Hakem Mekke minberinde okuduğu hutbede buradaki yıldırım anlamına gelen “Es-Saikatu” ‘nun gökten gelen bir ses olduğunu söylemiştir. Süddî ise bunun ateş olduğunu bildirmiştir. Urve Rüveym «Bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.» âyetini birbirlerine bakarlarken, yıldırım onları çarpmıştı. Sonra şunlar dirilmiş şunlar da helak olmuştur diye tefsir etmiştir.
Süddî der ki: «Bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı.» Yıldırımın çarpmasıyla öldüler, Mûsâ ağlıyor ve Allah’a duâ ediyordu. «Yarabbi, sen onların seçkinlerini helak ettin. Ben yanlarına vardığımda isrâil-oğullarına ne diyeceğim? Sen istersen önceden beni de onları da helak edersin, ancak içimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helakeder misin?» diyordu. Allah, Mûsâ (a.s.)’ya variyetti ki; bu yetmiş kişi buzağıya tapınanlardandı. Sonra Allah onları tekrar diriltti, kalktılar, teker teker yaşamaya başladılar. Bir kısmı diğerinin nasıl dirildiğini görüyordu. İşte Allah Teâlâ’nın : «Sonra sizi ölümünüzün arkasından şükredersiniz diye yine diriltmiştik» kavlinin mânâsı budur. Rebî* îbn Enes der ki; onların ölmeleri kendileri için bir ceza idi. Ecellerini tamamlamak üzere öldükten sonra tekrar driltildiler. Katâde de böyle demişti.
Muhammed İbn Cerîr Taberî… Muhammed İbn İshâk’dan nakleder ki o şöyle demiş; Hz. Mûsâ kavminin yanına gelince, onların buzağıya tapındıklarını gördü. Kardeşine ve Sâmirî’ye söyleyeceklerini söyledi. Ve buzağıyı parçalayarak denize attı. Sonra onların arasından en seçkin yetmiş kişiyi seçti ve dedi ki; «Haydin Allah’a varın ve işlediklerinizden dolayı tevbe edip kavminizden geride bıraktıklarınız için bağışlanma dileyin, oruç tutun, temizlenin ve elbiselerinizi de arıtın.» Rab-bınm tayîn ettiği vakitte mîkât için Tûr-u Sina’ya çıkardı onları. Hz. Mûsâ buraya Rabbının izniyle geliyordu. Bana anlatıldığına göre, Hz. Mûsâ’nın emrettiği şeyleri yerine getiren yetmiş kişi Allah ile buluşmaya gittiklerinde dediler ki : Ey Mûsâ, Rabbından bizim adımıza dile, Rab-bımızın sözünü duymak istiyoruz. Mûsâ pelri, olur dedi ve dağa yaklaşınca üzerine bir bulut kümesi geldi ve bütün dağı kapladı. Mûsâ yaklaşarak onun içine girdi ve kavmine de yaklaşın, dedi. Mûsâ Allah ile konuştuğu sırada parlak bir nûr beliriyordu ki âdemoğullarının hiç birisi ona bakmaya güç yetiremiyordu. Ona perdenin arkasından bakabiliyorlardı. O seçilenler de ona yaklaştılar ve bulutun içine girince secdeye kapandılar ve Allah’ın Mûsâ ile konuştuğunu dinlediler. Ona, şunu yap, bunu yapma diye emir ve yasaklarını bildiriyordu. Allah’ın emri tamamlanınca Musa’nın üzerindeki bulut açıldı. Mûsâ onlara yaklaştı. Onlar dediler ki:
«Biz Allah’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız». Bunun üzerine onları sarsıntı kaplayıverdi ve hepsi birden öldüler. Mûsâ kalktı, Rabbma yalvarıyor, duâ ediyor ve diyordu ki: «Rabbım Sen istesen onları daha önce de helak ederdin…» Onlar sefâhete daldılar. İçimizdeki sefihlerin işledikleri yüzünden arkamdaki İsrâiloğullarını da helak eder misin? Yani bu sefâhetleri onlar için bir helaktir. Ben onların arasından en seçkin yetmiş kişiyi seçtim. Tekrar kendilerine döndüğümde onlardan hiç birisi benimle beraber olmayacak. O zaman bir daha bana nasıl güvenir de beni tasdik ederler? Mûsâ Rabbına böyle yalvarıp duruyor ve ondan taleb ediyordu. Nihayet Allah onların ruhlarını geri getirdi. Hz. Mûsâ, İsrâiloğullannın da tevbelerinin kabulünü istedi. Allah, hayır ancak kendilerini öldürürlerse diye buyurdu. Muhammed İbn İshâk’ın naklettiği bu kadardır.
İsmail İbn Abdurrahmân der ki: İsrâiloğullan buzağıya tapınmalarından dolayı tevbe edince ve Allah da emir buyurduğu gibi onların birbirlerini öldürmeleri halinde tevbelerini kabul buyuracağını belirtince, Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya İsrailoğullarından herkesin buzağıya tapmaktan dolayı özür beyân ederek huzuruna gelmelerini emretti. Hz. Mûsâ onlara bu takdirde tevbelerinin kabul edileceğini bildirdi. Kavminden yetmiş kişi seçerek özür dilemek için onlarla beraber Allah’ın huzuruna gitti. Bundan sonra İsmâîl yukarda anlatılan hadiseyi naklediyor.
Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eslem bu âyetin tefsirinde der ki: Hz. Mûsâ Rabbının katından Tevrat’ın yazılı bulunduğu levhalarla dönünce, kavminin buzağıya tapmakta olduğunu gördü. Onlara kendi kendilerini öldürmelerini emretti. Onlar bunu yapınca Allah tevbelerini kabul buyurdu. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem der ki; Hz. Mûsâ onlara şöyle dedi: Bu levhalarda Allah’ın kitabı, o kitapta da Allah’ın size emrettiği emirler, yasakladığı yasaklar vardır. Onlar, senin bu sözünle o kitabı kim alacaktır? Allah’a andolsun ki, biz Allah’ı apaçık görmeden ve Allah bize görünüp işte kitabım budur, onu alınız demeden almayız. Allah’a ne oluyor ki: Seninle konuştuğu gibi bizimle konugmuyor? dediler. Sonra Abdurrahmân İbn Zeyd «Allah’ı apâşikâr görünceye kadar sana inanmayacağız.» âyetini okudu ve dedi ki Allah’dan bir gazab geldi ve tevbeden sonra onları yıldırım çarptı, topluca öldüler. Sonra öldükten sonra Allah Teâlâ onları tekrar diriltti. Burada Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem Allah Teâlâ’nın «Sonra sizi ölümünüzün arkasından şükredesiniz diye yine diriltmiştik.» âyetini okudu. Mûsâ onlara: Allah’ın kitabını alın dedi. Onlar hayır dediler. Mûsâ: Size ne- oldu? dediğinde, onlar “bize olan, ölüp sonra diriltilmiş olmamızdır, dediler. Mûsâ Allah’ın kitabını alın, dedi, onlar hayır dediler, Allah meleklerini gönderdi ve üzerlerine dağı kaldırdı. [84]
57- Ve üstünüze bulutları gölge yaptık. Kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyilerinden, güzellerinden yeyin. Onlar bize değil ancak kendi nefislerine zulmetmekteydiler.
Bıldırcın Eti ve Kudret Helvası:
Allah Teâlâ onların başına gelen felâketleri anlattıktan sonra kendilerine bolca vermiş olduğu nimetleri hatırlatmaya başlıyor. «Ve üstünüze bulutları gölge yaptık.» Bu beyaz bir buluttu. Çölde güneşin sıcağından onları korumak için gölge olarak üzerlerine bulut gönderilmişti. Nitekim Neseî ve diğerleri fitneler hadîsinde İbn Abbâs’dan böyle rivayet ederler ve derler ki; sonra Allah onlara bulutla gölge yaptı. İbn Ebu Hatim, İbn Ömer’den, Rebî’ İbn Enes’den, Ebu Miczer, Dahhâk ve Süddî’den İbn Abbâs’ın söylediği gibi bir \rivâyet nakleder. Hasan ve Katâde der ki; çölde Allah onları güneşten korumak için bulutu gölge yapmıştır. İbn Cerir de der ki; başkaları da bunun buluttan çok daha serin ve çok daha güzel olduğunu söylerler. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Mücâhid’den nakletti ki; buradaki bulut bilinen bulut değildir. O Allah’ın kıyamet gününde getireceği buluttur ve sadece onlar için gönderilmişti. İbn Cerîr Müsennâ İbn İbrahim kanalıyla Ebu Hüzeyfe’-den böylece nakleder. Sevrî ve diğerleri de Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid’den böylece naklederler. Allah en iyisini bilir ya, bu bulut, bildiğimiz bulut şeklinde değil ondan çok daha güzel, çok daha tatlı ve görkemli imiş. Nitekim Süneyd tefsirinde Haccâc İbn Muharnmed kanalıyla İbn Cüreyc’den İbn Abbâs’m şöyle dediğini rivayet eder: «Ve üstünüze bulutları-gölge yaptık.» Bu bildiğimiz buluttan daha serin ve daha güzel bir buluttu. Allah Teâlâ’nın şu âyet-i celîle’sinde bildirdiği bulutlardan idi: «Onlar bulut gölgeleri için de Allah’ın azabını ve meleklerin tepelerine inip işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah’a dönecektir.» (Bakara, 130) İşte meleklerin Bedir günü getirmiş olduğu bulut budur. İbn Abbâs çölde bulutun onlarla beraber olduğunu söylemiş.
«Kudret helvası ve bıldırcın indirdik.» Müfessirler, kudret helvası anlamına gelen menn’in ne anlama geldiği konusunda değişik görüşler serdetmişlerdir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş : Kudret helvası, onlann üzerine ağaçlara iniyordu ve onlar bu helvadan istedikleri şekilde yeyip besleniyorlardı. Mücâhid kudret helvasının yapışkan bir şey olduğunu söyler. İkrime ise (kudret helvasının) çiğ gibi bir şey olduğunu ve Allah’ın onlann üzerine indirdiğini bildirir. Süddî der ki; onlar, ey Mûsâ burada bu şekilde nasıl olacak, bizim için yiyecek nerede? dediler. Bunun üzerine* Allah kudret helvasını indirdi. O, zencefil ağacının üzerine düşüyordu.
Katâde der ki; kudret helvası, onların bulunduğu yere kar iner gibi iniyordu. Sütten daha beyaz, .baldan daha tatlıydı. Fecrin doğuşundan, güneşin doğuşuna kadar olan sürede iniyordu. Ve herkes, o gün kendisine yetecek kadar alıyordu, daha fazlasını alınca bozuluyor, kalmıyordu. Altıncı gün olunca, cumartesi gününe yetecek kadarım aldılar*. Çünkü o gün bayram ve istirahat günüydü. O gün, hiç bir kimse yiyecek peşinden koşmuyordu ve hiç bir şey istemiyordu. Bunların hepsi çölde olmuştu.
Rebî’ İbn Enes der ki; kudret helvası bir içecekti. Bal gibiydi ve onların üzerine inerdi. Onlar bunu suyla karıştırıp içerlerdi.. Vehb İbn Münebbih’e kudret helvası nedir? diye sorulduğunda ince ekmektir, toz gibi veya iki kere çekilmiş hurma ekmeği gibidir demiş. Ebu Ca’fer, İbn Cerîr dedi ki, bana… Ahmed bin İshâk, Şa’bî’den şöyle dediğini nakletti. Sizin bu balınız, kudret helvasının yetmiş parçasından biri gibidir…
Maksad müfessirlerin kudret helvası konusundaki yorumlarının birbirine yakın olduğunun anlaşılmasıdır. Bir kısmı bunu yiyecek, bir kısmı içecek olarak tefsir etmiştir. Zahiri en iyi Allah bilir. Bilinen odur ki: maksad yiyecek, içecek ve diğer şeylerden Allah’ın onlara lütfettiği nesnelerdir ki onu kazanmak için ne zahmet, ne de çaba harcamışlardır. Bilinen (kudret helvası) tek başına yendiği zaman tatlı bir tadı vardır. Su karıştırılarak içildiği zaman tatlı bir içecektir. Başka bir şeyle karıştırılınca değişik bir çeşit meydana gelir. Lâkin âyette yalnızca kas-dedilen bu değildir. Bu husustaki delil Buhârî’nin şu rivayetidir : Bize Ebu Vâil… Sa’d İbn Zeyd’den rivayet etti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Mantar kudret helvâsındandır ve onun suyu göz için şifâdır.» Bu hadîsi İmâm Ahmed, Süfyân İbn Uyeyne kanalıyla Abdül-melik’ten rivayet etmiştir. Hadîsçiler topluluğu kitaplarında bu hadîse yer verirler. Ancak Ebu Dâvûd yer vermez. Tirmizî bunun hasen ve sahîh olduğunu söyler. Buhârî, Müslim, Neseî de Hakem’in rivâyetiyle… Amr İbn Hâris’den aynı hadîsi naklederler.
Tirmizî der ki; bize Ebu Übeyde… Ebu Hüreyre’den rivayet etti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «İyi hurma “El-Acve” cennetten gelmedir ve onda zehirlenmenin şifâsı vardır. Mantar ise kudret helvâsındandır ve onun suyu göz için şifâdır.» Bu rivayeti yalnızca Tirmizî nakletmiştir. Sonra da bu hadîsin hasen ve garib olduğunu söylemiştir. Biz bunu ancak Muhammed İbn Amr’ın… Ebu Saîd ve Câbir kanalıyla naklettiği rivayetten tanıyoruz.
Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde bir başka yolla Ebu Hüreyre’den nakleder ve der ki; bize Ahmed İbn Hasan… Ebu Hüreyre’den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Mantar kudret helvâsındandır ve suyu göz için şifâdır.» Bu hadîs de bu şekilde garîbtir. Talha ibn Abdurrahmân Ebu Muhammed diye künye verilen Vâsıtlı bir kişidir. Denildi ki bu zâtın Katâde’den takîb edilemiyecek bazı şeyler rivayet ettiği söylenir.
Tirmizî sonra der ki bize Muhammed İbn Beşşâr… Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakleder ki Rasûllah (s.a.)’m ashabından bir topluluk dediler ki; mantar yeryüzünün çiçek hastalığıdır. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır. Acve (iyi hurma) ise cennettendir zehire şifâdır. Bu hadîsi Neseî, Muhammed İbn Beşşâr yoluyla ve başka râvîler kanalıyla Ebu Hüreyre’den nakleder. Neseî ve İbn Mâce de Muhammed İbn Beşşâr kanalıyla hurma hadîsini, ve her iki hadîsi rivayet eder. Ancak bu rivayet tarîki munkatı’dir. Çünkü Şehr İbn Havşeb, Ebu Hüreyre’den o da Abdurrahmân İbn Ğa-nîm’den o da Ebu Hüreyre’den rivayet eder ki, onlar mantardan bahsederlerken ve bir kısmı mantarın toprağın çiçek hastalığı olduğunu söylerken, Rasûlullah (s.a.) mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır, buyurmuştur. İmâm Ahmed ibn Hanbel’in söylediği gibi, Şehr İbn Havşeb’den, Ebu Saîd ve Câbir’den menkûl rivayetler de aktarılmıştır. Esbât İbn Muhammed… Ebu Saîd el-Hudrî ve Câbir İbn Abdul-lah’dan rivayet ederek derler ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır. İyi hurma cennettendir ve zehire şifâdır.
Neseî, «nemime» bahsinde Muhammed İbn Beşşâr yoluyla… Ebu Saîd ve Câbir’den Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu rivayet eder : Mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır. Sonra Neseî ve İbn Mâce değişik yollarla bu hadîsi A’meş, Ebu Bişr ve Şehr İbn Havşeb kanalıyla Ebu Saîd ve Câbir’den naklederler. Bu hadîsi Neseî ve İbn Mâce Saîd İbn Müslim kanalıyla A’meş’den rivayet eder. Aynı hadîsi İbn Merdûyeh, Ahmed İbn Osman kanalıyla Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet eder. Buna göre o demiş ki; Rasûlullah (s.a.) bir gün yanımıza geldi elinde mantarlar vardı ve buyurdu ki, mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır. Bu hadîsi Neseî, Amr İbn Mansûr kanalıyla… İbn Merdûyeh’den rivayet eder. Sonra Abdullah İbn İshâk kanalıyla… A’meş’den nakleder. Keza Neseî bu hadîsi Ahmed İbn Osman kanalıyla Übeydullah İbn Musa’dan rivayet eder. Bu hadîs Enes İbn Mâlik’in rivâyetiyle de nakledilir. Nitekim İbn Merdûyeh der ki; bize Muhammed İbn Abdullah… Enes İbn Mâlik’den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) in ashabı âyet-i kerîme’de bahis mevzuu edilen: «Çirkin bir söz yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.» (İbrâ-hîm, 26) âyeti konusunda şüphelenmişlerdi. Bazıları bunun mantar olduğunu zannederiz demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; «mantar kudret helvâsındandır ve suyu göze şifâdır. Acve (bir nevi hurma) ise cennettendir ve onda zehirden şifâ vardır…» Bu hadîsin aslı Hammâd İbn Seleme rivâyetiyle de mahfuzdur. Tirmizî ve Neseî onun kanalıyla bu hadîsi rivayet etmişlerdir. Doğruyu en iyi Allah bilir. Neseî’nin «nemime» bahsinde rivayet ettiği gibi Şehr İbn Havşeb kanalıyla da İbn Abbâs’dan nakledilmiştir.
Denildiği gibi esas ihtilâf, Şehr İbn Havşeb üzerindedir. Muhtemeldir ki o, bu hadîsi ezberlemiş ve bütün bu yollarla rivayet etmiştir. Olabilir ki o bunu sahabeden dinlemiş veya bazıları ona sahabeden nak- letmişlerdir. Zira ona kadar gelen isnâdlar sağlamdır, o ise yalana dayanmaktadır. Hadîsin aslı, Saîd İbn Zeyd’in rivayetinde geçtiği şekilde mahfuzdur.
Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki; selva bıldırcına benzer bir kuştu ve onu İsrâiloğullan yiyorlardı. Süddî, Ebu Mâlik ve Ebu Salih kanalıyla İbn Abbâs’dan ve Mürre kanalıyla da İbn Mes’ûd ve ashâbdan bir topluluktan nakleder ki; Selva bıldırcına benzer bir kuştu. İbn Ebu Hatim… İbn Abbâs’dan nakleder ki, selva bıldırcındır. Mü-câhid, Şa’bî, Dahhâk, Hasan, İkrime, Rebî’ İbn Enes (Allah’ın rahmeti onların üzerine olsun) de böyle demişlerdi.
İkrime der ki; selva bir kuştur. Cennette olan kuşlar gibidir. Serçeden biraz daha büyük veya o kadardır. Katâde der ki Selva kırmızımtırak bir kuştu, onu güney rüzgârı oralara getiriyordu ve adam ondan o gün kendine yetecek kadarını kesiyordu. Daha fazla kesecek olursa bozuluyor ve kalmıyordu. Altıncı güne gelindiğinde o gün için ve yedinci gün yetecek kadarını aldılar. Çünkü ertesi gün ibâdet günüydü ve o gün hiç bir şey yapılmaz ve hiç bir şey aranmazdı.
Vehb İbn Münebbih der ki; Selva güvercin gibi etlice bir kuştur. Cumartesinden cumartesiye geliyor ve isrâiloğullan ondan alıyorlardı. Vehb İbn. Münebbih; bir başka rivayetinde şöyle der : İsrâiloğullan Hz. Musa’dan et istediler. Allah Teâlâ onlara dedi ki; ben sizi yeryüzünde en az Jbulunan etle doyuracağım ve üzerlerine bir rüzgâr gönderdi, ça-dırlannın çevresinde bıldırcınlar yayıldı. Gökte bir mızrak boyu uçuyorlardı, ertesi gün için de biriktirdiler, etler ve ekmekler bozuldu.
Süddî der ki; İsrâiloğullan çöle girdiklerinde Mûsâ (a.s.)’ya dediler ki biz burada ne yapacağız, hani yemek? Allah onlara kudret helvasını indirdi. Kudret helvası zencefil ağacının üzerine yağıyordu. Sonra selva indirdi ki bu bıldırcına benzer veya biraz daha büyük kuştu. Onlardan her birisi kuşu tutup bakıyor; eğer etlice ise kesiyor, yoksa bırakıyordu. Kuş etlenince tekrar geliyordu. İsrâiloğullan dediler ki; bu yiyecek, ya içecek nerede? Hz. Musa’ya emredildi o asâsıyla taşa vurdu, taştan oniki kaynak birden fışkırdı. İsrâiloğullanndan her sibt bir kaynaktan içti. Bunun üzerine dediler ki içecek bu, ya gölge nerde? Allah onlann üzerine bir bulut gönderdi. Onlar bu bulut, ya gölge nerede? dediler. Onların elbiseleri çocuklann uzaması gibi kendileriyle beraber uzuyordu ve hiç eskimiyordu. İşte Allah Teâlâ’nın : «Ve üstünüze bulutlan gölge yaptık. Kudret helvası ve bıldırcın indirdik.» âye-tiyle kasdolunan budur. Ve yine : «Hani Mûsâ kavmi için su anyordu. Ona asanı taşa vur dedik. Bunun üzerine taştan oniki göz fışkırdı ve her topluluk içecekleri yeri bildi.» (Bakara, 60) âyetinde de kasdolunan budur. Vehb İbn Münebbih .ve Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eslem’den de Süddî’nin dediği gibi bir rivayet nakledilir.
Süneyd… İbn Cüreyc’den nakleder ki o, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Çölde onlar için kirlenmeyen ve yıpranmayan elbiseler yaratıldı. İbn Cüreyc der ki; adam kudret helvasından ve bıldırcından bir günlük yiyeceğinden daha fazlasını alacak olsa bozulurdu. Ancak cum’a günü cumartesi gününün yiyeceğini de alırlardı ve bozulmazdı.
«Size rızık olarak verdiğimiz şeyin iyilerinden, güzellerinden yiyin.» Bu, nimetlerin mübâh oluşunun ve ilâhî lûtfun belirtildiği emirdir. «Onlar bize değil ancak kendi nefislerine zulmetmekteydiler.» Biz onlara kendilerine rızık olarak verdiklerimizi yemelerini ve bize ibâdet etmelerini emretmiştik. Nitekim bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyu-rulur : «Rabbınızın rızkından yiyin ve O’na şükredin.» Ama onlar bu emre muhalefet ettiler, inkâr ettiler ve kendi nefislerine zulmettiler. Hem de apaçık mucizeleri, kesin delilleri ve harikulade hâdiseleri gördükleri halde. İşte burda Muhammed (s.a.) ‘in ashabının (r.a.) diğer peygamberlerin ashabına üstünlüğü, sabrı, sebatı ve diretmeyişleri ortaya çıkıyor. Peygamberin ashabının seferlerde ve savaşlarda peygamberle nasıl çalıştıkları görülüyor. Bunlardan birisi Tebûk senesidir. O susuzlukta, o şiddetli sıcak ve yorgunlukta harikulade hiçbir şey istememişler ve bir şey beklememişlerdi. Kaldı ki bu kendi peygamberlerine çok daha kolaydı, sadece açlıktan bitkin düştüklerinde yemeklerini çoğaltmasını istemişler ve yanlarındaki yemekleri getirmişlerdi ki ancak bir kuzunun çökeceği yer kadar tutuyordu. Duâ etti ve herkesin beraberindeki kabı doldurmasını buyurdu ve onlar doldurdular. Keza suya muhtaç olduklarında Allah Teâlâ’dan diledi ve bir bulut gelip onları suya boğdu, içtiler, develerini suladılar, kaplarını doldurdular. Sonra bir de baktılar ki o bulut karargâhın ötesine geçmiş değil. İşte Allah’ın kaderiyle birlikte yürümek ve Rasûlullah (s.a.) ‘a tâbi olmak konusundaki en mükemmel bağlılık örneği bunlarınki idi. [85]
58- Hani, şu kasabaya girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yeyin, kapısından secde ederek girin, affet deyin, kusurlarınızı örtelim. İyilik edenlere daha da artıracağız, demiştik.
59- Zulmedenler sözü; kendilerine söylenenden başkasıyla değiştirdiler. Biz de fâsıklık etmelerinden dolayı o zâlimlerin üstüne gökten korkunç bir azâb indirdik.
Verilen Buyruğu Değiştirenler:
Allah Teâlâ onların cihâddan yüzçevirip mukaddes topraklara girmeyişlerini kınıyor. Mûsâ (a.s.)’nın eşliğinde Mısır diyarından gelip ataları İsrail’den kendilerine miras olarak kalan mukaddes topraklara girmekle emrolundukları ve oranın kâfir halkı olan Amâlika ile savaşmaları buyurulduğu zaman onlar savaştan vazgeçip zayıf düşmeyi ve feryâd-ü figân etmeyi tercih ettiler. Allah Teâlâ da ceza olarak kendilerini çöle düşürdü. Nitekim bu husus Mâide sûresinde sözkonusu edilmektedir. Süddî, Rebî’ İbn Enes ve Katâde’nin de zikrettiği gibi bu beldenin Kudüs olması en doğru görüştür.
Bazıları ise bu beldenin Erîha olduğunu söylerler. Bu uzak bir görüştür. Çünkü Erîha, onların yollan üzerinde değildi. Onlar Erîha’ya değil, Kudüs’e doğru gitmişlerdi. Nûh oğlu Yûşa’ (a.s.) ile beraber kırk yıl çölde kaldıktan sonra çıkmışlar ve Allah bir cum’a akşamı onlara fethi müyesser kılmıştı ve bu fetih gerçekleşinceye kadar güneş tutulmuştu. Erîha ise İsrâiloğulları için kasdedilen bir belde değildi. Bu şehri fethedince; memleketlerini kendilerine geri verdiği, çölden ve sapıklıktan kurtardığı için Allah’a şükür nişanesi olarak şehre kapısından secde ederek girmeleri emrolunmuştu.
Avfî, tefsirinde der ki; İbn Abbâs «Kapısından secde ederek girin.» âyetinin, «rükû ederek» mânâsına olduğunu söylemiştir. İbn Cerîr der ki; bize Muhammed İbn Beşşâr, İbn Abbâs’dan nakletti ki: «Kapısından secde ederek girin» âyetiyle küçük kapısından eğilerek (rükû ederek girin) demek istenmiştir. Hâkim, Süfyân’dan, İbn Ebu Hatim de Süfyân (el-Sevrî)’dan bu hadîsi rivayet eder. Hasîf ise der ki, İkrime, İbn Abbâs’dan nakletti ki bu kapı kıble tarafında imiş. Mücâhid, Süddî, Katâde ve Dahhâk, bu kapının mukaddes ev olan Kudüs’ün Hitta kapısı olduğunu söylemişlerdir. Hasîf der ki; İkrime, İbn Abbâs’dan nakletti ki onlar zorla girmişler. Süddî… Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakleder ki onlara kapıdan secde ederek girin denildiği halde kendileri emredilenin tersine başlarını kaldırarak girmişlerdi.
«Affet, deyin…» Sevrî… İbn Abbâs’dan nakleder ki; “Hıttatun” kelimesi affet veya af dileyin demektir. Atâ, Hasan, Katâde, Rebi’ îbh Enes’den de aynı şekilde bir rivayet nakledilmiştir. Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki, “Ve kulu hıttatun” âyeti bu iş haktır, size söylendiği gibidir, deyiniz mânâsına gelmektedir.
İkrime ise «Lâ İlahe İllallah» anlamına geldiğini belirtmiştir. Ev-zaî der ki; tbn Abbâs’a “Ve kulu hıttatun” âyetini soran bir kişiye —ki Evzaî onun adını zikretmiştir— günahınızı ikrar edin demek olduğunu söylemiştir. Hasan ve Katâde de günahlarımızı iskât et, mânâsına geldiğini söylerler.
«Kusurlarınızı örteriz. İyilik edenlere daha da artıracağız.» Bu âyet yukardaki emrin cevâbıdır. Yani, siz, bizim emrettiğimiz şeyi yaparsanız kusurlarınızı bağışlar ve iyiliklerinizi kat kat artırırız, demektir.
Mes’elenin özü şu şekildedir : Mekke’nin fethi esnasında müslüman-lar, fiilen ve kavlen Allah’a şükredip Allah katında sevilen amellerin peşinden koşmaları istenmiştir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda Nasr sûresinde şöyle buyuruyor : «Allah’ın yardımı ve fethi gelip insanların Allah’ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbmı hamd ile tesbîh et, O’ndan mağfiret dile; çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir.» (Nasr, 1-3) Bu âyeti bazı müfersirler, fetih ve zafer anında daha çok zikir ve mağfiret dilemek şeklinde tefsir etmişlerdir. İbn Abbâs ise bu âyeti Hz. Peygambere, ecelinin (geldiğinin) bildirildiği şeklinde yorumlamıştı. Hz. Ömer (r.a.) de bu mânâyı çıkarmıştı. Hz. Peygambere Mekke’nin fethi esnasında mağfiret emrinin gelmesiyle, ve fetih esnasında mağfiret dilemekle emredilmesiyle, ecelinin geldiğinin bildirilmesi arasında çelişki yoktur.
Nitekim Allah’ın Rasûlü zafer anında huzûr-u ilâhî’de huzû’ ile eğilirdi. Rivayet edilir ki: Hz. Peygamber Mekke’nin fethedildiği gün, Mekke’ye yüksek tepeden inerken Rabbına huzû’ ile boyun eğmişti. Öyle ki sakalı nerdeyse eğerinin önüne değecek durumda idi ve böylece Allah’a şükrediyordu. Sonra şehre girince gusûl etti ve sekiz rek’at namaz kıldı. O zaman kuşluk vaktiydi. Bazıları dediler ki; bu kuşluk namazıydı, bazıları da dediler ki; bu fetih namazıydı. Böylece devlet adamı ve imamlar için bir beldeyi fethedince oraya ilk girdiği sırada sekiz rek’at namaz kılması müstehab sayıldı. Nitekim Sa’d İbn Ebu Vakkâs (r.a.) Kisrâ’nın sarayına girince, orada sekiz rek’at namaz kılmıştı. Bu sekiz rek’atm her rek’atınm arası bir selâmla ayrılır. Denildi ki hepsinde tek bir selâm verilir. Doğruyu en iyi bilen Allah Teâlâ’dır.
«Zulmedenler kendilerine söylenen sözü değiştirdiler.»
Buhârî der ki; bana Muhammed… Ebu Hüreyre (r.a.)’den nakletti ki Hz. Peygamber şöyle buyurmuş :
«İsrâiloğullarına kapısından secde ederek girin ve affet deyin» denildiği halde mak’adları üstünde emekleyerek girdiler ve sözü değiştî-reıek “Hıttatun” yani bir arpa içinde buğday tanesi dediler. Bu hadîsi Neseî, Muhammed İbn İsmâîl kanalıyla İbn Mübârek’ten nakleder ve der ki; bize Ma’mer Hemmâm İbn Münebbih’den rivayet etti ki o Hüreyre’nin şöyle dediğini işitmiş : Rasûlullah (s.a.), «İsrâiloğullarına Allah Teâlâ Kapısından secde ederek girin, affet deyin kusurlarınızı örteyim, iyilik edenlere daha da artıracağız.» buyurdu. Onlar, sözü değiştirdiler, kapılarından arkaları üstü emekliyerek girdiler ve arpa içinde buğday tanesi dediler. Bu hadîs sahihtir. Buhârî; İshâk İbn Nasr’dan ve Müslim; Muhammed İbn Nâfi’den, Tirmizî Avf îbn Hü-meyd’den ve hepsi de Rezzâk’dan nakletmişlerdir. Ve Tirmizî bu hadîsin hasen, sahih olduğunu söyler.
Muhammed ibn İshâk der ki; bana Salih İbn Keysân’ın, Tev’eme’-nin kölesi Sâlih’den, onun da Ebu Hüreyre’den ve İbn Abbâs’dan naklettiğine göre, onların sözü değiştirmeleri Rasûlullah (s.a.) in bildirdiğine göre şöyle olmuş: secde edilerek girmeleri emrolunan kapıdan arkaları üstü emekliyerek girmişler ve arpa için de buğday diyorlar-mış. Ebu Dâvûd der ki… Ahmed İbn Salih, Ebu Saîd el-Hudrî’den, o da Rasûlullah (s.a.) dan nakleder ki, Allah’ın Rasûlü şöyle buyurmuş : Allah, İsrâiloğullanna «Kapısından secde ederek girin, affet deyin, kusurlarınızı örteyim» buyurdu. Sonra Ebu Davûd aynı hadîsi Ca’fer İbn Müsâfir kanalıyla… Hişâm İbn Sa’d’dan aynı ifâdelerle nakleder. Bu hadîsi o münferid olarak harfler kitabında muhtasar şekilde rivayet etmiştir. İbn Merdûyeh der ki; Abdullah İbn Ca’f er… Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet eder ki o şöyle demiş: Biz Rasûlullah (s.a.) ile birlikte gece yürüyüşe çıktık, gecenin sonuna doğru zât el-Hanzal denilen tepeyi geçtik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki; bu gece bu tepenin misâli, Allah Teâlâ’nın İsrâiloğullarına dediği gibidir: «Kapısından secde ederek girin, affet deyin kusurlarınızı örtelim.»
Süfyân el-Sevrî, Ebu İshâk’dan, o da Berrâ’dan nakleder ki: «İnsanlardan beyinsizler yöneldikleri kıbleden onları çeviren nedir diyecekler. De ki Doğu ve Batı Allah’ındır. O, dilediğini doğru yola eriştirir.» (Bakara, 142) âyeti konusunda Berrâ şöyle demiş! Bunu söyleyenler yahûdîlerdir. «Onlara kapısından secde ederek girin ve affet deyin kusurlarınızı örtelim» denildiği zaman onlar arkalan üstü girdiler ve içinde arpa bulunan kırmızı buğday, diyorlardı. İşte Allah Teâlâ’nın «Zulmedenler kendilerine söylenen sözü değiştirdiler…» âyeti bunu belirtmektedir. Sevrî Süddî’den… O da İbn Mes’ûd’dan nakleder ki “Ve kulu hıttatun”âyeti yerine, onlar kendisinde arpa bulunan kırmızı buğday taneleri dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Zulmedenler kendilerine söylenen sözü değiştirdiler» âyetini inzal buyurdu. Esbât, Süddî* nin İbn Mes’ûd’dan şöyle dediğini nakleder : Onlar İbrânice «Huttî sem’aten ezbet mezba dediler. Arapça «içinde siyah kıl bulunan, delik kırmızı Duğday tanesi» demektir. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Zulmedenler kendilerine söylenen sözü değiştirdiler.» buyur- du. Sevrî… İbn Abbâs’dan «Secde ederek kapısından girin.» âyeti konusunda şöyle dediğini rivayet eder. Eğilerek küçük kapıdan girin. Onlar ise arka taraflarından girdiler ve arpa içinde buğday dediler. İşte Allah Teâlâ’nm «Zulmedenler kendilerine söylenen sözü değiştirdiler» âyetinin mânâsı budur. Atâ, Mücâhid, İkrime, Dahhâk, Hasan, Katâde, Rebî’ İbn Enes ve Yahya İbn Râfi’in de böyle dediği rivayet edilir.
Müfessirlerin zikrettiklerinin özeti ve hadîslerin akışından ortaya çıkan husus şudur : Yahudiler kavlen ve fiilen Allah’ın enirine boyun eğmediler ve buyruğunu değiştirdiler. Şöyle ki; onların secde ederek girmeleri emrolunmuşken başlarını kaldırarak, emekliyerek girdiler. “Hıttatun” yani günahlarımızı bağışla demeleri emrolunmuşken arpa içinde buğday diyerek alay ettiler. Bu direnmenin ve muhalefetin son sınırıydı. Bunun üzerine Allah; onlara gazabını ve fâsıkhklan, Allah’ın itâatından çıkmaları sebebiyle azabını indirdi. Bu nedenle «biz de fâ-sıklık etmelerinden dolayı o zâlimlerin üstüne gökten korkunç bir azâb indirdik» buyurdu.
Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklen der ki; Allah’ın kitabında geçen her “Er-Ricz” kelimesi ile azâb kasdolunur. Mücâhid, Ebu Mâlik, Süddî, Hasan ve Katâde’den de bu kelimenin azâb anlamına geldiği rivayet edilmiştir. Ebu’l-Âliye ise “Er-Ricz” kelimesinin gazab olduğunu söyler. Şa’bî de “Er-Ricz” kelimesini ya tâûn, yahut da dolu olduğunu söyler. Saîd İbn Cübeyr de bunun tâûn olduğunu söyler.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Saîd… Hüzeyme İbn Sabit (r.a.) den naklen der ki;
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: «Tâûn, bir azâbtır. Onunla sizden önce geçenler azâblandırılmışlardı.» Bu hadîsi Neseî, Süfyân el-Sevrî’den rivayet eder ki hadîsin aslı Buhârî ve Müslim’in sahihinde Habîb İbn Ebu Saîd’den rivayet edilen şu hadîstir :
«Bir yerde tâûn olduğunu duyarsanız oraya girmeyiniz.»
İbn Cerîr der ki; bana Yûnus İbn Abd’ül-A’lâ… Üsâme İbn Zeyd (r.a.) den nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Doğrusu bu acı ve hastalık bir azâbdır. Onunla sizden önce geçen milletlerden bazısı azâblandırılmıştır.» Bu hadîsin aslı Buhârî ve Müslim’in sahîh’inde Zührı kanalıyla Âmir İbn Sa’d’dan tahrîc edilmiştir. [86]
60- Hani, bir vakit Mûsâ kavmi için su arayınca asanla taşa vur, demiştik de, taştan oniki çeşme fışkırmış, her zümre su alacağı yeri öğrenmişti. Allah’ın rızkından yeyin, için, yalnız yeryüzünde bozgunculuk yaparak, karışıklık çıkarmayın.
Taştan Kaynayan Oniki Çeşme:
Allah Teâlâ buyuruyor ki; Ey îsrâiloğullan nimetimi hatırlayın. Hani peygamberiniz Mûsâ (a.s.) benden sizin için su isterken, onun isteğini kabul etmiş, kolayca beraberinizde taşınan taştan sizin için su çıkarmasını sağlamıştım. Sizin için o taştan oniki göz fışkırtmıştım ve her gözü bir sıbt için ayırmıştım. Bütün bunları onlar görmüşlerdi, öyleyse siz kudret helvasından ve bıldırcından yeyin. Size çıkardığım bu sudan yorulmadan ve zahmet çekmeden için ve size bunları musahhar kılan Allah’a ibâdet edin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. Nimeti isyan ile karşılamayın. Aksi takdirde o nimet elinizden alınır. Müfessirler bu konuyu genişçe anlatmışlardır. İbn Ab-bâs’ın söylediğine göre, onların seçkinlerinin arasında kare bir taş yaratılmış ve Mûsâ (a.s.) ya asâsıyla bu taşa vurması emredilmişti. Taştan oniki göz fışkırmış ve her bir tarafında üç göz bulunuyormuş. Her sıbt bu gözden birinden içiyormuş. Bir yerden bir yere taşındıklarında ilk su içtikleri yeri aynı yerde de buluyor ve oradan içiyorlarmış. Bu hadîs Neseî’nin İbn Cerîr ve İbn Ebu Hâtim’in naklettiği fitneler hadîsinden bir bölümdür ki o hadis hayli uzundur.
Atiye el-Avfî der ki; onlar için öküz başı gibi bir taş yaratılmıştı. Bu taş öküzün üzerinde taşınıyordu. Bir yere konakladıklarında onu indiriyorlardı ve Mûsâ asâsıyla ona vuruyordu. Bundan oniki göz fış-kırıyordu. Tekrar hareket ettiklerinde onu bir sığırın üzerinde taşıyorlardı ve suyu duruyordu.
Osman İbn Atâ el-Horasânî babasından nakleder ki; İsrâiloğullarının bir taşı varmış. Hz. Hârûn onu yere koyar, Mûsâ da asası ile vururmuş. Katâde bu taşın tûr dağından gelme olduğunu ve onların beraberinde taşıdıkları, bir yere kondukları zaman Mûsâ (a.s.) nın asâsıyla ona vurduğunu söyler.
Yahya İbn el-Nadr der ki; ben Cüveybir’e şöyle dedim: Her topluluk su içeceği yeri nasıl biliyordu? O dedi ki; Hz. Mûsâ taşı yere koyuyordu ve her sıbttan bir adam gelip önüne dikiliyordu. Mûsâ asasını taşa vuruyor ve ondan oniki göz fışkırıyor ve her göz bir adamın karşısından akıyordu. Adam kendi sıbtını o gözden içmek üzere çağırıyordu. Dahhâk der ki; İbn Abbâs şöyle dedi: İsrâiloğullan çölde iken onlara taştan ırmaklar akıtılmıştı. Süfyân el-Sevrî… İbn Abbâs’dan nakleder ki, o şöyle imiş : Çölde idi, Mûsâ onlar için taşa vurdu ve taştan oniki su gözü aktı, her bir sıbt bu gözün birinden içiyordu. Mücâhid de İbn Abbâs’ın söylediğinin aynısını söyler.
Bu kıssa A’râf sûresinde zikredilene çok benzemektedir. Ancak A’râf sûresi Mekke’de nazil olmuştur. Bu sebeple onlardan gâib zan-niyle haber veriliyordu. Çünkü Allah Teâlâ onları Rasûlüne anlatıyordu ve ne yaptıklarını haber veriyordu. Bu sûre ise Medine’de nazil olmuştur ve bu sebeple hitap doğrudan yahûdîlere yöneltilmiştir. A’râf sûresinde : «Milleti Mûsâ (a.s.) dan su isteyince ona, aşanla taşa vur diye bildirdik, ondan oniki pınar fışkırdı.» (A’râf, 160) buyruluyor. A’râf sûresinde kullanılan “İnbecese”kelimesi fışkırmanın başlangıcını ifâde eder. Burada ise fışkırmanın hali bildirilmektedir ki bu da tamamen fışkırma mânasına gelen “İnfecere” kelimesiyle ifâde edilmiştir. Orada o kelime, burada da bu kelime en uygunudur. Allah şüphesiz ki doğruyu bilendir. [87]
Hz. Musa’nın, yıkanırken elbisesini sakladığı rivayet edilen ve Celâl eyn tefsirinde nakledilen bu taş hakkında hiç bir delil yoktur. Elbi- senin saklanması kıssası da Kur’an’da vârid olmamıştır. Taşın kıssada anlatılan taş olması gerekir. Ancak kıssada sözkonusu olduğuna göre Hz. Musa’nın asasını vurduğu taş, özellik ve nitelikleri bulunan bir taş olmalıdır, taşın katı, büyük ve gözlerin ulaşacağı sahayı kaplama gibi özelliği vardı. (…) Üstâd, imâm (Muhammed Abduh) der ki, Kur’an’ m düşmanlarından bir çoğu Kur’an’daki kıssalarda tertîb olmadığını söyleyerek ona karşı çıkmaktadırlar ve demektedirler ki; taşa asâ ile vurulması ve suyun akması; çölde girilmesi emredilen kasabaya girilmezden önce idi. Burada ise o vak’alardan sonra anlatılmaktadır. Bu şüpheye verilecek cevap; bizim, peygamber kıssaları ve Kur’an’da vârid olan milletler tarihi konusundaki sözümüzden kolaylıkla anlaşılır. Kur’ an bu vakalarla tarihî olayları serdetmeyi ve sıralamayı planl^mamış-tır. Onların vuku’ buluş zamanını nazarı itibâra almamıştır. Kur’an’da bu vak’aların anlatılışından maksad; ibret ve nimetlerin açıklanması, sebeplerinin belirtilmesi, ilâhî azametin gözler önüne serilmesidir. Felâketleri, sebepleriyle anlatmak ve böylece bu felâketlerden korunma yollarını öğretmektir. Kur’an’m ifâdesindeki ana maksad bu olduğu için, mühim olan en etkili ve en uyarıcı biçimde vak’aların sıralanıp anlatılmasıdır. Her devirde tarih araştırıcıları bu tür takdîm ve te’hirli üslûba başvurmuşlardır. Nitekim tarihçiler derler ki; ilerde öyle bir gün gelir ki hâdise ve olayların uzun zaman geçmesi ve elden ele intikâli sebebiyle tertip etmek imkânı kalmaz, halbuki insanlar geçmişin hatıralarını bilmek ve bunun bugünkü hayat bakımından te’sîr ve sonuçlarını öğrenmek zorundadırlar. Tarihçiler derler ki, bunu sağlamak için kaynaktaki her olayı, ihtilâl, savaş ve diğerini iyice öğrenip sebep ve sonuçlarını açıklamak gerekir. Tarihî vak’alann bölümlerine ve detaylarına girmeden sonuçları ve sebepleri üzerinde durmak icâb eder. Çünkü olayları tarihî sıra içerisinde serdetmek; güzel ve süslü üslûb kullanmak içindir. Binâenaleyh bu önemli değildir. Mühim olan bunun üzerine çıkıp zihne zorlandığı konulan açıklamaktır. İşte ilmî me-toddaki bu tarzı Kur’an-ı Kerim çok önceleri getirmiştir. Toplumların gelişmesi onu desteklemiş, ilimler onun doğrultusunda gelişmişlerdir. [88]
61- Hani, siz, Ey Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe elbette dayanamayız. Rabbma duâ et de bizim için yerde yetişen sarımsak, sebze, acur, mercimek ve soğan bitirsin, demiştiniz, Mûsâ da; siz bayağı olan şeyle hayırlı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre inin, istediğiniz şeyler vardır, demişti.
Basit Yemekler İsteyenler:
Allah Teâlâ buyuruyor ki; üzerinizdeki nimetimi hatırlayın, hani size tatlı, faydalı ve kolay bir yiyecek olarak bıldırcın ve kudret helvasını indirmiştim. Ama sizin dönekliğinizi ve size verdiğim rızık karşısındaki şımarık davranışınızı da hatırlayın ki siz, Hz. Musa’dan bu güzel nimetlerin değiştirilip sebze gibi, değersiz ve bayağı yemekler istemiştiniz. Hasan el-Basrî der ki —Allah ona rahmet etsin— İsrâiloğul-ları bu nimetler karşısında şımarmış ve nimete dayanamamışlardı. Yaşadıkları hayatı hatırladılar. Çünkü onlar sebze, mercimek, soğan ve sarmısak yiyen bir kavimdiler ve dediler ki: Ey Mûsâ, biz bir çeşit yemeğe elbette dayanamayız. Rabbına duâ et de bizim için yerde yetişen sebze, acur, sarmısak, mercimek ve soğan bitirsin. Sebze, acur, mercimek ve soğan bilinen yiyeceklerdir. Âyette geçen “Kavm”kelimesine gelince selef-i sâlihîn bunun mânâsı konusunda ihtilâf etmişlerdir, îbn Mes’ûd’un kırâetinde bu kelime “Ve sumuha”şeklinde değil de “Ve sumuha”şeklinde «s» ile yazılmıştır. Mücâhid de bunu “Sum” kelimesi ile yani sarmısak olarak tefsir etmiştir. Rebî’ İbn Enes ve Saîd İbn Cübeyr de böyle. İbn Ebu Hatim der kî; bana babam… Hasan’dan nakletti ki “Ve fumuha” kelimesinin sarmısak olduğunu İbn Abbâs söylemiştir. Dediler ki eski lügatlarda «bize ekmek yaptılar» mânâsına “Fevemulena” cümlesi kullanılır. İbn Cerîr der ki eğer bu görüş doğru ise bu değiştirilen harflerdendir. Nitekim “” kelimelerinde ‘s’ mahreçleri yakın olduğu için f ile değiştirilmektedir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Başkaları da dediler ki; “El-fum” kelimesi ekmek yapılan buğday tanesi demektir. İbn Ebu Hatim der ki; bana Yûnus… İbn Abbâs’dan nakletti ki; ona “Vefumuha”kelimesi sorulduğunda, o buğdaydır
demiş ve eklemiş sen Uhahyha ibn Cüreyc’in şöyle dediğini duymadın mı?
Ben bir tek şahıs olarak insanların en zenginiydim,
Medine’ye buğday tarımından gelmiştim.
İbn Cerîr der ki; bana Ali İbn el-Hasan… İbn Abbâs’ın “Vefumuha” kelimesi hakkında; Hâşim oğullan dilinde bunun buğday olduğunu söylediğini nakletti. Ali İbn Ebu Talha, Dahhâk ve İkrime de İbn Abbâs’ın
“Vefumuha” kelimesinin buğday mânasına geldiğini söylediğini naklederler. Süfyân el-Sevrî ise İbn Cüreyc kanalıyla Mücâhid ve Atâ’nın “Vefumuha” kelimesini ekmek şeklinde tefsîr ettiğini söyler. Hüseyin…
Ebu Mâlik’in “Vefumuha” kelimesinin buğday demek olduğunu söylediğini nakleder. İkrime, Süddî, Hasan el-Basrî, Katâde, Abdurrah-mân İbn Zeyd ve diğerlerinin de böyle dediği nakledilir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Buhârî der ki; bazıları da “El-fum” kelimesinin; yenilen her türlü hububat demek olduğunu söylemişlerdir.
«Mûsâ da, siz bayağı olan şeyle, hayırlı olanı değiştirmek mi istiyorsunuz? demişti.» Bu ifâdede onlar için uyarı ve ihtar bulunmaktadır. Onlar faydalı, güzel ve rahat yiyeceklerle geçinip dururken bayağı ve değersiz yiyecekler istemektedirler.
«Öyleyse bir şehre inin istediğiniz şeyler vardır.» Hz. Osman’ın imâm adı verilen mushaflannda böylece tenvinli ve munsarıf olarak yazılmış olan bu kelimenin cumhur tarafından kırâeti böyledir. Ve İbn Cerîr, bütün mushaflar bunun üzerinde icmâ ettiği için başka türlü yazılışa cevaz vermem, der. İbn Abbâs ise, bir şehre inin âyetinin şehirlerden herhangi bir şehre demek olduğunu söyler. Bunu İbn Ebu Hatim… İkrime yoluyla İbn Abbâs’dan nakletmiştir. Süddî, Katâde ve Rebî’ İbn Enes’den de böyle bir rivayet nakledilir.
İbn Cerîr, Übeyy İbn Kâ’b ve İbn Mes’ûd kırâetinde “İhbitu mısran” tenvinsiz ve gayri munsanf olarak okunduğunu bildirir. Ebu’l-Âliye ve Rebî’ İbn Enes, «şehri» Firavun’un Mısır’ı şeklinde tefsir ettiklerini bildirir. İbn Ebu Hatim, Ebu’l-Âliye ve A’meş’den de aynı şekilde rivayet eder. İbn Cerîr der ki; buradaki “Mısr” «şehir»den maksad, Firavun’un Mısır’ının kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu mânâ mushafın yazılışına bağlı olma şeklindedir. Nitekim Allah Teâlâ’nın kavlinde de durum böyledir. Sonra bu şehirden maksadın ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. Firavun’un şehri olan Mısır mı, yoksa şehirlerden bir şehir mi? İbn Cerîr’in söylemiş olduğu bu ifâde üzerinde dikkatle durulmalıdır. Doğrusu kasdedilen İbn Abbâs’ın ve diğerlerinin rivayet ettiği gibi şehirlerden bir şehirdir. Buna göre mânâ şöyle olur : Hz. Mûsâ onlara dedi ki; sizin istediğiniz bu şey değerli değildir, bildiğiniz her yerde çok bulunan bir yiyecektir. Şehirlerde çok bulunması ve değersiz olması nedeniyle onu Allah’dan istemem uygun düşmez. Onların istekleri, şımarıklık ve yüzsüzlük kabilinden olduğu, bu suâle de ihtiyâç bulunmadığı için kendilerine cevap verilmemiştir. Doğruyu en iyi Allah bilir. [89]
61- Onların üstüne horluk ve yoksulluk vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar, şüphesiz ki bu; Allah’ın âyetlerini inkâr ettiklerinden, peygamberlerini de haksız yere öldürdüklerindendi. Bu, isyan ettiklerinden, aşırı gider ol-duklarındandı.
Allah Teâlâ : «Onların üstüne horluk ve yoksulluk vuruldu.» buyuruyor. Yani şer’an ve takdir olarak bu onlar için şart oldu ve omuzlarına bindirildi. Sürekli zillet altında kalacaklardır. Onları kim görürse horlayıp aşağılayacaktır. Çünkü küçüklük onların üzerine bir damga gibi vurulmuştur. Onlar kendiliklerinden hor ve miskin kimse-, ierdir. Dahhâk, İbn Abbâs’ın bu âyetten onların her zaman cizye veren topluluklar olduğu mânâsım çıkardığını söyler. Abdürrezzâk; Ma’mer ve Katâde’den nakleder ki onlar şöyle demişler: «Onların üzerine horluk ve yoksulluk vuruldu.» Yani onlar hor ve hakir olarak cizye verirler. Dahhâk, zilletin horluk olduğunu söyler. Hasan ise Allah onları horlaştırdı, onları, koruyacak hiç kimse yoktur, onları müslümanların ayakları altına koydu, Müslümanlar, onları mecûsîlere cizye verirken bulmuşlardı, sonra Allah onları müslümanların ayağının altına koydu. Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes ve Süddî meskenet kelimesinin, ihtiyâç olduğunu söylerler. Atiye el-Avfî ise bunun cizye olduğunu söyler.
«Allah’ın gazabına uğradılar.» Dahhâk der ki; Allah’ın gazabını hak ettiler. Rebî’ İbn Enes der ki; Allah tarafından onların üzerine yeni bir gazab hadis oldu. Saîd İbn Cübeyr der ki; onlar Allah’ın gazabım hak ettiler. İbn Cerîr der ki… Allah’ın gazabım yüklenmiş olarak geri döndüler. Allah tarafından onlara bir gazab bindi ve onlar bu gazabı hak etmişlerdi.
«Bu, şüphesiz ki Allah’ın âyetlerini inkâr ettiklerinden, peygamberlerini de haksız yere öldürdüklerindendi.» Allah Teâlâ buyuruyor ki: Onlara verdiğimiz bu zillet ve yoksulluk cezasının ve ilâhî gazaba müs-tehak olmalarının sebebi; hakka tâbi olmayıp büyüklenerek Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve şeriatı taşıyan peygamberlere ve onların tâbilerine kötü davranmalarıydı. Onları öylesine küçük gördüler ki neticede öldürmeye koyuldular. Bundan daha büyük bir büyüklenme olamaz. Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, haksız yere peygamberlerini öldürdüler. Bunun için sıhhatinde ittifak bulunan hadîste Rasûlullah (s.a.) buyurur ki:
«Kibir; hakka karşı şımarıklık etmek ve insanları hor görmektir.»
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana İsmâîl… İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiş : Ben sessiz konuşmalardan şundan ve şundan kaçınmazdım. Ancak Rasûlullah’ın yanına geldim, yanında Mü-râre el-Rehâvî vardı. Sözün sonuna ulaştığımda o şöyle diyordu : Ey Allah’ın Rasûlü, bana develerden şu gördüklerin taksim edilmiş. Bir kimsenin bana iki deve veya daha fazlasıyla tercih edilmesini sevmem. Bu, zulüm değil mi? Rasûlullah, hayır bu zulüm değildir. Ancak zulüm, şımarıklık edeninkidir veya hakka karşı beyinsizlik yapıp insanları hor göreninkidir, dedi. Yani hakkı reddeden, insanları küçümseyerek onlarla alay edip onlara karşı büyüklük taslayanın davranışıdır. Bunun için İsrâiloğullari işledikleri suçu işleyip Allah’ın âyetlerini inkâr edip peygamberlerini öldürünce Allah da onların üzerine geri döndürülmez azabını yerleştirdi ve onlara dünyada zillet kaftanını giydirdi. Bunu müteakiben de âhirette zillet onların üzerine vuruldu. En uygun cezaydı bu.
Ebu Dâvûd el-Teyâlisî der ki: «Bize Şu’be, A’meş’den, o da Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiş : İsrâiloğullari bir günde üçyüz peygamber öldürüyor, sonra da günün sonunda sebze pazarlarını kuruyorlardı. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdüssamed.. Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Kıyamet gününde azâb bakımından insanların en ağır olanları bir peygamberin onu öldürdüğü veya bir peygamberi öldüren kişidir. Bir de dalâlet önderleriyle temsilcilerden bir temsilcidir.»
«Bu, isyan ettiklerinden aşırı gittiklerindendi.» Cezalandırıldıkları cezaların bir sebebi daha : Onlar hem isyan ediyor, hem de aşırı gidiyorlardı. İsyan, yasak fiili işlemektir. Aşın gitme ise, müsâade edilen veya emredilen sının aşmaktır. Doğruyu en iyi Allah bilir. âyetlerini inkâr etmeleri ve şeriatı taşıyan peygamberlere ve onların tâbilerine kötü davranmalarıydı. Onları öylesine küçük gördüler ki neticede öldürmeye koyuldular. Bundan daha büyük bir büyüklenme olamaz. Onlar Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, haksız yere peygamberlerini öldürdüler. Bunun için sıhhatinde ittifak bulunan hadîste Rasûlullah (s.a.) buyurur ki: «Kibir; hakka karşı şımarıklık etmek ve insanları hor görmektir.»
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana İsmâîl… İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiş : Ben sessiz konuşmalardan şundan ve şundan kaçınmazdım. Ancak Rasûlullah’ın yanına geldim, yanında Mü-râre el-Rehâvî vardı. Sözün sonuna ulaştığımda o şöyle diyordu : Ey Allah’ın Rasûlü, bana develerden şu gördüklerin taksim edilmiş. Bir kimsenin bana iki deve veya daha fazlasıyla tercih edilmesini sevmem. Bu, zulüm değil mi? Rasûlullah, hayır bu zulüm değildir. Ancak zulüm, şımarıklık edeninkidir veya hakka karşı beyinsizlik yapıp insanları hor göreninkidir, dedi. Yani hakkı reddeden, insanları küçümseyerek onlarla alay edip onlara karşı büyüklük taslayanın davranışıdır. Bunun için İsrâiloğullari işledikleri suçu işleyip Allah’ın âyetlerini inkâr edip pey-gamberlerini öldürünce Allah da onların üzerine geri döndürülmez azabını yerleştirdi ve onlara dünyada zillet kaftanını giydirdi. Bunu müteakiben de âhirette zillet onların üzerine vuruldu. En uygun cezaydı bu.
Ebu Dâvûd el-Teyâlisî der ki: «Bize Şu’be, A’meş’den, o da Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki o şöyle demiş : İsrâiloğullari bir günde üçyüz peygamber öldürüyor, sonra da günün sonunda sebze pazarlarını kuruyorlardı. İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Abdüssamed… Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Kıyamet gününde azâb bakımından insanların en ağır olanları bir peygamberin onu öldürdüğü veya bir peygamberi öldüren kişidir. Bir de dalâlet önderleriyle temsilcilerden bir temsilcidir.»
«Bu, isyan ettiklerinden aşın gittiklerindendi.» Cezalandırıldıkları cezaların bir sebebi daha : Onlar hem isyan ediyor, hem de aşırı gidiyorlardı. İsyan, yasak fiili işlemektir. Aşın gitme ise, müsâade edilen veya emredilen sının aşmaktır. Doğruyu en iyi Allah bilir. [90]
62- Şüphesiz ki Mü’minler, Yahudiler, Nasrânî ve Sâbiîlerden; her kim Allah’a ve âhiret gününe inanıp, sâ-lih âmelde bulunursa, elbette onların Rabbları katında mükâfaâtları vardır. Hem onlara bir korku yoktur, mahzun da olacak değildirler.
İmân Edenlerin Mükâfatı:
Allah Teâlâ emirlerine muhalefet eden, müsâade olunmayan fiillerde haddi aşıp yasakları çiğneyenlerin durumunu açıklayarak müs-tehak oldukları cezayı belirttikten sonra, geçmiş milletlerden iyi davranıp itaat edenlere, Allah’ın güzel mükâfaatlar yereceğini belirtiyor. Kıyamete kadar da durum böyledir. Kim bu ümmî peygambere tâbi olursa onun için ebedî saadet vardır. Onlar için geleceklerinden endîşe olmadığı gibi yaptıklarından ve geride bıraktıklarından dolayı da hüzün ve keder yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyuruyor : «Dikkat edin, doğrusu Allah’ın dostları için ne korku vardır, ne de üzüleceklerdir.» (Yûnus, 62) Ve nitekim melekler ölüm ânında mü’min kullara şöyle diyeceklerdir : «Muhakkak ki Rabbımız Al-lah’dır deyip sonra doğrulukta devam edenlere, onlara melekler ölümleri anında; korkmayınız, üzülmeyiniz, size vâdolunan cennetle övünün.» derler. (Fussilet, 30)
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam Mücâhid’den nakletti ki Sel-rnân şöyle demiş : Ben Rasûlullah’a, beraberlerinde bulunduğum din ehlinden sordum, namazlarını, ibâdetlerini zikrettim. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil oldu.
Süddî der ki bu âyet-i kerîme Selmân el-Fârisî’nin arkadaşları hakkında nazil olmuştur. O peygamberle konuşurken kendi arkadaşlarını anlatmış ve haberlerini bildirerek demiş ki; namaz kılarlar, oruç tutarlar ve sana inanırlardı. Senin peygamber olarak geleceğine şe-hâdet ederlerdi. Selmân onların medh ü senasını bitirince Allah’ın Nebî’si ona demiş ki, onlar cehennem ehlidirler. Bu Selmân’a zor gelmiş, bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyeti inzal buyurmuş. Yahudilerin imânı, Hz. İsâ gelinceye kadar Tevrat’a ve Mûsâ (a.s.) nın sünnetine tâbi olmak idi. İsâ (a.s.) gelince Tevrat’a değil Mûsâ (a.s.) nın peşinden gidenler, onu bırakıp ta Hz. İsa’ya tâbi olmadıkları için helâka düştüler. Hıristiyanların îmanı da İncil’e ve Hz. İsa’nın şeriatına bağlanmak’ idi. Hz. Muhammed gelinceye kadar bu imân makbul idi. Muhammed (a.s.) geldikten sonra- Hz. îsâ’nın izini bırakıp İncil’den dönerek Hz. Peygambere tâbi olmayanlar helak oldular. İbn Ebu Hatim der ki; Saîd İbn Cübeyr’den de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Ben derim ki; bu rivayet İbn Ebu Talha’nın, İbn Abbâs’dan naklettiği rivayetle çelişmez. Çünkü «Bundan sonra kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.» âyeti nazil olmuştur. Burada sözkonusu olan, geçmişlerin davranışlarından ve hareketlerinden ancak Hz. Peygamber gönderilmezden evvel kendi zamanındaki peygambere tâbi olan kişinin doğru yolda, kurtuluş tarî kinde oluşudur. Fakat Hz. Peygamber gönderildikten sonra onun şeriatına uyanlar kurtuluşa erenlerdir, öyleyse yahûdîler kendi zamanında Hz. Musa’nın hükmüne göre amel eden mûsevîlerdir. Yehûd kelimesi arapça “Hudetun” kelimesinden türeme olup dostluk mânâsına veya “Tehud” kelimesinden türeme olup, tevbe mânâsına gelir. Nitekim Hz. Mûsâ “Ene hudna ileyke” «Biz sana tevbe ettik.» demiştir. Böylece onlar tevbelerine ve birbirlerine karşı dostluklarına binâen bü adı almışlardır. Hz. îsâ gönderilince İsrâiloğullarının ona tâbi olup bağlanmaları gerekirdi. Hz. İsa’nın ashabı ve dininin men-
subları hıristiyanlardır. Bunlara “En-Nasara” denilir. Bu ismin verilmesi birbiriyle yardımlaşmalarındandır. Onlara aynı zamanda ensâr (yardımcılar) ismi de verilir. Nitekim Hz. îsâ şöyle der: «Benim Allah yanında yardımcılarım kimlerdir? Havariler dediler ki: Biz Allah’ın dininin yardımcılarıyız.» Denildi ki bunlara Nasârâ isminin verilmesi Nasıra denilen bir yerde oturmalarındandır Bunu Katâde ve İbn Cüreyc söyler. İbn Abbâs’dan da aynı şekilde bir rivayet nakledilir. Doğruyu en iyi Aİlah bilir.
Allah, Hz. Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu ve bütün insanlığa peygamber olarak gönderince, onların da bu peygamberi tasdik etmesi ve onun emrettiğine itaat edip yasakladığından sakınmaları gerekirdi. İşte mü’minler bu saydığımız niteliklerin sahipleridir. Muham-med (s.a.) in ümmetine «mü’minler» adı yerilmesi îmanlarının çokluğundan, yakînlerinin fazlalığındandır. Ayrıca onlar geçmiş peygamberlere ve gayba inanırlar. Sâbiîlere gelince, bunlar hakkında ihtilâf vardır. Süfyân el-Sevrî Mücâhid’den nakleder ki o şöyle demiş : Sâbiîler, mecûsîler, yahûdîler ve hıristiyanlar arasında bir kavim olup dinleri yoktur. îbn Ebu Nûceyh de böyle rivayet eder. Keza Atâ ve Saîd İbn Cübeyr’den de böyle rivayet edilmiştir. Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Süddî, Câbir İbn Zeyd ve Dahhâk, sâbiîlerin ehl-i kitabtan bir fırka olup Zebur’u okuduklarını söyler. Heşîm Mutraf’tan nakleder ki o şöyle demiş : Biz Hakem İbn Uteybe’nin yanında bulunuyorduk. Basra’h adamın birisi Hasan’dan nakletti ki o, sâbiîlerin mecûsîler gibi olduğu- nu söylemiş. Hakem, ben size bunu haber vermedim mi? demişti. Ab-durrahmân İbn Mehdî de Muâviye İbn Abdülkerîm’den nakletti ki o şöyle demiş: Ben işittim ki Hasan, sâbiîleri anlatıyordu. Onlar; meleklere tapınan bir kavimdiler dedi. Ebu Ca’fer el-Râzî dedi “ki; bana ulaştığına göre sâbiîler meleklere tapman, Zebur’u okuyan ve kıbleye doğru ibâdet eden bir kavim imiş. Saîd İbn Arûbe, Katâde’den aynı şekilde rivayet eder. İbn Ebu Hatim der ki; bana Yûnus… Ebu Zenâd’ dan nakletti ki o şöyle demiş : Sâbiîler Irak’ın ötesinde bir kavim olup Kûsâ’lıdırlar, bütün peygamberlere inanırlar ve her yıl otuz gün oruç tutarlar, Yemen’e doğru günde beş vakit namaz kılarlar.
Vehb İbn Münebbih’e sâbiîler kimdir? diye sorulduğunda, o Allah’ı bir olarak tanıyan fakat amel edecekleri bir şeriatı bulunmayan ve küfür sözü söylemeyenlerdir, demiştir. Abdullah İbn Vehb der ki; bana Abdurrahmân İbn Zeyd şöyle dedi: Sâbiîler dinlerden bir dinin mensubudurlar. Onlar Musul el-Cezire’sinde bulunurlardı ve Lâ İlahe İllallah derlerdi. Ancak ne amelleri, ne kitapları, ne de peygamberleri vardı. Sadece Allah’dan başka İlâh bulunmadığını kabul ederlerdi. Abdurrahmân İbn Zeyd dedi ki: Onlar bir peygambere de inanmazlar, bunun için müşrikler Hz. Peygambere ve arkadaşlarına «bunlar sâbiîler-dir» diyorlardı. Yani Allah’dan başka İlâh olmadığım söyledikleri için onlara benzetiyorlardı.
Sözlerin en açığı —Allah en iyisini bilir— Mücâhid ve onun ardın-, dan gidenlerden Vehb İbn Münebbih’in sözüdür ki buna göre; sâbiîler ne yahûdî, ne hıristiyan, ne mecûsî ne de müşrik olan bir kavimdir. Onlar kendi fıtrattan üzere oldukları gibi kalmışlardır. Tâbi olup uyguladıkları bir dinleri yoktur. Bunun için Araplar, müslüman olanlara sâbiîler ismini veriyorlardı. Yani o gün yeryüzünde mevcûd olan dinlerden dışarı çıkmışlar, diyorlardı. Bazı ilim adamları da dediler ki; peygamberin çağrısının kendisine ulaşmadığı kimselerdir.
Doğruyu en iyi Allah bilir. [91]
63- Hani sizden sapasağlam söz almıştık. Tûr’u da üstünüze kaldırmıştık, Size verdiğimize sımsıkı sarılın, onda
olanları hatırlayın ki sakınmış olasınız.
64- Sonra o sözü müteakip yine yüz çevirdiniz. Eğer üstünüzde Allah’ın fazlü rahmeti olmasaydı hüsrana uğ
rayanlardan olurdunuz.
Allah Teâlâ; İsrâiloğullarına, kendilerinden Allah’ın birliğine inanacakları, O’na şirk koşmayacakları ve peygamberine tâbi olacakları konusunda söz ve ahid aldığını hatırlatarak bu ahdin üstüne dağı kaldırdığını bildiriyor ve böylece kendilerinden alınan ahdi kabul ettiklerini belirtiyor. Bu ahde kuvvetle, kararlılıkla, kesin olarak uymalarını bildiriyor. Nitekim A’râf sûresinde : «Tür dağını, gölgelik gibi onların üstüne yükseltmiştik. Onlar tepelerine düşeceklerini sanmışlardı. Onlara size verdiğimiz kitaba sarılın, içinde olanını düşünün ki sakınanlardan olasınız, demiştik.» (A’râf, 171) buyuruluyor. Tûr’un dağ mânâsına geldiği İbn Abbâs’ın Mücâhid, Atâ, İkrime, Hasan, Dahhâk, Rebî’ İbn Enes ve daha birçoklarının rivâyetiyle nakledilmiştir. Zahir olan da budur. İbn Abbâs’dan bir rivayete göre; ot biten dağa tûr adı verilir, ot bitmeyene tûr denmez. Fitneler hadîsinde İbn Abbâs’dan nakledildiğine göre; onlar Allah’a itâattan yüzçevirince Allah’ı dinlemeleri için dağ üzerlerine kaldırılmıştı.
Süddî der ki; İsrâiloğulları, secde etmekten kaçınınca Allah, dağın üzerlerine düşmesini emretti. Onlar korku içerisinde dağa bakıyorlardı ki dağın bir kısmı üzerlerine düştü. Bunun üzerine secdeye kapandılar. Sonra diğer tarafına bakıyorlardı ki Allah onlara merhamet etti ve üzerlerinden dağı kaldırdı. Bunun üzerine dediler ki; Allah’a andol-sun ki azabın üzerimizden kaldırıldığı secdeden daha güzel bir secde olamaz. İşte onlar böylece secde etmişlerdi. Buradaki «Tûr’u da üstünüze kaldırmıştık» âyetinde murâd budur. Hasan «Size verdiğimize sımsıkı sanlın» âyetinden maksadın Tevrat olduğunu söyler. Ebu’1-Âli-ye ve Rebî’ İbn Enes «sımsıkı» ta’bîrinderi itaat mânâsının anlaşılması gerektiğini söyler. Mücâhid ise sımsıkı ta’bîrinden Tevrat’ta bulunanlarla amel edin, mânâsı anlatıldığını söyler. Katâde ise kuvvetin ciddiyet olduğunu söyler ve âyete, ciddiyetle size verilen Tevrat’a sarılın, yoksa üzerinize dağı gönderirim mânâsını verir. Ebu’l-Âliye dedi ki; onlar bunu kabul ettiler ve kendilerine verilen ,kitaba kuvvetle sarılacaklarını bildirdiler. Ebu’l-Âliye ve Rebî’ der ki: «Onda olanları hatırlayın» yani Tevrat’ta olanları hatırlayın ve onunla amel edin, demektir. «Sonra o sözü müteakip yine yüz çevirdiniz» bu sağlam ve kuvvetli sözden sonra da ondan yüz çevirdiniz, geri döndünüz ve sözünüzü bozdunuz.
«Eğer üstünüzde Allah’ın fazl ve rahmeti olmasaydı, hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.» Eğer Allah tevbenizi kabul edip peygamberler göndermeseydi; bu ahdi bozmuş olmanızdan dolayı, dünya ve âhirette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz. [92]
65- Andolsun ki, içinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. .İşte biz onlara: Aşağılık may
munlar olun, dedik.
66- Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici bir ceza, hem de müttakîlere bir öğüt kıl
dık.
Haddi Aşan Yahudiler:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ey yahûdîler topluluğu; Allah’ın dinine karşı isyan eden, ahdine karşı çıkan, kendilerinden aldığı sözü bozan, cumartesi gününü saygıyla karşılamayan, o gün Allah’ın emrine kendilerini vermeleri gerektiği halde, cumartesi günü balık avlamak için hîle yapan, iplerini, ağlarını ve oltalarım cumartesinden önce kurup cumartesi günü olunca âdet olduğu gibi balıkların atılan oltaya, ağa ve ipe düşmelerini sağlayan, cumartesi günü geçince geceleyin oltaya düşen balıkları toplayan kasaba halkının başına neler geldiğini görün. Böyle yapmaları nedeniyle Allah onları maymunlar şekline çevirdi.
Bilindiği gibi maymun, dış görünüşü ve şekliyle insana en çok benzeyen hayvandır, ama hiç bir zaman gerçek insan değildir. îşte onların amelleri ve hileleri hakikate benzediği ve gerçekte ise ona aykırı düştüğü için cezaları da yaptıklarının cinsinden olmuştu. Bu kıssa A’râf sûresinde geniş olarak açıklanmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Onlara deniz sahilindeki kasabanın durumunu sor. Cumartesi yasaklarını tecâvüz ediyorlardı. Cumartesi günü balıklar sürüyle geliyor, başka günler geliniyorlardı. Biz onları yoldan çıkmaları nedeniyle böylece deniyorduk.» (A’râf, 163) İnşâallah A’râf sûresinde kıssa bütünüyle anlatılacaktır.
Süddî der ki; bu kasaba halkından maksad; île (Kudüs) halkıdır. Katâde de böyle der. İnşâallah A’râf sûresinde tefsîrcilerin bu konudaki görüşlerini serdedeceğiz.
«Aşağılık maymunlar olun dedik.» îbn Ebu Hatim der ki; bana babam Mücâhid’in bu âyet-i kerîme konusunda şöyle dediğini nakletti: «Onların kalpleri maymun haline çevrildi. Yoksa kendileri maymun-laşmadılar. Eu sadece Allah’ın verdiği bir misâldir: «Kitab taşıyan merkebin misâli gibi…» Bunu İbn Cerîr Mücâhid’den… Müsennâ kanalıyla rivayet eder. Mücâhid’den nakledilen bu sened sağlamdır. Ancak burada ve diğer yerdeki âyetin zahirine aykırı düştüğü için garîb bir kavildir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Allah katında bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi? de. Allah kime la’net ve gazab ederse kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana tapanlar kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır.» (Mâide, 60)
Avfî, tefsirinde İbn Abbâs’dan nakleder ki: «İşte biz onlara aşağılık maymunlar olun dedik.» âyeti, Allah onları maymunlar ve domuzlar yaptı demektir. Zannedildiğine göre;- kavmin gençleri maymun, yaşlıları da domuz olmuştu. Şeybân el-Nahvî Katâde’den naklen der ki: O kavim kuyruklu, erkekli ve dişili bağıran maymunlar haline gelmişlerdi.
Atâ el-Horasânî der ki: Onlara şöyle seslenildi: «Ey kasaba halkı aşağılık maymunlar olun.» Onları meneden kişiler yanlarına geliyor ve diyorlardı ki; ey falanca biz sizi bu davranıştan menetmemiş miydik? Onlar da başlarıyla evet, doğru diyorlardı.
İbn Ebu Hatim, Ali İbn Hüseyin’den naklen îbn Abbâs’ın şöyle dediğini rivayet eder : Cumartesi günü, haddi aşanlar, hayvanların iki süt sağımı arasındaki süre kadar maymun olmuşlar, sonra helak olmuşlardı. Bu hale gelişlerinden sonra herhangi bir nesil türememişti.
Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklen der ki: İsyanları dolayısıyla Allah onları maymun şekline döndürdü. İbn Abbâs der ki: Yeryüzünde üç günden fazla yaşamamışlardı. Yine onun dediğine göre; yeryüzünde hayvan şekline çevrilenler üç günden fazla yaşamamışlardır. Onlar ye-mediler, içmediler, döl bırakmadılar. Allah Teâlâ maymunları, domuzlan ve diğer yaratıkları kitab-ı kerîminde zikrettiği şekilde altı günde yaratmıştır. Bu topluluğu ise domuz şekline çevirmişti. Allah dilediğine, dilediği şekilde davranır ve dilediğini, dilediği şekle sokar.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ yoluyla Ebu’l-Âliye’den nakleder ki o : «Aşağılık maymunlar olun.» âyeti konusunda şöyle demiş : Hor ve aşağılık olun. Mücâhid, Katâde, Rebî’ ve Ebu Mâlik’den de aynı şekilde bir rivayet nakledilir.
Muhammed İbn İshâk, İkrime’den nakleder ki, o İbn Abbâs’ın şöyle dediğini bildirmiş : Allah Teâlâ İsrâiloğullarına size bayram gününde —cum’a gününde— emir buyurdukları şeyi emretmişti. Onlar cumartesi gününe muhalefet ettiler ve bunu daha da ileri götürerek, kendilerine emredilen şeyleri terkettiler. Allah cumartesi gününe bağlı- lığın dışında, diğer konulardan yüz çevirdikleri zaman onları bir musibetle denedi ve diğerlerine haram kıldığı şeyi onlara haram kıldı. Medyen denilen, Kudüs ile Tûr arasında bulunan bir kasabada yaşıyorlardı. Allah onlara cumartesi günü balıkların avlanmasını ve yenmesini yasakladı. Cumartesi günü boyunca balıklar suyun yüzeyinde topluca dolaşıyorlardı, cumartesi günü geçince balıklar da kayboluyorlardı. Büyük küçük hiç bir balık görülmüyordu. Ama cumartesi günü gelince balıklar topluca suyun yüzeyinde beliriyor, cumartesi gidince kayboluyordu. Bu durum uzun bir süre böyle devam etti ve onlar balık yemeye fazlasıyla iştihâ duydular. İçlerinden adamın birisi cumartesi günü gizlice bir balık aldı, deldi, iple bağladı, suya bıraktı ve sahilde bir direğe bağladı. Sonra olduğu gibi bıraktı, ertesi günü olunca geldi onu aldı. Yani cumartesi günü almamıştı. Sonra götürdü ve balığı yedi. Bir sonraki cumartesi günü olunca aynı şekilde davrandı. Kasaba halkı balık kokusunu duydular ve dediler ki, «Allah’a andolsun ki bir balık kokusu duyduk.» Sonra adamın yaptığı şeyi gördüler ve onlar da o adamın yaptığı gibi yaptılar. Uzun süre gizlice böyle davranıyorlardı. Sonra Allah onları çabucak cezalandırmadı. Nihayet açıktan açığa balık avlanmaya ve.sokaklarda satmaya başladılar. Onlar arasında hak yolunda direnen bazı gruplar dediler ki, yazıklar olsun size, Allah’dar* korkun! Ve yaptıkları davranıştan onları menettiler. Balık yemeyen ve topluluğu yaptığı davrâmştan dolayı menetmeyen bir başka grup da dedi ki: «Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azâbla azâblandıra-cağı bir topluluğa niçin öğüt veriyorsunuz? Onlar da, Rabbımıza karşı mazeretimizin olması ve onların davranışlarının cezasının bize de ulaşmasından korktuğumuz için ve belki onlar Allah’dan sakınırlar diye, karşılığını verdiler. İbn Abbâs der ki: Onlar bu durumda iken hak yolunda sebat eden diğer grup kendi meclislerinde ve ma’bedlerinde bulunuyorlardı. İnsanları araştırdıklarında onları görmüyorlardı. Birbirlerine dediler ki; halkın bir durumu var, ne yapıyorlar bir bakın? Gittiler onları evlerinde aradılar ki evleri üzerine kilitlenmiş. Geceleyin evlerine girmişler ve üzerlerine kapılarını kilitlemişlerdi ve hepsi de maymun şekline dönüşmüşlerdi. Onlar aynıyla kişileri tanıyorlardı ve her birinin maymun olduğunu biliyorlardı. Kadınlar aynı şekilde dişi maymun olmuşlardı, çocuklar da aynı şekilde yavru maymun haline gelmişlerdi. İkrime der ki; İbn Abbâs sonra şöyle dedi: Eğer Allah Teâlâ onları kötülükten alıkoyanların kurtardığını zikret-memiş olsaydı hepsinin helak olduğunu söylerdi. İşte bu kasaba şâm yüce olan Allah’ın, Rasûlü Muhammed Mustafâ’ya bahsettiği ve «deniz kıyısında olan kasabadan onlara sor…» (A’râf, 163) âyetinde belirttiği kasabadır. Dahhâk İbn Abbâs’dan buna benzer bir rivayet nakleder.
Süddî, «onlara aşağılık maymunlar olun dedik» âyeti konusunda der ki; bunlar île (Kudüs) halkıdır. Bu, denizin kıyısında olan bir kasabaydı. Allah Teâlâ yahûdîlerin cumartesi günü iş yapmalarını yasaklamıştı. Ne var ki cumartesi günü denizdeki balıkların hepsi yüzeye çıkıyordu. Hattâ solungaçlarını sudan çıkarıyorlardı. Pazar günü olunca denizin dibine dalıyor ve hiç birisi görünmüyordu. Cumartesi olunca tekrar beliriyorlardı: «Onlara deniz kıyısındaki kasabanın durumunu sor. Cumartesi yasaklarına tecâvüz ediyorlardı. Cumartesileri balıklar sürüyle geliyor, başka günler geliniyorlardı. Biz onları yoldan çıkmaları nedeniyle böylece deniyorduk.» (A’râf, 163) Bu kavimden bir kısmı balık yemek istedi. Adam bir çukur kazıyordu ve çukuru bir arıkla denize bağlıyordu. Cumartesi günü olunca arkı açıyor ve dalgalar balıkları çukura atacak kadar kenara vuruyordu. Balık çukurdan dışarı çıkmak istiyorsa da arıktaki suyun azlığı nedeniyle çıkamıyordu. Pazar günü gelince adam geliyor ve balığı alıyordu. Adam balığı pişirince kokusunu komşusu duyuyor ve nasıl elde ettiğini soruyor, adam da ona yaptığı şeyi haber veriyordu. Bu sefer komşusu da onun yaptığı gibi yapmaya başlıyordu. Neticede balık yemek, kasaba içerisinde yayıldı. Bilginleri onlara dediler ki; Yazıklar olsun size, helâl olmadığı halde cumartesi günü balık tutuyorsunuz? Onlar da hayır biz cumartesi günü değil, pazar günü avlanıyoruz, dediler. Bilginleri: Hayır, siz suyu açtığınız gün, balık çukura doluyor ve balığı avlamış oluyorsunuz, dediler. Fakat onlar vazgeçmediler. Onların bu davranışlarını yasaklayan bazı bilginler birbirlerine dediler ki: «Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azâbla azâblandıracağı bir topluluğa niçin öğüt veriyorsunuz?» (A’râf, 164) Siz öğüt verdiniz sizi dinlemediler, niçin halâ öğüt veriyorsunuz? dediler. O öğüt verenler de dediler ki: Rabbımıza hiç değilse bir özür beyan edebilmemiz içindir. «Belki Allah’a karşı gelmekten sakınırlar dediler.» (A’râf, 138) Onlar öğüdü dinlemeyince müslüman olanlar dediler ki Allah’a andolsun ki biz sizinle aynı kasabada oturmayız. Ve kasabayı bir duvarla ayırdılar. Müslümanlar bir kapı, cumartesi gününü çiğneyenler ise bir başka kapı açtılar. Dâvûd (a.s.) onları la’net-ledi. Müslümanlar bir kapıdan kâfirler de kendi kapılarından çıkıyorlardı. Bir gün müslümanlar kendi kapılarından çıktıklarında kâfirlerin kapılarının açılmadığını gördüler. Bu açılmama bir süre daha devam edince müslümanlar duvarlardan onların olduğu bölgeye baktılar ki; onlar hep birbiri üzerine atlayıp sıçrayan maymunlar olmuşlardı. Kapıları, açtılar ve onlar yeryüzüne dağıldılar. İşte Allah Teâlâ’nm : «Yasakladıkları şeyde aşırı gidince onlara horlanmış maymunlar olun, dedik.» (A’râf, 166) âyeti bunlar içindir. Bu husus bir başka âyet-i kerî-me’de şöyle belirtiliyor : «İsrâiloğullarından küfredenler, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın dilinde la’netlendiler… İşte bunlar maymun olanlardır.»
Ben derim ki; bu imamlardan bu nakilleri serdetmenin maksadı; Mücâhid; merhûm’un, «Onların maymun şekline dbndürülmeleri, gerçek olarak değil manevîydi» demesine karşı bir fikir beyân etmek içindir. Doğrusu onların maymun şekline döndürülüşleri hem şeklen, hem de manevî idi. Doğruyu en iyi Allah bilir.
«Artık bunu hem öndekilere, hem de ardmdakilere ibret verici bir ceza, hem de takva sahiplerine bir öğüt kıldık.» Bazıları bunu zamirinin maymunlara gittiğini söylemişlerdir. Bazıları da balıklara veya cezaya
gittiğini söylemişlerdir. Kasabaya gittiğini söyleyenler de vardır ki bunları İbn Cerîr nakleder. Doğru olan, zamirin kasabaya gitmesidir. Âyetin mânâsı bu takdirde şöyle olmaktadır: «Allah bu kasabanın halkını haddi aşmaları ve cumartesi gününe riâyet etmemeleri yüzünden hem öndekilere, hem de arkadakilere ibret verici bir ceza kıldı.» Nitekim Allah Teâlâ Firavun’dan bahsederken: «Allah onu dünyada ibret, âhiıette ceza olmak üzere yakalamıştı.» (Nâziât, 25) buyurmaktadır. Hem önündekilere, hem de ardmdakilere ta’biri ise diğer kasabalara demektir.
İbn Abbâs der ki; biz bu cezayı çevredeki kasabalara örnek olarak verdik demektir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur: «Doğrusu biz sizin çevrenizdeki kasabalardan bazılarını helak ettik ve belki dönerler diye âyetleri gönderdik.» Yine bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Görmezler mi ki, biz yeryüzünün çevresinden eksiltiriz…» Buradaki öndeki ve arkadakilerden maksad yer bakımından önünde ve ardında olanlardır. Nitekim Muhammed İbn İshâk .. İbn Abbâs’dan nakleder ki; o, «önündeki kasabalardan ve ardındaki kasabalardan» diye tefsir etmiştir. Saîd İbn Cübeyr de o gün mevcûd bulunan insanların önündekilere ve ardmdakilere, diye tefsir etmiştir. İs-raâîl İbn Ebu Hâlid, Katâde ve Atiye el-Avfî ise önündekilerin maksadın, cumartesi konusunda sözkonusu edilenlerden önce gelenlerdir. Ebu’l-Âliye, Rebî’ ve Atâ; ardındakilerden maksadın, onlardan sonra geri kalan İsrâiloğulları demek olduğu ve onların da bunlar gibi davranmaları halinde aynı cezaya çarptırılacakları şeklinde tefsir etmişlerdir. Bunlar önündekiler ve ardındakileri zaman bakımından kabul etmekteydiler. Bu kavmin ardından gelen insanların bu kasabanın halkının kendilerine ibret olması bakımından ön ve arkanın zamana, nis-bet edilmesi doğrudur. Ama kendilerinden önce geçenlere nisbet edilmesi halinde âyetin bu şkilde tefsiri nasıl olabilir? Âyet kendinden önce gelenlere nasıl ibret unsuru taşıyabilir? öyle sanıyoruz ki hiç kimse iyi düşününce böyle bir şeyi zikredemez. Öyleyse önündekiler ve ardında-kilerden maksadın; İbn Abbâs ve Saîd İbn Cübeyr’in söylediği gibi mekân bakımından nisbet olduğu ve bunun da o kasabanın çevresinde bulunan kasabalar olduğu belirtilmiş oluyor. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’den o da Ebu’l-Âliye’den nakleder ki: o, cArtık bunu hem önümdekilere, hem de ardımdakilere ibret verici bir ceza, takva sahiplerine bir öğüt kıldık.» âyetini şöyle tefsir etmiştir : Onların geçmiş günahlarına bir ceza. İbn Ebu Hatim der ki, İkrime, Mü-câhid, Süddî, Hasan, Katâde, Rebî’ İbn Enes’den de bu şekilde rivayet edilmiştir.
«Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık.»Muhammed İbn İshâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; bundan maksad onlardan sonra gelen mütta-kîlere öğüt olduğunu ve böylece onların Allah’ın azâb ve intikamından sakınacaklarını belirtmektir. Süddî ve Atiyye ise burdaki müttakîlerin Muhammed (s.a.) in ümmeti olduğunu söyler.
Ben derim ki; buradaki öğütten maksad, engelleyici unsurdur. Ben derim ki bu kavmin Allah’ın yasaklarını çiğnemeleri ve hileye sapmaları sonunda başlarına gelen felâket, azâb ve cezadan, müttâkîler sakınsınlar. Tâ ki, onların başına gelenler, kendilerinin de başına gelmesin. Nitekim İmâm Ebu Abdullah İbn Batta, Ebu Hüreyre’den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Siz yahûdîlerin işlediğini işlemeyin. Sonra en küçük bir hîle ile Allah’ın yasaklarını helâl saymaya başlarsınız.» Bu hadîsin isnadı sağlamdır. Ahmed İbn Muhammed İbn Müslim’i Hafız Ebu Bekr el-Bağdâdî, sağlam hadîs râvîlerinden saymıştır. Diğerleri de sahîh şarta göre meşhur kimselerdir. Doğruyu en iyi Allah bilir. [93]
Yahudilere Verilen On Nimet:
Bilahere âyet-i kerîme tekrar isrâiloğullarına seslenerek Allah’ın onlara ve atalarına lütfettiği nimetleri belirtmekte, kendilerinden hükümdarlar ve peygamberler çıkardığını ve kendi devirlerindeki diğer milletlere üstün kıldığını tekrarlamaktadır. Bunun yanı sıra kimsenin yerine kimsenin cezalandırılmayacağı günden (kıyamet) sakınmalarını ve meselenin yahûdîlerin sandığı gibi, şefâatçılarla hallolunamıyacağı-nı, o gün hiçbir şefaatçinin şefaatinin kabul görmeyeceğini belirtmektedir. Mesele böyle olunca neye dayanarak yahûdîler kendi nefislerini unutup kıyamet günü için gerekli amelleri yapmamaktadırlar?
Yüce Allah yahûdîlere verdiği nimetleri zikrettikten sonra, bunları tafsilâtlı olarak anlatmaya başlıyor ve diyor ki: «Ey bu Kur’an ile muhatap olan yahûdîler, Allah’ın atalarınıza verdiği nimetleri hatırlayın ve onun şükrünü ifâ etmeye çalışın.» Allah’ın İsrâiloğullarına verdiği nimetler şunlardı:
Bir kere Allah İsrâiloğullarının atalarını, azâbların en şiddetlisine uğratan, erkeklerini keserek, dişilerini sağ bırakan Firavun ve hanedanın zulmünden kurtarmıştı. Rivayete göre, Firavun rüyasında, Kudüs’ten çevreye yayılan ve Mısır’ı kuşatan bir ateş görmüştü. Bu rüya ile irkilen hükümdar, rüyasının yorumlanmasını istemiş ve yorumcular bunu, isrâiloğullarından bir çocuğun dünyaya geleceği ve bu çocuğun Firavun’un mülkünü elinden alacağı şeklinde yorumlamışlardı. Bunun için Firavun, İsrâiloğullarının erkeklerini kesiyor ve kadınlarını sağ bırakıyordu. Bilâhere yüce Allah İsrâiloğullarını bu horlayıcı azâb-tan kurtarmıştı.
Hani bir de Yüce Allah sizin için denizde yol meydana getirmiş ve geçinceye kadar denizi kara haline çevirmişti. Firavun ve askerlerini de gözünüzün önünde boğmuştu. Rivayete göre, bu devirde yahûdî-lerin hükmüne başvuracakları kitapları yoktu. Allah Hz. Musa’ya kırk gün sonra Tevrat’ı indireceğini burada müjdelemişti. Hz. Musa’ya Tür dağına gitmesini ve orada kırk gün oruç tutmasını emretmişti. Hz. Mûsâ Tur’a giderken yerine kardeşi Harun’u bırakmıştı. Bu devrede Tevrat levhalar halinde nazil olmuştu. Ancak Hz. Mûsâ Tûr’da iken. yahûdîler, Sâmirî adlı bir kişinin yaptığı buzağıyı ilâh sayarak ona tapınmaya başlamışlardı.
Bilâhere Allah onların bu durumunu bağışlamış ve tevbelerini kabul etmişti.
Bir diğer nimeti de, yüce Allah’ın Hz. Musa’ya hakk ile bâtılı ve haram ile helâli ayırdeden Tevrat’ı indirmiş olmasıdır.
Hz. Musa’nın Tûr dağına çekilmesi ve aralarından ayrılması esnasında kavminin buzağıya tapınmaları üzerine Hz. Mûsâ kavmine şöyle demişti : «Siz buzağıyı Rabb edinmekle kendi nefsinize zulmetmiş oldunuz. Allah’a şirk koşmaktan daha büyük zulüm olur mu? Hemen Allah’a tevbe edin ve dönün. Bu, sizin için daha hayırlı olur.» İsrail şeriatına göre, suçsuzların suçluları öldürmesi gerekildi. Bunun üzerine Allah İsrâiloğullarının üzerine kara bir bulut göndermişti. İyilerin kötüleri öldürmesi esnasında suçlulara acıyıp ta öldürmekten vazgeçmemeleri için bu bulutu irsal buyurmuştu. Bu mücâdelede yetmiş bin kişinin öldürüldüğü söylenir. Bilâhere Hz. Mûsâ ve Hârûn, Allah’a yalva-rarak onların tevbelerinin kabul edilmesini dilemişlerdi ve yüce Allah ta onlardan ölenlerin ve ölmeyenlerin tevbelerini kabul buyurmuştu. Ancak yahûdîler Hz. Musa’ya «Cenâb-ı Allah’ı hiçbir engel bulunmaksızın çıplak gözle, ayan beyân görmeden ona ve senin onun Rasûlü ol- duğuna inanmayız» demişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah onları azâ-bıyla yakalamış ve onları öldürmüştü. Bir gece ve gündüz ölülerle diriler haşr’ü neşir olmuştu.
Bilâhere Cenâb-ı Allah mukadder olan ecellerini tamamlamak üzere ölüleri geri diriltmişti. Bütün bu anlatılanlar, yahûdîler için bir hatırlatma ve Allah’ın her şeye gücünün yeteceğini kabullenip şükretmeleri için bir vâsıtadır.
Cenâb-ı Allah Hz. Musa’ya, İsrâiloğullannı zâlim bir kavimle savaşmak üzere götürmesini emir buyurmuştu. Ancak îsrâiloğulları Şam ile Mısır arasındaki Tîh vadisine geldiklerinde, burada kırk yıl şaşkın vaziyette kalmışlardı. Allah onların üzerine gölge yaparak güneşten yanmalarını önleyen bir bulut göndermişti.
Menn ve Selva adım taşıyan nimetlerden birincisi bal gibi tatlı olan kudret helvası, ikincisi de bıldırcın eti idi. Biz bu yiyeceklerin türü ve şekli üzerinde verilen ayrıntıları nazar-ı i’tibâra alamıyoruz. Bu gelen nimetleri yemeleri ve fazlaca biriktirip saklamamaları emrolunmuş-tu. Ancak onlar emrolundukları şeyleri yapmamışlar, küfür ve isyan ile bu nimetlere karşı gelmişlerdi. Aslında bu davranışlarıyla Allah’a zarar vermiş değillerdi. Ancak kendilerine zarar vermişlerdi. Çünkü Allah onların karşı çıkışlarına mukabil onları cezalandırmış ve kendilerine verdiği bu nimetleri geri almıştı.
Bir diğer ilahî nimet te, Allah’ın İsrâiloğullarmm atalarına ma’lûm bir kente girmelerini ve orada yerleşerek yiyip içmeyi emretmesi olayı idi. Onlar kentin kapılarında Allah’a boyun eğerek girmek ve girerken de, «Rabbımız dualarımızı kabul et, günahlarımızı affet ve bizi bağışla» demekle emrolunmuşlardı. Ancak Allah’ın buyruğunu değiştirerek, emrine itâattan kaçınanlar «bizi bağışla» diyeceklerine, «buğday tanesi» istemişlerdi. Kentin kapısından Allah’ın buyruğuna itaat etmeksizin girmişlerdi. Ve fâsıklıkları yüzünden Allah onların üzerine gökten bir belâ indirmişti. Rivayete göre bu vesileyle yetmiş bin yahûdî ölmüştü.
Ey İsrâiloğullan, Mûsâ peygamberin çölde susuz kaldıkları sırada atalarınız için su taleb etmesini hatırlayın. Allah Hz. Musa’ya, «asanı taşa vur, Allah’ın emriyle ordan gözeler fışkırır.» buyurmuştu. Her topluluk için bir göze olacaktı ve her topluluk o gözeden suyunu içecekti. Kendilerine, «Allah’ın lutuflanndan yiyip için ancak yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, bu sizin için daha hayırlıdır» denilmişti.
Yüce Allah, bu suçu işleyenler ataları olmasına rağmen, peygamber devrindeki yahûdîlere onunla hitâb etmektedir. Sebebi, peygamber devrindeki yahûdîlerin atalarıyla övünmeleri ve onların davranışlarına karşı çıkmamalarıdır. Hani sizin atalarınız Hz. Musa’ya demişlerdi ki, «Ey Mûsâ, biz kudret helvası ve bıldırcın eti gibi bir tek yemekle dayanamayız. Rabbından iste de bize toprağın yetiştirdiği bakladan, buğdaydan, mercimekten, sarmısaktan, yeşilliklerden ihsan etsin.» Hz. Mûsâ da, hayretle ve onları kınayarak, «siz bu saydıklarınızı bıldırcın eti ve kudret helvası ile mi değişiyorsunuz? Halbuki söyledikleriniz çok daha değersiz yiyeceklerdir, siz değerliye karşı değersizi istediğinize göre dilediğiniz beldeye gidin ve oradaki tarlalarda istediğiniz yiyecekleri bulacaksınız» demişti. İsrâiloğulları küfretmek ve haksız yere peygamberleri öldürmek gibi birçok suçlar işlediklerinden dolayı omuzlarına zillet ve meskenet yükü vurulmuştu. Onlar hüsrana mahkûm olmuşlar ve bu isyanları nedeniyle Allah’ın rahmetinden uzaklaşmışlardı. Hz. Ze-keriyâ ve Yahya’yı öldürmeleri üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuştur. Şüphesiz ki yahûdîler, ne kadar mal ve servete sahip olurlarsa olsunlar, her zaman için omuzlarında bu yükü taşıyacaklar dır.
Atalarınızdan, kuvvetli ahitler aldığımız demleri de hatırlayın, onlara, Tevrat’ta bulunanları kabullenmeleri ve yerine getirmelerini emretmiştik. Ancak onlar, üzerlerine Tûr’u kaldınncaya kadar Tevrat’a inanmamışlardı. Üzerlerine Tûr dağını yükseltince bir süre inanmışlar fakat sonra geri dönmüşlerdi. Allah’ın rahmeti üzerlerinde olmasaydı hüsrana uğrayanlardan olurlardı. Cumartesi günü, yahûdîlerin ibâdet günü olduğu için, balık avlamaları yasaktı. Ama Cenâb-ı Allah onları denemek için cumartesi günü balıkları çoğaltıyor ve balıklar kıyıya vuruyordu. Diğer günler ise, balık tutamıyorlardı. Allah onların ilâhî emre uyup uymayacaklarını böylece tecrübe ediyordu. Yahûdîler tecrübeyi başarıyla tamamlayamadılar ve cumartesi günü balık avlama suçunu işleyerek ibâdetten uzaklaştılar. Bunun üzerine Allah onları maymunlar şeklinde rahmetinden uzaklaştırdı. Çünkü artık Allah’ın buyruklarını terketmekle, hayvanlar mertebesine düşmüşlerdi. Rivayete göre Cenâb-ı Allah onların maymun şekline dönmelerini hükmetmişti. Bu da ceza ve kendilerinden sonrakilere ibret içindi. [94]
67- Hani, bir de Mûsâ kavmine : Allah, herhalde bir sığır boğazlamanızı emrediyor, demişti. Onlar: Sen bizimle alay mı ediyorsun, demişlerdi. Mûsâ da: Ben câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım, demişti.
Sığır Kesme Emri :
Allah buyuruyor ki: Ey İsrâiloğuiları, sığır konusunda normal âdetleri yırtarak, fevkalâde hususiyetler göstererek size sunduğum nimetlerimi hatırlayın. Katilin kim olduğunu bu sığır vesilesiyle açıklamamda ve maktulü dirilterek, kendisini kimin öldürdüğünü söylemesin-deki nimetimi hatırlayın. İbn Ebu Hatim böyle demiştir.
Hasan İbn Muhammed der ki; bize Muhammed İbn Sîrîr Ubeyde el Selmânî’den nakletti ki o şöyle demiş : İsrâiloğullarından çocuksuz bir adam vardı. Adam çok zengindi. Kardeşinin oğlu ona vâris olacaktı. Bu sebeple yeğeni adamı öldürdü, sonra geceleyin bir başkasının kapısının önüne koydu. Ertesi sabah adamın aleyhinde dâva ederek onun katil olduğunu söyledi. Nihayet silaha sarıldılar, birbirlerine girdiler. İleri görüş sahipleri niçin birbirinizi öldürüyorsunuz, Allah’ın Peygamberi aranızda değil mi? dediler. Bunun üzerine Hz. Musa’ya geldiler ve durumu O’na anlattılar. Hz. Mûsâ dedi ki: Allah her halde, bir sığır boğazlamanızı emrediyor demişti. Onlar sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Mûsâ da : Ben câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım, demişti.
Ubeyde el-Selmânî dedi ki; eğer onlar Hz. Musa’ya itiraz etmiş olmasalardı basitinden bir sığır ile mes’ele hallolacaktı. Ama kendileri şiddet gösterince, Allah da onlara zorluk çıkardı. Neticede kesmekle em-rolundukları sığırı aradılar ve onu başka sığırı bulunmayan, bir tek sığırı olan bir adamın yanında buldular. Adam dedi ki Allah’a andolsun ki onun derisini altınla doldurmazsanız size vermem. Bunun üzerine onlar sığırın derisini altınla doldurup sığırı satın aldılar ve kestiler. Sığırın bazı parçalarını adamın vücûduna vurdular, adam kalktı. Seni kim öldürdü dediler? Adam şu diyerek kardeşinin oğlunu gösterdi, sonra tekrar öldü. Bunun üzerine yeğenine hiçbir şey verilmedi ve vâris olamadı. İbn Cerîr bu rivayeti Ubeyde’den aynı şekilde nakleder. Doğruyu en iyi Alîah bilir. Abd İbn Humeyd de tefsirinde bunu Yezîd İbn Hâ-rûn’dan dinlediğini rivayet eder. Âdem İbn Ebu İyâs da tefsirinde Ebu Ca’fer el-Râzî kanalıyla Hişâm İbn Hasan’dan aynı rivayeti duyduğunu bildirir.
Âdem İbn Ebu İyâs tefsirinde der ki; bize Ebu Ca’fer el-Râzî, Re-bî’den oda Ebu’l-Âliye’den «Allah herhalde bir sığır boğazlamanızı emrediyor» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti : İsrâiloğullarından zengin, çocuğu olmayan bir adam vardı. Adamın yakınlarından birisi ona vâris idi. Mirasçı, adamın mirasını elde etmek için onu öldürdü, sonra yolun ortasına attı. Mûsâ (a.s.) ya gelip dedi ki; akrabam öldürüldü, ben çok kötü bir durumdayım. Ey Allah’ın Nebisi, senden başka onu öldüreni bildirecek kimsenin bulunduğunu bilemiyorum. Ebu’l-Âliye dedi ki; Hz. Mûsâ halkı çağırdı ve kimin yanında bu konuda bir bilgi varsa onu bize açıklasın, dedi. Ancak halkın bu konuda hiç bir bilgisi yoktu. Katil, Mûsâ (a.s.) ya gelip dedi ki; sen Allah’ın nebîsisin Rab-bından bize katilin açıklanmasını iste. Bunun üzerine Hz. Mûsâ Rab-bından katilin kim olduğunu sordu ve Allah Teâlâ : «Allah herhalde bir sığır boğazlamanızı emrediyor.» diye vahyetti. Bu emirden dolayı hayret ettiler ve : «Sen bizimle alay mı ediyorsun?» dediler. Mûsâ da : «Ben câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım demişti.» Onlar bizim için Rab-bına duâ et de onu bize iyice bildirsin demişlerdi. Mûsâ da : Allah, o, ne çok kart, ne de çok körpedir, ikisi ortası bir sığırdır buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın demişti. Dediler ki bizim için Rabbına duâ et onun rengini bize iyice açıklasın. O da Rabbınız diyor ki; bakanları rahatlatacak, sapsarı bir inektir, demişdi. Dediler ki; Rabbına duâ et, bize açıkça niteliğini bildirsin, çünkü-bizce inekler birbirine benziyor, Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz. Mûsâ dedi ki: Rabbım, o ne boyunduruğa koşulup arazi sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir, zillete uğramamıştır bütün kusurlardan uzaktır, onun alacası da yoktur, buyuruyor. Onlar şimdi gerçeği ortaya koydun, dediler. Hemen onu boğazladılar ki az kalsın bunu yapmayacaklardı.
Ebu’l-Âliye der ki; eğer onlar, bir sığır kesmekle emrolunduklan zaman onu yerine getirselerdi ve herhangi bir sığın kesselerdi, emir yerine gelirdi. Ama onlar kendi kendilerini zora koştular ve bu sebeple zorluğu yüklendiler. Eğer içlerinde: «Allah dilerse biz muhakkak hidâyete erenlerden oluruz» diyenler bulunmasaydı, ebediyen hidâyete eremezlerdi. Bize ulaştığına göre onlar; kendilerine, niteliği bildirilen ineği yetimlere bakan bir ihtiyarın yanında buldular. İhtiyar kadın onların işine bu inekten başkasının yaramadığını anlayınca bedelini kat kat artırdı. Bunun üzerine Hz. Musa’ya gelip bu nitelikte bir ineği ancak falanca kadının yanında bulabildiklerini ve onun da değerinden çok üstünde fiyat istediğini söylediler. Mûsâ (a.s.) onlara dedi ki: Doğrusu Allah sizin yükünüzü hafifletmişti, siz onu kendi kendinize zorlaştırdı-nız. Binâenaleyh onu razı edin, istediğini verin. Böyle yaptılar ve ineği satın alıp kestiler. Hz. Mûsâ onlara inekten bir kemik alıp ölüye vurmalarını emretti, onlar da böyle yaptılar. Bunun üzerine ölünün ruhu geri geldi ve kendisini öldürenin kim olduğunu ismiyle söyledi. Ve tekrar öldü. Bunun üzerine katil yakalandı. O, Hz. Musa’ya gelip şikâyet eden kişiydi. Allah onun davranışını en kötü biçimiyle cezalandırmış oldu.
Muhammed İbn Cerîr der ki: Bana İbn Sa’d… İbn Abbâs’ın inek konusunda şöyle dediğini nakletti: Mûsâ (a.s.) devrinde İsrâiloğulları arasında malı çok bir ihtiyar vardı. Adamın kardeşinin çocukları ise fakirdiler ve malları yoktu. Adam, yaşlı ve çocuksuzdu. Tek vârisi de kardeşinin çocuklarıydı. Dediler ki; keski amcamız ölse de, onun malına vâris olsak. Uzun bir süre beklediler. Amcalarının ölmemesi üzerine şeytân onlara geldi ve dedi ki: Siz amcanızı öldürüp de malına vâris olsanıza. Siz, içinde bulunmadığınız şehir halkına onun diyetini verirsiniz. Zira bunların ikisi ayrı şehirlerde yaşıyorlardı. Yeğenler bir şehirde maktul bir diğer şehirde idi. Bir kişi öldürülüp de iki şehirin ara yerine atılırsa ölü ile kasaba arası ölçülür ve hangi kasabaya daha yakınsa diyeti onlar borçlanırdı. Şeytân onları böylece aldatınca ve amcalarının uzun süre ölmediğini görünce, şeytânın dediğine yönelip amcalarını öldürdüler ve kendilerinin mensubu bulunmadıkları şehrin ka-, pisinin önüne cenazesini attılar. Ertesi sabah, maktulün yeğenleri şehre gelip, amcamız sizin şehrin kapısı önünde öldürüldü, siz doğrusu bize amcamızın diyetini borçlandınız dediler. Şehir halkı, Allah’a and içeriz ki biz onu öldürmedik ve onun katilini de bilmeyiz, şehrimizin kapısını sabaha kadar asla açmadık, dediler. Bunun üzerine onlar Hz. Musa’nın yanma geldiler. Maktulün yeğenleri dediler ki; biz amcamıza bunların şehrinin kapısı önünde ölü olarak bulduk, şehir halkı da «Allah’a kasem ederiz ki biz onu öldürmedik ve onlara kapıyı kapattığımızdan beri sabaha değin şehrin kapısını açmadık.» diyorlar. Bunun üzerine Hz. Cebrail, Semî’ ve Alîm olan Allah’ın emrini Mûsâ (a.s.) ya getirdi ve buyurdu ki: «Allah her halde bir sığır boğazlamanızı emrediyor, de…» O sığırın bir kısmını o ölen adamın üzerine vurursunuz, dedi.
Süddî; «Hani bir de Mûsâ, kavmine Allah her halde bir sığır boğazlamanızı emrediyor demişti…» âyeti konusunda şöyle dedi: İsrâil-oğullarından malı çok bir kişi vardı, onun bir kızı ve bir de muhtaç yeğeni vardı. Adam kızını yeğeniyle nikahlamıştı. Fakat sonra kızını yeğeniyle evlendirmekten vazgeçti. Bunun üzerine delikanlı kızdı ve Allah’a andolsun ki, ben amcamı öldürür hem onun mallarını alırım, hem de kızını nikâhlar diyetini yerim, dedi. Delikanlı adamın yanına geldi. O sırada İsrâiloğulları sıbtlarmdan bir kısmından tüccar gelmişti. Dedi ki; amcacığım benimle gel ve bu topluluğun malından bir şeyler alalım, belki onda ben kâr ederim. Çünkü seni benimle görünce bana malı verirler. Amca delikanlıyla beraber geceleyin çıktı, ihtiyar o sıbta ulaşınca delikanlı onu öldürdü, sonra kendi ailesinin yanma döndü. Ertesi sabah amcasını arayıp onun nerede olduğunu bilmiyormuş gibi yaparak geldi. Amcasını bulamayınca ona doğru koştu ve sözko-nusu sıbtın amcasının çevresinde toplanmış olduğunu görünce onları muaheze ederek, «amcamı öldürdünüz, onun diyetini ödeyin» dedi. Bir yandan da ağlıyor, başına toprak serpiyor, vay amcacığım, diye bağırıyordu. Dâva Hz. Musa’ya götürüldü. O da o sıbtm mensûblarına diyet hükmünü verdi. Onlar: Ey Allah’ın peygamberi, bizim için Allah’aduâ et, suçu kim işlemişse bize bildirsin ki suçlu tutulsun. Allah’a ye-mîn ederiz ki onun diyeti bizim için çok kolay, ama onu öldürmüş olmakla ayıplanmaktan utanıyoruz, dediler. İşte Allah Teâlâ’mn : «Hani siz bir canı öldürmüştünüz de onda şüpheye düşmüştünüz. Allah ise sizin gizlemekte olduğunuzu açığa çıkarandır…» kavli buna telmihtir. Mûsâ (a.s.) da kavmine : «Allah her halde bir sığır boğazlamanızı emrediyor, demişti.» Onlar, biz senden maktul ve katili soruyoruz, sense bize sığır boğazlayın diyorsun bizimle alay mı ediyorsun? dediler. «Hz. Mûsâ, ben, câhillerden olmaktan Allah’a sığınırını» demişti. İbn Abbâs der ki; eğer onlar bir sığır bulup da kesselerdi bu kendileri için yeterli olacaktı, ancak onlar bu konuda şiddetli davrandıkları ve Hz. Musa’yı yordukları için Allah da onlara şiddetli davrandı. «Dediler ki: bizim için Rabbına duâ et de onu bize iyice bildirsin.» Mûsâ da : «Allah o, ne çok kart, ne de çok körpedir ikisi ortası bir sığırdır» buyuruyor. «Artık emrolunduğunuz şeyi yapın demişti.» Dediler ki; bizim için Rab-bına duâ et onun rengini bize iyice açıklasın. O da Rabbım diyor ki: «O bakanları rahatlatacak sapsarı bir inektir.» demişti. Dediler ki Rabbına duâ et bize açıkça niteliğini bildirsin. Çünkü bizce inekler hep birbirine benziyor. Allah dilese biz elbette hidâyete erenlerden oluruz. Dedi ki: «Rabbım; o, ne boyunduruğa koşulup arazî sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir, zillete uğramamıştır, bütün kusurlardan uzaktır, onun alacası da yoktur.» buyuruyor. Onlar, işte şimdi gerçeği ortaya koydun dediler ve o sığırı aradılar, ama bulamadılar. İsrâiloğulları arasında _ babasına çok iyi davranan bir adam vardı. Adamın biri bir inci satıyordu ve onun yanından geçerken : Bu inciyi yetmiş bine satıyorum, dedi. O adamın babası uyumakta olduğundan ve başının altında da anahtar bulunduğundan adam inci satana; bekle babam uyansın, onu senden seksen bine alayım dedi. Adam babanı hemen uyandır sana altmış bine vereyim dedi. Tüccar her seferinde, onu onar onar düşürüyordu, nihayet otuz bine indi. Delikanlı da her seferinde babasının uyanmasını beklemesini ve fiyatı artıracağını söyleyerek yüz bine ulaşmıştı. Ona, bu fazla gelince ben senden hiç bir şey almayacağıma, Allah’a and içerim dedi ve babasını uyandırmaktan çekindi. İşte Allah Teâlâ bu inciye mukabil olarak ona bu sığırı vermişti. İsrâiloğulları oradan sözkonusu sığırı aramak için geçiyorlardı ve sığırı gencin yanında gördüler. Onu, kendilerine bir sığıra bir sığır olmak üzere satmasını istedilerse de o, buna yanaşmadı, iki sığır verdiler yine yanaşmadı, on sığıra kadar yükselttiler, o, yine vermeyince dediler ki: Allah’a andolsun ki onu senden almadan bırakıp gitmeyiz. Onu Hz. Musa’nın yanına getirdiler ve dediler ki: Ey Allah’ın nebisi biz sözkonusu sığırı bunun yanında bulduk, ama o bize vermekten kaçınıyor, halbuki biz ona fazlasıyla para verdik. Mûsâ ona dedi ki; sığırını bunlara ver. O da : Ey Allah’ınRasûlü ben, malıma daha çok lâyıkım. Mûsâ doğru söylersin, dedi. Onlara da arkadaşınızı memnun edin ve sığırın ağırlığınca altın verin dedi. O, yine vermekten kaçındı. Onlarsa verdikleri miktarı kat kat artırdılar ve neticede on kat altın vermeye razı oldular. Adam onlara sığırı sattı ve parasını aldı. Onlar da sığırı kestiler. Hz. Mûsâ ondan bir parçayı adama vurun, dedi. Onu, adamın omuzlan arasına vurunca adam dirildi. Seni kim öldürdü diye sorduklarında, adam yeğenim dedi. Bunun üzerine yeğeni ben onu öldürdüm ki malını alayım ve kızıyla evleneyim, dedi. Böylece katili tutup öldürdüler.
Süneyd der ki; bize Haccâc… Muhammed İbn Ka’b el-Kurezî’den ve Muhammed İbn Kays’dan nakletti ki onlar şöyle demişler : Bu ikisinin sözü birbirine karışmıştır. İsrâiloğullarından bir boy, insanların kötülüğünün fazlalaştığını görünce bir şehir kurdular ve kötü insanlardan uzaklaştılar. Akşam olunca şehrin kapısını kapıyor ve dışardan kimseyi içeri almıyorlardı. Kapıyı açmak istediklerinde başkanları geliyor, bakıyor gözetliyor ve bir şey duymazsa şehrin kapısını açıyordu ve akşama kadar birlikte oluyorlardı. İsrâiloğulları arasında bir adamın çok malı vardı ve kardeşinin çocuğundan başka mirasçısı yoktu. Adam uzun süre yaşayınca, yeğeni mirasına konmak için adamı öldürdü, sonra cesedini alıp o şehrin kapısının önüne koydu. Sonra o ve arkadaşları bir yere gizlenip saklandılar. Şehrin başkanı kapıya gelip etrafı gözetledi ve kontrol etti, hiç bir şey görmeyince kapıyı açtı. Ölüyü görünce kapıyı geri kapattı. Bunun üzerine” maktulün yeğeni ve arkadaşları : «Eyvah hem onu öldürdünüz, hem de kapıya atıyorsunuz» diyerek bağırmaya başladılar. Hz. Mûsâ (a.s.) İsrâiloğulları arasında öldürmenin çoğaldığını gördüğünden ölüyü hangi topluluğun ortasında bulursa onları sorumlu tutardı. Az kalsın, maktulün yeğeniyle, o şehrin halkı arasında çarpışma çıkacaktı. Her iki grup ta silahlarım kuşandılar, sonra birbirleriyle döğüşmekten vazgeçerek Hz. Musa’ya gelip durumlarını anlattılar ve «Ey Allah’ın Rasûlü bu şehir halkı bir kişiyi öldürdüler ve sonra kapıya attılar» dediler. Şehir halkı da dedi ki : «Ey Allah’ın Rasûlü, bizim kötülüklerden uzak durduğumuzu ve bunun için bir şehir kurduğumuzu, insanların kötülüklerinden uzaklaştığımızı biliyorsun. Allah’a andolsun ki onu biz öldürmedik ve öldürenin kim olduğunu da bilmiyoruz.» Bunun üzerine Allah Teâlâ onlara bir sığır kesmelerini emretti ve Mûsâ (a.s.) «Allah herhalde bir sığır boğazlamanızı emrediyor» demişti.»
Ubeyde el-Selmânî, Ebu’l-Aliye, Süddî ve diğerlerinden nakledilen bu rivayetler nisbeten birbirinden farklıdır. Ancak aşikâr olan odur ki, bu rivayetlerin hepsi İsrâiloğullarmın kitaplarından alınmıştır. Bunlar nakledilmesi caiz olan şeylerdir. Fakat biz onları ne doğrular, ne de yalanlarız. Bu sebeple o rivayetlere ancak bizim yanımızdaki hakîkata uyduğu miktarda güveniriz. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır. [95]
68- Onlar, Bizim için Rabbına duâ et de onu bize iyice bildirsin, demişlerdi. Mûsâ da : Allah, o, ne çok kart, ne
de çok körpedir. İkisi ortası dinç bir sığırdır, buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapın, demişti.
69- Dediler ki Bizim için Râbbma duâ et de onun ne renk olduğunu bize iyice açıklasın. O da: Rabbım diyor ki: O bakanları rahatlatacak sapsarı renkli bir inektir, demişti.
70- Dediler ki: Rabbına duâ et, bize açıkça niteliğinin ne olduğunu bildirsin. Çünkü bizce sığırlar birbirine ben
ziyor. Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz.
71- Dedi ki: Rabbım, o, ne boyunduruğa koşulup arazî sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir. Zillete uğramamıştır. Bütün kusurlardan uzaktır. Onun alacası da yoktur, buyuruyor. Onlar: İşte şimdi gerçeği ortaya koydun, dediler. Hemen onu boğazladılar ki az kalsın bunu yapmayacaklardı.
Allah Teâlâ bu âyette bize İsrâiloğullarının diretmesini ve peygamberlerine çok sorular sormalarını anlatıyor. Onlar kendilerini dara sokunca Allah da onları dara soktu. Halbuki onlar herhangi bir sığırı kesmiş olsaydılar mes’ele yerini bulmuş olacaktı. Nitekim İbn Abbâs’ in, Abîde’nin ve diğerlerinin söyledikleri bunu doğrulamaktadır. Ne var ki onlar şiddetli davranınca Allah da onlar hakkında şiddet göstermiştir. Onlar, «bizim için Rabbına duâ et de onu bize iyice bildirsin demişlerdi.» Bu sığırın ne olduğunu ve özelliklerini bize açıklasın dediler.
İbn Cerîr der ki; bize Ebu Süneyd… İbn Abbâs’dan nakletti ki; o şöyle demiş; Eğer basitinden bir inek alsalardı, onunla yetinilecekti. Ama kendileri ağır davranınca Allah da onları ağırlaştırdı. Bu hadîsin isnadı sahihtir. Çünkü onu birden fazla kişi İbn Abbâs’dan rivayet etmiştir. Abîde, Süddî, Mücâhid, İkrime, Ebu’l-Âliye ve daha başkaları da aynı şekilde söylemişlerdir. İbn Cüreyc der ki; Atâ şöyle dedi: Eğer, basitinden bir inek alsalardı kendileri için yeterdi. İbn Cerîr der ki; Rasûlullah (s.a.). şöyle buyurdu : Doğrusu onlar alelade bir inek kesmekle emrolunmuşlardı, fakat onlar, kendilerini zora sevkedince Allah da zorlaştırdı. Allah’a kasem ederim ki; eğer onlardan bir kısmı istisna edilmiş olmasaydı hiç bir zaman onlara hakikat açıklanmış olmazdı.
«Allah, o, ne çok kart, ne de çok körpe, ikisi ortası bir sığırdır» buyuruyor. Yani ne yaşlı ve bitkindir, ne de henüz döle ulaşmamış küçüktür. Ebu’l-Âliye, Süddî, Mücâhid, İkrime, Atiyye el-Avfî, Atâ el-Ho-rasânî, Vehb İbn Münebbih, Dahhâk, Hasan, Katâde böyle demişlerdir. İbn Abbâs’ın da aynı şeyi söylediği rivayet edilir. Dahhâk, İbn Abbâs’dan «İkisi ortası dinç bir sığırdır buyuruyor.» âyeti hakkında şöyle dediğini rivayet eder : O, büyükle küçük arasındadır. Bu ise hayvanların ve sığırların olması muhtemel olan en güçlü ve en güzel dönemleridir. İkrime, Mücâhid, Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Atâ el-Horasânî ve Dah-hâk’tan da aynı şekilde rivayet edilmiştir. Süddî ise bunun ikisinin ortasında olduğunu söyler. Heşîm, Hasan’dan nakleder ki bu sığır yabanî bir inek idi. İbn Cüreyc Atâ’dan o da İbn Abbâs’dan nakleder ki; o şöyle demiş : Kim san bir ayakkabı giyerse onu giydiği sürece sürekli sevinç içerisinde bulunur. Bunun sebebi Allah Teâlâ’mn şu mübarek kavlidir : «O, bakanları rahatlatacak sapsarı bir inektir.» Mücâhid de böyle der. Vehb İbn Münebbih, bu ineğin sapsarı olduğunu söyler. Saîd •İbn Cübeyr de boynuzunun ve çatal tırnağının sarı olduğunu söyler.
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Hasan’dan nakletti ki; bu inek aşırı derecede siyahmış. Bu söz garîbtir. Doğrusu öncekidir. Bunun için âyet-i kerîme onun sarılığını te’yîd etmek üzere : «Parlak, sapsarı» ifadesinden maksad, sarılığı nerdeyse karaya çalıyor, demektir. Saîd İbn Cübeyr ise bunun rengi saf demek olduğunu söyler. Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Süddî, Hasan ve Katâde’den de aynı şey rivayet edilmiştir. Şerif… İbn Ömer’den nakleder ki «sapsarı, renkli» ifadesinin manası sâf demektir. Avfî tefsirinde İbn Abbâs’dan nakleder ki; bu ifâde fazlaca san ve sanlığı nerdeyse beyaza çalıyor demektir. Süddî der ki «bakanları rahatlatacak,» yani hayrette bırakacak demektir. Ebu’l-Âliye, Katâde ve Rebî’ İbn Enes de aynı şekilde demişlerdir. Vehb İbn Münebbih der ki: Onun derisine baktığında, sana güneşin ışınlarının derisinden çıktığı vehmini verdirecek şekilde idi.
«Çünkü bizce inekler birbirine benziyor.» Yani çokluğundan dolayı birbiri gibi görünüyor. Bu sebeple sözkonusu ineğin niteliğini ve şeklini bize apaçık belirtti. «Allah dilerse elbette hidâyete erenlerden oluruz.» Ve böylece Allah onu bize açıklar. İbn Ebu Hatim der ki; bana Ahmed İbn Yahya.. Eğer isrâiloğullan «Allah dilerse elbette hidâyete erenlerden oluruz, demiş olmasalardı, kendilerine bu imkân verilmezdi. Ancak bu sebeple istisna edilmişlerdir.» Hafız Ebu Bekr İbn Mer-dûyeh tefsirinde bir başka yolla Ebu .Hüreyre’den rivayet eder ki Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Eğer isrâiloğullan «Allah dilerse biz elbette hidâyete erenlerden oluruz» demiş olmasalardı ebediyen onlara bu imkân verilmezdi. Şayet onlar herhangi bir sığın bulup kesseydiler bu, kendileri için yeterli olacaktı. Ama kendilerini zorladılar, Allah da onların aleyhinde zorladı. Bu hadîs bu şekilde garîbtir. En iyi ve güzel şekli Süddî’den nakledildiği şekilde Ebu Hüreyre’nin ifadesidir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
«Dedi ki; Rabbim, o ne boyunduruğa koşulup arazî sürecek, ne de ekin sulayacak bir inektir.» O ne arazî sürmekle boyunduruğa koşulmuş ve horlanmıştır, ne de dolapta su çekmek için hazırlanmıştır. Aksine o özenle ve seve seve beslenmiş, eksiksiz, kusursuz bir hayvandır. Kendi renginin dışında herhangi bir renk ve alacalık yoktur. Ab-dürrezzâk, Katâde’den nakleder ki: «Bütün kusurlardan uzaktır.» demek, aybı yoktur demektir. Ebu’l-Âliye ve Rebî’ İbn Enes de böyle demişlerdir. Mücâhid ise bu âyete, o alacalıktan uzaktır şeklinde mânâ vermiştir. Atâ el-Horasânî ise «Bütün kusurlardan uzaktır» yaratılış ve görünüş kusurlarından ve Onda alacalık ta yoktur. Mücâhid der ki; siyah veya karalık yoktur. Ebu’l-Âliye, Rebî’. İbn Enes, Hasan, Katâde derler ki; onda beyazlık yoktur. Atâ el-Horasânî ise «Onun alacası yoktur» âyeti her tarafının aynı renkte olduğunu belirtiyor, der. Atiye el-Avfî’den, Vehb İbn Münebbih’den ve İsmâîl İbn Ebu Hâlid’den bu şekilde rivayet edilmiştir. Süddî ise «Onun alacası da yoktur» âyetinin siyah, beyaz ve kızıllıktan eser yoktur demek olduğunu belirtir. Bu sözlerin hepsi birbirine yakın sözlerdir.
Onlar «İşte şimdi gerçeği ortaya koydun» dediler. Katâde der ki; şimdi bize açıkladın dediler. Abdurrahmân îbn Zeyd İbn Eşlem der ki; Allah’a andolsun ki onlara daha önce de gerçek açıklanmıştı.
«Hemen onu boğazladılar ve az kalsın bunu yapmayacaklardı.» Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklederek der ki; az kalsın onu yapmayacaklardı, zaten yapmak istedikleri şey de bu değildi. Çünkü onlar kesmek istemiyorlardı. Yani bunca sorulara ve izahlara rağmen onlar ancak büyük bir gayret sonucu kestiler. Bu ifâde onları zemmetmektedir. Çünkü İsrâiloğullarının maksadı; sadece direnmektir. Bu sebeple az kalsın onu kesmeyeceklerdi. Muhammed İbn Kâ’b ve Muhammed İbn Kays ise «Hemen onu boğazladılar ki az kalsın bunu yapmayacaklardı» çünkü ineğin parası fazlaydı diye, tefsir etmişlerdir.
Bu ifâde üzerinde durulması gerekir. Çünkü onun parasının fazla .olduğu sadece İsrâiloğulları kaynağında nakledilen rivayetlerde yer almaktadır. Nitekim Ebu’l-Âliye ve Süddî’nin naklettiklerinde bu görülmüştür. Avfî İbn Abbâs’dan bu hikâyeyi rivayet etmiştir. Ubeyde, Mü-câhid, Vehb İbn Münebbih, Ebu’l-Âliye, Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ise onu büyük bir para karşılığı satın aldıklarım belirtirler. Bu konuda ihtilâf vardır. Ayrıca bedeli konusunda daha başka ifâdeler de bulunmaktadır. Nitekim, Abdürrezzâk der ki: Bize İbn Üyeyne… İkrime’den nakletti ki o, -bu ineğin bedeli sadece üç dinardı demiştir. İkrime’den nakledilen bu rivayetin isnadı sağlamdır. Açıkçası o, bu ifâdesini ehl-i kitab’dan nakletmiştir. İbn Cerir der ki: Başkaları da şöyle dediler : Rezîl olmak korkusundan dolayı nerdeyse bunu yapmayacaklardı. Çünkü dâva ettikleri maktulün katilini Allah açığa çıkarınca, onlar rezîl olacaklardı. İbn Cerîr bu ifâdeyi herhangi bir kimsenin isnadına dayandırmamıştır. Sonra da parası fazla olduğu ve rezîl olmaktan çekindikleri için bunu yapmayacaklardır şeklinde tefsir etmenin doğru olduğu görüşünü tercih etmiştir. Bu konu üzerinde de durulması gerekir. Doğrusu —en iyi Allah bilir— Dahhâk’ın İbn Abbâs’dan naklettiği ve bizim yukarda zikrettiğimiz görüştür. Tevfik Allah’tandır. [96]
72- Hani, siz bir kişiyi öldürmüştünüz de; sonra o konuda birbirinizle çekişmeye başlamıştınız. Allah ise sizin
gizlediğinizi açığa çıkarıcıdır.
73- Sığırın bir parçasını ölüye vurun, demiştik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir. Ve sizlere âyetlerini gösterir ki,
aklınızı başınıza alasınız.
Kâtil ve Mucize:
Buhârî der ki: «Birbirinizle çekişmeye başlamıştınız.» Yani ihtilâfa düşmüştünüz. İbn Ebu Hatîm’in… Mücâhid’den naklettiği rivayette de, Mücâhid bunu, ihtilâfa düşmüştünüz şeklinde tefsîr etmiştir. Atâ el-Horasânî ve Dahhâk, bu konuda, birbirinizle çekişmiştiniz şeklinde tefsîr etmişlerdir. İbn Cüreyc ise «Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz de sonra o konuda birbirinizle çekişmeye başlamıştınız.» âyetinin, birbirinize, siz öldürdünüz demeye başlamıştınız, şeklinde tefsîr etmiştir. D’ğerleri de, hayır siz öldürdünüz demişlerdi. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle der.
«Allah ise sizin gizlediğinizi açığa çıkarıcıdır.» Mücâhid der ki; sizin saklamakta olduğunuzu demektir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Arar İbn Müslim… Müseyyeb İbn Râfi’nin şöyle dediğini duyduğunu söyler: Kul yedi ev ötede bir iyilik yaparsa muhakkak Allah onu açığa çıkarır. Ve yine yedi ev ötede bir kötülük yaparsa mutlaka Allah Teâlâ onu da açığa çıkarır. Bunun doğrulanması Allah Teâlâ’nın şu ifâdesi ile, sabittir. «Allah ise sizin gizlediğinizi açığa çıkarıcıdır.»
«Sığırın bir parçasını ölüye vurun» demiştik. Bu bir parça, sığırın herhangi bir uzvunun parçası olabilir. Her halükârda mucize gerçekleşir ve harikulade olay ortaya çıkar. Ama bu parça muayyen de olabilir. Eğer hangi parça olduğunun belirtilmesinde bizim din ve dünya işimizle alâkalı konularda bize fayda sağlayacak olsaydı, muhakkak ki Allah Teâlâ onu bize açıklardı. Ama açıklamamış, müphem bırakmıştır. Bize bu noktanın açıklandığına dâir sahih bir rivayet de gelmemiştir. Bu sebeple Allah bu noktayı nasıl müphem bırakmışsa öylece biz de müphem bırakırız. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan… İbn Abbâs’dan nakleder ki, o şöyle demiş : İsrâiloğullarında ineği arayanlar kırk yıl aradılar ve nihayet onu bir adamın yanında buldular. Adam ineğini çok seviyor ve ne bedel verirlerse satmaktan kaçınıyordu. Nihayet derisi doluşunca para verdiler ve onu kestiler. Bir uzvunu ölüye vurdular, ölü damarlarından kan akarak kalktı. Ona seni kim öldürdü? dediler. O da beni falanca öldürdü dedi. Hasan ve Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de böyle derler ve onun bir parçasının ölüye vurulduğunu söylerler. İbn Abbâs’dan bir rivayette ise onlar ölüye ineğin kıkırdaktan sonra gelen bir kemiğini vurmuşlardı. Abdürrezzâk der ki; bize Ma’mer, Abîde’den nakletti ki onlar ölüye sığırın etinden bir parça vurmuşlardı. Ma’mer, Katâde’den naklen der ki; onlar ölüye sığırın budundan vurdular ve ölü dirilerek beni falanca öldürdü demiştir. Ebu Üsâme… İkrime’den nakleder ki; ölüye sığırın budundan vurulmuştu, ölü kalktı ve beni falanca öldürdü dedi. İbn Ebu Hatim der ki; Mücâhid ve Katâde’den bu şekilde rivayet edilmiştir.
Süddî der ki; ölüye omuzundan bir parça vurulmuştu, o da dirilmiş ve kendisini kimin öldürdüğü sorulmuş, o da beni kardeşimin oğlu öldürdü demişti. Ebu’l-Âliye der ki Mûsâ (a.s.) sığırın kemiklerinden bir kemik alıp ölüye vurmalarını emretti, onlar da böyle yaptılar. Ölü dirildi ve katilin adını söyleyip tekrar oluverdi. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; onlar ölüye sığırın uzuvlanndan bir parçayı vurmuşlardı.
«İşte Allah ölüleri böyle diriltir.» Yani onlar vurdular ve Allah ölüyü diriltti. Allah, burada onların gözleriyle şahidi oldukları ölünün diriltilmesi olayını, kendi kudretinin ve ölüleri diriltmesinin örneği olarak sunuyor. Allah Teâlâ bunu öldükten sonra dirilmeye delîl olarak yapmıştır. Böylece onlar arasındaki husûmeti ve bozgunu aralıyordu. Allah Teâlâ bu sûrede ölülerin diriltilmesi konusundaki yaratıcı gücünü beş ayrı yerde zikretmektedir: «Sonra ölümünüzden sonra tekrar dirilttik» âyeti celîlesinde, bu kıssada, ölüm korkusuyla binlerce oldukları halde yurtlarından çıkanların kıssasında, damları üzerine yıkılmış olan kasabaya uğrayan kişinin kıssasında ve İbrahim (a.s.) in kuşları diriltmesi kısasında bahis mevzuu etmektedir. Allah Teâlâ ölümünden sonra yeryüzünü diriltmeyle çürüyüp toprak olan cesetleri diriltme konusuna dikkatleri çekmiştir. Nitekim Ebu Dâvûd el-Tayâlisî der ki; bize Şu’be… Ebu Rezîn el-Ükeylî’den nakleder ki, o şöyle demiş : Ben Hz. Peygambere dedim ki; Ey Allah’ın Rasûlü, Allah ölüleri nasıl dirilte-cektir? O, buyurdu ki; sen sararmış bir vâdîden geçmedin mi? Sonra onun yeşerdiğini görmedin mi? Evet dedim. Bunun üzerine buyurdu ki; öldükten sonra dirilme de böyledir. Veya şöyle dedi: İşte Allah ölüleri de böylece diriltir. Bunun şahidi Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesidir : «İşte onlara bir âyet: Ölü yeri diriltir ve oradan taneler çıkarırız da ondan yerler. Orada hurmalıklar ve üzüm bağları var ederiz, aralarında pınarlar fışkırtırız. Onu ve elleriyle yaptıklarının mahsûllerini yesinler diye. Hâlâ şükretmezler mi?» (Yâsîn, 33-35)
Rivayete göre İsrâiloğulları arasında zengin, yaşlı bir kişi vardı. Adamın tek oğlu bulunuyordu. Amcasının çocukları mirasına konmak için adamın oğlunu öldürmüşlerdi. Sonra da gelip kanını ve diyetini taleb ediyorlardı. Bu hususta Cenâb-ı Allah, bir sığır kesmelerini emretti. Kesilen sığırın bir parçasının ölünün vücûduna vurulması halinde, ölünün dirileceğini ve kendisini kimin öldürdüğünü söyleyeceğini bildirdi. Yahudiler sığın kestiler ve ölüye ondan bir parça vurdular. Allah ölüyü diriltti ve ölü kendisini kimin öldürdüğünü haber verdi. İşte Cenâb-ı Allah yahûdîlere bu vak’ayı hatırlatmaktadır. Hani Mûsâ Peygamber sizin atalarınıza demişti ki, «Allah herhangi bir sığır kesmenizi emrediyor.» Onlar Allah’ın emrini yerine getirmemişler ve beklemişlerdi. Hattâ «Ey Mûsâ bizimle alay mı ediyorsun?» diye ona çıkışmışlardı. Mûsâ Peygamber de, «Ben ciddî konularda alay edecek birisi değilim, dediklerinizden Allah’a sığınırım» diye karşılık vermişti. Hz. Musa’nın dediklerinin ciddî olduğunu anlayan yahûdîler, kesilecek sığırın nasıl olması gerektiğini Rabbından öğrenmesini Hz. Musa’dan istemişlerdi. Hz. Mûsâ da onun büyük veya küçük olmayan, orta semizlikte bir sığır olduğunu bildirmiş ve emrolundukları şekilde kesmelerini söylemişti. Ama yahûdîler yine karşı çıkıp renginin nasıl olacağını sorunca, Hz. Mûsâ renginin fazlaca sarı olup, görenler tarafından hoş karşılanan, sevilen bir sığır olması gerektiğini bildirmişti. Yahûdîler bununla da yetinmemişler, sığırın niteliklerinin daha çok açıklanmasını istemişlerdi. Davranışlarının aşırılığını hissederek, sığırın kendileri tarafından farkedilir gibi olduğunu belirtmişler ve mazeret göstermeye çalışmışlardı. Yüce Allah, istenilen sığırın daha önce toprak sürmemiş ve su çekmemiş bir hayvan olmasını ve her türlü eksikliklerden salim bulunmasını bildirmişti. Bunun üzerine yahûdîler Hz. Musa’ya «şimdi dediğini anladık» diyerek istenen sığın araştırmaya başlamışlar ve annesinin emrini dinleyen bir yetîm çocuğun sığırı olduğunu görmüşlerdi. Rivayete göre sığırın, derisini altınla doldurmak şartıyla onu satınalmışlardı. Burada Yüce Allah hitabım peygamber devrindeki ya-hûdîlere çevirerek, atalarının davranışlarını, onlara hatırlatmakta ve kötü hallerini gözleri önüne sermektedir. [97]
74- Sonra bunun ardından kalbleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibidir. Yahut daha da katı. Zira taşın öylesi vardır ki; ondan ırmaklar kaynar, öylesi vardır ki; yarılıp ondan su fışkırır, öylesi de vardır ki; Allah korkusundan yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir.
Taş Kalbli Yahudiler:
Allah Teâlâ tsrâiloğullannı uyarıp gördükleri ilâhî mucizelere ve bilhassa ölülerin diriltilmesine dikkatleri çekerek buyuruyor ki: «Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibidir.» Ebediyyen yumuşamaz. Bunun için Allah Teâlâ mü’minlerin aynı duruma düşmelerini yasaklamaktadır. Hadîd sûresinde ise şöyle buyurmaktadır : «İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve ondan inen gerçeğe içten bağlanması zamanı daha gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitab verilenler gibi olmasınlar, onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı, çoğu fâsıklardır.» (Hadîd, 16).
Avfî tefsirinde, îbn Abbâs’dan naklen der ki: Ölüye kesilen hayvanın bir parçası vurulunca dirildi, oturdu ve kendisine, seni kim öldürdü denildiğinde, kardeşimin oğulları öldürdüler deyip tekrar ruhu kabz-olundu. Adamın öldüğünü görünce kardeşlerinin oğullan Allah’a and-içerek biz öldürmedik dediler ve böylece gördükten sonra hakkı yalanladılar. İşte bunun için Allah Teâlâ: «Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı» buyurmaktadır. Bununla yaşlı ölünün yeğenleri kaydedilmektedir. «Şimdi onlar taş gibidir yahut daha da katı.» İsrâiloğullarının kalpleri uzun süre geçmesi nedeniyle gördükleri âyetlere ve mucizelere rağmen öğüt dinlemekten uzak oldu. Katılığından onların kalpleri, yumuşatılmak imkânı olmayan taşlar gibiydi, hattâ taşlardan da katıydı. Çünkü kimi taşlardan ırmaklar akıtan gözeler kaynar, kimisinden sular fışkırır, kimisi de Allah’ın haşyetinden dağlardan aşağı yuvarlanır. Hepsi kendi hesabına göre bir idrâk içerisindedir. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Yedi gök ve yer ve bunlarda bulunan kimseler O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen yoktur. Fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halîm, Ğafûr olandır.» (İsrâ, 44).
Ebu Necîh Mücâhid’den naklen der ki; Şu fışkırtan veya su yüzünden yanlan veya dağın tepesinden yuvarlanan her taş Allah’ın haş-yetindendir. Bunu Kur’an-ı Kerîm böyle belirtmektedir. Muhammed îbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed… tbn Abbâs’dan nakletti ki, o bu âyeti şöyle tefsîr etmiştir: Taşlar, sizin kendisine çağrıldığınız hakîkat karşısında bazan sizin kalplerinizden daha yumuşaktır. «Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir.» İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Yahya İbn Ebu Tâlib’in «Zira taşın öylesi vardır ki ondan ırmaklar kaynar» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti : Bu çok ağlamak demektir, «öylesi vardır ki yanlıp ondan su fışkırır.» Bu da az ağlamaktır, «öylesi vardır ki Allah korkusundan yuvarlanır.». Bu da gözden yaş dökmeden kalb ile ağlamaktır.
Arab.dili bilginleri Allah Teâlâ’nın : «Şimdi onlar taş gibidir yahut daha da katı.» âyetindeki yahut anlamına gelen “Ev” harfinin şek için olmasının imkânsızlığında birleştikten sonra, bir kısmı vâv gibi atıf edatı olması gerektiğini söylemişlerdir. Bu takdirde mân⫪imdi onlar taş gibidir veya daha da katı» şeklinde olur. Nitekim buna benzer bir başka âyet-i kerîmede Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır : «Rabbmm hükmüne kadar sabret, onlardan günah işleyen veya kâfir olanlara uyma.» (İnsan, 24)
Başkaları da buradaki “Ev” harfi daha da anlamına gelen “Bel” manasınadır. Bu takdirde âyetin mânâsı şöyle olur: «Şimdi onlar taş gibidir hatta daha da katı». Nitekim Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerîme’de aynı edatı kullanmaktadır : «Kendilerine, elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekât verin denilenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında içlerinden bir kısmı hemen insanlardan, Allah’tan korkar gibi hattâ daha çok korkarlar…» (Nisa, 77) Bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyrulmaktadır: «Onu yüz bin hattâ daha çok kişiye peygamber olarak gönderdik.» (Saffât, 147) Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyrulur: «Aralan iki ay aralığı kadar hattâ daha da yakın oldu.» (Necm, 9)
Başkaları da dediler ki; bu âyetin mânâsı şöyledir: «Şimdi onlar taş gibidir, hatta sizin yanınızda daha da katıdır.» Bunu İbn Cerîr nakleder. Başkaları da dediler ki; burada maksad, bir konuyu muhataba müphem bırakmak içindir…
Bazıları da dediler ki bunun mânâsı şöyledir: Sizin kalpleriniz şu iki örneğin dışına çıkamaz: Ya kalpleriniz taş gibi olur veya ondan daha katı olur.
İbn Cerîr der ki; bu te’vîle göre âyetin mânâsı şöyledir: Kalpleriniz katılık bakımından bir kısmı taş gibidir, bir kısmı taştan da katıdır. İbn Cerîr diğer rivayetleri belirtmekle beraber bunu tercih etmiştir.
Ben derim ki; bu son söz Allah Teâlâ’nm şu kavline benzemektedir : «Onların misâli ateş yakan kimsenin misâli gibidir ki ateş çevresindekileri aydınlatınca Allah onların ışığını giderdi… Yahut gökten inen sağanağa tutulmuş gibidirler ki onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek vardır.» (Bakara, 17-19) Bunun benzeri bir başka âyet-i kerîme’de de şöyledir : «Küfredenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah’ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir. Veya engin denizin karanlıklarına benzer…» (Nûr, 39-40) Yani onların arasından kimileri böyledir, kimileri de öyledir. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh der ki; bize, Muhammed İbn Ahmed İbn İbrahim… Abdullah İbn Ömer’den nakletti ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş :
«Allah’ın zikrinden başka konularda sözü çoğaltmayın, çünkü Allah’ın zikrinden başka çok söz kalpte katılıktır. İnsanlar arasında Allah’a en uzak olan da kalbleri katı olanlardır.»
Bu hadîsi Tirmizî Zühd kitabında rivayet eder. Bir başka rivayet tarîki da, İbrâhîm İbn Abdullah kanalıdır. O bunun İbrahim yoluyla nakledildiğinden başkasını bilmediğini ve diğer naklin garîb olduğunu söyler. [98]
75- Onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Onlardan öyle bir zümre vardı ki, Allah’ın kelâmını din
lerlerdi de akılları yattıktan sonra, bile bile bunu değiştirirlerdi.
76- Mü’minlerle karşılaştıkları zaman, İnandık derlerdi, birbirleriyle başbaşa kaldıklarında, Rabbınızın katında, aleyhinde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz, buna akimiz ermiyor
mu? diye birbirlerini uyarırlardı.
77- Bilmiyorlar mı ki; ne gizlerler, ne açıklarlarsa Allah hepsini bilir.
Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Ey Mü’minler, onların size inanmasını mı umuyorsunuz?» Bu sapık yahûdî topluluğunun size itaat edip bağlanacağını mı bekliyorsunuz? Onların ataları da apaçık mucizeleri gördükleri halde yine de kalpleri kararmış ve kalpleri hakka ittibâ et- memişti. «Onlardan öyle bir zümre vardır ki Allah’ın kelâmım dinlerlerdi ve akılları yattıktan sonra bile bile bunu değiştirirlerdi.» Onlar bu tahrif ve te’vîllerinde hatâya düşüyorlardı. Burası Allah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîme’sine çok benzemektedir : «Sözlerini bozdukları için, onlara la’net ettik, kalplerini katılaştırdık. Onlar sözleri yerlerinden değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmini unuttular. İçlerinden pek azından başkasının dâima hainliklerini görürsün…» (Mâide, 13)
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Sonra Allah Teâlâ, ne-bîsi Hz. Muhammed Mustafâ’ya ve onunla beraber bulunanlara yâ-hûdîlerden ümitlerini kesmeleri için şöyle buyurmaktadır : «Onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Onlardan öyle bir zümre vardı ki Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de…» Allah’ın kelâmını dinlemekten mak-sad Tevrat’ı okumaları ve dinlemeleri değildir. Çünkü onların hepsi de Tevrat’ı dinlemişti. Bunlar Hz. Musa’dan Rabblanm görmeyi isteyenlerdi ki, bu sebeple onlan yıldırım çarpmıştı. Muhammed tbn İshâk der ki; bana bazı ilim erbabı, onların Hz. Musa’ya şöyle dediklerini nakletti : «Ey Mûsâ, bizimle Allah’ı görmek arasına engel girdi, Seninle konuştuğu sırada bize Allah’ın kelâmını dinlet. Hz. Mûsâ bu durumu Allah Teâlâ’ya arzettiğinde; peki onlara söyle, temizlensinler, elbiselerini arıtsınlar ve oruç tutsunlar, buyurdu. Onlar da bunu yaptılar. Sonra kendilerini Tûr dağına çıkardı, üzerlerini bulut kaplayınca, Mûsâ onlara secdeye kapanmalarını emretti. Onlar da secdeye kapandılar. Hz: Mûsâ Rabbı ile konuştu, onlar da Allah Hz. Musa’ya emir ve yasaklarını söylerken sözünü dinlediler. Öyle ki duydukları herşeyi ezberlediler. Sonra İsrâiloğullanna geldiler ve kabilelerinin yanına gelince içlerinden bir kısmı Allah’ın onlara emrettiği şeyi tahrif etti. Hz. Mûsâ, İsrâiloğullanna : «Allah size şunları ve şunları emretti» deyince onların arasından Allah’ın burada sözünü ettiği kişiler dediler ki: Hayır Allah şöyle ve şöyle dedi. Allah Azze ve Celle’nin buyruğuna aykırı görüş beyân ettiler. İşte Allah’ın Rasûlüne bahsettiği kimseler bunlardır.
Süddî der ki: «Onlardan öyle bir zümre vardı ki Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de akılları yattıktan sonra bile bile bunları değiştirirlerdi…» Bu, tahrif ettikleri Tevrat’tı. Süddî’nin zikrettiği bu son görüş âyetin zahirine uygun düştüğü için İbn Abbâs ve İbn İshâk’ın zikrettiğinden daha uygundur. Hernekadar İbn Cerîr bunları tercih etmişse de, Allah’ın kelâmım işitmiş olmaları ifâdesinden Mûsâ (a.s.) ı işittiği gibi işitmenin anlaşılması zorunluluğu yoktur. Nitekim buna benzer bir ifâde Tevbe sûresinde vârid olmaktadır: «Müşriklerden biri sana sığınırsa, o Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar onu kabul et. Sonra onu güven içinde gideceği yere ulaştır. Çünkü onlar bilgisiz bir topluluk-tur.» (Tevbe, 6) Bunun için Katâde : «Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de akılları yattıktan sonra bile bile bunu değiştirirlerdi» âyeti konusunda şöyle demiştir : Bunlar yahûdîlerdir. Onlar Allah’ın kelâmını dinliyor ve akıllarına iyice yattıktan sonra, onu değiştiriyorlardı. Mücâhid der ki: Allah’ın kelâmını gizleyip tahrif edenler yahûdîlerin bilginleriydi.
Ebu’l-Âliye der ki: Kendi kitaplarında Allah’ın indirdiği şekilde Hz. Muhammed (s.a.) in sıfatlarını gördüler ve onun yerini değiştirdiler.
Süddi der ki: «Bile bile bunu değiştirirlerdi.» Yani onlar günah işlediklerini biliyorlardı.
Vehb İbn Münebbih, İbn Zeyd’in «Allah’ın kelâmını dinlerlerdi de akılları yattıktan sonra bile bile bunu değiştirirlerdi.» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu Tevrat’ı tahrif ediyorlar ve ondaki helâli haram, haramı helâl kılıyorlardı. Hakkı bâtıl, bâtılı da hak yerine koyuyorlardı. Hak sahibi kendilerine rüşvet getirdiği zaman, ona Allah’ın kitabını gösteriyorlardı. Haksız bir kişi de rüşvet getirdiği zaman, yine kitabı getirip onun haklı olduğunu belirtiyorlardı. Herhangi bir kişi gelip kendilerine hakkı olmadığı bir şeyi isterse, rüşvet vermediği takdirde ona hakkı emrediyorlardı aksi halde emretmiyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «insanlara iyiliği emreder de kendi nefsinizi unutur musunuz? Halbuki siz kitabı okur durursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacakmısınız?» (Bakara, 44) buyurmuştur.
Muhammed İbn İshâk der ki; bize Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dan nakletti ki: «Mü’minlerle karşılaştıkları zaman inandık derlerdi.» âyetini o şöyle tefsir etmiştir: Yani sizin arkadaşınız olan Rasûlullah’a inandık, ama o, yalnız sizin için gelmiştir derlerdi. «Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında Rabbınızın katında aleyhinizde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu? diye birbirlerini uyarırlardı.» Araplara böyle demeyin çünkü onların aleyhinde bir kapı açabilirsiniz. Onun bir peygamber olduğunu ikrar etmeyin çünkü O’na ittibâ etme konusunda Allah’ın sizden bir ahid aldığını biliyorsunuz. Allah, onun bizim beklediğimiz peygamber ve kitabımızda niteliklerini bulduğumuz kişi olduğunu haber veriyor. Onu inkâr edin ve kabul etmeyin. «Bilmiyorlar mı ki ne gizlerlerse, ne açıklarlarsa Allah hepsini bilir.» Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki: Bununla kasdolunanlar yahûdîler ve münafıklardır. Çünkü onlardı Hz. Muhammed (s.a.) in ashâbıyla karşılaştıklarında biz inandık diyenler.
Süddî de der ki: Bunlar, yahûdîlerden inanıp da sonra münafık olanlardır. Rebî’ İbn Enes, Katâde ve daha başka halef ve seleften kişiler «de aynı şekilde tefsîr etmişlerdir. Hattâ Vehb İbn Münebbih’in rivayet ettiğine göre Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem dermiş ki; Rasıi-lullah (s.a.) şöyle buyurdu : Onlardan Medine’ye gelenler muhakkak inanarak giderler. Bunun üzerine küfür ve nifak ehlinin reisleri dediler ki: Onların yanına vardığınızda biz inandık deyin, bize döndüğünüzde de küfredin. Onlar sabahleyin Medine’ye geliyorlar ve ikindiden sonra da kendi yurdlarma dönüyorlardı. Nitekim bir başka âyet-i ke-rîme’de de Cenâb-ı Allah şöyle buyurur : «Kitab ehlinden bir kısmı da şöyle dedi: İnananlara indirilene; günün başında inanın, sonunda inkâr edin belki dönerler. Dininize uymayanlardan başkasına uymayın. De ki: Doğru yol Allah’ın yoludur. Mesele size verilenin benzerinin bir başkasına da verilmesidir. Yoksa Rabbımızın katında size karşı bir hüccet ‘ mi gösterecekler? De ki doğrusu bol nimet Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.» (Âl-i İmrân, 72-73).
Onlar Medine’ye geldiklerinde, biz müslüman olduk derlerdi. Ra-sûlullah (s.a.) in durumunu öğrenip haber vermek için tekrar yurtlarına gittiklerinde de küfre dönerlerdi. Allah Teâlâ nebisine bu durumu haber verince, onlann elindeki bu imkân da yokoldu. Çünkü bir daha Medine’ye giremiyorlardı. Mü’mirîler onların mü’min olduklarını zannediyorlar ve diyorlardı ki: Allah Teâlâ sizin hakkınızda şöyle ve şöyle söylemedi mi? Onlar da evet diyorlardı. Kendi kavimlerine döndüklerinde «Rabbımızın katında aleyhimizde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz. Buna aklınız ermiyor mu? diye birbirlerini uyarıyorlardı.»
Ebu’l-Âliye der ki: «Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz.» Yani sizin kitabınızda bahsettiği Hz. Muhammed’in sıfatlarını niçin onlara söylüyorsunuz? demektir. Abdürrezzâk Ma’mer’den, o da Katâde’den nakleder ki-; o, bu âyet-i kerîme’nin tefsirinde şöyle buyurmuştur : Onlar, ilerde bir peygamber gelecek diyorlardı. Birbirleriyle başbaşa kalınca da : «Rabbımzın katında aleyhinizde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz?» diyorlardı.
İbn Cüreyc der ki, bana, Kasım İbn Ebu Bezze, Mücâhid’den bu âyet-i kerîme hakkında nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) Kurayza günü Yahudilerin hisarlarının dibinde durdu ve dedi ki: Ey domuzların ve maymunların kardeşleri, ey Tağût’un kulları, Onlar, bu durumu Mu-hammed (s.a.) e haber veren kimdir? dediler. Bu söz sizden çıkmış olmalıdır dediler. «Rabbımzın katında aleyhinizde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz?» âyeti bunu bildiriyor. Yani sizin aleyhinizde onların elinde bir dayanak bulunsun diye mi? İbn Cüreyc Mücâhid’den nakletti ki; Hz. Peygamber onlara Hz. Ali’yi gönderdiği zaman Yahudiler bu sözü söylemişler ve Hz. Peygambere hakaret etmişlerdi. Süddî der ki: Bunlar yahûdîlerden bir grup- tur. Önce inandılar, sonra münafık oldular ve Araplardan mü’riıin olanlara kendilerine yapılan azabı anlatarak birbirlerine şöyle diyorlardı: Rabbınızın katında aleyhinizde delil göstersinler diye mi Allah’ın size açıkladığı azabı onlara anlatıyorsunuz? Biz Allah katında sizden daha üstün ve daha sevimliyiz desinler diye mi? Atâ el-Horasânî ise bu âyetin tefsirinin Allah’ın sizin lehinizde ve aleyhinizde verdiği hüküm, şeklinde olduğunu söylemiştir. Hasan el-Basrî der ki: Bunlar yahûdî-lerdir. İnananlarla karşılaştıklarında biz inandık derlerdi, birbirleriyle başbaşa kaldıklarında kendi aralarında, Allah, kitabınızda aleyhinize açıkladığı hususları, Muhammed’in ashabına söylemeyin, sonra onu sizin aleyhinizde delil olarak kullanırlar ve size düşmanlık ederler, diyorlardı.
Ebu’l-Âliye «Bilmiyorlar mı ki neyi gizler, neyi açıklarlarsa Allah hepsini bilir.» âyeti hakkında şöyle demiştir: Hz. Muhammed (s.a.) i inkâr ve yalanlama konusunda kendi kitaplarında bulunan şeylerden, neyi gizlerler ve neyi açıklarlarsa Allah hepsini bilmektedir. Katâde de böyle demiştir. Hasan der ki: «Ne gizlerlerse» onlar şunu gizliyorlardı: «Onlar Hz. Muhammed (s.a.) in ashabından yüzçevirip de kendi arkadaşlarının yanına döndüklerinde birbirlerini; Hz. Muhammed’in ashabına kendi kitaplarında açıklamış olan şeyleri (okumalarını) yasaklarlardı. Sebebi de; Hz. Muhammed’in ashabının kendi kitaplarında Allah katında kendilerine karşı bir hüccetleri bulunması korkusuydu.» «Ne açıklarlarsa» Yani Muhammed (s.a.) in ashabına îman ettik derlerse. Ebu’l-Âliye, Rebi’ ve Katâde de böyle tefsir etmişlerdir. [99]
78- Onlardan bir kısmı ümmîdirler, kitabı anlamazlar. Birtakım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.
79- Vay, kitabı elleriyle yazıp da sonra az bir paha ile satabilmek için «Bu Allah katmdadır» diyenlere elleri
nin yazdıklarından dolayı vay onlara! Vay onlara. O kazanmış oldukları yüzünden.
Kitabı Tahrif Edenler:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: «Onlardan,» yani ehl-i kitab’tan bir kısmı da ümmîdirler. Mücâhid de bunların ehl-i kitâb olduğunu söylemiştir. Ümmî, iyi yazı yazamayan kişidir. Ebu’l-Âliye, Rebî’, Katâde ve İbrahim Nehaî ile daha başkaları da böyle demişlerdir. Bu husus, Allah Teâlâ’nın «kitabı anlamazlar» kavlinden de açıkça anlaşılmaktadır. Yani kitapta neyin bulunduğunu bilmezler. Bunun için Rasûlullah (s.a.) in da sıfatlarından birisi ümmî olmasıdır. Zira o da güzel yazı yazamazdı. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Sen daha önce bir kitabtan okumuş ve elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.» (Ankebût, 48). Nitekim Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz de şöyle buyurur : «Biz ümmî bir ümmetiz, yazmayız, ayı da hesaplayanlayız, şöyle ve şöyle.» Yani biz ibâdetlerimizin vaktini tayinde yazıya ve hesaba ihtiyâç duymayız. Bir başka âyet-i kerimede Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Odur ümmîler arasından kendilerine bir Rasûl göndermiş olan.» (Cum’a, 2).
İbn Cerîr der ki; Araplar, yazı yazamayan kişileri; yazı yazmasını bilemedikleri için, babası yerine annesine nisbet ederek ümmî derlerdi. Ancak İbn Cerîr İbn Abbâs (r.a.) dan bunun hilâfına bir kavil rivayet edildiğini söyler. Buna göre Ebu Küreyb İbn Abbâs’dan «Onlardan bir kısmı ümmîdirler» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Ümmîler, Allah’ın kendilerine gönderdiği rasûlü tasdik etmeyen ve indirdiği kitabı doğrulamayan, ancak kendi elleriyle, yazdıkları şeyi câhil ve sefîhler grubuna, bu Allah katındandır diyenlerdir. İbn Abbâs’m bildirdiğine göre, elleriyle yazı yazdıkları halde Allah Teâlâ’nın onları ümmî olarak isimlendirmesi Allah’ın kitaplarım inkâr etmelerinden-dir. Sonra İbn Cerîr der ki bu te’vîl Arapların yaygın olan sözlerinden anlaşılanın tersinedir. Çünkü onlar arasında yaygın olan kanâate göre ümmî, yazı yazamayan kişidir.
Ben derim ki; ayrıca bu rivayetin ibn Abbâs’dan bu isnâdla nakledildiğinin sıhhati üzerinde durulması gerekir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
«Bir takım bâtıl şeyleri» İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki bâtıl şeylerden maksad; sözlerdir. Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; bâtıl şeyler yalan olarak ağızlarıyla söyledikleri sözlerdir. Mücâhid ise bunların yalan olduğunu ifâde eder. Süneyd Haccâc’dan o da İbn Cüreyc’den o da Mücâhid’den nakleder ki; «Onların bir kısmı ümmîdirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl şeyleri…» âyetinde bahs edilenler, kitaptan hiç bir şey bilmeyen yahûdîlerden bir topluluktur. Bu topluluk Allah’ın kitabında olanın aksine zann ile konuşuyorlar ve bunun kitapta olduğunu söylüyorlardı. Bu söyledikleri şey arzuladık- lan bir takım heves ve arzulardan ibaretti. Hasan el-Basri’den de benzer şekilde rivayet nakledilmiştir. Ebu’l-Âliye, Rebî’ ve Katâde ise bunu, kendilerinin sahip olmadıkları konularda, Allah’dan diledikleri bir takım dilekler ve hevesler diye tefsir etmişlerdir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem ise bu bâtıl şeylerin temenniler olduğunu belirtmiştir. Onlar biz ehl-i kitaptanız dedikleri halde ehl-i kitabtan değillerdi.
İbn Cerir der ki; doğruya en yakın olan söz Dahhâk’ın İbn Abbâs’-dan naklettiği söz ile Mücâhid’in sözüdür: Allah’ın kitaptan bir şey anlamazlar diye nitelendirdiği ümmîler Hz. Musa’ya indirilmiş olan kitaptan anlamazlar. Ancak yalan uydururlar ve yalan yere bir takım bâtıl ve hurafeler uydururlar. Buradaki temenni, yalan düzmek ve peyda etmektir. Osman İbn Affân (r.a.) dan rivayet edilen haber de böyledir. O şöyle demiştir: Ben ne boş şeyler istedim, ne de uydurdum. Yani ne bâtılın peşinden koştum ne de yalan uydurdum.
,. İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed… İbn Abbâs’dan nakletti ki: «Onlardan bir kısmı ümmîdirler, kitabı anlamazlar, onlar sadece bir takım bâtıl şeyleri zanneder dururlar.» âyet-i kerîmesinin kitapta bulunan şeyi bilmezler, buna rağmen zann ile senin peygamberliğini inkâr ederler, mânâsına geldiğini söylemiş. Mü-câhid ise «Onlar sadece zanneder dururlar» âyetinin yalan söylerler mânâsına geldiğini belirtir. Katâde, Ebu’l-Âliye ve Rebî’ de, haksız yere zann beslerler demek olduğunu söyler.
«Vay kitabı elleriyle yazıp da sonra onu az bir paha ile satabilmek için, ‘bu, Allah katındandır’ diyenlere vay; ellerinin yazdıklarından dolayı onlara vay onlara kazanmış oldukları yüzünden!» Onlar da yahûdîlerden bir başka gruptur. Bunlar, Allah’a karşı yalan yere şahitlik ederek sapıklığa çağıran ve insanların mallarını bâtıl yolda yiyenlerdir. Yazıklar olsun anlamına gelen “Veyl” kelimesi helak ve yok olsunlar demektir ki, Arap dilinde bu kelimenin .mânâsı meşhurdur. Süfyân el-Sevrî, Ziyâd İbn Feyyâz’dan nakleder ki; o, Ebu İyâz’ın şöyle dediğini duyduğunu belirtmiş. Veyl, cehennemin temelinde bulunan bir irindir. Atâ İbn Yesâr ise Veyl’in cehennemde bir vâdî olduğunu ve içerisine dağlar girse onu yutacağını söyler.
İbn Ebu Hatim… Ebu Saîd el-Hudrî’den nakleder ki; o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söylemiş : «Veyl, cehennemde bir vâdî-dir. Oraya kâfir kırk sonbahar yuvarlanır da yine de dibine ulaşmaz.» Tirmizî bu hadîsi Abd İbn Hamîd kanalıyla… Derrâc’tan nakleder ve der ki bu, garîb bir hadîstir. Ancak onu İbn Lehîa’nın hadîsinden tanıyoruz. Ben derim ki; görüldüğü gibi bu hadîs sadece İbn Lehîa’dan nakledilmiş değildir. Ancak felâket ondan sonrasındadır. Bu hadîs bu isnâdıyla merfû ve münkerdir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
İbn Cerîr der ki; Bize Müsennâ… Osman İbn Affân’dan, o da Ra-sûlullah (s.a.) dan nakleder ki: «Kitabı elleriyle yazıp da sonra onu az bir paha ile satabilmek için; «bu Allah katındandır diyenlere yazıklar olsun.» âyeti konusunda şöyle demiştir: Veyl, cehennemde bir dağdır. O, yahûdîlerin hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar Tevrat’ı tahrif etmişlerdi. İstediklerini ona eklemişler, sevmediklerini de atmışlardı. Muhammed (s.a.) in adım Tevrat’tan silmişlerdi. İşte Allah bu sebebten onlara kızmış, Tevrat’ın bir kısmım kaldırarak : «Kitabı elleriyle yazıp ta, sonra onu az bir paha ile satabilmek için; bu Allah katındandır, diyenlere yazıklar olsun» demiştir. Bu hadîs de aynı şekilde garîbtir.
İkrime, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «Kitabı elleriyle yazıp da…» âyetinde kasdolunanlar; yahûdî hahamlarıdır. Saîd de, Katâde’den bunların yahûdîler olduğunu nakleder. Süfyân el-Sevrî Abdurrahmân İbn Alkame’den rivayet eder ki o, ben İbri Abbâs’a Allah Teâlâ’nın : «Kitabı elleriyle yazıp da…» kavlini sordum. O, bu âyet müşrikler ve ehl-i kitâb hakkında nazil olmuştur, dedi. Süddî der ki; Yahudilerden bir topluluk kendi elleriyle yazdıkları kitabı Araplara satıyorlardı ve bu kitabın Allah katından olduğunu söyleyerek onlardan az bir paha almaya çalışıyorlardı.
Zührî der ki; bana Übeydullah İbn Abdullah, İbn Abbâs’m şöyle dediğini nakletti: Ey Müslümanlar topluluğu, aranızda Allah’ın peygamberine gönderdiği kitab bulunurken ehl-i kitaba nasıl suâl soruyorsunuz? Bu kitab Allah’ın haberlerinin en yenisidir ve siz onu doğrudan doğruya okuyorsunuz. O, yaşlanmış değildir ve Allah Teâlâ size; kitab ehlinin Allah’ın kitabını değiştirdiklerini ve kendi elleriyle kitablar yazıp az bir pahaya satabilmek için bu, Allah’ın katındandır dediklerini bildiriyor. Size gelen bilgiler onlara suâl sormanızı yasaklamaz mı? Allah’a andolsun ki onların hiç birisi size indirilen kitab hakkında size suâl sormadı. Bu hadîsi Buhârî muhtelif yollarla Zührî’den nakleder. Hasan İbn Ebu Hasan el-Basrî der ki az pahadan maksad; bütün pislikleriyle dünyadır.
«Ellerinin yazdıklarından dolayı onlara yazıklar olsun!» Elleriyle yazdıkları yalan, iftira ve bühtandan dolayı onlara yazıklar olsun! Haram yediklerinden dolayı onlara yazıklar olsun! Nitekim Dahhâk’ın İbn Abbâs’tan naklettiğine göre o, yazıklar olsun âyetinin; üzerlerine azâb olsun mânâsına geldiğini söylemiştir. Elleriyle yazdıkları yalandan dolayı yazıklar olsun! Bilgisiz halkı ve diğerlerini kandırarak yediklerinden dolayı yazıklar olsun! [100]
Tevrat’ı elleriyle yazıp ta içindekileri kendi arzu ve isteklerine göre değiştirenlere şiddetli azâb vardır. Tevrat’ta Hz. Peygamberin vasıflarını görmüşler, elleriyle silerek onu değiştirmişlerdi. Yaptıklarının Allah katından olduğunu bildiriyorlardı. Bunu çok basît dünyevî değerler karşılığında satıyorlardı. İşte bu sebeple onlara şiddetli azâb vardır. Ayrıca onlar bu şenî davranışlarının dışında, kendilerine ancak kırk gün gibi kısa bir süre cehennem ateşinin dokunacağını bunun ancak kırk gün gibi kısa bir süre cehennem ateşinin dokunacağını bunun dışında cehennemde yanmayacaklarını iddia ediyorlardı. Bu kırk gün de, Hz. Musa’nın Tûr dağına çıkarken kendi başlarına kalıp Sâ-mirî’nin yaptığı buzağıya tapınmaları süresiydi. Ancak bu temelsiz bir iddia idi. Allah’tan böyle bir ahd almamışlardı: Allah’a bilmedikleri sözü isnâd ediyor ve gururları yüzünden bu yanlış iddiayı öne sürüyorlardı. Halbuki ey yahûdîler, siz işlediğiniz şenî suçlardan, küfrünüzden, peygamberleri öldürmenizden ve isyan ederek Allah’ın emirlerine muhalefetinizden dolayı cehennemde sürekli yanacaksınız. Çünkü Allah Hz. Âdem’den dünyanın sonuna değin, carî olacak tüm mahlûkât için geçerli umûmî kanunlar koymuştur. Bu kanunlara göre, kim bir suç işler veya kalbiyle, lisanıyla ve uzuvlarıyla bir hatâya iştirak ederse, haktan uzaklaşmış ve sapıklığa düşmüş olmasından dolayı cehennemde yanacaktır. Binâenaleyh, siz bu kanunun dışında kalacak değilsiniz. Hangi cinsten ve ırktan olursa olsun, kim îman eder ve sâlih amel işlerse, işte o cennet ashabıdır ve orada ebediyyen kalacaktır.
Bu âyette yüce Allah yahûdîlerin Tevrat’a aykırı davranışlarını açıklamakta, ona inandıklarını söylemelerinin açıkça yalan olduğunu belirtmektedir. Çünkü Allah Tevrat’ta onlardan sağlam sözler almıştır. Allah’tan başkasına ibâdet etmeyeceklerine, anne ve babalarına iyi muamele edeceklerine dâir ahitleri vardır. Akrabalara, yetimlere ve yoksullara iyilik yapacaklarını söylemişlerdir. Güzel söz söyleyip namaz kılacaklarına ve zekât vereceklerine ahdetmişlerdi. Ancak yahûdîler bütün bu ahdlerini bozmuşlar ve madde sevgisiyle ruhlarım esîr ederek ihsan ve saygıda kusur etmişlerdi. Akrabalarına ve vatandaşlarının hukukuna riâyet edeceklerini söyledikleri halde, tecâvüz etmişlerdi. Kitabın bir kısmına inanmış, bir kısmını inkâr etmişlerdi. Bu ise onlar için rüsvâylığın biricik nedeniydi. Tevrâtta birbirlerini öldürmeyecekleri, meşru’ yol dışında hiçbir kimsenin kanım akıtmıyacakiarı ve yurttaşı yurdundan çıkarmayacakları yazılıydı. Ancak onlar birbirlerini öldürmüşler, ve birbirlerini esîr etmişlerdi. Haklarında bunları yapmak yasak olduğu halde, bunu yapanlar, nasıl kitaba bağlı olduklarını söyleyebilirlerdi? Tevrat’taki hükümlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr edenlerin bu şenî fiilinin cezası, dünyada zillet, ahirette de elîm azâbtan başka bir şey olmazdı. İşte dünya hayatının riyaset ve mal gibi aldatıcı değerlerini âhirete tercih edenler, dünyalarım âhiret karşılığı satmış olan yahûdîlerdir. Onların azabı hafîfletilmeyeceği gibi dünya ve ahirette de kendilerine yardım edilmez. Burada sözü edilen yahûdîler Medine’deki Kurayza oğullarıyla, Nadîr oğullarıydı. Kurayza oğulları Medine’deki Evs kabilesiyle, Nadîr oğulları da Hazrec kabüe-siyle sözleşmişlerdi. Bu sözleşmeye rağmen, öbürleriyle savaşıyor yurd-larını harâb ederek, tuttuklarını esir alıyorlardı. Niçin böyle yaptıkları sorulunca da, Tevrâtta böyle emredildiğini söylüyorlardı.
Andolsun ki, biz Musa’ya Tevrat’ı verdik. Onun peşinden birbiri ardı sıra Peygamberleri gönderdik. Bu peygamberler Yûşa’, Dâvûd, Süleyman, Üzeyr, İlyâs, Elyesa, Yûnus, Zekeriyyâ ve Yahya (a.s.) dır. Meryem oğlu îsâ’ya da açık deliller ve mucizeler verdik. Ancak isrâiloğul-larına her peygamber geldiğinde, kendi istekleri ve arzuları doğrultusunda hareket etmeyince onlar peygamberlerden yüz çevirerek, büyüklük taslayıp ona uymaktan kaçınmışlardı. Her zaman yahûdîlerin yaptığı budur. Eski ve yeni, hangi devirde yaşarlarsa yaşasınlar yahûdîler, bu ortak karaktere sahiptirler. İlginç davranışlarından birisi de, Hz. Peygamberle alay ederek, «söylediklerin karşısında kalbimiz kapalıdır, oraya senin söylediklerin girmiyor» demeleridir. Yüce Allah onların bu iddialarını reddederek, söylediklerinin doğru olmadığını, ancak hakkın rahmetinden uzaklaştıklarını, küfür ve isyanları nedeniyle ilâhî tevfîk-ten mahrum kılındıklarını belirtmektedir. Yahûdîlerin elindeki Tevrat Hz. Peygamberin niteliklerini belirttiği halde, Hz. Peygamber gelince ve beraberinde de Tevrat’ı doğruluyan Kur’an’ı getirince, onlar büyükle-nerek Kur’an’ı inkâr etmişler ve dünya hayatını âhirete tercih etmişlerdi. Binâenaleyh, Allah’ın lâ’neti hep onların üzerinde olmuştur. Peygamberin çağdaşı olan yâhûdîler, O’nun hak peygamber olduğunu bildikleri halde ve kendi çocuklarını tanıdıkları gibi onu tanıdıkları halde inanmamışlardı. Zulüm ve kıskançlıktan başka bir nedene dayanmıyordu inanmayışları. Bunun üzerine Allah’ın gazabına çarptırılmışlardı. Peygamberi inkâr etmeleri, bu gazaba lâyık olmanın biricik nedeniydi. Onlar için horlaştırıcı ve rezîl edici bir azâb muhakkak gelecekti. Onlara «Kur’an’a inanın» denildiğinde «biz, ancak Tevrat’ta bize indirilenlere inanırız. Bunun dışındakileri inkâr ederiz» diyorlardı. Yüce Allah ise onlara, Kur’an’ın hak olduğunu ve Allah katından indiğini, onun gibi Allah katından indirilen Tevrat’ı doğruladığını belirterek, kitapların bir kısmına inanıp bir kısmına inanmayışlarının nedenini soruyordu. Tevrat’ta adam öldürmek-yasak iken, haksız yere peygamberlerini öldürenler yahûdîlerdi. Eğer Tevrat’a gerçekten inanı- yorlarsa neden adam öldürüyorlardı? Doğruyu söylemek gerekirse onlar, Allah katından gelen hiçbir kitaba inanmazlardı.
Peygamberleri öldürmeleri ve Hz. Musa’nın Tevrat ile birlikte değişik mucizelerle kendilerine gelmesinden sonra, onu bırakıp buzağıya tapınmaları gibi davranışları, yahûdîlerin Tevrat’a inanmadıklarının deliliydi. Ey Muhammed (s.a.), sen onlara, Allah’ın kendilerinden aldığı mîsâkı (sözleşmeyi) hatırlat. Burada Tevrat’a göre amel etmeleri em-rolunmuştu. Cenâb-ı Allah üzerlerine Tûr’u kaldırmış ve onlara, «size verdiğimizi ciddiyetle alıp dinleyin» demişti. Ancak yahûdîler, «dinledik ve isyan ettik» demekten başka bir şey yapmamışlardı. Allah’a ibâdet yerine buzağıya tapınmışlardı. Buzağının sevgisi onların kalbinin içine kadar sirayet etmişti. Tıpkı elektrik çarpmış gibi çarpılmışlardı. Onlara de ki, «eğer Tevrat’a îmanınız, sizi böyle yapmaya sevkediyor-sa, ne kadar kötü bir şeye inanmaktasınız! İnandığınız böyle ise ne kadar kötü bir inançtır sizinki!» [101]
80- Sayılı günlerden başka asla bize ateş dokunmayacaktır dediler. De ki: Siz Allah katından bir söz mü aldınız? Öyleyse Allah asla sözünden caymaz. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
Yahudilerin Ham Hayâlleri:
Allah Teâlâ yahûdîlerin kendileri için uydurdukları bir iddiayı bildirerek buyuruyor ki: Onlar kendilerine ateşin ancak bir kaç gün değebileceğini, sonra ateşten kurtulacaklarını söylüyorlar. Allah da, Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? buyurarak onları reddediyor. Eğer Allah’dan bir va’d sâdır olmuşsa, Allah vadinden caymaz. Hayır, siz Allah’a karşı bilmediğiniz bir yalan söylüyor ve ona iftira ediyorsunuz.
Muhammed İbn îshâk… İbn Abbâs’dan nakleder ki; Yahûdîler, bu dünya yedibin senedir. Biz, her bin sene için bir gün cehennemde kalacağız ve azâb göreceğiz. Bütün azâb süremiz sayılı yedi gündür diyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Sayılı günlerden başka asla bizeateş dokunmayacak dediler»- âyetini inzal, buyurdu. Sonra İbn İsnâfe Muhammed kanalıyla Saîd veya İkrime’den, onlar da İbn Abbâs’dan aynı sözü naklederler. Avfî, İbn Abbâs’dan nakleder ki; yahûdîler, bize ateş ancak kırk gece dokunacaktır, demişlerdi. Dahhâk der ki; İbn Ab-bâs şöyle dedi: Yahûdîler, Tevrat’ta cehennemin iki tarafı arasında kırk senelik yol bulunduğunun yazılı olduğunu gördüklerini iddia ettiler, sonra zakkum ağacına ulaşılabileceğini bildirdiler ki, bu ağaç cehennemin dibinde yetişmektedir. Allah’ın düşmanları dediler ki: Biz Zakkum ağacına varıncaya kadar azâb görürüz, ondan sonra cehennem yok olur gider. İşte Allah Teâlâ’nın: «Sayılı günlerden başka asla bize ateş dokunmayacaktır dediler» âyetinin mânâsı budur. Abdürrezzâk Ma’mer’den o da Katâde’den nakleder ki bu âyetin mânâsı, «bizim buzağıya tapındığımız günler kadar bize ateş dokunacaktır» demiş olmalarıdır.
İkrime der ki; Yahûdîler, Rasûlullah (s.a.) ile çekişerek dediler ki: Biz cehenneme ancak kırk gece gireceğiz. Ondan sonra Tanrı bizim yerimize bir başka kavmi cehenneme sokacak. Bununla Hz. Muhammed (s.a.) i ve ashabını kasdediyorlardı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) eliyle onları göstererek; hayır, siz cehennemde ebediyyen kalacaksınız. Oraya sizin arkanızdan hiç bir halef kılınmayacaktır, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Sayılı günlerden başka asla bize ateş dokunmayacaktır dediler.» âyetini inzal buyurdu. Ebu Bekr İbn Mer-dûyeh merhum der ki; bize Abdullah İbn Ca’fer… Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki o şöyle demiş : Hayber’in fethedildiği gün Hz. Peygambere zehirli bir kuzu ikram edildi. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine ya-hûdîlerden burada olanları toplayın dedi. Rasûlullah (s.a.) onlara : Babanız kimdir? diye sordu. Onlar, falancadır dediklerinde yalan söylüyorsunuz, bilâkis babanız falancadır buyurdu. Bunun üzerine onlar doğru söylersin ve iyi söylersin dediler. Sonra onlara dedi ki: Ben size bir şey soracağım, o sorduğum şey konusunda bana doğru söyleyecek misiniz? Onlar evet ey Ebu Kasım dediler, eğer sana karşı yalan söylersek nasıl babamızı bildiysen yalan söylediğimizi de bilirsin dediler. Rasûlullah (s.a.) onlara cehennem ehli kimlerdir? diye sordu. Onlar da : Biz orada az bir süre kalacağız, sonra bizim yerimize siz oraya gireceksiniz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Yere bakınız. Allah’a andolsun ki biz ebediyyen sizin yerinize oraya girmeyeceğiz. Sonra Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki: Şimdi ben size bir başka şey soracağım, o konuda bana doğruyu söyleyecek misiniz? Onlar evet Ey Ebu Kasım dediler. Bunun üzerine : Bu kuyuya zehir kattınız mı? buyurdu. Onlar da evet karşılığını, verdiler. Rasûlullah (s.a.) sizi buna sevkeden nedir? dedi. Onlar, eğer yalan söylüyorsan senden kurtulmakistedik, eğer peygamber isen sana asla zarar vermez dediler. Bunu îmâm %Ahmed, Buhârî ve Neseî Leys İbn Sa’d’den aynı şekilde naklederler. [102]
Yahudilere göre; cennet kendileri için hazırlanmıştır ve onlar ka-tiyyen cehenneme girmeyeceklerdir. Ancak Yüce Allah peygamberine şöyle demesini buyurmaktadır: «Eğer iddianızda samimî iseniz ve cennetin yalnız size âit olduğunu kabul ediyorsanız, ölümü isteyin, çünkü ölmek sizin için bir tehlike arz etmez. Ne de olsa öldüğünüz takdirde doğrudan cennete gireceksiniz. Bunda kesin kanâata sahipseniz, dolayısıyla çabucak ona ulaşmayı istemelisiniz.» Fakat onlardan hiç birisi ebediyyen ölümü istemez. Çünkü önceden- işledikleri küfür, fısk ve isyânla, suçsuz kişileri öldürmeleri ve peygamberlere karşı kötü davranmaları onların cennete girmesini önleyecektir.
Allah’a andolsun ki; dünyada uzun müddet yaşamayı en çok isteyen ve dünya mallarına en fazla harîs olan kavim yahûdîlerdir. Onlar, Allah’a şirk koşan ve âhirete inanmayan, müşriklerden daha çok dünyaperesttirler. Âhirete inanmayan müşrikler için dünyadan başka bir yerde hayat söz konusu olmadığından dünya hayatına hırsla bağlanmaları normal görünebilir. Kitab ehli olan ve bir. peygambere bağlanan yahûdîler ise onlardan daha çok dünyaya bağlanmakta ve sarılmaktadırlar. Materyalist yahûdîler dünyaya öylesine tutkundurlar ki, her biri bin sene yaşamak ister. Ancak bu istekleri onlar için elim bir azâbdan başka bir şey getirmez. Çünkü Allah onların yaptıklarını bilmekte ve onlan bu davranışlarından dolayı cezalandırmaktadır. [103]
81- Hayır, kötülük yapıp da günahı kendisini kuşatan kimseler, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar ateşte te
melli kalıcıdırlar.
82- İman edip, sâlih âmeller işleyenler; işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada temelli kalıcıdırlar.
Kurtuluş Salih Ameldedir :
Allah Teâlâ buyuruyor ki; Mesele sizin arzuladığınız ve istediğiniz gibi değildir. Aksine kim bir kötülük yapıp ta günahı kendisini kuşatırsa, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar ateşte temelli kalacaklardır. Kim de îman edip Allah’a ve Rasûlüne inanırsa, şeriata uygun düşen sâlih ameli işlerse onlar cennet ehlidirler. Burası Allah Teâlâ’nın şu kavline çok benzemektedir : «Bu, sizin kuruntularınıza ve kitab ehlinin kuruntularına göre değildir. Kim fenalık yaparsa cezasını görür. Kendisine Allah’dan başka ne dost ve ne de yardımcı bulur. Erkek veya kadın mü’min olarak kim sâlih ameller işlerse işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.» (Nisa, 123 -124)
Muhammed İbn İshâk derki; bana Muhammed İbn Muhammed, Saîd ve İkrime yoluyla İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Hayır kötülük yapıp da günahı kendisini kuşatan kimseler, işte onlar cehennemliklerdir.» Yani sizin amelleriniz gibi amel işleyip sizin küfrettiğiniz gibi küfrederek küfrü kendini kuşatan kimse için hiç bir hasene yoktur. Bir rivayette İbn Abbâs bunun şirk olduğunu söylemiş. İbn Ebu Hatim, Ebu Vâil, Ebu’l-Âliye, Mücâhid, İkrime, Hasan, Katâde, Rebî’ İbn Enes’den de aynı şekilde rivayet nakledildiğini söyler. Hasan da aynı şekilde söyler. Süddî ise kötülüğün büyük günah olduğunu bildirir. İbn Cüreyc Mücâhid’den nakleder ki: «Günahı kendilerini kuşatan» yani kalplerini ihata eden demektir. Ebu Hüreyre, Ebu Vâil. Atâ, Hasan da «Günahı kendisini kuşatan» ı şirki sebebiyle günahı kendisini kuşatan diye tefsir etmişlerdir. A’meş… Rebî’in bu âyeti şöyle tefsir ettiğini söyler: Tevbe etmeden evvel hatâları üzere ölen kimse. Süddî ve Ebu Rezîn’den de benzer şekilde rivayet nakledilir. Ebu’l-Âliye, Mücâhid ve Hasan bir rivayete göre, Katâde ve Rebî’ İbn Enes’den de bir başka rivayete gpre nakledilir ki; «Günahı kendisini kuşatan»; büyük günahı kendisini çevreleyen, ihata eden demektir. Bütün bu söylenenler mânâ bakımından birbirine yakındır. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Burada İmâm Ahmed’in rivayet ettiği bir hadîs zikredilir ki buna göre, Süleyman İbn Dâvûd… Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakleder ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Günahların küçük sayılanlarından siz sizi koruyun, çünkü bunlar birleşerek adamı helâka götürürler. Rasûlullah (s.a.) onlar için bir de örnek vermiş. Bunlar çöle inmiş bir kavim gibidirler. Bir şey hazırlamışlardır. Bir kişi çevreye gidip bir çöp getiriyor öbürü de gidip bir çöp getiriyordu. Nihayet odunu topladılar ve ateşi yaktılar ve ateşe attıkları şeyi pişirdiler.
Muhammed İbn İshâk, Saîd veya İkrime yoluyla İbn Abbâs’dan nakleder ki o, şöyle demiş : «îman edip sâlih ameller işleyenler işte on- lar cennetliklerdir.» Yani sizin (Yahudiler) küfrettiğinize inanıp ter-kettiğiniz dine göre amel edenler için cennet vardır, orada ebediyyen kalacaklardır, demektir. Allah onlara hayra göre sevabın, şerre göre cezanın bulunduğunu haber vermekte ve bunun asla kesintiye uğramayacağını bildirmektedir. [104]
83- Hani, İsrâiloğullarmdan; Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin; anaya, babaya, akrabalara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın. İnsanlara güzellikle söyleyin, namaz kılın zekât verin diye söz almıştık. Sonra pek azınız müstesna yüz çevirdiniz. Ve siz hâlâ yüz çevirenlerdensiniz.
Allah Teâlâ, İsrâiloğullarına emirler verdiğini ve kendilerinden bu emirlere uyacaklarına dâir söz aldığını, onların bu sözden vazgeçip kasıtla ve bile bile ondan yüzçevirdiklerini hatırlatıyor. Allah Teâlâ İsrâiloğullarına, Allah’a ibâdet etmelerini, O’na hiç bir şeyi ortak koşmamalarını emretmişti. Bu emri, bütün yaratıklarına aitti ve insanları bunun için yaratmıştı. Nitekim bir başka âyet-i kerîme’de Allah Teâlâ şöyle buyuruyor : «Senden önce gönderdiğimiz her peygambere Ben’den başka îlâh yoktur. Bana kulluk edin diye vahy etmişizdir.» (Enbiyâ, 25) Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyuruyor : «Andolsun ki her ümmete, Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan, Tağût’tan kaçının diyen peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin, peygamberleri yalanlayanların sonlarının nasıl olduğunu görün.» (Nahl, 26) Bu hak, hakların en üstünü ve en yücesidir. Çünkü Allah’ın hakkıdır. Allah’a ibâdet edilmesi ve ona hiç bir şekilde şirk koşulmaması hakkı. Sonra yaratıkların hakkı gelir. Yaratıklar içerisinde üzerinde en çok durulan ve en önemli hak ana ve baba’nın hakkıdır. Bunun için Allah Teâlâ kendi hakkıyla ana baba hakkını birleştirerek buyuruyor ki: «Bana ve ana ve babana şükret. Dönüş yine Bana’dır.» (Lukmân, 14) «Rabbın yalnız kendisine ibâdet etmeni, ana ve babana iyi davranmanı hükmetti.» (İsrâ, 23), «Yakınlara, miskinlere, yolculara (yol oğluna) hakkını ver.» (Bakara, 177).
Buhârî ve Müslim’in sahîh’inde nakledildiğine göre, İbn Mesûd der ki:
«Ben Hz. Peygambere; Ey Allah’ın Rasûlü, amellerin hangisi efdaldır diye sordum. O, vaktinde kılınan namaz dedi. Sonra hangisidir dedim. O, ana ve babaya iyi davranmaktır dedi. Sonra hangisidir dedim. O, Allah yolunda cihâd etmektir dedi.» Bunun için sahîh bir hadîste vârid olur ki, adamın biri Hz. Peygambere : Ey Allah’ın Rasûlü, kime iyi davranayım? diye sormuş O da annene demiş. Sonra kime deyince; O, annene demiş. Sonra kime deyince; O, annene demiş. Sonra kime deyince; O, babana, sonra sana kim yakınsa yakınına buyurmuş.
Yetimler; kendilerine kazanç getirecek babalan olmayan küçüklerdir. Miskinler ise; kendilerine ve ailelerine harcayacak bir şey bulamayan kimselerdir. Allah Teâlâ’mn «Allah’a ibâdet edin ve O’na hiç bir şeyi şirk koşmayın, anne ve babaya da iyi davranın.» âyetinde ayrıca bilgi verilecektir.
«İnsanlara güzellikle söyleyin.» Güzel konuşun ve onlara kolaylaştırın. Bu emrin içerisine; ma’rûfu emir ve münkerden nehiy de dâhil olur. Nitekim Hasan el-Basrî «İnsanlara güzellikle söyleyin» âyeti konusunda demiştir ki: Sözün güzeli, ma’rûfu emredip münkerden neh-yeden, halîm selim davranan, affeden, günahlardan vazgeçen ve insanlara güzel söyleyenlerin sözüdür. Allah’ın buyurduğu gibi güzel; Allah’ın hoşnut olacağı her türlü güzel huydur.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; Bize Revh… Ebu Zerr (r.a.) den o da Hz. Peygamberden nakletti ki Rasûlullah şöyle buyurmuş:
«Ma’rûftan hiç bir şeyi küçük görme. Eğer bulamazsan kardeşini sevimli bir yüzle karşıla.»[105]
Müslim Sahîh’inde ve Tirmizî Ebu Âmir kanalıyla bu hadîsi naklederler. İnsanlara güzel söz söyleme emrinin .iyi davranış emrinden sonra gelmesi uygundur. Çünkü fiilî ve kavlî ihsanın iki tarafı birleştirilmektedir. Sonra âyet-i kerime ibâdet ve ihsanı belirli bir davranışla yani namaz ve zekâtla pekiştirmektedir : «Namaz kılın, zekâtı verin.» Allah Teâlâ yahûdîlerin bütün bunlardan yüz çevirdiklerini, Allah’ın emirlerini arkalarına attıklarını, bildikten sonra kasıtlı olarak onlardan yüzçevirdiklerini haber veriyor. Ancak içlerinden çok az bir kısmı bunun dışındadır. Allah Teâlâ yahûdîlere verdiği bu emrin benzerini Nisa sûresinde bu ümmete de vermiştir. Nitekim, Nisa sûresinde buyurur ki: «Allah’a kulluk edin, O’na bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşınıza, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenip övünenleri elbette sevmez.» (Nisa, 36) Bu ümmet; Allah’ın bu buyruklarını, diğer hiç bir ümmetin yerine getirmediği biçimde yerine getirmiştir. Hamd ve minnet Allah’adır.
Bu konuda nakledilen garîb rivayetlerden birisi de İbn Ebu Hâtim’-in tefsirinde naklettiğidir. O der ki; bana babam… Eser İbn Vedîa’dan nakletti ki; ö, evinden çıktığında yahûdî veya hıristiyanla karşılaşınca mutlaka ona selâm verirmiş. Kendisine sen me yapıyorsun yahûdî ve hıristiyanlara selâm veriyorsun? denildiğinde; Allah Teâlâ «İnsanlara güzellikle söyleyin» buyuruyor ki bu selâmdır demiştir. İbn Ebu Hatim, Atâ el-Horasanî’den de böyle bir rivayet nakledildiğini söyler. Ben derim ki; sünnette onlara selâm verilmeyeceği sabit olmuştur. Doğruyu en iyi Allah bilir. [106]
84- Hani, bir de kanınızı dökmeyin, birbirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye söz almıştık, sonra bunu ikrar
ettiniz ve (ikrarınıza) şâhid de oldunuz.
85- Sonra sizler; birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşen, onları (yurtlarından) çıkarmak haram kılınmışken esîr olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz. Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle yapanm cezası; dünya hayatında rezîl olmaktan başka birşey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
86- İşte onlar, âhirete karşı dünya hayatını satın almış olanlardır. Bu yüzden kendilerinden azâb kaldırılıp, hafifletilmeyecek, yardım da yapılmayacaktır.
Yahudilerin Dönekliği:
Sânı yüce ve münezzeh olan Allah Teâlâ, Rasûlullah devrinde Medine’deki yahûdîleri kınıyor: O yahûdîler ki, Evs ve Hazrec’in arasındaki çatışmada önemli bir rol oynuyorlardı. Zira Evs ve Hazrec kabilesi ansâr’ı teşkil ediyordu ve bunlar câhiliyet devrinde puta tapan bir kavimdiler. Aralarında büyük savaşlar oluyordu. Medine yahûdîleri, Be-nu Kaynuka, Benu Nadir —ki Hazrec kabilesinin müttefikiydiler— ve Benu Kurayza —ki Evs kabilesinin müttefikiydiler— dan müteşekkil üç kabile idi. Bu kabilelerin arasında savaş çıktığı zaman her grup kendi müttefikiyle savaşıyordu. Dolayısıyla yahûdî kendi düşmanım öldürürken diğer gruptan yahûdîyi de öldürüyordu ki bu, kendilerinin dînine ve kitaplarının hükmüne göre haramdı. Düşmanlarını evlerinden çıkarıyor, evlerinin eşyasını tâlân ediyor, mallarım alıyorlardı. Ancak harb sona erince yenilen grubun esirlerini Tevrat’ın hükmü uyarınca serbest bırakıyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ buyuruyor ki:
«Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?»
Bu âyette Allah Teâlâ Yahudilere diyor ki: «Bir de kanınızı dökmeyin, biribirinizi yurdunuzdan sürmeyin diye sizden söz almıştık. Sonra bunu ikrar ettiniz ve ikrarınıza da şâhid oldunuz.» Birbirinizi öldürmeyeceğinize, birbirinizi evinizden çıkarmayacağınıza ve birbirinizin aleyhinde çalışmayacağınıza dâir sizden söz almıştık, «öyle ise Yaradanınıza tevbe edin ve kendinizi öldürün. Bu, sizin için Yaratanınızın katında da daha hayırlıdır.» Zira bir dinin mensupları bir tek nefs mesâbesindedirler. Nitekim Aleyhisselâtü Vesselam Efendimiz buyurur ki: «Mü’minler, dostluklarında, birbirlerine acımalarda ve birbirleriyle bağlılıklarında bir tek cesed gibidirler. Onun bir uzvu dertlenirse cesedin diğer uzuvları da uykusuz kalarak ve acı çekerek ona katılır[107] buyuruyor. «Sonra bunu ikrar ettiniz ve ikrarınıza şâhid de oldunuz.» Yâni siz bu sözü bildiğinizi kabul edip doğruluğunu ikrar ettiniz ve buna kendiniz de şâhid oldunuz.
«Sonra, sizler birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları yurtlarından çıkarmak haram kılınmışken esîr olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz.»
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed, Saîd İbn Cübeyr’den veya İkrime’den o da İbn Abbâs’dan nakletti ki bu âyet konusunda o şöyle demiş : Allah Teâlâ bu davranışlarından dolayı onları uyarmaktadır .Tevrat’ta yahûdîlere birbirlerinin kanlarını akıtmaları haram, esirlerini fidye olarak vermeleri ise farz kılınmıştı. Medine’deki yahûdîler iki grup idiler. Bir grubu Kaynuka oğulları teşkil ediyordu ki bunlar Hazrec kabilesinin müttefikiydiler. Nadir – ve Kurayza oğullan ise Evs kabilesinin müttefikiydiler. Evs kabilesi ile Hazrec kabilesi arasında bir savaş olunca Kaynuka oğulları Hazrec kabilesiyle, Nadîr ve Kurayza oğullan da Evs kabilesiyle savaşa çıkıyorlardı. Ve her grup müttefiklerini’ kendi dindaşlanna tercih ediyordu. Aralarında kan akıtıyorlardı. Halbuki ellerinde bulunan Tevrat’tan, neyin kendilerine helâl, neyin haram olduğunu biliyorlardı. Evs ve Hazrec kabilesi şirk ehli olup puta taparlardı. Ne cennet, ne cehennem bilirlerdi. Ne diriliş ne kıyamet tanırlardı. Ne kitaplan vardı, ne de helâl ve haram bilirlerdi. Harb son bulunca Tevrat’taki hükme uygun olarak .esirlerini fidye karşılığı serbest bırakıyorlardı. Karşılıklı olarak birbirlerine esirleri devrediyorlardı. Kaynuka oğulları kendi yanlannda bulunan esirleri Evs kabilesiyle, Nadîr ve Kurayza oğullan da kendi yanlarında bulunan esirleri Hazrec kabilesiyle değiştiriyorlardı. Akıtılan kanları işe heder sayıyorlardı. Sırf şirk ehline destek olmak için kendi aralarında ölülerini hedef yapıyorlardı. İşte Allah Teâlâ onları uyararak bu noktayı hatırlatıyor ve : «Yoksa kitabın bir kısmına inanıp bir kısmım inkâr mı ediyorsunuz?» buyuruyor. Tevrat’ın hükmüne göre; öldürmek, bir kişiyi.yurdundan çıkarmak ve Allah’a şirk koşanlara destek olmak yasak iken siz onlara destek oluyor, Allah’ı bırakıp puta tapanlara —sırf dünya malı için— yardımcı oluyorsunuz. İşte bu âyet, bana ulaştığına göre Evs ve Hazrec kabilesiyle yahûdîler arasında cereyan eden bu vak’a üzerine nazil olmuştur.
Esbât, Süddî’den naklen der ki: Kurayza oğullan Evs kabilesinin, Nadîr oğulları da Hazrec kabilesinin müttefikiydiler. Bu iki kabile Sü-meyr savaşında çarpışıyorlardı. Kurayza oğulları kendi müttefikleriyle birlikte Nadîr oğulları ve onların müttefiki olan Hazreclilere karşı savaşıyordu. Nadîr oğulları da Kurayza oğulları ve onların müttefiki olan Evs kabilesiyle birlikte savaşıyorlardı. Onları yeniyor, yurtlarını harâb ediyor, ve yurtlarından çıkarıyorlardı. îki gruptan bir grup esîr olunca ona fidye vermek üzere toplanıyorlardı. İşte bu davranışları dolayısıyla Araplar onları kınıyor ve diyorlardı ki; nasıl oluyor da hem onlarla savaşıyor, hem de fidyeleşiyorsunuz? Onlar da; biz onlara fidye vermekle emrolunduk, onlarla savaşmak bize haram kılındı diyorlardı. Araplar niçin savaşıyorsunuz? dediklerinde onlar, bizim müttefiklerimizin yenilmesinden utandığımız için savaşıyoruz, diyorlardı. İşte bunun üzerine Allah onları kınayarak buyurdu ki: «Sonra sizler birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımını yurtlarından süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları yurtlarından çıkarmak haram kılınmışken esîr olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz.»
Şu’be, Süddî’den naklen der ki: Bu âyet Kays İbn el-Hatîm hakkında nazil oldu.
Esbât, Süddî’den o da Abdhayr’dan nakleder ki, o şöyle demiş : Biz Süleyman İbn Rebîa el-Bâhilî ile Lencer’de savaştık, şehri muhasara ve fethettik. Esirler aldık. Abdullah İbn Selâm yediyüz dirheme bir yahûdî câriye satın aldı. Re’s el-Câlût’a uğradığında onun yanına indi ve dedi ki: Ey Res’el-Câlût senin» yanında kendi dininden yaşlı bir kimse var mı ki bunu benden satın alsın? O da var dedi. Abdullah İbn Selâm; onu yediyüz dirheme satın aldım deyince o, ben sana bir yediyüz dirhem de kâr vereyim dedi. Abdullah İbn Selâm dedi ki: Ben onu dört binden aşağıya vermemeye and içtim. Bunun üzerine o, benim ihtiyâcım yoktur dedi. Abdullah ibn Selâm ise; Allah’a andolsun ki; ya onu benden satın alırsın yahut da mensubu olduğun dini inkâr edersin, dedi. O, ,.yaklaş bana dedi. Abdullah İbn Selâm ona yaklaşınca, kulağına Tevrat’taki hükmü okudu : «Sen İsrâiloğullarından bir köle bulursan onu mutlaka alır ve azâd edersin.», «Onları yurtlarından çıkarmak hârâm kılınmışken esîr olarak geldiklerinde fidyeleşmeye kalkan kimselersiniz.» O’ sen Abdullah İbn Selâmmısm? dediğinde; «evet» dedi. Bunun üzerine dörtbin dirhemi getirdi ve Abdullah iki binini aldı, iki binini tekrar ona iade etti. Âdem İbn Ebu İyâs tefsirinde der ki; bana Ebu Ca’fer el-Râzî… Ebu’l-Âliye’den nakletti ki; Abdullah İbn Selâm Kûfe’de Re’s-Câlût’a uğradı. Arapların birleşmediği yahûdî kadınlarını fidye vererek satın alıyordu, fakat Arapların birleştiği yahûdî kadınlarım satın almıyordu. Abdullah İbn Selâm dedi ki: Sizin kitabınızda hepsinin fidye verilerek satın alınması konusunda bir emir bulunmaktadır.
Âyet-i kerîme’nin akışından anlaşılıyor ki; yahûdîlerin sıhhatine inandıkları Tevrat’ın hükmüne muhalefet edip doğruluğunu gördükleri ve bildikleri halde yerine getirmemeleri kınanmaktadır. Bunun için ne onların yanında bulunan Tevrat’a, ne de ondan naklettiklerine güvenilebilir. _K. zâ Rasûlullah (s.a.) in sıfatlan, gönderilişi, hicreti ve yurdundan ç sarılışı gibi hususları Yahudiler —Allah’ın la’neti onların üzerine olsun— kendi aralarında gizli tutuyorlardı. Bu sebeple Allah Teâlâ «Si2den böyle yapanların cezası, ancak dünya hayatında rüsvây-lıktır» buyuruyor^Yani Allah’ın şeriatına ve emrine muhlâfetten dolayı rezîl olmaktır. «Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar.» Elleri önünde bulunan ilâhî kitabı gizlemelerinin cezası olarak «Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. İşte onlar âhirete karşı dünya hayatını satın almış olanlardır.» Onlar dünya hayatım âhirete tercîh edip daha çok sevenlerdir. Dolayısıyla «Bu yüzden kendilerinden azâb kaldırılıp hafifletilmeyecek.» Bir an bile azâbları eksilmeyecektir «ve yardım da yapılmayacaktır.» Onları bu ebedî ve sürekli azâbtan kurtaracak hiç bir yardımcıları yoktur. Hiç kimse onları bu azâbtan alıkoyamaz. [108]
87- Andolsun ki, biz Musa’ya kitab verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu îsâ’ya da beyyineler verdik. Ve onu Rûh’ül-Ku-düs ile destekledik. Demek, bir peygamber size ne zaman gönüllerinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirirse, kibirlenmek istiyeceksiniz de; kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz öyle mi?…
Peygamberler ve Kitaplar:
Allah Teâlâ; İsrâiloğullannı, îsyân, inâd, muhlâfet ve peygamberlere karşı büyüklenmekle nitelendiriyor. Onların, sadece arzu ve heveslerine uyduklarını belirtiyor. Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’ya kitabı, yani Tevrat’ı verdiğini, ancak onların bunu tahrif edip değiştirdiklerini, Tevrat’ın emrine muhalefet edip te’vîl yoluna saptıklarını bildiriyor. Hz. Musa’dan sonra onun şerîatıyla hükmeden peygamberler ve nebiler gönderdiğini hatırlatıyor. Nitekim bir başka âyette şöyle buyuruyor : «Doğrusu, Biz yol gösterici ve nûrlandıncı olarak Tevrat’ı indirdik. Kendisini Allah’a teslim etmiş peygamberler, yahûdî olanlara onunla ve Rabba kul olan bilginler de Allah’ın kitabından elde mahfuz kalanla hükmederlerdi. Tevrat’a şâhid idiler.» (Mâide, 44) Ve yine «Onun ardından peygamberler göndermiştik» buyurulmaktadır. Nihayet İsrâiloğullarının peygamberleri Meryemoğlu îsâ ile son bulmuştur. Hz. îsâ, bazı hükümlerde Tevrat’tan farklı esaslar getirdiği için Allah ona mucizeler vermişti.
İbn Abbâs der ki; bu mucizeler arasında, ölüleri diriltmek ve kuş şeklinde çamurdan heykel yapıp ona üfleyerek Allah’ın izniyle kuş olmasını sağlamak, hastaları iyileştirmek, gaybtan haber vermek, Rûh’ül-Kudüs (Cebrail) ile desteklenmesi vardı. Bütün bu mucizeler onun getirdiklerinin hak ve doğru olduğunu gösteriyordu. Ancak İsrâiloğullarının onu yalanlaması fazlalaştı. Bazı hükümlerde Tevrât’dan farklı esâslar getirdiği için ona karşı hased ve inâdları arttı. Nitekim Allah Teâlâ Hz. îsâ’nın dilinden hikâye ile buyurmaktadır : «Benden önce gelen, Tevrat’ı tasdik etmekle beraber size yasak edilenlerin bir kısmım helâl kılmak üzere Rabbınızdan size bir âyet getirdim. Allah’dan sakının ve bana itaat edin. Çünkü Allah benim de Rabbım, sizin de Rabbınızdır. O’ na kulluk edin. Bu, doğru yoldur.» (Âl-i İmrân, 50 – 51). Ancak İsrâil-oğulları peygamberlere çok kötü muamele ediyorlardı. Bir grubu onları yalanlıyor, bir grubu da öldürüyordu. Bunun sebebi sadece kendi arzularına muhalif hükümler getirmeleri, aşın derecede aykırı davrandıkları Tevrat’ın hükümlerine uydurmaya çalışmalarıydı. Bu ise onlara zor geldiği için bazan peygamberleri yalanlıyor, bazan da öldürüyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «Demek, bir peygamber size ne zaman gönüllerinizin hoşlanmadığı bir şeyi getirirse kibirlenmek isteyeceksiniz de kimini yalanlayacak kimini de öldüreceksiniz?» Rûh’ül-Kudüs’ün Cebrail (a.s.) olduğunun delili, İbn Mes’ûd’un bu âyetin tefsirinde naklettiği ifâdedir.
Bu konuda Muhammed İbn Kâ’b el-Kurazî, İsmâîl İbn Ebu Hâlid, Süddî, Rebî’ İbn Enes ve Atiyye el-Avfî de ona tâbi olmuşlardır. Ayrıca Allah Teâlâ’nm «Onu Rûh’ el-Emîn senin kalbine indirdi ki, sen uyarıcı- lardan olasın» âyetini de böylece tefsir etmişlerdir. Bu, Buhârî’nin de söylediği sözdür. İbn Ebu Zenâd… Hz. Âişe (r.a.) den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.), kendisini müdâfaa ettiğinden dolayı Hassan İbn Sabit için mescidde bir minder koymuş ve şöyle buyurmuştu : Allah’ım, nasıl ki o senin peygamberini te’yid ediyorsa sen de Hassan İbn Sâbit’i Rûh’ ül-Kudüs’le te’yîd et. Bu ilâve Buhârî’ye aittir. Bu hadîsi, Ebu Dâvûd Sünen’inde Lüveyn’den, Tirmizî Ali İbn Hacer ve İsmâîl İbn Musa’dan, her üçü de Abdurrahmân İbn Ebu Zenâd yoluyla,.. Hz. Âişe’den rivayet eder. Tirmizî, bu. hadîsin hasen, sahîh olduğunu söyler ki bu, Ebu Zenâd’-ın rivayet ettiği hadîstir. Buhârî ve Müslim’in sahihlerinde Süfyân İbn Üyeyne; Zührî, Saîd İbn Müseyyeb ve Ebu Hüreyre’den nakleder ki, Hz. Ömer (r.a.) ünlü şair Hassân’a mescidde şiir okurken rastladı. Bir süre ona kulak verdi ve dedi ki; sen mescidde şiir okuyorsun, ama orda senden daha hayırlı birisi var. Sonra Ebu Hüreyre’ye döndü ve dedi ki; Allah seni var etsin, Rasûlullah (s.a.) in «benim duamı kabul et Allah’ım onu . Kûh’ül Kudüs ile te’yîd et.» buyurduğunu duymuş muydun? Ebu Hürey-re; Allah’a andolsun ki evet karşılığım verdi. Bazı rivayetlerde de Rasûlullah (s.a.) Hassan İbn Sâbit’e şöyle demiştir: Onları hicvet veya onlarla hicve giriş, Cibril seninle beraberdir.
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Abdurrahmân… Şehr İbn Hav-şeb’ten nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) a yahûdîlerden bir grup gelip-bize ruhtan haber ver dediler. Allah’ın Rasûlü, ben Allah ve İsrâiloğullarının yanındaki Allah’ın günleri adına söylerim; bilir misiniz ki O Cebrail’dir? Ve o bana gelendir? Onlar, evet dediler. İbn Ebu Hatim der ki; bana Ebu Zür’a… İbn Abbâs’dan Rûh’ül-Kudüs konusunda şöyle dediğini nakletti: O Allah’ın en yüce ismidir (ism el-A’zam) ki onunla Hz. îsâ ölüleri diriltirdi. İbn Cerîr der ki; bu hadîsi bana Mincab nakletti. İbn Ebu Hatim der ki, aynı hadîs Saîd İbn Cübeyr’den de nakledilmiştir. İbn Ebu Necîh der ki; rûh, meleklerin koruyucusudur. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den nakleder ki; Kuds yüce münezzeh olan Rab’ tır. Bu Kâ’b’m da sözüdür. Süddî der ki, Kuds berekettir. Avfî İbn Abbâs’ dan naklen der ki; Kuds, temizliktir.
İbn Cerîr der ki; bana Yunus İbn Abdü’1-a’lâ… İbn Zeyd’in «Ve onu Rûh’ül-Kudüs ile destekledik» âyeti konusunda şöyle dediğini rivayet eder : Allah Hz. îsâ’yı İncil ile destekledi. Nasıl Kur’an’ı rûh kıl-mışsa onu da rûh kıldı. Allah Teâlâ, «işte böylece sana kendi buyruğumuzdan bir rûh vahyettik» âyetinde buyurduğu gibi her ikisi de Allah’ın ruhudur.
Sonra İbn Cerîr Taberî der ki; bu konudaki te’vîllerin doğruya en uygun olanı buradaki ruhun Cebrâîl olduğunu söyleyenlerin sözüdür. Nitekim Allah Teâlâ kendisi Hz. îsâ’yı rûh ile desteklediğini belirtmiştir : «Allah; ey Meryemoğlu îsâ, sana ve anana olan nimetimi hatırla. demişti. Seni Rûh’ül-Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun, sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim. Sen iznimle çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu.» (Mâide, 110) Bu âyette, onu Allah Teâlâ Rûh’ ül-Kudüs’le te’yîd ettiğini belirtiyor. Eğer onu te’yîd ettiği rûh, incil olsaydı bu takdirde «Seni Ruh’ül-Kudüs’le desteklemiştim, sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmiştim» buyurmazdı. Çünkü ikinci ifâde mânâsız bir tekrar olurdu ki, Allah, kullarına faydalı olmayacak bir şekilde hitap etmekten münezzehtir.
Ben derim ki; buradaki rûh’un Cebrail olduğunun delili âyetin baş tarafında geçen ifâdelerdir. Hamd, Allah’a mahsustur.
88- Dediler ki; Bizim kalblerimiz perdelidir. Öyle değil, Allah küfürlerinden dolayı onları la’netlemiştir. Onların pek azı inanırlar.
Kalbleri Perdeli Olanlar:
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dan nakletti ki; «Kalblerimiz perdelidir» âyetinden maksad, gizlidir demektir. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «kalblerimiz perdelidir»den maksad, anlamaz demektir. Avfî, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «kalblerimiz perdelidir» den maksad, üzerine damga vurulmuş demektir. Mücâhid der ki; «kalblerimiz perdelidir» den maksad üzerinde örtü var, demektir. İkrime, üzerine damga vurulmuştur der. Ebu’l-Âliye, anlamaz demektir der. Süddî ise üzerinde örtü vardır dediklerini söyler.
Abdürrezzâk, Ma’merden o da Katâde’den nakleder ki; «Bizim kalblerimiz perdelidir dediler» âyeti, Allah Teâlâ’nın «Ve dediler ki kalblerimiz sizin bizi çağırdığınız şeye karşı örtülüdür» âyeti gibidir.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem «perdelidir» sözünün, kalbim örtülüdür, ona senin söylediklerin sirayet etmez demek olduğunu bildirmiş ve «dediler ki kalblerimiz senin bizi çağırdığın şeye karşı örtülüdür» âyetini okumuştur. İbn Cerîr’in tercih ettiği görüş de budur. Buna delil olarak Amr İbn Mürre’nin… Hüzeyfe’den naklettiği şu hadîsi gösterir : Kalbler dört çeşittir. Bunlardan her birini zikrettikten sonra der ki birisi de; perdelenmiş olan kalptir ki, üzerine gazab yağmıştır. Bu, işte kâfirin kalbidir. İbn Ebu Hatim der ki, bize Muhammed İbn Abdurrahmân… Hasan’dan «Kalplerimiz perdelidir» kavli konusunda; ona bir şey sirayet etmez, demek olduğunu nakletmiştir. Bu söz yukarda geçtiği gibi, kalblerinin temiz olmadığı ve hayırdan uzak olduğu mânâsına râcidir.
Dahhâk, İbn Abbâs’ın «dediler ki bizim kalblerimiz perdelidir» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Bizim kalplerimiz bilgi ile doludur. Muhammed’in veya başka birisinin bilgisine muhtaç değildir, dediler. Atiye el-Avfî der ki; «Bizim kalblerimiz perdelidir» demek bilgi kabı demektir. Ansâr’dan bazı kişilerin kırâeti bu mânâda varittir. Nitekim İbn Cerir’in anlattığına göre, onlar bu âyeti “Kulubuna ğulf” şeklinde lâm’ın zammıyla okumuşlar ve bunu da kap mânâsına gilâf’ın cem’i olarak almışlardır. O zaman, âyetin mânâsı şöyle olur : Onlar kalblerinin ilimle dolu olduğunu ve ayrıca bir başka bilgiye muhtaç olmadıklarını iddia ettiler. Nitekim Tevrat’ın bilgisinin kendi yanlarında olduğunu söyleyerek böbürleniyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ «öyle değil, Allah küfürlerinden dolayı onları la’netlemiştir» buyuruyor. Hayır mes’ele onların iddia ettikleri gibi değildir. Aksine kalbleri la’netlenmiş ve mühürlenmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Nisa sûresinde onlar hakkında şöyle buyurur: «Sözleşmelerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberlerini haksız yere öldürmeleri, kalblerimiz perdelidir demelerinden ötürü, evet küfürlerine karşılık Allah kalblerini mühürledi. Onun için bunlardan ancak pek azı îman eder.» (Nisa, 155)
Müfessirler bu âyetteki: «Onların pek azı inanırlar» kavli konusunda ihtilâf etmişlerdir. Keza Nisa sûresinde zikrettiğimiz âyette vârid olan «onun için ancak bunlardan pek azı inanır» âyeti konusunda da ihtilâf vardır. Bazıları, onlardan îman eden pek’ azdır diye mânâ vermişler, bazıları da onların îmanları azdır, demişlerdir. Yani onlar Hz. Musa’nın âhiret, sevâb ve ceza konusundaki bazı buyruklarına inanırlar. Ancak bu îmanları kendilerine fayda vermez. Çünkü o îman, Hz. Muhammed (s.a.) in getirmiş olduğu gerçekleri inkâr etmeleri sebebiyle kaybolup gitmiştir derler. Bazıları da; onlar hiç bir şeye inanmazlar diye mânâ vermişlerdir. «Onların pek azı inanır» ifadesi, onlar çoğunluk itibariyle kâfirlerdir mânâsını taşır. Nitekim Araplar, böyle bir şeyi çok az gördüm derken yakın bir ifâde kullanırlar. Bunu İbn Cerîr nakleder ki doğruyu en iyi bilen Allah’tır. [1]
89- Ne zaman ki; Allah’ın katından, kendilerinde olanı tasdik eden kitâb geldi, onlar bundan önceki küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken, bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın la’neti kafirlerin üzerinedir.
Hakikati İnkâr Edenler :
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Ne zaman yahûdîlere Allah katından bir kitap geldiyse —ki bu kitap, Hz. Muhammed (s,a.) e indirilmiş olan ve kendilerinin yanında bulunan Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’dı. Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken, yani bu peygamberler bu kitabı getirmezden önce o kitabın gelişiyle müşriklere karşı bir yardım geleceğini bekledikleri halde ve müşriklerle çarpışırken «âhir zamanda bir peygamber gönderilecektir ve biz Âd ve İrem kabilesiyle dövüşüldüğü gibi o peygamberle beraber sizinle dövüşeceğiz» dedikleri halde onu sonra inkâr ettiler.
Muhammed İbn İshâk… Âsım İbn Ömer İbn Katâde el-Ansârî’den nakleder ki, o ansârın yaşlılarının şöyle dediklerini rivayet etmiştir : Allah’a andolsun ki, bu kıssa bizim ve onların —yani ansârın ve onlara komşu olan yahûdîlerin— hakkında nazil olmuştur. Biz câhiliyet devrinde bir zaman şirk ehli olduğumuz halde kitap ehli olan yahûdîlere üs-, tün gelmiştik. Onlar bu sırada şöyle diyorlardı: Şimdilerde bir peygamber gelecektir ki, biz ona uyacağız. Onun gelme zamam yaklaştı. Onunla beraber Âd ve İrem kabilesiyle dövüşüldüğü gibi sizinle dövüşeceğiz. Allah Teâlâ Rasûlünü Kureyş’lilerden gönderince onlar bunu inkâr ettiler. İşte Allah Teâlâ’nın «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın la’neti küfredenlerin üzerine olsun» âyetiyle bunu belirtmektedir. Dah-hâk, İbn Abbâs’dân nakleder ki: «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyeti konusunda o şöyle demiştir. Küfredenlere karşı, biz onların aleyhinde Muhammed’i destekleriz diyerek ona yardımcı olduklarını açıklarken böyle yapmıyor, yalan söylüyorlardı. Muhammed İbn İshâk der ki: Bana Muhammed İbn Ebu Muhammed, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dân nakletti ki Hz. Peygamber gönderilmezden önce yahûdîler Evs ve Hazrec kabilesine karşı Rasûlullah (s.a.) ile kendilerine kuvvet gelmesini bekliyorlardı. Allah, Rasûlünü Araplardan gönderince yahûdîler küfrederek söylediklerini inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz İbn Cebel ve Bişr İbn el-Berrâ onlara dediler ki; ey yahûdîler topluluğu, Allah’tan korkun ve müslüman olun. Biz, şirk ehli iken siz Muhammed (a.s.) ile size yardım geleceğini umuyor, onun gönderilmek üzere oldu- ğunu bildiriyor ve bize onun niteliklerini belirtiyordunuz. Bunun üzerine Nadîr kabilesinin kardeşi olan kabileye mensûb olan Selâm İbn Mişkem şöyle dedi: Bize bildiğimiz bir şey gelmemiştir ve gelen bizim size anlattığımız peygamber değildir. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîme’yi inzal buyurdu.
Avfî, îbn Abbâs’ın «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Hz. Muhammed (s.a.) in gelmesiyle ehl-i kitâb müşrik Araplara karşı bundan bir destek umuyorlardı. Allah Teâlâ Rasûlü Mu-hammed’i peygamber olarak gönderdiğinde, onlar peygamberin kendilerinin dışında bir kabileden olduğunu görünce, onu inkâr edip kıskandılar. Ebu’l-Âliye der ki: Yahudiler müşrik Araplara karşı Hz. Muhammed (s.a.) ile yardım geleceğini umuyorlardı ve diyorlardı ki: Allah’ım, yanımızda yazılı olduğunu gördüğümüz peygamberi gönder de biz müşriklere ta’zîb edelim ve öldürelim. Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.) i peygamber olarak gönderdiğinde onun isrâiloğullannm dışında bir kabileden olduğunu görünce, Arapları kıskandıkları için onu inkâr ettiler. Halbuki kendileri Hz. Peygamberin Allah’ın Rasûlü olduğunu biliyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın la’neti küfredenlerin üzerine olsun.» buyurdu.’
Katâde; «Onlar bundan önceleri küfredenlere karşı kendilerine yardım gelmesini beklerlerken» âyetiyle bir peygamberin geleceğini söylediklerinin kasdedildiğini belirtiyor. Ama «bildikleri gelince onu inkâr ettiler.» Mücâhid der ki; «Bildikleri gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın la’neti küfredenlerin üzerine olsun.» âyetinden maksad yahûdîlerdir. [2]
90- Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar. Allah’ın kullarından dilediğine fazlından (kitap) indirmesine ha-sed ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler ve gazab üstüne gazaba uğradılar. Küfredenlere alçaltıcı bir azâb vardır.
«Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar.» Mücâhid der ki; bunlar yahûdîlerdir, hakkı bâtıla sattılar ve Hz. Muhammed (s.a.) in getirdiği gerçekleri gizlediler. Süddî der ki; «Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar.» Evet nefislerini sattıkları şey ne kötüdür. Kendi nefisleri için seçip beğendikleri şey ne kadar kötüdür. Bu kötü seçime onları sev-keden şey; zulüm, nefret ve kıskançlıktır. «Allah’ın kullarına dilediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler.» Bundan daha büyük bir hased yoktur.
İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed’den o da İkrime veya Saîd tbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dan nakleder ki; İbn Abbâs bu âyet konusunda şöyle demiştir : «Nefislerini ne kötü şeye değişip sattılar. Allah’ın kullarından düediğine fazlından (kitap) indirmesine hased ederek Allah’ın indirdiğini inkâr ettiler.» Allah’ın lutfunu kendilerinden başkasına vermesini kıskandılar. «Ve gazab üstüne gazaba uğradılar.» İbn Abbâs der ki, gazab üstüne gazabın mânâsı şudur : Allah’ın onlara gazabı, yanlarındaki Tevrat’ı kaybetmeleridir. İkinci gazabı ise Allah’ın kendilerine sözünü ettiği bu peygamberi inkâr etmeleridir. Ben derim ki; âyet-i kerîme’deki “Febau” kelimesi; gerektirdiler, müstahak oldular, gazab üstüne gazab onların üzerinde kararlaştı demektir. Ebu’l-Âliye der ki, Allah’ın onlara gazabı; İncil’i ve îsâ (a.s.) yi inkâr etmeleridir. İkinci gazabı ise Hz. Muhammed (s.a.) i ve Kur’an-ı Kerîm’i inkâr etmeleridir.
Süddî der ki; birinci gazab buzağıya taptıkları sırada Allah’ın gazabına uğramış olmalarıdır. İkinci gazab ise Hz. Muhammed (s.a.) i inkâr etmeleri sebebiyle uğradıkları gazabdır.
«Küfredenlere alçaltıcı bir azâb vardır.» Çünkü küfürleri, zulüm, hased yüzündendir. Bunun kaynağı da büyüklenmeleridir. Bu büyük-lenmelerinin karşılığında Dünya ve âhirette küçüklüğü ve horluğu hak ettiler. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur : «Rabbınız, bana kulluk edin ki size karşılığını vereyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremiyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.» (Ğafir, 60).
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize Yahya… Amr İbn Şuayb’dan, o da babasından, o da dedesinden, o da Rasûlullah (s.a.) dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: Mütekebbirler kıyamet günü insan şeklinde tozlar gibi haşr olunurlar. Küçüklerden her şey onlara üstün gelir. Nihayet cehennemde bir zindana girerler ki ona Bûles denir. Cehennem ehlinin akıntılarından ibaret olan horluk çamurundan kendilerine içirilir ve irinli ateş onların üstüne çıkar. [3]
91- Bir de onlara Allah’ın indirdiğine inanın! denilince, biz, bize indirilene inanırız, derler. Ondan başkasını in
kâr ederler. Halbuki o beraberlerindekini tasdik eden bir kitabtır. De ki: inanmış kimseler idiyseniz neden daha önce, Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?
92- Andolsun ki, Mûsâ size apaçık delillerle geldi. Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz. Siz zâlimlersiniz.
Allah’ın İndirdiğine İnanmayanlar:
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Yahudilere ve benzeri ehl-i kitab’a Allah’ın Hz. Muhammed’e indirdiklerine inanın, onu doğrulayıp kendisine tâbi olun denildiğinde «Biz, bize indirilene inanırız.» derler. Bize indirilen Tevrat ve İncil’e inanmak bizim için yeterlidir. Bundan başkasını kabullenmeyiz derler de ondan başkasını inkâr ederler. Halbuki o ellerindeki kitabı tasdik eden bir kitaptır. Onlar Hz. Muhammed (s.a.) e indirilenin hak olduğunu ve beraberinde bulunan Tevrat’ı ve İncil’i tasdik edici olduğunu bilmektedirler. Bu konuda onların aleyhinde delil pek çoktur. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendilerine kitab verdiklerimiz onu kendi öz çocuklarını tanır gibi tanırlar.»
Öyle ise «İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz? de.» Eğer size indirilene inandığınız iddiasında samîmi ve doğru iseniz. Elinizdeki Tevrat’ı tasdik eden ve onunla hükmetmeyi emreden peygamberleri niçin öldürdünüz? Siz o Tevrat’ın neshedilmediğini ve doğru olduğunu bile bile inâd ve bü-yüklenmeniz yüzünden peygamberleri zulüm ile öldürdünüz. Siz, sadece arzu ve heveslerinize tâbi olmaktasınız. Nitekim bir başka âyette de şöyle buyurulur : «Yoksa size bir peygamber nefsinizin istemediği bir şeyi getirdiği her seferinde büyüklenir misiniz? İçinizden bir grup onu yalanladınız ve bir grup da onu öldürüyordunuz.» (Bakara, 87)
Süddî, bu âyette Allah Teâlâ’nın yahûdîleri kınadığını ve «İnanmış kimseler idiyseniz neden daha önce Allah’ın peygamberlerini öldürüyordunuz?» buyurduğunu bildirir.
Ebu Ca’fer İbn Cerir Taberî der ki; Ya Muhammed, kendilerine Allah’tan indirilene inanın denildiğinde biz kendimize indirilene inanırız diyen İsrâiloğullarına şöyle de; ey yahûdîler, eğer Allah’tan indirilene inananlar idiyseniz niçin Allah’ın size indirdiği kitabında öldürülmelerini yasakladığı halde peygamberleri öldürdünüz? Halbuki size inen kitapta peygamberlere uyup itaat etmeniz ve onları tasdik etmeniz emrediliyordu. Bu, onların bize indirilene inanırız sözlerinin yalanlanıp kınanmasından başka bir şey ifâde etmez.
«Andolsun ki Mûsâ size apaçık delillerle geldi.» Allah’ın rasûlü olduğuna ve Allah’tan başka ilâh bulunmadığına delâlet eden kesin deliller ve apaçık mucizelerle geldi. Kesin deliller, tufan, çekirge, güve, kurbağa, kan, asâ, yed-i beyzâ, yarılan deniz, bulutla gölgelenme, menn ve selva, su fışkıran taş ve daha buna benzer onların bizzat görmüş oldukları mucizelerdir. «Sonra ardından buzağıyı Rabb edindiniz.» Mûsâ (a.s.) nın zamanında Allah’ı bırakarak buzağıyı ma’bûd tanıdınız Mûsâ (a.s.) sizin yanınızdan ayrılıp Allah’a yalvarmak için Tûr’a çıktığında siz buzağıyı ma’bûd edindiniz. İşte buzağıya tapınmanızdan ve benzeri fiillerden dolayı siz zalimlersiniz. Allah’dan başka ilâh olmadığını bile bile buzağıya tapınmıştınız. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’ de «Elleri böğründe çaresiz kalıp kendilerinin sapıtmış olduklarını görünce eğer Rabbımız bize acımaz ve bizi bağışlamazsa andolsun ki mahvoluruz, dediler.» (A’râf, 149) buyuruyor. [4]
93- Hani, size verdiğimiz şeyi kuvvetle tutun ve dinleyin diye Tûr’u tepenize dikmiş ve sizden mîsâk almıştık, işittik ve karşı geldik, dediler ve küfürleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine sindirildi. Eğer inananlardansanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor? de.
Allah Teâlâ onlann hatâlarını, verdikleri söze muhalefetlerini, isyan etmelerini ve sözlerinden dönmelerini birer birer sayıyor en sonunda tepelerine Tûr’un dikildiğini ve ancak böylece emri kabul ettiklerini ama sonra emre aykırı davrandıklarını belirtiyor. «İşittik ve karşı geldik dediler.»
«Ve küfürleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine sindirildi.» Abdürrezzâk, Ma’mer’den, o da Katâde’den nakleder ki; buzağının sevgisi kalplerine içirildi ve neticede tamamen kalplerine sızdı. Ebu’l-Âliye ve Rebî’ İbn Enes de böyle derler.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bize İsâm İbn Ebu Hâlid… Ebu Derdâ’dan o da Hz. Peygamberden nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Senin bir şeyi sevmen; seni kör ve sağır kılar.»
Bu hadîsi Ebu Dâvûd… Abdullah İbn Meryem kanalıyla Ebu Derdâ’dan nakleder. Süddî der ki; Mûsâ (a.s.) buzağıyı aldı, eğe ile kesip yaktı, sonra denize (ırmağa) attı. O gün akan denizde (ırmak) buzağıdan bir parça aldı. Sonra Mûsâ (a.s.) onlara denizin suyundan için dedi, onlar da içtiler. Buzağıyı sevenlerin bıyıklarında altın belirdi. Bunun için Allah Teâlâ; «Küfürleri yüzünden buzağı sevgisi kalblerine içirildi.» buyurmuştur.
İbn Ebu Hatim der ki; babam… Ali İbn Ebu Tâlib’ten nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Mûsâ, buzağıya dayandı, eğe ile onu parça parça törpüledi. Buzağı nehrin kıyısında bulunuyordu. Buzağıya tapanlardan kim su içtiyse o gün yüzü altın gibi sarardı.
Saîd İbn Cübeyr der ki; «buzağı sevgisi kalblere sindirildi.» Buzağı parçalanıp törpülenince suya atıldı, onlar da sudan içtiler, bunun üzerine yüzleri za’ferân rengine döndü.
«Eğer inananlardansanız, inancınız size ne kötü şey emrediyor? de.» Allah’ın âyetlerine küfretmeniz, peygamberlerine muhalefetiniz, sonra da Hz. Muhammed (s.a.) i inkârda diretmeniz —ki bu günahlarınızın en büyüğü ve suçlarınızın en ağındır. Çünkü peygamberlerin hâtemini, rasûllerin efendisini, tüm insanlık için gönderilen peygamberi inkâr etmiş oluyorsunuz— sizin eski ve yeni her zaman ne kadar kötü şeylere inandığınızı gösteriyor. Bunca çirkin işleri yaparken, ahidleri bozar, Allah’ın âyetlerini inkâr eder, buzağıya taparken hâlâ nasıl mü’min olduğunuzu iddia ediyorsunuz? [5]
94- De ki: Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise bu iddiada samimî iseniz haydin
ölümü isteyin.
95- Önceden ellerinin kazandığından dolayı, onlar hiç bir zaman onu (ölümü) isteyemezler, Allah zâlimleri
hakkıyla bilir.
96- Andolsun ki; onları, insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri
bin yıl ömür verilmesini ister. Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir. Allah onların ne yaptığını hakkıyla görendir.
Hayata Ençok Düşkün Olanlar:
Muhammed İbn İshâk der ki, bana Muhammed İbn Ebu Muham-rned, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den o da İbn Abbâs’dan nakletti ki; Allah Teâlâ Nebiyy-i Zîşânına şöyle buyurmuştur : «De ki Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise ve bu iddiada samîmi iseniz haydin ölümü isteyin.» Hangi grubun daha çok yalancı olduğunu belirtmek üzere ölümü isteyin. Rasûlullah’ın bu meydan okuyuşuna muhâtab yahûdîlerdi. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki; «önceden ellerinin kazandığından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler.» Seni inkâr konusunda kendilerinin yanındaki bilgiden dolayı ölümü isteyemezler. Eğer bir gün ölümü istemiş olsalardı, yeryüzünde hiç bir yahûdî kalmazdı. Dahhâk, İbn Abbâs’dan naklen der ki: «Haydin ölümü isteyin» yani ölmeyi arzulayın, demektir. Abdürrezzâk… İkrime’den bu âyet konusunda İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakleder : Eğer yahûdîler ölümü istemiş olsalardı hepsi ölürdü. İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… İbn Abbâs’dan nakletti ki: Eğer onlar ölümü istemiş olsaydı hepsi baştan sona ölürlerdi. Bu isnâdlann İbn Abbâs’a ulaşması sahihtir.
İbn Cerîr, tefsirinde der ki; bize ulaştığına göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle demiş : Eğer yahûdîler ölümü isteselerdi, hepsi ölürlerdi ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi. Rasûlullah (s.a.) ile la’netleşen (bir topluluğun, bir yerde birleşip ihtilâf ettikleri konuda, «Allah’ın la’neti, zâlimlerin üzerine olsun» demeleri) yahûdîler, evlerine döndüklerinde ne aile, ne de mal bulacaklardı. Bize bu hadîsi Ebu Küreyb İbn Abbâs kanalıyla Rasûlullah (s.a.) dan nakleder. İmâm Ahmed İbn Hanbeî de… Abdülkerim’den aynı hadîsi nakleder. İbn Ebu Hatîm der ki; bize Hasan İbn Ahmed… Hasan’dan nakletti ki; «Önceden ellerinin kazan-dığından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler» âyeti hakkında Hasan şöyle demiş :
Ben derim ki eğer onlar, «ölümü isteyin» denildiği zaman ölümü istemiş olsalardı, acaba hepsi de ölecekler miydi? O, hayır Allah’a andol-sun ki, ölümü istemiş olsalardı bile ölmezlerdi. Kaldı ki isteyecek te değillerdi. Duymadın mı Allah Teâlâ ne diyor : «önceden ellerinin kazandığından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler.» Hasan’ dan yapılan bu nakil garîbtir. Kaldı ki İbn Abbâs’ın âyeti tefsiri belirlenmiş durumdadır. Âyet müslümanlardan veya yahûdüerden hangi grubun yalan söylediği konusunda Allah’tan ölüm temenni etmelerinden ibarettir. Bu hususu; İbn Cerîr, Katâde’den, Ebu’l-Âliye’den, Rebî’ îbn Enes (r.a.) den rivayet etmiştir. Bu âyetin benzeri Cum’a süresindeki şu âyet-i celîledir : «De ki: Ey Yahudiler; bütün insanlardan ayrı olarak yalnız sizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bunda samîmi iseniz, ölümü isteyiniz. Ellerinin önceden kazandığından ötürü ölümü asla isteyemezler. Allah, zâlimleri bilendir. De ki: Doğrusu kendinden kaçtığınız ölüme mutlak yakalanacaksınız. Sonra görüleni de, görülmeyeni de bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O, size yapmış olduklarınızı haber verecektir.» (Cum’a, 6-8) Allah’ın la’neti onların üzerine olsun, yahûdîler kendilerini, Allah’ın dostları ve çocukları olduklarını iddia ettiklerinden, yahûdî ve hıristiyanlardan başkası cennete girmeyecektir dediklerinden, müslümanlann mı yoksa kendilerinin mi (yahûdî ve hıristiyanlar) daha yanlış oldukları konusunda zâlim olduklarını bildiriyor. Çünkü onlar, söylediklerinde samimî olsalardı la’-netleşmeye yanaşırlardı. La’netleşmediklerine göre, yalancılıkları belli olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber, Necrân’h hıristiyanların elçilerine muhtelif tartışma yollarıyla deliller getirdikten sonra, onların isrâr ve inâdları neticesinde kendilerini la’netleşmeye çağırmıştır. Bunu Allah Teâlâ |©yl« belirtmektedir: «Sana ilim geldikten sonra, onda seninle kim tartışacak olursa de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra Allah’ın la’-netinin yalancıların üzerine olmasını dileyelim, de.» (Âl-i İmrân, 61) Onlar bunun üzerine birbirlerine dediler ki: Allah’a andolsun ki, eğer bu peygamberle la’netleşecek olursanız, sizde gören hiç bir göz kalmaz. Böylece barışa yanaştılar ve cizye vermeyi kabul ettiler. Rasûlullah onlara cizyeyi emretti ve emîn olarak beraberlerinde Ebu Ubeyde el-Cer-râh’ı (r.a.) gönderdi. Yine bu mânâya uygun ve yakın olan bir diğer âyet-i kerîme de Allah Teâlâ’nın Rasûlüne, müşriklere karşı söylemesini emrettiği şu sözdür : «De ki: Sapıklıkta olanı Rahman ne kadar er-telese bile sonunda tehdîd edildikleri azabı ve kıyamet gününü gördükleri zaman, kimin yerinin daha kötü ve taraftarlarının daha güçsüz olduğunu bilecektir.» (Meryem, 75) Yani sizden veya bizden kim daha çok sapıklıkta ise, Allah onun bulunduğu hali artıracak ve onu sapıklığında veya hidâyetinde devam ettirecektir. Bu husus inşâallah Meryem sûresinde açıklanacaktır.
«De ki: Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de yalnız sizin ise ve bu iddiada samimî iseniz, haydin ölümü isteyin.» âyetini eğer iddianızda samimî iseniz haydin hemen ölümü isteyin şeklinde tefsir edenler kelâmcılardan ve diğerlerinden bazı grupların söylediği gibi bunların la’netleşmeye yanaşmadıklarını belirtmektedirler. İlk sözü yaklaşık olarak ifâde ettikten sonra İbn Cerîr buna meyletmiştir. Nitekim o bu âyetin tefsirinde der ki: Bu âyet muhacir olarak aralarında bulunduğu yahûdîlere karşı Allah Teâlâ’nın peygamberine gös terdiği delillerden birisidir. Bu âyetle yahûdîlerin hahamlarını ve bilginlerini rüsvây etmiştir. Şöyle ki; Allah Teâlâ peygamberine kendisiyle yahûdîlerin hahamları ve bilginleri arasında çıkan bir ihtilâftan dolayı, adaletli bir dâvaya sarılmalarını emretmiştir. Keza Hıristiyanlar-dan da Hz. Meryem oğlu îsâ’ya muhalefet eden ve onunla tartışan bir gruba kendisiyle onların arasında ayırıcı unsur olarak la’netleşmeyi emretmiştir. Rasûlullah yahûdî grubuna, eğer siz haklı iseniz ölümü isteyin. Bu, size haklı olduğunuz takdirde hiç bir şekilde zarar veremeyecektir. Eğer iddia ettiğiniz îmanda gerçekten samimî iseniz ve Allah’a yakın bir mevkide bulunduğunuz doğru ise, ölümü isteyin; çünkü ölüm isteği size isteğinizi ve arzuladığınızı gerçekleştirecektir. Dünyanın sıkıntılarından kurtulup rahata ereceksiniz, maişet sıkıntısından ve zahmetinden kurtulacaksınız. Allah’ın cennetlerinde onun civarında keyf süreceksiniz. Eğer dediğiniz gibi ise, âhiret yurdu sadece size mahsûssa, başkaları oraya giremiyecekse. Eğer size istediğiniz verilmezse herkes sizin yanlış, bizim dâvamızda hak olduğumuzu bilecektir. Bizim de, sizin de durumunuz açığa çıkacaktır buyurmuştu. Yahudiler bu isteğe icabet etmekten kaçındılar. Çünkü ölümü istedikleri takdirde helak olacaklarını ve dünyalarının mahvolacağım, âhirette ise ebedî rüsvâylık içinde bulunacaklarını biliyorlardı. Hıristiyan olan grub da aynı şekilde imtina etmiştir.
İbn Cerîr’in bu sözünün baş tarafı güzel, ama son tarafı üzerinde durulması gerekir. Çünkü âyet böyle te’vîl edilince, burdaki hüccet meydana çıkmaz. O zaman denilir ki; kendilerinin dâvalarında sâdık olmalarına inanmalan ölümü istemelerini gerektirmez. Çünkü doğrulukla ölüm isteği arasında zarurî bir bağlantı yoktur. Nice sâlih ve doğru kişi vardır ki daha fazla hayır işlemek ve cennetteki derecesinin daha fazla yücelmesini sağlamak için daha çok yaşamak ister. Nitekim hadîs-i şerifte : «Sizin hayırlınız ömrü uzun olup ameli güzel olanıdır. >-buyurulmuştur. Kaldı ki buna göre diyebilirler ki; ey Müslümanlar, işte siz de cennetlik olduğunuza inanıyorsunuz, ama buna rağmen ölmeyi istemiyorsunuz. Kendinizi zorlamadığınız bir şeyde bizi nasıl zorlayabilirsiniz? İşte bütün bu çıkmazlar bu âyetin bu şekilde tefsirinden kaynaklanmaktadır.
İbn Abbâs’ın tefsirine göre bu sıkıntılardan hiç birisi gerekmez. Çünkü onlara insaflıca bir söz söylenmiştir ve denilmiştir ki; eğer siz insanlardan farklı olarak Allah’ın dostları olduğunuza inanıyorsanız, onun çocukları ve sevgilileri olduğunuzu kabul ediyorsanız, kendinizin cennetlik, sizin dışınızda kalanların cehennemlik olduğuna inanıyorsanız, o takdirde sizin veya karşınızda olanların yalancı olması halinde, Allah’tan la’net isteyin ve bilin ki la’netleşme hiç şüphesiz yalan söyleyeni mahveder. Onlar buna kesin olarak inamp ve sözün doğruluğunu bilince, la’netleşmekten kaçındılar, çünkü kendilerinin yalancı olduklarını biliyor ve Rasûlullah (s.a.) in niteliklerini ve özelliklerini tıpkı kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. Böylece herbir topluluk kendilerinin yanlış ve rezîl olduklarını, dalâlet ve sapıklıkta bulunduklarını öğrendiler. Onlara kıyamet gününe kadar sürekli la’net vardır. İşte bunun için Allah Teâlâ : «Önceden ellerinin kazandıklarından dolayı onlar hiç bir zaman ölümü isteyemezler, Allah zâlimleri hakkıyla bilir. Andolsun ki, onları insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın.» Kötü âkibetlerini ve Allah katında hüsrana uğrayacaklarını bildiklerinden, onlar daha çok yaşamak isterler. Zîra dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir. Bu sebeple onlar var imkânlarıyla âhiret diyarının gecikmesini isterler. Kendilerine yapılan uyarılar şüphesiz gerçeğin ifadesidir. Hattâ onlar, kitapsız müşriklerden hayata daha çok hırsla bağlıdırlar. Bu ifâde, hâssın âmme atfı kabîlindendir.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan… İbn Abbâs’dan nakleder ki: «Şirk koşanlardan» maksad Acemlerdir. Hâkim Müstedrek’in-de bunu Sevrî’nin hadîsinden nakleder ve Buhârî ile Müslim’in şartlarına göre sahîh olduğunu, ancak onların tahrîc etmediklerini soylar. Ve der ki; Buhârî ve Müslim, sahâbînin tefsirinin senedi üzerinde ittifak etmişlerdir. Hasan el-Basrî der ki: «Andolsun ki onları, insanlardan şirk koşanlardan daha çok hayata düşkün bulacaksın.» Münafık hayata daha çok düşkündür; çünkü mânâfık müşrikten daha çok yaşamayı sever. Yahudilerden birisi, «Bin yıl ömür verilmesini ister.» Ebu’l-Âliye ise bunun yahûdîler değil, mecûsîler olduğunu söyler ki bu, birinci rivayete râcidir.
«Bin yıl ömür verilmesini ister.» A’meş… ibn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiştir: «bin yıl ömür verilmesini ister» âyeti İran’lının “”onbin sene demesi gibidir. Saîd İbn Cübeyr’den de aynı şey rivayet edilmiştir. İbn Cerîr der ki; bana Muhammed İbn Ali, İbn Abbâs’dan nakletti ki o «onlardan herbiri bin yıl ömür verilmesini ister.» âyeti konusunda şöyle demiştir : Bu acemlerin “”«Bin yıl nevruz ve bayram» sözü gibidir. Ömür boyu onıara suç işlemek güzel görünmüştür.
Muhammed ibn İshâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir.» âyeti, hiç bir şekilde onu azâbtan uzaklaştıramaz ve kurtaramaz, demektir. Zîra müşrik öldükten sonra dirilmeyi ummadığından hayat boyu yaşamak ister. Yahûdî ise âhirette kendisini bekleyen rüsvâyhğı bildiği için yaşamak ister. Avfî, İbn Abbâs’tan naklen der ki; «Halbuki çok yaşatılması onu azâbtan uzaklaştıracak değildir.» âyetiyle kasdolunanlar, Cebrail’e düşman olanlardır. Ebu’l-Âliye ve İbn Ömer derler ki; çok yaşamak onu azâbtan kurtarıp yardımcıya ulaştıracak .değildir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; Yahudiler bunlardan daha çok hayata düşkündürler, çünkü onlar bin yıl yaşamayı istemişlerdir, halbuki bu uzun süre yaşama onları azâbtan kurtaracak değildir. Nitekim İblîs’in yaşaması kâfir olduğu için ona fayda vermemiştir. «Allah onların ne yaptığını hakkıyla görendir.» Kullarının hayır ve serden ne işlediklerini Allah görür ve bilir ve herkesi yaptığına göre cezalandıracaktır. [6]
97- De ki; Kim Cebrail’e düşmansa bilsin ki; evvelki kitabları tasdik eden, mü’minler için hidâyet ve müjde
olan Kur’an’ı senin kalbine Allah’ın izniyle indiren O’dur.
98- Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mîkâü’e düşman olursa; şüphesiz ki, Allah da o
kâfirlerin düşmanıdır.
Kim Cebrail’e Düşman İse:
İmâm Ebu Ca’fer İbn Cerîr el-Taberî (Allah ona rahmet etsin) der ki: Te’vîl ehli olan kişiler bu âyetin yahûdîlere cevap sadedinde vârid olduğunda icmâ etmişlerdir. Zîra yahûdîler Hz. Cebrail’in kendilerine düşman olduğunu ve Mîkâîl’in de kendilerine dost olduğunu zannediyorlardı. Bu görüşlerinin sebebi konusunda te’vîl erbabı ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı demişlerdir ki; bunun sebebi onların Rasûlullah ile aralarında geçen bir münazara, Hz. Peygamberin nübüvveti konusunda söyledikleri bir sözdür.
Bize Ebu Kureyb… İbn Abbâs’dan nakleder ki o şöyle demiş : Yahudilerden bir topluluk, Hz. Peygamberin yanına geldi ve dedi ki: Ey Ebu’l-Kasım, biz sana peygamberden başka kimsenin bilemiyeceği bazı boşlukları soracağız. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: İstediğinizi sorun, ancak bana Allah adına ve Ya’kûb’un çocuklarından aldığı söz adına ahid verin ki, ben sizin sorduğunuzu bilirsem, benim kim olduğumu kabul edip İslâm konusunda bana tâbi olacaksınız. Onlar : Öyle olsun, dediler. Rasûlullah (s.a.) istediğinizi sorun, dedi. Onlar : Sana dört açıklıktan soracağız ki bize onlardan haber ver. Tevrat indirilmezden önce İsrâiloğullannın kendi kendilerine haram kıldıkları yemek neydi? Bize bunu bildir. Erkeğin suyu ve kadının suyu nasıldır? Bundan erkek ve dişi nasıl olur? Bize bunu bildir. Bize şu ümmî peygamberden ve onun dostu meleklerden haber ver dediler. Bunun üzerine Rasûllah (s.a.) buyurdu ki: Allah üzerine and içer misiniz ki, ben’ size bunları haber verirsem bana muhakkak tâbi olacaksınız? Onlar Hz. Peygambere istediği sözü ve ahdi verdiler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Ben söze Musa’ya indirilen Tevrat ile başlayacağım. Biliyor musunuz ki, Hz. Yâ’kûb bir seferinde şiddetli hastalanmış ve rahatsızlığı uzamıştı. O zaman Allah’a and içmişti ki bu hastalıktan kendisini kurtarırsa, yemeklerin ve içeceklerin en güzelini kendisine haram kılacaktır. Ona yemeklerin en güzeli deve eti, içeceklerin en güzeli de deve sütü idi. Onlar evet Allah için doğru söylersin dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.); Allah’ım Sen şâhid ol buyurdu. Ben size kendisinden başka İlâh bulunmayan ve Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah adına söylerim : Bilir misiniz ki erkeğin suyu beyaz ve ağırdır, kadının suyu sarı ve incedir. Hangisi üste gelirse çocuk onun olur ve Allah’ın izniyle ona benzer. Erkeğin suyu kadının suyuna üstün gelirse, çocuk Allah’ın izniyle erkek olur. Kadının suyu erkeğin suyuna üstün gelirse, çocuk Allah’ın izniyle dişi olur. Onlar Allah’a andolsun ki evet dediler. Rasûlullah (s.a.) Allah’ım şâhid ol, buyurdu. Ve size Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah adına söylerim, bilir misiniz ki bu ümmî peygamberin gözleri uyur, ama kalbi uyumaz. Onlar Allah’a andolsun ki evet dediler. Rasûlullah (s.a.) Allah’ım şâhid ol, buyurdu. Onlar, sen bize şimdi meleklerden dostun olandan sözet; o konuda, ya seninle birleşiriz, veya ayrılırız, dediler. Rasûlullah buyurdu ki; benim dostum Cebrail’dir. Allah hangi peygamberi bir elçi olarak göndermişse Cebrail onun dostudur. Yahudiler dediler ki; İşte burada sizden ayrılırız. Eğer senin dostun ondan başka bir melek olsaydı sana uyar ve seni tasdik ederdik. Rasûlul- lah (s.a.) buyurdu ki: Sizi onu doğrulamaktan alıkoyan nedir? Onlar dediler ki: Cebrâîl bizim düşmanımızdır. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «De ki kim Cebrail’e düşmansa bilsin ki…» âyetini inzal buyurdu. Ve böylece gazab üstüne gazabı hak ettiler. Bu hadîsi Ahmed İbn Hanbel Müsned’inde Ebu Nadr Hâşim İbn Kâsım’dan ve Abd İbn Humeyd tefsirinde Ahmed İbn Yûnus’dan nakleder ve her ikisi de Abdülhamîd İbn Behrâm kanalıyla rivayet ederler. Keza İmâm Ahmed, Hüseyn İbn Muhammed el-Mervezî kanalıyla Abdülhamîd’den aynı hadîsi rivayet eder.
Aynı hadîsi Muhammed İbn İshâk da rivayet eder ve der ki; bize Abdullah İbn Abdurrahmân… Şehr İbn Hevşeb’den mürsel olarak nakletti. Ve hadîse şu ifâdeyi ekledi: Yahudiler dediler ki bize ruhtan haber ver. Hz. Peygamber Allah ve âyetleri hakkı için söyleyin, İsrâil-oğullarının yanında bana gelen meleğin Cebrâîl olduğunu belirten bir bilgi var mıdır? Onlar evet dediler. Ancak o, bizim düşmanımızdır çünkü Cebrâîl sadece şiddet anında gelen ve kan dökmek için inen bir melektir. Eğer o olmasaydı sana uyardık. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «De ki: Kim Cebrail’e düşmansa bilsin ki, evvelki kitapları tasdik eden, mü’minler için hidâyet ve müjde olan Kur’an’ı senin kalbine Allah’ın izniyle indiren O’dur.»
İmâm Ahmed der ki; bize Ebu Ahmed… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Yahudiler, Rasûlullah (s.a.) a geldiler ve dediler ki: Ey Ebu’l-Kâsım, biz sana beş şeyden suâl edeceğiz, eğer onları bize haber verirsen senin peygamber olduğunu kabul eder ve sana tabî oluruz. Hz. Peygamber Hz. Ya’kûb’un oğullarından aldığı şekilde ye-mîn aldı. Ya’kûb oğullarına : «Allah bizim dediğimize vekîl’dir.» diyerek söz almıştı. Sonra Hz. Peygamber söyleyin dedi. Onlar sen bize peygamberliğin alâmetini bildir dediler. Rasûlullah kendi uyur, ama kalbi uyumaz, buyurdu. Onlar da bize, kadının nasıl kadın olduğunu, erkeğin de nasıl erkek olduğunu bildir, dediler, Hz. Peygamber buyurdu ki: İki su birleşir, erkeğin suyu kadının suyunun üstüne çıkarsa çocuk erkek olur. Kadının suyu erkeğin suyunun üstüne çıkarsa çocuk dişi olur .Onlar dediler ki: İsrail’in kendi nefsine haram kıldığı şey nedir? bize bildir. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: O (Hz. Ya’kûb) diz ağrısından (siyatikten) şikâyet ediyordu, ona uygun gelen bir şey bulamadı sadece şu ve şu sütleri buldu —İmâm Ahmed der ki: Bazılarının söylediğine göre deveyi kasdetmişti— ve deve etini kendisine yasaklamıştı. Onlar doğru söylersin dediler. Yahudiler, şimşek nedir bize haber ver, dediler. Rasûlullah, Allah Azze ve Celle’nin meleklerinden bir melektir, bulut ile görevlidir, elinde ateşten bir âlet onunla bulutları kovalar ve Allah Azze ve Celle’nin istediği yere götürür buyurdu. Onlarda, ya duyduğumuz ses nedir? dediklerinde bu da onun sesidir bu-yurdu. Onlar doğru söylersin dediler. Ancak bir sorumuz kaldı ki, eğer onu da bize haber verirsen biz sana inanırız. Doğrusu her peygamberin haber getiren bir meleği vardır. Senin arkadaşın kimdir? bize bildir dediler. Hz. Peygamber Cibril (a.s.) dir dedi. Onlar Cibril mi? şu harb ve savaş meleği, o bizim düşmanımızdır, dediler. Eğer Mîkâîl demiş olsaydın o, yağmur, ve rahmet indirir o zaman biz sana bağlanırdık dediler. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle : «De ki: Kim Cebrail’e düş-mansa…» âyetini inzal buyurdu. Bu hadîsi Tirmizî ve Neseî Abdullah İbn Velîd’in hadîsinden rivayet ederler ve Tirmizî onun hasen ve garîb bir hadîs olduğunu söyler.
Süneyd, tefsirinde Haccâc İbn Muhammed’den o da İbn Cüreyc’ den nakleder ki, o şöyle demiş; Kasım İbn Ebu Bezze bildirdi ki; yahûdîler Hz. Peygambere kendisine vahy getiren arkadaşının adını sordular. O da Cebrâîl dedi. Onlar, o bizim düşmanımızdır, şiddet, savaş ve mücâdeleden başka bir şey getirmez, dediler. Bunun üzerine Allah Te-âlâ : «De ki: Kim Cebrail’e düşmansa…» âyetini inzal buyurdu. İbn Cüreyc der ki; Mücâhid şöyle dedi: Yahudiler : Ya Muhammed (s.a.), Cebrâîl, şiddet, savaş ve mücâdeleden başka bir şey indirmez o bizim düşmanımızdır, dediler. Bunun üzerine : «De ki kim Cebrail’e düşmansa…» âyeti nazil oldu. [7]
Cebrâîl Adının Anlamı:
Buhârî der ki: «De ki, kim Cebrail’e düşmansa…» âyeti konusunda İkrime şöyle dedi: Cebr, mik, israf (kelimeleri) kul manasınadır, il ise Allah demektir. Bize Abdullah İbn Münîr… Enes İbn Mâlik’ten nakleder ki, o şöyle demiş : Abdullah İbn Selâm bir yerde meyve toplarken Rasûlullah (s.a.) m geldiğini işitmiş, bunun üzerine Hz. Peygamberin yanma gelerek demiş ki: Ben sana üç şey soracağım ki; onu peygamberden başkası bilemez : Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir? Cennet ehlinin ilk yiyeceği nedir? Çocuğu anasına veya babasına çektiren nedir? Rasûlullah buyurmuş ki biraz önce Cibril onları bana bildirdi. Abdullah İbn Selâm ciddî mi diye sorduğunda; Rasûlullah «evet» demiş. Bunun üzerine o, Cibril yahûdîlerin düşmanı bir melektir. Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü : «De ki kim Cebrail’e düşmansa…» âyetini okumuş. Kıyamet alâmetlerinden ilki; insanları doğudan batıya sürükleyen bir ateştir. Cennet ehlinin yiyeceği yemeklerin ilki ise, balık ciğerinin artakalanıdır. Erkeğin suyu kadının suyundan önce girerse, erkek çocuk doğar, kadının suyu erkeğin suyundan önce girerse kız çocuk doğar. Abdullah İbn Selâm dedi ki; Allah’tan başka İlâh olmadığına şehâdet ederim ve senin de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim. Ey Allah’ın Rasûlü, yahûdîler iftiracı bir topluluktur, eğer-onlar sana bu soruları sormadan önce müslüman olduğumu bilselerdi bana iftira atarlardı. Yahudiler, Hz. Peygambere geldiler ve Rasûlullah (s.a.) onlara, aranızda Abdullah İbn Selâm diye birisi var o nasıldır? diye sordu. Onlar da o bizim hayırlımızdır, hayırlımızın oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur, dediler. Rasûlullah buyurdu ki: Eğer Abdullah İbn Selâm’ın müslüman olduğunu görürseniz, ne yaparsınız? Onlar Allah onu bu halden korusun, dediler. O esnada Abdullah îbn Selâm çıktı ve «Allah’tan başka İlâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederim» dedi. Bunun üzerine yahûdîler; O bizim en kötümüz ve en kötümüzün oğludur, diyerek onu küçültmeye ve kötülemeye başladılar. Bunun üzerine Abdullah İbn Selâm dedi ki; ey Allah’ın Rasûlü, ben bunlardan korkuyorum. Bu hadîsi bu şekliyle yalnız Buhârî nakleder. Bir başka şekilde Buhârî ve Müslim birlikte tahrîc etmişlerdir. Müslim’in sahihinde Rasûlullah (s.a.) in kölesi Sevbân’dan bu ifâdeye yakın bir şekilde aynı hadîs vârid olmuştur. İnşâallah yeri gelince zikredilir. Buhârî’nin İkrime’den naklettiği meşhur «îl» kelimesinin Allah mânâsına geldiği ifâdesini Süfyân el-Sevrî de… îkrime’den nakleder. Abd îbn Humeyd aynı sözü îkrime’den nakleder. îbn Cerîr de aynı rivayeti Hüseyn İbn Yezîd el-Tahhân kanalıyla… îkrime’den nakleder ve der ki o şöyle demiş : Cibril ismi Allah’ın kulu demektir, Mîkâîl ise Allah’ın kulcuğu demektir. «îl» kelimesi Allah manasınadır. Yezîd el-Nahvî, İkrime’den o da İbn Abbâs’dan aynı şekilde rivayet eder. Biraz sonra geleceği gibi, selef-i sâlihînden birçok kişi de böyle rivayet etmiştir.
Bazı kimseler de derler ki; «îl» kelimesi kul demektir. Diğer kelime ise Allah’ın adıdır. Çünkü îl kelimesi her üç melekte de değişmiyor. Bunun mukabili; arapçada Abdullah, Abdurralımân, Abdülmelik, Abdülkuddüs, Abdüsselâm, Abdülkâfî, Abdülcelîl isimleridir. Bütün bunlarda abd kelimesi mevcuttur, sadece bu kelimeye eklenen isimler değişmektedir. Aynı durum Cebrâîl, Mîkâîl, İsraf îl ve benzeri isimlerde de vardır. Arap olmayanlar sözlerinde tamlananı tamlayandan öne alırlar. Doğruyu en iyi bilen ise Allah’tır.
Sonra îbn Cerîr der ki: Başkaları yahûdîlerin bu sözü söylemelerinin sebebi Hz. Peygamber konusunda onlarla Ömer İbn el-Hattâb arasında cereyan eden bir münazaradır. Nitekim bu konuda Muhammed îbn el-Müsennâ… Şa’bî’den nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Ömer Rev-ha’ya indiğinde bazı kişilerin taşların üzerinde namaz kıldıklarını gördü ve bunlar kimdir? diye sordu. Orada bulunanlar, onlar Rasûlullah (s.a.) m burda namaz kıldığını zannediyorlar, dediler. O da bundan hoşlanmadı ve buyurdu ki: Rasûlullah (s.a.) namaz vaktinde vadiye erişti ve orada kıldı, sonra kalkıp göçtü ve orayı terk etti. Sonra Hz. Ömer onlarla konuşmaya başladı ve dedi ki: Ben yahûdîlerin dînî ki- tablarınm okunduğu güne şahid olmuştum ve Tevrat’ın Kur’an’ı nasıl tasdik ettiğini, Kur’an’ın Tevrat’ı nasıl tasdik ettiğini hayretle görüyordum. Bir gün ben onların arasında bulunuyordum ki şöyle dediler : Ey Hattâb’ın oğlu, senin arkadaşlarından bize senden daha. çok sevimli olan yoktur. Neden o? diye sorduğumda, onlar sen bize geliyor ve bizi kuşatıyorsun dediler. Bense, size geliyor Kur’an’ın Tevrat’ı nasıl tasdik ettiğini, Tevrat’ın da Kur’an’ı nasıl tasdik ettiğini hayretle müşahede ediyorum dedim. Hz. Ömer der ki: Hz. Peygamber oradan geçtiğinde dediler ki: Ey Hattâb’ın oğlu işte arkadaşınız yürüyor, hak onun yanında. Hz. Ömer diyor ki, o zaman kendilerine şöyle dedim; kendisinden başka İlâh olmayan Allah adma söylerim size, O’nun hakkında siz neyi gözetiyorsunuz ve O’nun kitabı hakkında size ne emânet edilmiştir? – Biliyor musunuz ki, o Allah’ın Rasûlü’dür. Onlar sustular. Bilginleri ve uluları kendilerine dediler ki; Ömer size çok ağır davrandı, ona cevap verseniz. Onlar da, sen bizim bilginimiz ve ulumuzsun, ona sen cevap ver, dediler. O da dedi ki; eğer söz söylediğim Rabb adına, bizim söylememiz gerekirse biz onun Allah’ın Rasûlü olduğunu biliyoruz. Hz. Ömer der ki: bunun üzerine ben, kendilerine; vay size, öyleyse niçin kendinizi mahvettiniz? dedim. Onlar biz mahvolmadık dediler. Ben, nasıl olur bu, siz hem onun Allah’ın Rasûlü olduğunu biliyor, hem de kendisine tâbi olup tasdik etmiyorsunuz dedim. Onlar, bizim meleklerden bir dostumuz bir de düşmanımız var. O, peygamberliğini meleklerden bizim düşmanımız olanla birleştirdi. Hz. Ömer der ki; sizin düşmanınız ve dostunuz kimdir? dedim. Onlar düşmanımız Cebrail, dostumuz da Mîkâîl’dir, dediler. Ben, Cebrail neden düşmanınız, Mîkâîl neden dostunuz? dedim. Onlar Cebrail ağırlık, zorluk, katılık, şiddet ve azâb meleğidir. Mîkâîl ise şefkat, rahmet, hafiflik meleğidir. Rabbları katında onların mertebesi nedir? diye sordum. Onlar; birisi Rabbın sağında .diğeri de solunda bulunur, dediler. Hz. Ömer diyor ki; kendisinden başka îlâh bulunmayan Allah’a yemîn ederim ki, birisine düşman olan diğerine de düşman olur, birisine dost olan diğerine de dost olur. Cebrail’in Mîkâîl’in düşmanıyla, Mîkâîl’in de Cebrail’in düşmanıyla dost olması uygun düşmez, dedim. Hz. Ömer der ki; sonra kalktım, Hz. Peygamberin ardından gittim ve onu falancanın evinin kapı aralığından çıkarken yakaladım. Rasûlullah (s.a.) Ey Hattâb’ın oğlu, sana biraz önce indirilmiş olan âyetleri okuyayım mı? dedi, ve «De ki: kim Cebrail’e düşmansa…» âyetini okumaya başladı. Âyetleri okuyunca ben, anam ve babam sana kurban olsun ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Seni hakk ile gönderen Allah’a kasem ederim ki, ben de sana onu haber vermek için gelmiştim, ancak Latîf ve Habîr olan Allah bu haberi benden önce sana ulaştırdı, dedim.
İbn Ebu Hatim der ki; bana Ebu Saîd… Âmir’den haber verdi ki, o şöyle demiş : Hz. Ömer yahûdîlerin yanma gitti ve dedi ki; Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah adına size söylerim, siz Hz. Peygamberin geleceğini kitaplarda görüyor musunuz? Onlar «evet» dediler. Öyleyse sizi Hz. Muhammed’e tâbi olmaktan alıkoyan şey nedir? dedi. Onlar, Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, beraberinde ona yoldaş olan bir melek bulunmasın. Muhammed (s.a.) in de yoldaşı Cebrâîl (a.s.) dir. Ona gelen bu melek, bizim düşmanımızdır. Mîkâîl ise dostumuzdur. Eğer ona Mîkâîl gelmiş olsaydı biz müslüman olurduk dediler. Hz. Ömer diyor ki: Tevrat’ı Musa’ya indiren Allah adına size söylerim, bu iki meleğin âlemlerin Rabbı katında mertebesi nasıldır? Onlar dediler ki: Cebrâîl sağında, Mîkâîl de solundadır. Ömer; ben de şehâdet ederim ki her iki melek Allah’ın izniyle inerler. Mîkâîl’in, Cebrail’in düşmanına dost olması, Cebrail’inde Mîkâîl’in düşmanına dost olması imkânsızdır, derim. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.) oradan geçiyordu. Yahudiler dediler ki; ey Hattâb’ın oğlu, işte senin arkadaşın gidiyor. Hz. Ömer kalktı ve Rasûlullah’ıri” yanma geldi. Bu sırada Allah Azze ve Celle : «De ki kim Cebrail’e düşmansa…» âyetini inzal buyurdu.
Bu iki isnâd da gösteriyor ki Şa’bî bu hadîsi Hz. Ömer’den rivayet etmiştir. Halbuki Şa’bî ile Ömer arasında bir kopukluk vardır. Çünkü Şa’bî Ömer’i hayâtta iken görmemiştir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
İbn Cerîr Taberî der ki; bize Bişr… Katâde’nin şöyle dediğini nakletti : Rivayet edilir ki, Hattâb oğlu Ömer, bir gün yahûdîlerin yanma gitti. Hz. Ömer’i görünce onu ağırladılar. Ömer onlara dedi ki; Allah’a andolsun ki size, beni ağırladığınız ve beni sevdiğiniz için gelmedim. Sadece bir şeyler dinlemek için geldim. Hz. Ömer onlara onlar da Hz. Ömer’e sorular sordular. Yahudiler dediler ki, senin arkadaşının arkadaşı kimdir? Hz. Ömer Cebrail’dir, dedi. Onlar Cebrâîl bizim düşmanımızdır, Muhammed gökyüzünden bizim sırrımızı alıyor. Harb geldiği zaman o bizim gizli noktamızı bilecektir. Bizim arkadaşımızın arkadaşı Mikâîl’dir. O geldiği zaman bolluk ve barış gelir, dediler. Hz. Ömer siz Cebrail’i kabul ediyor Muhammed (s.a.) i inkâr mı ediyorsunuz? dedi. Bu esnada Hz. Ömer onların yanından ayrılarak Hz. Peygambere doğru yöneldi. Maksadı Hz. Peygambere gelip onların söylediklerini bildirmekti. Fakat geldiğinde Allah Teâlâ’nın : «De ki kim Cebrail’e düşmansa bilsin ki…» âyetinin indirilmiş olduğunu gördü. Sonra İbn Cerîr Taberi der ki, bana Müsennâ… Katâde’den nakletti ki o şöyle demiş; bize bildirildiğine göre, Hz. Ömer bir gün yahûdîlerin yanma gitti… ve yukarda zikredilen hadîsi Süddî kanalıyla Ömer’den aynen veya biraz değişik şekliyle rivayet eder. Ancak bu hadîs de, münkatı’ hadîstir.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Muhammed İbn Ammâr… Abdurrahmân İbn Ebu Leylâ’dan nakletti ki, bir yahûdî Hattâb oğlu Ömer’e geldi ve Sizin arkadaşınızın sözünü ettiği Cebrâîl var ya, o bizim düşmanımızdır, dedi. Ömer de «De ki : Kim Cebrail’e düşmansa bilsin ki evvelki kitaplan tasdik eden mü’minler için hidâyet ve müjde olan Kur’an’ı senin kalbine Allah’ın izniyle indiren O’dur.» âyet-i celîle’sini okudu. İbn Ebu Leylâ’nın rivayetine göre, bu rivayet Hz. Peygamberin lisânı üzere nazil olmuştur. İbn Cerîr Taberî der ki; bana Ya’kûb İbn İbrahim… İbn Ebu Leylâ’dan nakletti ki; «De ki kim Cebrail’e düşmansa…» âyeti hakkında o şöyle demiş : Yahudiler, Cebrail bizim düşmanımızdır, çünkü o şiddet ve darlık indirir. Mîkâîl ise bolluk, sıhhat ve selâmet indirir, dolayısıyla Cebrâîl bizim düşmanımızdır, dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ işbu âyet-i celîle’yi indirdi.
Âyetin tefsirine gelince, kim Cebrail’e düşman olursa iyi bilsin ki hakim olan bu Kur’an’ı senin kalbine Allah tarafından ve onun izniyle indiren o Rûh’ül-Emîn’dir. Allah’ın meleklerinden bir elçidir. Kim bir elçiye düşman olursa bütün elçilere düşman olmuş sayılır. Nitekim kim bir peygambere îman ederse, bu îman onun bütün peygamberlerin hak olduğuna inanmasını gerektirir. Kim de bir peygamberi inkâr ederse bu küfür, onun bütün peygamberleri inkâr etmesi sonucunu doğurur. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah’la peygamberleri arasım ayırmak isteyen, bir kısmına inanır bir kısmını inkâr ederiz diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kâfir olanlardır.» (Nisa, 150-151) Allah Teâlâ onlar hakkında kesinleşmiş küfür hükmünü veriyor. Çünkü onlar peygamberlerden bir kısmına inanmakta bir kısmını inkâr etmektedirler. Cebrail’e düşman olan da aynı şekilde Allah’a düşman olmuş sayılır. Çünkü Cebrâîl İlâhî emri kendiliğinden indirmiyor. Rabbının emirlerini indiriyor. Nitekim Allah Teâlâ başka âyet-i celîle’de şöyle buyurmaktadır : «Biz ancak Rabbının emri ile indiririz. Önümüzde arkamızda ve bunların arasında bulunanlar O’nundur. Rabbln asla unutacak değildir.» (Meryem, 64). Bir başka âyet-i celîle’de ise şöyle buyuru-luyor : «Doğrusu o, âlemlerin Rabbı katından indirilmedir. Onu, Rûh’el-Emîn senin kalbine indiriyor ki sen uyarıcılardan olasın.» (Şuârâ, 192). Buhârî’nin sahihinde vârid olduğuna göre, Ebu Hüreyre diyor ki: Ra-sûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse bana harb ilân etmiş olur. Bunun için Hz. Cebrail’e düşmanlık edenlere Allah, gazab ederek : «De ki kim Cebrail’e düşmansa, bilsin ki evvelki kitapları tasdik eden mü’minler için hidâyet ve müjde olan Kur’ an’ı senin kalbine Allah’ın izniyle indiren O’dur.» buyurmuştur. Onların kalbine hidâyeti getiren ve cennet müjdesini bildiren bu kitabtır. Bu müjde ve hidâyet ancak mü’minler içindir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i celîle’de şöyle buyuruyor : «De ki, bu, inananlara doğruluk rehberi ve gönüllerine şifâdır. İnanmayanların kulaklarında ağırlık vardır ve onların kulakları kapalıdır. Sanki bunlara uzak bir mesafedensesleniliyor da anlamıyorlar.» (Fussilet, 44). Bir başka âyet-i kerîme’de de şöyle buyuruluyor : «Biz Kur’an’dan şifâ olanı ve mü’minler için rahmet indiririz. O, zâlimlerin ancak kaybını artırır.» (İsrâ, 82). Sonra şöyle buyurulmaktadır: «Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâîl ve Mîkâîl’e düşman olursa, şüphesiz ki Allah da o kâfirlerin düşmanıdır.» ve yine buyruluyor ki: «Kim bana, meleklerime ve rasûl-lerime düşman olursa; şüphesiz ki Allah kâfirlerin düşmanıdır.» Ra-sûller terimiyle melek ve insan olan elçiler kasdedilmektedir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i celîle’de şöyle buyuruyor : «Allah, meleklerden ve insanlardan elçiler seçer.» Cebrâîl ve Mîkâîl ifâdesi hassın âmme atfı kabîlindendir. Aslında her ikisi de melekler teriminin içine girdiği gibi bilumum rasûller teriminin içerisinde de yer alırken bilâ-here ayrıca zikredilmektedir. Çünkü âyetin akışı Allah ile peygamberleri arasında elçi durumunda olan Cebrail’i destekleme ortamıdır. Cebrail’le beraber Mîkâîl’in de zikredilmesi şuradandır : Yahudiler Cebrail’in kendilerinin düşmanı, Mîkâîl’in de dostları olduğunu iddia ediyorlardı. Burda Allah onlara bunlardan herhangi birisine düşman olanın, diğerine düşman olacağı gibi, aynı zamanda Allah’a da düşman olacağını bildiriyor. Zira zaman zaman Mîkâîl de peygamberlere iner. Nitekim başlangıçta Rasûlullah (s.a.) a o da bir süre eşlik etmişti. Fakat vahyi in dirmek daha çok Cebrail’in vazifesidir. Mîkâîl ise yağmur ve bitki bitirmekle mükelleftir. Birisi hidâyet, diğeri nzık verme göreviyle yükümlüdür. Keza İsrafil de kıyamet gününde yeniden diriliş için Sûr’a üfleme göreviyle mükelleftir. Bunun için sahîh hadîste varid olur ki; Rasûlullah (s.a.) geceleyin kalkınca şöyle duâ edermiş : Allah’ım Cebrail’in, Mîkâîl’in ve İsrafil’in Rabbı, göklerin ve yerin yaratanı, görüleni ve görülmeyeni bilen, Sen kullarının ihtilâfa düştükleri konuda onlar arasında hükmedersin. İhtilâf edilen konularda izninle hakkı görmeyi sağlarsın. Çünkü sen dilediğini dosdoğru yola hidâyet edersin. Buhârî’ nin naklettiği ve îbn Cerîr’den İkrime’den rivayet ettiği «Cebr, mîk, ve israf» kelimelerinin kulcuk manalarına geldiği, «îl» kelimesinin ise Allah demek olduğu yukarda geçmişti.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ahmed İbn Sinan… İbn Abbâs’ın kölesi Ümeyr’den nakleder ki, İbn Abbas şöyle demiş : Cibril kelimesi Abdullah ve Abdurrahmân kelimesi gibidir. Denildi ki cibr kul, îl ise Allah demektir. Muhammed İbn İshâk, Zührî kanalıyla Ali İbn el-Hü-seyn’den nakleder ki, o şöyle demiş : Cebrâîl isminin sizin isimlerinizden hangi mânâya geldiğini biliyor musunuz? Biz, hayır dedik. O, Abdullah demektir, karşılığını verdi. Yine Mîkâîl isminin sizin isimlerinizden ne mânâya geldiğini biliyor musunuz? dedi. Biz, hayır dedik. O Allah’ın kulcuğu mânâsına geldiğini söyledi ve dedi ki îl’e atfedilen her isim Allah’a matuf olur. İbn Ebu Hatim. Mücâhid, İkrime Dahhâk veYahya îbn Ya’mer’den de aynı şekilde bir rivayet nakleder. Sonra der ki; bana babam… Azîz İbn Ümeyr’den nakletti ki Cibril ismi melekler arasında Allah’ın hizmetçisi mânasına gelmektedir, tbn Ebu Hatim der ki; ben bu hadîsi Ebu Süleyman el-Dârânî’ye naklettiğimde yerinden sıçradı ve dedi ki: Bu hadîs bana her şeyden daha güzeldir ve önünde bulunan deftere kaydetti. Cibril ve Mîkâîl kelimelerinin okunuşunda değişik kırâet ve lügat farkları bulunmaktadır ki bunlar kırâet ve lügat kitaplarında anlatılır. Biz bu kitabımızda bu gibi farklılıkları uzun uza-dıya anlatmadık. Sadece mânâya tesîr edecek veya hükme merci teşkil edecek konulan anlattık. İ’timâd, Allah’adır yardım O’ndan dilenir. [8]
Ey Habîbim, Muhammed; onlara söyle, kim Cebrail’e düşman olursa, Allah’a da düşman olur. Çünkü Cebrâîl’i vahiyle sana gönderen ve Allah’ın izniyle kalbine Kur’an’ı yerleştiren Allah’tır. O, seninle Allah arasında bir elçidir. Kim Allah’ın Rasûlüne düşmanlık ederse, Allah’a düşmanlık etmiş olur. Sana indirdiği Kur’an, Tevrat ve İncil’i tasdik edici bir kitaptır. Ve o, mü’minler için bir hidâyet ve müjde kaynağıdır. Sevinme vesilesi olabilen Kur’an, nefret vesilesi olabilir mi hiç? Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve Rasûllerine özellikle de Cebrâîl ve MîkâîFe düşman olan iyi bilsin ki: Allah’a düşmandır ve Allah kâfirlerin düşmanıdır.
Rivayet edilir ki Hz. Ömer (r.a.) in Medine’nin üst kısımlarında bir arazîsi vardı. Oranın geçidi de yahûdî dersânelerinin yanında idi. Hz. Ömer oraya giderken yahûdî dersânelerinin yanında oturuyor ve onların sözlerini dinliyordu. Yahudiler dediler ki: Ey Ömer, biz seni seviyor ve sana çok muhabbet duyuyoruz. Hz. Ömer dedi ki: Allah’a and-olsun ki, ben re sizi sevdiğim için yanınıza geliyorum ne de dinimden şüphe ettiğim için bir şeyler soruyorum. Yanınıza gelmem Hz. Muhammed (s.a.) in durumu konusunda daha açık bilgiye sahip olmak ve onun müjdesini sizin kitabınızda görmeyi istememden dolayıdır. Sonra onlara Hz. Cebrail’den suâl etti. Yahudiler dediler ki; o bizim düşmanımızdır, bütün sırlarımızı Muhammed’e açıklıyor. O hep felâket ve azâb getirir. Mîkâîl ise bolluk ve selâmet getirir. Hz. Ömer ikisinin Allah katında yeri nedir? diye sordu, onlar mevki bakımından en yakın yerdir, dediler. Cebrâîl sağında, Mîkâîl solundadır, Mîkâîl Cebrail’in düşmanıdır dediler. Hz. Ömer; eğer sizin dediğiniz gibi olsaydı, bu ikisi düşman olmazlardı ve siz merkeplerden daha çok inatçı ve küfredici olurdunuz çünkü onlardan birine düşman olan diğerine de düşman olur, ikisine düşman olan ise Allah’ın düşmanı olur. Sonra Ömer Hz. Peygamberin yanına geldiğinde Cebrail’in ondan önce vahyi getirdiğini gördü. Hz. Peygamber buyurdu ki «Rabbın, sana muvafakat etti» Hz. Ömer dedi ki: «Bundan sonra, sen beni Allah’ın dininde taştan daha katı bulacaksın.» [9]
Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabî’ye atfedilen tefsirde ise şöyle denir :
Zahir olan odur ki; Cebrail faal akıldır. Mîkâîl altıncı feleğin ruhudur. Ve kulların rızkıyla tevkil edilmiş olan küllî nebatî nefsin feyzini sağlayan aklıdır. İsrafil ise dördüncü feleğin ruhu ve hayvanlara tevkil edilmiş olan küllî, hayvani nefsin feyzini sağlayan aklıdır. Azrâîl ise, bütün insan nefşlerini almakla görevli bulunan yedinci feleğin ruhudur. O, ruhu ya bizzat veya yardımcıları vasıtasıyla alır, Allah’a teslîm eder. [10]
99- Andolsun ki, biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları fâsıklardan başkası inkâr etmez.
100- Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir güruh onu bozup atmadı mı? Hayır, onların bir
çoğu îman etmezler.
101- Onlara, ne zaman Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse, kendileri
ne kitab verilenlerden bir güruh, sanki bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını arkalarına atıverdi.
102- Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla küfretmedi. Sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil’deki iki meleğe; Hârût ile Mârufa indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek isd: «Biz ancak imtihan için gönderildik, sakm küfretme.» demedikçe kimseye sihirden bir şey öğretmezlerdi. Onlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki bunlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi. Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki, onlar onu (sihri) satın alan kimse için âhirette hiçbir nasîb olmayacağını biliyorlardı. Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsalardı?
103- Eğer onlar inanmış ve sakınmışolsalardı; Allah katındaki sevâb daha hayırlı olurdu. Keski bilselerdi.
Apaçık Âyetleri Terkedenler:
İmâm Ebu Ca’fer İbn Cerîr el-Taberî : «Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik.» âyeti konusunda şöyle der; Ey Muhammed, biz sana nübüvvetini gösteren apaçık işaretler indirdik. Allah’ın kitabının ihtiva ettiği bu âyetler yahûdîlerin gizli bilgileri ve esrarlı haberlerinin saklıları arasında bulunuyordu. İsrâiloğullarının geçmişlerinin haberlerini ihtiva etmektedir. Onların sadece hahamlarının ve bilginlerinin bildikleri kitaplarının muhtevalarını belirtmektedir. Geçmişlerinin ve sonrakilerin tahrif ettikleri ve değiştirdikleri Tevrat’ın ahkâmını anlatmaktadır. Allah, Nebisi Muhammed (s.a.) e inzal buyurduğu kitabında, onu bu hususlara muttali kılmıştır. Onun durumu insaf sahipleri için apaçık belge niteliğindedir. Selîm fıtrat sahibi olanları, kıskançlık ve isyandan başka hiç bir şey bu gerçekleri inkâra sevketmez. Çünkü her fıtrat sahibi Hz. Muhammed’in getirdiği apaçık âyetleri gördüğü zaman, onu tasdik eder ve tasdik etmek için beşerî bir bilgiye gerek duymaz. Herhangi bir insandan bir şey alma ihtiyâcını hissetmez. Dahhâk’-m, îbn Abbâs^an naklettiğine göre; o bu âyet konusunda şöyle dermiş : Sen onlara bu âyetleri sabah-akşam okuyor, açıklıyorsun, senin okuma, yazma bilmez, ümmî kimse olduğunu onlar çok iyi biliyorlar ve kendilerinin yanında bulunan gerçekleri olduğu gibi kendilerine haber veriyorsun. Eğer bilselerdi, bu, onlar için bir mesned, bir ibret ve açıklama olurdu.
Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’dân nakleder ki: Îbn Sûryâ el-Fatyûnî Rasûlullah (s.a.) a dedi ki; Ey Muhammed, bize getirdiğin şeyleri biz biliyoruz. Sen bize bilmediğimiz bir şeyi getirmiyorsun. Allah sana apaçık bir âyet indirmeli ki sana uyalım. Bunun üzerine işbu âyet-i celîle nazil oldu. Mâlik İbn Seyf ise, Rasûlullah (s.a.) peygamber olarak gönderilip yahûdîlere, Allah’ın kendilerinden aldığı mîsâkı ve Hz. Muhammed konusundaki ahdi hatırlatınca, dediler ki; Allah Muhammed konusundan bizden hiç bir ahid ve mîsâk almamıştır. Bunun üzerine : «Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir güruh onu bozup atmadı mı?» âyeti nazil oldu.
Hasan el-Basri der ki; «Onların bağlanacakları bir ahid yoktur.» Hangi ahde bağlandılarsa onu bozup arkalarına attılar. Bu gün ahd ediyorlar, yarın bozuyo&ardı. Süddî der ki; bu âyetin mânâsı, onlar Hz. Muhammed’in getirdiklerine inanmazlar demektir. Katâde der ki; «İçlerinden bir güruh onu bozup atmadı mı?» yani verdikleri ahdi bozmadılar mı? İbn Cerîr der ki; bozup atmak mânâsına gelen “Nebeze” kelimesi parçalayıp bir kenara bırakmaktır. Bu sebeple kaybolan eşyaya da “Menbuz” denir. Keza “Nebiz” kelimesi de suya atılmış olan hurma ve üzümdür.
Ben derim ki; Allah Teâlâ bu kavmi, daha önce sarılmalarını emrettiği ahdi bozmalarından dolayı zemmetmiştir. Bunun için de hemen ardından onlara ve bütün insanlara peygamber olarak gönderilen Ra-sûlü yalanladıklarını belirtmektedir. O peygamberin nitelikleri, vasfı ve haberi kendi kitaplarında yer almaktaydı ve ona uymak, onu desteklemekle emrolunmuşlardı. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulur: «Onlar ki ümmî nebî ve rasûle tâbi olurlar. Onun kendi yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu görürler.» (A’râf, 157). Burada ise«Onlara, ne zaman Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse, kendilerine kitab verilenlerden bir güruh sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını arkalarına atıverdi.» buyuruluyor. Yani onlardan bir taife önlerinde bulunan Allah’ın kitabında Hz. Muhaınmed’in muştusunu gördükleri için arkalarına atıp bilmiyormuş gibi onu terkettiler, büyü öğrenmeye ve ona tâbi olmaya başladılar. Bunun için de Rasûlullah (s.a.) a tuzak kurmak istediler. Taraktan düşen saç ve sakal teline, hurma kabuğuna ve benzeri şeylere büyü yaparak onu Zu Ervân (Medine’de bir yerin adı) kuyusundaki kayanın altına koydular. Büyü yapan yahûdî’nin adı, Lebîb İbn el-A’sam idi. (Allah’ın la’neti üzerine olsun.) Allah bu durumu Rasûlüne bildirdi ve onların yaptırdığı büyüden kurtararak şifâyâb olmasını sağladı.Nitekim bu husus ilerde açıklanacağı gibi, mü’minlerin annesi Âişe (r.a.) den Buhârî ve Müslim’in Sahihinde detaylı olarak nakledilmektedir.
Süddî der ki; «Onlara ne zaman’ Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse…» Yani Hz. Muhammed (s.a.) onlara geldiğinde Tevrat’la ona karşı çıktılar ve onunla mücâdeleye girdiler. Tevrat’la Kur’an’ın birleştiği konularda ise Tevrat’ı arkalarına attılar. Âsaf’ın kitabını ve Hârût ile Mûrût’un büyüsünü aldılar. Bu ise Kur’an’a asla uymuyordu. İşte Allah Teâlâ’nın : «Sanki bilmiyorlarmış gibi» kavlinin mânâsı budur. Katâde, bu ifâde konusunda der ki; onlar biliyorlardı, ancak bilgilerini arkalarına attılar, gizlediler ve inkâr ettiler. [11]
Süleyman’ın Mülkü:
Avfî, tefsirinde İbn Abbâs’dan Allah Teâlâ’nın «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman, asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil’deki iki meleğe Hârût ile Mârût’a indiri lenleri öğretiyorlardı» âyeti konusunda şöyle dediğini nakleder : Bu. Süleyman’ın mülkü yok olduğu sırada idi. Cinlerden ve insanlardan bir grup dinden dönerek şehvetlerine tâbi olmuşlardı. Ancak Allah Teâlâ Hz. Süleyman a mülkünü geri iade edince ve insanlar Süleyman’ın devrinde olduğu gibi tekrar dinleri üzerinde kâim olmaya başlayınca, kitaplarına karşı çıktılar. Süleyman onu tahtının altına gizlemişti. Süleyman (a.s.) vefat edince Süleyman’ın vefatının ardından hemen cinler ve insanlar kitapları çıkararak bu, Allah’ın kitabıdır, Süleyman’a indirilmiştir, o, bizden bu kitabı gizlemişti dediler. Onları alarak kendileri için din kurdular. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Onlara ne zaman Allah tarafın dan yanlarındaki kitabı tasdik edici bir peygamber geldiyse kendilerine kitap verilenlerden bir güruh sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın kitabını arkalarına atı verdi.» buyurmuştur. «Ve şehvetlerine tâbi oldular.» Şehvet; oyun, eğlence ve insanı Allah’ın izinden alıkoyan her şeydir. İbn Ebu Hatim der ki; bana, Ebu Saîd, İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : Âsâf Süleyman’ın kâtibi idi ve İsm-i A’zam’ı biliyordu. Süleyman’ın her emirini yazıyor ve tahtının altına saklıyordu. Süleyman ölünce, şeytânlar onları çıkardılar ve emirnamenin her satırının arasına büyü ve küfür yazarak işte bu, Süleyman’ın amel ettiği şeylerdir, dediler. İbn Abbâs der ki: Halkın bilmezleri onu kâfir sayıp küfrettiler ,bilginleri ise oldukları gibi durdular. Halkın bilmezleri durmadan Süleyman’a küfrediyorlardı. İşte Allah Teâlâ, Muhamed (s.a.) e indirdiği âyet-i kerîme’de bu konuyu açıkladı: «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.»
İbn Cerîr der ki; Ebu Sâib Selem İbn Cûnâde… İbn Abbâs’dan nakleder ki, şöyle demiş : Süleyman (a.s.) helaya veya kadınlarından birinin yanına girmek istediği zaman, Cerâde’ye ki —o, Süleyman’ın karısıydı— mührünü verirdi. Allah Teâlâ Süleyman (a.s.) ı denediği şey ile denemeyi murâd edince, bir gün mührünü Cerâde’ye verdi. Şeytân Süleyman (a.s.) in suretine girerek geldi ve ona, mührümü ver, dedi. Süleyman’ın mührünü aldı. Süleyman’ın mührünü alınca şeytânlar, cinler ve insanlar onun emrine girdiler. İbn Abbâs der ki; Sonra Hz. Süleyman, Cerâde’nin yanma geldi ve mührümü ver, dedi. O, yalan söylüyorsun sen Süleyman değilsin, dedi. O zaman Süleyman (a.s.) bunun kendisini denemek için Allah’ın bir imtihanı olduğunu anladı. İbn Abbâs der ki; şeytânlar o günlerde içinde küfür ve sihir bulunan bir yazı yazdılar ve onu Süleyman’ın tahtının altına gizlediler. Sonra çıkarıp halka okudular ve dediler ki, Süleyman halkı bu yazılarla mağlûb ediyordu. İbn Abbas der ki, halk Süleyman (a.s.) dan uzaklaşarak onu tekfir etti. Nihayet Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.) i gönderince ona : «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu.
Ayrıca İbn Cerîr der ki; bana İbn Hümeyd… İmrân İbn el-Hâris’-den nakletti ki o şöyle demiş : Birgün biz, Abdullah İbn Abbâs’ın yanında oturuyorduk, adamın biri geldi. İbn Abbâs ona nerden gelirsin? dedi. O da Irak’tan, dedi. İbn Abbâs hangi şehirden? deyince o, Kûfe’den, dedi. İbn Abbâs ne haber var? deyince o, Hz. Ali’nin onların aleyhinde hurûc ettiğini konuşurlarken duymuştum, dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs bağırarak ne diyorsun? dedi. Eğer bunu bilseydik, karısını nikahlamaz, mirasını taksim etmezdik, ancak ben size bu konuda bir söz nakledeceğim şöyleki: Şeytânlar gökyüzünde ses dinliyorlardı ve her biri gökyüzündeki şeyleri duyacak kadar göğe yükseliyorlardı. Bunlardan birisi tecrübe edilince o doğrulanıyor, ama yanında da yetmiş tane yalan naklediliyordu. İbn Abbâs dedi ki; bu yalanlar halkın içine sızıyordu. Bunun üzerine Allah Süleyman (a.s.) ı durumdan haberdâr kılıp onları koltuğunun altına gizledi, Süleyman (a.s.) vefat edince, yol şeytânı kalktı ve dedi ki; size eşi ve benzeri bulunmayan yasak bir hazîneyi göstereyim mi? İşte o, koltuğun altındadır. Onu çıkardılar ve dediler ki; milletleri kendisine bağlayan sihir işte budur. —ki onun kalıntılarını Irak halkı konuşur durur— İşte bu konuda Allah Azze ve Celle : Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü hakkında uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu. Hâkim Müstedrek’indebu rivayeti Ebu Zekeriyyâ kanalıyla İbn Cerîr’den nakleder. [12]
Şeytân’ın Uydurdukları:
Süddî, Allah Teâlâ’nın «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü ileyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler» âyetinin Süleyman’ın ahdi aleyhine demek olduğunu bildirir. Süddî der ki; Şeytânlar önceleri gökyüzüne çıkarlar ve orda konuşulanları dinlemek üzere otururlardı. Bu esnada meleklerin kendi aralarında yeryüzünde olacak Şeyler, ölümler veya dirilmeler mevzuunda konuştuklarını duyarlardı, sonra kâhinlere gelip duyduklarını bildirirlerdi. Kâhinler de bunu halka söylerlerdi ve beklenen şeyler onların söylediği gibi çıkardı. Kâhinler, şeytânların söylediklerine güvenince, onlar kâhinlere yalan söylediler ve başka sözler de karıştırdılar. Her söze dört beş kelime eklediler. Bu sözleri halk kitaplara yazdı. İsrâiloğulları arasında cinlerin gaybı bileceği haberi yayıldı. Süleyman peygamber insanlara peygamber olarak gönderilince, bu şeylerin yazılı olduğu kitapları toplayıp bir sandığa koydu, sonra sandığı tahtının altına sakladı. Şeytânlardan hiç birisi, tahta yanaşanı yordu, aksi takdirde yanıyordu.
Süddî der ki; şeytânların gaybı bileceğine dâir, söz söyleyen herkesin boynu vuruluyordu. Süleyman (a.s.) ölüp te Süleyman’ın durumunu bilen âlimler, ortadan kalkınca, ardından çeşitli nesiller geldi. Şeytân, insan suretine girdi ve İsrâiloğullarından bir topluluğun yanına gittî. Onlara dedi ki; Sizin ebediyyen tüketemiyeceğiniz bir hazîneyi size göstereyim mi? Onlar evet, dediler. Şeytân, şu tahtın altını kazın, dedi. Onlarla beraber gidip kitapların olduğu yeri gösterdi ve kendisi bir kenarda durdu. Kendisine yaklaş dediklerinde, hayır ben burada önünüzde duruyorum, eğer onu bulamazsanız beni öldürün, dedi. Sonra kazdılarve o kitapları buldular. Çıkardıklarında şeytân onlara dedi ki: Süleymân peygamber; insanları, şeytânları ve kuşları bu büyülerle kontrol altında tutuyordu. Sonra uçup gitti. İnsanlar arasında Süleyman peygamberin büyücü olduğu görüşü yayıldı. İsrâiloğulları bu kitapları aldılar. Hz. Muhammed (s.a.) peygamber olarak geldiğinde ona karşı çıktılar, bu konuda onunla tartıştılar. İşte Allah Teâlâ’nın: «Halbuki Süleyman asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfretti.» âyetiyle söylediği budur.
Rebî’ İbn Enes der ki; Yahudiler zaman zaman Tevrat’la ilgili olarak Hz. Peygambere sorular soruyorlardı. Onlar, hangi konuda soru sorarlarsa, Allah sordukları konuda kullara bir haber indiriyordu ve onları böylece altediyordu. Yahudiler bu durumu görünce dediler ki; bu adam, Allah’ın bize indirdiği kitabı bizden çok daha iyi biliyor. Ve Hz. Peygambere büyüden sorarak bu konuda onunla tartışmaya başladılar. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle : «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman, asla küfretmedi, sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar, insanlara sihri öğretiyorlardı.» âyetini inzal buyurdu. Şeytânlar kitaba başvurdular ve onun içerisine sihir, kâhinlik ve daha benzer şeyler yazdılar ve onu Süleyman (a.s.) m koltuğunun altına gömdüler. Süleyman (a.s.) gaybı bilmezdi. Dünyadan ayrılınca şeytânlar bu büyüyü çıkararak insanları aldattılar ve dediler ki; îşte bu, Süleyman peygamberin insanlardan gizleyip sakladığı bilgidir. Hz. Peygamber onlara bu sözleri bildirdi ve yahûdîler onun yanından kalkıp mahzun olarak çıktılar, Allah Teâlâ böylece onların delillerini yok etti.
Mücâhid «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler» âyeti konusunda der ki: Şeytânlar vahyi dinlerlerdi. Onun bir kelimesini duyunca ikiyüz kelime ona eklerlerdi. Süleyman (a.s.) onların bu uydurma şeylerini yıkmak üzere gönderildi. Ancak vefat edince şeytânlar onu bularak insanlara öğrettiler. İşte sihir budur.
Saîd İbn Cübeyr der ki; Süleyman (a.s.) şeytânların elindeki büyüleri araştırıyor ve ellerinden alarak hazînesinin bulunduğu yerdeki tahtının altına saklıyordu. Şeytânlar bunu elde etmeyi başaramadılar, insanların zihnine girerek dediler ki; Süleyman peygamberin şeytânları, rüzgârları ve diğer şeyleri kendi emrine almasını sağlayan bilgisinin ne olduğunu biliyor musunuz? Onlar, hayır dediler. Şeytânlar, o hazînesinin bulunduğu yerde ve tahtının altında gizlidir, dediler. Bu konuda insanları tahrik ettiler ve insanlar onlan çıkarıp bu büyülerle değişik şeyler yaptılar. Hicaz ehli dedi ki Süleyman (a.s.) bununla iş yapıyordu ve bu sihirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ nebîsi Muhammed (a.s.) e Süleyman (a.s.) ı temize çıkarmak için bu âyet-i celîle’yi inzal buyurdu : «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.»
Muhammed İbn İshâk der ki: Şeytânlar Dâvûd peygamberin oğlu Süleyman peygamberin öldüğünü duyunca, çeşitli büyüler yazdılar ve dediler ki, şunu ve şunu elde etmek isteyenler, şöyle ve şöyle desinler. Bu çeşitli büyüleri nihayet birleştirip bir kitap haline getirdiler. Sonra Süleyman peygamberin mührüne bunları kazdılar ve onun başlığına da şunu yazdılar: «Bu, Dâvud oğlu Kral Süleyman’ın dostu Âsaf Ibn Bel hiyâ’nın ilim hazînelerinden yazmış olduğu hazînelerdir.» Sonra bunu Süleyman’ın tahtının altına gizlediler. Süleyman’ın ardından İsrâil-oğullarınm torunları bunlan çıkardılar ve bir takım şeyler uydurdular. Şeytânlar onlarla karşılaşınca dediler ki; Dâvûd oğlu Süleyman bunlarla iş yapıyordu. Böylece insanlar arasında büyüyü yaydılar. Büyü yahûdîlerin arasında yaygın olduğu kadar, hiç bir yerde yaygın değildi. Allah onlara la’net etsin.
Rasûlullah (a.s.)’a Allah tarafından âyetler indirilip te Süleyman peygamberden bahsedilince ve onun peygamberlerden bir peygamber olduğu belirtilince, Medine’de bulunan yahûdîler dediler ki; Muham-med’e hiç hayret etmiyor musunuz? Baksanıza Dâvûd oğlu Süleyman’ın peygamber olduğunu iddia ediyor. Allah’a andolsun ki o, yalnız bir büyücüydü. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyetini inzal buyurdu.
îbn Cerîr derki; bize Kasım…” Şehr İbn Havşeb’in şöyle dediğini rivayet etti: Süleyman (a.s.) in hükümdarlığı elinden alınınca, şeytânlar onun bulunmadığı sırada büyüleri yazıyorlar ve şöyle şöyle yapmak isteyenler, güneşin karşısına geçip şöyle şöyle desinler. Şu ve şu işin yerine gelmesini isteyenler, güneşe arkalarını dönüp şöyle ve şöyle desinler diyorlardı. Bu büyüleri yazan şeytânlar ona «Bu Belhiyâ oğlu Âsâf’m, Kral Süleyman’ın hazînelerinden yazdığı ilim hazinesidir.» başlığını yazmışlardı. Sonra onu Süleyman’ın tahtının altına eömdüler. Süleyman (a.s.) ölünce İblîs (aleyhi’l-la’ne) kalktı ve halka hitabendedi ki; Ey İnsanlar, Süleyman, bir peygamber değildi, sadece bir büyücüydü. Onun büyülerini eşyasının arasında ve evinde araştırın. Sonra onları büyünün gömülü olduğu yere götürdü. Onlar da; Allah’a andolsun ki, Süleyman bir büyücüymüş, bizi büyü ile kul, köle etmiş ve ezmiş, dediler. Mü’minler ise; hayır, o inanmış bir peygamberdir, dediler. Hz. Peygamber gönderilince peygamberleri anlatıyordu ve Dâvûd ve Süleyman (a.s.) dan da bahsetti. Yahûdîler dediler ki; şu Muham-med’e de bakın, hak ile bâtılı birbirine karıştırıyor. Süleyman’ı peygamberler arasında zikrediyor halbuki o rüzgâra binen bir büyücüydü. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler» âyetini inzal buyurdu.
İbn Cerîr ki; bize, Muhammed îbn Abd’ül-A’lâel-San’ânî… Ebu Miclez’den nakleder ki, o şöyle demiş : Süleyman (a.s.) her canlıdan bir söz almıştı, bir adam, yakalandığı zaman o söz sorulur ve sonra bırakılırdı. İnsanlar bunun üzerine secî’ ve sihri eklediler ve dediler ki; Süleyman’ın yaptığı şey buydu. Bunun için Allah Teâlâ : «Halbuki Süleyman asla küfretmedi sadece şeytânlar küfrettiler. Onlar insanlara sihri öğretiyorlardı.» buyuruyor. İbn Ebu Hatim der ki; bize Assam İbn Revvâd… Hasan’dan nakleder ki; «Ve onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» âyeti konusunda şöyle demiş : Bunların üçte biri şiir, üçte biri büyü, üçte biri kâhinlikti. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Ahmed… Hasan’dan nakleder ki; onlar, şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler, yahûdîler de onun mülkü ardına düştüler. Aslında onlardan önce de büyü yeryüzünde vardı, ancak yahûdîler Süleyman’ın mülkü ardına düşmüşlerdi.
Bu konuda selef-i sâlihînin önderlerinden nakledilen sözlerin bir nebzesi işte bunlar. Kıssanın özü ve muhtelif bölümleri arasının birleştirilmesinden kısaca kıssa ortaya çıkıyor. Anlayışlı, zekî kimseler bu nakiller arasında bir çelişki olmadığını görürler. Doğruyu gösteren ise şüphesiz Allah Teâlâ’dır.
«Ve onlar şeytânların, Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler.» Yani kendilerine kitab verilmiş olan yahûdîler, ellerinin önünde bulunan kitabtan yüz çevirip Muhammed (s.a.) in risâletine karşı çıktıktan sonra şeytânların uydurduklarına tâbi oldular. Süleyman’ın mülkü konusunda şeytânların ortaya sürdükleri haberlere bağlandılar.
Sihir:
Hasan el-Basrî merhûm’un «Sihir, Dâvûd oğlu Süleyman’ın zamanından çok önce vardı» sözü hiç şüphesiz doğrudur. Çünkü büyücüler Hz. Mûsâ zamanında vardılar. Süleyman peygamber ise Hz. Musa’dan çok sonra idi. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Musa’dan sonra İsrâiloğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerinden birine bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım demişlerdi. Ya, savaş size farz kılınlığında gitmeyecek olursanız? demişti de, memleketimizden ve oğullarımızdan uzaklaştırıldığımıza göre neye Allah yolunda savaşmayalım? demişlerdi. Ama onlara savaş farz kılınınca az bir kısmı müstesna yüz çevirdiler. Allah zâlimleri bilir.» (Bakara, 26) Bu âyetin sonunda Allah Teâlâ İsrâiloğullarma gönderdiği peygamberlerden bahsetmekte, ve «Allah’ın izniyle onları bozguna uğrattılar. Dâvûd, Câlût’u öldürdü .Allah Davud’a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah’ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzü fesada uğrardı. Ancak Allah (alemlere lütuf sahibidir.» (Bakara, 251) buyurmaktadır. Nitekim Salih peygamberin kav mi de —ki onlar İbrâhîm peygamberden önce idiler— peygamberleri Salih’e : «Doğrusu sen büyülenmişlerdensin» demişlerdi.
«Onlar, insanlara sihri ve Bâbü’deki iki meleğe; Hârût ile Mârût’a indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise, biz ancak imtihan için gönderildik, sakın küfretme demedikçe kimseye sihirden bir şey öğretmez-lerdi. Onlardan koca ile karısını ayıracak şeyler öğrendiler.»
Bu konuda halk ihtilâf a düşmüştür. Bazıları “Vema unzile ale’l-melekeyni” âyetindeki “Ma” edatının nefy mânâsına geldiğini söylemişlerdir.
İbn Cerîr’in Avfî kanalıyla naklettiği rivayette İbn Abbâs; «Hârût ile Mârût’a indirilenleri öğretiyorlardı» âyetini şöyle tefsir etmiştir: Allah, Hârût ile Mârût’a sihir indirmemişti. Rebî’ İbn Enes’den naklettiği rivayette ise, «bu iki meleğe indirilen» âyet-i kerîmesini Allah onlara sihir öğretmemişti şeklinde tefsir ettiğini söyler. İbn Cerîr bu takdirde âyetin mealinin şöyle olması gerektiğini bildirir : «Onlar, şeytanların Süleyman, asla küfretmedi ve Allah iki meleğe sihir öğretmedi. Ancak şeytânlar küfrettiler ve insanlara Bâbil’de Hârût ve Mârût kanalıyla sihri öğretiyorlardı.» Bu takdirde Bâbil kelimesi, te’hîr edilmiş ancak mânâsı öne alınmış olur. Eğer birisi bize bunun takdim ediliş şekli nasıldır? derse, denilir ki; takdim ediliş şekli şöyledir: : Onlar şeytânların Süleyman’ın mülkü aleyhine uydurdukları büyülerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman küfretmedi ve Allah iki meleğe sihir indirmedi. Sadece şeytânlar küfrettiler ve insanlara Bâbil’de Hârût ile Mârût sihri öğretiyorlardı. Buradaki iki melekten maksad, Cebrail ve Mîkâîl Aley-hisselâmlar olur. Çünkü yahûdî büyücüler, anlatıldığına göre Cebrail ve Mîkâîl’in diliyle Dâvûd oğlu Süleyman’a Allah Teâlâ’nm büyüyü öğrettiğini iddia ediyorlardı. İşte Allah Teâlâ bu âyetle, onları yalanlayıp nebisi Muhammed (s.a.) e Cebrail ve Mîkâîl’in sihri indirmediklerini haber veriyor. Süleyman’a atfedilen büyücülükten onu uzaklaştırıyor ve sihrin, şeytânın işi olduğunu, Bâbil’de insanlara büyü öğreten bu iki kişinin admm da Hârût ve Mârût olduğunu söylüyor. Bu takdirde Hârût ve Mârût, kelimeleri insanların açıklamasından ibaret oluyor. İbn Cerîr’in ifâdesi harfi harfine böyledir.
İbn Ebu Hatim der ki; bana Übeydullah İbn Mûsâ… Atiyye’nin «Ve Bâbü’deki iki meleğe; Hârût ile Mârût’a indirilenleri öğretiyorlardı.» âyetini şöyle tefsir ettiğini söyler : Allah Cebrail’le Mîkâîl’le (iki melekle) büyü indirmemiştir.
Fadl İbn Şâzân… Abdurrahman’m bu âyeti “Vema unzile ale’l-melekeyni bibabile Harute ve Marute” şeklinde değil de “Vema unzile ale’l-melikeyni Davude ve Süleymane” şeklinde okuduğunu rivayet eder. Ebu’l-Âliye der ki: Onlara büyüyü indirmemişti, sadece küfürle îmanı öğrenmişlerdi. Ve sihrin küfür olduğunu bellemişlerdi. Sihirden son derece şiddetle kaçınmaları emrolunmuştu. îbn Ebu Hatim böyle rivayet eder.
Sonra İbn Cerîr “Ma” edatının ism-i mevsûl manasına olduğunu söyleyen görüşü reddetmeye başlayarak bu konuda sözü uzatır ve iddia eder ki; Hârût ile Mârût iki melektir. Allah onları yeryüzüne indirmiş ve kullarını imtihan etmek için onlara büyü öğretme iznini vermiştir. Sonra da kullarına peygamberlerinin diliyle yasaklarını bildirmişti. Onun iddiasına göre; Hârût ve Mârût Allah’ın kendilerine verilen emri yerine getirdikleri için sihir öğretmekte bu emre itaat etmekten başka bir şey yapmamışlardır. İbn Cerîr’in tuttuğu bu yol hakikaten çok garîbtir. Bundan daha garibi de Hârût ile Mârufun cinlerden iki kabile olduğunu iddia edenlerin sözüdür. İbn Ebu Hatim, Dahhâk îbn Müzâhim’den nakleder ki o, bu âyeti “Vema unzile ale’l-melekeyni” Ve sonra iki meleğin Bâbil’de cesur iki kişi olduğunu söylermiş. Bu görüşün Sahipleri âyet-i kerîme’deki “İnzal” kelimesini öğretme ve ilham etme mânâsma değil de, yaratma mânâsına almışlar ve «Ve Bâbil’deki iki meleğe Hârût ile Mârût’a indirilenleri yaratıyorlardı.» şeklinde mânâ vermişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ bu mânâda başka âyetlerde şöyle buyurmaktadır : «Ve sizin için hayvanlardan sekizer çift yarattı» (Zü-mer, 6), «Ve Biz demiri yarattık ki onda şiddetli bir güç vardır.» (Ha-dîd, 25) «Ve sizin için gökten rızık yaratır.» (Gâfir, 13) Yine aynı mânâda hadîs-i şerifte şöyle buyurulur: «Allah bir hastalık yaratmışsa, mutlaka onun devasını da yaratmıştır.» Keza, «Allah hayır ve şer yarattı» derken yine bu kelime kullanılır. Başkaları da «Onlar insanlara sihri öğretiyorlardı» cümlesinde durma görüşündedirler. Nitekim İbn Cerîr der ki; bana Yûnus… Kasım İbn Muhammed’den nakleder ki; adamın biri ona bu âyeti sorduğunda şöyle demiş : İnsanlara sihri öğretiyorlardı, halbuki onların üzerine sihir indirilmemişti veya onlar insanlara kendilerine indirilmemiş olan şeyi öğretiyorlardı gibi mânâlardan hangisini vermek gerekir? dediğinde, Kasım, hiç farketmez, hangisi olursa diye karşılık vermiştir. Sonra Yûnus’un Enes İbn İyâs tarikiyle bazı arkadaşlarından naklettiği bu kıssaya şunu da eklediğini rivayet eder : Hangisi olursa olsun benim için farketmez çünkü ben ona inandım demiştir.
Selef-i sâlihînin çoğunluğu, Hârût ile Mârufun gökten inme iki melek olduğu, yeryüzüne indirildikleri ve durumlarının çok değişik şekil aldığı görüşündedirler. Az sonra irâd edeceğimiz gibi, Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde vârid olan merfû hadîste de bu nokta anlatılmıştır. Buna göre; bu meleklerin durumuyla Allah’ın melekleri mâsûm yarattığı konusundaki delillerin arasını şöylece birleştirmek mümkün olabilir: Bu ikisinin durumu Allah’ın ilminde böyle yer almıştır ve bu durum onlara mahsûs olmak üzere Allah’ın iradesiyle cereyan etmiştir. Binâenaleyh aralarında bir çelişki yoktur. Nitekim İblîs’in durumu da Allah’ın ilminde böyle yer almıştır. Allah onun meleklerden birisi olduğunu söylerken, İblîs’i ayırmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ’nın «Hani meleklere secde edin demiştik de hepsi secde etmişti, ancak İblîs secde etmekten kaçınmıştı.» mealindeki âyetler bu durumu göstermektedir. Kaldı ki Hârût ve Mârufun durumu —nakledildiğine göre— İblîs (aley-hilla’ne) in durumundan çok daha hafîfdir.
Hârût ve Mârût konusunda Vârid olan Hadîslerin —Senedleri ve rivayetleri sahîh ise— anlatılması ve bu konunun açıklanması şöyledir; İmâm Ahmed İbn Hanbel, Müsned’inde der ki; bize Yahya İbn Bü-keyr… Abdullah İbn Ömer’den nakletti ki; o Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini işitmiş : Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i yeryüzüne indirdiğinde, melekler dediler ki; Ey Rabbımız, biz seni hamd ile tesbîh, takdis eder dururken yeryüzünde fesâd çıkarıp kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın? Allah da sizin bilmediklerinizi ben bilirim buyurmuştu. Onlar dediler ki; Rabbımız biz sana âdemoğlundan daha çok itaatkârız. Allah Teâlâ meleklere dedi ki: Öyleyse iki melek getirin de onları yeryüzüne indirelim ve ne yapacaklarını görelim? Onlar da Rabbımız adına and olsun ki Hârût ve Mârût olsun dediler. Bu iki melek yeryüzüne indirildi. Kendilerine insanoğlunun en güzel kadını olarak Zühre temsü edildi ve yanlarına geldi. Onlar, Zühre’yi kendilerine istediler. Zühre hayır Allah’a andolsun ki, şirk sözü söylemeden kendimi size vermem, dedi. Onlar da; Allah’a andolsun ki biz, ebediyyen Allah’a şirk koşmayız, dediler. Zühre yanlarından ayrıldı, sonra beraberinde bir çocukla döndü. Onlar yine Zühre’yi istediler, o, hayır, Allah’a andolsun ki bu çocuğu öldürmediğiniz sürece ben size kendimi vermem, dedi. Onlar da; hayır ebediyyen onu öldürmeyiz, dediler. Sonra Zühre gitti ve bir kâse içki ile geldi. Onlar Zühre’yi istediklerinde, o hayır, Allah’a andolsun ki şu içkiyi içmediğiniz sürece size kendimi vermem, dedi. Onlar içkiyi içtiler, sarhoş oldular, Zühre’ye tecâvüz ettiler ve çocuğu öldürdüler. Ayrıldıklarında kadın dedi ki: Siz kaçındığınız hiç bir şeyi bırakmadınız. Sarhoş olunca hepsini de yaptınız. Onlar dünya ve âhiret azabı arasında muhayyer bırakıldılar, dünya azabını tercih ettiler. Ebu Hâtîm İbn Hibbân Sahihinde… Yahya İbn Ebu Bükeyr’den bu rivayeti aynen nakleder.
Bu hadîs bu şekliyle garîbtir. Ancak Mûsâ İbn Cübeyr’in dışındaki râvilerin hepsi Buhârî ve Müslim’in sahîh kabul ettiği Sika kimselerdir. Mûsâ İbn Cübeyr, Ansârdan olup İbn Abbâs’dan Ebu Emâme’den, Nâfî’ den, Abdullah İbn Ka’b’tan hadîs rivayet etmiştir. Ondan da oğlu Ab-düsselâm, Bekr İbn Mudar, Zübeyr İbn Muhammed, Saîd İbn Seleme, Abdullah İbn Lehîa, Amr İbn el-Hâris ve Yahya İbn Eyyûb nak-letmişlerdir. Ebu Dâvûd ve İbn Mâce de ondan rivayet ederler. İbn Ebu Hatim «el-Cerh ve ve’t-Ta’dîl» isimli eserinde onu zikreder ve bu rivâ- yeti nakletmez. O, bu haliyle durumu kapalı bir isimdir. Sadece ondan İbn Ömer’in kölesi Nâfî’den, onun da İbn Ömer’den, onun da Hz. Peygamberden naklettiği münferid bir rivayet vardır. İbn Merdûyeh’in dediği gibi ondan bir başka şekilde Nâfî kanalıyla bir rivayet nakledilmiştir. Nitekim İbn Merdûyeh der ki : Bize Da’lec… İbn Ömer (r.a.) den nakletti ki o Rasûlullah (s.a.) in şöyle dediğini duymuştur, der ve bu uzun rivayeti zikreder.
Ebu Ca’fer İbn Cerîr el-Taberî der ki; bize Kasım… Nâfî’den nakleder ki; o şöyle demiş : Ben Abdullah İbn Ömer’le yolculuk ettim, gecenin sonu olunca dedi ki, Ey Nâfî bak kızıl yıldız doğmuş mu? İki veya üç kere hayır, dedim, sonra doğduğunu söyledim. İbn Ömer, ona ne ehlen ve sehlen, ne de merhaba dedi. Ben, sübhânallah bu, Allah’ın emrine boyun eğen, itaatkâr bir yıldızdan başka bir şey değildir, dedim. O, ben sana Rasûlullah (s.a.) dan duyduğumu —veya Rasûlullah (s.a.) in bana söylemiş olduğu bir şeyi demişti— söyleyeyim. O şöyle buyurdu : Melekler dediler ki; Ey Rabbımız, Sen âdemoğullarının günah ve suçlarına karşı nasıl böyle sabırlı davranıyorsun? Allah Teâlâ buyurdu ki; Ben, onları imtihan ettim, sizi ise rahat bıraktım. Onlar, biz âdemoğlu-nun yerinde olsaydık sana hiç isyan etmezdik, dediler. Allah Teâlâ öyleyse, içinizden iki melek seçin buyurdu. Onlar iki adayı seçmekte zorluk çekmediler. Hârût ve Mârût’u aralarından seçtiler.
Bu iki rivayet de aynı şekilde garîbtir. Bu konuda gerçeğe en yakın olan Abdullah İbn Ömer’in Ka’b el-Ahbâr’dan naklettiği —Hz. Peygamberden değil— rivayettir. Nitekim Abdürrezzâk tefsirinde Sevrî’den, o da Mûsâ İbn Ukbe’den, o da Sâlim’den, o da Abdullah İbn Ömer’den, o da Ka’b el-Ahbâr’dan rivayet eder ki; melekler âdemoğullarının yaptıkları ve işledikleri suçları teker teker saydıklarında, kendilerine, aranızdan iki kişiyi seçin buyuruldu. Onlar da Hârût ve Mârût’u seçtiler. Allah, onlara ben sizi âdemoğullarma elçi olarak indireceğim, benimle sizin , aranızda hiç bir elçi yoktur. Siz yeryüzüne indiğinizde bana şirk koşmayacaksınız, zina etmeyeceksiniz ve içki içmeyeceksiniz, buyurdu. Ka’b el-Ahbâr der ki: Allah’a andolsun ki yeryüzüne indikleri günün akşamı olmadan kendilerine yasaklananların hepsini işlediler. Bu rivayeti İbn Cerîr iki yolla Abdürrezzâk’tan nakleder. İbn Ebu Hatim ise Ahmed İbn İsâm, Müemmel ve Süfyân el-Sevrî’den nakleder. Ayrıca İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ… Kâ’b el-Ahbâr’dan bu hadîsi nakletti. Bu rivayet Abdullah İbn Ömer’e ulaşan en doğru isnâddır. Salim bunu Abdullah İbn Ömer’in kölesi Nâfî’den, babasının tesbît ettiğini söyler. Bu takdirde söz, Kâ’b el-Ahbâr’m naklettiği rivayete dayanır. O ise bu rivayeti İsrâiloğullarının kitaplanndan aktarır. Doğruyu en iyi bilen Allah’tır.
Bu konuda, Sahabe ve Tabiîn (Allah onlardan razı olsun) den vâ-rid olan rivayetler: [13]
Hârût ve Mârût Kıssası:
İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ… Ümeyr İbn Saîd’den nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Hz. Ali (r.a.) nin şöyle dediğini duydum : Zühre, İrari’lı güzel bir kadın idi. O, Hârût ve Mârût isimli iki melekle karşılaştı. Melekler, onu kendilerine çekmek istediler. Zühre, söylenince göğe yükselinecek bir söz öğretmedikleri takdirde kendini onlara vermiyeceğini söyledi. Onlar da bu sözü öğrettiler. Zühre onu söyleyince göğe yükseldi ve bir yıldız şekline döndü.
Bu isnadın râvîleri Sika (güvenilir) olmakla beraber rivayet cidden garîbtir.
İbn Ebu Hatim der ki; bana Fadl İbn Şâzân… Hz. Ali’den nakletti ki, o şöyle demiş : Hârût ve Mârût gökyüzünün meleklerinden iki melek idiler. Bununla Allah Teâlâ’nın «ve Bâbil’deki iki meleğe» âyetini kas-detmişti. Bunu Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh tefsirinde kendi senediyle merfû olarak Hz. Ali’den nakleder. Ancak bu rivayet bu şekliyle sabit olamaz. Sonra İbn Merdûyeh, iki ayrı yoldan Hz. Ali’den rivayet eder ki o, Rasûlullah (s.a.) m şöyle dediğini nakletmiş : Allah Zühıe’ye la’net etsin, o Hârût ve Mârût isimli iki meleği kandırmıştı. Bu rivayet de aynı şekilde sahîh değildir. Münkerdir. Doğrusu en iyisini Allah bilir.
İbn Cerîr der ki; bana Müsennâ İbn İbrahim… İbn Mes’ûd ve İbn Abbâs’dan nakletti ki, ikisi birden şöyle demişler : Âdemoğulları çoğalıp Allah’a isyan edince, melekler, insanların aleyhinde dağlar ve yeryüzüne seslenerek Rabbımız onları hâlâ helak etmiyecek misin? dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklere; Ben sizin kalplerinizden şehveti ve şeytânı kaldırdım, eğer onları kalbinize yerleştirecek olursam, siz de aynı şeyleri yaparsınız, buyurdu. Onlar böyle bir imtihanla karşılaşmış olsalardı, kendilerini koruyacaklarını söylediler. Bunun üzerine Allah, onlara en seçkininizden iki melek seçiniz diye vahyetti. Onlar da Hârût ve Mârût’u seçtiler. Bu ikisi yeryüzüne indirildiler. Zühre de onların yanına İranlı bir kadın şeklinde —ki ona Bîzaht diyorlardı— indirildi. Zühre onları günaha sürükledi. Melekler, îman edenler için Allah’tan mağfiret dileyerek Rabbımız, Sen her şeyi bilgin ve merhametinle kuşatmışsın, diyorlardı. Onlar suç işleyince yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilediler. Dikkat edin muhakkak ki Allah öafûr, Rahîm olandır. Onları dünya ve âhiret azabı arasında birisini seçmekte muhayyer bıraktı, onlar da dünya azabını seçtiler.
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Mücâhid’den nakletti ki, o şöyle demiş: Ben bir seferde Abdullah İbn Ömer’le beraber konaklamıştım. Gece bastırınca oğluna dedi ki, bak bakalım kızılyıldız doğdu mu? Ona ne merhaba ne de ehlen ve sehlen. Allah onu yaşatmasın, çünkü o iki meleğin arkadaşıdır. Melekler demişlerdi ki; Ey Rabbımız, haram yere kan akıtan, senin yasaklarını çiğneyen ve yeryüzünde fesâd çıkaran günahkârları niçin hâlâ bırakıyorsun? Allah, ben onları imtihan ediyorum. Eğer onları imtihan ettiğim gibi sizi de imtihan etseydim onların yaptıklarının aynısını siz de yapardınız, buyurdu. Onlar, hayır dediler. Bunun üzerine Allah seçkinlerinizden iki kişiyi seçin, buyurdu. Onla^ da Hârût ve Mârût’u seçtiler. Allah onlara buyurdu ki: Ben sizi yeryüzüne indireceğim; şirk koşmamak, zina, etmemek ve hiyânet etmemek üzere sizden söz alacağım. Onlar yeryüzüne indirildiler. Üzerlerine de kadın sevgisi indirildi. Allah Zühreîyi güzel bir kadın şeklinde yeryüzüne indirdi. Zühre onları görünce, onu baştan çıkarmak istediler. O, ben öyle bir dinin mensubuyum ki, ancak o dine bağlı olanlar bana yaklaşabilirler; dedi. Hârût ve Mârût, senin dinin nedir? dediler. Mecusîliktir, dedi. Onlar, şirk gibi bir şeye biz yaklaşamayız dediler. Zühre Allah’ın dilediği sürece onların yanında kaldı. Onlar Zühre’ye ulaşmak istediler o istediğiniz sizin olabilir, ancak benim bir eşim var, o bu durumdan haberdâr olursa rezîl olmayı istemem, dedi. Eğer benim dinime uyar ve beni göğe çıkarma şartımı yerine getirirseniz ben de sizin olurum. Bunun üzerine Hârût ve Mârût onun dinini kabul ettiler ve istedikleri şekilde onunla birleştiler. Sonra^göğe yükselince onlar dü-şürüldüler, kanatları kırıldı. Başladılar korku ve pişmanlık içinde ağlamaya.
O gün yeryüzünde bir peygamber vardı ki, iki cuma arasında Allah’a duâ ederdi ve cuma günü gelince duasına icabet edilirdi. Hârût ile Mârût falanca (peygambere) gitsek de, ondan bizim için tevbe etmesini istesek, dediler ve onun yanma vardılar. O, kendilerine dedi ki: Allah size merhamet etsin, yeryüzü halkından olan bir kişi gökyüzü halkı için neler isteyebilir? Hârût ile Mârût dediler ki; doğrusu biz imtihan olunduk. O da öyleyse siz cuma günü gelin, dedi. Cuma günü onun yanına vardılar. Peygamber kendilerine sizin hakkınızda hiç bir cevap alamadım, ertesi cuma gelin dedi. Ertesi cuma onun yanına geldiler, O, Hârût ile Mârût’a siz muhayyer bırakıldınız, isterseniz bu dünyada bağışlanıp âhirette azaba uğratılacaksınız, isterseniz bu dünyada azaba uğratılıp kıyamet gününde Allah’ın vereceği hükme rıza göstereceksiniz. Dilediğinizi seçin, dedi. Biri dedi ki; dünya ne ki? Çok az bir şey kaldı. Diğeri ise yazıklar olsun sana, başlangıçta ben senin emrine itaat ettim, şimdi de sen bana itaat et, geçici bir azâbla kalıcı bir azâb bir olur mu? Biz kıyamet günü Allah’ın hükmüne havale ediliyoruz, o zaman bizi azâblandırmasından korkarım, dedi. Diğeri dedi ki; hayır Allah bizim âhiret azabından kaçınarak dünya azabını tercih ettiğimizi bildiğinden, her iki dünyada da bizi azâblandırmayacağını umarım, dedi. Dünya azabını tercih ettiler. Böylece onlar ateşle dolu bir kuyuda-demirden palangalar üzerine konularak aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru çekilerek azâb edildiler.
Bu rivayetin Abdullah İbn Ömer’e isnadı sağlamdır. Daha önce, Ibn Cerîr’in Muâviye İbn Salih kanalıyla Nâfî’den naklettiği rivayet geçmişti. Bu, hem sübût, hem de isnâd bakımından daha sağlamdır. Ayrıca bu rivayet —doğruyu Allah bilir ya— İbn Ömer’in Kâ’b’dan naklettiği rivayettendir. Nitekim daha önce Sâlim’in babasından naklettiği rivayette bu husus geçmişti. Zühre yıldızının güzel bir kadın şeklinde yeryüzüne indiğini belirten rivayet ve Hz. Ali’den nakledilen haber ise cidden garîbtir.
Bu konuda vârid olan en uygun haber İbn Ebu Hâtim’in… İbn Abbâs (r.a.) dan naklettiği rivayettir. İbn Abbâs der ki: Hz. Âdem’den sonra insanlar Allah’ı inkâr edip günahlar işledikleri zaman; gökteki melekler dediler ki: Ey Rabbımız, bu kâinatı kulların için yarattın ve onların sana itaat etmesini istedin. Fakat onlar, burada işledikleri suçu işlediler, küfürleri irtikâb ettiler, cana kıydılar, haram mal yediler, zina ettiler, hırsızlık ettiler, içki içtiler. Melekler insanların aleyhinde sözler söylüyorlar ve onları ma’zûr görmüyorlardı. Kendilerine bunun bir gayb olduğu söylenince ,yine insanları ma’zûr görmediler. Bunun üzerine «İçinizden seçkin iki melek seçin, onlara emirler vereceğim yasaklar koyacağım» denildi. Melekler de Hârût ile Mârût’u seçtiler. Bu iki melek yeryüzüne indirildi ve âdemoğluna verilen şehvetler onlara da verildi. Allah Teâlâ yalnız kendisine ibâdet etmelerini ve hiç bir şeyi O’na şirk koşmamalarını emretti. Cana kıymayı ve adam öldürmeyi yasakladı, haram mal yemeyi men’etti, zinayı, hırsızlığı ve içkiyi haram kıldı. Bu iki melek bir zaman insanlar arasında yeryüzünde hak ile hükmederek yaşadılar. Bu dönem İdrîs (a.s.) in devri idi. O devirde gökyüzünde Zühre yıldızı nasıl diğer yıldızlardan daha güzelse, öteki kadınlardan da daha güzel olan bir kadın vardı. Bu iki melek, o kadının yanına geldiler ve onu elde etmek istediler. Kadın, kendinin dinine ve yoluna bağlanmadıkça bunu kabul etmeyeceğini söyledi. Onlar kadının dinini sordular. O, kendilerine bir put çıkararak- dedi ki; işte ben bu puta taparım. O iki melek, biz puta tapmak gereği duymayız, dediler ve gittiler. Allah’ın takdir ettiği bir süre kaldılar, sonra tekrar kadına geldiler ve onu elde etmek istediler, kadın aynı şekilde davrandı. Onlar tekrar gittiler. Sonra kadına gelerek onu elde etmek istediler, kadın onların puta tapmaktan kaçındıklarını görünce dedi ki; üç şeyden birini seçin : Ya şu puta tapın, ya şu cana kıyın, ya da şu içkiden için. O iki melek, bunlar gerekmez dediler. En basiti ve ehven olanı içkidir, diyerek içkiyi içtiler, sarhoş oldular. Nihayet kadınla birleştiler ve halkın kendilerinden haberdâr olmasından korkarak, kadını öldürdüler. Sarhoşluktan ayılıp işledikleri hatâyı fark edince, göğe yükselmek istedilerse de buna güç yetiremediler, göğe çıkmalarına engel olundu. Ve kendileri ile gök halkı arasındaki perdeler kaldırıldı. Melekler, onların yaptıklarına baktılar ve hayretler içerisinde kaldılar. O zaman, daha az bilenin daha az korktuğunu anlayarak yeryüzünde bulunanlar için Allah’dan bağışlanma dilediler. İşte nazil olan «Melekler de hamd ile Rabblarını tes-bîh ederler ve yeryüzünde bulunanlar için mağfiret dilerler» âyeti bunu anlatmaktadır. Hârût ile Mârût’a, «ya dünya azabını veya âhiret azabını tercih edin» denildi. Onlar da «dünya, azabı çabuk biter, âhiret azabı ise bitmek tükenmek bilmez» diyerek dünya azabını tercih ettiler. Bunun üzerine onlar Bâbil’e getirildiler orada azâblandırıldılar.
Hâkim, Müstedrek’inde uzun olarak Ebu Zekeriya el-Anberî kanalıyla Hükkâm İbn Selm el-Râzî’den bu rivayeti nakleder. Bu zât sika bir kişidir. O da Ebu Ca’fer el-Râzî’den nakleder, sonra isnadının sahîh olduğunu söyler. Zühre hakkında rivayet edilenlerin en uygun olanı budur, doğruyu Allah bilir. (Zühre konusunda Hz. Peygambere kadar uzatılan hadîs; senedi şüpheli bir hadîstir. Seleften bu konuda rivayet edilen hadîsler bu hadîste nakledilenin dışına çıkmaz. Bu hadîslerin bazı isnâdları sahîh olsa da ma’sûm olan peygamberden geldiğine dâir haber, duyma yoluyla sabit olduğu ve tam olarak tesbît edilemediği için, delilsiz isrâiliyât hurafeleri olmaktan öteye geçmez).
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… İbn Abbâs’dan nakletti ki: Dünya göğünün halkı, yeryüzünün halkına baktılar, onların günah işlediğini gördüler ve dediler ki: Ey Rabbımız yeryüzü halkı günah işlemektedirler. Allah ise buyurdu ki: Siz benimle berabersiniz, onlar ise benden uzaktırlar. Kendilerine denildi ki; içinizden üç kişiyi seçin. Onlar da yeryüzüne inmek ve yeryüzü halkı arasında hüküm vermek üzere aralarından üç kişiyi seçtiler. Onlara âdemoğullarına verilmiş olan şehvet verildi, içki içmemeleri ve cana kıymamaları emredildi. Puta tapmamaları ve zina etmemeleri bildirildi. İçlerinden birisi yere inmekten vazgeçti ve o indirilmedi, diğer ikisi yeryüzüne indirildi. Bu ikisine «Münâhiye» adı verilen çok güzel bir kadın geldi. İkisi birlikte ona tutuldular, sonra kadının evine geldiler ve onun yanında toplandılar, kadını elde etmek istediler. Kadın onlara şu içkimden içinceye, şu komşumu öldürünceye ve şu putuma tapıncaya kadar hayır, dedi. Onlar puta secde etmeyiz diyerek, içkiyi içmeyi kabul ettiler. İçkiyi içtiler, sonra komşuyu öldürdüler ve puta secde ettiler. Gökyüzü halkına onlar gösterildi. Kadın, onlara dedi ki: Bana, söylediğiniz zaman uçtuğunu?, kelimeyi bildirin, Onlar da bu- kelimeyi kendisine bildirdiler. Kadın, o kelimeyi söyleyince uçtu ve bir köz haline döndü. İşte bu, Zühre adı verilen gök cismidir. O iki meleğe gelince onlara Dâvûd oğlu Süleyman peygamber elçi olarak gönderildi ve dünya azabı ile âhiret azabı arasında tercih yapmalarını bildirdi. Onlar dünya azabını tercih ettiler. O günden beri gökyüzü ile yeryüzü arasında asılı durmaktadırlar. Bu ifâdede pek çok fazlalıklar, garabetler ve çirkinlikler vardır, doğruyu en iyi Allah bilir.
Abdürrezzâk der ki; Ma’mer, Übeydullah İbn Abdullah’dan nakletti ki; Hârût ile Mârût meleklerden iki melek idiler ve insanlar arasında hükmetmek üzere yeryüzüne indirilmişlerdi. Bunun sebebi; meleklerin âdemoğullarınm hâkimleriyle alay etmiş olmalarıydı. O iki meleğin hükmünü almak üzere kendilerine bir kadın geldi, kadına tutuldular. Sonra göğe doğru yükseliyorlardı ki bu yükselişle onların arasına engel konuldu. Dünya azabı ile âhiret azabı arasında tercih yapmaları bildirildi, onlar da dünya azâbmı tercih ettiler. Ma’mer Katâ-de’nin şöyle dediğini nakleder : Bu iki melek insanlara büyü öğretiyorlardı, ancak onlardan «biz sadece fitneyiz sakm küfretme» demedikçe kimseye büyü öğretmemeleri hususunda söz alınmıştı.
Esbât, Süddî’den nakleder ki; o Hârût ve Mârût konusunda şöyle demiş; Hârût ile Mârût, hükümlerinden dolayı yeryüzü halkına ta’n ettiler. Kendilerine denildi ki; ben âdemoğluna şehvetin onunu verdim, onlar bu şehvetle bana isyan ederler. Hârût ve Mârût dediler ki; Rab-bımız sen o şehvetlerin hepsini bize versen ve biz yeryüzüne insek, adaletle hükmederdik yine de. Allah Teâlâ onlara buyurdu ki.: Size on şehveti verdim, haydi yeryüzüne inin ve insanlar arasında hüküm verin. Bu iki melek Dünbâvend’deki Bâbil’e indiler ve insanlar arasında hüküm verdiler. Gündüz, akşam oluncaya kadar hükümler veriyor, akşamleyin göğe yükseliyor sabahleyin tekrar iniyorlardı. Bu durum böylece devam etti. Nihayet kocasından dâvâcı olan bir kadın geldi onların yanma. Bu iki melek, kadının güzelliğine hayran oldular, kadmm arap-ça adı «Zühre», Nabatça «Bîzaht», Farsça «Anahit» idi. Meleklerden biri diğerine dedi ki; o beni hayran bıraktı. Diğeri de aynı şeyi ben sana hatırlatacaktım, ama senden utandım, dedi. Öbürü bunu kendisine hatırlatsam mı? dedi. O, evet ya Allah’ın bize vereceği azâb ne olacak dedi. Diğeri Allah’ın rahmetini isteriz diye karşılık verdi. Kadın kocasını dâva etmek üzere yanlarına geldiğinde kadına durumu anlattı. Kadın eşimin aleyhinde hüküm verinceye kadar kabul etmem, dedi. On lar kadının eşinin aleyhinde hüküm verdiler. Sonra bir örende buluşmak üzere sözleştiler ve sözleşme yerine geldiler. İstedikleri şeyi yapmak isteyince, kadın gökyüzüne çıkmanızı sağlayan ve gökyüzünden inmenizi te’mîn eden sözü bana bildirmedikçe istediğinizi yerine getirmem, dedi. Bunun üzerine kadının istediğini söylediler. Kadın o sözleri söyleyince gökyüzüne yükseldi. Ancak Allah Teâlâ kadına ineceği sözleri unutturdu ve kadın gökyüzünde kaldı. Allah onu bir yıldız haline getirdi. Nitekim Abdullah İbn Ömer; o yıldızı her gördüğünde la’net okurdu ve derdi ki; Hârût ve Mârufu baştan çıkaran budur. Hârût ile Mârût akşam olunca göğe çıkmak istediler, ama buna güçleri yetmedi. Felâketi o zaman anladılar ve dünya azabı ile âhiret azabı arasında tercih yapmaları istendi. Onlar da dünya azabını tercih ettiler.
İbn Ebu Nûceyh, Mücâhid’den nakleder ki, o şöyle demiş : Hârût ve Mârufun durumuna gelince; melekler âdemoğlunun zulmüne hayret ettiler. Kendilerine kitaplar ve apaçık belgeler geldiği halde inkâr etmelerini kınadılar. Rabları onlara dedi ki: İçinizden iki melek seçin, onları yeryüzüne indireyim de âdemoğulları arasında hüküm versinler. Onlar da Hârût ve Mârufu seçtiler. Allah onları yeryüzüne indirirken buyurdu ki: Siz âdemoğlunun zulmünü ve günah işlemesini hayretle mi karşılıyorsunuz? Onlara ardarda kitaplar ve elçiler geldi, işte sizinle benim aramda elçi de yok, istediğiniz şeyi yapın, şöyle şöyle edin, böyle böyle çağırın. Kendilerine emirler verdi, yasaklar koydu. Sonra bu iki melek insanlar arasında Allah’a kendilerinden daha çok itaat eden birisi bulunmayacak tarzda yeryüzüne indiler, hükümler verdiler, adaletli davrandılar. Gündüz âdemoğulları arasında hükümler veriyorlardı, akşam olunca göğe çıkıyor, me’leklerle birlikte oluyorlardı, sabah olunca yeryüzüne iniyor adaletli hüküm veriyorlardı. Nihayet Zühre yıldızı çok güzel bir kadın şekline girdirilerek dâvâcı durumunda gönderildi. Onlar kadının aleyhinde hüküm verdiler. Kadın ayağa kalkınca her biri içinden kadını elde etmek isteğini duydu. Biri diğerine dedi ki; benim içimden geçen senin de içinden geçiyor. Öbürü de doğru, dedi. Bunun üzerine kadına haberci gönderdiler, gelsin lehinde hüküm verelim, dediler. Kadın dönünce onun lehinde hüküm verdiler. Kadın onların yanına geldi, kadına ayıp yerlerini açtılar. Onların şehveti kendi nefislerinde idi, kadınlarla şehvet ve lezzet konusunda âdemoğulları gibi değildiler. İş, bu duruma gelince onlar imtihana çekildiler. Zühre uçtu ve olduğu yere gitti, akşam olunca onlar da göğe çıkmak istediler, ancak gökten kovuldular ve kendilerine izin verilmedi. Kanatları onları taşımadı. Âdemoğullarından bir kişiden medet istediler. O, yardıma gelince; Rabbına bizim için duâ et, dediler. Âdemoğlu, yeryüzü halkı, gökyüzü halkına şefaat edebilir mi hiç? dedi. Onlar, biz Rabbının şeni gökyüzünde hayırla yâdettiğini duymuştuk, dediler. Âdemoğlu onlara bir gün verdi ve ertesi gün onlar için duâ etti. Onun duasına karşılık verildi ve kabul edildi. Böylece onlar dünya azabı ile âhiret azabı arasında muhayyer bırakıldılar. Biri arkadaşına bakarak dedi ki; bilmez misin Allah âhiretteki fevc fevc azabı öylesine zor ve öylesine süreklidir. Dünyada ise onun gibi dokuz kat vardır. Onların Bâbil’e indirilmeleri ve orada azâblandırılmaları buyuruldu, Mücâhid, bu iki meleğin demirle burada tutuklu ve asılı bulunduğunu, kanatlarından bağlanmış olduklarını öne sürmüştür.
Hârût ve Mârût kıssası Mücâhid, Süddî, Hasan, Katâde, Ebu’1-Âliye, Zührî, Rebî’ İbn Enes, Mukâtil İbn Hayyân ve diğerleri gibi tabiînden bir topluluk tarafından rivayet edilmiştir. Geçmişlerden ve sonrakilerden birçok kimse de bu kıssayı nakletmişlerdir. Bunların özetine bakılacak olursa, tafsilâtı konusundaki haberler İsrâiloğullannm rivayetlerine dayanmaktadır. Çünkü bu konuda; kendi arzusuyla konuşmadığı; ma’sûm, doğru ve doğrulanmış olduğu bilinen Hz. Peygambere kadar uzanan sahih, kesintisiz bir isnâd yoktur. Kur’an’ın akışından an
laşılan odur ki; kıssa özet olarak verilmiş genişliğine sergilenmemiş ve uzun uzadıya açıklanmamıştır. Biz Allah Teâlâ’mn murâd ettiği gibi Kur’an’da vârid olan kısmına inanırız. Şüphesiz ki gerçek durumu en iyi Allah bilir.
Bu konuda birçok.garîb rivayetler ve acayip hikâyeler nakledilir ki, biz bunlara da dikkat çekmeyi uygun gördük.
İmâm Ebu Ca’fer Taberî der ki; Rebî’ İbn Süleyman bize Hz, Peygamberin eşi Hz. Âişe (r.a.) den nakletti ki, o şöyle demiş : Hz. Peygamber henüz yeni vefat etmişti ki Devmet’ül-Cendel halkından bir kadın bana geldi ve Hz. Peygambere bir şey soracağını söyledi. Kendisine sihir yapıldığım ancak o buna uymadığım belirtti. Hz. Aişe (r.a,) Urve’ye dedi ki: Ey bacımın oğlu, onun Rasûlullah (s.a.) ı hayatta bulup da kendisine şifâ vermesini göremeyince ağladığını gördüm,, kadın ağlıyordu, Nihayet ben ona acıdım, kadın dedi ki; ben mahvolmaktan korkuyorum, benim kocam bir süre benden ayrıldı. Bu sırada yaşlı bir kadın yanıma geldi, ben de durumu ona açtım ve dertlendim. Yaşlı kadın dedi ki, benim sana söyleyeceğimi yaparsan, kocan geri gelir. Akşam olunca iki siyah köpekle yanıma geldi. Köpeklerden birine ben, diğerine o bindi. Hiç birşey olmamış gibiydi. Nihayet Bâbil’e geldik ve durduk, orada ayaklarından asılmış iki adam vardı.- Onlar, niçin geldiniz? dediler. Ben, büyü bilir misiniz? dedim. Onlar, «biz sadece bir fitneyiz, sakın küfretme dön geri git» dediler, ben dönmekten kaçınarak, hayır gitmem dedim. Onlar git falanca tandıra idrarım yap dediler. Ben söylenilen yere gittim, ancak korkudan idrarımı, yapamadım. Onlar, yaptın mı dediklerinde, evet dedinv Bir şey gördün mü dediklerinde, bir şey görmedim dedim. O M kişi, öyleyse yapmamışsın git memleketine dön sakın küfretme dediler. Ben olduğum yerde kaldım ve gitmekten kaçındım. Onlar falanca tandıra git idrar yap öyleyse, dediler. Ben oraya gittim titreyerek onların yanına döndüm ve yaptanv dedim. Onlar, ne gördün dediler, ben hiç bir şey görmedim, dedim.. Onlar, yalan söylersin yapmamışsın, git memleketine dön;, safcın küfretme> kendi işinle başbaşa ol, dediler. Ben olduğum yerde direterek gitmekten kaçındım. O ikisi, öyleyse git şu tandıra idrar yap, dediler, gittim oraya idrar yaptım ve o anda demirden zırhlara bürünmüş bir süvarinin benden çıktığını gördüm. Süvari göğe doğru gitti ve göremiyeceğim şekilde kayboldu. Bunun üzerine o iki kişinin yanına gelerek söylediğinizi •yaptım, dedim. Onlar, ne gördün? dediklerinde, zırhlı bir süvâri’nin benden çıkıp göğe doğru gittiğini gördüm, sonunda o süvariyi izleyemez oldum, dedim. Onlar, işte şimdi doğru söylersin, senden çıkan o şey îmanındır, şimdi git dediler. Ben, beraberimde giden o kadına dedim ki; Vallahi ben bir şey bilmiyorum, bu ikisi de bana hiç bir şey demediler. Kadın, evet dedi ne istersen artık olur, şimdi şu buğdayı al ve ek, dedi. Ben de ektim, ol dedim buğday oldu, yeşer dedim, buğday yeşerdi, kuru dedim, buğday kurudu, üğün dedim, buğday üğündü, ekmek ol dedim, buğday ekmek oldu. Ne istersem her şeyin avucumun içinde olduğunu görünce Allah’a andolsun ki pişman oldum,.ve hiç bir şey yapmadım, katiyen bir daha da yapmıyacağım, ey mü’minlerin anası, dedi.
Bu olayı İbn Ebu Hatim, Rebî’ İbn Süleyman’dan yukarda geçtiği gibi uzun uzadıya nakleder ve sonunda şunu ilâve eder : Ben Ra-sûlullah (s.a.) in henüz vefat ettiği sıralarda ashabına bu konuyu sordum, onlar o sıralarda pek çoktular, ne diyeceklerini bilmediler, hepsi endişelendiler ve bilmedikleri konularda fetva vermekten korktular. Sadece İbn Abbâs veyahut onun yanında bulunanlardan birisinin Hz. Âişe’ye; keski babaların sağ olsalardı veya birisi sağ olsaydı, diye cevap verdiğini nakleder. Hişâm der ki; eğer o bize gelmiş olsaydı kendisine tazmin fetvasını verirdik. İbn Ebu Zenâd der ki; Hişâm şöyle diyordu : Onlar takva ehli idiler ve Allah’dan korkarlardı. Sonra Hişâm der ki; aynı durum bugün bizim başımıza gelseydi ahmakların ve bilgisiz zora-kiliğe girenlerin nasıl olduklarını görürdün. Bu rivayetin Hz. Âişe’ye isnadı sahihtir. Nitekim bu rivayeti delil getirerek bazıları büyücülerin varlıkların özünde yer edebildikleri kanâatini serdetmişlerdir. Çünkü bu olayda nakledilen kadm, buğdayı ekmiş ve anında da ürün elde etmiştir. Başkaları da dediler ki; büyücülerin hayâl oyunundan başka bir şeye gücü yetmez. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Halkın gözlerini büyüleyerek onları korkutmaya çalıştılar ve büyük bir sihir getirdiler.» Ve yine Allah Teâlâ buyurur ki; «Büyüleri dolayısıyla onun yürüdüğünü hayâl ettiriyorlardı.» (Tâhâ, 66) Buradan delil getirildi ki; Kur’an’da zikri geçen Bâbil Süddî ve diğerlerinin dediği gibi Dünbâ-vend Bâbil’i değil, Irak Bâbil’idir. Ayrıca Kur’an’da zikri geçen Bâbil’in Irak Bâbil’i olduğuna delil; İbn Ebu Hâtim’in… Ebu Salih el-Gıfâri’den naklettiği şu rivayettir: Buna göre Ali İbn Ebu Tâlib (r.a.) bir seferinde Bâbil’e uğrar, müezzin ikindi namazına çağıran ezanı okur. Fakat Hz. Ali oradan çıkınca müezzine emreder, tekrar ezan okur ve namazını kılar. Bitirince der ki; benim sevgilim Rasûlullah (s.a.) beni kabristanda ve Bâbil’de namaz kılmaktan nehyetti, çünkü orası la’netlenmiştir.
Ebu Dâvûd der ki, bana Süleyman İbn Dâvûd… Ebu Salih el-Ğıfârî’den nakletti ki, Hz. Ali (r.a.) gezerken Bâbil’e uğramış, müezzin ikindi namazıyla onu namaza davet etmiş. Bâbil’den çıkınca müezzine emretmiş, ezan okunmuş, namazını kılmış ve bitirince demiş ki; benim sevgilim Rasûlullah (s.a.) beni kabristanda ve Bâbil toprağında namaz kılmaktan nehyetti. Çünkü orası la’netlenmiştir. Ahmed İbn Salih… Ebu Salih el-Gıfârî kanalıyla Hz. Ali’den Süleyman İbn Davud’un hadîsiyle aynı anlamda olan bir rivayeti nakleder; ancak “Beraza”kelimesi yerine “Haraca”kelimesini kullanır. Bu hadîs Ebu Davud’a göre hasen’dir. Çünkü o bu hadîsi rivayet etmiş ve susmuştur. Bu hadîste, fıkhî hüküm olarak Bâbil toprağında namaz kılmanın mekruh olduğu anlatılmaktadır. Nitekim Rasûlullah (s.a.) in; ancak ağladıkları takdirde evlerine girebileceği, aksi takdirde girmesi yasak olan, Semûd diyarında da namaz kılması mekruh sayılmıştır.
Hey’et ashabı (astronomi bilginleri) derler ki; Irak ikliminde bulunan Bâbil’in okyanus denilen Batı Atlas denizine uzaklığı 70 derecedir. Bu, boylam bakımından böyledir, enlem bakımında ise onun güney tarafından yeryüzünün ortasına —ki bu, Ekvator çizgisinin üzerine denk gelir— uzaklığı ise 32 derecedir. Allah en iyisini bilendir.
«Biz ancak bir fitneyiz sakın küfretme demedikçe kimseye sihir öğ-retmezlerdi» kavline gelince; Ebu Ca’fer el-Râzî… İbn Abbâs’dan nakleder ki, o şöyle demiş : Onlara birisi gelip de büyü öğrenmek isterse o kişiyi şiddetle nehyederler ve ona derlerdi ki; biz sadece bir fitneyiz sakın küfretme, çünkü onlar hayn ve şerri, küfrü ve îmanı bilmişlerdi ve sihrin küfür olduğunu biliyorlardı. Eğer gelen kişi ısrar eder ve onların sözünü tutmazsa, onun falanca ve falanca yere gitmesini emrederlerdi. Oraya vardığında şeytân onlara görünür ve büyüyü öğretirdi. Büyü öğrenince de onlardan nûr dışarı çıkardı. Parlayarak göğe doğru gittiğini görünce eyvah ben ne yapacağım? derlerdi.
Hasan el-Basrî bu âyetin tefsirinde der ki; evet her iki melek büyü ile indirilmişti ki Allah’ın insanları imtihan etmeyi istediği bir tecrübe ile denenmeyi öğrensinler. «Allah, onlardan biz ancak bir fitneyiz sakın küfretme demedikçe kimseye büyü öğretmiyeceklerine» dâir söz almıştı. Bu görüşü İbn Ebu Hatim de rivayet eder. Katâde de der ki; onlardan biz tecrübe için gönderilmiş bir fitneyiz, sakın küfretme demedikçe kimseye sihir öğretmeyeceklerine dâir söz almıştık. Süddî der ki; bu iki meleğe büyü öğrenmek isteyen geldiğinde; onlar, o kişiye öğüt verirler ve derlerdi ki; sakın küfretme biz sadece bir fitneyiz. Kişi vazgeçmez ve ısrar ederse, ona haydi git, şu külün üzerine idrarını yap, derlerdi. Eğer o kişi idrar yaparsa, ondan bir nûr dışarı çıkar ve parlayarak gökyüzüne giderdi ki işte bu îmandı. Sonra duman şeklinde bir şey gelir bütün duyu organlarından içeri girerdi ki, bu da Allah’ın gazabıydı. Kişi bunları bildirince o iki melek de- kendilerine sihir öğretirlerdi. İşte Allah Teâlâ’nın: «Biz sadece bir fitneyiz, sakın küfretme demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi.» kavlinin mânâsı budur. Süneyd Haccâc yoluyla İbn Cüreyc’den nakleder ki; o bu âyetin tefsirinde şöyle demiştir: Kâfirden başka kimse büyüye cesaret edemez.
Fitne, imtihan ve tecrübe demektir… Allah Teâlâ’nın Hz. Musa’dan sözederken buyurmuş olduğu : «Bu ancak senin için bir imtihandır» kav-lindeki fitne kelimesi de bu mânâyadır. Bazıları bu âyeti delil göstererek, sihir öğretenin kâfir olacağını söylemişlerdir. Buna delil olarak Hafız Ebubekr el-Bezzâr’ın… Abdullah’dan naklettiği şu hadîs-i şerifi gösterilir : «Kim bir kâhine veya büyücüye gider de, onun söylediğini doğrularsa Muhammed (s.a.) e indirilmiş olana küfretmiş olur.» Bu hadîsin isnadı sağlamdır bu konuda başka deliller de vardır.
«O ikisinden kişi ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı.» Yani Hârût ve Mâruftan öğrendikleri sihirle çirkin fiilleri yapıyorlardı. Öyle ki karı ile kocasının arasını ayıracak kötü davranışlarda bulunuyorlardı. Birbiriyle uyuşan ve anlaşan karı kocanın arasını ayırıyorlardı ki, bu şeytânların işidir. Nitekim Müslim’in Sahîh’in-de; A’meş’in Cabir Ibn Abdullah’dan naklettiği hadîste, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurur:
Doğrusu şeytân tahtım suyun üzerine kondurur, sonra elçilerini insanlar arasına gönderir Onlardan şeytânın yanında mertebesi en yakın olanı fitnesi en büyük olanıdır. İçlerinden biri gelip der ki: Ben falanca ile beraberdim ve nihayet onu yalnız bıraktığımda şöyle diyordu. Bunun üzerine İblîs, hayır Allah’a andolsun ki sen bir şey yapmış değilsin, der. Bir diğeri gelir ve der ki; ben falancayı bıraktığımda onunla eşinin arasını ayırmıştım. İblîs, onu yanına yaklaştırır ve ona tutunarak ne güzelsin sen, der. [14]
Büyü yoluyla eşlerin arasım ayırmanın sebebi, erkek veya kadından, birini diğerine kötü ve çirkin gösterme vehmidir. Yahut kızdırmak ve hoşlandırmamak gibi ayırmayı gerektiren sebeplerden birini yapma neticesinde ayrılma ortaya çıkar.
«Onlar büyü ile Allah’ın izni olmadıkça kimseye zarar verici değillerdi.» kavli hakkında Süfyân el-Sevrî der ki; ancak Allah’ın hükmü ile zarar verebilirlerdi. Muhammed İbn İshâk der ki; Allah’ın ancak onları istedikleriyle başbaşa bırakması sonucu zarar verebilirlerdi. Hasan el-Basrî der ki; evet Allah dilediğine onları musallat kılar, dileme- diğine de musallat kılmaz. Allah’ın izni olmadan onlar kimseye zarar veremezler. Nitekim bu âyette de Allah bunu ifâde ediyor. Hasan der ki; bu sihir ancak onun içine giren kimseye zarar verebilir.
«Kendilerine zarar veren fakat fayda vermeyen şeyleri öğreniyorlardı.» Yani dinlerine zarar verip zarara denk gelecek bir fayda sağlamayan şeyleri öğreniyorlardı.
«Andolsun ki onlar, sihri satın alan kimse için âhirette hiç bir nasip olmıyacağını biliyorlardı.» Yani Rasûlullah (s.a.) a tâbi olmak yerine sihri benimseyen yahûdîler, bu davranışta bulunanların âhirette hiç bir nasibi olmıyacağını biliyorlardı. İbn Abbâs, Mücâhid ve Süddî buradaki “Halak” kelimesinin nasîb olduğunu belirtmişlerdir. Abdürrezzâk Ma’mer kanalıyla Katâde’den nakleder ki; bu âyetin, «onlar için âhirette hiç bir yön yoktur» anlamına geldiğini söylemiştir. Katâde der ki; Hasan ise, onların hiç bir dini yoktur mânâsına geldiğini söylemiştir. Sa'<i, Katâde’den naklen der ki, ehl-i kitab Allah’ın kendilerinden aldığı ahid uyarınca büyücülerin âhirette hiç bir nasibi olmadığını biliyorlardı, demektir.
«Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsalardı.»
«Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı Allah katındaki sevâb daha hayırlı olurdu. Keşki bilselerdi.»
Allah Teâlâ buyuruyor ki; inanmak ve Rasûlullah’a tâbi olmak yerine koydukları şeyler ne kadar kötüdür. Eğer bilgileri olsaydı kendilerine verilen öğütten faydalanırlardı. Onlar, şayet Allah’a ve Rasü-lüne îman edip haramlardan sakınsalardı bu, kendileri için Allah katında daha çok sevâb temin ederdi. Kendilerinin seçtikleri ve beğendikleri şeylerden daha çok netice sağlardı. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurur:
«Kendilerine ilim verilmiş olanlar da dediler ki; yazıklar olsun size, Allah’ın îman edip sâlih amel işleyenlere verdiği sevâb daha hayırlıdır, ona ancak sabredenler ulaştırılır.»
«Eğer onlar inanmış ve sakınmış olsalardı» âyetini büyücüleri tekfîr edenler delil getirmektedir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel’den nakledilen rivayet ve seleften bir grubun sözü böyledir. Bazıları dediler ki; büyücüler tekfîr edilmez, sadece onların boynu vurularak hadd-i şer’î tatbik olunur. İmâm Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel’in naklettiği rivayete göre, Süfyân, Amr İbn Dinar’dan nakleder ki; o Bücâle İbn Abede’nin şöyle dediğini duymuştur. Hattâb oğlu Ömer (r.a.) ona yazmış, ve emretmiş ki; her erkek ve dişi büyücüyü öldürün. O. der ki; biz üç erkek’ büyücüyü öldürdük. Bu rivayeti Buhârî de Sahîh’inde tahrîc eder. Aynı şekilde mü’minlerin anası Hafsa’ya cariyelerinden birisinin büyü yaptığı ve onun emriyle bu cariyenin öldürüldüğü rivayeti de sahihtir. Ahmed İbn Hanbel der ki; Peygamberin ashabından üç kişiden, büyücülerin öldürülmesine dâir sahîh rivayet nakledilmiştir.
Tirmizî, İsmâîl İbn Müslim’in hadîsinde Hasan ve Cündûb el-Ezdî’ den nakleder ki, o şöyle demiş :
Rasûlullah (s.a.) «büyücünün haddi, kılıçla (boynunun) vurulmasıdır.» buyurmuştur. Sonra Tirmizî der ki; biz bu hadîsi bu şekilde merfû olarak tanıyoruz. İsmâîl İbn Müslim, hadîste zayıf sayılır, sahîh olan bu hadîsin Cündûb’den mevkuf şekilde nakledilmiş olmasıdır. Ben derim ki; bu hadîsi Taberânî bir başka şekilde Hasan ve Cündûb yoluyla merfû olarak rivayet eder. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Müteaddit yollarla nakledilir ki; Velîd İbn Ukbe’nin yanında bir büyücü varmış, önünde oynar ve adamın başını uçurur sonra çağırır ve başı yerine koyarmış. Bunu gören halk, Sübhânallah ölüleri diriltiyor, dermiş. Muhacirlerin sâlihlerinden bir kişi[15] bunu görünce, ertesi gün kılıcına sarılarak adamın oyununu oynadığı yere gelmiş, büyücünün boynunu vurmuş ve demiş ki; eğer büyücü doğru söylüyorsa kendi kendini diriltsin. Sonra Allah Teâlâ’nın : «Siz göre göre büyücüye mi uyuyorsunuz?» kavlini okumuş. Velîd buna kızmış, çünkü adama böyle bir davranış için müsâade vermemiş imiş. Sonra onu hapsetmiş fakat bir süre sonra bırakmış, Allah en iyi bilendir. Ebu Bekr el-Hallâl der ki; bize Abdullah İbn Ahmed İbn Hanbel… Hârise’den nakleder ki; emirlerden birisinin yanında bir adam oynuyormuş. Cündûb kılıcını kuşanarak gelmiş ve onu öldürmüş. Harise der ki; onun büyücü olduğunu zannediyorum. Şafiî merhum Hz. Ömer’in ve Hafsa’-nm hâdisesini sihrin şirk olduğu konusuna hamletmiştir. En iyisini bilen Allah’tır. [16]
F. Râzînin Sihirle İlgili Görüşleri:
Ebu Abdullah Fahreddîn el-Râzî tefsirinde nakleder ki; Mu’tezile büyünün varlığını inkâr etmiştir. Râzî der ki; hatta onlar büyünün varlığına inananları kâfir saymışlardır. Sünnet ehline gelince, onlar büyücünün havada uçabileceğini, insanı merkep şekline çevirebileceğini, merkebi insan şekline döndürebileceğini caiz görmüşlerdir. Ancak demişlerdir ki; büyücü o büyüleri yaparken ve belirli sözleri söylerken yaratan Allah’tır. Büyücünün yaptığı şeyleri yaratan felek veya yıldız de- ğildir. Ancak filozoflar, Müneccimler ve Sâbiîler bunun tersini kabul ederler. Sonra Râzî, sihrin meydana geldiğine ve Allah’ın yaratmasıyla olduğuna delil olarak Allah Teâlâ’run : «Halbuki bunlar Allah’ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi.» âyetini göstermektedir. Haberlerde de Rasûlullah (s.a.) a büyü yapıldığı vâriddir, Sihir, Peygamberi etkilemiştir. Keza zikri geçen kadının Hz. Âişe ile olan kıssasını delil getirirler. O kadının Bâbil’e gittiği, sihir öğrendiği konusundaki nakillerini örnek verirler. Râzî bu kitapta birçok hikâyeler zikrettikten sonra der ki:
Beşinci mes’ele, büyüyü bilmenin çirkin ve yasak olmadığı konusundadır. Muhakkıklar bu konuda ittifak etmişlerdir. Çünkü bilgi kendiliğinden şereflidir. Ayrıca Allah Teâlâ’nın «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» kavli umûm ifâde etmektedir. Eğer büyü bilinmemiş olsaydı, onunla mucize arasındaki fark da kavranamazdı. Mu’cizenin, mu’cize olduğunu bilmek vâcibdir. Vacibin dayandığı şey de vâcibdir. Bu ise büyüyü öğrenmeye çalışmanın vâcib olmasını gerektirir. Vâcib olan bir şey, nasıl kendiliğinden haram ve çirkin olabilir? Bu mes’ele-de, harfi harfine Râzî’nin ifâdesi bu. Bu ifâdeye birkaç bakımdan göz atmak gerekir :
Birincisi: Onun «sihir öğrenme kendiliğinden çirkin değildir» sözüdür. Eğer Râzî bununla aklen çirkin olmadığını kasdediyorsa, onun muhalifi olan mu’tezile bunu aklen mümkün görmüyor. Eğer şer’an çirkin olmadığını kasdediyorsa, bu âyet-i kerîme’de sihir öğrenmenin çirkinliği anlatılmaktadır. Sahîh hadîste de «bir bakıcıya veya kâhine giden kimse Muhammed (s.a.) e indirilmiş olana küfretmiştir» buyurul-maktadır. Sünen kitaplarında da «kim bir düğümü bağlar ve ona üfü-rürse büyü yapmıştır» buyurulur. «Sihir öğrenmenin yasak olmadığı konusunda muhakkıklar ittifak etmişlerdir» sözüne gelince, zikrettiğimiz âyet ve hadîslerin karşısında yasak olmadığı nasıl söylenebilir? Muhakkıklann ittifak etmesi, ulemânın imamlarının veya çoğunluğunun bu noktada karâr vermiş olmalarını gerektirir. Böyle bir karâr var mıdır? Ayrıca Râzî, büyüyü Allah Teâlâ’nın: «Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?» âyetinin umûmu içerisine girdirmektedir ki, bunun da üzerinde durmak gerekir. Çünkü bu âyet şer’î bilgileri bilenleri övmek içindir. Sen büyünün şer’î bilgilerden olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Sonra görüşünü ilerleterek, mucizeyi bilmenin ancak büyüyü bilmekle mümkün olabileceğini, dolayısıyla büyü öğrenmenin vâcib olduğunu söylemesi zayıf, hatta fâsid bir görüştür. Çünkü bizim peygamberimizin mucizelerinin en büyüğü Kur’an-ı Azîm’dir. Bâtıl onun önünden ve ardından sızmaz, o Hakîm ve Hamîd katından indirilmedir. Kaldı ki mu’cizenin mu’cize olduğunu bilmek, büyüyü bilmeyi gerektirmez. Ayrıca malûmdur ki; sahabe ve tabiîn ile müslümanlarm imamlarının
umûmu mucizeyi biliyorlar ve onunla diğer şeyleri birbirinden ayırd ediyorlardı, ama büyü bilmiyorlardı, öğrenmemişlerdi ve öğretmemiş-lerdL En iyiyi Allah bilir. Sonra Ebu Abdullah Râzî sihrin çeşitlerini sayarak bunun sekiz türlü olduğunu söyler.
1- Kildanîlerin veya Keşdanîlerin büyüsü. Onlar yedi gezegene tapıyorlardı ve bunların, kâinatı idare ettiğini hayır ve şerrin dünyaya onlar vasıtasıyla geldiğini söylüyorlardı. Bunlara İbrahim (a.ş.) peygamber olarak gönderilmiş ve görüşlerini ibtâl etmiş, mezheplerini reddetmiştir. Kâdî İbn Hallikân ve diğerlerinin zikrettiklerine göre Râzî el-Sırr el-Mektûm fî muhâtabeti’1-şems ve’1-Nücûm» isimli ona atfedilen eserde bu konuyu derinliğine zikretmiştir. Denir ki; Râzî bu fikrinden dolayı tevbe etmiştir. Yine denir ki; o büyünün önemini ortaya koymak için bu eserini izhâr etmiştir, yoksa ona inandığı için değil.-. Tahmin edilen de budur. Bu eserinde onlann bu yedi gezegenden her birine nasıl hitap ettiklerini, ona karşı yaptıkları davranışları, kestikleri kurbanları ve giydikleri elbiseleri anlatır.
2- Evham ve kuvvetli rûh sahiplerinin büyüsü. Sonra Râzî vehmin ruhlar üzerinde tesiri olduğunu belirterek der ki; bir insan toprağın üzerine konulmuş olan köprü üzerinde yürüyebilir, ama ırmağın veya benzerî şeyin üzerine uzatılmış olan kalasın üzerinden yürüyemez ve daha buna benzer görüşler. Râzî der ki: doktorlar sürekli burnu kanayanın kırmızı kızıl şeylere bakmasını, sar’alının da dönen veya parlak şeylere bakmasını yasaklamışlardır. Bütün bunlar ruhların evhama baş eğici şekilde yaratılmış olmasından ileri gelmektedir. Râzî der ki; akıl sahipleri göz değmesinin hak olduğunda ittifak etmişlerdir. O, buna delil olarak Raşûlullah (s.a.) dan nakledilen ve sahîh olarak sabit olan hadîsi gösterir. Raşûlullah buyurur ki «göz haktır. Eğer kaderi bir şey geçebilecek olsaydı, göz geçerdi.» Râzî der ki; bunu bildikten sonra biz şöyle deriz: Bu gibi hareketleri yapan rûh bazan çok kuvvetli olabilir. Bu şeyleri yaparken âlet ve edevat kullanmaya gerek duymaz. Bazan da zayıf olur, âletlerden yardım alma gereğini duyar. Bunun tahkîkı şöyledir : Rûh bedenden üstün olur, gök âlemine çekilmeye fazlaca arzu duyarsa o, semavî ruhlardan bir rûh gibi olur ve bu âlemin maddesine tesîr gücü kazanır. Eğer zayıf olursa bedenin yapısına fazlasıyla ilişir ve o zaman da sadece bedene hükmedebilir. Bu hastalığın tedavisi için gıdayı azaltmak gerektiğini, halktan ve gösterişten sıyrılmak icâbettiğini söyler.
Ben derim ki; Râzî’nin işaret ettiği bu husus, duruma hâkim olmaktır. Bu da iki şekilde olur : Bazan meşru ve doğru yolla Allah’ın ve Rasûlünün emrettiğini yerine getirmek ve nehyettiğinden kaçınmakla olur. Bu hal Allah Teâlâ’nın bu ümmetin sâlih kullarına lütfettiği kerametler ve lutuflardır. Şeriat dilinde buna sihir adı verilmez. Bazan da bozuk bir hal ile olur. O halin sahibi Allah ve Rasûlünün emrettiği şeye intisâb etmez ve bu sebeple o konuda tasarruf sağlıyamaz. Bu da şeriata aykırı davranan bahtsızların halidir. Bu hal, onların Allah katında sevimli olduklarını göstermez. Nasıl Deceâl —Allah’ın lâ’neti onun üzerine olsun— bazan harikulade şeyler gösterirse ve bu konuda pek çok hadîs vârid olmuşsa, bununla beraber o şer’an zemmedilerek la’-nete uğramışsa, şerîat-i Muhammediye’ye muhalefet edenlere benzeyen kişiler de böyledir. O şeriatın sahibine salât ve selâmların en üstünü olsun. Bu konunun açıklanması gerçekten uzun sürer ki yeri burası değildir.
3- Yeryüzü ruhlarından yardım dilemek şeklindeki büyü. Yeryüzü ruhları cinlerdir. Ancak filozoflar ve mu’tezile buna muhalefet ederler. Cinler iki kısımdır; bir kısmı mü’min, bir kısmı kâfirdir. Kâfir olanlar şeytânlardır. Râzî der ki; nâtık nefislerin yeryüzü rûhlarıyla bağlantı kurmaları gökyüzü rûhlarıyla bağlantı kurmalarından daha kolaydır. Çünkü aralannda yakınlık ve ilişki vardır. Sonra bu san’at sahipleri ve tecrübeli kimseler, yeryüzü rûhlarıyla bağlantı kurmanın tecrîd, içe çekilme ve bir takım dualar okumakla kolayca gerçekleşebileceğini görmüşlerdir. İşte muskacılık ve teshir ameliyesi diye adlandırılan budur.
4- Sihrin dördüncü türü bir takım hayâl oyunları ve göz bağcılıktır. Bunun temeli şudur : Göz bazan yanılır, belirli bir şeyle meşgul olur, diğerini görmez. Görmez misiniz maharetli bir göz bağcı; halkın dikkatini çekecek birçok şeyler yapar, ama halkm gözünü bağladığı için onu göstermez. Halkı belirli bir şeyle meşgul ederken o süratlice başka bir şey yapar ve o zaman halkın beklemediği bir şeyi onlara gösterir. Böylece halkın hayranlığını cezbeder. Eğer o susup yapmak istediklerinin tersine duyguları göstererek söylemiş olmasaydı ve halkın ruhunu ve evhamını değişik şekilde oyalamasaydı, bakanlar onun yaptıkları şeyi dikkatle görürlerdi. Râzî der ki; gözün bir nevi eksikliğe maruz kalması ne kadar fazla olursa, yapılan şey de o kadar güzel olur. Meselâ gözbağcı çok aydınlık bir yere veya çok karanlık bir yere oturur. Bakıcı güç her iki halde de onu iyi göremez durumdadır.
Ben derim ki; bazı müfessirler Firavun’un yanındaki büyücülerin, büyüsünün gözbağcılık cinsinden olduğunu söylemişlerdir. Bunun için Allah Teâlâ «İplerini atınca halkın gözünü boyadılar ve onları korkutarak büyük bir sihir getirdiler.» buyuruyor. Diğer bir âyet-i kerîme’de de : «Büyücüleri ile onun yürümekte olduğunu hayâl ettiriyorlardı.» buyuruyor. Gerçekte onların ipleri yürümüyordu: Allah en iyisini bilendir.
5- Büyünün beşinci şekli geometrik oranların birleşmiminden doğan âletlerle meydana getirilen fevkalâde hareketlerdir. Bir ata binmiş süvarinin elinde bir boru olup, hiç kimse ona dokunmadan oto-matik olarak günün her saatinde boruyu üflemesi gibi. Rumların ve Hintlilerin yaptığı resimler de bu türdendir. Öyleki, bakan kimse onunla gerçek insan arasında fark bulamaz. İnsanı ağlarken ve gülerken böylesine tasvir ederler. Nihayet Râzî der ki; bu şekiller bir takım hiyel şekilleridir. Firavun’un büyücülerinin büyüsü de bu kabildendir.
Ben derim ki; bazı müfessirlerin «büyücüler iplerine ve değneklerine sarıldılar» sözüyle ona civa sürdüler ,civa sebebiyle kıvranmaya başladı, bakanlar da onun kendiliğinden hareket ettiğini tahayyül eder oldular, sözünü kasdetmektedirler. Râzî der ki; saat kutularının yapısı da bu türdendir. Bu konunun içerisine hafif aletlerle ağır yükleri kaldırma ilmi de girer. Gerçekten bunun büyüden sayılmaması lâzımdır. Çünkü bunun belirli ve kesin sebepleri vardır. O sebepleri bilenler bunu her zaman için yapabilirler.
Ben derim ki; genellikle Hıristiyanların hileleri de bu kabildendir. Onların naklettikleri nurlar, mukaddes beldelerinde bulunan kilisenin kubbesi de böyledir. Gizlice kiliseye ateş girdirmeleri, halkın dikkatini çeken ince bir san’atla kandilleri yakmaları v da böyledir. Havastan olan kişiler bunu kabul ederler, ancak bunu kendi dinlerinin mensûb-larının uğuru şeklinde yorumlarlar ve halkı böylece kandırırlar. Ker-râmiye mezhebinin kolu olan budala câhillerin terğib ve terhîb için hadîs uydurmanın caiz olduğunu söylemeleri de böyledir. Onlar, Rasûlullah (s.a.) m «Kim bana bilerek yalan atfederse cehennemde yerini hazırlasın» buyurduğu kimseler arasındadırlar. Keza, «benden hadîs nakledin, ancak bana yalan isnâd etmeyin. Kim, bana yalan atfederse, cehenneme girer» buyruğunun içerisinde yer alırlar.
Sonra Râzî burada bazı rahiplerden hikâyeler nakleder. Şöyle ki; rahibin birisi hareketsiz duran hazîn bir kuş sesi duymuş. Bakmış ki kuşlar onun sesini duyunca yanına yaklaşıyorlar o da kuşların yuvalarına girip zeytin ve benzeri şeyleri alıp yiyormuş. Bunun üzerine o râhib de aynı şekilde bir kuş heykeli yapmış ve onun içini boş bırakmış. Rüzgâr girince aynı o kuşun sesi gibi ses çıkarmış. Bu heykeli ma’bede koymuş ve bu ma’bedin bazı sâlih kişilerin kabri üzerinde kurulmuş olduğunu iddia etmiş. O kuşu ma’bedde bir yere asmış, zeytin zamanı olunca bir yandan kapıyı açarmış, rüzgâr bu heykelin içine girer ve aynen o kuş şeklinde ses çıkarırmış. Kuşlar bunu duyunca gelirler ve beraberinde zeytin getirirlermiş. Hıristiyanlar bu ma’beddeki zeytini görürler ancak sebebini bilmezlermiş. İşte râhib onları böylece aldatmış, bunun bu kabrin sahibinin kerametlerinden olduğunu vehmettirmiş. Kıyamet gününe kadar ard arda Allah’ın la’neti onların üzerine olsun’
6- Râzî der ki; sihrin altıncı türü yağlar ve yemeklerle bir takım ilâçların özelliğinden yardım istemektir. Râzî der ki; havassın inkâredilmesinin yolu yoktur, çünkü mıknatısın etkisi gözle görülmektedir. Ben derim ki; bu kabîl büyü arasına, fakirlik iddiasında bulunup halktan bilmez kişileri bu havasla kandıran kişiler de girer. Ateşi karıştırmak ve misk ve anberi yakmak gibi değişik hallerle halkı bir takım havas peşinde sürükleyenler de girer.
7- Râzî der ki; sihrin yedinci türü kalpleri bağlamaktır. Büyücü ism-i a’zâmı bildiğini iddia eder. Çoğu kere cinlerin kendi buyruğuna uyduğunu ve kendisine bağlandığını söyler. Eğer dinleyen kişi aklı zayıf, temyiz kabiliyeti az birisi ise, onun doğru olduğuna inanır ve kalbini böylece ona bağlar, içinde bir nevi korku ve endîşe meydana gelir. Korku meydana gelince duyu gücü zayıflar, böylece o kişi üzerinde, istediği şeyi yapar.
Ben derim ki; bu tür davranışa «tenbele» adı verilir, ona ancak insanlardan zayıf akıllılar rağbet ederler. Feraset ilminde, aklı mükemmel olanlarla aklı eksik olanları bilmeyi sağlayan bazı işaretler gösterilir. «Tenbele» yapan kişi feraset ilminde mahir ise kimin kendisine uyacağını kimin uymayacağmı çok iyi bilir.
8- Râzî der ki; sihrin sekizinci türü koğuculuk ve gizli şekillerde aldatmadır. Bu da insanlar arasında çok yaygındır.
Ben derim ki; koğuculuk iki kısımdır. Bazan mü’minlerin kalplerini ayırmak ve parçalamak şeklinde olur ki bunun haram olduğu konusunda ittifak vardır. Mü’minleri birleştirmek ve islâh etmek için olursa bu takdirde durum hadîsde vârid olduğu gibidir: «Hayır için koğuculuk yapan yalancı değildir». Yahut da kâfirlerin birliğini dağıtmak ve bozmak şeklinde olur ki, bu da mergûb olan bir haldir. Nitekim hadîste «harp hiledir» denmiştir. Keza Nuaym İbn Mes’ûd Ahzâb ile Kurayzâ’nın arasım ayırırken böyle yapmış, bunlara gelerek onların sözünü koğmuş, onlara giderek bunlara başka bir şey söylemiş, sonra ikisini birbirine kötülemiş ve böylece araları açılıp birbirinden nefret etmişlerdir. Bu gibi hareketi ancak zekî ve keskin görüşlüler yapabilirler. Yardım dilenecek makam* Allah Teâlâ’dır. Sonra Râzî der ki; sihrin türleri ve bunların açıklanması konusundaki sözün özü bundan ibarettir.
Ben derim ki; Râzî, zikredilen türlerin birçoğunun kavranman zor olduğu için, onları büyü sanatının içerisine girdirmiştir. Aslında sihir lügatta, sebebi bilinmeyen latîf şey için söylenir. Bu sebeple hadîste «beyânın bir kısmı da sihirdir» buyurulmuştur. Sahura da aynı kökten isim verilmiştir çünkü o da gecenin sonunda gizlice vuku bulur. Sahar ciğer mânâsına gelir ki bu, beslenme mahallidir. Bu adın verilmesinin sebebi, gizli olması ve bedenin bölümlerine giden yollarının derin olmasıdır. Nitekim Ebu Cehl, Bedir günü Utbe’ye der ki; senin korkudan ciğerin şişti. Hz. Âişe (r.a.) de der ki, Rasûlullah (s.a.) benim boğazımla ciğerim arasında vefat etti. Allah Teâlâ buyurur ki: «Halkın gözünü büyülüyorlardı.» Yani halktan yaptıkları şeyleri gizliyorlardı. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Vezîr Ebu Muzaffer Yahya İbn Muhammed İbn Hübeyre, «el-İşrâf alâ Mezâhib el-Eşrâf» isimli eserinde büyüden bir bölüm zikreder ve der ki, Ebu Hanîfe’nin dışında ehl-i sünnet, büyünün hakikati olduğu konusunda icmâ etmiştir. Ebu Hanîfe ise büyünün hakikati olmadığını söyler. Ancak ehl-i sünnet ulemâsı sihrin öğrenilip kullanılması konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanîfe, Mâlik ve Ahmed İbn Hanbel büyü öğrenip yapan kişinin bundan dolayı kâfir olacağını söylemişlerdir. Ebu Hanîfe mebzhebinin mensûblarından; korunmak için veya sakınmak için büyü öğrenenin kâfir olmayacağını söyleyenler vardır. Onlara göre; büyünün caiz olduğunu veya fayda sağladığını söyleyenler kâfir olurlar. Keza şeytânların istediğini yaptığını kabul edenler de kâfirdir. Şafiî merhum der ki; bir kişi sihir öğrenirse biz ona sihrini anlat, deriz. Eğer Bâbil halkının yedi gezegene yaklaşmak şeklindeki inancına benzer ,küfrü icâbettiren şeyleri anlatırsa ve araştırdığı şeylerde büyünün etkisi olduğunu söylerse o, kâfirdir. Eğer anlattıkları küfrü gerektirmezse ancak kendisi büyünün mübâh olduğuna inanırsa, yine kâfirdir. İbn Hübeyre der ki; büyücü mücerred olarak büyü yaptığı için ve kullandığından dolayı öldürülür mü? tmâm Mâlik ve Ahmed evet öldürülür derken, İmâm Şafiî ve Ebu Hanîfe öldürülmez, derler. Ancak büyücü, büyüsü ile bir insanı öldürürse İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed’e göre o da öldürülür. Ebu Hanîfe ise tekrar aynı fiili yapıncaya kadar veya belirli bir şahıs hakkında aynı şeyi tekrârlayıncaya kadar öldürülmez, der. Büyücünün öldürüleceğini söyleyenler Şafiî’nin dışında bunun hadd olarak öldürüleceğini söylerler. Şafiî ise kısas olarak öldürüleceğini, söyler. İbn Hübeyre der ki; büyücü tevbe ederse tevbesi kabul olur mu? İmâm Mâlik, Ebu Hanîfe ve İmâm Ahmed’deh meşhur olan kavle göre; büyücünün tevbesi kabul olmaz. İmâm Şafiî ve diğer bir rivayette İmâm Ahmed, kabul olacağını söylemişlerdir. Ehl-i Kitâb’tan büyücülere gelince Ebu Hanîfe’ye göre onlar öldürülürler. Nasıl müslüman büyücü öldürülüyorsa ehl-i kitâb’tan büyücü de öldürülür. İmâm Mâlik, Şafiî ve Ahmed İbn Hanbel ise öldürülmeyeceğini söylerler.
Müslüman kadın büyücü konusunda ihtilâf vardır. Ebu Hanîfe’ye göre öldürülmez, ancak hapsedilir. İmâm Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve Mâlik’e göre büyücü kadının hükmü erkeğin hükmü gibidir. En iyisini Allah bilir.
Ebu Bekr el-Hallâl der ki; Ebu Bekr el Mervezî… Zührî’den nakleder ki, o şöyle demiş : Müslümanların büyücüleri öldürülür, müşriklerin büyücüleri ise öldürülmez .Çünkü Rasûlullah (s.a.) a yahûdî bir kadın büyü yaptı ve Hz. Peygamber onu öldürmedi.[17]
Andolsun ki ya Muhammed (s.a.), sana apaçık belgeler ve âyetler gönderdik. Allah’a itâattan kaçınanlar cehennem ashabıdırlar ve orada sürekli kalacaklardır. Onlar Allah’ı inkâr etmişler ve ne zaman Allah onlardan bir ahd almışsa, onlar bu ahdin tersini yapmışlardır. Çünkü yahûdîlerin âdeti, verdikleri ahdi bozmak ve çiğnemektir. Hem Allah, onların atalarından nice sözler almış, fakat onlar bu sözleri de bozmuşlardır. Yahûdîlerin çoğu Tevrat’a dahi inanmazlar. Çünkü Tevrat’ta verilen sözü bozmanın ve ahdi çiğnemenin suç olduğu belirtilir. Onlara Allah katından bir peygamber gelip de (Hz. Muhammed) kendilerinin yanında bulunan Tevrat’ı tasdik ettiğinde, yahûdîlerden bir grub, Allah’ın kitabını arkalarına atarak ondaki emirleri tatbik etmemişler ve peygamberin getirdiği kitaba inanmamışlardır. Sanki onlar, Tevrat’a uygun olan Kur’an’a inanmayanların, Kur’an ve Tevrat’a birlikte inanmamış olacaklarını bilmiyorlar mıydı? Kur’an’da vârid olan Allah’ın birliği, ölümden sonra dirilme, âhiret hayatı ve peygamberlerin doğruluğu gibi temel prensibler Tevrat’ta mevcûd idi. Yahudiler, Allah’ın kitabını terkettikleri gibi, şeytânın kendilerine ilham ettiği sihir ve gözbağcılık gibi gerçek dışı şeylere inanmışlardı. Şeytânlar Hz. Peygamberden önce gökyüzünden dinledikleri sözlere birçok yalanlar katarak kâhinlere telkin ederlerdi. Kâhinler de onları insanlara öğretirlerdi ve bunun Süleyman peygamberin bilgisi olduğunu iddia ederlerdi. Ancak yüce Allah, bu iddianın yanlış olduğunu, Hz. Süleyman’ın böyle bir şey yapmadığını, büyüye inanmadığını belirtmekte, şeytânların büyüye inanıp Süleyman’a isnâd ettiklerini ifâde etmektedir.
Yahudiler ise, insanları aldatmak ve sapıtmak maksadıyla halka sihir öğretiyorlardı. Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri bildiriyorlardı. Hârût ve Mârût aslında sâlih ve âbid iki kul idiler. İnsanlar onları meleklere benzetmişlerdi veya iki melek idiler. Ancak bu ikisi insanlara hiç bir büyü öğretmezlerdi. Kendi durumlarının Allah tarafından bir imtihan ve tecrübe olduğunu söylerlerdi. Büyüyle amel etmek ve ona inanmak için öğreniyor, değildiler. Halk, Hârût ve Mârût’ tan koca ile karının arasını açacak büyüleri öğrendiler. Aslında büyü, tabiatı itibariyle müessir olamaz. Allah’ın emir ve irâdesi olmadan hiç bir büyücü kimseye zarar veremez. Eğer zahiri itibariyle bir etki ediyor gibi geliyorsa, bu, bir görünüştür. Allah’a andolsun ki, Allah’ın kitabını bırakarak, büyücülük yapanlar için âhirette hiçbir sevâb olmadığı gibi azâb-ı elîm-vardır. Onlar, uğrayacakları azabın, ne kadar acı olacağını, ne kadar kötü olacağını bir bilselerdi!
Eğer Yahudiler, Hz. Peygambere ve Kur’an’a inansalar, büyü ve gözbağcılığı bıraksalardı, Allah’ın azabından korunabilirlerdi. Çünkü Allah’ın emrine uymakla, Allah’ın azabından kurtulur ve ilâhî sevaba hak kazanırlardı. Bilselerdi bu, kendileri için çok büyük bir mükâfat olurdu. [18]
Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn îbn el-Arabî’ye atfedilen tefsirde ise şöyle denir :
Yahudiler ve ruhanî kuvvetler, güçlü, isyankâr, direnici olan insanlarla, evham hayâl ve kalbe itâatta karşı gelen, aklın emrine isyan eden, ruhun nurunu engelleyen hayâl ettirici vehimler ve hayâllerden ibaret olan cinler, şeytânlar peygamber Süleyman (a.s.) in devrinde veya rûh olan Süleyman’ın devrinde sihir kitaplarına ve bilgilerine tabî oldular. Bunu Süleyman’ın öğrettiğini iddia ediyorlardı. Böylece iktidarı elde ettiler. Cinlerden, insanlardan istediklerini emirlerine aldılar. Hîle, şa’-bez, vehim, mütehayyilât ve safsata ile cinleri insanları ve kuşlan emirlerine aldılar. Süleyman, te’siri Allah’dan başkasına isnâd ederek küfretmedi. Çünkü sihir küfürdür ve te’sîri Allah’dan başkasına isnâd ederek Allah’tan müessiriyetin engellenmesidir. Ancak şeytânlar küfrettiler. Onlar Allah’dan başka müessir olmayacağını bilmeyerek te’sîri Allah’dan başkasına verdiler. İnsanlara büyü öğretiyorlardı. İki meleke yani nefse meyleden amelî ve nazarî akla. Bu iki melek, Bâbil’de yani göğüsde, nefsin kendilerini cezbetmesi nedeniyle tabiat kuyusuna yönelmiş ve düşmüş olan iki melektir. Bunlar madde buharları arasında ve bilgi, amel, hîle, neyrenciyât ve tılsım gibi şehvet alevlerinin dumanları arasında sıkışık bir yerde kalarak azâblanmışlardı. Halbuki bu ikisi insanlara kendilerinin bir imtihan ve nûrânî kuvvetin ve kendilerindeki melekûtiyet kalıntısının denenmesi için bir tecrübe olduğunu belirterek, biz fitneyiz demedikçe bu fikri kimseye öğretmiyorlardı. Bu durumlarına rağmen insanları aklın nuruyla uyarıyorlar ve «bu bozuklukları, menhiyyâtı kullanmak için öğrenme, dolayısıyla küfretme» diyorlardı. (…) [19]
Günahların âkibetinden kaçınılamıyacağı ve her insanın her halde o günahı işleyeceğine dâir kanâati Kur’an-ı Kerîm burada reddetmektedir. Çünkü böyle bir kanâat vârid olsa, o vakit bir kimse bir kere günah işledi mi artık salâh bulma ümidini ebediyen ve tamamiyle kaybetmiş olacaktır. Hattâ geçmişteki günahı için teessür duysa ve hatâsını tashih etmek istese ve hayatını iyilik yolunda ıslâh etse; gene de bu düşünce ona şöyle seslenecektir : «Senin için ümit kapısı kapalıdır. Çünkü senin ilel’ebed mahvına karar verilmiştir. Geçmişte yaptığının âkibetine katlanmak mecbûriyetindesin». Buna karşılık Kur’an-ı Kerîm ise şöyle buyurur : «Bir sevabı mükâfatlandırmak ve bir günahı cezalandırmak İlâhî takdire bağh bulunmaktadır.» Eğer yapmış olduğunuz bir sevâb için mükâfat görüyorsanız, bu hal, sizin sevabınızın tabiî bir neticesi olarak değil fakat Allah Teâlâ’nın bir lutfu olarak verilmektedir. O mükâfatlandırmak veya mükâfatlandırmamak hususunda tâm kudrete sahip bulunmaktadır. Keza işlemiş bulunduğunuz bir günah için ceza görmeniz kaçınılmaz âkibet dolayısıyla değil, fakat Allah Teâlâ’nın tecziye veya af hususunda tâm kudrete sahip bulunmasm-dandır. Pek tabiî ki, Hakîm ism-i celîli hürmetine, bu kudreti fark gözetmeksizin kullanmayacak, fakat failin ne niyette bulunduğunu nazarı itibâra alacaktır. Bir sevabı mükâfatlandırdığında, kulunun o sevabı sırf Allah rızası için yaptığını görmesi dolayısıyla mükâfaatlan-dırmış olacaktır. Aşikâr bir sevabı red etmesi ise, o sevabın samimî olarak yapılmamış olduğunu bilmesinden olacaktır. Keza isyan ruhuyla işlenmiş olmasını müteâkib, nedamet temayülü göstermeyen, fakat daha fazla suç işlemek gibi bir şer arzusu güden cürüm de aynı usûl üzere cezaya çarptırılacaktır. Maamafih Allah Teâlâ, nadim olan ve ıslâh olma hususunda aklını başına alan kullan için lütuf ve af yolunu dener. Bu yüzden açıkça anlaşılmaktadır ki, günahın asla cezasız kalmayacağı hususundaki düşüncenin reddi, suçluların ıslâhı için yeni ümit kapıları açmaktadır. Hattâ en kötü caniler ve en muannid kâfirler bile günahlarını itiraf edip tabiî Hıristiyanlar gibi günâh çıkarmak kabilinden papa önünde değil, fakat Allah huzurunda itâatsızlıklann-dan utanç duyarak isyan halini terk ettiklerinde ve onun yerine Allah’a teslimiyet yolunu benimsediklerinde, o vakit Allah Teâlâ’nm merhametinden ümit kesmeleri icâb etmez.
Allah’ın, peygamberi Süleyman (a.s.) a uydurulan bu hurafe ve yalanlar İsrâiloğullarından bir kısım deccâllerin uydurdukları şeylerdir. Onlar bu hurafeleri bazı müslümanlara da fısıldamışlar ve müs-lümanlar da büyü hikayeleriyle ilgili olarak onların söylediklerini tas-dîk etmişlerdir. Bir kısmı da Süleyman’ın küfretmesi konusundaki iftiralarında onları yalanlamıştır. Bugün de müslümanlar arasında bir takım muskalar, tılsımlar, üfürükler, yazılar yazan ve buna Süleyman’ in mührü ve ahdi adını veren deccâller görülmektedir. Bu tılsımları taşıyanları, cinlerin ve ifritlerin çarpamayacağını iddia etmektedirler. Bu tefsirin yazarı bu tür şeyleri gördüğü gibi, gençlik yıllarında da onlara inanır ve söylediklerini tasdik ederdi.
Yahudilerin iddiasına göre, Hz. Süleyman büyü yapmış ve büyüyü tahtının altına gizlemiş. Bir gün hükümdarlığının üzerinde kazınmış bulunduğu mührünü kaybetmiş, mühür başkalarının eline geçmiş ve mührü alan onun yerine hüküm vermek için tahta oturmuş… Tarihe bu ve buna benzer bir yığın saçma sapan hurafeler karıştırmışlardır. Onlardan nakledildiğine göre; büyü yazıp toplayan ve tahtının altına gizleyen Süleyman peygambermiş, sonra halk bunu oradan çıkarıp elden ele dolaştırmış. Bir başka rivayete göre de, Hz. Süleyman tahtının altına, diğer ilimlere dâir kitapları da gizlemiş. Bunlar çıkarılınca şeytânlar onların büyü kitabı olduğunu söyleyerek halka yaymışlar. Daha sonra gelen deccâller ve sahtekârlar, istedikleri şeyi bu kitaplara nisbet edip Süleyman’ın izinden gittiklerini söylemişler. Şüphesiz ki Hz. Süleyman ve onun mülkü, büyü ve küfürle ilgili haberler konusunda söylediklerinin hepsi yalandır ve heveskârların uydurduğu iftiralardır. Allah onları, bize bu insanların peygamberlere neler iftira ettiklerini görüp ibret almamız için nakletmiştir. (…)
Sonra Allah, «Bâbil’de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyi» buyurarak onların söz konusu ettikleri bir kıssayı kısa ibarelerle özetlemiştir. Nitekim büyü öğretmeleri konusunu da kısaca zikretmiş ve bunun ne olduğunu açıklamamıştır. Bu büyü gözbağcılık mı, kandırmaca mı, yoksa tabiî bir özellik mi veya ruhî bir etki mi? Bu da Kur’ an’ın eşsiz i’câz (vecîzlik) ve i’câz (ilmî ve edebî üstünlük) örneklerinden bir örnektir. O bir vakitler insanlar arasında meşhur olan bir ko- nuyu sırf ibret alınması için zikretmektedir. Ve onu öyle bir üslûb içerisinde tanzim etmektedir ki; o konudaki detaylı inancı ne olursa olsun herkes onu kabul etmektedir. Görmüyor musunuz burada ve diğer yerlerde büyü konusunu öyle bir üslûp içerisinde zikretmiştir ki; büyünün, hîle, gözbağcılık veya buna benzer şeyler olduğunu iddia edenleri reddedecek hiç bir şey yoktur. Keza onun harikulade şey olduğunu söyleyenleri reddedecek bir şey de yoktur. Bu konudaki ilâhî hikmet şudur : Allah Azze ve Celle kâinattaki gerçeklerin bilgisini insanın araştırmasına ve ilimle meşguliyetine bırakmıştır. Bunlar, kazanılarak elde edilen şeylerdir. Eğer Allah bu mes’eleleri kesin nasslarla açıklamış olsaydı, bu nasslar insanların bilgi ve tecrübelerine ters gelebilirdi. Çünkü her devirde ilim gelişmektedir, ilim için son nokta yoktur. O zamanda bu husus; bir yalanlama nedeni olurdu.[20]
104 — Ey İman edenler, bizi de dinle, demeyin, bizi de gözet, deyin ve dinleyin. Kâfirlere elim bir azâb vardır.
105 — Ehl-i Kitâb’tan kâfir olanlar da, müşrikler de Rabbınızdan size hiç bir hayır indirilmesini istemezler. Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.
Mü’minlerin Tavrı:
Allah Teâlâ mü’minlerin sözleri ve fiilleriyle kâfirlere benzemelerini yasaklamıştır. Şöyle ki; yahûdîler sözlerini söylerken tevriye san’ atını kullanarak maksadlannı eksik söylerlerdi. Allah’ın la’neti onların üzerine olsun. Meselâ bizi dinle dediklerinde “Râinâ” «bizi de gözet» derlerdi. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Yahudilerden de bir kısmı sözleri yerlerinden değiştirirler ve derler ki; dinledik ve isyan ettik. Ey dinlemez olası, bisi dinle ve bizi gözet». Dillerini eğip bükerek ve dîne ta’n ederek söylerler. Eğer onlar dinledik ve itaat ettik, bizi dinle ve gözet demiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olurdu. Ancak Allah onlara küfürlerinden dolayı la’net etmiştir. ÇJnlardan pek azı müstesna îman etmezler. (Bakara, 93) Hadîslerde onların birçok haberleri vârid olmuştur. Şöyle ki; onlar selâm verdikleri zaman «esselâmü aleyküm» yerine “essâmü aleyküm” diyorlardı ki sâm; ölüm demektir. Bunun için Allah Teâlâ, onlara karşılık verirken ve aleykümüsselâm yerine ve aleyküm demekle yetinmemizi emretti. Bu duâ onlar için kabul olmaz ama, bizim onlar için duamız kabul olur. Maksad şudur : Allah Teâlâ mü’minlerin kavlen ve fiilen kâfirlere benzemelerini yasaklamıştır. Bunun için de «Ey îman edenler, bizi de dinle» demeyin. «Bizi de gözet» deyin ve dinleyin. Kâfirler için çok acıklı bir azâb vardır» buyurmuştur.
İmâm Ahmed İbn Hanbel… Abdullah İbn Ömer’den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
«Ben; kıyametin eşiğinde kılıçla gönderildim. Tâ ki şirk koşulmadan yalnızca Allah’a ibâdet edilsin diye. Benim rızkım mızrağımın gölgesinde kılınmıştır. Zillet ve küçüklük benim buyruğuma muhalefet edenlerin üzerine verilmiştir. Kim de bir kavme benzerse şüphesiz onlardandır.»
Ebu Dâvûd… Abdullah İbn Ömer’den nakleder ki: Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş: «Kim bir kavme benzerse onlardandır.» Bu hadîsde şiddetli yasak ve korkunç tehdit vardır. Kâfirlere; fiil ve kaville, giyecek ve bayramlarla, ibâdet ve bizim için meşru kılınmamış diğer hallerle benzemekten, kaçındırma vardır.
İbn Ebu Hatim der ki, bana babam… Ma’n veya Avn’dan, ya da her ikisinden nakletti ki, adamm biri Abdullah İbn Mes’ûd’a gelmiş ve demiş ki; bana bir söz söyle. O da demiş ki; Allah Teâlâ’nın «Ey îman edenler» buyruğunu duyduğun zaman onu gözet ve kulağını ver, çünkü onda bir hayır emri veya bir şer yasağı vardır.
A’meş, Heyseme’den naklen der ki; Kur’an’da okumuş olduğumuz «Ey îman edenler» kavlinin Tevrat’taki karşılığı ey miskinlerdir. Muhammed İbn İshâk, Muhammed İbn Ebu Muhammed kanalıyla Saîd İbn Cübeyr’den veya İkrime kanalıyla’ İbn Abbâs’dan nakleder ki “Râinâ” «bizi gözet» kelimesi, kulağını bize ver, demektir. Dahhâk, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «bizi de dinleyin» demeyin «bizi de gözet» deyin ve dinleyin» âyeti konusunda şöyle demiştir: Onlar Hz. Peygambere kulağım bize ver diyorlardı, ancak kullandıkları “Râinâ” kelimesi bize veriştir, der gibi idi. İbn Ebu Hatim der ki, Ebu’l-Âliye, Ebu Mâlik, Rebî’ İbn Enes, Atiyye el-Avfî ve Katâde’den de buna benzer bir rivayet nakledilir. Mücâhid der ki; «bizi de dinleyin demeyin», âyetinden maksad, aksini söylemeyin demektir. Bir rivayete göre de bizi dinle ve biz de seni dinleyelim demektir. Atâ’ya göre; bu söz Ansârın söylediği bir lügat tarzıdır ki Allah onu yasaklamıştır. Hasan der ki: «Bizi de dinle demeyin» âyetindeki “Râ’n” kelimesi alaylı ve istihzâlı sözdür. Allah bu âyetle onların Hz. Muhammed (s.a.) in sözlerini alaya almalarını ve İslâm’a davet etmesini istihza’ ile karşılamalarını yasaklamıştır. İbn Cüreyc’in de böyle dediği rivayet edilmiştir. Ebu Sahr der ki; Rasûlullah (s.a. ) arkasını döndüğünde mü’minlerden ona muhtaç olanlar; kulağım bize ver, derlerdi. Allah, Rasûlü Zîşâmna böyle denmemesini ve saygılı davranılmasını buyurmuştur.
Süddî der ki; Kaynuka oğullarına mensûb yahûdîlerden Rifâa İbn Zeyd denilen bir adam vardı, Hz. Peygamberin huzuruna gelip onunla konuşurdu, konuştuğunda kulağını bana ver, beni dinle’, derdi. Müslümanlar peygamberlerin böyle saygılı ifâdelerle karşılandıklarını zannederlerdi. Onlardan bir kısmı da böyle derlerdi —Nisa sûresinde buyu-rulduğu gibi— Allah Teâlâ mü’minlerin bizi dinle demelerinin böylece önüne geçmiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem de buna benzer bir rivayet söylemiştir. İbn Cerîr der ki; bizim yanımızda bulunana göre bu sözün doğrusu Allah Teâlâ mü’minleri, nebiyy-i Zîşânına bizi dinle demekten nehy etmiş olmasıdır. Çünkü bu ifâdenin nebîyy-i Zişâna söylenmesini Allah hoş karşılamamıştır. Bunun benzeri Hz. Peygamberden nakledilen «üzüme tiyek demeyin sadece asma deyin» keza «kulum demeyin delikanlım deyin» ve buna benzer ifâdelerdir.
«Ehl-i kitâb’dan kâfir olanlar da müşrikler de Rabbınlzdan size hiç bir hayır indirilmesini istemezler.» Böylece Allah Teâlâ müşriklerin ve ehl-i kitâb’dan kâfirlerin düşmanlıklarının şiddetini açıklıyor. Nitekim yukarıda mü’minleri bunlara benzemekten sakmdırmıştı. Mü’minlerle onlar arasındaki dostluğu koparmak istemişti. Sonra Allah Teâlâ mü’minlere lütfettiği tam ve mükemmel şerîat-i Muhammediye nimetine dikkatleri çekerek buyuruyor ki: «Allah, rahmetini dilediğine tahsîs eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir.» [21]
Müslümanlar, kendilerine Allah’ın Rasûlü bir bilgi verdiği zaman, «bizi dinle ve yavaş söyle ki anlayalım» diyorlardı. Ancak bu söz ya-hûdîlere göre bir küfürdü ve yahûdîler Hz. Peygamber’e hakaret sadedinde ( Utij ) raina diyorlardı. Bu nedenle yüce Allah mü’minleri bu kelimeyi söylemekten nehyediyor ve aynı anlamda bir başka kelime söylemelerini bildiriyor. Mü’minler iyi bilmelidirler ki, kâfirler ve yahûdîler için elîm bir azâb vardır. Ve yine bilmelidirler ki, ister ehl-i kitâb olsun, ister müşrik olsun kâfirlerden hiçbir grup, müslümanlara herhangi bir hayrın gelmesini istemezlerdi. Allah Alîm ve Kadir olarak peygamberliğini ve kitabını kullarından dilediğine tahsîs eder. Çünkü Allah yüce lütuf sahibidir. [22]
106- Biz, bir âyeti nesheder veya uiıutturursak ondan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz. Bilmez
misin ki, Allah şüphesiz her şeye kâdir’dir.
107- Göklerin ve yerin mülkünün gerçekten Allah’a âit olduğunu ve sizin için Allah’dan başka bir sahip ve yar
dımcı olmadığını bilmez misiniz?
Nesh Mes’elesi:
İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan naklederek der ki; «biz bir âyeti nesheder» kavli; değiştirirsek demektir. İbn Cüreyc Mücâhid’den nakleder ki, «Biz bir âyeti nesheder» yani bir âyeti ortadan kaldırırsak demektir. îbn Ebu Nûceyh, Mücâhid’den nakleder ki^ «Biz bir âyeti nesheder» kavli konusunda o şöyle demiştir; yazısını bırakır, hükmünü değiştirirsek. Mücâhid, bunu Abdullah İbn Mes’ûd’un arkadaşlarından nakletmiştir. İbn Ebu Hatim Ebu’l-Âliye’den ve Muhammed İbn Kâ’b el-Kurazî’den naklen benzer şekilde rivayet eder. Dahhâk der ki; «Biz bir âyeti nesheder…» kavlinin mânâsı; tutarsak demektir. Atâ ise nesheder ifâdesinin mânâsı, Kur’an’dan neyi atarsak demek olduğunu söylemiştir. İbn Ebu Hatim der ki; atılıp Hz. Muhammed’e inzal bu-yurulmazsa demektir. Süddî der ki; âyetin neshi kaldırılması demektir. İbn Ebu Hatim der ki; neshedilmesi demek, kaldırılması ve tutulması demektir. «İhtiyar kadın ve ihtiyar erkek zina ettiklerinde onları doğrudan recm ediniz» sözü gibi. Keza : «Âdemoğlunun iki vâdî dolusu malı olsaydı üçüncüsünü de isterdi» sözü gibi. İbn Cerîr der ki: «Bizbir âyeti nesheder» kavlinin mânâsı şöyledir : Bir âyetin mânâsını başkasına çevirir, değiştirir ve tebdil edersek demektir. Bu, helâlin harama, haramın helâla, mubahın yasağa, yasağın mübâha çevrilmesidir. Bu ise ancak emir ve nehiyde, yasak ve salıvermede, engel ve müsâade etmede olur. Haberlere gelince bunda nâsih veya mensûh olmaz. Nesh kelimesi “Neshu’l-Kitab” kitabı neshetmek kökünden olup bir nüshadan bir başkasına aktarmak demektir. Hükmün neshi demek de bir başka hükme çevirmek ve bir ibâdetin bir başkasına nakledilmesi demektir. Bu, ister hükmünün, ister yazının neshiyle olsun farksızdır. Çünkü her iki halde de o hüküm mensûhtur. Usûl bilginleri, neshin ta-rîfi konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ancak bu konuda mesele birbirine yakındır. Neshin şer’î mânâsı bilginlerce malûmdur. Bazıları bunu şöyle özetlemişlerdir:
Nesh daha sonra gelen şer’î bir delille hükmün kaldırılmasıdır. Bu tarifin içerisine daha hafifin daha ağırla veya daha ağırın daha hafifle nesh edilmesi girdiği gibi, olmayan bir şeyin başka bir şeyle nesh edilmesi de girer. Neshin ahkâmı, çeşitleri ve şartları fıkıh usûlünde de geniş olarak açıklanır. Taberânî der ki; bize Ubeydullah İbn Ab-durrahmân… Salim’den o da babasından nakletti ki şöyle demiş : İki adam bir sûreyi okuyorlardı, Rasûlullah (s.a.) onlan kendilerine okutmuştu. Bir gece kalktılar, namaz kıldılar, ancak bu sûrenin hiç bir harfini okumaya muktedir olamadılar. Sabahleyin erkenden Rasûlullah (s.a.) a gelerek durumu anlattılar. Rasûlullah (s.a.) : O neshedilmiş veya unutturulmuş olabilir. Ondan vazgeçin buyurmuştur. Bu rivayetteki Süleyman İbn Erkam zayıf bir râvîdir.
Âyet-i kerîme’deki “Nunsiha” kelimesi iki şekilde okunmuştur.
“” Birinci şekilde okuyan yani nûn’un ve sîn’den sonraki hemzenin fethasıyla okuyanlar buna, «biz onu geciktirirsek» mânâsını vermişlerdir. Ali İbn Ebu Talha İbn Abbâs’dan naklederek der ki: “” bir âyeti değiştirir veya değiştirmeden olduğu gibi bırakırsak demektir.
Mücâhid, İbn Mes’ûd’un arkadaşlarından nakleder ki; bu kelimeyi o ( uLu ) şeklinde okumuş ve yazısını bırakır, hükmünü değiştirirsek diye mânâ vermiştir. Übeyd İbn Ümeyr, Mücâhid ve Atâ ise onu geri bırakır, neshetmeyiz şeklinde mânâ vermiştir. Süddî de aynı şekilde mânâ verir. Rebî’ İbn Enes’in de böyle mânâ verdiği bildirilir. Dahhâk ise «biz bir âyeti nesheder veya geri bırakırsak» âyetine, nesh-edenle neshedileni geri bırakırsak şeklinde mânâ vermiştir. Ebu’l-Âliye ise onu kendi yanımızda geciktirirsek şeklinde mânâ vermiştir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ubeydullah İbn İsmâîl el-Bağdâdî, İbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : Hz. Ömer (r.a.) bize hutbe okudu ve sonra Allah Azze ve Celle’nin «Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak» âyetini okumuş ve unutturursak kelimesine te’hir edersek mânâsını vermiştir.
İkinci okuyuş “” dir. Bu konuda Abdürrezzâk, Ma’mer’den, o da Katâde’den nakleder ki; «Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak» âyetinin mânâsı konusunda o şöyle demiştir : Allah Teâlâ peygamberine dilediğini unutturuyor, dilediğini de neshediyor. İbn Ce-rîr der ki; bize Sevâd İbn Abdullah… Hasan’dan nakletti ki o «unutturursak» kavli konusunda şöyle demiştir: Sizin peygamberinize Kur’-an’dan bazı bölümler okutturulmuş, sonra o bunu unutmuştur. İbn Ebu Hatim der ki bize babam… İbn Abbâs’dan nakletti ki, a şöyle demiş : Hz. Peygambere geceleyin vahiy iniyor ve gündüz unutturuluyordu. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyeti indirdi. Ebu Hatim der ki; bana Ebu Ca’fer bu rivayet zincirinde yer alan Haccâc’ın, Haccac îbn Ertea olmayıp bizim Cezîre’li bir ihtiyardır. Übeyd İbn Ümeyr ise «unutturursak» âyetine sizin yanınızdan kaldırırsak mânâsını vermiştir.
İbn Cerîr der ki; bana Ya’kûb İbn îbrâhîm, Kasım İbn Rebîa’dan nakletti ki, o şöyle demiş: Ben Sa’d İbn Ebu Vakkâs’ın bu âyeti “”«Biz bir âyeti nesheder veya sen unutursan» şeklinde okuduğunu duyduk. Kasım İbn Rebîa diyor ki; ona Saîd İbn Müseyyeb bu âyeti «unutturulursan» diye okuyordu dedim. Kasım İbn Rebîa diyordu ki; Sa’d şöyle dedi: Kur*an; ne Müseyyeb’e, ne de Mü-seyyeb’in ailesine indirilmiştir. Sânı yüce olan Allah «Sana okuyacağız da unutmayacaksın», «Unuttuğun zaman Rabbını an» buyuruyor, demiştir. Bunu Abdürrezzâk Hüseyn’den rivayet eder. Hâkim de Müs-tedrek’inde Ebu Hâkim el-Râzî’den… Ya’lâ İbn Atâ kanalıyla nakleder ve bu hadîs, Buhârî ve Müslim’in şartına uygundur, ancak onlar tahrîc etmemişlerdir, der. İbn Ebu Hatim der ki; Muhammed İbn Kâ’b, Katâde ve İkrime’den de Saîd’in sözü gibi bir söz nakledilmiştir.
İmâm Ahmed der ki; bana Yahya… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o Hz. Ömer’in şöyle dediğini rivayet etmiş : Ali en doğru hüküm verenimiz-dir. Übeyy ise en doğru okuyanımızdır. Biz Übeyy’in dediğinin bir kısmını terk ediyoruz fakat Übeyy ben Rasûlullah (s.a.) dan şöyle dediğini duydum, binaenaleyh onun hiç bir kısmını terketmem, diyor. Halbuki Allah Teâlâ : «Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak ondan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz» buyuruyor.
Buhârî der ki; bize Yahya… İbn Abbâs’dan nakletti ki o Hz. Ömer’ in şöyle dediğini rivayet etmiş : En iyi okuyanımız Übeyy’dir. En iyi hüküm verenimiz Ali’dir. Biz Übeyy’in sözünden bir kısmını bırakıyoruz. Übeyy ise; ben Rasulullah (s.a.) dan böyle işittim hiç bir şey bırakmam, diyor. Halbuki Allah Teâlâ : «Biz bir âyeti nesheder veya unut-turursak ondan daha hayırlısını, yahut da dengini getiririz» buyuruyor.
«Ondan daha hayırlısını yahut da dengini getiririz.» Yani hüküm bakımından mükelleflerin menfaatine olanım. Ali İbn Ebu Talha’nın İbn Abbâs’dan naklettiğine göre, o «Ondan daha hayırlısı» âyetini, menfaat bakımından sizin için daha hayırlısını ve size uygun olanını diye tefsir etmiştir. Ebu’l-Âliye ise der ki: «Biz bir âyeti nesheder» yani onunla amel etmezsek veya «unutturursak» yani katımızda bırakırsak; ya onu, ya da ondan daha iyisini getiririz. Süddî de der ki: «Biz neshet-tiğimizden daha iyisini veya bıraktığımızın dengini getiririz» demektir. Katâde der ki bu âyette tahfîf, ruhsat, emir ve yasak vardır. [23]
Nesh mes’elesi; îslâm düşmanları tarafından başlangıcından günümüze değin tenkîd mevzuu edilmek istenmiştir. Bu konuda I. cildde detaylı bilgiler vermiştik. Burada size müfessirlerin kanâatlanm kendi ifadeleriyle aktarmaya çalışacağız :
Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabî’ye atfedilen tefsirde ise şöyle denir:
Biz bir âyetin hükmünü ibtâl ederek, lâfzını ve mânâsını ya da mânâsının dışında lafzım ibtâl ederek —recm âyeti gibi —bir âyeti neshedecek olursak ondan daha hayırlısını getiririz. Bu konuda en uygun olanı veya iyilikte ve elverişlilikte ona eşit olanını getiririz. İyi bil ki; Levh-i Mahfuz da tesbît edilmiş olan hükümler ya husûsîdir ya da umûmîdir Husûsî olan; ya şahıslara tahsis edilmiştir veya zamanlara tahsis edilmiştir. Âyet, peygamberin kalbine inince şahıslar bakî kaldığı sürece şahıslara mahsûs olan kısımlar da bakî kalır. Zamanlara mahsûs olan kısımlar ise neshedilip zâyî olur, çünkü o zamanda yok olmuştur. Bu tür nesih kısa olabilir; Kur’an’ın neshettikleri gibi uzun da olabilir; eski şeriatların hükümlerinin neshedilmesi gibi. Ancak bu, âyetin Levh-i Mahfûz’da olduğu şekilde sabit kalmasına muhalif değildir. Umumî olan hükümler ise dehîr bakî kaldıkça bakî kalır. İnsanın konuşması ve boyunun düzgün olması gibi.[24]
Kur’an-ı Kerim, şartlar gerektirdiğinde bölüm bölüm nazil oluyordu. Âyetten çıkarılan hüküm, İslâm ümmetinin menfaatına göre tanzim ediliyordu. Bazan âyet tamamen bakî kalıyordu, bazan da laf sı ya da mânâsı neshediliyordu veya her ikisi birlikte kaldırılıyordu. Bütün bunlar gelişen şartlara ayak uydurmak kasdina mebnî îdi. Yeni yetişen bir toplumda hükümlerin bizzarûre değişmesi gerekiyordu, çünkü bir toplumun ilk kuruluş döneminde faydalı olacak prenoibier, gelişme ve olgunlaşma döneminde fayda sağlamayabilirdi. Yahudiler nesih konusunda müslümanlan itham ediyorlardı ve «bakıyor musunuz Muhammed bir gün bir şeyi emrediyor ertesi gün yasaklıyor? Bugün dediğini yarın reddediyor» diyorlardı. İşte bunun üzerine nesh konusunda bu âyet nazil oldu. Nesh, şeriatı gönderen yaratıcının en son hükmün daha uygun olacağım bilmemesi manasına gelmezdi. Şârî, müs-lümanları basamak basamak ve tedricî olarak şartlar ve durumlara göre tekâmül ettiriyordu. Nitekim içki konusunda, öldürme konusunda durum böyle cereyan etmiş ve neticede İslâm ümmeti kurulduktan ve şartlar mükemmelleştikten sonra son hükümler nazil olmuştu. Şüphesiz ki Allah bir âyeti heshederse ondan daha hayırlısını getirirdi, enazından onun gibisini. Çünkü Allah her şeye gücü yetendir. Göklerin ve yeryüzünün mülkü’Allah’ın değil mi? O sizin işlerinizi menfaatınıza uygun olarak tedvir eder. Sizin ondan başka hiçbir dost ve yardımcınız yoktur.
İslâm bilginlerinden bir kısmı neshi kabul ederken, bir kısmı kabul etmez, neshedildiği söylenen âyetleri te’vîl ederler. [25]
Göklerin ve Yerin Mülkü :
«Göklerin ve yerin mülkünün gerçekten Allah’a âit olduğunu ve sizin için Allah’dan başka bir sahip ve yardımcı olmadığını bilmez misiniz?» Allah Teâlâ; bu âyetiyle yarattıklarında istediği gibi tasarruf yetkisinin kendisine âit olduğunu, yaratma emir ve tasarrufun kendisinin olduğunu belirtiyor. Allah nasıl istediği gibi yaratıyorsa, istediği kimseyi mutlu, istediği kimseyi mutsuz, istediğini başarılı, istediğini başarısız kılar. Aynı şekilde kullan için dilediği gibi hükmeder. İstediğini helâl, istediğini haram, istediğini mübâh, istediğini yasak kılar. Dilediği gibi hüküm veren O’dur. O’nu hükmünden dolayı kovuşturan yoktur. O, yaptığından sorumlu değildir. Kullar ise sorumludurlar. Allah nesh mes’elesi ile kullarını ve kullarının peygamberine itaat derecelerini ölçmektedir. Allah, bizzat bildiği bir menfaat uyarınca bir şeyi emretmekte, sonra yine aynı yüce bilgisi uyarınca onu yasaklamaktadır. Emrine bağlanmak ve Rasûlünün verdiği haberlerde O’nu tasdik etmek, buyruklarım yerine getirmek, yasaklarını terketmek konusunda bütünüyle O’na itaat icâbetmektedir. Burada bazı yahûdîlerin bilgisizce ve inkârla dolu olarak iddia ettikleri gibi neshin aklen müstahîl olduğu, bazılarının da iftira ve şüphe ile ortaya attıkları gibi neshin aklen imkânsız olduğu iddiaları açıkça çürütülmektedir.
İmâm Ebu Ca’fer İbn Cerîr Taberî der ki: Âyetin te’vîli şöyledir : Ey Muhammed, görmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Benimdir. Onlarda Benden başka hâkim yoktur. Göklerde ve yerde dilediğimi dilediğim gibi değiştirir, dilediğimi neshederim. Kullarım için dilediğim hükümleri, dilediğim şekilde tebdil eder, dilediğim şekilde bırakırım. Sonra der ki, bu ifâde her ne kadar Allah tarafından peygamberine azametini haber verme sadedinde ve hitâb şeklinde ise de, aynı zamanda Tevrat’ın hükümlerinin neshedildiğini inkâr eden, Hz. îsâ ve Muhammed (s.a.) in peygamber olarak gönderilmelerini reddeden yahûdîleri yalanlama sadedindedir de. Hz. îsâ ve Muhammed’in Allah katından getirdikleri kitabın Tevrat’ın hükmünü değiştirdiğini kabul etmeyen yahûdîleri tekzîb niteliğindedir. Bunun için Allah Teâlâ göklerin ve yerin mülkünün ve hâkimiyetinin kendisine âit olduğunu, yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan bütün varlıkların O’na itaat edip O’nun emir ve yasaklarını dinlediklerini belirtiyor. Allah onlara dilediğini emreder, dilediğini nehyeder, dilediğini siler, dilediğini bırakır, dilediğini yazar, dilediğini kaldırır.
Ben derim ki; yahûdîleri nesh mes’elesini araştırmaya sevkeden husus küfür ve inâdlarıdır. Zira akıl bakımından neshin imkânsız olduğunu gösterecek hiç bir delil yoktur. Bilhassa Allah Teâlâ’nın hükümlerini neshetmesinin imkânsızlığını gösterecek hiç bir delil yoktur. Allah nasıl istediğini yaparsa, dilediğine de hükmeder. Kaldı ki nesh eski kitaplarda ve geçmiş şeriatlarda vâki’ olmuştur. Nitekim Hz. Âdem’in kız çocuklarının erkek çocuklarıyla evlendirilmesi helâl kılınmışken, sonra haram kılınmıştır. Keza Nûh (a.s.) a gemiden çıktıktan sonra tüm hayvanları yemek helâl kılınmışken, bilâhere bazıları haram kılınmıştır. Ya’kûb ve çocuklarinın iki bacıyla evlenmeleri mü-bâh iken Tevrat’ta ve daha sonraki şeriatlarda bu, haram kılınmıştır. Daha buna benzer zikri hayli uzayacak pek çok mes’ele var ki nesh-edilmiştir. Onlar bu hususları kabul ettikten sonra yüz çevirmektedirler. Bu delillere verilen lafzî cevaplar, asıl maksadı teşkil eden mânânın delâletini ortadan kaldırmaz. Nitekim onların kitaplarında, Hz. Mu-hammed’in geleceğinin müjdelendiği bilindiği ve ona tâbi olmanın Hz. Peygambere tâbi olmayı gerektireceği apaçıktır. Hz. Peygamberin şerîati üzere yapılan amellerden başkasının makbul olmayacağı ortadadır. İsterse eski şeriatlar Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderilişine kadar sınırlıydı, dolayısıyla bunlar nesh sayılmaz denilsin. Nitekim Allah Teâlâ’nın : «Sonra orucu geceye kadar tamamlayın» kavli böyledir. İsterse bunlar mutlaktır. Hz. Peygamberin şeriatı onları neshetmiştir, denilsin. Her iki takdirde de Hz. Peygambere tâbi olma gereği kesindir. Çünkü o, Allah Teâlâ ve Tebareke’nin en son ahdi olan son kitabı getirmiştir. [26]
108 — Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz? Kim îmanı küfürle değişirse dosdoğru yoldan sapıtmış olur.
Lüzumsuz Sorular:
Bu âyet-i kerime’de Allah Teâlâ olayların olmasından önce Hz. Peygambere çok soru sorulmasını yasaklamaktadır. Nitekim bir başka âyette şöyle buyurulur: «Ey îmanedenler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyen şeyleri sormayın. Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır. Allah sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Ve Allah Ğaf ûr’dur. Halîm’dir.» (Mâide, 101) Eğer âyetin nüzulünden sonra tafsilâtını soracak olursanız o konu size açıklanır. Ayrıca bir şeyi, olmazdan önce sormayın, belki sormanız nedeniyle o şey yasaklanabilir. Bunun için, sahih hadîste vârid olmuştur ki; müslümanlardan vebali en büyük olan, yasaklanmamış olan bir şeyi sorup da bu soru sebebiyle o şeyin yasaklanmasına sebeb olanlardır. Rasûlullah (s.a.) a; karısını beraberinde erkekle bulan bir adamın durumu sorulduğunda, konuşsa ağır bir konuyu konuşmuş olacaktı, sussa aynı şekilde olduğundan Rasûlullah (s.a.) soru soran kişiyi kınamış ve hoş karşılamamıştı. Bunun sonunda la’netleşme hakkındaki âyet-i kerîme inzal buyurulmuştur. Bunun için Buhârî ve Müslim’de, Muğîre İbn Şu’be’den naklen zikredilen hadîste Rasûlullah (s.a.) m, denilmiş ve dedi gibi şeyleri çok sormayı ve malı boşa harcamayı yasakladığı belirtilir. Müslim’in sahihinde de buyurulur ki; «Benim bıraktığım şeyleri, siz de bırakın. Çünkü sizden öncekiler çok soru sormaları ve peygamberlerine karşı çıkmaları • sebebiyle helak olmuşlardır. Ben, size bir şeyi emredersem gücünüzün yettiğince yerine getirin. Size bir şeyi de yasaklarsam- ondan sakının.» Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’nın müslümanlann üzerine haccı farz kıldığını bildirmesinden sonra, adamın biri her yıl mı yâ Rasûlullah? dediğinde Hz. Peygamber susmuş. Adam üç kere tekrarlayınca O, hayır demiş. Eğer evet deseydim böyle vâcib olurdu ve sizin buna gücünüz yetmezdi. Sonra benim bıraktığım şeyleri siz de bana bırakın, buyurmuştur. Enes İbn Mâlik der ki; biz Hz. Peygambere bir şey sormaktan nehyedilmiştik ve Badiye’den bir adamın gelip de O’na bir şey sorması ve bizim dinlememiz bizi hayrete sevkediyordu.
el-Bezzâr der ki, bizeMuhammed tbn Müsennâ… tbn Abbâs’dan nakletti ki o şöyle demiş : Ben Muhammed (s-.a.) in ashabından daha hayırlı bir topluluk görmedim. Oniki mes’eleden başka bir şey sormadılar, onların hepsi de Kur*an’da cevaplandırıldı: «Sana içki ve kumardan sorarlar…» «Sana haram aylardan sorarlar…» «Sana yetimlerden sorarlar…» bu ve buna benzer konulardı.
«Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?» İstiyor olabilirsiniz. Veya inkârî istifham kabilinden olarak istiyor musunuz? Bu, hem mü’minleri hem de kâfirleri içerir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bütün insanlığın peygam- beridir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyuruyor : «Ehl-i Kitâb senin gökten kendilerine bir kitap indirmeni isterler. Musa’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve bize Allah’ı apa-çık göster demişlerdi. Zulümlerinden dolayı onları yıldırım çarpmıştı.» (Nisa, 153)
Muhammed îbn İshâk der ki; bana Muhammed îbn Ebu Muhammed îkrime’den veya Saîd’den o da Abdullah Îbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Râfî İbn Hüreymle —veya Vehb tbn Zeyd— dedi ki, Ya Muhammed, bize gökten bir kitap getir ki onu okuyalım, bize yerden bir ırmak fışkırt ki sana tâbi olup doğrulayanın. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i celîle’yi inzal buyurdu : «Yoksa daha önce Mûsâ’ ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?»
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes’den, o da Ebu’l-Âliye’den bu âyet-i kerîme konusunda nakleder ki; adamın biri, ey Allah’ın Rasûlü, İsrâiloğullannın keffâreti gibi bizim de keffâretlerimiz olsa? dedi. Ra-sûlullah (s.a.) üç kere Allah’ım böyle bir şey istemeyiz, dedi. Allah’ın size verdiği şey İsrâiloğullanna verdiğinden daha iyidir. Çünkü İsrâil-oğullarından bir kimse suç işlediği zaman, onu kapısında yazılı bulurdu. Karşılığında keffâreti de belirtilmiş olurdu. Eğer o, suçunun kef-fâretini yerine getirirse kendisi için dünyada rüsvâylık olurdu. Eğer keffâretini yerine getiremezse, bu takdirde de âhirette rüsvâylık olurdu. Dolayısıyla Allah’ın size verdiği, İsrâiloğullanna verdiğinden daha hayırlıdır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Kim de bir kötülük yapar, nefsine zulmeder, sonra Allah’tan bağışlanmasını dilerse Allah’ı Ğafûr ve Rahîm olarak bulur.» Hadîste buyurulur ki: «Cum’adan Cum’a’ya beş vakit namaz, iki Cum’a arasındaki günahların keffâreti-dir.» Ve yine buyurulur ki: «Kim bir günah işlemeyi kasdedip de işlemezse onun aleyhinde bir şey yazılmaz. Eğer işlerse bir tek günah yazılır. Kim de bir iyilik işlemeyi kasdeder, işlemezse, ona bir tek iyilik yazılır. İşlerse on misli iyilik yazılır. Allah ancak helak olacak kimseleri helak eder.» Bunun üzerine işbu âyet-i kerîme nazil oldu. «Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi, siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz?»
Mücâhid «Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi siz de peygamberinizi sorguya çekmek mi istiyorsunuz» âyeti konusunda dedi ki: Musa’dan kendilerine Allah’ı apaçık göstermesini istemişlerdi. Kureyş-liler de Hz. Muhammed’den, kendilerine Safa tepesini altın yapmasını istemişlerdi. O, evet deyince, eğer küfrederseniz bu sizin için İsrail oğullarının sofrası gibidir, buyurmuştu. Onlar imtina ve rücû ettiler. Süddî ve Katâde’den de buna benzer rivayet nakledilir. En iyisini Allah bilir.
Âyetten maksad şudur: Allah, Rasûlünden isrâr ve inatla bir şey isteyenleri kınamıştır. Tıpkı İsrâiloğullannın Mûsâ (a.s.) dan yalan, inâd ve İsrarla bir şeyler istedikleri gibi. Sonra da buyurmuştur ki: «Kim îmanı küfürle değişirse» yani îmana karşılık küfrü satın alırsa «Dosdoğru yoldan sapıtmış olur.» Dosdoğru yoldan çıkıp cehalet ve sapıklığa düşmüş olur. Peygamberleri tasdik etmekten ve onlara bağlanıp tâbi olmaktan kaçınan, onlara karşı çıkan, yalanlayan ve gereksiz yere sorular sorarak isrâr ve küfürle bir şeyler isteyenlerin hali böyledir. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Allah’ın verdiği nimeti küfürle karşılayanları ve milletleri helak olacak; lan yere götürenleri görmüyor musunuz?» (İbrahim, 28) Ebu’l-Âliye; bu âyetin, bolluğu şiddetle değiştirenler, anlamına geldiğini bildirir. [27]
109- Kitâb ehlinin çoğu, hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi
imandan sonra küfre döndürmek isterler. Allah’ın açıkla
yıcı emri gelene kadar onları affedin, geçin. Şüphesiz ki
Allah her şeye kadir’dir.
— Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için önceden
ne yollarsanız, onu Allah katında bulursunuz. Şüphesiz ki,
Allah yaptığınızı hakkıyla görendir.
Müslümanları Kâfir Yapmak İsteyenler :
Allah Teâlâ mü’min kullarım ehl-i kitâbtan kâfirlerin yoluna gitmekten men’ediyor ve onların gizli açık düşmanlıklarını mü’minlere öğretiyor. Mü’minlere karşı içlerinde taşıdıkları hasedi açıklıyor. Mü’-minlerin üstünlüğünü ve mü’minlerin faziletini bildikleri halde onları nasıl kıskandıklarını ortaya koyuyor. Mü’min kullarının da onlardan vazgeçip affetmelerini ve Allah’ın fethi ve zafer emri gelinceye kadar tahammül etmelerini emrediyor. Aynı zamanda namaz kılmalarını ve zekât vermelerini buyurarak bu konuda onları teşvik ve tahrik ediyor. Nitekim Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muhammed… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Huyeyy İbn Ahtab ve Ebu Yâsir İbn Ahtafo yahûdîlerden araplan en çok kıskananlardı. Zîra Allah bahusus Rasûlüne onları belirtmiştir. Onlar güçleri yettiğince insanları İslâm’dan geri çevirmeye çalışıyorlardı. Ve onlar hakkında Allah Teâlâ : «Kitâb ehlinin çoğu hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü, sizi îmandan sonra küfre döndürmek isterler.» buyurmuştur. Abdürrezzâk, Ma’mer’den o da Zührî-den nakleder ki; buradaki ehl-i kitâb’tan maksad, Kâ’b İbn el-Eşref’tir. İbn Ebu Hatim der ki bana babam… Mâlik’ten nakletti ki yahûdî Ka’b İbn Eşref şâir imiş ve Rasûlullah’ı hicvedermiş. Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Kitâb ehlinin çoğu…» âyetini inzal buyurmuş.
Dahhâk, İbn Abbâs’ın şöyle dediğini nakleder : Ümmî bir peygamber onlara kendi yanlarındaki kitabları, peygamberleri ve âyetleri haber veriyor ve tıpkı kendilerinin tasdik ettiği gibi, onları doğruluyor, ama onlar zulümden ve küfürden dolayı kıskanarak onu inkâr ediyorlar. Bunun için Allah Teâlâ, onlar hakkında : «Hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlikten ötürü…» buyurmuştur. Yani hak; bilmedikleri hiç bir nokta kalmayacak kadar kendilerine apaçık olduktan sonra, yine de hased onları inkâra götürmektedir. Böylece Allah onları kınamakta, tehdîd etmekte ve en ağır şekilde levmet-mektedir. Nebisine ve mü’minlere de; üzerinde bulundukları îman, ikrar ve hem kendilerine hem de kendinden öncekilere inenleri tasdik konusunda ısrar etmelerini bildirmekte, bunun fazilete ve erişilmez se: vâba vesile olacağını haber vermektedir.
Rebî’ İbn Enes “” cümlesini “” kendi taraflarından, şeklinde tefsir etmiştir. Ebu’l-Âliye ise «Hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra» âyetini şöyle tefsir etmiştir. Hz. Muhammed (s.a.) in peygamber olduğu, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olduğunu bildikten ve kendilerine apaçık ayan olduktan sonra, onlar peygamberin başkalarından olmasını kıskandıkları için ve aşırı gitmeleri nedeniyle onu inkâr etmişlerdir. Katâde, Rebî ve Süddi de böyle derler.
Allah Teâlâ’nın: «Allah’ın açıklayıcı emri gelene kadar onları affedin, geçin» kavli tıpkı şu kavl-i celîli gibidir : «Andolsun ki mallarınız ve canlarınızla deneneceksiniz. Hiç şüphesiz sizden önce kitab verilenlerden ve Allah’a şirk koşanlardan çok üzücü sözler işiteceksiniz. Sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki bu, büyük işlerdendir.» (Âl-i İmrân, 186)
Ali İbn Ebu Talha, «Allah’ın açıklayıcı emri gelene kadar onlan affedin, geçin» âyetini «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.» (Bakara, 191) ve «Allah’a ve âhiret gününe inanmayanlarla savaşın.» (Tevbe, 29) âyetlerinin neshettiğini söylediğini nakleder. Bu âyet müşrikleri affedip geçmeyi neshetmiştir. Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Katâde, Süd-dî bu âyetin kılıç âyetiyle neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Nitekim âyetteki: «Allah’ın açıklayıcı emri gelene kadar» bölümü de bunu göstermektedir.
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Urve İbn Zübeyr’den nakletti ki ona Zeyd oğlu Usâme bildirmiş ve şöyle demiş : Allah’ın kendilerine emir buyurduğu gibi, Rasûlullah ve ashabı, müşrikleri ve ehl-i kitabı affediyorlar ve onların eziyetlerine sabrediyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ «Allah’ın açıklayıcı emri gelene kadar onları affedin,, geçin. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.» buyurmuştu. Rasûlullah (s.a.) afdan Allah’ın emri mânâsmı çıkarıyordu. Nihayet Allah, onlara savaş izni verdi ve Kureyş’in önde gelen liderlerini onlar sayesinde öldürdü. Bu rivayetin isnadı sahih olmakla beraber, Kütüb-ü Sitte’de onu göremedim.
«Namazı kılın, zekâtı verin, kendiniz için önceden ne yollarsanız, onu Allah katında bulursunuz.» Bu âyette Allah Teâlâ mü’minleri kendilerine fayda sağlayacak ve kıyamet günü âkibetlerine tesîr edecek davranışlara sevkediyor. Namaz kılmaya ve zekât vermeye teşvik ediyor. Tâ ki Allah, kendilerine dünya hayatında zaferi nasîb kılsın. Şahitliğin kalktığı; «Zâlimlere ma’zeretlerinin fayda vermediği ve onlar için la’netin ve kötü diyarın bulunduğu güne» hazırlanmalarını emrediyor. Bunun için âyetin sonunda Hak Teâlâ «Şüphesiz ki Allah yaptığınızı hakkıyla görendir» buyuruyor. Allah, hiç bir amel edenin amelini, görmezlikten gelmez. Ve katında zâyî etmez. Ameli; ister iyi olsun, ister kötü olsun, herkesi ameline göre cezalandırır.
Ebu Ca’fer İbn Cerîr «Allah yaptığınızı hakkıyla görendir» âyeti konusunda diyor ki; bu Allah’ın hitabettiği mü’minlere, verdiği bir haberidir. Onlar ister iyilik, ister kötülük yapmış olsunlar, ister gizlice ister açıkça yapsınlar, Allah onu görür. Çünkü Allah’a hiç bir şey, saklı ve gizli değildir. İyiliği, iyilikle, kötülüğü de kötülükle cezalandırır. Bu ifâde her ne kadar haber sadedinde vârid olmuşsa da, bunda hem va’d, hem ceza, hem emir, hem de yasak vardır. Bunun için o, mü’minler topluluğuna, bütün amellerini görmekte olduğunu bildirmişti, öyleyse onlar Allah’a itaat etsinler. Çünkü kendileri için Allah katında saklanacak olan budur. Allah katında buna göre sevaba ulaşacaklardır. Nitekim Allah Teâlâ buyurur ki: «Kendiniz için hayırdan ne gönderirseniz onu Allah katında bulursunuz.» Aynı zamanda Allah’a isyandan da kaçınmalarını bildirmektedir.İbn Ebu Hatim der ki; bize, Ebu Zür’a… Ukbe İbn Âmir’den nakletti ki, o şöyle demiş : Ben, Hz. Peygamberin bu âyeti «Gören ve işitendir.» şeklinde tefsir ettiğini gördüm. «Her şeyi gören ve işitendir», dedi. [28]
Yahudilerin birçoğu, peygamberi inkâr ettikleri ve ona tuzaklar kurdukları gibi, onu kıskandıklarından ve müslümanlara karşı nefret duyduklarından, mü’minlerin dinlerinden dönmelerini ve kâfir olmalarım isterler. Bu isteklerinin âmili; içlerinde sakladıkları kıskançlık duygusu ve ruhî komplekstir. Hakka ve doğruya bağlılıkları değildir. Çünkü onlar Islâmm en doğru din olduğunu bilmekte ve bunu kıskanmaktadırlar. Binâenaleyh, siz onlarla ilgilenmeyin ve vazgeçin onlardan. Yaptıklarını kınamayın. Allah’ın savaş emri gelene değin sabredin. Nitekim bilâhere Kurayza ve Nadir oğulları adındaki iki yahûdî kabilesiyle savaşma emri gelmiş ve yahûdîler müslümanlardan uzaklaştırılmışlardı. Ey Müslümanlar, siz namazınızı kılın, zekâtınızı verin. Namaz ve zekâtta dünyanın mutluluğu ve dünyanın iyiliği mevcûd olduğu gibi, âhiretin iyilikleri de mevcûddur. Bu dünyada kendiniz için ne yaparsanız Allah yaptıklarınızı görür. [29]
«Namazı dosdoğru küm ve zekâtı verin» Yani müslümanlann namazını ve zekâtını. Diğerleri namaz kılmamış ve zekât vermemiş gibi olur. Böylece Allah onlara önce İslâmın usûlünü emrettikten sonra, f ü-rûunu da emretmektedir… «Ve rükûa gidenlerle birlikte rükûa gidin.» Yani müslümanlann cemâatıyla birlikte. Çünkü cemaatla namaz tek başına namazdan 27 derece fazladır. Çünkü onda ruhların ortaya çıkıp görülmesi sözkonusudur. Burada namaz rükû ile ifâde edilmiştir. Denildi ki; rükû, şeriatı vazeden yaratıcının gerekli kıldığı şeyleri kabul edip ona boyun eğmektir.[30]
Ve dediler ki: Yahûdî veya Hıristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek. Bu onların kuruntusu-
dur. De ki.- Eğer sâdıklardan iseniz delilinizi getirin.
— Hayır, kim ihsan edici olarak özünü tastamam Allah’a teslim ederse ona Rabbı katında mükâfat vardır.
Onlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de.
— Yahudiler: Hıristiyanlar hiç bir şeye sahip değildir, dedi. Hıristiyanlar da yahûdiler hiç bir şeye sahip
değildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar. Bilmeyen kimseler de onların dedikleri gibi dedi. İhtilâfa düşer oldukları şeyde kıyamet günü Allah aralarında hükmünüverecektir.
Yahûdî ve Hıristiyanlardan Başkası Cennete Giremez (!) :
Allah Teâlâ; yahûdîlerin kendi durumlarıyla gururlandıklarını açıklıyor. Nitekim Yahûdî ve Hıristiyanlardan her bir grup sadece kendi dininden olanların cennete gireceğini belirtmekte idiler. Mâide sûresinde de onların: «Biz Allah’ın çocukları ve sevgilileriyiz» dedikleri belirtiliyordu. Allah Teâlâ onları yalanlıyarak işledikleri günahlardan dolayı kendilerini azâblandıracağını ifâde ediyor. Eğer iddia ettikleri gibi olsaydı, durum hiç te böyle olmazdı. Daha önce söyledikleri gibi kendilerinin belirli birkaç gün ateşte kalacakları, sonra cennete taşınacaklarına dâir iddiaları böyle olsaydı, elbette onlar azâb görecek değildiler. Allah Teâlâ, onları reddediyor ve bu iddialarının mesnedsiz, delilsiz, belirsiz ve belgesiz olduğunu bildirerek, «Bu onların kuruntusudur» buyuruyor. Ebu’l-Âliye der ki; bunlar Allah’a haksız yere isnâd ettikleri kuruntulardır. Katâde ve Rebî’ İbn Enes de böyle demiştir. Sonra Allah Teâlâ «De ki: Eğer sâdıklardan iseniz delilinizi getirin» buyuruyor. Evet ey Muhammed, onlara de ki: delilinizi getirin. Ebu’l-Âliye, Mücâ-hid, Süddî, Rebî’ İbn Enes, delilinizi, diyor. Katâde ise bunu belgenizi diye tefsir etmiştir. «Eğer sâdıklardan iseniz» iddia ettiğiniz gibi, demektir.
«Hayır, kim ihsan edici olarak özünü dosdoğru, Allah’a teslîm ederse, ona Rabbı katında mükâfat vardır.» Kim yalnız ve yalnız Allahiçin amel etmekte isrâr eder ve ona şirk koşmazsa… Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur:
«Eğer seninle tartışmaya girişirlerse; ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a teslîm ettim» de. (Al-i İmrân, 20) Ebu’l-Âliye ve Rebî’ İbn Enes’e göre «Özünü tastamam Allah’a teslîm ederse» ihlâsla Allah’a yönelirse, demektir. Saîd İbn Cübeyr “” ifâdesini samimiyetle, “” kelimesini de din olarak tefsir etmiştir. «İhsan edici olarak» yani Rasûlullah (s.a.) a tâbi olarak. Çünkü kabul edilecek amelin iki şartı vardır : Birisi yalnız Allah’a tahsis edilmesi, diğeri de şeriata uygun şekilde doğru olmasıdır. Allah’a ihlâsla yapılsa da, davranış kötü olursa kabul edilmez. Onun için Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
«Bizim emretmediğimiz bir ameli yapan kimsenin, bu âmeli merdûdtur.»
Müslim bu hadîsi Hz. Aişe (r.a.) den rivayet eder.
Hahamların ve rahiplerle onlara benzeyen kişilerin —her ne kadar onlar kendilerini Allah’a adadıkları kanâatinde iseler de— davranışları Allah indinde makbul değildir. Ancak onlara ve tüm insanlığa gönderilen Rasûlullah (s.a.) a tâbi oldukları takdirde amelleri makbul olur. Nitekim Allah Teâlâ bunlar ve benzerleri hakkında şöyle buyurur : «Onların yaptıkları her işi ele alır, toz duman ederiz.» (Furkân, 23) Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Küfredenlerin işleri engin çöllerdeki serâb gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiç bir şey bulamaz. Orada Allah’ı bulur. Ve O hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.» (Nûr, 39) Mü’minlerin emîri Hz. Ömer (r.a.) in, bu âyeti rahiplerle te’vîl ettiği rivayet edilir. Bu husus ilerde gelecektir. Eğer davranışlar, dış görünüşü itibariyle şeriata uygun olur, fakat onu yapan kişi bu davranışıyla Allah’ın rızasını gözetmezse bu da merdûttur. Mürâîlerin ve münafıkların hali böyledir. Nitekim Allah Teâlâ bunlar hakkında şöyle buyurur: «Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Halbuki O, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza teribel tenbel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, ne onlarla ne de bunlarla olurlar. İkisi arasında bocalayarak Allah’ı pek az anarlar. Allah’ın saptırdığı kimseye yol gösteren bulamayacaksın.» (Nisa, 142 -143) Mâûn sûresinde ise şöyle buyurulur : «Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki; onlar namazlarım unuturlar ve onlar mürailik yaparlar, zekâtı da vermezler.» (Mâûn, 4-7). Ve yine bu mânâda Kehf sûresindeşöyle buyurulmaktadır: «Rabbına kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin Ve Rabbına kullukta hiç bir şeyi O’na şirk koşmasın.» (Kehf, 110) Burada ise «Hayır, kim ihsan edici olarak özünü tastamam Allah’a teslim ederse ona Rabbı katında mükâfat vardır.» buyuruluyor.
«Ona Rabbı katında mükâfat vardır. Onlara korku yoktur, üzülmeyeceklerdir de.» Allah Teâlâ onlara; ihsan edici olmalarının karşılığı olarak mükâfatlar kazanacaklarım garanti ediyor. Kendilerini her türlü yasaklardan ve kötülüklerden koruyacağım, korktuklarından emîn kılacağını belirtiyor. Onlar; gelecekleri konusunda endîşeye düşmedikleri gibi, geçmişleri konusunda da üzülecek değillerdir. Nitekim bu âyetin tefsirinde Saîd İbn Cübeyr : «Onlara korku yoktur» âhirette. ölümden dolayı «Üzülmeyeceklerdir» diyor.
«Yahudiler; hıristiyanlar hiçbir şeye sahip değildir, dedi. Hıristiyanlar da, yahûdîler hiç bir şeye sahip değildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar.» Allah Teâlâ böylece onların birbirleriyle olan çekişmelerini, kinlerini, düşmanlık ve inâdlaşmalarını açıklıyor.
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Mu-hammed, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den, o da İbn Abbâs’dan şöyle dediğini nakletti: Necrân’lı Hıristiyanlar Hz. Peygambere geldiklerinde, onlarla beraber yahûdî hahamları da geldiler ve Rasûlullah (s.a.) m huzurunda Hıristiyanlarla tartıştılar. Râfî’ İbn Hüreymle; siz bir şey üzerinde değilsiniz, diyerek Hz. İsa’yı ve İncil’i inkâr etti. Necrân’lı Hıristiyanlardan bir adam da, yahûdîlere dedi ki; siz bir şey üzerinde değilsiniz. Hz. Musa’nın peygamberliğini ve Tevrat’ı inkâr etti. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Yahûdîler, Hıristiyanlar hiç bir şeye sahip değildir ,dedi. Hıristiyanlar da, Yahûdîler hiç bir şeye sahip değildir, dedi. Halbuki hepsi de kitabı okuyorlardı.» buyuruyor. Her iki grup da kitabı okuyor ve inkâr ettiği zatm doğruluğunu kitapta görüyor. Yani yahûdîler, Tevrat önlerinde bulunduğu halde Hz. îsâ’yı inkâr ediyorlar. Halbuki Tevrat’ta Mûsâ (a.s.) nın dilinden Hz. îsâ’yı tasdik edeceğine dâir hüküm vardır. İncil’de de îsâ (a.s.) nın Musa’yı tasdik ettiğine dâir hüküm vardır. Tevrat’ın Allah katından geldiğini bildirmektedir. Fakat her iki grup da diğerinin sahip olduğu hakkı inkâr ediyor.
Mücâhid, bu âyetin tefsirinde der ki: Yahûdîlerin ve Hıristiyanların eskileri doğru bir şey üzerinde idiler. Katâde «Yahûdîler, Hıristiyanlar hiç bir şeye sahip değildir» âyeti konusunda şöyle der : Evet ilk Hıristiyanlar bir şeye sahiptiler, fakat bid’atlar icâd edip tefrikaya düştüler. «Hıristiyanlar da, Yahûdîler hiç bir şeye sahip değildir dedi.» Evet ilk Yahûdîler bir şeye sahiptiler, onlar da bid’ata düşüp tefrikaya daldılar. Katâde’den, Ebu’l-Âliye ve Rebî’ İbn Enes’in bu âyetin tefsirinde söylediği gibi bir söz rivayet edilmiştir. O der ki: Bunlar Ra-sûlullah (s.a.) devrinde yaşayan ehl-i kitâbtı. Bu söz her iki taifenin, diğer grubun kendisine isnâd ettiği şeyde doğru olduğunu ifâde eder. Ancak âyetin akışından anlaşıldığına göre, zahir bakımından, onların söyledikleri sözden dolayı kınanmaları gerektir. Çünkü onlar, bu söylediklerinin tersinin doğru olduğunu biliyorlardı. Bunun için Allah Teâlâ: «Halbuki hepsi de kitabı okuyorlar» buyuruyor. Yani hepsi de încil ve Tevrat’a dayalı şeriatın o vakitte meşru olduğunu biliyorlardı. Ancak aralarındaki küfür ve inâd nedeniyle birbirlerini inkâr ettiler ve bozuğa bozukla mukabele etmeye çalıştılar. İbn Abbâs, Mücâhid ve Katâde’den ilk rivayette nakledildiği şekilde olduğu gibi. En iyisini Allah bilir.
«Bilmeyen kimseler de, onların dedikleri gibi dedi. İhtilâfa düşer oldukları şeyde kıyamet günü Allah aralarında hükmünü verecektir.» Böylece Yahudilerle Hıristiyanların birbirlerine karşı söyledikleri sözü bilmedikleri açıklanıyor. Bu, i’mâ ve işaret kabîlindendir. «Bilmeyen kimseler de» ifadesiyle, kimlerin kasdedildiği ihtilaflıdır. Rebî’ İbn Enes ve Katâde derler ki; Hıristiyanlar Yahudilerin söyledikleri gibi söylediler, îbn Cüreyc der ki: Ben Atâ’ya bu «bilmeyenler» kimlerdir? diye sorduğumda o, Yahûdî ve Hıristiyanlardan önce olan milletlerdir, dedi. Onlar, Tevrat’ı ve İncil’i kabul etmişlerdi. Süddî de bunların Araplar olduğunu söyler. Yani onlar, Hz. Muhammed bir şeye sahip değildir diyorlardı. Ebu Ca’fer İbn Cerîr bu âyetin umûmî olduğunu ve herkese uygun düştüğü görüşünü tercih eder. Kaldı ki ortada bu sözlerden herhangi birisini kesin olarak belirleyecek bir delil de yoktur, en iyisi hepsine birlikte hamletmektir. En iyi Allah bilir.
«İhtilâfa düşer oldukları şeylerde kıyamet günü Allah aralannda hükmünü verecektir.» Allah Teâlâ kıyamet günü onları birleştirecek ve zulüm olmayan, zerre miktarı kimsenin aleyhine işlemeyen âdil hükmüyle aralarını ayıracaktır. Bu âyet, Allah Teâlâ’nın Hacc süresindeki şu âyetine benzemektedir: «Doğrusu îman etmiş olanlar ve Yahudiler ve Sâbiîler ve Hıristiyanlar ve Mecûsîler ve puta tapanlar arasında kıyamet günü kesin hüküm verecektir. Doğrusu Allah her şeye şâhiddir.» (Hacc, 17) ve nitekim bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurulur : «De ki: Rabbınız aramızı birleştirir, sonra hak ile açar. O, Fettâh’tır, Alîm’ dir.» [31]
Yahudiler kendilerinin doğru yolda olduklarını söyleyerek, cennete Yahudilerden başkasının girmeyeceğini, Allah’ın seçilmiş toplumu olduklannı iddia ediyorlardı. Bunlara göre, başka topluluklar sapık topluluklardı. Ancak bunu kabul etmeyen Hıristiyanlar da, sadece Hıristiyanların cennete gireceğini söylüyorlardı. Doğrusu her ikisi de boş hayâl ve kuruntu içindedir, aklî ve naklî hiçbir dayanakları yoktur. Aksi takdirde hem Yahudilerin ve hem de Hıristiyanların iddialarının doğruluğunu isbâtlayan belgeler getirmeleri gerekir. Yüce Allah, onların bu iddialarını reddederek, sadece kendini Allah’a teslim eden ve O’nun emirlerine uyarak ibâdetlerini yerine getiren ve yalancıların furyasına kapılmayan müslümanların cennete gireceğini belirtiyor. Bunların Rabb-ları katında mükâfatları bulunduğunu, korku ve üzüntüye düşmeyeceklerini ifâde ediyor. Yahûdî ve Hıristiyanlar birbirlerine karşı olan tutumlarını daha da ileri götürerek, defalarca Yahudiler, Hıristiyanların hiçbir şeye mâlik olmadığım, Hıristiyanlar da; Yahudilerin hiç bir şeye mâlik olmadığım söylüyorlardı. Halbuki her ikisi de ehl-i kitâb idi. Eğer ehl-i kitâb olarak Yahudiler Tevrat’a, Hıristiyanlar da İncil’e inanmış olsalardı bu tür iddialarda bulunmazlardı. Çünkü her gelen kitap, kendinden önce gelen kitabı doğrulamış ve kendinden sonra gelecek kitabı da müjdelemiştir. Şu halde her ikisi de doğru bir inanca sahip bulunmuyorlardı. Aynı davranışı hiçbir şey bilmeyen müşrikler de yapıyordu. Ancak onların Allah katından gelmiş kitapları yoktu. Allah bu ihtilâfları dolayısıyla kıyamet günü onların arasında hükmünü verecek ve en ağır cezâya çarptıracaktır. Ama kesinlikle bilinmelidir ki; cennet, kendini Allah’a teslim eden mü’minlerin otağıdır. [32]
114- Allah’ın mescidlerinde; O’nun isminin anılmasını men’eden, onların harâb olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır? Onların oralara korka korka girmekten başka hakkı yoktur. Dünyada rüsvâylık onlarındır. Âhiret-te ise onlara büyük bir azâb vardır.
Mâbedleri Tahrib Edenler:
Müfessirler Allah’ın mescitlerinde O’nun isminin anılmasını engelleyen ve onların harâb olmasına çalışanların kimler olduğu konusunda iki ayrı görüş serdetmişlerdir.
Birinci görüş: Avfî’nin tefsirinde İbn Abbâs’dan naklettiğine göre, bunlar Hıristiyanlardır. Mücâhid de der ki bunlar Hıristiyanlardır. Çünkü onlar mukaddes evde eziyet ediyorlar ve insanların orada namaz kılmasını engelliyorlardı. Abdürrezzâk der ki; bize Ma’mer, Katâde’den nakletti ki: «Onların harâb olmasına çalışan» âyetinde kasdolu-nan Buhtun-nasr (Nabu-Kurur-Usur) ve arkadaşlarıdır. O Kudüs’deki mukaddes evi harâb etmişti ve Hıristiyanlar da ona yardımcı olmuşlardı. Saîd Katâde’den naklen der ki, onlar Allah düşmanı Hıristiyanlardır. Hıristiyanların, Yahudilere karşı kinleri, onları Bâbil’li Buh-tun-nasr’a yardımcı olmaya şevketti ki o, Mecûsî idi ve mukaddes evi harâb etmişti. Süddî der ki, bunlar Kudüs’teki mukaddes evin tahribi konusunda Buhtun-nasr’a destek olmuşlardı. Buhtun-nasr,; oraya pislik atılmasını emretmişti. Bizanslılar oranın harâb olmasına yardımcı olmuşlardı. Sebebi de İsrâiloğullannın Zekeriyyâ oğlu Yahya (a.s.) yi öldürmeleridir. Buna benzer bir rivayet Hasan el-Basrî’den de nakledilmiştir.
İkinci görüş: İbn Cerîr’in rivayet ettiği görüştür. İbn Cerîr der ki; bana Yûnus İbn Abdü’1-a’lâ, İbn Vehb’den o da İbn Zeyd’den nakletti ki, o bu âyette sözkonusu olanlar, müşriklerdir, demiştir. Onlar Hudeybiye güriü Rasûlullah (a.s.) a engel olarak Mekke’ye girmesini önlemişler ve Zu Tuvâ denilen yerde kurbanını kesmek zorunda bırakmışlardı. Rasûlullah onlarla anlaşma yapmış ve hiç kimse kimseyi bu mübarek evden alıkoymaz, demişti. Çünkü kişinin babasının ve kardeşinin katili oraya gelirdi de, kimse ona engel olmazdı. Onlar; babalarımızı Bedir günü öldürmüş olan; biz burada kaldığımız sürece buraya gelemez, demişlerdi. «Onların harâb olmasına çalışan» kavli konusunda da İbn Cerîr şöyle der: Onlar Allah’ın zikrini, hacc ve umre için oraya insanların gelmelerini engellemişlerdi.
İbn Ebu Hatim, Seleme’den İbn Abbâs’m şöyle dediğini nakletmiş : Kureyşliler, Hz. Peygamberi; Mescid-i Harâm’da ve Kâ’be’nin yanında namaz kılmaktan men’ettiler. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını men’eden, onların harâb olmasına çalışan kimselerden daha zâlim kim vardır?» buyurdu.
İbn Cerîr, ilk görüşü tercîh eder ve buna delil olarak da Kureyş-lilerin Kâ’be’yi hârâb etmek için çalışmadıklarını belirtir. Halbuki, Bizanslılar Beyt el-Mukaddes’in tahribine çalışmışlardır, der.
Ben derim ki, —Allah en iyisini bilir ya— doğru olan ikinci söz- dür ki bunu İbn Zeyd ve İbn Abbâs nakletmiştir. Zîra Hıristiyanlar Yahudilerin Beyt el-Mukaddes’te ibâdet etmelerini engellemişlerse, on-lann dini Yahudilerin dininden daha doğru olmasındandı ve kendileri Allah’a daha yakındılar ve o sırada Yahudilerin Allah’ı zikretmeleri makbul değildi. Çünkü daha önce Dâvûd ve Meryem oğlu îsâ’nın dilinden lanetlenmişlerdi. Bu, isyan etmelerinden ve haddi aşmalarından dolayı idi. Kaldı ki Allah Teâlâ Yahûdî ve Hıristiyanlar! kötüledik-ten sonra, Rasûlullah ve ashabını Mekke’den çıkaran, mescid-i harâm’-da ibâdet etmelerini engelleyen müşriklerin zemmine başlıyor. İbn Ce-rîr”in Kureyşliler Kâ’beyi harâb etmeye çalışmamışlardı görüşüne gelince; onların yaptıklarından daha büyük bir tahrik olur mu? Mekke’ den Rasûlullah’ı ve ashabını çıkarmışlardı. Oraya putları ve şirk koştukları heykelleri doldurmuşlardı. Nitekim bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
«Yoksa Mescid-i-Hârâm’a girmekten menederlerken Allah onlara niçin azâb etmesin? Hem O’nun dostu değiller. O’nun dostları ancak müttakîlerdir, fakat onların pek çoğu bunu bilmiyorlar.» (Enfâl, 34) Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyuruyor: «Müşrikler, kendilerinin kâfir olduklarını itiraf edip dururken, Allah’ın mescidlerini imâr etmeleri gerekmez. Onların işledikleri boşa gitmiştir. Cehennemde temelli kalacaklardır. Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler ta’mîr eder. İşte onlar doğru yolda bulunanlardan olabilirler.» (Tevbe, 18-19). Bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyuruyor : «Onlar küfretmiş olanlardır. Sizi Mescid-i Hârâm’ı ziyaretten ve bağlı kurbanları yerine gitmekten alıkoyanlardır. Eğer oradaki henüz tanımadığımız mü’min erkekler ve inanmış kadınları bilmeyerek ezmek suretiyle üzüntüye kapılmanız ihtimâli olmasaydı, Allah savaşı önlemezdi. Allah dilediklerine rahmet etmek için böyle emretmiştir. Eğer inananlarla kâfirler birbirinden ayrılmış olsalardı, küfredenleri can yakıcı bir azaba uğratırdık.» (Feth, 25) Kâ’be’den mü’minleri kovup onların Ka’be’ye girmesine engel olmaktan daha büyük bir yıkış, bir tahrîb var mıdır? Kâ’ be’nin imârından maksad süslenmesi ve şeklinin güzel durması değildir, aksine asıl imâr, Allah’ın adının orada anılması ve şeriatının uygulanmasıdır. Kâ’be’nin temizlenmesi demek, şirk ve pislikten arıtılması demektir.
«Onların, oralara korka korka girmekten başka hakkı yoktur.» Bu, taleb sadedinde bir haberdir. Yani onlara güç yetirirseniz, onların mescide sulh ve cizye altında girmelerinden başka kendilerine hiçbir imkân vermeyin. Bunun için Rasûlullah (s.a.), Mekke’yi fethedince; hicretin dokuzuncu senesinde ,bu yıldan sonra’ hiç bir müşrikin Kâ’be’ ye haccedemeyeceğini ve Beytullâh’ın çıplak olarak ziyaret edilemiyece- ğini ilân etmekle emrolunmuştur. Kimin sözleşmeli bir süresi varsa onun süresi doluncaya kadar kendilerine mühlet verilmiştir. Bu, Allah Teâlâ’nın şu kavlinin uygulanması ve doğru çıkarılmasından ibarettir : «Ey Mü’minler doğrusu müşrikler pistirler. Bu nedenle bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirir. Şüphesiz Allah Alîm’dir, Hakîm’dir.» (Tevbe, 28) Bazıları da dediler ki; onların korku ve mü’minlerin kuvvetinden titrer halde Allah’ın mescidlerine girmeleri gerekiyordu. Mü’minleri Allah’ın mescidinden alıkoymaları veya oraya kendilerinin hâkim olmaları şöyle dursun, mü’minlerin kendilerini ezmesinden çekinmeleri gerektiği manasınadır.
Denildi ki; bu, Allah tarafından müslümanlara verilmiş bir müjdedir. Onları, Mescid-i Harâm’a ve diğer mescidlere hâkim kılacağı muştusudur. Müşrikleri Mescid-i Harâm’a korkarak girmekten başka bir şekilde giremiyecekleri ve böylece zelîl olacaklarının ifadesidir. Orada tutulup cezalanmaları veya müslüman olmazlarsa öldürülmeleri endişesiyle karşılaşacaklarının müjdesidir. Allah Teâlâ bu va’dini yerine getirmiştir. Müşriklerin mescid-i Harâm’a girmelerini yasaklamıştır.
Rasûlullah (s.a.) da Arap Yarımadasında iki dinin kalmamasını tavsiye etmiş, Yahudi ve Hıristiyanların yarımadadan kovulmasını bildirmiştir. Hamd ve minnet Allah’a mahsûstur. Bunun nedeni; sadece Mescid-i Harâm’ın çevresini şerefli tutmak ve tüm insanlığa uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilmiş olan Rasûlünün gönderildiği bölgeyi temiz tutmaktır. İşte dünyada rüsvâylık onlaradır. Çünkü ceza her zaman amel cinsindendir. Onlar nasıl mü’minleri Mescid-i Harâm’dan alıkoy-muşlarsa, kendileri de oradan alıkonulmuşlardır. Onlar nasıl mü’minleri Mekke’den kovmuşlarsa, onlar da Mekke’den kovulmuşlardır. «Âhirette ise onlara büyük bir azâb vardır.» Allah’ın evinin mahremiyetini çiğnedikleri ve çevresine putlar dikerek, onu küçük düşürdükleri, için Allah’ın evinde Allah’tan başkasına ibâdet ettikleri, orayı çıplak olarak gezdikleri ve daha buna benzer Allah ve Rasûlünün hoşlaşmadığı fiilleri işledikleri için.
Allah’ın eviyle Kudüs’deki Beyt el-Mukaddes’in kaydedildiğini söyleyenlerden, Ka’b el-Ahbâr der ki; Hıristiyanlar Kudüs’ü ellerine geçirince, orayı tahrib ettiler. Allah Teâlâ Rasûlü Muhammed (s.a.) i peygamber olarak gönderince ona bu âyeti inzal buyurdu. Yeryüzünde bulunan bütün Hıristiyanlar Kudüs’e ancak korkarak girebilirler. Süd-dî de der ki; yeryüzündeki bütün Bizanslı’lar bugün ancak oraya boynunun vurulması veya cizye ödemek korkusuyla girebilirler. Katâde der ki; onlar, mescidlere ancak gizlice girebilirler.
Ben derim ki; bu, maksadın âyetin umûmu içerisine dâhil olmasını ortadan kaldırmaz. Zîra Hıristiyanlar, Kudüs’te mukaddes evde zulmetmeleri, Yahudilerin önünde duâ ettikleri taşı küçümsemeleri sebebiyle şer’an ve İlâhî taikdîr eseri olarak zilletle cezalandırıldılar. Ancak bir süre Allah onları Beyt el-Mukaddes ile imtihan etti. Yahudiler orada Allah’a isyan edince ve isyanları da Hıristiyanların isyanından daha fazla olunca, cezalan da daha büyük oldu. Allah en iyisini bilir. «Dünyada rüsvâylık onlaradır» âyeti Süddî, İkrîme ve Vâil İbn Davud’a göre, Mehdî’nin çıkışıyla, onların horlanacağı manasınadır. Katâde ise «onlar cizye verecek» diye tefsir etmiştir.
Sahîh olanı, dünyadaki horlanmanın ve rüsvâylığın bütün bunlardan daha geniş bir anlam taşımasıdır. Nitekim hadîsde dünyada horluktan ve âhiret azabından Allah’a sığınılması vârid olmuştur. Şöyle ki İmâm Ahmed İbn Hanbel… Büsr İbn Ertaa’dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle duâ edermiş :
«Allah’ım her işte sonumuzu iyi kıl. Bizi dünyada horlanmaktan ve âhirette azabından uzak kıl.»
Bu hadîs hasendir, ancak Kütüb-i Sitte’de yoktur. Ve onu rivayet eden sahabenin (Büsr İbn Ertaa veya İbn Ebu Ertaa da denir) savaşta eller kesilmez hadîsinden başka bir hadîs rivayeti yoktur. [33]
Allah’ın mabedlerini tahrîbten ve insanları ibâdetten alıkoymaktan daha büyük bir zulüm olamaz. Ne şekilde olursa olsun, mescidlerde Allah’ın adının anılmasını önleyen ve mescidlerin vazifesini yapmasına engel olandan zâlim kimse yoktur. Bunu yapanlar, Allah’tan uzaktırlar. Onların mescidlere korku ve ürperti içerisinde girmekten başka yapacakları birşey yoktur. Müslümanlar güç ve kudret kazanınca ve Kur’an’ın hükümlerini yerine getirince, Allah yolundan alıkoyanlar ma-bedlere ancak korku içerisinde girebilirler. Aksi takdirde müşrikler ma-bedlere girmekle kalmayacaklar, onları tahrîb edeceklerdir. Mescidlerde Allah’ın adının anılmasına engel olanlar, dünyada zillet ve âhirette de azaba çarptırılırlar. Doğusuyla Batısıyla tüm yeryüzü Allah’ındır. Nerede namaz kılarsanız ve Allah’a yönelirseniz Allah oradadır. Allah hiçbir mekâna sığmaz, O, bütün mekânı ihata eder.
Bu âyet-i celîle bazı rivayetlere göre Kudüs’ün tahribi üzerine nazil olmuştur. Bir başka rivayete göre; peygamberi ve ashabını Mekke’ye girmekten alıkoyan müşrik Araplar hakkında nazil olmuştur. Bir diğer rivayete göre; ilerde müslümanların mukaddes makamlarına saldıra-cak ve onları mukaddes ma’bedden uzaklaştıracak kavimler hakkında nazil olmuştur. Ancak kelâm umûmîdir ve tüm ehl-i kitâb ile onların yolunda olanlara hitâb etmektedir. [34]
Bu konuda Reşîd Rızâ ise şöyle diyor:
Bu âyette birkaç vecih vardır.
a- Bu âyet; Hz. Mesih’ten 70 sene sonra meydana gelmiş bir hâdiseye işaret etmektedir. Bu hâdise, Romalı Titus’un Kudüs’e girip orayı tahrîb etmesi ve şehri bir toprak yığını haline getirmesidir. Hz. Süleyman’ın ma’bedini yıkıp birkaç harâb duvardan başka birşey bı-rakmıyacak hale getirmesi ve Yahudilerin elindeki Tevrat nüshalarını yakmasıdır. Hz. Mesih, bu hususu belirterek Yahudileri uyarmıştı. Bazı müfessirler de derler ki; Hıristiyanlar, Romalıları teşvik ederek onları bu harekete sürüklemişlerdir.
Üstâd Muhammed Abduh der ki; bu haberin doğru veya yanlış olduğunu bilmiyorum. Çünkü bunu söyleyenler; ne delil getirebilmişlerdir, ne de tarihî bir nakil. Ancak bildiğim odur ki; Hıristiyanlar dağınık oldukları ve Yahudilerin baskısından dolayı gizlenip saklandıkları için memleketlerini terkederek Roma’ya gitmişlerdi. Kendilerini yurtlarından çıkmak zorunda bırakan Yahudilerden intikam almak istiyor ve Hz. îsâ’nın tehdidinin gerçekleşmesini istiyorlardı. Veya Romalılar her ne kadar putperest idiyseler de, Yahudilerin hiçbir şeye sahip olmadıklarını görüyorlardı. Onların savaşı, din savaşı değildi. Sadece milletleri için ve ülkelerine tamah ederek Yahudilerle savaşıyorlardı. Bunun ma’bedin yıkılmasına ve din kitaplarının yakılmasına kadar varacak kötü bir durum olacağım sanmıyorlardı. İşte bu hususlar, Hıristiyanların Titus’u Kudüs’e saldırmaya teşvik ettiklerinin delilleridir. Ancak tarihî bir belge olmadıkça bunun böyle olduğunu söylemek imkânsızdır.
Ne gariptir ki Muhammed İbn Cerîr el-Taberî tefsirinde der ki; bu âyet, Hıristiyanların, Kudüs’ü yıkmak için BâbiPli Buhtun-nasr (Nebu-Kudur-Usur) ile birleştiklerinin delilidir. Halbuki Buhtun-nasr’m Kudüs’ü yıkması Hz. îsâ’dan ve Hıristiyanlıktan 133 sene kadar önceydi. Eğer Taberî büyük bir tarihçi olmasaydı Hz. îsâ’dan 130 sene sonra gelen Romalı Adrinal hâdisesine sözünü hamletmek mazur sayılabilirdi. Nitekim adı geçen kişi Orşelim tepelerinde bir şehir kurmuş ve şehri süsleyerek hamamlar yapmış, Süleyman ma’bedi’nin kalıntıları üzerine de bir Mars mabedi inşâ etmişti. Yahudilerin buraya girmelerini’yasaklamış ve gelecek olurlarsa öldürüleceklerini bildirmişti. Bu sebeple Yahudiler ona ikinci Buhtun-nasr adını takmışlardı. Çünkü onun zulmünden ve baskısından çok çekmişlerdi. Ancak bu bile bir tarihçi için mazeret sayılmaz.
İkincisi, bazı müfessirlere göre bu âyet Hudeybiye vak’ası üzerine nazil olmuştur. Bu görüşü benimseyenler derler ki; Romalılar hâdisesi üzerinden uzun zaman geçmişti. Artiîk âyetin hâdiseye hamledilmesine gerek yoktur. Bu görüşe şöyle itiraz edilmiştir : Arap müşrikler Ka’be’yi yıkmak için çalışmamışlardı. Câhiliyyet devrinde Ka’be’ye saygı gösterir, şerefli mahal olarak kabul ederler ve orayı imâr ederlerdi. Üstâd imâm (Muhammed Abduh) der ki; bu âyetin her iki meseleye de hamli mümkündür. Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını önleyenler Mekke’li müşrikler, Allah’ın mescidlerini yıkmaya çalışanlar da Ro-ma’lı müşrikler olabilir. Ve böylece Mekke’li müşriklerin Allah’ın Ra-sûlünün mübarek eve girmesini engellemeleri ve orada Allah’ın adının anılmasına mâni olmalarıyla daha önceki Roma’lı müşriklerin Allah’ın evini tahrîb etmesi birleştirilerek her iki fiilin çirkinlikte eşit olduğuna işaret edilmiş olabilir.
Üçüncü görüşe göre; ehl-i kitâb hakkındaki bu âyet; meydana gelmiş bir olayı değil, meydana gelecek bir olayı haber vermektedir. Bu, daha sonra Haçlıların Kudüs’e ve diğer İslâm memleketlerine saldırıp Müslümanları Mescid-i Aksâ’dan alıkoyarak birçok mescidi tahrîb etmelerine işarettir.
Dördüncü görüş taraftarları ise derler ki; bu âyet aynı şekilde ilerde gelecek bir olayı haber vermektedir. Bundan maksad Ka’be’yi yıkan ve Müslümanların Ka’be’ye girmesine engel olan, birçok mescidi yerle bir eden Karâmita hadisesidir. (…)
Şeyhimiz der ki; bu âyet gerek olmuş, gerekse olacak bir hâdise hakkında veya hiçbir şekilde ma’bedlere saygı duymayanları tehdîd için inmiş olsun, her halükârda içinde namaz kılınarak ve tesbîh çekilerek Allah’ın adı anılan ma’bedlere saygı duymanın gereğini ilân etmektedir, ma’bedlerin tahribine çalışmanın yasak olduğunu “belirtmektedir. (…) İşte İslâm şeriatında; ehl-i kitabın mabedlerine, kiliselerine ve havralarına, oralarda ibâdet eden rahiplere saygı duymayı, ayrıca ehl-i kitâb olmaları şüpheli bulunan Mecûsî ve Sâbiîlerin ma’bedlerine hürmet etmeyi isteyen hükümdeki sır buradadır. Üstâd İmâm (Muhammed Abduh) Sâbiîleri ehl-i kitâb’tan saymaktadır.[35]
115- Doğu da Batı da Allah’ındır. Her nereye dönerseniz vech-i İlâhî oradadır. Şüphesiz ki Allah Vasî’dir, Alîm’dir.
Doğu da, Batı da Allah’ındır :
Allah en iyisini bilir ya; bu âyet, Mekke’den çıkarılan, mescidlerin-den ve namazgahlarından ayrılan, Rasûlullah ve ashabını teselli içindir. Bilindiği gibi, Rasûlullah (s.a.) Mekke’de iken Kâ’be’ye ve Beyt el-Mukaddes’e doğru namaz kıldı. Sonra Allah Kâ’be’ye doğru döndürdü. Bunun için de «Doğu da Batı da Allah’ındır. Her nereye dönerseniz yech-i ilâhî oradadır» buyuruldu.
Ebu Übeyd Kasım İbn Sellâm, «el-Nâsih ve’1-Mensûh» adlı eserinde der ki; bize Haccâc İbn Muhammed… İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah en iyisini bilir ya —bize anlatıldığına göre— Kur’an’daıi ilk neshedilen bölüm kıble mevzuudur. Allah Teâlâ : «Doğu da Batı da Allah’ındır. Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» buyurdu. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) önce Kudüs’e doğru namaz kılıp Allah’ın evini terketmişken sonra Allah bu âyeti neshederek Beyt el-Atîk’a doğru döndürmüştür ve şöyle buyurmuştur: «Nereden çıkarsan yüzünü mescid-i haram tarafına döndür. Siz de nerede bulunursanız yüzünüzü o tarafa döndürün.»
Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’dan naklen der ki: Kur’an’da ilk neshedilen âyet, kıble âyetidir. Şöyle ki Rasûlullah (s.a.) Medine’ye hicret ettiğinde —orada Yahûdî halk da bulunuyordu— Allah Teâlâ ona mukaddes eve (Kudüs’e) dönmesini emretti. Yahûdîler buna çok sevindiler. Rasûlullah (s.a.) on şu kadar ay Kudüs’e doğru döndü. Ancak o Hz. İbrahim’in kıblesini seviyordu, duâ ediyor, göğe bakıyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «Doğrusu biz, yüzünü semâya doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Şimdi seni hoşnûd olacağın bir kıbleye çevireceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede bulunursanız bulunun yüzlerinizi o tarafa doğru çevirin.» (Bakara, 144) âyetini inzal buyurdu. Yahûdîler, bunun üzerine kuşkulandılar ve dediler ki; onları üzerinde bulundukları kıbleden döndüren nedir? Bu sebeple Allah Teâlâ: «Doğu da Batı da Allah’ındır de.» âyetini inzal buyurdu. «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî orasıdır.»
İkrime, İbn Abbâs’dan nakleder ki; «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» âyeti konusunda o, şöyle demiş : Doğuya da Batıya da dönsen Allah’ın kıblesidir. Mücâhid ise; nerede bulunursanız bulunun, sizin yöneleceğiniz bir kıble vardır o da Kâ’be’dir, şeklinde tefsîr etmiştir.
İbn Ebu Hatim, kıblenin tebdili konusunda yukarıda geçen hadîsi İbn Abbâs’dan rivayet eder. Ebu’l-Âliye, Hasan, Atâ el-Horasânî, İkrime, Katâde, Süddî ve Zeyd İbn Eslem’den de buna benzer bir rivayet nakledilir.
İbn Cerîr ve başkaları derler ki; Allah Teâlâ bu âyeti, kıbleye yö-nelme emri gelmezden önce inzal buyurmuştur ve bu âyetle nebisine ve ashabına Doğu ve Batı tarafından istedikleri tarafa namaz kılarken yönelebileceklerini bildirmek için nazil olmuştur. Çünkü onlar yüzlerini hangi tarafa çevirirlerse çevirsinler, sânı yüce olan Allah’ın vechi orada ve o taraftadır. Çünkü doğular da batılar da Allah’ındır. Allah’tan halî hiç bir mekân yoktur. Nitekim Allah Teâlâ bir âyet-i kerîme’de şöyle buyurmaktadır: «Bunlardan az veya çok ne olursa olsunlar, nerede bulunursa bulunsunlar mutlaka onlarla beraberdir.» (Mücâdele, 7). Dediler ki; daha sonra Mescid-i Harâm’a yönelmeyi emreden âyet-i kerîme ile kıbleye teveccüh emri gelmiştir. İbn Cerîr böyle der. Ancak «Allah’tan halî hiç bir mekân yoktur» sözüyle, eğer Allah’ın ilmini kasdetmişse, bu, doğrudur. Çünkü ilm-i İlâhî bütün ilimleri ihtiva ve ihata etmiştir. Eğer zâtını kasdetmişse onun zâtı yaratıklarından herhangi biri tarafından kuşatılamaz. Allah bundan yüce ve büyüktür.
İbn Cerîr der ki; başkaları da bu âyet; Rasûlullah. (s.a.) a; nafile namaz kılarken, seferde, korku ve sıcaklık halinde Doğu veya Batıdan dilediği tarafa yönelebileceğine dâir bir izin olduğunu söylerler. Ebu Küreyb… Abdullah İbn Ömer’den naklen der ki; o, bineği nereye yönelirse o tarafa namaz kılardı ve Rasûlullah’ın böyle yaptığını anlatırdı. Bu görüşünü de «Her nereye dönerseniz vech-i ilâhî oradadır» âyetine dayandırırdı. Bu hadîsi Müslim, Tirmizî, Neseî, İbn Ebu Hatim ve İbn Merdûyeh muhtelif yollarla Abdülmelik İbn Ebu Süleyman’dan ve Saîd İbn Cübeyr’den ve Abdullah İbn Ömer’den naklederler. Bu hadîsin aslı Buhârî ve Müslim’in sahihinde âyet zikredilmeksizin Abdullah İbn Ömer ve Âmir îbn Rebîa’dan menkûldür. Buhârî’nin Sahîh’inde, Nâff nin Abdullah îbn Ömer’den naklettiğine göre, ona korku namazından sorulduğunda bu namazı anlatır, sonra der ki; eğer korku bundan daha fazla olursa ayaklan üzeri kıyam ile kıbleye yönelerek veya kıblenin dışında bir noktaya yönelerek binekli halde namazlarını kılarlar. Nâfî der ki; Abdullah îbn Ömer bunu Hz. Peygamberden nakletmiştir.
İbn Cerîr der ki; başkalan da, bu âyet; kıbleyi bilemiyen, hangi yönde olduğunu anlayamayan ve muhtelif yönlere doğru namaz kılan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ bunlara; Doğu da, Batı da Benimdir, yüzünüzü nereye döndtirürseniz benim vechim orasıdır. Sizin kıbleniz de orasıdır, buyurarak onların namazlarının geçerli olduğunu kendilerine bildirmiştir, derler.
Bize Ahmed İbn îshâk el-Ahvâzî… Âmir İbn Rebîa’dan, o da babasından nakletti ki, şöyle demiş: Biz karanlık bir gecede Rasûlullah (s.a.) ile beraberdik. Bir konak mahalline indik ki, kişi taşlan alıyor ve bir mescid yaparak orada namaz kılıyordu. Sabahlayınca bir de baktık ki biz, namazımızı kıbleden başka bir yöne doğru kılmışız. Dedik ki; Ey Allah’ın Rasûlü biz bu gece namazımızı kıbleden başka bir yönedoğru kıldık durum ne olacak? Bunun üzerine Allah Teâlâ : «Doğu da Batı da Allah’ındır…» âyetini inzal buyurdu.- Sonra Süfyân İbn Vekî’ den, babasından ve Ebu Rebî’den buna benzer bir rivayeti nakletti. Tirmizî de bu hadîsi Mahmud İbn Ğaylân tarikiyle Vekî’den, İbn Mâ-ce ise Yahya İbn Hâkim yoluyla Ebu Davûd ve Ebu Rebî’den nakletti. İbn Ebu Hatim bunu Hasan İbn Muhammed tarikiyle Saîd İbn Süleyman’dan o da Ebu Rebî el-Semmân’dan nakletti ki bunun adı Eş’as İbn Saîd el-Şasrî’dir. Bu kişi zayıf hadîsler nakleder. Tirmizî bu hadîsin hasen olduğunu söylerse de isnadı böyle değildir. Çünkü bu isnadın Eş’as İbn Saîd’in hadîsinden olduğunu biliyoruz. Eş’as ise hadîste zayıf olarak kabul edilir. Ben derim ki; onun şeyhi olan Âsim da aynı şekilde zayıftır. Buhârî onun hadîsinin münker olduğunu bildirir. İbn Mum ise, onun hadîsinin zayıf olduğunu ve delil alınamayacağını söyler. İbn Hibban da, metruktür, der. En iyisfhi Allah bilir. Bu hadîs muhtelif yollarla Câbir’den de nakledilmiştir..
Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh bu âyetin tefsirinde der ki; bize îsmâîl İbjı Ali… Ahmed İbn Abdullah’dan nakletti ki, o şöyle demiş: Babamın kitabında gördüm ki Abdülmelik’in Atâ’dan onun da Câbir-den naklettiğine göre o şöyle demiş : Rasûlullah (s.a.) bir seriyye göndermişti, ben de o seriyyede bulunuyordum, karanlık bastırdı, kıblenin ne tarafta olduğunu bilemedik. İçimizden bir grup kıble, şu tarafta Semmâk tarafındadır, dediler ve namaz kılıp çizgiler çizdiler. Sabah olup güneş doğunca bu çizgilerin kıbleden başka bir yönde olduğu görüldü. Seferimizden döndüğümüzde Rasûlullah (s.a.) a bu durumu sorduk, fakat o, sustu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «De ki: Doğu da, Batı da Allah’ındır…» âyetini inzal buyurdu. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûveh bunu bilâhere Muhammed İbn Ubeydullah el-Arzemî kanalıyla Atâ’dan, o da Câbir’den nakleder.
Darekutnî der ki; bana Abdullah İbn Abdülazîz, Dâvûd İbn Ömer’ in… Câbir’den naklettiği şu hadîsi okudu ve ben de dinledim: Câbir diyor ki; biz, bir seferde Rasûlullah (s.a.) ile beraberdik. Üzerimize bulut çöktü, şaşırdık ve kıbleyi çıkaramadık. Her birimiz bir yöne doğru namaz kıldık. Her birimiz önümüze çizgi çiziyorduk ki yerlerimizi bilelim. Bu durumu Rasûlullah’a bildirdiğimizde o, bu namazların iadesini emretmedi ve «Namazınız yerini bulmuştur» dedi. Sonra Darekutnî der ki; Muhammed İbn Sâlim’den de böyle nakledilmiştir. Diğerleri de bunu Muhammed İbn Ubeydullah el-Arzemî yoluyla Atâ’dan nakleder ki ikisi de zayıftır. İbn Merdûyeh ayrıca Kelbî kanalıyla İbn Abbâs’dan nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) bir seriyye göndermiş. Onlar buluta yakalanmışlar ve kıbleyi çıkaramamışlar. Kıbleden başka bir yöne doğru namaz kılmışlar. Güneşin doğuşundan sonra kıbleden başka bir yöne doğru namaz kıldıklarım anlamışlar, Rasûlullah (s.a.) in huzuruna gelip ona anlatmışlar, bunun üzerine Allah Azze ve Celle bu âyeti indirmiş. Bu isnâdlarda zayıflık vardır. Ancak bir kısmı bir kısmına bağlanmaktadır, yönün yanlış olduğunun anlaşılması üzerine, namazın iade edilip edilmeyeceği hususunda bilginlerce iki ayrı görüş vardır. Ancak bu rivayetler kaza edilmiyeceğini göstermektedir. En iyisini Allah bilir.
İbn Cerir der ki; başkalan da bu âyetin Necâşi vesilesiyle nazil olduğunu söylerler. Muhammed İbn Beşşâr, Katâde’den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) bir kardeşiniz öldü, onun üzerine namaz kılın, buyurdu. Biz müslüman olmayan bir adama mı namaz kılacağız? dedik. Bunun üzerine : «Ehl-i kitâb’tan öyleleri de vardır ki Allah’a ve size indirilenlerle kendilerine indirilmiş olanlara îman ederler, Allah’ın huzurunda huşu ile eğilirler.» âyeti nazil oldu. Katâde der ki; o, kıbleye doğru namaz kılmazdı dediklerinde, «De ki Doğu da Batı da Allah’ındır…» âyeti nazil oldu. Bu rivayet garîbtir. Allah en iyisini bilendir.
Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh bu âyetin tefsirinde Ebu Ma’şer’in… Ebu Hüreyre’den rivayet ettiği şu hadîsi nakleder: Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: «Doğu ile Batı arasında, Irak, Şam ve Medîne halkı için birer kıble vardır.» bu rivayetlerin bu âyetle ilgisi bulunmaktadır. Nitekim Tirmizî ve îbn Mâce ,Ebu Ma’şer’in hadîsinden bunu tahrîc ederler. Ebu Ma’şer’in adı Necîh İbn Abdurrahmân’dır. O, Rasûlullah’ın Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, buyurduğunu nakleder. Tirmizî de bir başka şekilde bunun Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğini söyler. Tirmizî ve bazı ilim erbabı, Ebu Ma’şer’in hıfzı yönünden hakkında söz söylemişlerdir, der ve ilâve eder; bana, Hasan İbn Ebu Bekr el-Mervezî… Ebu Hüreyre (r.a.) den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, buyurmuştur. Tirmizî sonra bu hadîs; hasen, sahihtir, der.
Buhârî’nin de ,bu hadîsin, Ebu Ma’şer’in hadîsinden daha sahih ve daha kuvvetli olduğunu söylediği nakledilir. Tirmizî sahabelerden birkaç kişiden rivayet eder ki, Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, bu-yurulmuştur. Bu sahabeler arasında Hattâb oğlu Ömer, Ebu Tâlib oğlu Ali ve Abbâs oğlu Abdullah bulunmaktadır. İbn Ömer der ki; Batıyı sağına, Doğuyu soluna aldığında ikisinin arasında kıbleye yönelecek olursan bir kıble vardır. İbn Merdûyeh der ki; bana Ali İbn Ahmed… Abdullah İbn Ömer’den nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) Doğu ile Batı arasında bir kıble vardır, buyurmuştur. Darekutnî ve Beyhakî de bunu rivayet ediyor ve diyor ki, meşhur olan rivayet Abdullah îbn Ömer’in Hz. Ömer’den nakletmiş olduğu bu sözdür.
İbn Cerîr der ki; bu âyetin, yüzünüzü duâ ederken nereye çevirirseniz çevirin, benim vechim orasıdır ve sizin duanızı kabul ederim, mânâsına olması muhtemeldir. Nitekim Kasım… Mücâhid’in şöyle dediğini rivayet eder: «Bana duâ edin size icabet edeyim» âyeti nazil ol- duğunda, onlar nereye doğru? dediler. Bunun üzerine «De ki Doğu da Batı da Allah’ındır…» âyeti nazil oldu. İbn Cerîr der ki: «Şüphesiz ki Allah Vasî’dir, Alîm’dir.» âyetinin mânâsı yeterlikte, lutufta ve cömertlikte bütün yaratıklarını ihata eder, demektir. «Alîm’dir» den maksad kullarının bütün amellerini bilir, demektir. O’nun bilgisinden hiç bir şey gizli ve saklı kalmaz. O, her şeyi hakkıyla bilendir. [36]
Kâşânî’ye ait olduğu kabul edilip de, Muhyiddîn İbn el-Arabi’ye atfedilen tefsirde şöyle denir :
Nûr ve zuhur âlemi olan ve Hıristiyanların cenneti sayılan Doğu da, karanlıklar, gizlilikler âlemi olan ve Yahudilerin cenneti ve kıblesi sayılan Batı da Allah’ındır. Doğu O’nuh gerçekte bâtını, Batı ise O’nuh gerçekte zahiridir. Zahir ve bâtından nereye yönelirseniz yönelin orası Allah’ın veçhidir. Yani bütün sıfatlarıyla tecellî eden Allah’ın zâtıdır. Veya şöyle de mânâ verilebilir : Kalblerinize zuhur ve tecellî edecek doğuş Allah’ındır. O, şuhûd ve fena halinde cemâliyle size tecellî eder. O, perdeye bürünerek suret ve zâtlarıyla saklanıp ğurûb eder. Batış sizin fenadan sonra baka halinizi celâl sfatının gizlemesinden ibarettir. öyleyse hangi yöne yönelirseniz yönelin orası Alah’m veçhidir. Yalnız başına onun bulunmadığı hiçbir şey yoktur. Allah, bütün varlığı içine alan, cihet ve varlıkların hepsine şamîl olan, bilgi ve bilinenlerin hepsini bilendir.[37]
Bu hususta Âlûsî de diyor ki:
İşaret babında denilir ki; Doğu nûr ve zuhur âleminden ibarettir ve o Hıristiyanların cenneti, hakîkatta onların kıblesidir Batı ise sırlar ve gizlilikler âlemidir ve o, Yahudilerin cenneti, hakikatte gizli kıbleleridir. Veya Doğu, Allah Sübhanehû’nun kalplerde nurunun zuhuru ile iştirakinden şühûd halinde Allah’ın cemâl sıfatının kalbde tecellisinden ibarettir. Batı ise Allah’ın nurunun gizlenmesi, saklanması ve fenadan sonra beka haleti üzere ilâhî celâl sıfatının gizlenmesinden ibarettir. Hepsi de Allah’ındır, kişi hangi yöne yönelirse ister zahir, ister bâtın olsun orası Allah’ın veçhidir. (…)[38]
116- Dediler ki:Allah çocuk edindi. Tenzih ederiz O’nu. Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hepsi de O’na itaat ederler.
117- Göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece «ol» der, o da oluverir.
Allah’a Çocuk İsnâd Edenler:
Bu ve bundan sonraki âyet-i kerîme Hıristiyanlara —Allah’ın la’-neti üzerlerine olsun—onlara benzeyen Yahudilere ve Arap müşriklere red ihtiva etmektedir. Onlardan melekleri Allah’ın çocukları saymalarını reddederek bu sözlerini yalanlamaktadır. Allah Teâlâ ve Te-kaddes hazretleri bunu kesinlikle reddettikten sonra «Doğrusu göklerde ve yerde ne varsa onundur» buyuruyor. Mes’ele onların uydurdukları gibi değildir. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Göklerde ve yerde onlara tasarruf eden O’dur. Yaratan ve rızıklandıran O’dur. Hepsi O’nun kulu ve kölesidir. Artık O’nun için nasıl çocuk olabilir? Çocuk, birbirine oranlı iki şeyden doğar. Şâm yüce ve münezzeh olan Allah’ın ise nazîri yoktur, âyetinde, kibriyâsında ortağı olmadığı gibi, eşi de yoktur. Öyleyse O’nun çocuğu nasıl olabilir? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: «O, gökleri ve yeri yoktan yaratandır. Zevcesi olmadan nasıl çocuğu olabilir? Oysa her şeyi O yaratmıştır. O, her şeyi bilir.» (En’âm, 101) Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurur: «Rah-mân’a çocuk isnâd etmelerinden ötürü, nerdeyse gökler paralanacak, yer yarılacak, dağlar göçecek. Halbuki Rahmân’a çocuk edinmek yaraşmaz. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey Rahmâh’ın kulundan başka bir şey değildir. Andolsun ki ilmi onları kuşatmış ve teker teker saymıştır. Kıyamet günü, hepsi O’na tek olarak gelecektir.» (Meryem, 90 -95). İhlâs sûresinde ise şöyle buyurur : «De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed’dir. Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey ona denk değildir.» (İhlâs, 1-4)
Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmelerde kendisinin en yüce efendi olduğunu eşinin ve benzerinin bulunmadığım belirtiyor. Ondan başka bütün şeylerin yaratılmış olduğunu, dolayısıyla onun çocuğu olamıyaca-ğını ifâde ediyor. Nitekim Buhârî bu âyetin tefsirinde şöyle der: Bize Ebu Yemmân… İbn Abbâs’dan nakletti ki: Rasûlullah (sa.) şöyle buyurmuş : Âdemoğlu beni yalanladı, ama O’nun için böyle bir şey mümkün olamaz. Beni inkâr etti, ancak onun için böyle bir şey mümkün olamaz. O’nun beni yalanlaması; kendisini olduğu gibi tekrar diriltmeye gücümün yetmeyeceğini sanmasıdır. Beni inkâr etmesi de çocuğum olduğunu söylemesidir. Ben bir eş veya çocuk edinmekten münezzehim. Bu hadîsi bu şekliyle yalnız Buhârî nakletmiştir.
İbn Merdûyeh der ki; bize Ahmed İbn Kâmil… Ebu Hüreyre’den nakletti ki: Âdem oğlu beni yalanladı? Ancak onun beni yalanlaması gerekmez. Ademoğlu beni inkâr etti, ancak onun beni inkâr etmesi gerekmez. Beni yalanlaması, «ilkin beni yarattığı gibi tekrar getiremez» demesidir. Halbuki ilk yaratış bana onu yeniden getirmekten daha zor değildir. Beni inkâr etmesine gelince, «Allah çocuk edindi» demesidir. Ben Allah’ım, bir tek Samed’im. Doğurmamış ve doğurulmamışım ve Benim dengim hiç bir şey bulunmaz. Buhârî ve Müslim’in sahîh’inde nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: İşittiği bir eziyete Allah’dan daha çok sabreden hiç kimse yoktur. Kulların nzkını verdiği ve onlara sıhhat ihsan ettiği halde onlar kendisi için çocuk varsayarlar.
«Hepsi de O’na itaat ederler.» İbn Ebu Hatim der ki, bana Saîd, İbn Abbâs’dan nakletti ki: «İtaat ederler» den maksad namaz kılarlar, demektir. İkrime ve Ebu Mâlik de »kulluklarını ikrar ederler, demek olduğunu söylemişlerdir. Saîd İbn Cübeyr ise ihlâs ile ona bağlanırlar, demek olduğunu söylemiştir. Rebî’ İbn Enes der ki; kıyamet günü hepsi O’nun huzurunda kalkacak, demektir. Süddî ise, kıyamet gününde hepsi O’na itaat edecek, demek olduğunu belirtir. Hasîf, Mücâhid’den nakleder ki, «Hepsi de O’na itaat ederler» âyetinin mânâsı, insan ol der insan olurlar, merkeb ol der merkeb olurlar. Ebu Necîh Mücâhid’den nakleder ki, «İtaat ederlerin» anlamı şöyledir: İstemeye istemeye secdeye gitmek itaattir. Mücâhid’in bu sözü —ki İbn Cerîr onu seçmiştir— bütün sözleri birleştirir. Şöyle ki; kunût, itaat ve Allah’a dayanmaktır. Bu ise şer’î ve takdiridir. Nitekim Allah Teâlâ: «Göklerde ve yerde bulunanlar isteyerek ve istemiyerek Allah’a secde ederler.» buyurur. Bîr hadîste, kunût kelimesiyle neyin kasdedildiği anlatılmıştır. Buna göre İbn Ebu Hatim der ki, bana Yûnus, Ebu Saîd el-Hudrî’den rivayet etti ki Raısûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Kur’an’da geçen kunût kelimesi her yerde itaat manasınadır.
İmâm Ahmed, Hasan İbn Mûsâ kanalıyla İbn Lehîa’dan, o da Derrâc’tan kendi isnâdıyla aynı hadîsi nakleder. Ancak bu hadîsin isnadı zayıftır. Ona itimâd edilemez. Hadîsin bu şekilde yükseltilmesi ise mün-kerdir. Bu, sahâbinin veya ondan sonra olan birinin sözü olabilir. Allah en iyisini bilendir. Bu isnâdla vârid olan tefsirlerin çoğu münkerdir, onlara aldanıimaması gerekir. Senedi de zayıftır. Allah en iyisini bilendir.
«Göklerin ve yerin yaratanıdır.» önceden hiç bir örneği bulunmaksızın halk edenidir. Mücâhid ve Süddî böyle der. Lügatin gereği de budur. Bunun için sonradan meydana getirilen şeye bid’at denir. Nitekim Müslim’in Sahîh’inde vârid olduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : «Her sonradan meydana gelmiş olan şey bid’attır.»
Bid’at iki kısımdır. Bir kısmı sonradan meydana gelir. «Her sonradan meydana gelen şey bid’attır, her bid’at ta dalâlettir» hadîsinde olduğu gibi. Bir kısmı da lügat bakımından bid’at olur. Mü’minlerin emîri Ömer İbn el-Hattâb’ın halkı toplayıp teravih namazına devam etmelerini sağlaması üzerine, «ne güzel bid’attır bu» demesi gibi. îbn Cerîr der ki; «Göklerin ve yerin yaratanıdır» yoktan var edenidir. İbn Cerir der kî; bu sözün mânası şöyle olur: Allah’ı tenzih ederiz; O’nun için nasıl çocuk olabilir? O, göklerde ve yerde bulunanların sahibidir. Allah’ın birliğine delâlet etmeleri itibariyle bütün eşya O’na şehâdet eder ve itâatla O’na boyun eğer. O, eşyanın yoktan var edicisi, yaratıcısı hiç bir şey iken varlık haline getiricisidir. O’nun önünde, örnek aldığı hiç bir model yoktur. Allah, bu âyet-i kerîme’de kendisine çocuk olarak izafe ettikleri Mesih konusunda da haber vermektedir ki; gökleri ve yeri asılsız ve örneksiz biçimde yoktan var. eden, Mesih’i de babasız olarak kendi kudretiyle var eden, Allah’tır. İbn Cerîr merhûm’un sözü güzel, sağlam ve doğru bir sözdür.
«Bir şeyin olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir.»
Böylece Allah Teâlâ kudretinin kemâlini, saltanatının azametini beyân ediyor. Bir şeyi takdîr edince ve olmasını isteyince, sadece ve bir kere «ol» der, o da istenen şekle uygun biçimde var olur. Nitekim Allah Teâlâ Yâsîn sûresinde : «Onun emri bir şeyi murâd ettiğinde ona, «ol» demektir. O da oluverir.» (Yâsîn, 82) buyuruyor. «Bizim, bir şeyi murâd ettiğimiz zaman sözümüz, sadece ona «ol» demektir, o da oluverir.» (Nahl, 40) Kamer sûresinde ise şöyle buyurur : «Bizim buyruğumuz, bir göz kırpması gibi anîdir.» (Kamer, 5).
Allah bu âyet-i kerîme’yle Hz. îsâ’yı sadece «ol» sözüyle yarattığına dikkatleri çekmektedir. Ve Allah’ın emrettiği gibi o da oluvermiştir, Nitekim bu bâbta Allah Teâlâ şöyle buyurur: «Allah’ın katında îsâ’nm durumu kendisini topraktan yaratıp sonra «ol» demesiyle, olmuş olan Âdem’in durumu gibidir.» (Âl-i îmrân, 60). [39]
Yahudi ve Hıristiyanlardan şirke düşmüş olanlar, dediler ki, «îsâ Mesîh ve Üzeyr Allah’ın oğullandır. Melekler de kızlarıdır.» Allah’ı bu iddiadan tenzih ederiz. Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah’ındır. Bu adı geçen kullar da Allah’ın seçkin kullandır. İsteyerek ve iste-miyerek her şey, Allah’ın emrini yerine getirir. Çünkü gökleri ve yeri ve onların içinde bulunan her şeyi yaratan Allah’tır. Allah bir şeyi murâd ettiğinde, Onu çevirecek hiç bir güç yoktur. Niteliği böyle olan bir zât’m çocuğa veya kıza ihtiyâcı olur mu hiç? Bu denli güçlü bir zât’ın cinsiyeti söz konusu edilebilir mi hiç? Bilmezler ise; Allah, Hz. Mûsâ ve melekleri konuştuğu gibi, bizimle de konuşsa derler. Yahut peygambere, Allah’tan bize bir âyet getirse diye söylenirler. Daha önce söyleyenler de kendileri gibi söylemişlerdir ve her iki grubunda ruhları ve kalbleri birbirine benzemektedir. Allah, âyetlerini en çok açık şekilde beyân etmiştir. Ancak insaf ve yakîn sahipleri bu âyetleri anlayabilirler. [40]
118- Bilmeyenler dediler ki: Allah bizimle konuşmalı veya bize bir âyet gelmeli değil miydi? Onlardan ön çekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi. Kalbleri birbirine benzemiş. Biz yakînen bilmek isteyen bir kavme âyetlerimizi apaçık bildirdik.
Câhillerin Sözleri:
Muhammed İbn İshâk der ki; bana Muhammed İbn Ebu Muham-med, İkrime’den veya Saîd İbn Cübeyr’den, o da İbn Abbâs’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Râfî İbn Hureymle Rasûlullah (s.a.) a dedi ki; ya Muhammed, eğer söylediğin gibi sen bir peygambersen, Allah’a söyle de bizimle konuşsun, tâ ki onun sözünü işitelim. Bunun üzerine Allah Teâlâ «Bilmeyenler dediler ki, bize bir âyet gelmeli değil miydi?» âyetini inzal buyurdu. Mücâhid, bunu söyleyenlerin, Hıristiyan olduğunu belirtir ki, İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin akışı onlar hakkındadır. Ancak bu görüş üzerinde durulması gerekir.
Ebu’l-Âliye, Rebî’ İbn Enes, Katâde, Süddî bu âyetin tefsiri konusunda şöyle derler : Bu, Arap kâfirlerin sözüdür. «Onlardan öncekiler de onların dedikleri gibi demişlerdi.» Bunlar da Yahudiler ve Hıristiyanlardır. Öncekilerin Arap müşrikleri olduğunu, bunların da Yahûdî ve Hıristiyanlar olduğunu söyleyen görüşü destekler mâhiyette Cenâb-ı Allah şöyle buyurmaktadır : «Allah peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere Allah, katından bir horluk ve hilelerinden ötürü şiddetli bir azâb erişecektir.»
Onlara bir âyet geldiği zaman Allah’ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız derler. «Allah peygamberliğini vereceği kimseyi daha iyi bilir. Suç işleyenlere, Allah, katından bir aşağılık ve hilelerinden ötürü de şiddetli bir azâb erişecektir.» (En’âm, 124) Yine bu görüşü destekler mâhiyette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır : «Ve şöyle dediler: Bize yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıklar, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın. Yahut da iddia ettiğin, gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altın bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin. Ama oradan, okuyacağımız bir kitab indirmezsen yine inanmıyacağız. De ki: Tesbîh ederim Rabbimi. Ben peygamber olan insandan başka bir şey miyim?» (îsrâ, 90-94), Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur: «Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, bize, ya melekler indirilmeli, ya da Rabbımızı görmeliyiz, derler. Andolsun ki kendi kendilerine büyük-lenmişler, azgınlıkta pek ileri gitmişlerdir.» (Furkân, 21). Bir başka âyet-i kerîme’de de şöyle buyuruyor: «Hayır herbiri önüne açılıver-miş sahîfeler verilmesini ister.» (Müddessir, 52) Arap müşriklerin küfr, isyan, inâd ettiğine ve gereksiz yere sorular sorduklarına delâlet ederi birçok âyet vardır. Onları, bu inâdlaşmaya, küfre sevkeden husus onlardan önce geçen ehl-i kitâb’ın ve diğerlerinin söyledikleri gibi söylemeleridir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur : «Ehl-i kitâb senden, üzerlerine gökten bir kitâb indirmeni isterler. Musa’dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve demişlerdi ki; bize Allah’ı apaçık göster.» Bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur: «Hani demiştiniz ki; Ey Mûsâ, biz Allah’ı apâşikar görmedikçe sana inanmayız.»
«Kalbleri birbirine benzemiş» Arap müşriklerin kalpleri küfürde inatta ve isyanda kendilerinden önce geçenlerin kalbine benzemiş. Nitekim bu mânâda Hak Teâlâ şöyle buyurur: «Onlardan öncekilere herhangi bir peygamber gelince, sihirbazdır veya delidir, dediler. Öncekiler sonrakilere böyle mi vasiyyet etmişler? Hayır bunlar azgın bir kavimdir.» (Zâriyât, 52-53).
«Biz, yakînen bilmek isteyen bir kavme âyetlerimizi apaçık indirdik.» Biz, peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri açıkladık. Artık o delillerin yanısıra yakînen inanan, doğrulayan ve peygamberlere tâbi olanlar için daha başka delile gerek yoktur. Onlar Allah Teâlâ ve Tebâreke’nin katından gelenleri anlayıp kabul ederler. Allah’ın kalbini mühürlediği ve gözüne perde koyduğu kişilere gelince, işte onlar hakkında, Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: «Doğrusu Rabbınızm vaadettiği azabı hak edenler; can yakıcı azabı görene kadar kendilerine her türlü belge de gelse yine inanmazlar.» (Yûnus, 96-97). [41]
119- Şüphesiz ki biz seni müjdeleyici ve korkutucu olarak hak ile gönderdik. Cehennem ashabından sen mes’ûl olacak değilsin.
Müjdeci ve Korkutucu Peygamber:
îbn Ebu Hatim der ki: Bana babam… İbn Abbâs’dan nakletti ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : «Şüphesiz ki biz seni müjdeleyici ve korkutucu olarak hak ile gönderdik» âyeti, cenneti müjdeleyen ve cehennemden korkutan kimse olarak bana indirildi.
«Cehennem ashabından mes’ûl olacak değilsin.» Ekseriyetle kurrâ bu âyetin başındaki mes’ûl olacak değilsin anlamına gelen “” kelimesini meçhul şekilde okurlar. Übeyy İbn Ka’b’ın kirâetinde “” şeklinde, İbn Mes’ûd’un kirâetinde ise “” şeklindedir. İbn Cerîr böyle nakleder. Yani, biz sana küfredenlerin , küfründen dolayı seni sorumlu tutmayacağız. Sana düşen sadece tebliğdir, hesâb ise bize aittir. «Sen hatırlat, çünkü sen ancak hatırlatı-cısın. Onların üzerinde bir zorba değilsin.» (Ğâşiye, 21). «Biz, ne dediklerini biliriz sen onların üzerinde bir zorba değilsin. Kur’an ile ancak, korkanları uyar.» Daha buna benzer birçok âyet-i kerime vardır. Başkaları da bu kelimeyi “” şeklinde okumuşlar ve «Sen onların halini soracak değilsin» şeklinde mânâ vermişlerdir. Bunu Abdürrezzâk nakletier. Sevrî, Mûsâ İbn Ubeyde’den, o da Muhammed İbn el-Kurazî’den nakleder ki, Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuş : Ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı, ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı, ne olurdu anam ve babam böyle yapmasaydı? Bunun üzerine «Cehennem ashabından mes’ûl olacak değilsin» âyeti nazil oldu. Ondan sonra Rasûlullah bir daha ölünceye kadar anne ve babasını anmadı. İbn Cerîr… Mûsâ İbn Ubeyde’den buna benzer bir rivayet nakleder. Sonra der ki: Bana, Kasım… Davûd İbn Ebu Âsım’-dan nakletti ki; Rasûlullah (s.a.) bir gün şöyle demiş: Anam ve babam neredeydi? Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nazil olmuş. Bu rivayet de bir önceki gibi mürsel’dir. Nitekim İbn Cerîr Muhammed, îbn Kâ’b’dan ve diğerlerinden bu konuda nakledilen rivayeti reddeder ve Rasûlullah (s.a.) m ana ve babasının durumundan şüphe etmesinin imkânsız olduğunu belirterek birinci kırâeti tercih eder. Ancak burada tuttuğumuz yol üzerinde durulmalıdır. Çünkü Hz. Peygamberin anne ve babasının durumunu bilmeden önce onlar için mağfiret dilemiş ve kendisine onların cehennem ehlinden olduğu bildirilmiştir. Bu konuda pek çok şüphe ve benzer haller vardır. Ancak İbn Cerîr’in zikrettiği durum uygun değildir. En iyisini Allah bilir.
İmâm Ahmed İbn Hanbel der ki; bana, Mûsâ İbn Dâvûd… Atâ İbn Yesâr’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Ben Amr İbn el-Âs’ın oğlu Abdullah’a rastladım ve ona Rasûlullah (s.a.) m Tevrat’taki niteliklerinden bana haber ver, dedim. O da, peki dedi. Allah’a andolsun ki Hz. Peygamber Tevrat’ta Kur’an’daki sıfatlarıyla tavsif edilmiştir; «Ey Peygamber doğrusu biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen benim kulum ve Rasûlümsün. Seni mütevekkil olarak adlandırdım, ne ağır davranırsın, ne katı davranırsın, ne de sokaklarda insanları sıraya dizersin. Kötüyü kötülükle karşılamaz, af ve mağfiretle karşılarsın. Eğri büğrü bir millet onun peşine düşer ve Lâ İlahe İllallah derler. Onunla kör gözler açılır, sağır kulaklar duyar, kapalı kalpler uyanır. Buhârî bu hadîsin tahrîcinde münferid kalmıştır. Bu~ hârî bu hadîsi alış-veriş bahsinde Muhammed İbn Şinân kanalıyla Füleyh’den rivayet eder ve der ki; Füleyh’ten sonra Abdülazîz İbn Seleme Hilâl’den rivayet etmiştir. Saîd ise der ki; Hilâl, Atâ’dan o da Abdullah İbn Selâm’dan rivayet etmiştir. Tefsir bahsinde ise Abdullah, Abdülazîz İbn Seleme’den o da Hilâl’den o da Atâ, o da Abdullah İbn Amr İbn Âs’dan nakleder. Buradaki Abdullah, Abdullah İbn Saîd’-dir. Nitekim edeb kitabında bu konu açıklanmıştır. Ebu Mes’ûd ise onun Abdullah İbn Recâ olduğunu iddia etmiştir. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh Bakara süresindeki bu âyetin tefsirinde bu hadîsi Ahmed İbn el-Hasan, Muhammed İbn Ahmed, Muâfî İbn Süleyman ve Füleyh’ten rivayet ettikten sonra, fazla olarak der ki; Atâ şöyle dedi : Sonra ka’b el-Ahbâr’a rastladım ve ona sorduğumda, hiç bir bakımdan farklı bir şey söylemedi. Sadece kendi diliyle kör gözler, sağır kulaklar, kapalı kalpler gibi kelimenin telâffuzunu değiştirdi. [42]
Yüce Allah, peygamberini yahûdî ve müşriklerin iddialarına karşılık teselli ederek «Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik» buyurmakta ve «senin vazîfen, risâleti tebliğ etmektir, bunun öterinde sen cehennem ashabından sorumlu değilsin» demektedir. Ayrıca peygamberine seslenerek, Yahûdî ve Hıristiyanların ne yaparsa yapsın onların dinine girmedikçe kendisinden hoşnûd olmayacaklarını belirtmektedir. Nitekim rivayete göre, Yahudiler ve Hıristiyanlar, Hz. Peygambere şöyle demişlerdi. «Ya Muhammed (s.a.) bizi memnun etmek için ne yaparsan yap, bizim dinimize girmedikçe senden memnun olmayız.» demişlerdi. Böylece Hz. Peygamberi me’yûs etmek istiyorlardı. Cenâb-ı Allah onları reddederek, Allah’ın gösterdiği hidâyetin, biricik hidâyet olduğunu, bunun da İslâm’dan ibaret bulunduğunu belirtmektedir. İslâm’dan başka yollara bağlananlar arzu ve heveslerine tâbi olmaktadırlar ki, Allah sevgili peygamberini böyle bir davranıştan men’etmiştir. Onun ümmeti de başkalarının davranışlarını izlemekten men’olunmuştur. Eğer onların dînine tâbi olacak olurlarsa Allah’ın yardım ve nusretinden ümitlerini kesmeleri gerekir. Ancak ehl-i kitâb’ın arasında Kur’an-ı okuyan ve gerçek mânâda anlayarak kör taassuba kapılmayanlar da bulunmaktadır. Onlar âhiretle-rine mukabil dünyayı satın almayan ve gerçek mânâda inananlardır. Kim gerçek mânâda Kur’an’a ve peygamber’e inanırsa, onlar mü’min-lerdir. Kim de Kur’an’ı inkâr ederse onlar hüsrana uğrayanlardır.
Yüce Allah bütün bu gerçekleri ve Yahudilerin eriştikleri nimetleri ve işledikleri kabahatleri saydıktan sonra, onların doğru yola gelmesini sağlamak için verdiği nimetleri bir kez daha hatırlatmakta ve kendilerini âlemlerden üstün kıldığını bildirmektedir. Bu arada hiç bir nefsin diğerine bir şey yapamıyacağı, hiç bir kimsenin şefâatının kabul edilmeyeceği ve yardımının fayda vermeyeceği günden kaçın-* maları gerektiğini bildirmektedir. [43]
120- Sen, dinlerine uymadıkça Yahudiler de, Hıristiyanlar da, senden asla hoşnûd olmazlar. Allah’ın hidâyeti asıl hidâyetin ta kendisidir, de. Şayet sana gelen ilimden sonra, onların heveslerine uyacak olursan-, andolsun ki senin için Allah tarafından ne bir yâr bulunur, ne de bir yardımcı.
121- Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler. îşte buna onlar inanırlar. Kim ona
küfrederse, hüsrana uğrayanlar da işte onlardır.
Yahûdî ve Hıristiyanlara Uymak:
İbn Cerîr der ki; Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: Ey Muhammed, ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden ebediyyen hoşnûd olmazlar, öyleyse sen onları hoşnûd edecek, isteklerden vazgeç. Onları sana uygun kılacak davranışları bırak. Onlar hakkında duâ ederken seni hak olarak gönderen Allah’ın rızâsını taleb etmeye yönel.
«Allah’ın hidâyeti asıl hidâyetin kendisidir.» Ey Muhammed, de ki, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet, asıl hidâyetin kendisidir.. Bu dosdoğru din, sağlam, mükemmel ve şümullü sistemdir. Katâde der ki; bu âyet Allah (c.c.) in Muhammed (s.a.) e öğretmiş olduğu bir tartışma tarzıdır. Dalâlet ehli ile böyle tartışır. Katâde der ki; bana ulaştığına göre Rasûlullah (s.a.) şöyle dermiş:
«Benim ümmetimden bir taife hak üzre çalışmaya, muzaffer olmaya devam edecektir. Kendilerine muhalefet edenlerin muhalefeti Allah’ın emri gelinceye kadar onlara zarar vermeyecektir.» [44] Ben derim ki; bu hadîs Buhârî’nin Sahîh’inde Abdullah’İbn Amr’dan tahrîc edilmiştir.
«Şayet sana gelen ilimden sonra onların hevesine uyacak olursan andolsun ki senin için Allah tarafından ne bir yâr bulunur, ne de bir yardımcı.» Bu âyette tehdîd ve şiddetli bir azâb korkusu vardır. İslâm ümmetini Kur’an ve sünneti öğrendikten sonra, Yahudi ve Hıristiyanların yoluna tâbi olmaktan nehyetmektedir. Böyle bir halden Allah’a sığınırız. Hitap her ne kadar Hz. Peygambere ise de emir, onunla beraber ümmetine mahsûstur.
«Kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler.» Abdürrezzâk, Ma’mer’den o da Katâde’den nakleder ki; bunlar Yahûdî ve Hıristiyanlardır. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eslem’in görüşü de budur. İbn Cerîr de bu görüşü tercih etmiştir. Saîd ise Katâde’den naklen der ki; bunlar Rasûlullah (s.a.) in ashabıdır.
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… Ömer İbn el-Hattâb’dan nakletti ki o «kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler onu hakkıyla tilâvet ederler» âyeti konusunda şöyle demiş : Cennetin bahsi geçince Allah’tan cenneti isterler. Cehennemin bahsi geçince cehennem’den Allah’a sığınırlar. Ebu’l-Âliye der ki; İbn Mes’ûd şöyle dedi: Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a and içerim ki; gerçek olarak okunması demek, helâlini helâl, haramını haram kılmak demektir. Allah’ın buyurduğu şekilde okuyup kelimelerin yerini değiştirmemek ve ondan bir kelimeyi te’vîl edilmeyecek şekilde te’vîle yeltenmemektir. Abdürrezzâk, Ma’ mer’den… İbn Mes’ûd’un da aynı şeyi söylediğini rivayet der. Süddî, Ebu Mâlik’den, o da İbn Abbâs’dan nakleder ki; İbn Abbâs bu âyet hakkında şöyle demiş : Helâlini helâl, haramını haram kılarlar ve kitabın âyetlerini tahrif etmezler. İbn Ebu Hatim, İbn Mes’ûd’dan aynı şekilde bir rivayet nakleder. Hasan el-Basrî der ki: Muhkemi ile amel ederler, müteşâbihine inanırlar, bilinmesi kendileri için zor olanı da, bilene bırakırlar.
İbn Ebu Hatim der ki; bize Ebu Zür’a… İbn Abbâs’dan nakletti ki o «Onu hakkıyla tilâvet ederler» âyeti konusunda şöyle demiş: Ona nasıl uyulması gerekiyorsa öylece uyarlar. Sonra şu âyet-i kerîme’yi örnek göstermiş: «Güneşe ve onun ışığına, ardından gelmekte olan aya» (Şems, 1-2). Yani güneşe uyan aya demektir. İbn Ebu Hatim der ki; İkrime, Atâ, Mücâhid, Ebu Rebî’, İbrahim el-Nehaî’den de buna benzer bir rivayet nakledilmiştir. Süfyân el-Sevrî der ki; bize Zü-beyd… Abdullah İbn Mes’ûd’dan nakleder ki o, «Onu hakkıyla tilâvet ederler» âyetini, ona nasıl uyulması gerekiyorsa öylece uyarlar diye tefsir etmiştir.
«İşte onlar buna inanırlar.» Yani kendilerine kitâb verdiğimiz kimseler ona hakkıyla uyarlar ve ona inanırlar. Ehl-i kitâb’tan geçmiş peygamberlere indirilmiş olan kitablara uyanlar, gerçek manâsıyla bağlananlar, Ey Muhammed sana indirmiş olduğumuza da inanırlar ve bağlanırlar. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurur : «Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rabblanndan kendilerine indirilen Kur’ an’ı gereğince uygulasalardı, her. yönden nimete ermiş olurlardı. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardı. Çoğunun işledikleri ise kötü idi.» (Mâide, 66). Yine buyurur ki: «Ey Ehl-i Kitâb, Tevrat’ı, İncil’i ve Ftabbınızdan size indirileni gereğince uygulamadıkça bir temeliniz olamaz, de. Andolsun ki Rabbından sana indirilen, çoğunun azgınlık ve inkârım artıracaktır. Öyle ise kâfirler için tasalanma.» (Mâide, 68), Eğer siz Tevrat ve İncil’i hakkıyla uyguluyor ve ona tam olarak inanıyor, onda Hz. Peygamberin peygamber olarak gönderileceğine, niteliklerine ve özelliklerine dâir verilen haberleri doğruluyor, ona uyulması, yardım edilmesi ve desteklenmesi konusundaki emre ittibâ ediyorsanız, bu, sizi hem hakka götürür, hem de dünya ve âhirette hayra bağlanmanıza vesile olur. Nitekim bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyurulmaktadır : «Âyetlerimize inanıp, yanlanndaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları haberi getiren, okuyup yazması olmayan peygambere uyanları yazacağız.» (Mâide, 157) Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurulur : «De ki Kur’an’a ister inanın, ister inanmayın, ondan önceki bilginlere o okunduğu zaman yüzleri üzerine secdeye varırlar ve «Rabbımız münezzehtir, Rabbımızın sözü şüphesiz yerine gelecektir» derler, ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. Bu, onların gö-nüllerindeki inceliği artırır.» (İsrâ, 107-109). Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurulur: «Onlar Rabblarının rızâsını dileyerek sabrederler, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz nzıktan gizlice veya açıkça in-fâk ederleri iyilik yaparak kötülüğü ortadan kaldırırlar. İşte onlara bu dünyanın karşılığı olarak girecekleri Adn cennetleri vardır.» (Ra’d, 22). Bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyurulur: «Kendilerine daha önceden kitab verdiklerimiz, buna da inanırlar. Kur’an onlara okunduğu zaman «ona inandık, doğrusu o Rabbımızdan gelen gerçektir. Biz şüphesiz daha önceden müslüman olmuş kimseleriz» derler. İşte onlara sabırlarından dolayı ecirleri iki kat verilir. Onlar kötülüğü iyilikle savarlar. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da infâk ederler.» (Kasas, 52-53). Bir başka âyeto kerime’de ise şöyle buyurulur: «Eğer seninle tartışmaya girerlerse, «ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah’a verdim» de. Kendilerine kitab verilenlere ve kitabsızlara siz de îslâm oldunuz mu? de. Şayet İslâm olurlarsa, doğru yola girmişlerdir. Yüz çevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah, kullarını görendir.» (Al-i İmrân, 20). Bunun için Hakk Teâlâ : «Kim de onu inkâr ederse işte onlar hüsrana uğrayanların kendileridir.» buyuruyor. Nitekim bir başka âyette de şöyle buyurur: «Hangi topluluk onu inkâr ederse, yeri ateştir.» (Hûd, 17) Sahîh hadîste; «Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemîn ederim ki; bu ümmetten Yahûdî veya Hıristiyan kim beıii duyarsa, sonra da bana îman etmezse mutlaka cehenneme girer.» buyuruluyor. [45]
Yabancıların hoşnûdluğunu kazanmak müslümanlara ne sağlar. Başkasını memnun edebilmek için ta’vîz vermekten başka yol yoktur. Ta’vîz ise her zaman şahsiyyeti zedeler. Bunun için Müslüman, Yahûdî ve Hıristiyanların dostluğuna bel bağlamak yerine kendi inanç sistemine sarılmalıdır. [46]
122- Ey İsrâiloğulları, size ihsan etmiş olduğum nimetimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
123- Ve öyle bir günden sakımn ki, o gün kimse kimseden yana bir şey ödeyemezi kimseden bedel kabul olunmaz, şefaat fayda vermez ve yardım olunmaz.
Bu âyetin benzeri sûrenin başında geçmiştir. Burada tekrar pekiştirilmesinin sebebi; Yahûdî ve Hıristiyanları, sıfatını kendi kitaplarında buldukları, ismini ve durumunu öğrendikleri, ümmî peygambere tâbi olmaya teşvik içindir. Allah, onları bildikleri bu gerçeği saklamaktan ve Allah’ın kendilerine verdiği nimetini gizlemekten men-ediyor. Üzerlerindeki dünyevî ve dinî nimetlerini hatırlamalarını emrediyor. Allah’ın son peygamberini kendilerinin amcasıoğlu olan Araplara göndererek lütfettiği nimetini kıskanmamalarını buyuruyor. Bu kıskançlık onları peygamberi yalanlamaya, ona karşı gelmeye ve ona uymaktan yüz çevirmeye sevketmemelidir. Allah’ın salât ve selâmı kıyamet gününe kadar, ebediyyen O’nun üzerine olsun. [47]
124- Hani, İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o da bunları tamamlayınca, Seni insanlara imâm kılacağım, buyurmuştu. O da: Soyumdan da, demişti. Allah da; Zâlimler ahdime eremez, buyurmuştu.
Hz. İbrahim’in İmtihanı:
Allah Teâlâ, Halîli îbrâhîm (a.s.) in önemine dikkat çekerek, onu tevhîd konusunda herkesin tâbi olduğu bir imâm yaptığını beyân ediyor. Hz. İbrahim Allah’ın kendisine yüklediği emir ve yasakları yerine getirmiştir. Bunun için Hak Teâlâ «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti.» buyuruyor. Yani, ey Muhammed, şu İbrahim’in milletinden olmadıkları halde onun milletine bağlandıklarını söyleyen müşriklere ve ehl-i kitâb’a söyle. Doğrusu İbrahim’in milletinden olanlar ve dosdoğru ona bağlananlar; sensin ve seninle birlikte olan mü’minlerdir. Allah’ın onlara emir ve yasaklar koyarak İbrahim’i imtihan ettiğini hatırlat. İbrahim bütün bu emirleri yerine getirmişti. Nitekim Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de şöyle buyuruyor : «Vazifesini yerine getiren İbrahim…» (Necm, 37) Yani İbrâhîm kendisine emredilenlerin hepsini yapmış ve onlarla amel etmişti. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun. Allah Teâlâ bir başka âyet-i kerîme’de ise şöyle buyuruyor: «Muhakkak ki İbrâhîm, başlı başına bir ümmettir. Allah’a itaat ederdi ve o, bir muvahhiddi. Hiçbir zaman için müşriklerden olmamıştı. Rabbının nimetlerine şükrederdi. Allah onu beğenip seçmiş ve kendisini doğru bir yola iletmişti. Dünyada ona iyilik verdik, doğrusu o, âhirette de iyilerdendir. Sonra sana : «Muvahhid olarak İbrahim’in dinine uy. O hiç bir zaman müşriklerden olmadı.» diye vah-yettik. (Nahl, 120-123)
Bir diğer âyet-i kerîmede ise şöyle buyurur : «De ki: «Şüphesiz Rabbım beni dosdoğru yola iletti. Hâlis muvahhid olan İbrahim’in dînine. İbrahim müşriklerden olmadı.» (En’âm, 161) Bir diğer âyet-i kerîme’de ise şöyle buyuruluyor : «İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. Fakat o Allah’ı bir tanıyan gerçek bir Müslüman idi. Ve müşriklerden de değildi. Doğrusu İbrahim’e en yakın olanlar, ona uyanlar, peygamber ve îman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostudur.» (Âl-i İmrân, 67-68)
«Kelimeler» den maksad; ilâhî emir ve yasaklardır. Çünkü «kelimeler» ile bazan ölçülü sözler kastedilir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Meryem’den bahsederken şöyle buyuruyor: «Mahrem yerini korumuş olan İmrân kızı Meryem’i de an. Hani ruhumuzdan üflemiştik de, Rabbının sözlerini ve kitâblarını tasdik etmişti. Ve o gönülden itaat edenlerdendi.» (Tahrîm, 12) Bazan da bununla şer’î ifâdeler kastedilir. Nitekim Alİah Teâlâ’nın şu âyet-i kerîmesi böyledir : «Rabbının kelimesi doğruluk ve adalet olarak tamamlandı.» (En’âm, 15) Buradaki kelimeler şer’î emirler demektir. Eğer Allah’ın sözü emir ve yasak ise, ya bir doğru haber veya âdil bir taleb olacaktır. İşte Allah’ın şu âyeti kerîmesi de bu türdendir. «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o bunları tamamlayınca, Allah ben seni insanlara imâm yapacağım demişti. İbrahim de soyumdan da demişti.» Yani İb-râhîm’in Allah’ın emirlerine uyup, yasaklarından vazgeçmesinin mükâfatı olarak. Bunun üzerine Allah da İbrahim’i kendisine uyulan ve arkasından gidilen bir önder, bir imâm kılmıştı.
Allah Teâlâ’nm Hz. İbrahim’i imtihan ettiği kelimelerin tefsiri konusunda ihtilâf vardır. Bu hususta Abdullah İbn Abbâs’tan değişik rivayetler nakledilmiştir:
Abdürrezzâk… İbn Abbâs’tan nakleder ki o şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim’i ibâdetlerle imtihan etmişti. Aynı rivayeti Ebu İshâk… İbn Abbâs’tan nakleder. Abdürrezzâk da der ki, bize Ma’mer… İbn Abbâs’tan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah Teâlâ İbrahim’i temizlikle imtihan etmişti. Temizliğin beşi başta, beşi vücûddadır. Başta olanlar; bıyık kesmek, mazmaza, istinşâk misvak ve saçı ortadan ayırmaktır. Bedende olanlar ise; tırnak kesmek, etek altını temizlemek, sünnet olmak, koltuk altını temizlemek, pisliği ve idrarın etkisini su ile yıkayıp gidermektir.
İbn Ebu Hatim der ki: Saîd İbn el-Müseyyeb, Mücâhid, Şa’bî, Ne-hâî, Ebu Salih ve Ebu’l-Celd’den de benzer şekilde bir rivayet nakledilmiştir.
Ben derim ki; buna yakın bir rivayet, Müslim’in Sahîh’inde Hz. Âişe (r.a.) den menkûldür. Hz. Âişe der ki Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu : On şey fıtrattandır. Bıyık kesmek, sakal bırakmak, misvak, burna su vermek, tırnak kesmek, parmak boğumlarını yıkamak, koltuk altını temizlemek, etek altını temizlemek veya istincâdır. Onuncusunu unuttum. Ancak mazmaz olabilir. Vekî der ki bu hadîsde geçen “” kelimesi istincâ demektir. Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde Ebu Hüreyre (r.a.) den nakledilir ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur : Beş şey fıtrattandır : Sünnet olmak, etek altını temizlemek, bıyıkları kesmek, tırnaklan kesmek, koltuk altını temizlemek. Bu rivayetin lafzı Müslim’e aittir.
İbn Ebu Hatim der ki: bize Yûnus İbn Abd’ül-A’lâ… îbn Abbâs’tan nakletti ki, o «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de, O bunları tamamlayınca…» âyeti konusunda şöyle demiştir: Bu kelimeler on tanedir. Altısı insandadır. Dördü ise haccdadır. İnsanda olanlar; etek altını temizlemek, koltuk altını temizlemek ve sünnettir. İbn Hübeyre der ki bu üçü birdir. Tırnaklan temizlemek, bıyıkları kesmek, misvak ve cuma günü gusüldür. Haccda olan dört şey ise tavaf, Safa ile Merve arasında sa’y, şeytân taşlamak ve Arafat’tan inmektir.
Dâvûd İbn Ebu Hind, İkrime yoluyla İbn Abbâs (r.a.) dan nakleder ki; o şöyle demiştir : Bu dinde imtihan edilip de hepsini tâm olarak yerine getiren kişi sadece İbrahim’dir. Çünkü Allah Teâlâ onun için, «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o, bunları tamamlayınca…» buyurmaktadır. İkrime der ki; ben îbn Ab-bâs’a İbrâhîmün imtihan edilip de tamamladığı kelimeler nelerdir? diye sordum. O da şöyle dedi: İslâm otuz bölümdür. Bu bölümden oh âyeti Tevbe sûresindedir. Bu âyetler, «Tevbe edenler, ibâdet edenler» diye başlayan âyetten sonuna kadardır. On âyeti Mü’minûn sûresinin başındadır. On âyeti de Ahzâb sûresindedir ki, bunlar «Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar» diye başlayan âyetlerdir. İbrahim bütün bunlan yerine getirince, ona bir berât verilmiştir ki, Allah Teâlâ «Sözünü yerine getiren İbrahim…» buyurmuştur. Hâkim, Ebu Ca’fer İbn Cerir, Ebu Muhammed îbn Ebu Hatim isnâdlarıyla Dâvûd İbn Ebu hind’den bu rivayeti naklederler. Bu rivayetin lafzı İbn Ebu Hâ-tim’e aittir.
Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’tan nakleder ki o.şöyle demiş : Allah’ın Hz. İbrahim’i deneyip de onun hepsini yerine getirdiği imtihanın sözleri şuhlardır: Allah Teâlâ İbrahim’in kavminden aynlmasım emrettiğinde Hz. İbrâhîm Allah adına kavminden ayrılmıştır. Nemrûd onu ateşe atıp Allah uğrunda yakmak istemiş, İbrâhîm buna dayan- mıştır. Sonra Allah Teâlâ kendisine yurdundan çıkmasını emredince vatanından ve ülkesinden Allah adına, hicret etmiştir. Keza Allah onu canıyla ve malıyla imtihan etmiş, konuklar hâdisesinde onun durumunu ve tahammülünü ölçmüştü. Allah oğlunu kesmesini emretmiş o da bu imtihanda başarı göstererek oğlunu kesmeye koyulmuştur. Bütün bunlardan sonra her şeyiyle Allah adına yola koyulup imtihanda basan gösterince, Allah Teâlâ ona «Teslim ol» demiş, o da «ben âlemlerin Rabbına teslim oldum» demişti. Halkın aksine ve onlardan ayrı olarak Nemrûd’a değil, âlemlerin Rabbına teslim olmuştur. İbn Ebu Hatim der ki: Ebu Saîd… Hasan el-Basrî’nin şöyle dediğini nakletti: Allah Hz. İbrahim’i yıldızlarla denedi. Ve ondan hoşnûd oldu. Ayla denedi ve ondan hoşnûd oldu. Güneşle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Hicretle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Sünnetle denedi ve ondan hoşnûd oldu. Oğluyla denedi ve ondan hoşnûd oldu. v
İbn Cerîr der ki; bize Bişr İbn Muâz… Katâde’den nakletti,ki, o şöyle demiş : Hasan el-Basrî der ki, evet Allaha andolsun ki Allah İbrahim’i denedi ve İbrahim imtihanlara dayandı. Onu yıldız, güneş ve ayla tecrübe etti, o bütün bunlarda güzel davrandı. Rabbınin fena bulmadığım ve dâim olduğunu bildi. Yüzünü hanîf olarak göklerin ve yerin yaratanına döndürdü. Ve müşriklerden de olmadı. Sonra Rabbi İbrahim’i hicretle denedi. İbrahim memleketinden; kavminden ayrılarak Allah yolunda hicret edip Şam’a geldi. Sonra hicretten Önce ateşle denedi. O buna da katlandı. Allah onu oğlunu kurban etmekle ve sünnetle denedi, a bunlara da sabretti. Abdürrezzâk der ki; bize Ma’mer, Hasan el-Basrî’den duyanlardan nakletti ki» o şöyle dermiş : Allah Teâlâ Hz. İbrahim’i; oğlunu kurban etmek, ateş, yıldızlar, güneş ve âyla imtihan etti.
Ebü Ca’fer İbn Cerîr der ki; -bize İbn Beşşâr… Hasan’dan nakletti ki, o şöyle demiş : Allah İbrahim’i yıldız, güneş ve ayla denedi ve onun sabrettiğini gördü. Avfî tefsirinde İbn Abbâs’tân nakleder ki, «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti de o, bunlar* tamamlayınca…» âyeti konusunda şöyle demiş : İmtihan edilen sözler arasında şunlar da vardı: «Muhakkak ki ben seni insanlara imâm kılacağım.» Ayrıca bunlar arasında «Hani İbrahim Ka’be’nin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu…» âyeti de vardı, İbrahim’e verilen makam ve burada yapılan hacca ait davranışları anlatan âyetler îde bu kelimeler arasındadır. Allah’ın evinin sâkinlerinin rıziklandırildıklan rızık-lar da bunlar arasındadır. Hz. Muhammed (s.a.) İbrahim ve İsmâîl’ in diniMizerihe gönderilmiştir. İbn Ebu Hatim,.. Mücâhid’den nakleder ki, o bu âyeti celîle hakkında şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim’e; seni bazı şeylerle deneyeceğim. Bunları biliyor musun? demişti. O da, sen beni insanlara imâm kılacaksın, demişti. Allah pekiyi deyince oda so- yumdan gelenleri de demişti. Allah ise «Zâlimler ahdime nail olamazlar.» buyurmuştu. İbrahim, «sen evini insanlar için sevâb yurdu kılacaksın» deyince, Allah pekiyi demişti. İbrahim emniyet yurdu deyince Allah Teâlâ tamam, demişti. İbrahim «Sen bizi sana teslim olanlardan kılacaksın, soyumdan da sana teslim olmuş bir ümmet kılacaksın» deyince Allah Teâlâ tamam, buyurmuştu. İbrahim «o yerin halkından Allah’a îman edenlere meyvelerle rızıklar vereceksin.» demişti. Allah Teâlâ tamam, buyurmuştu. İbn Ebu Necîh der ki; ben bu rivayeti İk-rime’den işittim ve Mücâhid’e arzettim. O reddetmedi. İbn Cerîr bu rivayeti bir başka şekilde İbn Ebu Necîh ve Mücâhid’den nakleder. Süfyân el-Sevrî, İbn Ebu Necîh kanalıyla Mücâhid’den nakleder ki o «Hani İbrahim’i Rabbı bir takım kelimelerle imtihan etmişti…» âyeti konusunda şöyle demiş : Allah İbrahim’i bu âyetin sonundaki şu âyetle imtihan etmişti: «Ben seni insanlara imâm kılacağım. O da soyumdan gelenleri demişti. Allah Teâlâ, «zâlimler ahdime eremez» buyurmuştu. Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî İbîı Enes’den nakleder ki; İbrahim’in tecrübe edildiği kelimeler şunlardır: «Ben seni insanlara imâm kılacağım.» buyruğu, «Hani biz evi insanlar için emniyet ve sevâb yurdu kılmıştık.» kavli «İbrahim’in makamım namazgah edinin.» emri ve «İbrahim ile İsmail’den söz almıştık» âyeti ve «Hani İbrahim İsmâîl ile birlikte evin temellerini yükseltiyordu.» âyetidir. Rebî’ İbn Enes der ki; işte bütün bunlar İbrâhîm (a.s.) in denendiği kelimelerdir.
Süddî der ki; Rabbının İbrahim’i denediği kelimeler şunlardır: «Rabbımız bizden kabul buyur. Şüphesiz Sensin Sen Semî’ ve Alîm. Rabbımız ikimizi de sana teslim olanlar kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlar yetiştir, bize ibâdet edeceğimiz yerleri göster, tevbelerimizl kabul et, Rabbımız onların arasından senin âyetlerini onlara okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek ve onları tezkiye edecek- bir peygamber gönder.»
Ebu Ca’fer İbn Cerîr özet olarak der ki; buradaki kelimelerden maksad, zikredilenler olabileceği gibi, bunların bir kısmı da olabilir. Hiç birisi üzerinde kesinkes, «murâd budur» diyerek belirtici bir ifâde kullanılamaz. Çünkü Allah’ın muradım tayin sünnet veya icmâ ile olur. Bu konuda bir tek nakilden ibaret olan haber sahih olmayacağı gibi topluluğun naklettiğine teslim olmak da gerekli değildir. İbn Cerîr der ki; ancak Hz. Peygamberden benzer anlamda iki haber rivayet edilmiştir.
Birincisi; Ebu Küreyb’in… İbn Enes’ten nakletmiş olduğu şu lıa-dîs-i şeriftir: Sehl der ki; Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: «Size Allah’ın Hz. İbrâhîm Halil’e «sözünü yerine getirdi» demesinin sebebini bildireyim mi? Çünkü o her sabah ve akşam «Sabahlan ve akşamları tesbîh ve tenzih Allah’adır diyordu. Rasûlullah bu âyeti sonuna kadar okumuştu.»
İkincisi ise Ebu Küreyb’in… Ebu Ümâme’den naklettiği hadîstir ki o, Rasûlullah (s.a.) in şöyle buyurduğunu söyler : «Sözünü yerine getirdi.» âyetinde İbrahim’in neyi yerine getirdiğini biliyor musunuz? dedi. Ashâb Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dediler. Rasûlullah (s.a.); günlük amelini gündüz dört rek’at namaz kılarak yerine getirirdi, buyurdu. Bu rivayeti Âdem tefsirinde, Hammâd İbn Seleme yoluyla… Ca’fer İbn Zübeyr ve Ebu Ümâme’den nakleder. Ancak İbn Cerîr Ta-berî sonra bu hadîslerin zayıf olduğunu belirterek yaklaşık şöyle der: Bu hadîslerin zayıf olduklarını belirtmeden rivayet edilmesi caiz değildir. Bu hadîslerin zayıflığı bir çok yöndendir. Çünkü her iki hadîsin de senedinde birden çok zayıf kişiler vardır. Ayrıca hadîsin metninde de zayıflığına delâlet eden ifâdeler bulunmaktadır. Sonra İbn Cerîr der ki; bir kişi; «Mücâhid, Ebu Salih ve Rebî’ İbn Enes’in söyledikleri başkalarının söylediklerinden doğruya daha yakındır, dolayısıyla onların sözü tutulması gereken yoldur.» derse, ayrıca «Ben, seni insanlara imâm kılacağım.» ve «İbrahim ile İsmâîl’den evimi tavaf edenler için temizleyin diye söz aldık.» ve buna benzer diğer âyetlerin Allah’ın Hz. İbrahim’i imtihan ettiği kelimelerin açıklaması olduğunu» söyleyecek olursa, ben derim ki; İbn Cerîr’in önceden «bütün bu zikredilenlerin âyet-, te geçen kelimelerin içinde yer aldığına» dâir sözü, Mücâhid ve benzerlerinden naklettiği rivayetlerden daha kuvvetlidir. Çünkü âyetin seyri onların söylediklerinin dışında bir ifâde getirmektedir. Doğruyu en iyi Allah bilir. [48]
Hz. İbrahim’in Soyu :
İbrahim de «Soyumdan da» demişti. Allah ise «Zalimler ahdime eremezler» buyurmuştu. Allah Teâlâ Hz. İbrahim’i imâm kıldığı için Hz. İbrahim Allah’tan bütün imamların kendi soyundan olmasını istemiş. Cevaben bildirilmiş ki; soyundan zâlimler de gelecektir. Ve zâlimler Allah’ın ahdine eremeyecekler, insanlara imâm olamıyacaklar ve kendilerine uyulmayacaktır. Hz. İbrahim’in isteklerine cevap mâhiyetinde olduğunun delili Ankebût süresindeki Allah Teâlâ’nın şu âyetidir : «Biz peygamberlik ve kitabı da onun soyunda kıldık.» Allah’ın gönderdiği her peygamber ve İbrahim’den sonra indirdiği her kitap, onun soyundan gelen kişilere inmiştir. Allah’ın salât ve selâmı İbrahim peygamberin üzerine olsun.
Allah Teâlâ’nın «Zâlimler asla ahdime eremezler» âyetine gelince bu konuda ihtilâf edilmiştir. Hasîf, Mücâhid’in bu konuda şöyle dediğini rivayet eder. «İleride senin soyundan gelerftçr arasında zâlimler bulunacaktır.»
İbn Ebu Necîh, Mücâhid’den nakleder ki; o bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: Hiçbir zâlim benim imamım olamaz. Bir başka rivayet de şöyledir: Ben hiçbir zâlimi kendisine uyulan imâm yapmam. Süfyân, Mansûr yoluyla Mücâhid’in bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder : Hiçbir zâlim kendisine uyulan imâm olamaz. İbn Ebu Hatim de der ki, bana babam- Mücâhid’den «Soyumdan da» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti: «Senin soyundan gelelilerden sâlih olanları, kendilerine uyulan imamlar yapacağım. Zâlim olanlara gelince hayır. Onlar için sevinilecek hiçbir şey yoktur.» Saîd İbn Cübeyr «Zâlimler ahdime eremez.» âyeti konusunda der ki; bundan maksad şirktir. Zâlim, imam olmaz. Yani müşrik imam olamaz demektir, İbn Cüreyc, Atâ’dan nakleder ki; O «ben seni insanlar için imâm kılacağım, buyurdu. O da soyumdan da dedi.» Âyeti konusunda^şöyle demiştir. Soyundan zâlimleri imâm yapmaktan kaçınmıştır. Ben, Atâ’ya, Allah’ın ahdinden maksad nedir? diye sordum. O da Allah’ın emridir, dedi. İbn Ebu Hatim der ki: Amr İbn Sevr el-Kaysarî bana yazdığına göre… İbn Abbâs’tan
nakleder ki o şöyle demiş : Allah Hz. İbrahim’e Ben seni ihsanlara imâm kılacağım buyurunca, İbrâhîm soyumdan da demiş. Allah onun soyundan gelenleri imâm kılmaktan kaçınmış. Sonra da, zâlimler ahdime eremez, buyurmuş.
Muhammed İbn İshâk… İbn Abbâs’tan nakleder ki o «Soyumdan da» dedi. Allah, «zâlimler ahdime eremez» buyurdu, âyeti konusunda şöyle demiş : Allah, Hz. İbrahim’e soyundan Allah’ın ahdime eremiye-cek zâlimin geleceğini haber veriyor. Ve İbrâhîm Halil’in soyundan da oJsa zâlimlerin hiçbir işin üzerine gönderilmeyeceğini bildiriyor. İb-râtûm’in soyundan zâlimler olacağı gibi Allah’ın emrini yerine getiren, Allah’ın istediklerini tebliğ eden muhsin kişilerin de bulunacağını beyân ediyor. Avfî, İbn Abbâs’dan nakleder ki; o «Zâlimler ahdime ere-. mez.» âyeti konusunda şöyle demiş : Hiçbir zâlimin zulmü konusunda senin üzerine Allah’ın bir ahdi yoktur. Ona itaat etmen gerekmez. İbn Cerîr der ki bize Müsenna… İbn Abbâs’tan nakletti ki o «Zâlimler ahdime eremez» âyeti konusunda şöyle demiş : Zâlimlerin hiçbir ahdi yoktur. Eğer onlarla bir sözleşme yaparsan sözleşmeni boz. Mücâhid, Atâ. Mukâtil İbn Hayyân’dan da benzer bir rivayet nakledilir. Sevri, Hârûn İbn Antere yoluyla babasından nakleder ki; o şöyle demiş : Zâlimin hiçbir ahdi yoktur. Abdürrezzâk der ki; bize Ma’mer, Katâde’den Allah’ın «Zâlimler ahdime eremez,» âyeti konusunda şöyle dediğini nakletti: Âhirette zâlimler Allah’ın ahdine eremez. Dünyada ise zâlimler Allah’ın ahdine erebilir. Yiyip, içip, emîn olarak yaşayabilirler. İbrâhîm el-Nehâî, Atâ, Hasan ve İkrime de böyle demişlerdir.
Rebî’ İbn Enes der ki; Allah’ın kullarından aldığı ahid; Allah’ın dinidir. Ve dolayısıyla bu âyette AUah Teâlâ zâlimlerin Allah’ın dinine eremeyecefini bildirmektedir. Görmez misin Hakk Teâlâ ne diyor : «Ona ve İshâk’a mübarek kıldık. Her ikisinin soyundan gelenlerden de nefsine apaçık zâlim ve ihsan edici kimseler vardır.» Yani Allah diyor ki; Ey İbrâhîm senin soyundan gelenlerin 4ıepsi hak üzere değildir. Ebu’l-Âliye, Ata ve Mukâtil İbn Hayyan’dan da böyle rivayet edilir. Cüveybir, Dahhâk’dan nakleder ki; o şöyle demiş : Bana isyan eden bir düşmanım itâatıma nail olamaz. Ben, bana itaat eden dostum olmadıkça onu itâata eriştirmem. Hafız Ebu Bekr İbn Merdûyeh,.. Ali İbn Ebu Tâlib’den nakleder ki; Rasûlullah (s.a.) «Zâlimler ahdime eremez» âyeti konusunda şöyle demiş : Maruf’dan başka hiçbir şeyde itaat yoktur. Süddî ise ahdin peygamberlik oiduğunu söylemiştir.
İbn Cerîr ve ibn Ebu Hâtim’in naklettiklerine göre; selef-i sâlihînin bu âyetin tefsirine dâir sözleri bundan ibarettir. İbn Cerîr der ki; bu âyetin her ne kadar zahiri, haber niteliğinde ise de gerçekte Allah’ın imamet ahdine hiçbir zâlim eremez. Bu âyette Allah, dostu İbrâhîm (a.s.) e soyundan gelenlerin arasında kendi nefsine zulmedenlerin bulunabileceğini belirtmektedir. Nitekim Mücâhid ve diğerlerinden böyle nakledilmiştir. En iyisini Allah bilir. [49]
125-Hani, Beyti insanlar için bir toplantı yeri ve emîn bir mahal yapmıştık. Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin.
Allah’ın Evi:
Avfî, İbn Abbâs’m «Hani Beyti insanlar için bir toplantı yeri kılmış ve emîn bir mahal yapmıştık.» âyeti konusunda şöyle:dediğini nakleder : Oraya gelme isteklerini dindiremezler. Oradan ailelerine döner, sonra tekrar oraya gelirler. Ali İbn Ebu Talha, İbn Abbâs’tan nakleder ki “” kelimesi dönüş yeri demektir. Her iki rivayeti de İbn Cerîr nakletmektedir.
İbn Ebu Hatim der ki; bana babam… İbn Abbâs’tan nakletti ki, o «Hani Beyti insanlar için bir toplantı yeri kılmış ve emîn bir mahal yapmıştık.» âyeti konusunda şöyle demiş : Oraya gelip sığınır, sonra giderler demektir. İbn Ebu Hatim, Ebu’l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr,. Atâ, Mücâhid, Hasan, Atiyye, Rebî’ İbn Enes ve Dahhâk’dan da aynı şekilde rivayet edildiğini belirtir.
İbn Cerîr der ki; bana Abdülkerîm… Ebu Lubâbe’den bu âyet konusunda şöyle dediğini nakletti: Her kim oradan aynlırsa; arzusunun yerine gelmiş olduğunu görerek ayrılır, demektir. Yûnus, İbn Vehb de İbn Zeyd’in bu âyet konusunda şöyle dediğini nakleder: Her ülkeden oraya gelir ve sığınırlar, demektir. Saîd İbn Cübeyr, bir başka rivayette İkrime, Katâde ve Atâ el-Hörasânî “” kelimesinin toplantı mahalli olduğunu söylerler. Dahhâk, İbn Abbâs’tan “” kelimesinin insanlar için emniyet yeri demek olduğunu bildirir.
Ebu Ca’fer el-Râzî, Rebî’ İbn Enes kanalıyla Ebu’l-Âliye’nin bu âyet konusunda şöyle dediğini rivayet eder : Orası düşmandan emîn bir yerdir. Orada silâh taşınmaya gerek kalmaz. Araplar câhiliyet devrinde birbirlerini yerken, onlar bu evde emniyet içerisinde bulunuyor ve asla esîr edilmiyorlardı. Mücâhid, Atâ, Süddî, Katâde, Rebî’ İbn Enes de; o eve giren emîn olur, demişlerdir.
İmamların bu âyeti tefsirlerinin özetine gelince; Allah Teâlâ bu âyette mübarek evin şerefini hatırlatarak, onun değerini ve şeriattaki niteliklerini belirtiyor. Orasının insanlar için bir sığınak kılındığını, ruhların şevkle oraya koşmak ve kanatlanmak istediği bir mahal olduğunu, orda arzuların bitemeyeceğini, her yıl oraya gidilse de bir dar ha dönmek arzusunun tükenmeyeceğini bildiriyor. Bu da Allah Teâlâ’ nın Halîli İbrahim (a.s.) in duasının kabul olmasının neticesidir. Çünkü İbrahim (a.s.) Rabbımız insanların kalblerini oraya arzulu kıl ve Rabbımız duamızı kabul buyur, demişti. Allah Teâlâ; orayı emîn bir mahal kıldığını belirtiyor. Oraya kim girerse emîn olur. İstediği şeyi yaptıktan sonra Ka’be’ye girsin, yine emîn olur.
Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki; Beytullâh’da kişi babasının ve kardeşinin katiliyle karşılaşır ve ona saldırmazdı. Nitekim Allah Teâlâ Mâide sûresinde burayı şu mübarek kavliyle nitelemiştir. «Al- lah Ka’be’yi, insanların koşacağı haram ev kılmıştır.» Yani Ka’be’ye hürmetleri sebebiyle kötülükler oradan kaldırılacaktır, demiştir. Nitekim1 İbri Abbâs der ki; insanlar bu evi haccetmemiş olsalardı Allah gökyüzünü yeryüzünün üzerine indirirdi. Buranın şerefi onun- ilk bâ-nîsi olan Halü”ür-Rahmân adını alan İbrahim’in şerefinden dolayıdır. Allah Teâlâ «Hani İbrahim’e Beytin yerini hazırlamış ve bana hiç bir şeyi şirk koşmayasih,demiştik.», «Yeryüzünde ilk kurulan ev Mekke’de Mübarek, ve âlemler için rahmet olan evdir. Orada apaçık âyetler vardır. İbrahim’in konağıdır. Kim oraya girerse emin olur.» buyuruyor. [50]
Hz. İbrahim’in Makamı:
Bu âyet-i kerîme’de ise Hz. İbrahim’in makamına dikkat çekilerek orada namaz kılınması emredilmektedir. «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin.» Müfessirler buradaki makam ile neyin kastedildiği konusunda ihtilaflıdırlar. İbn Ebu Hatim der ki; bize Ömer İbn Şebbe… İbn Abbâs’tan nakletti ki; buradaki «makam» bütünüyle harem-i şeriftir. Mücâhid ve Atâ’dan da bunun benzeri bir rivayet nakledilir. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Mühammed İbn el-Sebbâh İbn Cüreyc’in şöyle dediğini nakletti: Ben Atâ’ya İbrahim’in makamından sordum, o dedi ki ben İbn Abbâs’ın şöyle dediğini duydum : Burada zikredilen İbrahim’in makamı Ka’be’de İbrahim makamı olarak bilinen yerdir. Sonra dedi ki; İbrahim’in makamı bütünüyle hacc-daki makamlardır. Sonra Atâ bana bu sözü açıklayarak dedi ki; bunun ta’rîfi şöyledir: Arafe’deki buluşma, Meş’ar-i Haram, Mina, taş atma, sonra Safa ile Merve arasında tavaftır. Ben bunu İbn Abbâs mı böyle tefsir etti dediğimde, hayır dedi. Ancak o, İbrahim’in ma-kâmr bütünüyle haccdır dedi. Ben, onun böyle dediğini sen işittin mi? dediğimde, o ben bunun için taş topluyordum dedi. Sonra evet İbn Abbâs’ın böyle dediğini işittim, dedi.
Süfyân el-Sevrî… Saîd İbn Cübeyr’den nakleder ki, bu âyetteki «makam» hakkında o şöyle demiştir: Hacer-i Esved; Allah Nebisi İbrahim’in makamıydı. Allah onu rahmet olarak göndermiştir. İbrahim onun üzerinde duruyor, İsmâîl ona taş ulaştırıyordu. Eğer söyledikleri gibi başını yıkamış olsaydı ayakları kayardı. İbn Ebu Hatim der ki; bize Hasan İbn Mühammed İbn Sebbâh… Ca’fer İbn Muhammed’den nakleder, o da babasından, Câbir’den Hz. Peygamber’in haccını anlatırken şöyle duyduğunu söyler, Câbir demiş ki; Rasûlullah (s.a.), tavafı yapınca Ömer burası babamız İbrahim’in makamı değil mi? dedi. Rasûlullah evet, dedi. Hz. Ömer orayı namazgah kılmayalım mı? deyince Allah Azze ve Celle «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin» âyetini inzal buyurdu.
Osman İbn Ebu Şeybe… Ebu Meysere’nin şöyle dediğini nakleder : Hz. Ömer dedi ki; beri ey Allah’ın Rasûlü burası Rabbımızın dostu İbrahim’in makamı değil mi? diye sorduğumda o, evet dedi. Ben orayı namazgah edinmeyelim mi? dediğimde, Allah Teâlâ’nın «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin.» âyeti nazil oldu. İbn Merdûyeh der ki; bize Da’lec İbn Ahmed… Ömer İbn el-Hattâb’dan nakletti ki, o İbrahim’in makamına gelmiş ve demiş ki; Ey Allah’ın Rasûlür biz Rabbımızın dostu İbrahim’in makâmmda durmayalım mı? Rasûlullah evet demiş, o orayı namazgah edinmiyelim mi? diye sormuş. Kısa bir müddet sonra «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin» âyeti nazil olmuş. İbn Merdûyeh der ki; bize Muham-med İbn Ahmed İbn Mühammed el-Kazvînî… Câbir’den rivayet etti ki o şöyle demiş : Mekke’nin fethi günü Rasûlullah (s.a.) İbrahim’in makamının yanında durduğunda Hz. Ömer ona dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü burası Allah Teâlâ’nın «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin» buyurduğu makâm-ı İbrâhîm midir? Hz. Peygamber evet, dedi. Velîd der ki; ben Mâlik İbn Enes’e sana böylece rivayet nakledildi mi? diye sorduğumda o, evet dedi. Bu rivayet böyle vâkî olmuştur, ancak bu gariptir. Neseı de Velîd İbn Müslim’den aynı hadîsi rivayet ede?. Buhârî ise, «Bu bab, «siz de İbrâhîntfin makamından bir namazgah edinin» âyeti konusundadır» der.
Bize Müsedded… Enes İbn Mâlik’den nakletti ki; Ömer İbn el-Hat-tâb şöyle demiş : Rabbım ile üç konuda muvafık bulundum. Veya Rab-bım üç konuda bana muvafakat etti: Birincisi; dedim ki, ey Allah’ın Rasûlü, İbrahim’in makamından bir namazgah edinsek mi? Bunun üzerine «Siz de İbrahim’in makamından bit namazgah edinin» âyeti nazil oldu. İkincisi; dedim ki, ey Allah’ın Rasûlü senin yanma iyiler de kötüler de giriyor. Emretsen de mü’minlerin anaları örtüye bürün-seler. Bunun üzerine tesettür âyeti nazil oldu. Hz. Ömer der ki; üçüncüsü, Rasûlullah’m kadınlarından bir kısmının onu rahatsız ettiği haberini aldım. Bunun üzerine onların yanına vararak dedim ki; ya bu davranışlarınıza son verirsiniz, veya Allah peygamberine sizden daha iyilerini gönderir. flTihâyet kadınlarından biri bana gelerek ,dedi ki: Ey Ömer, Rasûlullah (s.a.) kendi kadınlarına öğüt verdi, kâfi değil mi ki sen de gelip onlara öğüt veriyorsun? Bunun üzerine: «O, sizi boşa-yınca belki Rabbı sizden daha hayırlı eşler verir…» âyeti nazil oldu. İbn Ebu Meryem der ki; bana Yahya İbn Eyyûb… Enes’in Hz. Ömer (r.a.) den yukardaki rivayeti naklettiğini duymuş. Buhârî bu konuda saydığımız rivayetleri naklettikten sonra İbn Ebu Meryem el-Mis-rî diye bilinen Şeyh Saîd İbn el-Hakem’den, notunu ilâve eder. Bu zâttan rivayet nakli konusunda Kütüb-i Sitte sahipleri arasında Buhârî. yalnızdır. Diğer hadîs imamları bu zâttan dolaylı olarak rivayetederler. Buhârî’nin bu ikinci notu düşmesindeki maksadı, hadîsin muttasıl olduğunu açıklamaktır. Onu kendisi isnâd etmiştir. Çünkü râvîler arasında yer alan Yahya İbn Eyyûb üzerinde bazı şeyler söylenir. İmâm Ahmed de onun kötü bir hafız olduğunu belirtir. En iyisini Allah bilir.
İmâm Ahmed der ki; bana Hüşeym Humeyd’den o da Enes’ten nakletti ki Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiş : Ben üç konuda Rabbıma muvafakat ettim : Birisi; «ey Allah’ın Rasûlü; İbrahim’in makamından bir namazgah edinsek mi?» diye sorduğumda Allah Teâlâ, «Siz de İbrahim’in makamından bir namazgah edinin» âyetini inzal buyurdu. İkinci olarak; «ey Allah’ın Rasûlü eşlerinin yanına iyiler de kötüler de giriy