17 – İsra Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an
Bu sûre, üç et müstesna Mekke’de inmiştir: Birisi; “Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler” (76. âyet) buyruğu olup Rasûlullah (sav)’a, Sakif heyeti gelip yahudiler: Burası peygamberlerin geldikleri diyar değildir, dedikleri vakit inmişti.

İsra Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )
1-111. ÂYETLERİN TEFSİRİ
Rahman ve Rahim Allah’ın Adı ile (Mekke’de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir)
İkinci âyet yüce Allah’ın: “Ve de ki: Rabbim, beni doğruluk girişi ile girdir, doğruluk çıkarışı ile çıkar” (80. âyet) buyruğudur.
Üçüncüsü ise: “Hani sana, şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (60.) âyetidir. Mukatİl der ki; Yüce Allah’ın: “…Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara,,,” i 01. âyet) buyruğu da Medine’de inmiştir. İbn Mes’ud (r.a) da, Beni İsrail (İsra) Kehf ve Meryem Sûreleri hakkında şunları söylemiştir: Bu sureler, kimi erken dönemlerde ilk nazil olan sûrelerdendir hem de benini ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alırlar.[1]
- Kulunu geceleyin Mescİd-İ Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescİd-i Aksâ’ya götüren münezzehtir. Ona, âyetlerimizden bazısını gösterelim diye. Şüphesiz ki O, İşitendir, görendir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz [2] başlık halinde sunacağız:[3]
- Tenzih (Subhân)’in Anlamı:
Yüce Allah’ın: Münezzehtir” buyruğu, mastar yerinde kullanılan bir isimdir. Ancak bu, isim olarak mütemekkin (ismin bütün özelliklerine haiz) değildir. Çünkü, i’rab şekillerine göre harekelerinde değişiklik olmamaktadır. Başına “elif ve İâm” gelmez. Aynı şekilde bundan fiil türetilmez. Sonunda zâid iki harf bulunduğundan dolayı da munsarıf değildir.
” Teşbih ettim, teşbih etmek” denilir- Tıpkı Yemin keffaretini ödedim, ödemek gibi. Bu ismin anlamı, yüce Allah’ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak olduğunun ifade edilmesidir. Bu, yüce Allah’ın büyük bir zikridir. Başkası hakkında bunun kullanılması uygun değildir. Şairin:
“Bana onun övülmesi(ne dair ifadeler) ulaşınca derim ki: Övülmeye değer olan Alkame bundan uzaktır.”
beyitinde bu kelimenin kullanılması oldukça nadiren görülen bir ifadedir.
Cennetle müjdelenmiş on kişiden birisi olan Talha b. Ubeydillah el-Fey-yâd’dan rivayete göre o, Peygamber (sav)’a şöyle sormuş: Subhanallah’ın anlamı ne demektir? Hz. Peygamber de: “Allah’ı her bir kötülükten tenzih etmektir” diye cevap vermiştir.[4]
Sibeveyh’in görüşüne göre, bu kelimede âmil olan, lafzından değil de onun manasmdaki bir fiildir. Çünkü bu lafızdan fiil kullanılmaz. Bu da; Kalçalan üzerine oturup, bacakları dirseklerinden bükerek diktikten sonra, ellerinin de bacaklarının etrafından birbirine kavuşturmak şeklindeki oturuş” ile, Arapların örtüye bürünürken örtünün, bir ucunu sağ kolunun üzerinden sol omuzuna, öbür ucunu da sol kolu üzerinden sağ omuzu üzerine atarak örtünmesi ifadelerine benzer. Sibeveyh’e göre buyruğun takdiri; Allah’ı mutlak olarak tenzih ederim” şeklindedir. Buna göre “Subhanallalı” ifadesi, mutlak olarak tenzih etmek, yerine geçmektedir. [5]
- İsra:
Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren” buyruğundaki; Geceleyin götürdü” fiili iki şekilde kullanılır: (Jr ) ile şeklinde. Tıpkı ile, Su içirdi” kelimelerinin kullanışı gibi. Nitekim bundan önce de (el-Bakara, 2/60. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Şair der ki:
“İkizler burcundan yürüdü üzerine bir yürüyen Şimal onun üzerine doluyu yağdırarak.”
Bir başka şair de şöyle demektedir:
“Örtüsünün arkasında olan o güzel yüzlüyü selamla! Geceleyin yürüdü sana; önceden gelmiyorken.”
Böylelikle şairler her iki beyitte de her iki söyleyişi bir arada kullanmış bulunmaktadırlar.
İsrâ; geceleyin yürümek demektir. Geceleyin yürüdü ve yürümek” denilir. Şair de şöyle demektedir:
“Ve çiğin yağdığı bir gece yürüdüm,
Ve o gece yürümekten hiç bir şey de beni alıkoymadı.”
‘ın, gecenin ilk saatlerinde yürümek, ‘ın ise, son demlerinde yürümek, anlamında olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha çok bilinen bir anlamdır. [6]
- Allah’ın Kulu:
Yüce Ailah’ın: “Kulunu” buyruğu ile ilgili olarak İlim adamları şöyle demişlerdir: Şayet Peygamber (sav)’ın bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu anlatmak İçin o adı ile anardı. Bu anlamda olmak üzere şu beyitler söylenmiştir;
“Ey kavm, kalbim, Zehra’nın yanındadır İşiten de, gören de bunu bilir. Beni ancak; ey Onun kulu diye çağırınız, Çünkü o, isimlerimin en sere dişidir.”
Bu beyitler de daha önceden (el-Bakara, 2/23 buyruğunu açıklarken) geçmiş bulunmakladır.
el-Kuşeyrî der ki: Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk isminden ayırmadı. [7]
4, İsra ve Bu Konudaki Rivayetler:
isrâ, bütün hadis eserlerinde sabit olmuştur. Sahabeden gelen bu hadisler İslâm diyarının her bir yerinde rivayet olunmuştur. Bu yönüyle İsra hadisleri mütevâtir hadislerdendir. en-Nekkaş bu hadisleri rivayet eden yirmi sahabiyi zikretmektedir. Sahih(-i Müslim)’in Enes b. Malikten rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bana, Burak getirildi. O beyaz, uzunca, eşekten daha yüksek, katırdan daha alçak boylu, ön ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyan bir binektir. Ona bindim ve nihayet Bey-tü’1-Makdis’e vardım. Onu, peygamberlerin bineklerini bağladığı halkaya bağladım. Sonra, Mescide girdim, orada iki rek’at namaz kıldım. Daha sonra çıktım. Cibril (a.s) bana, birisi şarap, diğeri süt dolu iki kap getirdi. Ben, süt bulunan kabı tercih ettim. Cibril bana: Fıtratı tercih ettin, dedi. Sonra semaya doğru yükseldik…” diye hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.[8]
Buharı ile Müslim’de bulunmayan rivayetlerden birisi de, el-Âcurrî ve Se-merkandî’nin kaydettikleri rivayetlerdir. et-Acunî, Ebu Said el-Hudn’den, yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa Ya götüren münezzehtir” buyruğu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) İsra’ya yürütüldüğü geceyi bize anlattı. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bana, hayvanlar arasında en çok katıra benzeyen bir binek getirildi. Durmayıp oynayan kulakları vardı. Bu önceden peygamberlerin bindiği Burak idi. Ben de buna bindim. Yola koyuldu. Ön ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyarak koşardı. Sağ tarafımdan, ey Muhammed, biraz yavaş ol ki sana birşeyler sorayım diye bir ses işittim. Ancak, ben ona iltifat etmeden yoluma devam ettim. Sonra, sol tarafımdan ey Muhammed, yavaş oî diye bir ses işittim. Ben de ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra da üzerinde dünya zinetlerinin her türlüsü bulunan, ellerini yukarı doğru kaldırmış, yavaş ol ki sana birşeyler sorayım, diyen bir kadın karşıma çıktı. Yine ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra, Beytü’l-Makdis’e, Mescid-i Aksa’ya geldim. Binekten indim, peygamberlerin dana önceden (bineklerini) bağladıkları halkaya Burağı bağladım, arkasından Mescide girdim, içinde namaz kıldım.
Cebrail bana: Ey Muhammed, neler işittin, diye sordu. Ben ona: Sağımdan, ey Muhammed, yavaş ol sana bazı şeyler soracağım diye bir ses işittim. Ancak ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. O: Bu, yahudilerin da-vetçisi idi. Eğer durmuş olsaydın, ümmetin ya hu dil esirdi. (Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra solumdan bir ses işittim. Yavaş ol, sana bazı şeyler sorayım, dedi. Yine ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da hıristiyanların davet çişi idi. Eğer durmuş olsaydın, senin ümmetin hıristiyanlaşırdı. (Devamla Hz. Peygamber) buyurdu ki: Sonra karşıma dünya zinetlerinin ti er türlüsünü üzerine takınmış, ellerini yukarı doğru kaldırmış bir kadın karşıma çıktı. Yavaş ol, diyordu. Ben de ona İltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da dünyadır. Eğer durmuş olsaydın, hiç şüphesiz dünyayı âhirete tercih etmiş olurdun.
(.Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra bana birisinde süt, diğerinde ise şarap bulunan iki kap getirildi. Bana, al ve iç, hangisini istersen alabilirsin denildi. Ben de sütü aldım ve içtim. Cebrail bana: Fıtrata İsabet ettin. Eğer şarabı almış olsaydın, ümmetin azgınlaşmış olurdu, dedi.
Daha sonra, Âdemoğullarının ruhlarının üzerinde yükseldikleri Mi’rac geldi. Gördüğüm şeylerin en güzeli o idi. Sizler, Ölen bir kimsenin gözünü ona doğru nasıl diktiğine hiç dikkat etmediniz mi? Bizi yukarı doğru çıkardılar. Nihayet dünya semâsının kapısına geldik. Cebrail, kapının açılmasını istedi. Bu kim, diye soruldu o, Cebraii dedi. Beraberinde kim var, diye sordular o, Muhammed dedi. Peki, ona risalet verildi mi, diye soruldu o, evet dedi. Bana kapıyı açtılar, bana selam verdiler. Beraberinde yetmiş bin melek ve fıer biriyle yüz bin melek bulunan, İsmail diye tanınan bir meleğin semayı korumakta olduğunu gördüm: “Rabbinin ordularını O’ndan başka kimse bilmez” (el-Müddesir, 74/31) buyruğunu okudu ve hadisin geri kalan bölümlerini zikrederek, daha sonra şöyle dedi: “Sonra, beşinci semaya gittik. Orada kavmi arasında sevilen bir kişi olan İmran oğlu Harun ile karşılaştım. Etrafında ümmetinden ona tabi pek çok kimse vardı. Peygamber (sav) onun niteliklerini belirterek şöyle dedi: Sakalı uzundu. Nerdeyse göbeğine kadar ulaşacaktı. Sonra, altıncı semaya gittik. Orada Musa ile karşılaştım. Bana selam verdi ve beni çok güzel karşıladı. -Peygamber (sav) onu da vaslederek şöyle buyurdu-: Saçı fazla bir adamdı, üzerinde iki gömlek olsa dahi yine onun saçları aralarından çıkardı…”[9]
el-Bezzar’ın rivayetine göre de, Rasûlullah (sav)’a bir at getirildi ve onun sırtına bindi. Onun attığı her bir adım, gözünün değdiği en uzak noktada idi… diye hadisin geri kalan bölümlerini anlattı.[10]
Burak’ın nitelikleri ile ilgili olarak İbn Abbas yoluyla gelen hadisde şöyle denilmektedir: Rasûlullab (sav) buyurdu ki: “Ben, Hicr’de uyumakta iken bana birisi geldi. Ayağı ile beni harekete getirmek istedi. Ben, o kişinin arkasından gittim, bir de baktım ki, Cebrail (a.s)’in beraberinde katırdan daha aşağı ve eşekten daha yukarı, yüzü insan yüzüne benzeyen, ayağı tek tırnaklı, kuyruğu öküz kuyruğu, yelesi at yelesine benzeyen bîr binek ile birlikte Mescid’in kapısında ayakta dikildiğini gördüm. Cibril (a.s) bu bineği bana yaklaştırınca, hayvan ürktü ve yelesi kabardı. Cibril (a.s) sırtını sıvazlayarak: Ey Burak, Muhammed’den ürkme, dedi. Allah’a yemin ederim ki, Mu-hamnıed (savVdan dalıa faziletli ve Allah nezdinde ondan daha değerli mu-karreb bir melek yahut gönderilmiş bir peygamber (rasul) sırtına binmiş değildir. Bunun üzerine Burak şöyle dedi: Ben onun böyle olduğunu bildim. O büyük şefaatin sahibinin o olduğunu da biliyorum. Bununla birlikte ben, onun şefaati kapsamında olmayı arzu ederim. Bunun üzerine şöyle dedim: Yüce Allah’ın izniyle sen de benim şefaatimin kapsamında olacaksın…”[11]
Ebu Said Abdulmelik b. Muhammed en-Neysaburî de, Ebu Said el-Hud-rî’den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sav), dördüncü semada İdris (a.s)’ın yanından geçince, şöyle dedi: Kendisini göreceğimiz bize va’dolunan ve ancak bu gece görebildiğimiz salih kardeşe, salih peygambere merhaba! tiz. (Peygamber devamla) buyurdu ki: Orada İmran’ın kızı Meryem de vardı. İnciden yetmiş köşkü vardı. Yine İmıan’ın kızı, Musa’nın annesinin de kapıları inci ile süslenmiş tahtları, tek bir parçadan yapılmış kırmızı mercandan yetmiş köşkü vardı. Mi’rac, beşinci semaya çıkınca, oradakilerin de teşbihi: Karı ve ateşi bir arada bulunduranın şanı ne yücedir! şeklinde idi. -Bunu bir defa dalıi söyleyen bir kimse, onların sevabı gibi sevap alır.- Cibril (a.s) kapının açılmasını istedi. Ona kapı açıldı. Aniden, olgunluk yaşında bir adam ile karşılaştım. Ondan gü2el bu yaşta bir adam görülmüş değildir. Gözleri iri, sakalı nerdeyse göbeğine ulaşıyordu. Hemen hemen sakalı yarı yarıya siyah beyaz karışımı idi. Etrafında oturmuş kimseler vardı. Onlara birşeyler anlatıyordu. Ey Cebrail, bu kimdir? dsye sordum; o, kavmi arasında sevilen kişi Harun’dur, dedi…” ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.
İşte Buhârî ile Müslim’in dışında kalan, îsra ile ilgili hadislerden kısaltılarak sunduğumuz bir nebze. Bu hadisleri, Ebu’r-Rabi Süieyman b. Seb’ eksiksiz olarak “Şifâü”s-Sodûr” adlı eserinde zikretmiştir, tlirn ehli ile siyer bilginleri arasında namazın, Peygamber (sav)’a Mekke’de îsra gecesi semaya uru-cu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, İs-ra’nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İsra, Hü. Peygamber’in ruhu veya bedeni ile mi olmuştur? İşte bunlar, âyet-i kerime ile ilgili üç ayn meseledir. Bunlar üzerinde durulması ve gerekli araştırmaların yapılması gerekir. Ayrıca bunlar, bu husustaki hadislerin nakledilmesinden daha ehemmiyetlidir. Ben bu hususlar ile ilgili olarak, tesbil edebildiğim kadarıyla ilim adamlarının görüşlerini ve rukalıânın farklı kanaatlerini -Allah’ın yardımı ile- zikretmeye gayret edeceğim. [12]
5, Birinci Mesele: İsrâ, Hz. Peygamber’in Ruhu İle mi, Bedeni İle mi Olmuştur:
isrânın, Hz. Peygamber’in ruhu ile mi, cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de görüş ayrılığı vardır. Bir kesim, İsranın ruh ile gerçekleştiği, bedenin ise yattığı yerden ayrılmadığı ve îsra’nın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu görüşündedir. Çünkü, esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır, Muaviye ile Uz. Âişe bu kanaatte olduğu gibi, bu görüş el-lîascn ve İbn İshak’tan da nakledilmiştir.
Bir diğer kesim de şöyle demiştir: İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü’l-Makdis’e kadar ve oradan da ruh ile olmuştur. Bunlar, yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren münezzehtir” buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu buyrukta yüce Allah, Mescid-i Aksa’yı İsrânın son noktası olarak zikretmektedir. Bu görüş sahiplen derler ki: Eğer îsrâ, Hz. Peygamber’in bedeni ile birlikte Mescid-i Aksa’dan daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da söz-konusu edilirdi. Çünkü böyle bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ileri derecededir.
Selefin ve müslümanlartn büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği görüşündedir. Hz. Peygamber, Mekke’de Burak’a binmiş, Beytü’l-Makdis’e ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniyle İsrâ devam etmiştir. İşaret ettiğimi?, haberler ile âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Hz. Peygamber’in bedeniyle ve uyanık olarak İsrasının gerçekleşmesinde imkânsız ve olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedüerek tevil yoluna ise, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabut edilmesinin imkânsız olması halinde söz konusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçekleşmiş olsaydı, burada “kulunun ruhuyla” denilerek “kulunu” diye buyurmazdı. Yine yüce Allalı’ın; “Göz, başka yöne kaymadı ve aşmadı rfa”(en-Necm, 53/7) buyruğu da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hz. Pey-gamber’e: Sen insanlara bunu anlatma, seni yalanlarlar, demezlerdi. Ebu Bekr es-Siddîk (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı, Kureyşlilerİn de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Uz. Peygamber’in verdiği bu haberi yalanlamış, hatta iman etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rüya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrikler ona şöyle demişlerdi: Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanımızla nerede karşılaştığını bildir, demişler, o da şu cevabı vermişti: “Kervanınız, filan filan yerde idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üzerine o kimseye: Ne gördün ey filan, denildiğinde o, ben birşey görmedim ancak develer gerçekten ürktü 1er diye cevap vermişti.” Bu sefer Hz. Peygam-ber’e: Peki kervamn bize ne zaman ulaşacağını haber ver, demeleri üzerine, Hz. Peygamber: “Kervanınız size şu, şu günü gelecektir” dediğinde onlar, hangi saatte diye sordular. Bu sefer Hz. Peygamber: “Bilemiyorum, acaba güneşin bu taraftan doğuşu mu daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu taraftan görünüşü mü daha erken olacak.” O gün gelince bir kişi: İşte güneş doğdu demiş, diğeri ise: İşte sizin kervanınız da göründü, demişti. Peygamber (sav)’dan, Beytü’LMakdis’in nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hz. Peygamber de önceden Beytü’l-Makdis’i hiç görmediği halde onlara niteliklerini söyleyivermişti.
Sahih’de Ebu Hureyre’nîn şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ben, Hicr’de bulunuyorken Kureyş bana tsrâ’ma dair soru soruyorlardı. Beytü’t-Makdis hakkında iyice tesbît edemediğim bazı hususlara dair bana soru sordular. Bundan dolayı daha önce benzeri görülmedik bir ‘sıkıntıya düştüm. Yüce Allah, Beytü’l-Makdis’i kaldırıp gözlerimin önüne getirdi. Her ne hakkında bana som sordularsa, ben de onlara cevaplarını verdim. “[13]
Hz. Âişe ile Muaviye’nin: “İsrâ, ancak Rasûlullah (sav)in ruhu ile gerçekleşmiştir” şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir. O sırada Hz. Âi-şe’nin yaşı küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber (sav)’dan hadis de rivayet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya tanık olmamış kâfir bir kimse idi. Bu konuda o, Peygamber (sav.)’dan da badis rivayet etmiş değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sahibi olmak isteyenler, Kadı İyad’ın “eş-Şifa” adlı kitabından olayı takib etmelidirler. Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir.
Hz. Âişe’nin, kanaatinin lehine, yüce Allah’ın: “Sana gösterdiğimiz o rüyayı… ancak İnsanlara bir fitne kıldık.” (el-İsra, 17/60) buyruğunu delil göstermişler ve burada yüce Allah’ın buna “rüya” adını verdiğini söylemişlerdir. Ancak, yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren münezzehtir” buyruğu bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında “geceleyin yürüten” tabiri kullanılmaz. Aym şekilde gözle görmeye de ileride bu sûrede açıklaması geleceği üzere “rüya” denilir. Konu ile ilgili sabit haberlerde İs-rântn, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet vardır. Eğer, aklen yüce Allah’ın kudreti çerçevesinde caiz (mümkün) görülen herhangi bir hususa dair haber varid olacak olursa, -özellikle de harikulade olayların gerçekleştiği dönemde bu söz konusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir yolu yoktur. Peygamber (sav)’ın bir çok mi’racları vardır. Bunlardan bazılarının rüya ile olma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hz. Peygamberin, sahih hadiste yer alan: “Beyt’in yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum bir sırada…'[14] hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânin gerçekleşmesinden sonra tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [15]
- İkinci Mesele: İsrâ’nın Gerçekleştiği Tarih:
İlim adamlarının, bu hususta da görüş ayrılığı vardır. Bu hususta İbn Şi-iıab’dan farklı rivayetler gelmiştir. Musa b, Ukbe’nin O’ndan rivâyef elliğine göre, Hz. Peygamber’in Beylü’l-Makdis’e İsra hadisesi, hicret İçin Medine’ye çıkışından bir sene önce gerçekleşmiştir. Yunus’un, ondan (İbn Şi-hab’dan), onun Urve’den, onun Âişe’den rivayetine göre İse üz. Âişe şöyle demiştir: Hadice (r.anha) namaz farz kılınmadan önce vefat etmiştir. İbn Şi-lıab da der ki: Bu, peygamber (sav)’a peygamberlik görevinin verilişinden yedi yîl sonra olmuştur.
el-Vakkasî’nİn, İbn Şîhab’dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Hz. Peygambere, peygamberliğin verilişinden beş yıl sonra İsrâ gerçekleşmiştir. İbn Şihab der ki: Oruç, Bedir’den önce, Medine’de farz kılındı. Zekât ve hac yine Medine’de farz kılındı. Şarap içmek ise Uhud’dan sonra haram kılındı.
İbn İshak der ki: Hz. Peygamber’in, Mcscid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya ki o aynı zamanda Beytü’l-Makdis’tir- İsra hadisesi İslâm’ın Mekke’de kabileler arasında yaygınlık kazandığı dönemde gerçekleşmiştir. Yunus b. Bukeyr ise ondan şöyle dediğini rivayet etmekledir. Hadice (r.anlıa) Peygamber (sav) ile birlikte namaz kılmıştır. İleride bu rivayet gelecektir.
Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: İşte bu da İsrâ’nın hicretten birkaç yıl önce gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü Hz. Hadice, hicretten beş yıl önce vefat etmiştir. Üç ve dört yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. İbn İshak’ın kanaati ise, İbn Şîhab’ın kanaatinden farklıdır Bununla birlikte -az önce geçtiği üzere- îbn Şihab’dan konu ile ilgili farklı rivayetler de gelmiş bulunmaktadır.
el-Harbî şöyle der: isra, hicretten bir sene Önce Rebiülahir ayının 27. gecesi gerçekleşmiştir. Ebu Bekr Muharnmed b. Alî b. el-Kasım ez-Zehebî ise “Tarihinde şöyle demektedir: İsra, Mekke’den Beytü’l-Makdis’e olmuştur. Oradan da semaya uruc tahakkuk etmiştir ve bu Peygamber (sav)’ın peygamber olarak gönderilişinden onsekiz ay sonra gerçekleşmiştir. Ebu Ömer der ki: Ben, siyer bilginlerinden ez-Zehebî’nin naklettiği bu görüşü belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. O, bu sözünü siyer bilginleri arasından, bu ilmin kendisine izafe edildiği kişilerden her hangi bir kimseye isnad etmediği gibi, bu konuda görüşü öbürlerinin kanaatine karşı delil gösterilebilecek bir kimseye de ref etmiş (senediyle zikretmiş) değildir. [16]
- Üçüncü Mesele: Namazın Farz Kılınması ve Farz Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli:
Namazın farz kılınışı İle farz kılındığı esnadaki namaz şekline gelince, bunun, Mekke’de, Hz. Peygamber’in semaya mi’rac’a yükselişi esnasında, İsrâ-nın gerçekleştiği gece farz kılındığı hususunda ilim ehli ile siyer bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu husus, Sahih (i Buhârî ve Müslim) de ve başkalarında açıkça ifade edilmiştir.
Ancak, namazın farz kılındığı esnadaki şekli hususunda görüş ayrılığı vardır. Âişe (r.anha)’den gelen rivayete göre, namaz ikişer rekat olarak farz kı-hnmıştîr. Daha sonra ikâmet halindeki namaza İki rekat daha ilave edilerek dörde tamamlandı, yolculuk halindeki namaz da İki rekat olarak olduğu gibi bırakıldı. eş-Şa’bî, Meymun b. Melıran Muhammed b, tshak da böyle demişlerdir.
eş-Şa’bî, akşam namazı bundan müstesnadır derken, Yunus b, Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi ki: Daha sonra Cibril (a.s), Peygamber (savVa İsrâ gecesi namaz Hz. Peygambere farz kılındığında Hz. Peygamber’in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed (sav)’da ona bakıyordu. Yüzünü yıkadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki rekat namaz kıldı ve bu iki rekatte de dört defa secde etti. RasÛİullah (sav) geri döndüğünde, Allah gözüne aydınlık vermiş, ruhu hoşnut olmuş ve yüce Allah’ın emrinden sevdiği bir husus kendisine gelmiş halde döndü. Hz. Hadice’nin elinden tutarak bu pınara geldi. Tıpkı Hz. Cebrail’in abdest aldığı gibi o da abdest akit. Sonra iki rekat ve iki re-kalte de (toplam) dört secde yapmak üzere -Hz. lladice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hadiee ile birlikte namaz kılıyorlardı.
Yine İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört rekat, yoiculuk halinde de iki rekat olarak farz kılındı. Nâfi’ b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebİ’l-Hasen ei-Basrî de böyle demişlerdir İbn Cüreyc’in görüşü de budur. Peygamber (sav)’dan da buna uygun rivayetler nakledilmiştir. Bu konuda rivayette bulunanlar, Cebrail (a.s)’in, İsrâ’nm gerçekleştiği gecenin sabahında zevale doğru İndiği ve Peygamber (sav)’a namazı ve vakitleri öğrettiği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.
Yunus b. Bukeyr de Ebu’l-Muhacir’in azadhsı Salim’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Meymun b. Mehran’ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha sonra Rasûlullah (sav) döıt rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır.
Ebu Ömer (b. Abdi’l-Ber) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun; “Bu böylece bir sünnet oldu sözü” münker bir ifadedir. Aynı şekilde eş-Ş;ı binin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı söz konusu etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sabah namazı müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farzlarının dört rekât olduğunu icma İle kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak amelî olarak ve oldukça yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz. [17]
- Mescid-i Haram’a, Mescidi Nebevî’ye ve Beytü’l-Makdis’e Yolculuk Yapmak
Ezan’a dair açıklamalar -yüce Allah’a hamd olsun- el-Mâide Sûresi’nde (5/58. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ali İmnın Sûre-si’nde (3/97. ayet, 1. başlıkta) ise, yeryüzünde (Allah’a ibadet için) yapılmış ilk mescidin Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksa olduğu geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk yıllık bir süre bulunduğu ise, Ebu Zerr yoluyla gelen hadisten anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın Mescid-İ Aksâ’yı bina edip ona dua etmesi ile ilgili rivayet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu iki hadisin bir arada nasıl aiv taşıtacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha tekrarlamanın bir anlamı yoktur.
Burada, Hz. Peygamberin:
“Üç mescid dışındaki (mescidkre.) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram’a, Benim bu mescidime ve İlyâ mescidine yahut Beytü’l-Makdis’e.”[18] Bu hadisi İmam Malik, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir.
Bu hadiste bu üç mescidin sair mescidlerden daha faziletli olduğuna delil teşkil eden ifadeler vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisine yakın olan mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç nıes-ciddir. Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mes-cidlerde namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar.
İmam Malik ve ilim ehlinden bir topluluk da, düşmana karşı bir serhad karakolunda (ribatıa) ribat yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bulunduğu yerde bu adağını yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, yüce Allah’a bir itaattir.
Ebu’l-Bahterî ise, bu hadisin rivayetinde “el-Cened mescidini” de İlave etmiştir. Ancak bu ifade sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır. [19]
- İsra’nın Hikmeti:
Yüce Allah’ın: “Mescld-i Aksâ’ya” buyruğunda bu mescide “el-Aksâ” niteliğinin veriliş sebebi, onun İle Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır, O gün ziyaret ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. Daha sonra yüce Allah: “Çevresini mübarek kıldığınız” diye onu nitelemektedir. Denildiğine göre bu mübarek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla İdi. Bir diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve sa-lihlerle mübarek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır.
Muâz b. Cebel de Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmekledir: “Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Şam, sen Benim ülkelerimin en seçkinisin. Ve Ben, sana doğru kullarımın en seçkinlerini gönderiyorum. “[20]
“Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu hitabın çeşitlen-dirilmesi[21] kabilindendir. Yüce Allah’ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği hayret verici âyetler ile Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya -bir aylık mesafe olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semaya urucu (yükselişi) -Müslim’in Sahihi’nde ve di gederinde sabit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır.
“Şüphesiz ki O, işitendir, görendir.” Buna dair açıklamalar daha önceden (en-Nisâ, 4/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [22]
- Biz, Musa’ya da kitabı verdik. Ve onu: “Benden başka hiç bir vekil edinmeyin” diye İsrailoğullarına bir hidâyet kıldık.
Yani, Muhammed (sav)’a, mi’raci lütfettiğimiz gibi, Musa’ya da kitabı yani Tevrat’ı vermek suretiyle lütuf ta bulunduk. “Ve onu” yani o kitabı “…bir hidâyet kddık.”
Burada hidâyet kılınanın Hz. Musa olduğu söylendiği gibi, buyruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Kulunu geceleyin götüren de, Musa’ya kitabı veren de münezzehtir. Böylelikle yüce Allah, gaip ifadeden sonra kendi zatı hakkında haber vermek şeklindeki ifadeyi kullanmaktadır.
Şöyle de denilmiştir: Kulunu geceleyin götüren münezzehtir” buyruğu: anlamı: Biz onu geceleyin yürüttük, anlamındadır. Buna, ondan sonra gelen yüce Allah’ın; “Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu buna delildir. O halde: “Biz, Musa’ya da kitabı verdik” buyruğu da bu manaya göre böyle zekredilmiştir.
Edinmeyin diye” buyruğunu Ebû Amı; şeklinde “ya” ile (“edinmesinler diye” anlamında) okumuştur, diğerleri ise “te” ile okumuşlardır. O takdirde (“ya” ile okunması halinde) hitabın çeşitlendirilmesi kabilinden olur.
“Vekil”, Mücahid’den nakledilen görüşe göre ortak anlamındadır. İşlerini üstlenecek kefil diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Ferrâ nakletmektedir. İşlerinde kendisine tevekkül edecekleri bir Rab, diye de açıklanmıştır ve bu açıklamayı ei-Kelbî yapmıştır. ei-Ferra “kâfi” demektir, demiştir.
İfadenin takdiri şöyle olur: “Biz ona kitapta, Benden başka bir vekil edinmeyin diye emrettik.” Takdirin: Edinmemeniz için… anlamında olduğu da söylenmiştir. Vekil işin kendisine havale edildiği, bırakıldığı kimse demektir. [23]
- (Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Şüphesiz o, çok şükreden bir kuldu.
Bu buyruk, nida olmak üzere: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! takdirindedir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış, İbn Ebi Necilı de bu açıklamayı ondan rivayet etmiştir.
Zürriyet (soydan gelen!er)’den kasıt, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine karşı de-lü getirdiği herkestir. Bunlar da, yeryüzünde bulunan bütün insanlardır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. el-Maveıdi de der ki: Bu buyrukla Hz. Musa İle İsrailoğullarından gelen onun kavmi kastedilmektedir. Buyruğun anlamı da; Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Allah’a ortak koşmayınız, şeklindedir.
“Nûh” (a.s) dan söz edilmesi, alaları üzerindeki boğulmaktan kurtulma nimetini onlara hatırlatması içindir. Süfyan’ın Humeyd’den, onun, Mücahidden rivayetine göre, Mücahid -‘zürriyet” kelimesini-: şeklinde “üe” harfi üstün, “ra” ve “ye” harflerini de şeddeli okumuştur. Bu kıraati aynı zamanda Âmir b. el-Vacid, Zeyd b. Sabit’den rivayet etmiştir. Yine Zeyd b. Sabit’den, bu kelimeyi; şeklinde “zel” harfini esreli, “re” harfini de şeddeli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.
Diğer taraftan H2. Nuh’un, Allah’a, nimetlerine karşı çokça şükreden ve hayrı ancak Allah’dan bilen, çok şükredici bir kul olduğunu beyan etmektir. Katade der ki: Hz. Nuh, bir elbise giydiğinde: Bismillah der, onu çıkardığında da: Elhamdülillah derdi. Ma’mer de ondan böyle dediğini rivayet etmiştir. Yine Ma’mer, Mansur’dan, o, İbrahim’den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Nuh’un şükrü şuydu; O, yemek yedi mi, bismillah derdi. Yemek yemeyi bitirdi mi de: Elhamdülillah, derdi.
Selman-ı Farisi dedi ki: (Hz. Nuh’un çok şükreden bir kul olduğunun söz-konusu edilmesi) yemek yedikten sonra yüce Allah’a lıamd etmesi idi. İm-ran b Süleym de der ki: Hz. Nuh’a çok şükreden bir kul denilmesinin sebebi, yemek yedikten sonra, “dilerse hiç şüphesiz beni susuz bırakabilecek olan, ama bununla birlikte bana yemek yediren Allah’a uamd olsun” demesi; bir şey içtikten sonra da: “Dilerse hiç şüphesiz beni aç bırakabilecek olan, bununla birlikte de bana içiren Allah’a lıamd olsun’ bir şey giydiğinde de: “Dilerse hiç şüphesiz beni çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte beni giydiren Allah’a hamd olsun”; ayağına bir şey giydiği vakit de: “Dilerse ayaklarım! çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte de ayağıma giyecek bir şey ihsan eden Allah’a hamd olsun”; def-i hacette bulunduktan sonra ise: “Dile-seydi bunu içimde bırakabilecek olan, bununla birlikte bu rahatsı? edici şeyleri benden çıkartan Allah’a hamd olsun..,” demesi idi,
Âyet-i kerimenin anlatmak istediği şudur: Siz, Nuh’un soyundan gelen kimselersiniz. Nuh İse çok şükreden bir kul idi. Cahil atalanndansa ona uymanız size daha yakışan bir tutumdur.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, Hz. Musa’yı, Nuh’un soyundan kıldığı için o Allah’a çok şükreden bir kuldu. Şöyle de açıklanmıştır: Buradaki “soyundan gelenler” ifadesinin, “edinmeyin” fiilinin ikinci mefulü, “bir vekil” buyruğu ile de çoğulun kastedilmiş olma ihtimali vardır. Bu, her iki kıraate, -yani; Edinmeyin” buyruğunun “ye ve te” ile okunması kıraatlerini kastediyoruz- uygundur. Aynı şekilde yine her iki kıraatte de “soyundan gelenler” ifadesinin yüce Allah’ın: “Vekil” buyruğundan bedel olması mümkündür, çünkü çoğul anlamındadır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler… başka hiç bir vekil edinmeyin.
“Soyundan gelenler” anlamındaki kelimenin, “kastediyorum ve onu övüyorum” anlamındaki tüllerin takdirleri ile nasb edilmesi de mümkündür. Çünkü Araplar, övmek ve yermek kastıyla söyledikleri isimleri nasb edebilirler. “Soyundan gelenler” anlamındaki ifadenin, fiilini “ya” ile okuyanların kıraatine göre, zamirden bedel olarak reP ile okunması da mümkündür.[24] Ancak böyle bir açıklama, bu fiili “te” ile okuyanlara göre güzel olmaz. Çünkü gaib muhatabdan bedel yapılmaz.
Diğer taraftan “soyundan gelenler” anlamındaki kelimenin, her iki okunuşa göre Israiloğullarından bedel olarak cer ile okunması da mümkündür[25]
Yüce Allah’ın: Edinmeyin diye…” buyruğunda yer alan;…me…” ise, “ya” ile okuyanların kıraatine göre cer edatının lıazfi ile nasb mahallindedir ve İfade: Edinmesinler diye Biz onlara hidâyet verdik, takdirinde olur. “Te” ile okuyuşa göre ise, bunun zaid gelmesi ve “söylemek” anlamındaki fiilin de -önceden geçtiği gibi- takdir edilmiş olması da mümkündür. (Biz onlara vekil edinmeyin dedik, anlamına gelir.) Bunun, açıklayıcı (müfessire) ve “yani” anlamında olması ve i’rabta bir mahallinin bulunmaması da mümkündür. Bu durumda; edatı da’nehiy İçin olur ve bu takdirde ifade, haber kipinden nehye geçiş yapmış olur. [26]
- Biz, kitapda İsrailoğullarına şunu hükmettik: “Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz.”
Yüce Allah’ın; “Biz, kitapda İsrailoğullarma şunu hükmettik buyruğun -daki “kitap” lafzım, Said b. Cübeyr ve Ebu’l-Âliye, çoğul olarak; Kitaplarda” diye okumuşlardır. Bununla birlikte bazen tekil lafzı ile çoğul anlamı kastedilebilir. O takdirde her iki kıraatin de anlamı bir olur. Hükmettik” buyruğu, İbn Abbas’ın açıklamasına göre bildirdik, haber verdik demektir. Katade, hükmettik diye açıklamıştır. Çünkü kadâ (hükmetme) nin asıl anlamı, bir şeyi sağlam yapmak (ilıkâm) ve onu bitirmek demektir. Bunun, valıyettik anlamında olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı yüce Allah: İsraİloğuIlarına…” diye buyurmuştur.
Katade’nin açıklamasına göre Üzerine, hakkında” anlamında olur. Yani, Biz, onlar hakkında şunu hükmettik demek olur. İbn Abbas da böyle bir açıklamada bulunmuştur. “Kitap’dan kasıt ise Levh-i Mahfuz’dur.
“Siz, yeryüzünde” yani Şam, Beytü’l-Makdis ve onlara yakın olan yerlerde. “İki defa fesat çıkaracak(siniz)” buyruğundaki; Sîz… fesat çı-karacakCsiniz)” anlamındaki kelimeyi İbn Abbas, Siz… İfsad edileceksiniz” şeklinde, İsa es-Sakafî ise, Siz fesat bulacaksınız” diye okumuşlardır. Her iki -kıraatin anlamı da birbirine yakındır-: Çünkü ifsad olundukları takdirde kendileri de fesad bulurlar. Fesad’tan kasıt ise Tevrat’ın hükümlerine muhalefet etmektir.
“Ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz.” Büyüklük taslayacak, haddi aşacak, azgınlaşacak, ileri gidecek, galip gelecek ve haksızlıklarda bulunacaksınız, demektir. “(JUJj ja_iü ): Fesat çıkaracak ve… büyüklenecek-siniz” anlamındaki fiillerin başına gelen “lâm”, önceden de geçtiği Üzere gizli bir kasemi göstermek üzere gelen “lâm”lardır. [27]
- İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik. Onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi.
“İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince” yani, onların çıkaracakları iki fesattan birincisinin vadesi gelince, “üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik” buyruğunda kastedilenler, Babillilerdir. Birinci seferinde İrmiya’yı yalanlayıp, yaralamaları ve hapse atmaları üzerine bu gönderilenlerin başında Buhtnassar vardı. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
Katade de şöyle demektedir: Üzerlerine Calût gönderildi, o da onları öldürdü. Calût ve kavmi, güçlü olan kimselerdi.
Mücahid de şöyle demiştir: Parslardan bir grup asker, durumlarını tecessüs edip öğrenmek üzere yanlarına geldi. Beraberlerinde Buhtnassar da vardı. Diğer arkadaşları arasından söylediklerini o anladı. Daha sonra, herhangi bir savaş olmaksızın Fars diyarına geri döndüler. İşte bu, ilk seferinde olmuştu. Ve bu sırada evlerin aralanna kadar girmeleri söz konusu olmuştu, fakat savaş olmamıştı. Bunu, el-Kuşeyrî Ebu Nasr nakletmektedir.
el-Mehdevî’nin, Mücahid’den naklctüğine göre ise, Buhtnassar üzerlerine geldi, ama İsrailoğullan onu yenilgiye urattı. Sonra ikinci defa üzerlerine geldi, bu sefer onları öldürdü ve yurtlarını yıkıp tahrip etti. Bunu, İbn Ebi Necih Mücahid’den rivayet etmiş olup, en-Nehhâs da nakletmiş bulunmaktadır.
Muhammed b. İshâk da uzunca naklettiği bir haberde şöyle demektedir: Bozguna uğrayan ve yenilen kişi, Babil hükümdarı Senhârib idi. Senhârib, beraberinde altı yüz bin sancak ile geldi. Her bir sancağın altında yüz bin süvari vardı. Beytü’l-Makdis’in çevresinde ordugâhını kurdu. Yüce Allah, onu bozguna uğrattı ve Senârib ile onun yazıcılarından beş nefer müstesna hepsi öldü. O sırada adı Sıddîka olan, İsrailoğullannın hükümdarı, Senhârib’i ta-kib etmek üzere asker gönderdi ve Senârib beş askeri ile birlikte yakalandı. Bunlardan birisi Buhtnassar idi. Boyunlarına zincirler vuruldu ve yetmiş gün süre üe Beytü’l-Makdis ile Ilya çevresinde onları dolaştırıp durdu. Onların her birisine iki arpa ekmeği veriyordu. Sonra onları serbest bıraktı, onlar da geri döndüler. Yedi yıl sonra Senârib öldü, onun yerine Buhtnassar geçti. İsraİloğullan arasında kötü olaylar artık durdu. Haram şeyleri helal bildi-ler, peygamberleri Şi’ya’y» öldürdüler. Buhtnassar üzerlerine geldi, askerleriyle birlikte Beytü’l-Makdis’e girdi. İsrailoğullnnnı bitirip tüketinceye kadar öldürdü.
tbn Abbas ve İbn Mes’ud dedi ki: İlk fesat, Hz. Zekeıiya’mn öldürülmesi idi. îbn İshak da der ki: Birinci seferki bozgunculukları, Allah’ın peygamberi Şi’ya’yı, ağaç içinde iken öldürmeleridir. Şöyle ki; Hükümdarları Sıddîka ölünce, işlerinin düzeni bozuldu ve hükümdarlık için birbirleriyle yarışa girdiler. Peygamberlerinin sözlerine kulak asmadılar. Yüce Allah, Peygambere: sen, kavmine konuşma yapmak üzere ayağa kalk, Ben de senin vasıtanla onlara vahiy indireceğim, dedi. Yüce Allah’ın ona vahyettikleri bitince, onu öldürmek üzere üzerine yürüdüler. O da onlardan kaçtı. Önünde bir ağaç açı-lıverdi, o da ağacın içine girdi. Şeytan, arkasından yetişip elbisesinin bir tarafını çekiverdi ve o elbise parçasını görmelerini sağladı. Bunlar da bir testere getirerek ağacın ortasına yerleştirdiler. Ağacı testere üe biçtiler, sonunda onû ikiye böldüler. Peygamberleri de ağacın içinde iken kesmiş oldular. İbn İshak’ın naklettiğine göre ilim adamlarından birisi ona şunu haber vermiş: Hz. Zekeriya öldürülmeyip ölmüştü. Öldürülen kişi Şi’yâ peygamberdir.
Said b. Cübeyr de, yüce Allah’ın: “Üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar” buyruğu hakkında şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi, Musul’daki Babil hükümdarı ve Ninovalı Senârib’dir. Bu ise, îbn İshak’ın dediğinden farklıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır
Bir başka görüşe göre burada kastedilen kişiler Amalikalılardır. Bunlar kâfir idiler. Bunu el-Hasen söylemiştir.
Fesat ettiler, kötüîük işlediler, öldürdüler (mealde; girip araştırdılar)” demektir. Aynı şekilde ile fiilleri de bu anlamdadır. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. el-Kutebî’nin görüşü de böyledir. îbn Abbas ise bunu; şeklinde noktasız “ha” ile okumuştur. Ebu Zeyd dedi ki: ile, hep aynı manada olup geceleyin etrafı kuşatmak, baskın yapmak anlamındadır. el-Cevherî de der ki: lafzı, Evlerin aralarına kadar girip araştırdılar” cümlesindeki fiilin mastarıdır. Yani, evlerin aralarına girerek orada ne varsa araştırıp durmaya çalıştılar. Tıpkı bir haber almak, bulmak isteyen kimsenin yaptığı gibi. da aynı anlamdadır. ise, geceleyin ge!en tufan demektir. Ebu Ubeyde’nin görüşü budur.
et-Taberi der ki: Onlar, evlerin aralarını dolaşarak onlan yakalayıp giderken de gelirken de öldürüyorlardı. O, bu açıklamalarıyla dilcilerin konu ile ilgili bütün görüşlerini bîr arada zikretmiş olmaktadır. İbn Abbas der ki: Evler ve meskenler arasında yürüdüler, gidip-geldiler demektir. el-Ferrâ da: Sizi, evleriniz arasında öldürdüler, diye açıklamış ve Hassan’ın şu beyitini nak-letmişîir:
“Muhanuned’in kılıcı ile, (düşman ile) karşılaşıp da
O askerler arasında düşmanları öldüren kişi bizdendir.”
Kutrub da: Bu, indiler, anlamındadır, der ve şu beyiti nakleder:
“Biz, silah zoruyla onların yurtlarına indik.
Ve onların ileri gelenlerini zincire vurarak geri döndük.”
“Bu, yerine getirilmiş bir vaad İdi.” Yani, yerine gelecek ve asla değiştirilmeyecek bir hüküm idi. [28]
- Sonra size, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallarla, oğullarla yardımınıza yetiştik. Sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık.
“Sonra sîze, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik.” Yani siz, tevbe ve itaate yöneldikten sonra sizi onlara karşı üstün bir konuma çıkardık, galip gelmenizi sağladık. Denildiğine göre bu, Hz. Davud’un, Calût’u veya bir başkasını öldürmesiyle olmuştur ki, onların düşmanlarını öldürenin kimliği hususundaki görüş ayrılıklarına göre bu “üstün gelme” izalı edilir.
“Mallarla, oğullarla yardımınıza yetiştik” ve sonunda eski halinize gelmenizi sağladık. “Sayınızı da çoğaltıkça çoğalttık.” Düşmanınızdan daha kalabalık ve daha fazla askere sahip oldunuz.
“Nefir” kelimesi kişinin aşiretinden kendisi ile birlikte savaşa çıkan kimselere denilir. Bunu anlatmak için de “Nefir” ile “Nâfıp” denilir. Kadir ile Kadir kelimeleri gibi kullanılır. Bununla birlikte “nefir” kelimesinin “nerV’in çoğulu olması da mümkündür. Kelîb (in Kelb’in), Maîz (kelimesinin Ma’z’ın), Abîd (kelimesinin Abd’in çoğulu olduğu) gibi. Şair de şöyle demiştir:
“Baba (lan) itibariyle Kahtan (lılar) ne kadar üstündür!
Hîmyerliler de savaşa çıkan kimseler (nefîr) olarak ne de •üstündürler!7′
Buyruğun anlamı şudur: Onlar, bu ilk olaydan soma birbirlerine daha bir katıldılar, daha çok birbirlerinin yardımcısı oldular. Hallerini daha bir düzelttiler. Bu da yüce Allah’ın, itaate dönüşlerine karşılık onlara bir mükâfatı idi. [29]
- Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, kendi (aleyhi)nize. Artık diğerinin vakti gelince kederiniz yüzünüzden belli olsun, Mescid’e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mah-vettlkçe etsinler diye.
“Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz.” İyiliğinizin faydası size ait olacaktır.
“Kötülük ederseniz kendinize” Kendi aleyhinize demektir. Bu, bir kimsenin: Selam sana deyip de; Selâm üzerine” anlamına gelmesi gibidir. Şair de buna benzer olarak şöyle demiştir:
“Ve aonra da elleri ve ağzı üzerine yıkılmış olarak düştü.”
Görüldüğü gibi burada “lam” harfi: “Üzerine” anlamında kullanılmıştır.
et-Taberî şöyle demektedir: Buradaki “lam”; anlamındadır. Yani, Eğer kötülük işlerseniz onadır.” Bu da; kötülük ona döner, demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir.” (cz-Zilzal, 99/5) Burada da “lam” harlı…e, a anlamındadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Amelinin karşılığı ve cezası ona aittir, demektir, el-Hüseyn b. el-Fadl da şöyle demektedir: Onun, kötülükleri bağışlayan bir Rab-bi vardjr.
Diğer taraftan bunun, İşin ilk başında Israiloğullarına yöneltilmiş bir hitap olma ihtimali de vardır. Yani siz, önce kötülük ettiniz, o bakımdan öldürüldünüz, çoluk çocuğunuz esir alındı, yurdunuz tahrib olundu. Sonra iyilikte bulundunuz, o bakımdan tekrar hükmünüz, üstünlüğünüz size geri döndü ve haliniz de düzeldi.
Bu hitabın, Peygamber (sav) dönemindeki israiloğullarına yöneltilmiş olma ihtimali de vardjr: Yani siz, geçmişlerinizin isyanları karşılığında cezayı hak etmiş olduklarını biliyorsunuz. O bakımdan (aynı şeyi yaparsanız) o cezanın bir benzerini siz de beklemelisiniz.
Ya da bu anlamda Kureyş müşriklerine yönelik bir hitap olma ihtimali de vardır. .
“Artık diğerinin” yanı, ikinci fesat çıkartmanızın “vakti gelince…” Bu, onların ikinci defada Hz. Zekeriya’nın oğlu ÎIz. Yahya’yı öldürmeleri sırasında olmuştu. Hz. Yahya’yı, İsrailoğullanndan Lâhet diye bilinen bir hükümdar öldürmüştü. Bu açıklama el-Kutebî’ye attir, et-Taberi ise adının Hircdos olduğunu söylemektedir ki, Tarih’inde bunu zikretmektedir. Bu hükümdarı Hz. Yahya’yı öldürmeye, Ezbil adındaki bir kadın zorlamıştı.
es-Süddî der ki: îsrailoğutlannın, Hz. Zekeriya’nın oğlu Hz. Yahya’ya çok ikramda bulunan ve her hususla onunla istişare eden bir hükümdarları vardı. Bu hükümdar Hz. Yahya ile, bir karısının başka bir kocadan olma kızıyla evlenmek istediği hususunda danışınca, Hz. Yahya bu işi yapmaması gerektiğini söyledi ve ona: Bu kız ile evlenmek sana helal değildir, dedi. Ancak, annesi Yahya (a.s)’a bundan dolayı kinlendi. Bilahare kızına ince ve kır-mızt renkli elbiseler giydirdi. Ona güzel kokular sürdü ve İçki içmekte iken onu hükümdarın yanına gönderdi. Kızına, hükümdara görünmesini ve eğer yanına gelmesini isteyecek olursa, isteğini yerine getirmedikçe ona karşı koymasını telkin etti. Hükümdar, onun bu isteğini kabui etmesi halinde ise, Ze-keriya’nın oğlu Yahya’nın başını altından bir leğende getirmesini istemesini söyledi. Kız, annesinin dediklerini yaptı ve nihayet hükümdar, Hz, Zeke-riya’nın oğlu Hz. Yahya’nın başını getirdi. Aîtın tepsi içerisinde getirilen baş, onun önüne konulduğunda da hâlâ baş: O kız sana helal olmaz, o kız sana heial olmaz, diye konuşuyordu. Sabahı ettiğinde “kan kaynayıp coşuyordu. Üzerine toprak attı, yine kan toprağın üstünde kaynamaya devam etti. Kanın üzerine toprak koydurmaya devam edip durdu ve nihayet bu kanın üzerine konulan toprak şehrin surunun yüksekliğine erişti, yine kaynayıp duruyordu. Bunu es-Sa’lebî ve başkaları nakletmektedir.
Hafız İbn Asâkir de “(Dimaşk) Tarihlinde, el-Hüseyn b. Ali’den şöyle dediğini nakletmektedir: Bu hükümdarlardan birisi ölmüş, geriye hanımını ve kızını bırakmıştı. Onun kaidesi de kırallığını miras almıştı. Kardeşinin hanımı ile evlenmek istedi. Bu hususta Hz. Zekeriya’nın oğlu Hz. Yahya ile danıştı. O dönemde hükümdarlar peygamberlerin emri gereğince uygulama yapıyorlardı. Hz. Yalıya ona: Sen o kadınla evlenme. Çünkü o, bir fahişedir, dedi. Kadın, kendisiyle evlenmekten söz ettiğini, ancak o kimseyi kendisiyle evlenmesinden vazgeçirdiğini anlayınca, bu kanaat sana nereden geldi, diye sordu. Nihayet bu telkinin Hz. Yahya tarafından yapıldığını öğrenince şöyle dedi: Ya Yahya’yı öldürür yahut da hükümdarlıktan vazgeçer. Bunun üzerine kızını süsleyip püsledikten sonra: Herkesin huzurunda amcanın yanına git. O seni görünce seni çağıracak ve seni yanında oturtacak. Sana, dile benden ne dilersen; benden ne istersen mutlaka onu sana vereceğim, diyecek. Bu sözleri sana söyledi mi, sen de ona: Yahya’nın başından başka bir şey istemiyorum, diyeceksin.
(el-Hüseyn b, Ali) devamla dedi ki: Hükümdarlardan herhangi bir kimse ileri gelen kimselerin önünde herhangi bir şey söyleyip de onu yerine getirmeyecek olursa, onun hükümdarlığı elinden alınırdı. Kız, annesinin dediklerini yerine getirdi. O bakımdan, bir taraftan Yahya’yı öldürmek isteğinden dolayı ölür gibi oluyordu, diğer taraftan hükümdarlığından vazgeçmeyi düşünürken de ölür gibi oluyordu. Nihayet, hükümdarlığını tercih ederek onu öldürdü. O ktzın annesi yerin dibine geçti. İbn Cüd’an dedi ki: Ben bunu, İl> nü’l-Müseyyeb’e anlattım. O da bana şöyie dedi: Peki, sana Zekeriya’nın nasıl öldürüldüğünü haber vermedi mi? Ben hayır deyince, şöyle dedi: Zeke-riya da oğlu öldürülünce onlardan kaçıp kurtulmak istedi. Onu takip ettiler. Uzunca gövdeli bir ağacın yanından geçti, ağaç kendisine doğru gelmesini istedi ve rüzgârın savurduğu elbisesinin bir parçası da dışarıda kaldı. Ağaca doğru geldiklerinde, ondan sonra Hz. Zekeriya’nın izini bulamadılar. O elbise parçası dikkatlerini çekince, testere getirilmesini istediler, ağacı biçince, onu da ağaçla birlikte biçmiş oldular.
Derim ki; Taberî’nin “et-Tari,hü’l-Kebîr”mde şöyle denilmektedir: Bana Ebu Said anlattı, dedi ki: Bize Ebu Muaviye, el-A’meş’ten anlattı. O, e!-Min-hâl’den, o, Said b. Cübeyr’den, o, İbn Abbas’tan dedi ki: Meryem oğlu İsa, Zekeriya oğlu Yahya’yı, havarilerden on iki kişi ile birlikte insanlara (dini) öğretmek üzere gönderdi. Bunların yasak olduğunu bildirdikleri şeyler arasında, erkek kardeşin kızı ile evlenmek de vardı. Hükümdarlarının ise, kendisinden hoşlandığı kızkardeşinin bir kızı vardı… dedikten sonra bu haberi bu anlamda olmak üzere nakletti.
İbn Abbas’tan da şöyle dediğini nakletmektedir: Zekeriya oğlu Yahya, insanlara (dini) öğretmek üzere, havarilerden on iki kişi ile birlikte gönderildi. İnsanlara öğrettikleri şeyler arasında kız kardeşin kızı ile evlenmemek de vardı. Hükümdarlarının ise, bu şekilde hoşlandığı bir kız kardeşinin kızı vardı, onunla evlenmek isterdi. Her gün mutlaka yerine getirdiği bir isteği olurdu, Bu kızın annesi, bunların kız kardeşin kızını nikâhlamayı yasakladıklarını haber alınca, kızına şöyle dedi: Hükümdarın yanına girdiğinde, o sana: Bir ihtiyacın var mı, diye soracak olursa sen de, ihtiyacım Zekeriya’nın oğlu Yahya’yı boğazlamandır, diyeceksin. Hükümdar ona: Benden başka bir şey iste deyince, kız: Hayır, senden başka birşey İstemiyorum, dedi. Başka bir istekte bulunmaması üzerine, o da bir leğen getirilmesini istedi. Hz. Yahya’yı da getirtti ve boğazını kesti. Kanından bir damla yere düştü. Bu kan kaynayıp durdu ve yüce Allah üzerlerine Bulıtnassar’ı gönderinceye kadar kaynaması devam etti. Buhtnassar da, içten içe bu kan üzerinde, bu kan duru-luncaya kadar onlardan pek çok kimseyi öldürmeyi kararlaştırdı. Bu kanın üzerinde onlardan yetmiş bin kişi, bir rivayete göre ise yetmiş beş bin kişi öldürdü.
Said b. el-Müseyyeb dedi ki: İşte bu, her bir peygamberin diyetidir. İbn Abbas’tan da şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhammed (sav)’a şunu vahyetti: Ben, Zekeriya oğlu Yahya karşılığında yetmiş bin kişi Öldürdüm. Ben, senin kızının oğlu dolayısıyla da yetmiş bin kişiden aya, yetmiş bin kişi daha öldüreceğim.
Semîr b. Atiye’den de şöyle dediği nakledilmiştir: Beytü’l-Makdis’teki kaya üzerinde yetmiş peygamber öldürülmüştür ki, Yahya b. Zekeriya onlardan birisidir.
Zeyd b. Vâkid’den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Yalıya (a.s)’m başını, Dimaşk mescidini yapmak istedikleri sırada gördüm. Onun başı, doğu tarafından mihraba bitişik kubbenin temellerinden birisinin altında idi. Teni ve saçları hiç değişikliğe uğramaksızın olduğu gibi duruyordu.
Kurre t>. Halid’den de şöyle dediği nakledilmektedir: Sema, Yahya b. Zekeriya ile el-Hüseyn b. Ali dışındaki kimse için ağlamamı ştır. Sema’nın kızıllaşması onun ağia maşıdır.
Süfyan b. Uyeyne’den dedi ki: Âdemoğlunun en çok yalnızlık çekeceği Üç yer vardır: Dünyaya geldiği gün. O, bir üzüntü ve keder yurduna çıkıp gelir. Ölülerle beraber ilk gecesini geçireceği vakit. O, Jıiç benzerlerini görmediği kimselere komşu olur. Bir de öldükten sonra diriltileceği gün. O vakit de benzerini görmediği bir tablo ile karşı karşıya kalacaktır. İşte yüce Allah, Hz. Yahya ile ilgili olarak bu üç yerde de şöyle buyurmaktadır; “Doğduğu günde, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde selâm olsun ona.” (Meryem, 18/15) Bütün bu bilgiler sözü geçen “Tarih*ien nakledilmiştir.
Son defada üzerlerine gönderilen kişinin kim olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Bunun, Buhtnassar olduğu söylenmiştir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr böyle demiş ve başka bir kimseden de söz etmemiştir. es-Süheylî bu sahih değildir, demektedir. Çünkü, Hz. Yahya, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasından sonra öldürülmüştür. Buhtnassar ise, Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun)’dan uzun bir süre önce yaşamıştır. İskender’den de önce yaşamıştır. İskender ile İsa arasında üçyüz yıla yakın bir süre vardır. Ancak burada, ikinci defa ile Hz. Şi’ya’yi öldürmeleri kastedilmiştir.
Buhtnassar o sırada hayatta idi. İşte İsrailoğullarım öldüren, Beytü’l-Makdis’i yıkan, Mısır’a kadar onları takip ederek oradan da çıkartan odur.
es-Sa’lebî der ki: Zekeriya oğlu Yahya’yı öldürdükleri vakit, İsrailoğulîa-nnın üzerine giden Buhtnassar’dır diyen kimseler, hem siyer hem de ahbar bilginlerine göre yanlış söylemiş olur. Çünkü, bunların hepsi de Buhtnassar’ın İsrailoğullan üzerine İrmiya döneminde Şi’ya’yı öldürmeleri üzerine gittiğini icma ile kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İrmiya ve Buhtnassar’ın, Bey-tü’1-Makdis’i tahrip ettiği dönemden, Zekeriya oğlu Yahya’nın (ikisine de selam olsun) doğumuna kadar, 46i yıl geçmiştir. Çiinkü onlar, Beytü’I-Makdis’in yıkılmasından, Kusek (Kiruş, Kuruş) döneminde imar edildiği zamana kadar, yetmiş yıl geçtiğini tesbit etmişlerdir. Mescid’in imar edilişinden, İskender’in Beytü’l-Makdis’i ele geçirdiği tarihe kadar ise 88 yıl geçtiğini kabul ederler. Daha sonra İskender’in hükümdarlığından Yahya’nın doğuşuna kadar da 330 yıl geçtiğini kabul ederler.
Derim ki: Bütün bunları da, et-Taberî, “Tarihlinde -Allalı’in rahmeli üzerine olsun- zikretmektedir. es-Sa’lebî der ki: Bunlar arasında sahih olan, Mu-harnmed b. îshak’ın şu naklettikleridir: Allah, İsa’yı aralarından kaldırıp onların da Yahya’yı -bazıları ise Zekeriya’yı derler- öldürmeleri üzerine AJlah, Babil hükümdarlarından birisini üzerlerine gönderdi. Bu hükümdarın adı Hi-redos İdi. O, Babilliler ile birlikte üzerlerine yürüdü ve Şam’da onlara karşı zafer kazandı. Ordularının kumandanına da şöyle dedi: Eğer Allah bana zafer verip Beytü’l-Makdis’İ elime geçirecek olursam, kanları askerlerimin ara-sjnda akıncaya kadar onları öldürmeye devam edeceğim. Bunun üzerine, bu şekilde kanları akıncaya kadar israiloğullannın öldürülmesini emretti. Başkanları Beytü’l-Makdis’c girdi ve orada kaynamakla bulunan kanlar gördü. Onlara, bu nedir diye sorunca, şu cevabı verdiler: Bu, takdim edip de kabul olunmayan bir kurbanın kanıdır. Seksen yıldır bizden hâlâ kabul edilmedi.
Bu sefer; Hayır bana doğruyu söylemedim* dedi. O kanın üzerine, ileri gelenlerinden 77 kişi öldürdü, Takat kan bir türlü dinmedi. Yetişkin çocuklarından 700 kişi getirip o kanın üzerinde kestirdi, yine kan dinmedi. Bir daha çocuklarından ve eşlerinden 7000 kişi getirilmesini emretti. Onları da o kanın üzerine kestiği halde yine kan dinmedi. Ey İsrailoğullan dedi. Sizden erkek, dişi öldürmedik kimse bırakmazdan önce bana doğruyu söyleyiniz. Bundan dolayı uğradıktan sıkıntıyı görünce, şöyle dediler: Bu, bizden bir peygamberin kanıdır. O, Allah’ı gazaplandıran pek çok işi yapmaktan vazgeçmemizi istiyordu. Biz de onu öldürdük. İşte bu onun kanıdır. Adı da Yahya b. Zekeriya idi. Bir göz kırpacak kadarlık bir süre dahi Allah’a isyan etmediği gibi, bir masiyet işlemeyi de içinden geçilmemişti.
Bu sefer: İşte şimdi bana doğruyu söylediniz dedi, secdeye kapanarak söyle dedi: İşte böyle İşler yaptığınız için sizden intikam alınıyor. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emredip şöyle dedi: Burada, Hiredos’un askerlerinden kim varsa onları dışarı çıkartınız, israiloğullarıyla baş başa kalıp şöyle dedi: Ey Allah’ın Peygamberi, Ey Zekeriya oğlu Yahya! Rabbtm de, Rab-bin de-senden dolayı kavminin başına gelen bu musibeti biliyor. Onlann hepsini yok etmeden önce, Allah’ın izniyle artık kaynaman dursun. Bunun üzerine, yüce Allah’ın izniyle Yahya b. Zekeriya’nın kanı durdu, o da onları öldürmeye son vererek şöyle dedi: Rabbim, gerçekten ben de İsrailoğullannın iman ettiğine iman ettim ve onu tasdik ettim.
Yüce Allah, Peygamberlerin ileri gelenlerinden birisine, bu başkan gerçekten samimi bir mü’mindir, diye vahyetti. Daha sonra bu başkan şöyle dedi: Allah’ın düşmanı Hiredos bana, kanlarınız askerlerinin arasında akıncaya kadar sizden pek çok kimseyi öldürmemi emretti. Ben ona isyan etmem. Bunun üzerine bir hendek kazmalarını ve deve, at, kalır, eşek, inek, koyun gibi her türiü davarlarını getirmelerini emretti. Bunları da, kan askerin bulunduğu yere akıncaya kadar kesti. Arkasından önceden öldürülmüş olanların getirilmesini emretti ve öldürülen davarların üzerlerine atıldılar. Sonra da onları bu halde bırakıp Babil’e geri döndüler. İsrailoğullan, neredeyse tama-miyie yok olup gideceklerdi.
Derim ki: Bu hususta nîsbeten uzun, merfu bir hadis de varid olmuştur ki, bu hadis Huzeyfe yoluyla rivayet edilmiştir ve biz bunu “et-Tezkire” adlı eserimizde Mehdi’nin haberleri İle ilgili bölümlerde kısım kısım kaydettik. Burada da âyetin anlamını açıklayacak ve tefsir edecek bazı bölümleri zikredeceğiz. Ta ki, bununla birlikte ek bir açıklamaya ihtiyaç kalmasın.
Huzeyfe dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü, dedim. Beytü’l-Makdis, Allah nezdin-de büyük, kadri kıymeti oldukça yüksektir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “O, en üstün ve değerli evlerdendir. Allah onu, Davud b. Süleyman (ikisine de selâm olsun) için altın, gümüş, inci, yakut ve zümrütten bina ettirmiştir,” Şöyle ki: Davud oğlu Süleyman (a.s) onu bina edince yüce Allah, cinleri ona müsahhar kıidı. Cinler de ona maden yataklarından altın ve gümüş getirdiler. Mücevheratı yakut ve zümrütü getirdiler. Yine yüce Allah ona, bu çeşitli maden ve taşlardan, Beyti bina edinceye kadar cinleri ona müsahhar kıldı. Huzeyfe dedi ki: Ben, ey Allah’ın Rasulü dedim. Peki, bu (değerli) eşya Beytü’l-Makdis’ten nasıl alindi? Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “İsrailoğul-ları, Allah’a asi olup peygamberleri öldürünce Allah da üzerlerine, Mecusi-lerden olan Buhtnassar’ı musallat etti. O, yedi yüz yıl hükümdarlık etmişti. İşte yüce Allah’ın: “İşte o ikincisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi” buyruğu bunu anlatmaktadır. Beytü’l-Makdis’e girdiler. Erkekleri Öldürüp, kadınları ve çocukları esir aldıiar. Kıymetli mallan ve Beytü’l-Makdis’te bulunan bütün bu çeşitli şeyleri toplayıp aldılar ve yüz yetmiş bin arabaya yükleyerek bunları taşıdılar. Sonunda Babil topraklarına götürüp bunları bıraktılar, Babil topraklarında İs-railoğullarını hizmetlerinde kullandılar, alçatmışlaroiarak, ceza ve ibretli eziyetler ile onları mülkiyetlerinde tuttular. Bu yüz yıl devam etti.
Daha sonra yüce Allah, onlara merhamet buyurarak, Fars krallarından birisine, Babil’deki Mecusîlerin üzerine yürümesini ve İsrailoğullanndan ellerinde bulunanları kurtarmasını ilham etti, o hükümdar da, bunların üzerlerine yürüdü, Babil topraklarına girdi. İsıailoğullarından geri kalan kimseleri, Mecusîlerin ellerinden kurtardığı gibi, Beytü’l-Makdİs’e ait bulunan süs eşyalarının da kurtarılmasını sağladı ve Allah bu eşyaları Ük seferinde olduğu gibi oraya geri döndürdü ve onlara şöyle dedi: Ey İsrailoğulları! Tekrar ma-siyetlere dönecek olursanız, biz de tekrar sizleri esir almaya ve öldürmeye avdet ederiz. Yüce Allah’ın; “Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz. Eğer dönerseniz, biz de döneriz” (İsrâ, 17/8) buyruğu işte buna işaret etmektedir. İsraİloğullan, Beytü’l-Makdis’e geri döndüklerinde yine masiyet-iere döndüler. Allah da üzerlerine Rum hükümdan Kayser’î musallat etti. Yüce Allah’ın: “Artık diğerinin vakti gelince, kederiniz yüzünüzden belli olsun; Mescide ili: defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe mahvetsinler diye” buyruğu da bunu anlatmaktadır. Karada ve denizde onların üzerine hücum etti. Kadınlarını ve çocuklarını esir aldı. Onları öldürüp mallarını ve kadınlarını aldı. Beytü’1-Mak-dis’de ne kadar süs eşyası varsa hepsini alarak yüz yetmiş bin arabaya yükledi ve nihayet bunları Altın Kilİsesi’ne bıraktı. İşte bunlar, şimdi oradadırlar. el-Mehdî, bunİan oradan geri alıp Beytü’l-Makdîs’e geri götürünceye kadar orda kalacaktır. Bu mal ise, bin yediyüz gemi yüküdür. Bu gemüer, Yafa limanında demirleyecektir. Ve oradan Beytü’l-Makdis’e nakledilecek ve Allah, orada öncekileri de, sonrakileri de bir araya getirecektir…” diye hadisin geri kalan bölümlerini nakletmektedir.'[30]
“Artık diğerinin” iki kerenin, ikincisinin “vakti gelince” buyruğundaki (‘il.) edetanın cevabı hazfedümiştir ki, bunun takdiri de: “Onları gönderdik” şeklindedir. Buna daha önce geçen: “Üzerinize… gönderdik” ifadesi delil teşkil etmektedir.
“Kederiniz yüzünüzden belli olsun.” Çoluk çocuğunuzun esir alınması ve öldürülmeniz sebebiyle, kederinizin, üzüntünüzün etkileri yüzlerinizde belli olsun diye, dernektir. Buna göre; Belli olsun” fiili, hazfedilmiş bir müteallaka taalluk etmektedir. Kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlayacak işleri sizlere yapacak kullar gönderdik, anlamındadır. Burada “yüfc-ter’den kastın, ileri gelenler olduğu da söylenmiştir. Yani o ileri gelenleri zelil etsinler, alçaltsınlar diye.
el-Kisaî, bu kelimeyi: Kederinizin yüzünüzden belli olmasını sağlayayım” anlamında “nun” iie ve “hemze”yi üstün olarak okumuştur. Bu da yüce Allah’ın, kendi zatından ta’zim ile haber veren bir fiildir. Daha önce geçen: “Hükmettik, gönderdik, üstünlük verdik” fiillerini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur. Ali’den de buna yakın bir rivayet nakledilmiştir. Bunu da Ubeyy’in, Mutlaka belli olmasını sağlayalım” anlamındaki “nun” ve te’kid harfi ile okuyuşu doğrulamaktadır. Ebu Bekr, el-A’meş, İbn Vessâb, Hamza ve İbn Âmir ise, şeklinde “ya” ile tekil ve hemzesini de üstün olarak okumuşlardır ki, bunu da iki türlü açıklamak mümkündür. Birincisine göre, Allah, kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlasın diye anlamında, ikincisi ise, o vaad, sizin yüzünüzden kederin okunmasına sebep olsun diye, şeklinde olur. Diğerleri ise, şeklinde “ya” ile ve “hemze”yi de çoğul olmak üzere ötreii okumuşlardır. Yani, üzerinize göndereceğimiz güçlü, kuvvetli kullarımız, kederinizin yüzlerinizden okunmasını sağlasınlar diye…
“Mescid’e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da, ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe etsinler diye” buyruğundaki; Ocrşeyi yıksınlar, mahvetsinler” demektir. Kutrub da yıksınlar diye açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:
“İnsanlar ancak iki türlü amel ederler. Amel edenlerin birisi Bina ettiğini tahrip edip yıkar, diğeri ise yükseltir.”
“Üstünlük sağlayıp ele geçirdikleri” yani, topraklarınızdan ellerine geçirip galip oldukları “her şeyi mahvettikçe etsinler diye.” [31]
- Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.
“Rabbinizin size merhamet etmesi umulur” buyruğu, kendi kitaplarında kendilerine verilen haberlerdendir. Umulur” buyruğu, yüce Allah’tan onların sıkıntılarını gidereceğine dair bir vaaddir. Yüce Allah bu ifadeyle vaadde bulunduğu vakit, onu gerçekleştireceği anlamındadır. “Size merhamet etmesi.” Sizden intikam almasından sonra size merhamet etmesi “umulur.” Nitekim böyle olmuştur. Al lalı, sayılarını artırmış ve onlardan hükümdarlar var etmiştir.
“Eğer dönerseniz Biz de döneriz.” Onlar da gerçekten döndüler, Allah da üzerlerine Muhammed (sav)’ı gönderdi. İşte onlar küçülmüşler olarak cizyeyi Ödemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Ancak bu, bundan önce hadiste ve başka rivayetlerde geçen görüşlere muhaliftir, el-Ku-şeyrî der ki: Kâfirler eliyle îsrailoğullan iki defa cezalandırıldı, müslümanlar eliyle de bir defa cezalandırıldı. Bu ise onların tekrar fıska dönmeleri üzerine Allah’ın da azab ile onlara dönmesi sonucu olmuştur. Buna göre, Kata-de’nin yaptığı açıklama doğru bir açıklama olarak ortaya çıkmaktadır.
“Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık” buyruğundaki: Kelimesi, hapis demek olan; den gelmektedir. el-Cevherî der ki: Aleyhine olmak üzere daraltıp sıkıştırdı ve etrafını kuşattı” demektir. Dar ve cimri” anlamındadır. Yine bu kelime, hasır anlamına da kullanıldığı gibi, böğür anlamına da gelir. el-Esmaî der ki: At ve develerin böğür tarafında enine doğru görülen bir damar ile ondan yu-kari doğru böğrün bitim yerine kadar olan yerdir. Yine bu kelime, hükümdar anlamına da gelir. Çünkü hükümdar, başkasının görebileceği bir yerde bulunmayıp perde arkasında bulunur. Şair Lebid de der ki:
“Ve boyun kısımları oldukça kaim bir takım güğümler ki, Sanki anlar hükümdar kapısının yanı başın da ayakta duran cinleri andırmaktadırlar,”
Bu beyit,
“Ve yerlerini almış kaim enaeli kimseler ki…”
Şeklinde de rivayet edilmekte olup, Kalın enseli” kelimesi; Yerlerini almış kimseler”den bedel olmak üzere de rivayet edilmiştir ki, sanki; nice boynu kaim kimseler var ki… demiş gibidir. Ebu Ubey-de’den ise:
“Hasırın yanıbaşmda ayakta duruyorlar…”
Şeklinde de rivayet edilmiştir. Yani, en-Nu’man b. Munzir’in, sevdiği hasırın yanıbaşında duruyorlardı, anlamında olur. Bu keiime aynı zamanda hapishane, zindan manasına da gelir. Yüce Allah da: Öyle ya. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık” diye buyurmaktadır. el-Kuşeyrî der ki: Yere serilen şeye de “hasır (hasır)” denilir. Çünkü dokuma esnasında biri diğerini hasretmekte (sıkıştırmakta) dır.
el-Hasen der ki: Cehennemi kâfirlere bir döşek ve bir yatak kıldık, anlamındadır. O, bu açıklamasında hasîr’in, serilen sergi demek olduğu kanaatini benimsemiştir. Çünkü Araplar, küçük sergiye hasır derler. es-Sa’lebî der ki: Bu da güzel bir açıklamadır. [32]
- Gerçekten bu Kur’ân, en doğru olana iletir ve salih amellerde bulunan mü’minlere kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat olduğunu da müjdeler;
- Âhİrete İman etmeyenlere de, şüphesiz pek acıklı bir azap hazırlamış olduğumuzu da.
“Gerçekten bu Kur’ân, en doğru olana iletir.” Yüce Allah, Miracı söz konusu ettikten sonra, İsraİloğullan ile ilgili hükmünü söz konusu etti. Bu ise, Muhammed (sav)’ın peygamberliğine delâlettir. Daha sonra, yüce Allah’ın onun üzerine indirdiği Kitabın hidâyet bulmaya sebep olduğunu da beyan etmektedir. “En doğru olan “dan kasıt ise, en mutedil, en doğru ve eğri büyrülükten en uzak olan yol demektir. O halde;…an” hazfedilmiş bir mevsuf un sıfatıdır. En doğru olan yola, demektir. ez-Zeccâc der ki: Hallerin en doğrusu olan hale iletir, demektir ki, bu da Allah’a ve peygamberlerine iman etmektir. el-Kelbî ve el-Ferrâ da böyle demişlerdir.
“Saüh amellerde bulunan mü’minlere…” Buna dair açıklamalar, daha önceden (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır.
“… Kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat” yani cennet “olduğunu da müjdeler. Âhirete iman etmeyenlere de” yani, onların düşmanlarına da ceza olduğu müjdesini verir.
Kur!ân-ı Kerim’in büyük bir bölümü vaad ve tehditlerden ibarettir. Ham-za ve e!-Kisaî; şeklinde şeddesiz, “ya” harfi üstün, “şin” harfi de öt-reli olarak okumuşlardır ki, (yine “müjdeler” anlamındadır) önceden de söz konusu edilmiş İdi. (Bk. Âli İmran, 3/39- âyet). [33]
- İnsan, hayra dua ediyormuş gibi şerre de dua eder. İnsan, çok acelecidir.
“İnsan hayra dua ediyormuş gibi” Rabbİne, kendisine afiyet ihsan etmesi için dua etmesi gibi, ‘şerre de dua eder.” İbn Abbas ve başkalarının dediklerine göre bu, kişinin kendisi ve çocuklan hakkında dadanıp sıkıldığı esnada, kabul olunmasını arzulamadığı şekilde, Allah’ım onu heiâk et ve benzeri ifadelerle beddua etmesidir. Şayet Allah, o kimsenin kendisi hakkında yaptığı bedduayı kabul edecek olursa, o kişinin helak olması gerekirdi. Ancak, yüce Allah lütfuyla bu konuda onun bedduasını kabul etmez. Bu buyruğun bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: “Eğer Allah insanlara hayrı çabukça istedikleri gibi şerri de çabucak veriver şeydi…” (Yunus, 10/11)
Denildiğine göre bu âyet-i kerime en-Nadr b. el-Hâris hakkında inmiştir. O; dua eder ve bu arada şöyle derdi: “Allah’ım, eğer bu Senin tarafından gelmiş bir hak ise Sen, üzerimize semadan taş yağdır, yahut bize can yakıcı bir azab gönder.” (el-Enfal, 8/32)
Şöyle de denilmiştir. Kasıt, bir kimsenin mubah olan bir şeyi isterken dua ettiği gibi, yasak olan bir şeyi istemek için dua etmesidir. Şair İbn Cami’ de şöyle demektedir:
“Tavaf edenler arasında ben de Beyt’i tavaf ediyorum
Ve elbisemin yere sürünen eteklerini de yukarı çekerek
Geceleyin sabaha kadar secde ediyorum
Ve o indirilmiş muhkem (Kur’ân) dan okuyorum.
Yusufun kederini gideren olur ki,
Bana da o mahmili (hevdeci) içinde bulunan kadını müsahhar kılar diye.”
Âyet-i kerimedeki İnsan… dua eder” buyruğunun hem lafzında hem de hatta “vav” hazfedilmekle birlikte, mana itibariyle hazf edilmemiştir. Çünkü bu ref mahallindedir. Burada “vav”in hazfediliş sebebi, ondan sonra sakin bir ‘İâm”ın gelmesidir.
Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: Biz de Ze-banileri çağınveririz.”(el-Alak, 96/18); Allah, bâtılı mahveder.” (eş-Şûrâ, 42/24); Allah, mü’minlere… verecektir.” (en^Nisa, 4/146); Nida edenin… sesleneceği” (Raf, 50/41); Uyarılar ise fayda vermiyor.” (el-Kamer, 54/5)
“İnsan pek acelecidir.” Acelecilik onun karakteridir. O bakımdan, hayrı isterken acelecilik yaptığı gibi, şerri isterken de acelecilik yapmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bununla yüce Allah, Âdem (a.s)a ruhu tamamiy-le yerleştirmeden önce kalkmak istemesine işaret etmektedir.
Seiman der ki: Yüce Allah’ın, Âdem’den ilk yarattığı şey, onun başıdır. Yüce Allah, onun bedenin sair bölümlerini yaratırken, o bakıp duruyordu. İkindi vaktinde ayakları onlara ruh üflenmemiş halde kalmıştı. Bu sefer: Rabbim, gece olmadan acele buyur, dedi. Yüce Allah’ın; “İnsan pek acelecidir” buyruğu buna işaret etmektedir. İbn Abbas da der ki: Ona üflenen ruh göbeğine ulaşınca, bedenine bakmaya başladı ve kalkmak istedi, ancak güç yetireme-di. Eşte Allah’ın; “İnsan pek acelecidir” buyruğu buna işaret etmektedir.
İbn Mes’ud da şöyle demektedir; “Ruh, Âdem’in gözlerine girince, cennet meyvelerine bakmaya başladı, Karnına gelince canı yemek istedi. Ruh ayaklarına ulaşmadan acele edip cennet meyvelerine kavuşmak için yerinden kalkmak istedi. İşte yüce Allah’ın: “İnsan aceleden yaratılmıştır” (el-Enbiya, 21/37) buyruğu bunu anlatmaktadır. Bunu da el-Beyhakî zikretmiştir.
Müslim’in Sahih’inde Enes b. Malik’ten rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah, Âdem’e cennette suret verince, onu Allah dilediği kadar bir süre öylece bıraktı. İblis onun etrafında dolaşır ve ona; nedir diye bakıyordu. Onun karnının boş olduğunu görünce, böylelikle kendisine hakim olamayacak bir yaratık olarak halk edileceğini anladı.” [34] Bu hadis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.
Şö’yle de açıklanmıştır: Peygamber (sav) Hz. Sevde’ye bir esir teslim etmişti. Bu kişi geceleyin inlemeye başladı. Ona, durumunu sorunca: Ben, şu bağın oldukça sıkı olmasından ve esir düşmekten dolayı İnliyorum, dedi. Hz. Şevde, kollan üzerindeki bağı biraz gevşetti. Uykuya daldıktan sonra esir kaçtı. Durumu Peygamber (sav)’a bildirince o da: “Hay Allah senin ellerini koparsın” diye beddua etti. Sabah olduğunda bu bedduanın gerçekleşmesini umuyordu.
Peygamber (sav) da şöyle buyurdu: ;’Ben, yüce Allah’tan, aile halkımdan hak etmeyen kimselere yaptığım bedduayı bir rahmet kumasını istedim. Çünkü ben de bir beşerim. Sair insanların gazap ettiği gibi gazap ederim.” Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunu, ei-Kuşeyri Ebu Nasr -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir.
Müslim’in Sahih’inde de Ebu Hureyre’den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Rasûlullah (sav.)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah’ım, Muhamnıed de ancak bir beşerdir. O da sair insanların gazap ettiği gibi gazap eder. Ben, Senin nezdinde asla caymayacağın bir ahid almış bulunuyorum. Herhangi bir mü’mine (haksız yere) eziyet eder, yahut hakaret eder veya sopa vuracak olursam onu Sen o kimseye bir keffaret ve kıyamet gününde kendisi sebebiyle Sana yakınlaşma vesilesi kıl”[35]
Bu hususta Hz. Âişe ve Hz. Cabir’den de hadisler rivayet edilmiştir.
“İnsan pek acelecidir” buyruğunun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, az da olsa âcil olanı, çok dahi olsa sonradan verilecek olana tercih eder. [36]
- Biz, gece ile gündüzü İki âyet kıldık. Gece âyetini sildik, gündüz âyetini de gösterici kıldık. Rabbinizden bir lütuf arayasınız, günlerin sayısını ve hesabı bilesiniz. İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık.
“Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık.” Vahdaniyetimize, varlığımıza, ilim ve’kudretimizin kemaline iki alâmet kıldık. Her ikisinin de âyet olma özelliği şuradadır: Onların her birisi bilinmeyen bir yerden gelmekte, yine bilinmeyen bir yere gitmektedir. Birisi eksilirken diğeri artmakta ve bunun aksi olmaktadır, işte bu{nlar) da bir(er) âyettir. Aynı şekilde gündüzün aydınlık olması, gecenin karanlık olması da böyledir. Buna dair açıklamalar daha önceden, (el-Bakara, 2/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
“Gece âyetini sildik.” Yüce Allah, burada “geceyi sildik” diye buyurma-maktadır. Ayeti geceye ve gündüze izafe etmesi, sözü geçen iki âyetin onlar hakkında söz konusu olduğunu, bizatihi kendilerinin olmadığını göstermektedir. “Sildik” görünmez kıldık, demektir.
Haberde yer aldığına göre yüce Allah, Cebrail (a.s)’a emretti, o da kanadını ayın yüzünden geçiri verdi. Böylelikle ayın ışığı sönmüş oldu. Halbuki ay daha önce ışık saçıcı olma özelliği ile güneşi andırıyordu. Ayda görülen siyahlık işte bu silmenin bir etkisidir.[37]
İbn Abbas da şöyle demektedir: Allah, güneşi yetmiş cüz, ayı da yetmiş cüz kılmıştır. Ayın nurundan altmış dokuz cüzü sildi ve bunları güneşin ışığına kattı. O bakımdan güneş, yüz otuz dokuz cüz, ay ise bir cüz aydınlığa sahiptir. Yine ondan nakledildiğine göre: Allah, arşının nurundan iki güneş yarattı. Ezeli ilminde güneş olarak yaratacağını takdir buyurduğu ismi; dünya ve onun doğulan iie batıları arasındaki uzaklık kadar yarattı. Ayı da güneşten küçük yarattı. Cebrail (a.s)’ı gönderdi, o da kanadını ayın üzerinden üç defa geçirdi. Ay da o gün bir güneş idi. Onun aydınlığı giderildi, geriye nuru kaldı. İşte ayda görmekte olduğunuz siyahlık bu silmenin bir izidir. Eğer, ayı da güneş olarak bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemezdi.
Ondan gelen birinci rivayeti es-Sa’lebî, ikincisini ise ei-Mehdevî naklet-miştir, ileride merfu bir rivayet olarak gelecektir.
Ali (r.a) ile Katade şöyle demişlerdir: Yüce Allah, “silmek” ile ayda bulunan siyah beneği kastetmektedir. Böylelikle ayın ışığının, güneşin ışığından daha az olması ve bu suretle de gecenin gündüzden ayrılması sağlanmış oldu.
uGündü2 âyetini de gösterici kıldık.” Yani, Biz onun güneşini, etrafın görünmesi için aydınlatıcı kıldık. Ebu Amr b. el-Alâ da, onun aydınlığında görülmektedir, diye açıklamıştır. el-Kisaî der ki: Bu, Arapların gündüz aydınlanıp artık görülebilecek bir hale geldiğinde, “( jl+Jlj^uf ): Gündüz gördü (gösterdi)” şeklindeki tabirlerinden gelmektedir.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu, Arapların bir kimsenin arkadaşları pis ve murdar kimseler olduğu takdirde, demelerini andırmaktadır. Yine binekleri zayıf olan bir adama da; demeleri de bu kabildendir, tşte, gündüzün insanlar ve sair yaratıkiar görebiliyor iseler, gündüze de “gösterici (görücü)” denilmektedir.
-Katibinizden bir lütuf arayasınız” buyruğu ile geçiminizi sağlamak için tasarrufta bulunmayı kastetmekledir, Geceleyin sükûn bulmayı söz konusu etmeyişi ise, gündüz hakkında söz konusu edilenlerle yetinmesi dolayısıy-ladır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Geceyi, içinde dinlenmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan O’dur.” (Yunus, 10/67)
“Yılların sayısını ve hesabı bilesiniz.” Eğer Allah bunu yapmamış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemeyecek, hesap ve sayı bilinemeyecekti.
“İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık.” Teklif ile ilgili hükümleri hep açıkladık. Bu da Allah’ın: “Her şeyi açıklayan” (en-Nah\, 16/89); “Biz, o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (el-En’âm, 6/38) buyruklarına benzer.
İbn Abbas’tan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, yaratıklarını halk edip, yaratıklarından geriye Âdem’den başkası kalmayınca, arşının nurundan bir güneş ve bir ay yarattı. Her ikisi birlikte iki güneş İdi. Allah’ın ezeli ilminde güneşi güneş olarak bırakması takdir edilmiş olanı Allah, dünya gibi, onun doğulan ve batıları arasındaki kadar yarattı. Al-lah’m ilminde ay olarak yaratacağı takdir edilmiş olanı da Allah, büyüklük itibariyle güneşten daha küçük yarattı. Ancak, onun küçük oluşu, semanın fazla yüksekliği ve yerden çokça uzaklığından dolayıdır. Şayet yüce Allah, güneşi ve ayı ilk yarattığı gibi bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemeyecekti.
Ücretle çalışan hiç bir kimse ne zamana kadar çalışacağını, oruç tutan bir kimse, ne zamana kadar oruç tutacağını, iddet bekleyen bir kadın nasıl id-det bekleyeceğini bilemeyecekti. Aynı şekilde namaz ve hac vakitleri de bilinemeyecekti. Borçların vadelerinin ne zaman geldiği, ne zaman tohum saçacaklarını ve ekin ekeceklerini, ne zaman bedenlerini rahatlatmak için dinlenmeye çekileceklerini bilmeyeceklerdi. Adeta, Allah kullarına -ki O, kendilerine kendi nefislerinden daha çok merhamet edendir- rahmet nazarıyla baktı da Cebrail’i gönderdi. O da kanadını üç defa ayın yüzü üzerinden geçirdi. O gün ay bir güneş idi. Bu vesile ile ayın ışığı söndürüldü ve geriye aydınlığı (nuru) kaldı. İşte yüce Allah’ın: “Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık” buyruğu bunu anlatmaktadır.”[38]
- Her İnsanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık. Kıyamet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız.
- “Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi hesaplayıcı olarak kendin yetersin.”
Yüce Allah’ın: “Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık” buyruğu ile İlgili olarak, ez-Zeccâc şöyle dernekledir: Burada ”boyurTun söz konusu edilmesi, gerdanlığın boyundan ayrılmadığı gibi, (amelin de) ayrılmayacağını anlatmak için kullanılan bir tabir oluşundandır.
ibn Abbas der ki: Amelini” kelimesi, kişinin ameli ve hakkında takdir olunan hayır ve şen kabilinden işlerdir. Nerede otursa olsun, bu ameli ondan ayrılmaz. Mukatil ve el-Kelbî derler ki:*Kişinin hayrı da şerri de kendisiyle birliktedir. Amelinden dolayı hesaba çekilinceye kadar ameli ondan ayrılmayacaktır.
Mücahid de der ki: Bundan kasıl, kişinin ameli ve rızkıdır. Yine ondan nakledilen bir rivayete göre, her doğan kişinin boynunda bir yaprak (sahile) vardır. Ve o yaprakta bahtiyar mı olduğu, bedbaht mı olduğu yazılıdır.
cl-Hasen der ki: “Amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık”
buyruğundan maksat; onun bedbahtlığı, bahtiyarlığı, hakkında yazılmış bulunan hayır İle şer, hakkında tesbit edilmiş takdiı-i ilahidir ki, ezelde bunlar paylaştırıldtğı vakil, payına düşenlerin ondan ayrılmayacağı tespit edilmiştir.
Bir diğer açıklamaya göre, bununla yüce Allah, kulun mükellefiyetini kast etmiştir. Yani Biz ona, şeriata bağlı kalmayı takdir ettik. Eğer o, emrolundu-ğu işi yapmak ister ve yapmaması islenen şeylerden de uzak kalmak isterse, bu da onun için imkân dahilinde olan bir şeydir.
“Kıyamet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız.” Bununla, boynunda yazılı bulunan ve ondan ayrılmayacak şekildeki amel kitabı kastedilmektedir, el-Hasen ve libu Recâ, Mücahid, İnsanın amelini” ifadesini “elif’siz olarak; İnsanın uğurunu” diye okumuşlardır. Şu haberdeki bu kelime de bu anlamdadır:
Allah’ım, Senin hayrından başka bir hayır, Senin uğurundan başka bir uğur yoktur, Senden başka Rabb da yoktur.”[39]
ibn Abbas, el-Hasen, Mücahid, İbn Muhaysın, Ebu Cafer ve Yakub ise, (“çıkarırız* anlamındaki kelimeyi) “ya” harfi üstün, “ra” harlı ötreli olmak üzere; Çıkar” diye okumuşlardır ki bu, boynundaki ameli ona karşı bir kitap halinde çıkar, anlamındadır. Buna göre; Bir kitap” kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Boynundaki ameli çıkar ve bir kitap oluverir.
Yahya b. Vessâb ise, “ya” harfini ötreli, “ra” harfini esreli; Çıkarır” diye okumuştur. Bu kıraat, Mücahid’den de rivayet edilmiştir ki, Allah çıkarır, demek olur.
Şeybe, Muharnrned b. cs-Semeyka’ ve aynı zamanda Ebu Cafer’den de gelen rivayet ise, “ya” harfi ötreli, “ra” harfi üstün olmak üzere, meçhul fiil halinde; şeklinde ve “boynundaki ameli ona bir kitap olarak çıkartılır” anlamında okumuşlardır. Diğerleri İse, “nûn” harfi ötreli, “ra” hadi t’sreli; Çıkarırız” şeklinde okumuşlardır.
Ebû Amr bu kıraatin lehine, Ayrılmayacak şekilde doladık” buyruğunu delil göstermiştir.
Ebu Cafer, e!-Hasen ve İbn Amr, “karşısında bulacağı” anlamındaki kelimeyi, “ya” harfi ötreli, “lam” üstün, “kut” harfi de şeddeli olmak üzere; Kendisine verileceği1′ anlamında okumuşlardır. Diğerleri ise, “ya” harfi üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki, yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap… anlamındadır.
Yüce Allah’ın: “Yayılmış bir halde” diye buyurması, iyilik ile müjdenin çabuklaştırılması, kötülük dolayısıyla da azarlamanın çabuklaştırılması içindir. Ebu’s-Sevvâr el-Adevî: “Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık” âyetini okuduktan sonra şunları söylemekledir: Bu sahifeler iki defa açık tutulur ve bir defa da katlı bulunur. Ey Âdemoğlu, sen hayatta bulunduğun sürece, açılmış olan sahifene istediğin şeyi yazdır. Öldükten sonra bu sahife dürülür ve nihayet diriltileceğin vakit de bu sahife açılır.
“Oku kitabını!” el-Hasen der ki: Kişi ümmî olsun, olmasın kendi kitabını bizzat okuyacaktır.
“Kendine karşı İyi hesaplayıcı olarak” kendini iyi bir hesaba çeken olarak “kendin yetersin.” Salihlerden birisi şöyle demektedir: İste bu senin kitabın, dilin onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun sahi-leleri, kendi Halaza meleklerine yazdıran sensin. Ona hiç bir şey eklenmediği gibi, hiç bir şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip inkâr edecek olursan, bu sefer bizzat senin kendinden senin aleyhine o hususta şahit olunacaktır.[40]
15- Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir râsul göndermedikçe azab ediciler değiliz.
“Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur.” Yani, herkes kendi nefsinden dolayı hesaba çekilir. Başkasından dolayı hesaba çekilmeyecektir, Buna bağlı olarak hidâyet bulan kimsenin hidâyetinin mükâfatı kendisinindir. Sapan kimsenin küfür ve İnkârının cezası da onun aleyhinedir.
“Hiç bir yük taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez” buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce el-En’âm Süresi’nde (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Abbas der ki: Âyet-i kerime, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. O, Mekkelilere şöyle demişti: Bana uyun, Muhammed’i inkâr edin. Ben de sizin günahlarınızı yükleneyim. Bunun üzerine bu âyeti kerime indi. Yani el-Vclid, sizin günahlarınızı laşıyamayacaktır. Bilakis, her bir kimsenin günahı kendi aleyhine olacaktır.
(Günah anlamındaki “vizr” kelimesinin kullanımı ile ilgili olarak) şöyle denilir: Günah kazandı, kazanır” demektir. Esasen “vizı” kelimesi ağır gelen, ağır yük demek olup, bunun çoğulu “evzâr” şeklinde gelir. “Günahlarını sırtlarına yüklenerek…” (el-En’âm, 6/31) buyruğunda da aynı şekilde kullanılmıştır ki, günahlarının ağır yükleri anlamındadır.
Yük taşıdı” anlamında kullanılır ki, ismi faili, “vâzir” şeklinde gelir. Sultanın, devlet idaresinin ağır yüklerini taşıyan yardımcısına da “vezîr” denilmesi buradan gelmektedir. “Vâzir”in sonundaki “te” harfi nefisten kinayedir. Yani, günahkâr hiçbir nefis, bir başkasının günahı dolayısıyla sorumlu tutulmayacaktır. O kadar kî anne, kıyamet gününde evladı ile karşılaşacak ve şöyle diyecektir: Oğulcuğum, benim bağrım senin yatağın değil miydi, benim göğsüm senin için bir su kaynağı değil miydi, karnım senin için bir kab değil miydi? O, evet öyleydi anneciğim, diyecektir. Annesi de: Oğlum, işte gerçekten günahlarım bana çok ağır gelmektedir. Haydi, benim yerime bir günah olsun yükleniver. O, beni bırak anacığım, çünkü bugün ben kendi günahlarımla uğraşmaktayım, senin günahlarını caşıyacak durumum yok, diye cevap verecek. [41]
Geride Bıraktıklarının Ağlaması Dolayısıyla Ölünün Azab Görmesi Söz konusu mudur?
Âişe (r.anha), bu âyet-i kerimeden hareketle, İbn Ömer’in: “Ölen kişi, yakınlarının ağlaması dolayısıyla azaba uğratılır”[42] şeklindeki kanaatini reddetmiştir. İlim adamları derler ki: Hz. Âİşe’yi bu kanaati reddetmeye iten husus, onun bu konudaki hadisi duymamış olması ve bu iddianın âyet-i kerime ile tearuz halinde olduğunu görmesidir. Ancak, Hz. Âişe’nin bunu reddetmesinin bir sebebi yoktur. Çünkü bu anlamdaki rivayet pek çok yoldan gelmiştir. Hz. Ömer, onun oğlu, Muğire b. Şu’be, Kayle bint Mahreme gibi. Bunlar rivayeti kesin ve açık ifadelerle nakletmektedirler. O bakımdan bunların bu rivayetleri dolayısıyla hatalı olduklarını söylemenin haklı bîr gerekçesi yoktur. Diğer taraftan, âyet-i kerime ile hadîs-i şerif arasında herhangi bîr zıtlık da söz konusu değildir. Çünkü hadis-i şerifin sözünü ettiği bu durumlar, ağlayıp ağıt yakmanın, ölenin vasiyeti, adet ve uygulamasından olması halinde söz konusudur. Nitekim cahiliye dönemi insanları böyle yapmaktaydı. O kadar ki, Tarafe şöyle demiştir:
“Ölecek olursam, layık olduğum şekilde benim için ağıt yak
Ve ölümüm dolayısıyla elbisenin yakalarını parçala ey Mabed’in kızı!”
Bir başka şair de şöyle demektedir:
“Ve bir seneye kadar (her gün benim için ağlamaya devanı edin) sonra selâmın adı üzerinize olsun (selam olsun sizlere). Zaten tam bir yıl ağlayıp duran artık (ondan sonra ağlama3a) mazurdur,”
Buhârî de bu kanaattedir. İlim ehlinden bir gurup da -ki, Dâvûd (ez-Zâ-lıirî) da bunlardandır- hadisin zahirinin bildirdiğine inanmakta ve ölünün, yakınlarının ağıt yakmaları dolayısıyla azap gördüğünü kabul etmektedir. Çünkü o, ölümünden önce bu işi yapmamalarını söylemeyi ve bu hususta onlara gerekli şekilde te’dipde bulunmayı ilıma! etmiştir Bu sebepten, bu konudaki kusurlu davranışmdan ve yüce Allah’ın: “O ateşten nefislerinizi ve ailelerinizi koruyunuz” (et-Tahrim, 66/6) buyruğu gereği Allah’ın kendisine emrettiği şeyi terk ettiğinden dolayı azab görecektir. Başkasının günahından dolayı değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
“Biz, bir rasûl göndermedikçe azab ediciler değiliz.” Yani Biz, insanları başıboş bırakmadık. Aksine peygamberler gönderdik. Bu buyruk -akıl bir şeyin çirkin ve güzel olduğuna hükmedebilir, mubah ve yasak olduğu hükmünü verebilir diyen Mu’tezile’nin kanaatlerinin aksine- ahkâmın ancak şeriat ile sabit olduğuna delildir. el-Bakara Sûresi’nde (2/29. âyet, 2. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk dünyadaki azab ile ilgilidir. Yani, yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp korkutmadan önce o ümmeti heîâk etmez.
Bir kesim ise bunun hem dünya, hem âhiret hakkında umumî olduğunu kabul etmekte ve buna yüce Allah’ın şu buyruğunu gerekçe olarak göstermektedirler: “İçine her bir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi, diye sorarlar? Onlar: Evet, gerçekten bize uyarıp korkutan geldi, derler.”(el-Mülk, 67/8-9)
İbn Atiyye der ki: İlgili buyruklar üzerinde düşünmenin neticesinde varılan kanaat şu ki: Yüce Allah, Âdem (a.s)’ı tevhid ile gönderip inanç esaslarını evlatları arasında yayması, mutlak yaratıcının varlığına delil teşkil eden delilleri de ortaya koyması, ayrıca, her bir kimsenin iman etmesini ve Allah’ın şeriatına tabi olmasını gerektiren şekil, fıtratların kötülüklerden uzak bulunması; herkesin belli bir imana sahip olmasını ve Allah’ın şeriati-ne uymasını gerektirmektedir, Daha sonra aynı husus, kâfirlerin suda boğulmasından sonra Nuh (a.s) zamanında da yenilendi. Bu âyet-i kerimenin lafızları aynı zamanda kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler hakkında da benzeri bir kanaatin söz konusu olması gerektiğini İhtimal olarak ifade etmektedir. Kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler, bazı ilim ehlinin varlığını kabul ettiği “fetret dönemi” insanlarıdır. Şanı yüce Allah’ın, kıyamet gününde onlara, delilere ve çocuklara peygamber göndereceğine dair gelen rivayet ise, sahih olmayan bir hadistir. Ayrıca şeriatın âhiretin teklif yurdu olmadığına dair verileri de böyle bir şey olmamasını gerektirmektedir.
el-Mehdevî der ki: Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, yüce Allah, kıyamet gününde fetret ehline, sağır ve dilsizlere bir peygamber gönderecektir. Ve bunlar arasından dünya hayatında o peygambere itaat etmesini isteyen kimseler de itaat edecektir, demiş ve bu âyel-i kerimeyi okumuştur. Bunu Ma’mer, îbn Tavus’dan, o, babasından, o, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiş, eniNehhâs da bunu zekretmişlir.
Derim ki: Bu rivayet mevkuftur. İleride yüce Allah’ın izniyle Tâ-Hâ Sûre-si’nin sonlarında merfu okrak gelecektir, ama sahih değildir.
Bir takını kimseler şunu delil göstermişlerdir: İssız adalarda bulunan insanlar, islâm’ı işitip iman edecek olurlarsa, geçmiş dönemler hakkında onlar için teklif söz konusu değildir. Bu doğru bir iddiadır. Davetin kendisine ulaşmadığı bir kimse, aklî bakımdan azaba müstelıak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [43]
- Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşılarına emrederiz de arada fâsıklık ederler. Artık üzerlerine söz hak olur. Biz de onu kökünden yıkar, helak ederiz.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç baslık halinde sunacağız: [44]
- Allah’ın Helak Etmedeki Sünneti:
Bundan önceki âyet-i kerimede yüce Allah, peygamberler göndermeden herhangi bir ülkeyi helak etmeyeceğini haber vermektedir. Buna sebep ise, öyle bir şey yapacak olursa bunun O’nun için çirkin ve güzel olmayacağından dolayı değil, ama bu O’nun bir va’didir ve O’nun vadinden cayması söz-konusu değildir.
Eğer yüce Allah, va’dini gerçekleştirdiği halde bir ülkeyi helak etmek isteyecek olursa, oranın nimet ve refahtan şımarmış olan elebaşılarına emir verir, onlar da orada fâsıklık ve zulüm yaparlar. O bakımdan o ülke aleyhine yıkılıp helak edilmesine dair ilâhî buyruk hak olur.
Böylelikle, yüce Allah, helak olan kimsenin kendi İradesiyle helak olduğunu bize bildirmektedir. Bununla birlikte sebepleri yaratan ve bu sebepleri gayelerine doğru sürükleyen O’dur. Tâ ki, yüce Allah’ın ezelî buyruğu yerini bulup gerçekleşsin diye. [45]
- İlahî Emirlere İtaat ve Helak Oluş:
Yüce Allah’ın: Emrederiz” buyruğunu Ebu Osman en-Nehdî, Ebu Recâ, Ebu’l-Âliye, er-Rabi’, Mücahid ve el-Hasen, “mim” harfini şeddeli olarak; Amirlik makamına getiririz, yönetici yaparız” diye okumuşlardır. Bu, Ali (r.a)’ın da kıraatidir ki, onların kötülerini onlara musallat eder, yönetici kılarız. Onlar da o ülkede İsyan ederler. İşte onlar bunu yaptılar mı, Biz de onları helak ederiz, demektir. Ebu Osman en-Nehdî der ki: Bu kelimenin “mim” harfinin şeddeli okunması, Biz onları yetki ve otorite sahibi emirler yaparız, anlamına gelir. İbn Aziz de bu açıklamayı yapmıştır. Çünkü; Onlara musallat oldu, yetki ve otoriteyle onları yönetti” demektir.
Yine el-Hasen, Katade, Ebu Hayve eş-Şa’mî, Yakub ve Harice de, Nafi’ ile Hammad b. Seleme’den, o, İbn Kesir, Ali ve İbn Abbas’dan -ikisinden (Nafi ve Hammad’dan) farklı rivayetler ile- şeklinde “elif” harfini medli ve şed-desiz olarak okumuş olduklarını rivayet etmişlerdir. Bu da; onların zorbalarını ve amirlerini çoğalttık demektir ki, bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.
Ebu Ubeyde der ki: şeklinde med ile ve; şeklinde medsiz olarak; onu çoğlaüım anlamında İki ayrı şivedir.
Hadis-i şerifte geçen: En hayırlı mal çok yavru yapan bir kısrak, yahut da yolun iki kenarında dizilmiş aşılı hurma ağaçlarıdır”[46] ifadeleri de bu kabildendir.
İbn Aziz de böyle demiştin Medli okuyuş da medsiz okuyuş da aynı anlamda olup, ikisi de çoğalttık demektir.
Yine el-Hasen ve Yahya b. Ya’mer’den, şeklinde medsiz ve “mim” harfini esreli olarak okudukları da rivayet edilmiştir. Bu okuyuş İbn Abbas’dan da rivayet edilmiştir. Katade ve el-Hasen derler ki: Onları çoğalttık demektir. Buna yakın bir açıklama Ebu Zeyd ve Ebu Ubeyde tarafından da nakledilmiştir. Ancak, el-Kisaî bunu kabul etmeyerek şöyle demektedir: Çokluğu anlatmak için ancak medli olan şekil kullanılır. Bunun aslı; şeklinde olup, “hernze”ler hafifletilmiş (ve med yapılmış) dır. Bunu da el-Melıdevî nakletmektedir.
es-Sıhah’ta da şöyle denilmektedir: Ebu’l-Hasen dedi ki: Onun malı çoğaldı” anlamındadır. O kişiler çoğaldılar” demek olur. Şair de şöyle demiştir:
“Onlar çok kalabalık kimselerdir. O bakımdan ataları az kimselerin payını miras almazlar.”
şeklinde med ile, Allah onun malını çoğalttı, anlamındadır, es-Sa’lebi der ki: Pek çok olan bir şeye de; denilir. Bundan gelen fiil kullanılarak: O kavim çoğaldılar, çoğalırlar” denilir. İbn Mes’ud der ki: Cahİliye döneminde biz, sayıca çoğalan bir kabileye: Filan oğullarının sayısı kala b alık la ştı, çoğaldı, derdik. Şair Lebid de şöyle demektedir:
“Her hür bir kadının evladı olanların âkibeti
Azalmaktır. İsterse sayılmayacak kadar çok olsunlar.
Eğer yükselirlerse düşerler (ölürler) ve bir gün çoğalacak olurlarsa
Sonunda helak olurlar, kötülükle karşı karşıya kalırlar.”
Derim ki: Sahih bir hadis olan, Herakliyus hadisinde de şöyle denilmektedir: Andolsun ki, Ebu Kebşe oğlunun (Rasûlullah’ı kastediyor) işi alabildiğine büyümüş (çoğalıp yayılmış) bulunuyor. Gerçek şu ki, Asfar oğullan (Bizanslılar) hükümdarı bile ondan korkmaktadır. “[47]
Ancak bütün buradaki fiiller müteaddi değildir. el-K.isaî’nin, bu anlamda kullanılışı kabul etmeyişi de bundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
el-Mehdevî der ki: okuyuşu da bir şiveye uygundur. Bunun teaddi etmesi ise şöyle açıklanır: Bu fiil “imar etmek” fiiline benzemektedir. Çünkü çokluk, imara en yakın olan bir fiildir, O bakımdan: “İmar etti” fiili nasıl teaddi ettiyse onu da böylece müteaddi kabul ederler.
Diğerleri ise bu fiili emr’den geien bir kelime olarak; Emrederiz” şeklinde okumuşlardır. Yani Biz, onların ileri sürecek bir mazeretleri kalmamak üzere uyarmak, korkulmak ve tehdit olmak üzere onlara itaati emrederiz “de orada fasıldık ederler.” Bize isyan ederek itaatin dışına çıkarlar. “Artık üzerlerine söz” İbn Abbas’tan nakledilen açıklamaya göre azab tehdidi “hak olur” icabeder.
Bu şekildeki okuyuşun, Biz onları âmirler kıldık, anlamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü araplar, “emir veren âmir ve kendisine emir verilmeyen kişi” anlamında;derler. Buyruğun, biz oranın müstekbir olanlarını göndeririz anlamında olduğu da söylenmiştir. Harun dedi ki: Bu, Ubey’in de kıraatidir. Nitekim o şöyle okumuştur: Oranın günahkârlarının büyüklerini göndeririz de orada faşıklık ederler.” Bunu el-Ma-verdî nakletmektedir.
en-Nehhâs da şöyle der: Harun, Ubey’in kıraatinin şöyle olduğunu söylemektedir: BİZ, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, orada günahkârlarının büyüklerini (.ileri gelenlerini, büyüklük taslayalanlannı) göndeririz, onlar da orada hilakârlık yaparlar, artık üzerlerine söz hak olur.”
Bununla beraber ‘in, “çoğaltırız” anlamında olması da mümkündür. Önceden de geçtiği üzere -Hz. Peygamber’in: En hayırlı mal, çokça nesil veren kısraktır” buyruğu da buradan gelmektedir. Bazılarına göre; hadisteki; ifadesi yine aynı hadiste geçen; Aşılanmış” kelimesine lafzan tabi ohnak için kullanılmıştır. Sabah gidenler, akşam gelenler” deyimi ile hadis-î şerifteki;
Sizler, ecir kazanmamış ve günah kazanmış olarak geri dönünüz.”[48] hadisine benzemektedir. Buna göre, ifadesinin, Allah onları çoğalttı, anlamında olduğu söylenemez. Bunun yerine; Allah onu çoğalttı” denilir. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim, genelin kıraatini tercih etmişlerdir. Ebu Ubeyd de şöyle demektedir: Bizim bu kıraati tercih edişimizin sebebi, bu kelimenin üç manası olan, emretmek, amirlik ve çokluk manalarının aynı anda bir arada ifade edilmesinden dolayıdır.
“Mütref”, nimetlere gark olmuş kimseler demektir. Emrin bunlara verildiğinin özellikle sözkonusu edilmesinin sebebi ise, diğerlerinin onlara tabi olmasından dolayıdır. [49]
- Helak Oluş:
Yüce Allah’ın: “Biz de onu kökünden yıkar helak ederiz” buyruğunda, böyle bir ülkeyi kökünden helak edeceğini bildirmektedir. Aynı fiil kökünden mastarın getirilmesi ise, onların başına gelecek azabı mübalağa yoluyla ifade etmek İçindir.
Peygamber (sav)’ın hanımı Zeyneb bint Cahş (r.anha) yoluyla gelen sahih hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) bir gün dehşete kapılmış ve yüzü kızarmış halde dışarı çıkarken: “Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur. Gerçekten yaklaşmış olan bîr kötülükten dolayı vay Araplann haline! Bugün Ye’cuc ile Me’cuc şeddinden şunun gibi bir gedik açıldı” deyip baş parmağı iie onun yanındaki (şehadet) parmağını halka yapıp gösterdi, Hz. Zeyneb dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, peki aramızda salih kimseler de bulunduğu halde helak edilir miyiz, dedim. Şöyle buyurdu: “Evet, kötülük çoğalacak olursa.[50]
Bu husustaki açıklamalar ile masiyetler baş gösterip bunlara karşı çıkılarak değiştirilmeyecek olurlarsa, herkesin toptan helakine sebep olacağına dair açıklamalar, daha önceden (cl-Entâl, 8/25. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [51]
17.Nuh’tan sonra nice nesilleri helak etik.Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar ve görücü olması yeter.
Nuh’tan sonra nice nesilleri helak ettik. Yani, nice kavimler küfre sapmış ve helak olmuş gitmişlerdir.Bu buyrukla yüce Allah, Mekke kafirlerini korkutmaktadır. El-en’am Suresi’nin baş taraflarında (6/6) Karn (nesil)’a dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, yüce Allah’a hamd olsun.
“Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar” onları bilen “ve görücü” amellerini gören “olması yeter.” Buna dair açıklamalar da daha önce (el-Bakara, 2/96. ayetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır.[52]
- Kim bu çabuk geçeni İsterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz. Sonra da onu cehenneme koyarız. O burayı, kınanmış ve kovulmuş olarak boylar.
- Kim de mü’min olarak âhireti diler ve bunun için gereği gibi çalışırsa, işte onların çalışmaları makbul olur.
“Kim, bu çabuk geçeni…” yani, dünyayı… Çabuk geçen yurdu… demek olup, sıfat zikredilerek mevsuf kastedilmiştir- “isterse, Biz de burada istediğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz.” Yani, Biz ancak dilediğimiz kadarını ona veririz, sonra da ameli dolayısıyla sorgularız. Akibeti ise, “kınanmış ve kovulmuş olarak” yani Allah’ın rahmetinden uzaklaştır]İmiş olarak ateşe girmek o]ur.
İşte bu fasık, riyakâr, yüze karşı övücülerin niteliğine dairdir. Bunlar, islâm ve itaat kılığına bürünürler. Ama bundan maksatları, çabucak geçen bu dünyada acilen ele geçirecekleri ganimet ve başka şeylere nail olabilmektir. Onların bu maksatla yaptıkları amelleri alıirette kabul olunmayacaktır ve dünya da onlara ancak kendileri için kısmet olarak ayrılmış olan şeyicr verilir. Daha önce Hud Sûresi’nde, bu âyet-i kerimenin oradaki mutlak âyetleri kayıtladığını açıklamış bulunuyoruz. Buna dikkat edilmelidir.
“Kimde mü’min olarak…” Çünkü itaatler ancak mü’min kişi tarafından yapılırsa makbuldür; “âhlretl diler™ âhiret yurdunu ister “ve bunun için gereği gibi çalışırsa.” Yani, âhirette ecrini almak için itaatlerde bulunursa, “işte onların çalışmaları makbul olur.” Onların bu amelleri geri çevrilmez. Kat kat mükâfatlandırılır, diye de açıklanmıştır. Yani, onların yaptıkları iyilikler on kat fazlasıyla, yetmiş kat, hatta yedi yüz kat, hatta pek çok kat fazJasiy-la.mükâfatlandırılır. Nitekim Ebu Hııreyre’den rivayet edilen hadiste de böyle denilmektedir. Ona: Sen. Rasûlullah (sav)’ın: “Muhakkak Allah bir tek ha-seneye karşı bir milyon basene İle mükâfat verir” dediğini duydun mu diye sorulduğunda o, şöyle demiştir: Ben onu şöyle buyururken dinledim: “Muhakkak Allah, bir tek haseneye karşılık iki milyon hasene ile mükâfat verir,”[53]
- Herbirine, onlara da bunlara da Rabbİnİn nimetinden ardarda veririz. Rabbînin bağışı ahkonmuş değildir.
- Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret, dereceleri itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.
- Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.
“Herbirine, onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden ardarda veririz.” Yüce Allah, mü’minleri de kâfirleri de rızıklandırdığmı bildirmektedir.
“Rabbinin bağışı akkonmuş” engellenmiş, hapsedilmiş “değildir.” Buradaki “alikonmuş” anlamındaki; kelimesi; Alıkoydu , engelledi, alıkoyar, engeller” den gelmektedir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ‘Onların kimini kiminden” rızık ve amel bakımından “nasıl üstün kıldığımıza bir bak.” O bakımdan kimisi çokça amel etmekte, kimisi az amel etmektedir. “Elbette âhiret” mü’minler için “dereceleri itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.” Kâfire, dünyada bir sefer genişlik verilecek olsa ve mü’mine dünyada yine aynı şekilde bir sefer daraltılacak olursa âhiret, amelleri dolayısıyla yalnız bir defa pay edilir. Artık âhirette birşeyleri etden kaçıran kimse bir daha onu ele geçirip telafi edemez. Yüce Allah’ın: “Allah ile beraber başka bir ilâh edinme” buyruğunda hitap, Peygamber (sav)’a olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Hitabın, cins olarak insana yönelik olduğu da söylenmiştir.
“Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış” yardımcısı, dostu bulunmayan bir halde terkedilmiş “olursun.” [54]
- Kabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya iyi davranın. Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse sakın onlara öf deme. Onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.
- Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: “Rabbinı, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et!”
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız: [55]
- Allah’ın Hükmü ve “Kadâ” Kelimesinin Anlamları:
“Rabbin şunları hükmetti.” Yani, bağlayıcı ve vacip olmak üzere emretti. İbn Abbas, el-Hasen ve Katade şöyle demişlerdir: Bu hüküm, kazaî bir hüküm değil; emir vermek anlamındaki bir hükümdür.
îbn Mes’ud’un Mushafında ise Tavsiye etti…” şeklindedir. Bu, aynı zamanda İbn Mes’ud’un arkadaşlarının da, İbn Abbas, Ali ve diğerlerinin de kıraatidir. Ubey b. Ka’b’ın nezdinde de böyledir. İbn Abbas der ki: Bu buyruk aslında; Ve Rabbin şunları tavsiye etti” şeklinde olup, iki vav’dan birisi (diğerine) bitiştiğinden dolayı Rabbin şunları hükmetti” diye okunmuştur. Çünkü eğer bu Allah’ın takdiri anlamında bir hükmü olsaydı, hiç bir kimsenin Allah’a asi olmaması gerekirdi. ed-Dahhâk da der ki: Mushaf in yazılışı esnasında “vav” ile “sad” birbirine karışarak; Vasiyet etti” kelimesi; Hükmetti” şeklinde tashif (hat itibariyle yakın kelimelerde benzer harflerden birini diğerinin yanına yazmak! olmuştur.
Ebu Hatim İbn Abbas’tan ed-Dahhâk’ın görüşüne benzer bir söz nakletmektedir. Meymun b. Mehran’ın şöyle dediği nakledilmektedir: Hiç şüphesiz İbn Abbas’ın bu görüşü, bir nur ve bir aydınlığa sahiptir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyetti-ğimizi… size de şeriat yaptı.” (eş-Şura, 42/13) Diğer taraftan Ebu Hatim, İbn Abbas’ın böyle bir sözü söylemiş olduğunu kabul etmemekte ve şöyle demektedir: Biz bu görüşü kabul edecek olursak, zındıklar elimizdeki musha-fa dil uzatırlar. Diğer taraftan dil bilgini ilim adamlarımız ve başkaları da şöyle demektedir: “Kaza (hüküm vermek) sözlükte bir kaç anlamda kullanılır: Birisi emretmek anlamındadır. Yüce Allah’ın: “Rabbin şunları hükmetti (emretti): Kendisinden başkasına ibadet etmeyin” buyruğunda hükmetmek, emir vermek anlamındadır. Bir diğer anlamı yaratmaktır. Yüce Allah’ın: “Böylece onları yedi gök olmak üzere yarattı.” (Fussilet, 41/12) Görüldüğü gibi burada “kaza” kelimesi, halketti, yarattı, anlamındadır. Bir diğer anlamı hükmetmek, hüküm vermek anlamındadır. Yüce Allah’ın: “İstediğin hükmü ver.”(Tâ-Hâ, 20/72) Yani, ne hükmedeceksen et, demektir. Yine bu kelime, işi bitirmek anlammdadEr. Yüce Allah’ın: “İşte hakkında sorduğunuz iş olup bitmiştir” (Yusuf, 12/41) buyruğunda olduğu gibi. Yani bu işiniz (böylece) olup bitmiştir, demektir. Yüce Allah’ın: “Menâsikinizi bitirince” (el-Bakara, 2/200.) buyruğu ile: “Namaz bittiğinde” (el-Cuma, 62/10) buyruğu da böyledir. İrade etmek, dilemek anlamında da kullanılır. Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Bir işe hükmedince, ona yalnızca ol der, o da oluverir.” (Ali-İmran, 3/47) Ahid anlamında da kullanılır. Yüce Allah’ın: “Biz, Musa’ya o buyruğu vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin” (el-Kasas, 28/44) buyruklarında olduğu gibi.
“Kaza” kelimesinin bütün bu anlamlara gelme ihtimali olduğuna göre, ma-siyetlerin Allah’ın kazası (hükmü) ile olduğunu söylemek caiz olmaz. Çünkü şayet bu kelime ile “emretmek” kastedilecek olursa, böyle bir şeyin kabul olunmayacağında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü’yüce Allah masiyetlerin işlenmesini emretmiş değildir. Çünkü O, fahşâyı (kötülükleri, hayasızlığı) emr etmez.
Zekertya b. Sellâm dedi ki: Bir kişi, el-Hasen’e gelerek, hanımını üç talak ile boşadığını söyledi. Ona: Sen, hem Rabbine asi oldun, hem de hanımın senden bâin talâk ile boş oldu, dedi. Adam: Allah bunu benim hakkımda böylece hükmetmiştir (kaza etmiştir) deyince, fasüı bîr kişi olan el-Hasen ona şöyle dedi: Hayır, Allah böyle bir şeyi hükmetmiş (kaza etmiş) değildir. Yani Allah bunu emretmemiştir, diyerek şu: “Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin…” âyetini okudu. [56]
- Anne Babaya İyi Davranmanın Önemi:
Şanı yüce Allah kullarına, kendisine ibadet edip kendisini tevhid etmelerini emretmiş, anne ve babaya İyilikte bulunmayı da bununla birlikte zikretmiştir. Tıpkı onlara şükretmeyİ kendi yüce zatına şükretmekle birlikte zikrettiği gibi. O hem: “Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyi davranın” diye, hem de: “Bana ve ana-baba-na şükret. Dönüş yalnız Banadır” (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır.
Sahih’-i Buhârî’de, Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediği nakledilmektedir Peygamber (sav)’a: Aziz ve celil olan Allah’ın en sevdiği amel hangisidir, diye sordum, o: “Vaktinde kılınan namazdır” diye buyurdu. Sonra hangisidir, diye sordum, “Anne-babaya iyilik yapmaktır” diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir diye sordum, o da: “Allah yolunda cihaddır” dedi.[57]
Böylelikle Peygamber (sav), anne-babaya iyilik yapmanın, İslâm’ın en büyük direklerinden birisi olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi olduğunu haber vermekte ve bunu tertip ve mühlet anlamını veren “sümme; sonra” ile sıralamış bulunmaktadır. [58]
- Anne-Baba’ya Sövülmesine Sebep Teşkil Etmemek, Onlara Kötü Davranmamak:
Anne-babanın sövülmesine sebep olmamak, onlara kötü davranmamak anne-babaya iyilik yapmak ve iyi davranmak çerçevesi içerisindedir. Çünkü bunların aksini yapmanın büyük günahlardan olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu husustaki sabit sünnet de böylece varid olmuştur. Nitekim Müslim’in Sahih’inde Abdullah b. Amr’dan rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Kişinin anne babasına sövmesi büyük günahlardandır.” Ey Allah’ın Ra-sûlü, hiç bir kimse anne babasına söver mi? diye sormaları üzerine o şöyle buyurdu: “Evet, bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. Başkasının annesine söver, o da onun annesine söver.”[59]
- Anne-Baha’nın Caiz olan Taleplerine Muhalefet Etmemek:
Anne-babanın, caiz olan istek ve maksatlannda muhalefet etmek anne babaya kötü davranma çerçevesindedir. Nitekim onların maksatlarına uygun hareket etmek de onlara iyilikte bulunmaktır, Buna göre anne-baba yahut onlardan herhangi birisi çocuklarına, kendilerine itaat edilmesi vacip olan bir işi emredecek olursa ve eğer bu emir masiyeti gerektirmiyor İse, o emr olunan husus aslı itibariyle mubah kabilinden olsa bile, onlara itaat etmek vacip olur. Mendup kabilinden olması halinde de durum böyledir. Bazı kimselerin kanaatine göre ise, onların mubah emirleri, çocuk hakkında o emrin mendup olmasını gerektirir. Mendubu emretmeleri ise, o emrin mendupîu-ğundaki tekidi daha bir artırır. [60]
- Ebeveynin İsteklerine İtaate Bir Örnek:
Tirmizî, İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet eder: Nikâhım altında sevdiğim bir kadın vardı. Babam İse ondan hoşlanmıyordu. Bana, onu boşamamı emrettiği halde ben kabul etmedim. Durumu Peygamber (sav)’a açınca o şöyle buyurdu: “Ey Ömer’in oğlu Abdullah! Hanımını boşa.” (Tirmizi) dedi ki: Bu kasen, sahih bir hadistir.[61]
- Anne İle Babanın Hakları Arasında Bir Karşılaştırma:
Sahih’in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Bir adam, Peygamber (sav)’a gelerek şöyle sordu: Benim güzel sohbet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en layık kimdir? Peygamber: “Annendir” diye buyurdu. Sonra kimdir, diye sorunca, Hz. Peygamber; “Sonra yine annendir” diye buyurdu. Adam: Sonra kimdir, diye sorunca, Hz. Peygamber yine: “Sonra yine annendir” diye buyurdu. Adam, sonra kimdir diye sorunca, bu sefer Hz. Peygamber: “Sonra babandır” diye buyurdu.[62]
İşte bu hadis-i şerif, anneyi sevip ona şefkat göstermenin baba sevgisinin Üç misli olması gerektiğine delildir. Çünkü Peygamber (sav) anneyi üç defa, babayı da dördüncüsünde yalnızca bir defa söz konusu etmiştir. Şimdi bu husus bu şekilde anlaşıldığı gibi, esasen vakıa da buna tanıklık etmektedir. Şöyle ki: Hamileliğin zorluğu, doğumun zorluğu, süt emzirme ve terbiye zorluğu yalnızca annenin çektiği zorluklardır. Babanın bu zorluklarla bir İlgisi yoktur. İşte bu üç aşamada babanın herhangi bir katkısı bulunmamaktadır,
Malik’ten de rivayet edildiğine göre, adamın birisi ona şöyle demiş: Benim babam Sudan’da bulunuyor. Bana, yanıma gel diye mektup yazdı. Annem ise benim gitmemi engelliyor. Bu sefer İmam Malik: Babana itaat et, annene de asi olma, dedi.
Malik’in bu sözlerinden, onun her ikisine de itaat edilmesinin eşit olduğu kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır.
el-Leys (b. Sa’d)’a da bu mesele hakkında sorulunca, o da anneye itaati emretmiş ve annenin ebeveyne gösterilecek itaat ve iyi davranışın Üçte ikisi miktarda sahip oluduğunu ileri sürmüştür. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadis ise annenin, ebeveyne gösterilmesi gereken itaat ve iyiliğin dörtte üçüne sahip olduğuna delildir. Ve bu, bu konuda muhalif kanaate sahip olanlara karşı da bir delildir. el-Muhasibi “Kitabu’r Riâye”de ebeveyne gösterilmesi gereken iyilik ve itaatin, dörtte üçünün annenin hakkı, dörtte birinin de babanın hakkı olduğu hususunda İlim adamları arasında hiç bir görüş ayrılığı bulunmadığını iddia etmektedir. Bu, Ebu Hureyre (r.a) yoluyla rivayet edilen hadisin muktezasına göre ileri sürülmüş bir görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [63]
- Anne ve Baba Kâfir İseler:
Anne babaya iyi davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine, anne-baba kâfir iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri ahidleri var ise, iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı… Allah size yasaklamaz.” Cel-Mümtehine, 60/8)
Buhârî’nin Sahilı’inde de Esma (r.anba)’dan şöyle dediği nakledilmektedir: Kureyşliler, Peygamber (sav) ile antlaşma yaptıkları sırada banş süresi içerisinde annem, babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben, Peygamber (sav)’a durumu sorup şöyle dedim: Annem benim ona iyilikte bulunmam ümidi ile yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi? O: “Hvet, ona iyilikte bulun, onu gözet” diye buyurdu.[64]
Yine Hz. Esma’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) döneminde annem, benim kendisine iyilik yapmam ümidiyle yanıma geldi. Ben, Peygamber (sav)’a; Ona iyilikte bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mı? diye sordum. O: “Evet” diye buyurdu.[65]
İbn Uyeyne dedi ki: Aziz ve celil olan Allah da onun hakkında: “Sizinle din hususunda savaşmamış… olanlara adaletli davranmanıza Allak size yasaklamaz” (el-Mümtahine, 60/8) buyruğunu indirdi.[66] Birincisi muallaktır, ikincisi ise müsneddir.[67]
- Cihad İçin Anne-Babanın İzni:
Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına -eğer cihad farz-ı ayn değilse- onların iznini almadan cihad etmemek de vardır. Sahih’te, Abdullah b. Amr’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adam, Peygamber (sav)’m yanına gelerek, cihad etmek için ondan izin istedi. Hz. Peygamber: “Annen baban hayatta mıdır?” diye sordu. O, evet deyince Hz. Peygamber: “Sen onlar hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et.” diye buyurdu. Bu, Müslim’in lafzıdır.[68]
Sahih’in dışındaki hadis kitaplarında da şöyle demektedir: Evet, ve onları ben ağlıyor bırakıp geldim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Git, onları ağ-latüğın gibi güldür.”[69] Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: “Senin, annen baban ile birlikte onların (yanlarındaki) yatakta uyuman, onların seninle gülüşüp seninle oynaşmaları, senin için benimle cihad etmenden daha faziletlidir.” Bunu da İbn Huveyzimendad nakletmektedir.[70]
Buhârî bu hadisi “Birrü’l-Valideyn” (Anne-Babaya İyi Davranmak) bölümünde şu lafızlarla zikretmektedir: Bize Ebu Nuaym haber verdi. Bize Süf-yan, Ata b. es-Saib’den haber verdi. O, babasından, o, Abdullah b, Amr’dan dedi ki: Bir adam, Peygamber (sav.)’a, hicret etmek üzere bey’at etmeye geldi. Ancak bu sırada anne-babasını ağlar bırakıp gelmişti. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Onların yanlarına dön ve onları ağlattığın gibi güldür.”[71]
Îbnü’l-Münzir dedi ki: Bu hadis-i şerif nefir (farz-ı ayın olan seberberlik çağrısı) vuku bulmadığı sürece anne babanın izni olmaksızın cihada çıkmanın yasakiığını ihtiva etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa, o takdirde zaten herkesin cihada çıkması vacip olur. Bu husus Ebu Katade yoluyla gelen hadiste gayet açıktır. Rasûlullah (sav), kumandanlar ordusunu (Mute ordusunu) gönderdi… Bu arada Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib ve ibn Revâ-ha’nın başından geçenleri de söz konusu etmekle birlikte, Rasûlullah (sav)’ın münadisinin bundan sonra: Topluca namaza! diye nida etmesi üzerine herkesin toplandığını da söz konusu etti. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) Allah’a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Haydi çıkınız, kardeşlerinizin yardımına koşunuz. Hiç kimse de geri kalmasın.” Bunun üzerine, oldukça sıcak bir günde insanlar piyade olarak ve binekli olarak savaşa katılmak üzere yola çıktılar.[72]
İşte Hz. Peygamber’in: “Kardeşlerinize yardımcı olmak üzere çıkınız” diye buyurması, cihaddan geri kalmak hususunda mazur görüiebilmenin nefir (umumi seferberlik) çağrısı söz konusu olmadığı hallerde olacağına delildir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in: “Ama hep birlikte savaşa çıkmanız İstenirse, hep birlikte savaşa çıkınız”[73] hadisi de bununla birlikle aynı gerçeği dile getirmektedir.
Derim ki: Bu hadis-i şeriflerde şuna da delil vardır: Farzlar, yahut mendup-lar eğer bir arada bulunacak olursa, bunlar arasından daha önemli olana öncelik tanınır. Ru anlamdaki açıklamaları el-Muhasibi, “Kitabu’r-Riâye” adlı eserinde yeterince açıklamış bulunmaktadır.[74]
- Cihada Çıkmak İçin Müşrik Anne ve Babanın İzni Alınır mı:
Cihad farz-ı kifaye ise, kişinin cihada katılmak için müşrik anne-babasinın iznini alıp almayacağı hususunda ilim adamları, farklı görüşlere sahiptirler. es-Scvrî, onların İznini almaksızın gazaya gitmez, der. Şafiî ise: Onların iznini almaksızın gazaya gidebileceğini söylemiştir.
İbnü’l-Münzir de şöyle demektedir: Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibidir. O bakımdan kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıkamaz. Ben, onlar dışında kardeşler ve sair akrabaların da iznini almayı gerektiren herhangi bir delil bilmiyorum. Ama Tavus, kız kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılamanın, Allah yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. [75]
10, Anne Babanın Sevdiklerini Gözetmek;
Anne babanın sevdikleri kimseleri gözetmek de anne-babaya iyiliğin tamamlayıcı unsurlarındandır, Çünkü Salıilvte İbn Ömer’den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Hiç şüphesiz bir kimsenin babasının sevdiği kimseleri babasının vefatından sonra gözetmesi de ona karşı İyi davranmanın en ileri derecesidir.”[76]
Ebu Useyd -ki, Bedir’e katılmışlardandır- şöyle demektedir: Peygamber (sav) ile birlikte oturuyordum. Ona, Ensar’dan bir adam geldi ve şöyle dedi; Ey Allah’ın Rasûlü! Annem ve bababım vefat etmesinden sonra benini onlara karşı iyi davranışım olarak sayılacak ve yapabileceğim bir iyiliğim kaldı mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Evet, onlara dua edersin, onlara mağfiret dilersin. Onlardan sonra onların verdikleri sözleri yerine getirirsin, arkadaşlarına ikramda bulunursun. Ancak onlar vasıtasıyla mevcut bulunan akrabalık bağlarını da gözetirsin. İşte geriye senin üzerinde kalanlar bunlardır.”[77]
Uz. Peygamber de, Hz, Hatice’ye karşı iyi davranmak, ona vefakârlık göstermek kastıyla -hanımı olduğu halde- hanımının arkadaşlarına hediyeler gönderirdi. Ya anne-baba hakkında ne düşünülebilir! [78]
- Anne Babanın Çocuğu Yanında Yaşlanması Hali:
Yüce Allah: “Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse”
buyruğu ile, özellikle onların yaşlanma hallerini söz konusu etmiştir. Çünkü bu, zayıflıkları ve yaşlılıkları dolayısıyla durumlarında meydana gelen değişiklikten ötürü anne-babanın, evlatlarının iyiliklerine daha çok muhtaç oldukları bir durumdur. Yüce Allah, böyle bir durumda onların hallerine gereken riâyeti ve titizliği, daha önce emretmiş olduğu dereceden daha ileri boyutlarda emretmektedir. Çünkü böyle bir durumda anne-baba, çocuklarının bakımına muhtaç düşerler. Yaşlılık halinde anne-babanın, çocuklarının bakımına ihtiyaçları, çocuğun küçüklüğünde onların bakımına duyduğu ihtiyaca benzer. O bakımdan yüce Allah bu buyrukta özellikle bu hali söz konusu etmektedir.
Aynı şekilde kişinin uzun bir süre böyle kalması, adeta onun bu durumun istiskal etme (ağır bulma, zor görmeye sebep olur) kişiyi usandırır ve çokça sıkıntısı artar. Anne-babasına karşı gazabı su yüzüne çıkar, onlara karşı Öfkelenir, evlatları olmasına rağmen ve dine bağlılığın azlığından ötürü onlara karşı kötü davranmaya kalkışır, Kişinin, hoşlan mayısının açığa çıktığı asgari hal İse, sıkıntıdan dolayı tekrarlayıp duran solumasıdır. Yüce Allah ise onlara yumuşak nitelikte sözler söylemeyi ve onlara öylece karşılık vermeyi, bu sözünün de her türlü kusurdan arınmış ohnasınt emrederek: “Sakın onlara öf deme, onları azarlama, onlara tath ve güzel söz söyle” diye buyurmaktadır.
Müslim, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (.sav) buyurdu ki: “Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün.” Kim ey Allah’ın Rasûlü! diye soruldu, o da şöyle buyurdu: “Yaşlılık halinde ebeveyninden birisi yahut ikisi yanında bulunup da sonra buna rağmen cennete giremeyen kişinin.”[79]
Buhârî de: “Anne babaya iyilik” bahsinde şöyle demektedir: Bize Müsed-ded anlattı. Bize, Bişr b. el-Mufaddal anlattı, bize Abdurrahman b. tshak anlattı. O, Ebu Said el-Makburi’den, o, Ebu Hureyre’den, o, Peygamber (sav)’dan dedi ki: “Yanında anıldığım halde bana selat (ve selam) getirmeyen adamın burnu yere sürtülsün, Anne-babası yahut onlardan birisi yaşlılık halinde yetişip de onlar vasıtasıyla cennete girmeyen kişinin de burnu yere sürtülsün. Ramazana erişip de sonra kendisine mağfiret olunmadığı halde Ramazan ayını bitiren kişinin de burnu yere sürtülsün.”[80]
Bize İbn Ebi Üveys anlattı. Bana kardeşim, Süleyman b. Bİlal’den anlattı. O, Muhammed b. Hilal’den, o, Sa’d b. İslıak b. Ka’b b. Ucre es-Sâlimî’den, o babası (r.a)’dan dedi ki: Ka’b b. Ucre (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Minber’in yanında hazır bulununuz.™ Hz, Peygamber (hücresinden) çıkınca minbere çıktı. Minberin ilk basamağına çıktığında: “Amin” dedi, sonra ikincisine çıktı yine: “Amin” dedi, sonra üçüncüsüne çıktı, yine: Amin” dedi. Konuşmasını bitirip minberden indiğinde biz: Ey Allah’ın Rasûlü, dedik. Bugün senden biz öyle bir söz işittik ki, daha önce bunu söylediğini hiç işitmemiştik. Hz. Peygamber: “Dediğimi duydunuz mu?” diye buyurdu, bizler: Evet dedik. Uz. Peygamber şöyle buyurdu: “O, Cibril (a.s)’dır. Önüme çıktı ve şöyle dedi: Ramazana yetişip de kendisine mağfiret olunmadan bu ayj bitiren kişi Allah’ın rahmetinden uzak kılınsın. Ben de: Âmin dedim. Yine ikinci basamağa çıktığımda: Yanında senin adın anılıp da sana se-lât (ve selam) getirmeyen kişi de (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun, dedi, ben de: Âmîn dedim. Üçüncüsüne çıktığımda: Yanında anne-babası, yahut onlardan birisi yaşlanıp da onlar sebebiyle cennete giremeyen kişi (Allah’ın rahmetinden) uzak düşsün, dedi, ben de; Âmin dedim.”[81]
Bize Ebu Nuaym anlattı, bize Seleme b. Verdân anlattı (dedi ki): Enes (r.a)’ı şöyle derken dinledim: Rasûlullah (sav) minberin bir basamağını çıktı, âmin dedi. Sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin dedi, sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin dedi. Sonra, minberin üzerine çıkıp oturdu. Ashabı ona; Ey Allah’ın Rasûlü! Ne diye âmin dedin diye sordular, o da şöyle buyurdu: “Bana Cibril (a.s) geldi ve dedi ki: Yanında adın anıldığı halde sana salât (ve selâm) getirmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Ben, âmin dedim. Yine an-ne-babasına yahut onlardan birisine yetiştiği halde onlar sebebiyle cennete giremeyen kişinin de burnu yere sürtülsün dedi, ben de âmin dedim” diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.[82]
O halde mutlu olan kişi, anne-babaya iyilik yapma firsatını ganimet bilerek bu konuda elini çabuk tutan; böylelikle onların ölümünden sonra fırsatı elinden kaçırmamaya gayret eden kişidir. Çünkü fırsat elinden kaçacak olursa, bundan dolayı pişman olur. Bedbaht olan kişi, onlara karşı kötü davranandır, özellikle de onlara iyilik yapma emri o kişiye ulaşmış ise. [83]
- Anne-Baba’ya Tahammülün Ölçüsü:
“Onlara öf deme!” Yani, onlara bir sıkıntı ifade edecek en ufak bir söz söyleme. Ebû Recâ el-Utaridi’den şöyle dediği nakledilmektedir: Of, bayağı, basit ve gizli söylenen sözdür. Mücahid de der ki: Yani sen yaştı olandan, küçükken senden gördükleri küçük ve büyük necasetlerini görecek olsan bile, onları tiksinti verici görüp de öf dahi deme. Ancak âyet-i kerime bundan daha umumidir. “Of” ile “tur” aslmda tırnakların pislikleridir. Bu şekilde tiksinti veren ve istiskal olunan her bir şeye “öf ona” denilir.
el-Ezherî der ki: Tut, aynı zamanda önemsiz ve basit şey demektir. Burada bu kelime; şeklinde tenvinli ve esreli olarak okunmuştur. Nitekim bu tür ses ifade eden sözler de esreli ve lenvinli okunur. Mesela kişi; ” Sus ve vazgeç” denilir.
Bu kelime “hemze” csreli olarak. ve (hemze ötreli “fe” harfi sakin olarak; İle, şeklinde “fe” harfi şedde-siz olmak üzere on şekilde kullanılır. Hadiste de; Elbisesinin bir ucunu burnunun üzerine bıraktı, sonra da uf, uf dedi” [84] denilmektedir. Ebu Bekir dedi ki: Bu, alınan kokudan tiksinildiğini ifade eder.
Kimisi de bu kelimenin, az ve önemsiz görmek anlamında olduğunu ve bunun, az demek olan; den geldiğini söylemiştir. el-Kutebî der ki: Bu kelimenin aslı, senin üzerine düşen kül, toprak ve buna. benzer şeyleri liflemekten ve yine bir yerde oturmak isterken, orada rahatsızlık verici şeyleri izale etmek kastıyla üflemekten gelmektedir. O bakımdan bu kelime ağır karşılanan her şey için söylenir olmuştur. Ebu Amr b. el-Âlâ der ki: Of, tırnaklar arasındaki kire, t uf ise kesilen tırnaklara denilir.
ez-Zeccâc der ki: Of, pislik demektir. el-Esmaî de şöyle dernektedir: Of kulak pisliği, tuf İse tırnak pisliğidir. Bu kelime çokça kullanılarak sonunda rahatsızlık duyulan her bir şey hakkında kullanılır olmuştur.
Mi b. Ebi Taİib (r.a)’dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra.sûlullah (sav) buyurdu ki: “Eğer yüce Allah, anne-babaya kötü davranmak hususunda “öf” den daha bayağı bir şey olsaydı, elbetteki onu da zikrederdi.[85] O bakımdan iyi davranan kişi, yapmak istediği şekilde yapsın. O, asla cehenneme girmeyecektir. Anne babasına kötü davranan kişi de istediği şekilde amelde bulunsun, o asla cennete girmeyecektir.”
ilim adamlarımız derler ki: Anne-babaya öf demenin en kötü ve adi bir şey olması, onları red ve inkâr etmenin, nimete karşı nankörlük oluşundan, terbiyeyi red ediş ve yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de tavsiyeyi kabul etmeyiş oluşundan dolayıdır. “Öf” kelimesi, reddedilen, kabul olunmayan her şeye karşı söylenen bir sözdür. Dundan dolayt İbrahim (a.s) da kavmine: “Uf size ve sizin Allah’tan başka taptıklarınıza!” (el-Enbİya, 21/67) Yani, hem sizi kabul etmeyip reddediyorum, hem de sizinle birlikteki bu putları, demiştir. [86]
- Anne-Baba’yı Azarlamamak:
Yüce’Allah’ın; “Onları azarlama” buyruğundaki; Azar” şiddetle reddetmek ve kaba davranmak demektir.
Onlara tatlı ve güzel söz söyle” yumuşak ve incelikli söz söyle. Babacığım, anneciğim deyip onları isimleriyle zikretmeyerek, künyeleriyle onları çağırmamak gibi. Bu açıklamayı Ata yapmıştır. İbn Beddâh et-Tucibi de der ki: Ben, Said b. el-Müseyyeb’e şöyle dedim: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan anne babaya iyilik ile ilgili her bir hususun ne manaya geldiğini biliyorum. Bundan tek istisna, yüce Allah’ın: “Onlara tatlı ve güzel söz söyle” buyruğudur. Bu kavl-i kerimin mahiyeti nedir? İbn Müseyyeb dedi ki: Bu, uslu bir kölenin, kaba ve haşin efendisine karşı söyleyeceği sözler demektir. [87]
- Anne-Babaya Karşı Şefkat ve Merhamet:
Yüce Allah’ın: “Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir” buyruğu, onlara karşı duyulacak şefkat ve merhameti onlara karşı gösterilecek alçak gönüllülüğü anlatmak için kullanılan bir istiaredir. Onlara karşı gösterilecek alçak gönüllülük, tıpkı yönetilenlerin emire, kölelerin de efendilerine gösterdikleri gibi olmalıdır. Nitekim Said b. el-Müseyyeb de buna işaret etmektedir. Yüce Allah burada, kanadın yukarı doğru kaldırıp aşağı doğru alca İtinasını, kuşun yavrusu kanadını kaldırmasına misal olarak vermektedir.
“Zül”, yumuşaklık demektir. Cumhur bunu “zel” harfini ötreli olarak okumuştur ve buna göre bu kelime; Yumuşadı, yumuşar” kökünden gelir. Zillet, mezellet kelimeleri de buradan geldiği gibi, bu nitelikte olana da denilir.
Said b. Cübeyr, İbn Abbas ve Urve b. ez-Zübeyr ise, “zili” şeklinde “zel” harfini esreli okumuşlardır. Bu kıraat Âsım’dan da rivayet edilmiştir ki; Kolaylıkla bilinebilen, idare olunabilen ve bu vasfı açıkça ortada bulunan binek” ifadesinden alınmadır. Bu tabir, çekilmesi, istenen tarafa götürülmesi kolay olan hayvanlar, binekler hakkında kullanılır.
Bu âyetin hükmü gereğince insanın anne ve babasına karşı sözlerinde, davranışlarında, onlara bakışında en hayırlı bir alçak gönüllülük niteliğinde olması gerekir. Onlara sert ve keskin bakmamalıdır. Çünkü böyle bir bakış onlara gazap edenin bir bakışıdır. [88]
- Anne-Baba’ya Merhamet:
Bu âyet-i kerimede hitap Peygamber (sav)’a olmakla birlikte maksat, onun ümmetidir. Çünkü o dönemde Hz. Peygamber’in anne-babası yoktu. Diğer taraftan yüce Allah’ın: “Sana uyan mü’minlere de kanadını indir.” (eş-Şuarâ, 26/215) buyruğunda ise, “alçakgönüllülük” ifadesi zikredilmemektedir. Bu âyet-i kerimede zikredilmesinin sebebi ise, hakkın büyüklüğü ve te’kid edilmesidir.
Merhametinden dolayı” buyruğundaki;…den” edatı, cinsi beyan etmek içindir. Yani, alçak gönüllülük kanadının indirilmesi insanın ruhunda yer etmiş bulunan merhametten ötürü olmalıdır. Yoksa böyle bir şey İzhar edilsin diye olmamalıdır. Gayenin son noktasını ifade etmek için olması da mümkündür.
Daha sonra yüce Allah kullarına, babalarına, anneferine rahmet okumalarını, onlara dua etmelerini emretmektedir. Onlar sana nasıl merhamet etti iseler, sen de onlara öylece merhamet etmelisin. Onlar sana nasıl şefkatle dav-randılarsa, sen de onlara öylece şefkatli davranmalısın. Çünkü sen küçükken, birşey bilmezken ve ihtiyaç içindeyken seni koruyup gözettiler, seni tercih ettiler, gecelerini uykusuz geçirdiler. Kendileri aç kaldılar, seni doyurdular, çıplak kaldılar, seni giydirdiler. O bakımdan, senin onlara yaptıklarının karşılığını verebilmen, ancak küçüklükteki haline onlar büyüklüklerinde ulaştıkları takdirde mümkün olabilir ve onların (vaktiyle) sana yaptıklarını sen de onlara yapabilirsin. Bununla birlikte onların bu konuda öncelikli davcanma faziletleri vardır. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bir evladın babasına karşılığını vermesi, ancak onu köle bulup satın alması ve sonra da onu azad etmesi halinde düşünülebilir.”[89] İleride bu hadise dair açıklamalar Meryem Suresi’nde (19/92. âyet, 2, başlıkta) gelecektir. [90]
16, Anne-Baba’ya Mağfiret Dilemek:
Yüce Allah’ın: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse…”
buyruğunda özellikle terbiye etmelerinin sözkonusu edilmesi, kulun anne-babasının şefkatini, onu terbiye ederken yorgunluklarını hatırlasın diyedir. Bu, onun anne-babasına karşı şefkat ve bağlılığını daha bir artırsın, diyedir. Bütün bunlar mü’min olan anne-baba hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ise, önceden de geçtiği üzere (et-Tevbe, 9/113- âyet, 2. başlık ve devamında) ötmüş müşriklere en yakın akrabalardan olsalar dahi, mağfiret dilemeyi yasaklamış bulunmaktadır. İbn Abbas ve Katade’den ise bütün bunların: “O çılgın ateşlikler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müşriklere Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değildir” (et-Tevbe, 9/113) buyruğu ile bütün bunlar nesh edilmiştir. Buna göre müslüman bir kimsenin anne-babası eğer zırnmi iseler, Allah’ın burada ona kendisine emrettiği şekilde onlara karşı davranır. Ancak, küfür üzere öldükten sonra onlara Allah’tan rahmet dileyemez. Çünkü sözü geçen âyet-i kerime ile yalnızca bu nesh edilmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Bu buyruk, neshe konu olacak bir yer değildir. Çünkü, -önceden de geçtiği gibi- burada sözkonusu edilen, hayatta kaldıkları sürece müşrik anne ve babaya dünyada rahmet ile dua etmektir. Yalıui da bu âyetin (et-Tevbe Sûresi’ndeki âyetin) umumî ifadesi öbürü ile tahsis edilmiştir ve âhirct için rahmet kasiedümemiştir. Özellikle de yüce Allah’ın: “Rabbim… Sen de onlara öyle merhamet et” buyruğunun Sa’d b. Ebi Vak-kas hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü o, İslâm’a girdikten sonra, annesi de kendisini elbisesiz vaziyetle güneşte kızmış taşlar üzerine almıştı. Durum Hz. Sa’d’a anlatılınca o da: Ölürse ölsün demişti, bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir.
Âyet-i kerimenin müslüman olan anne-babaya dua etmek hakkında hususi olduğu da söylenmiştir. Doğrusu, önceden de belirttiğimiz gibi, âyetin umum ifade etliğidir. İbn Abbas da şöyle demektedir: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kim anne-babasını razı ederek akşam» eder ve öylece sabahı ederse o, cennetle açılmış iki kapısı bulunduğu halde akşamı ve sabahı etmiş olur. Eğer onlardan birisini razı etmişse bir kapısı bulunur. Kini de anne-babasını kızdırarak akşam ve sabah edecek olursa o da, cehennem ateşine giden açık iki kapısı bulunarak akşam ve sabahı eder. Onlardan birisini kızdırmışsa bir kapısı bulunur.” Bir adam: Ey Allah’ın Rasûlü! Anne-baba-sı ona zulmederse de mi? diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Anrie-babası ona zulmetse dahi, anne-babası ona zulmetse dahi, anne-ba-bası ona zulmetse dahi” diye buyurdu,[91]
Biz, Câbir b. Abdullah (r.a)’dan, muttasıl bir isnad ile şöyle dediğini rivayet etmekteyiz: Bir adam, Peygamber (sav)’a gelip şöyle dedi: Ey Allah’ın Rasûlü, babam benim malımı aldı. Peygamber (sav): “Babanı bana getir” dedi. Cibril (a.s), Peygamber (.sav)’a inerek şöyle dedi: “Aziz ve celil olan Allah sana selam söylüyor ve sana şöyle diyor: O yaşlı adam yanına gelecek olursa, sen ona kulaklarının işitmediği, takat içinde söylemiş olduğu bir şeyi sor.” Yaşlı adam gelince, Peygamber (sav) ona şöyle sordu: “Neden senin oğlun seni şikâyet ediyor? Sen onun malını almak mı istiyorsun?” Yaşlı adam: Ona sor ey Allah’ın Rasûlü. Ben, ondan islediğim o malı ya halalarından birisine, ya teyzelerinden birisine, ya kendime harcamayacak mıyım? Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona şöyle buyurdu: “Hadi sen bunları bir kenara bırak da, senin kulaklarının işitmediği, fakat içinde söylediğin bir şeyi bana haber ver:’ Yaşlı adam şöyle dedi: Allah’a and olsun, ey Allah’ın Rasûlü! Yüce Allah, sana olan kesin inancımızı artırıp durmakladır. Ben, gerçekten içimde bir şey söyledim ama, kulaklarım daha onu işitmiş değildir. Hz. Peygamber: “Haydi söyle ben de dinleyeyim” diye buyuranca adam (şu beyitleri) söyledi:
“Yeni doğmuş bir bebekken seni besledim. Gençken de senin
ihtiyaçlarını karşıladım.
Senin için kazandıklarımdan ardı arkasına sen içip durdun. Bir gece, hastalığıyla misafirin olsa eğer, benim gecem
Senin o hastalığın dolayısıyla ancak uykusuz geçer ve yerimde rahat edemem. Sanki sana isabet eden, senden Önce bana isabet etmiş de o bakımdan Göz yaşlarım durmayıp akıyordu.
Senin helak oluşundan dolayı korkup duruyordum ve şüphesiz ki ben, Ölüm vaktinin tayin edilmiş olduğunu da bilmekteyim. Nihayet senden birşeyler umduğum bu yaşına ulaştığın vakit Bana verdiğin karşılık, bîr sertlik ve bir kabalık oldu. Sanki nimetler verip lütufta bulunan senmişsm gibi. Ah! Keşke benim babalık hakkıma riâyet etmesen bile, Hiç olmazsa yakın komşunun yaptığını yapabilaeydin Ve bana komşuluk hakkını verip de senin olmayan bir maldan Bana karşı cimrilik etmeseydin.”
Bunun üzerine Peygamber (sav) oğlunun yaka tarafından elbiselerini yakalayarak şöyle dedi: “Sen de, malın da banana aitsiniz.” et-Taberânî dedi ki: el-Lahmî bu hadisi, İbnü’î-Munkedir’den bu şekilde tamam olarak ve ;iir ile birlikte yalnızca bu sened ile rivayet etmektedir. Bunu da Ubeydul-ah b. Halasa münferiden rivayet etmiştir.[92]Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [93]
25- Rabbinîz İçinizdekini en İyi bilendir. Eğer salih kimseler olursanız şüphesiz ki O, kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır.
“Rabbiniz içinizdekini en iyi bilendir.” içinizde nnne-babanıza karşı merhamet ve onlara şefkat inancı mı, yoksa bunun dışında onlara karşı gelmek yahut zahiren riyakârlık olmak üzere onlara itaat ediyor görünmek mi istediğinizi bilir.
İbn Cübeyr der ki: Yüce Allah, bir yanlışlık ve bir yanılgı gibi kişinin, an-ne-babasına yahut da onlardan birisine onlara kötü davranmak kastı olmaksızın yaptığı davranışı kastetmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer salih kimseler” anne-babaya iyilik yapmak niyetinde samimi kimseler “olursanız, şüphesiz ki O” Allah, istemeyerek yaptığınız yanlışlığı affeder.
“Kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır.” Yüce Allah, burada bağışlama vaadinde bulunmakla birlikte bunu hem salih olma, hem de tekrar tekrar şanı yüce Allah’a itaatin sınırlarına dönme şartına bağlamaktadır.
Said b. eî-Müseyyeb der ki: Bundan kasıt, önce tevbe eden, sonra günah işleyen, sonra tevbe eden, sonra bir daha günah işleyen kullardır.
İbn Abbas (r.a) der ki: Evvâb (dönen), günahlarını hatırladığı vakit bunlardan dolayı Allah’tan mağfiret dileyen, günahlarını bilen kimsedir,
Ubeyd b. Umeyr der ki: Bunlar, yalniz kaldıklarında günahlarım hatırlayan, sonra da yüce Allah’tan mağfiret isteyen kimselerdir. Bu açıklamalar birbirlerine yakındırlar.
Avn el-Ukaylî der ki: Dönen kimseler (evvâbûn), kuşluk namazını kılan kimselerdir. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: “Evvâbîn namazı, deve yav-rulannın, yerin ısınmasından dolayı yere çöktükleri vakit kılınan namazdır.”[94]
Bu lafzın, gerçek manası; “döndü, döner” anlamına gelen; fiilinden gelmektedir. [95]
- Akrabaya hakkını ver. Yoksula da, yolda kalmışa da. Ama saçıp savurma.
- Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [96]
- Akrabalara ve Diğer Hak Sahiplerine Haklarını Vermek:
Yüce Allah: “Akrabaya hakkını ver” buyruğu ile bize şunu emretmektedir: Anne-babanın hakkına riâyet ettiğin gibi, akrabalık bağını da gözet. Diğer taraftan yoksula ve yolda kalmışa da tasaddukta bulun. Ali b. el-Hüseyn, yüce Allah’ın: “Akrabaya hakkını ver” buyruğu hakkında: Bunlardan kasıt, Peygamber (sav)’ın akrabalarıdır, demiştir. Peygamber (sav)’a, bunlara haklarının beytü’i-malden verilmesini emretmiştir. Yani, gaza ve ganimetlerden elde edilenler arasından yakın akrabaların payından akrabaların hakkını ver.
O takdirde bu, yöneticilere yahut da onların görevlerini yerine getirmek durumunda ojanlara yönelik bir hitaptır. Muayyen olarak yerine getirilmesi gereken akrabalık bağlarını gözetmek, ihtiyaçları gidermek, muhtaç olan kimseleri mal ile gözetmek ve her türlü yoila yardım ve destek olmak şeklindeki ameller, bu âyetin kapsamı içerisinde mütalaa edilmiştir. [97]
- Savurganlığın Yasaklanışı:
“Ama saçıp savurma” buyruğu, hak olmayan yerde harcamakta bulunmak suretiyle israf etme, demektir.
Şafiî (r.a) şöyle demiştir: Saçıp savurmak, malı hak olmayan yerde harcamak demektir. Hayır ameide savurganlık sözkonusu olmaz. Cumhurun görüşü de bu şekildedir. Eşheb Malik’den şöyle dediğini nakletmektedir: Saçıp savurmak, malı hak yolla elde etmekle birlikte onu hak olmayan bir yere koymak demektir ki, bu da israftır ve yüce Allah’ın: “Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir” buyruğu dolayısıyla haramdır.
Ayrıca “kardeşleri” buyruğu, onlarla aynı hükümde oldukları anlamındadır. Çünkü savurgan bir kimse, tıpkı şeytanlar gibi fesat çıkarmak için çalışan bir-kimsedir. Yahut da onlar, şeytanların kendilerine hoş gösterdiği şeyleri yaptıkları için, ya da yarın cehennemde onlarla birlikte zincire vurulacakları için böyle buyurulmuştur; diye üç ayrı açıklama vardır.
Buradaki “ihvan; kardeşler” kelimesi neseb dışındaki kardeş anlamı ile;’ın çoğuludur. Şanı yüce Allah’ın: “Ancak mü’minler kardeştir” (el-Hu-curât, 49/10) buyruğu da bu kabildendir.
“Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür.” Yani, ona tabi olmaktan ve fesat hususunda ona benzemekten çokça sakınınız.
Şeytan, cins bir isimdir. ed-Dahhâk; “Şeytanın kardeşleri” şeklinde, şeytan kelimesini tekil olarak okumuştur. Enes b. Malik (r.a)’ın Mushaf’ında da bu böylece sabit olmuştur. [98]
- Kişinin Canının Çektiği Şeylere Harcamada Bulunması:
Bir kimse, ihtiyaç miktarından fazla arzu ettiği şeylerde malını harcayacak olursa ve böylelikle malını tükenmekle karşı karşıya getirirse, o kimse savurgan bir kimsedir. Şayet, malının kârını canının çektiği şeylere harcamakla birlikte, aslını veya sermayesini koruyabiliyor ise, bu kimse savurgan bir kimse değildir.
Haram bir alanda tek bir dirhem dahi harcayan bir kimse savurgan kabul edilir ve o, haranı olan şeyde harcadığı dirherm hususunda haar altına alınır. Ancak, malının tükenmesinden korkulmadığı sürece, canının çektiği şeylerde malını bol bol harcaması dolayısıyla hacr altına alınmaz. [99]
- Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüz-çevirirsen, o halde kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle.
Bu buyruğa dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız: [100]
- Muhtaçlardan Yüzçevirmenin Adabı:
Şanı yüce Allah, bu: “Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirtrsen* buyruğu ile özel olarak, Peygamberini kastetmektedir. Bu, hayret verici bir te’dip, son derece incelikli harikulade bir ifadedir, yani sen onlardan zengin ve güç yetirdiğin halde küçümseyen bir kimsenin yüzçevirişi İle yüzçevirerek onları mahrum etme. Onlardan, ancak -şanı yüce Allah’tan, dilencinin ihtiyacını kollayıp gözetebileceğin şekilde önüne bir hayır kapısını açacağını umduğun takdirde- ancak herhangi bir acizlik halinde ya da bir engelin bulunması halinde yüzçevlrebilirsin. Eğer onlara yardım etme imkânın yoksa, en azından onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle. [101]
- Âyetin Nüzul Sebebi:
Âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demektedir: Bu âyel-i kerime, Rasûlullah (sav)’dan kendilerine bir şeyler vermesini isteyen, Hz. Feygambcr’in de kendilerine birşeyler vermek istemediği bir takım kimseler hakkında inmiştir. Çünkü Hz. Peygamber, onların mallarını külü yerlere harcayacaklarını biliyordu. O bakımdan onların kötülük ve fesadlarına yardımcı olmamak, onlara birşeyler vermemek suretiyle ve ecir almak arzusuyla onlardan yü z çeviri yordu.
Ata el-Horasanî de, yüce Allah’ın: “Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirirsen” buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bu. anne-baba ile ilgili değildir. Müzeyne’den bazı kimseler Peygamber (sav)’a gelerek, kendilerini taşıyacak bir binek vermesini istediler, Hz. Pey-gamber’in de: “Size verecek binek bulamıyorum.” demesi üzerine bunlar, üzüntülerinden dolayı gözleri yaşlarla dola dola geri döndüler. (Bk. et-Tev-be, 9/92) Bunun üzerine de yüce Allah: “Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak anlardan yüzçevirîrsen…” buyruğunu indirdi. Buradaki “rahmeften kasıl ise, ley’dir. [102]
- Muhtaçlara Söylenmesi Gereken Sözler:
Yüce Allah: “O halde, kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle” buyruğu ile, böyleleıine dua elmesini emretmektedir. Yani, onlara yapacağın dua ile onların fakirliklerini onlara kolaylaştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlara, kendileri İçin hayırlı bir çıkış yolu ve hallerinin düzelmesini ihtiva edecek şekilde dua et. Bir diğer açıklama da şöyledir: Ey Muhammed, elinin darlığı dolayısıyla onlara birşeyler vermekten “yüz çevirecek olursan” onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle. Yani, onlara güzel söz söyleyerek uzun uzun mazeretini anlat, azıklarının genişlemesi için onlara dua et ve de ki: Bir şey bulacak olursam veririm, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir tutum, istekli bulunan kimsenin ruhunu tıpkı ona birşeyler vermiş gibi etkiler. Hz. Peygamber de kendisinden bırşey istendiğinde eğer yanında verecek bir şey bulunmuyor ise, yüce Allah’tan bir rızık gelir beklentisiyle susardı, çünkü boş çevirmekten hoşlanmazdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Peygamber (sav) da, kendisinden bir şey istenip de yanında verecek birşey bulunmuyor ise şöyle derdi: “Allah, lütr’undan bize de size de ihsan buyurur inşa-allah.” Bu açıklamaya göre “rahmet”den kasıt, Allah’tan beklenen nzıktır. İbn Abbas, Mücahid ve İkrime’nin görüşü de budur.
Onlardan” buyruğundaki zamir bundan önce kendilerinden söz edilen anne-babalar, akrabalar, yoksullar ve yolculardır, “Ağır gelmeyecek bîr söz” İse yumuşak, latif ve hoş söz demektir ve fail anlamında mef uldür. Açıkladığımız gibi, onlara güzel vaadde bulun, anlamındadır. Şu beyitleri söyleyen ne güzel söylemiş:
“Dilenenlere içimden gelerek vereceğim gümüş bir param olmazsa şayet, Ben, en azından onlara karşı yumuşak davranırım. Böylelikle dilenenler benim huyumdan hayır görmekten yana
mahrum kalmazlar.
Ya benim bağışımı elde ederler, yahut da benim güzel bir şekilde onlara karşılık verdiğimi görürler.”
İfadesi, sana bu şeyi hazırladım, anlamındadır. (Ağır gelmeyecek diye meâllendirdiğimiz “meysûr” ile aynı kökten gelen fiili kullanmıştır). [103]
- Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma! Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın.
Bu buyruğa dair açıklamalarımız dört başlık halinde sunacağız: [104]
- Cimrilik:
Yüce Allah’ın: “Elini boynuna bağlanmış kılma” buyruğu, kalbinden gelerek malından herhangi bir şey çıkarıp vermeye güç yetiremeyen cimrinin halini ifadelendirdiği bir mecazdır. Böyle bir kimseye yüce Allah, kişinin eliyle tasarrufta bulunmasını engelleyen ve eli boynuna bağlayan demir halkayı misal vermektedir.
Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde Ebu Hureyre (r.a)’dan şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) cimri ile sadaka veren kimsenin misalini, üzerlerinde demirden cübbeler bulunan iki kişiye benzetmektedir. Bunların elleri (bu ciibbelerirt etkisi ile) göğüslerine, boğazlarına kadar çıkmıştır. Sadaka veren kişi, sadaka verdiği her seferinde bu cübbesi genişler. Nihayet bu cübbe parmak uçlarını da kapatır ve onun ayak izlerini dahi silecek hate gelir. Cimri kimsenin bu cübbesi sadaka vermek istediği her seferinde daha da daralır ve her bir halka yerini .daha da (sıkıştırarak) alır. Ebu Hureyre (r.a) dedi ki: Ben, Rasûlullah (sav)’ı, parmağı ile yakasında bu şekilde hareket yaptığını gördüm. Keşke sen de onun bunu genişletmek isterken hareket ettiğini ve onun da genişlemediğini (anlatmak isterken) bir görseydin.[105]
- İnfakın Ölçüsü Var mı:
“Onu büsbütün de açma” buyruğu ile, elin açılmasını malın gitmesine misal olarak vermektedir. Çünkü avucun kapatılması İçinde bulunanları turnasına, açılması ise içinde bulunanların gitmesine sebeptir.
Bütün bunlar Peygamber (sav)’a hitab olmakla birlikte, maksat onun ümmetidir. Bu türden hitablar Kur’ân-ı Kerim’de pek çoktur. Peygamber (sav) ümmetinin efendisi ve onları Rabblerine ulaştıran vasıtaları olduğundan dolayı bu konuda Arapların adeti üzere onları kastetmek üzere bizzat Hz. Peygamberi sözkonusu etmiştir. Aynı şekilde Peygamber (sav) ertesi güne birşeyler saklamazdı. O, açlıktan dolayı karnına taş bağlayacak derecede acıkırdı. Ashab-i Kiramdan pek çok kimse Allah yolunda bütün mallarım infak ederlerdi. Peygamber (sav) bundan dolayı onları azarlamaz ve onların bu yaptıklarını olumsuz bulmazdı. Çünkü onların yakinteri son derece sağlam ve basiretleri oldukça güçlüydü. Şanı yüce Allah’ın, infakta aşırı gitmeyi ve elinde bulunan ne varsa hepsini çıkarıp vermeyi yasaklaması ise, sadece elinden gidenlere hasret ve pişmanlık duyacağından korkulan kimseler içindir. Aziz ve celil olan Allah’ın vaadine ve infak ettiği şeylere karşılık pek çok mükâfat ve sevap vereceğine güvenen ve bundan emin olan kimseler ise, bu âyet-i kerimede kastedilen kimseler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Şöyle de denilmiştir: Burada hitab özel olarak Peygamber (sav)’a hastır. Yüce Allah, bu buyruğu ile infakın keyfiyetini ona öğretmekte ve iktisatlı davranmasını emretmektedir.
Câbir (b. Abdillah) ve İbn Mes’ud dediler ki: Bir delikanlı, Peygamber (sav)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Annem senden şunları şunları ister. Hz. Peygamber: “Bugün elimizde hiçbir şey yok” diye buyurdu. Bu sefer şöyle dedi: Sana, bana gömleğini giydirmeni söyledi, deyince, Hz. Peygamber de gömleğini çıkartıp ona verdi ve evde elbisesin oturdu, Cabir yoluyla gelen rivayette şu ilave vardır; Bilal, namaz için ezan okudu, Rasûlullah (sav)’ı beklediler, ancak dışarı çıkmadı. Kalplere farklı düşünceler geldi. Birisi (Hz. Peygamber’in hücresinden) içeriye girdi, elbisesi olmadığını gördü, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.”[106]
Bütün bunlar, hayır yollarında infak ile ilgilidir. Fesat uğrunda ini akın ise, azı da çoğu da -önceden geçtiği gibi- haramdır. [107]
- İsraf;
Bu âyet-i kerime, mü’minler arasından ilk olarak bir şeyler isteyen kimselere verebileceği ne kadarsa hepsini vermeyi yasaklamaktadır. Böylelikle daha sonra geleceklere verebilecek birşeyler bulunabilsin diye. Ya da bu şekilde verecek olursa, intakta bulunan kişi, bakmakla mükellef olduğu kişileri zayi etmesin diye bu yasak sözkonusudur. Şu hikmetli söz de bu kabildendir: Ben, ne kadar israf gördümse, mutlaka onunla birlikte bir hakkın da zayi edildiğini gördüm.
Bu âyet-i kerimeler, halin fıkhı ile İlgili âyetlerdendir. Kişiler, ayrı ayrı na-zar-ı itibara alınmadıkça bunun (kişiler hakkındaki) hükmü beyan edilemez. [108]
- İsrafın Zararı:
“Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın” buyruğu ile ilgili olarak İbn Arefe şöyle demektedir: Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: İsraf etme, malım telef etme! O takdirde sen, harcayacak ve tasarrufla bulunacak imkânını kaybetmiş, pişman bir kimse oluverirsin. Tıpkı, yerinden kal-kamayan (hasır) deve gibi olursun ki, bu da yerinden kalkabilecek gücünü de kaybetmiş olan deve demektir. Şanı yüce Allah’ın; “Göz, hor ve hakir, yorulmuş olarak yine sana dönecektir” (el-Mülk, 67/4) buyruğundaki; Yorulmuş olarak” ifadesi de aynı kökLen gelmektedir ki, bitip tükenmiş demektir. Kata de der ki-. Bu, yaptığına pişman olarak, demektir. Bu açıklamasıyla o bu kelimeyi “hasret” den gelmiş kabul etmektedir ki, buradan gelme ihtimali uzaktır. Çünkü “hasret”den l’ail; ile şekillerinde gelir, denilmez.
“Kınanmış” kelimesi ise, malını telef ettiğinden dolayı kınanan kimse, yahut da kendisine birşeyler vermediği kişi tarafından kınanan kişi demektir. [109]
- Şüphesiz ki Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.[110]
- Evlatlarınızı fakirlik korkusu İle öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günahtır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [111]
- Fakirlik Korkusuyla Çocukların Öldürülmesi:
Bu âyeti kerimeye dair açıklamalar -Yüce Allah’a hamd olsun ki- daha önce el-En’âm Sûresi’nde (6/156. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,
“îmlâk: Fakirlik korkusu”, fakirlik ve bir şeye malik olmamak demektir, “Bir kimsenin elinde malâka denilen büyük ve düzgün taşlardan başka bîr şey kalmaması” demektir. Şair el-Hüzdî, bir avcıyı vasfederken şöyle demektedir:
“Derken onun karşısına, kısa boylu ve yıpranmış elbiseli bir avcı çıktı O, büyük ve düz taşlar (malaka) üzerine çıkacak olsa, avcı da çıkardı.”
Şemir der ki: fiili, hem lazım (geçişsiz)dır, hem müteaddi (geçişli)dir. O bakımdan kişinin fakir düşmesi halini anlatmak için de kullanılır, Zaman, elindeki avucundakîni alıp götürdü” anlamındadır. Şair Evs de şöyle demektedir:
“Ve yanımda ne varsa büyük ve zorlu sıkıntılar alıp götürdü (beni fakir düşürdü).” [112]
- Büyük Bir Günah:
Yüce Allah’ın; “Bir günah” anlamındaki; buyruğunu cumhur, “hı” harfi esreli, “ti” sakin, hemzeli ve kasr ile okumuşlardır. İbn Âmir ise, “hı” ve “ti” harflerini üstün, hemzeli ve kasr ile okumuştur. Ebu Cafer Yezid de böyle okumuştur. Bu iki kıraat de “kasti günah işledi” anlamındaki den alınmıştır.
İbn Arefe der ki: Bir kimsenin günah işlemesi halinde; Günah işledi” denilir. Kasti olarak veya olmayarak hatalı bir yol izledi, denilmek istenirse de, denilir. Bununla birlikte; Hata ve günah işledi” fiilinin; Kasti otsun olmasın hata yolunu izledi” anlamında da kullanıldığı olur.
el-Ezherî der ki: Bir kimse kastî olarak hata işlerse Hata işledi, işler” denilir. Bu da; Günah işledi, işler” ile aynı anlamdadır. Eğer kasıt gütmeyecek olursa; denilir ki; mastarları da şekillerinde gelir. Şair de şöyle demiştir:
“Hata ve doğrularımla beni baş başa bırak
Onlar bana aittir. Nihayet tüketip bitirdiğim şey bir mal (dan ibaret)dır.”
” Hata” isim olarak: ” yanlışlık yapmak” yerinde kullanılan bir isimdir ve bu da doğruluğun zıddıdır. Bu kelime iki türlü kullanılır. Birincisi kasr ile kullanılması ki, güzel olan budur. Diğeri ise med İle kullanılmasıdır, bu da az kullanılır.
İbn Abbas (r.a) dan da; (uW) şeklinde “hı” harfini üstün, “ti” harfini sakin ve hemze ile okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Kesir ise, “hı” harfini esreli, “ti” harfini üstün, hemzeyi de med ile (“Hitaen” şeklinde) okumuştur, en-Nehhâs şöyle demektedir: Ben, bu kıraatin açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Bundan dolayı da Ebu Hatim bu kıraati yanlış kabul etmektedir. Ebu Ali ise der ki: Bu kelime; ‘in mastarıdır. Her ne kadar; diye bir kullanım bulamıyor isek de; şeklinde bir kullanım tes-bit edebiliyoruz. Bu ise; ‘in mutavaat kipidir. İşte bu bize böyle bir kullanımın doğru olabileceğini göstermiştir.
Şairin şu beyiti de bu kabildendir:
“Atılan oklar onun karnına bir türlü, isabet etmedi (hata etti) Benim günümü de erteledi, artık ben acele etmiyorum.”
Bir başka şairin bir yaban ineğini nitelendirirken söylediği şu beyiti de bu türdendir:
“Avcı ona isabet ettiremedi (hata etti), nihayet ben onu, Burnunu bir su birikintisine koymuş gördüm.”
el-Cevherî der ki: Ona isabet ettiremedi (hata etti, tutturamadı)” anlamındadır. Evfa b, Mutarrif el-Mâzinî de şöyle demiştir:
“Hey!… Bildirin Câbir’e arkadaşlığımı ve Senin arkadaşın öldürülmedi, diye. Atılan oklar onun karnına bir türlü isabet etmedi Ve benim (ölüm) günümü erteledi, acele etmedi.”
el-Hasen İse, şeklinde “İn” ve “ti” harflerini üstün, hemze’yi de med ile okumuştur. Ebu Hatim şöyle demektedir: Dilde böyle bir kullanım bilinmemektedir ve bu caiz olmayan bir yanlışlıktır. Ebu’1-Feth de şöyle demektedir: Hata” kelimesinin, Hata ettim” kelimesi ile İlgisi; Bağış” kelimesinin: Bağışladım, verdim” kelimesi ile ilgisine benzer. Bu da mastar anlamında bir isimdir.
Yine el-Hasen’den; “hı” harfini üstün, “ti” harfini de iki üstün ile ve hemzesiz olarak okuduğu da rivayet edilmiştir. [113]
- Zinaya yaklaşmayın. O, cidden hayasızlıktır, kötü bir yoldur.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız; [114]
Zinaya Yaklaşmamak:
İlim adamları derler ki, yüce Allah’ın: “Zinaya yaklaşmayın” buyruğu, zina etmeyin, demekten daha beliğdir. Çünkü bu, zinaya yakın düşmeyin, demektir. “Zina”, kelimesi, hem med ile hem de kasır ile okunur, iki ayrı söy-leyişcîr. Şair der ki:
“Senin söylediğin şeyin farziyeti
Zinanın farziyetinin (farz cezasının) reem. oluşu gibidir.”
“Bir yol” lafzı ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. İfade, o yol kötü bir yoldur, takdirindedir. Çünkü cehennem ateşine götürür. Zina, büyük günahlardandır. Büyük günah olduğu hususunda da, çirkinliği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Özellikle de komşunun helal hanımı ile oîursa. Çünkü zinadan dolayı başkasına ait olan çocuk, başkası tarafından hizmette kullanılır, evlat edinilir, buna benzer miras ve suların karışımı (aynı rallime farklı menilerin dökülmesi) dolayısıyla neseblerin bozuluşu gibi pek çok zararları vardır.
Sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sav) bir çadırın kapısı önünde doğumu yaklaşmış hamile bir kadının yanından geçti. Peygamber şöyle buyurdu: “Muhtemeldir ki, (bu cariyenin sahibi) onunla ilişki kurmak istiyor.” Orada bulunanlar, evet dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Ona, kendisiyle birlikte kabrine girecek bir lanet ile onu lanetlemek istedim. (Eğer onu kendi evladı kabul ederse) helâl olmadığı halde onu naşı] (kendisine) mirasçı yapacak? Ve onu hizmetinde kullanması -kendisine helâl olmadığı halde- nasıl hizmetinde kullanacak?”[115]
- Allah’ın haram kıldığt canı hak ile olmadıkça öldürmeyin. Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.
Yüce Allah’ın: “Allah’ın haram kıldığı canı, hak ile olmadıkça öldürmeyin” buyruğunu dair açıklamalar, bundan önce el-Ervâm Sûresi’nde (6/151 âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın: “Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur” buyruğuna dair açıklamalarımız) da üç başlık halinde sunacağız: [116]
- Zulmen Öldürülenin Velisinin Yetkisi:
“Kim, zulmedilerek™ yani öldürülmesini gerektiren bir sebep olmaksızın “Öldürülürse Biz, velisine” onun kanını talep etmek hakkına sahip olanlara “bir güç ve yetki vermişizdir.”
ibn Iluveyzimendad der ki: Velinin erkek olması gerekir. Çünkü yüce Allah veliyi tekil ve müzekker olarak zikretmiştir, ismail b. İshak da, yüce Allah’ın: “Biz velisine bir güç ve yetki vermişizdir” buyruğunda, kadının, “veli” lafzının mutlak olarak kullanımının dışında kaldığına delil bulunmaktadır. Hiç şüphesiz, kadınların kısasta her hangi bir haklan yoktur. Bundan dolayı kadının, kısas hakkını affetmesinin de bir etkisi olmaz ve onun kısas uygulanmasını gerçekleştirme yetkisi de yoktur.
Muhalif görüşte olanlar ise şöyle demektedir: Burada “veli”den kasıt mirasçıdır. Zaten yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir.” (ct-Tevbe, 9/71) Bir başka yerde de: “İman edip de hicret etmeyenlere gelince; hicret edene kadar sizin onlarla hiç bir velayetiniz yoktur.” (el-Enfal, 8/72) Yine yüce Allah, bir başka yerde: “Akrabalar, Allah’ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar” (el-Enfal, 8/75) dîye buyurmaktadır. Bu ise, diğer mirasçıların da kısas hakkını talep edebileceklerini kabul etmeyi gerektirmektedir. Sözünü ettikleri velinin, zahiri itibariyle müzekker olup tekil olduğu iddialarına gelince, müzekker ile müennesinin (eril ve dişilinin) eşit olduğu cins isim olan lafızlar gibidir. Bu görüş ayrılığının geri kalan diğer bilgileri ise, hilaf (mukayeseli mezhepler fıkhı) kitaplarında yer alır.
“Bir güç ve yetki (sulta) vermişizdir.” Yani Biz, ona bir otorite vermişizdir. Dilerse katili öldürür, dilerse affeder, dilerse de diyet alır. Bu açıklamayı İbn Abbas -r.a-, ed-Dahhâk, Eşheb ve Şafiî yapmışlardır.
İbn Vehb de der ki: Malık dedi ki: Buradaki “sultan (güç ve. yetki}” Allah’ın emridir. İbn Abbas ise, kesin delildir demiştir, Bunun, katilin kendisine teslim edilmesi için istemesi demek olduğu da söylenmiştir.
İbnu’l-Arabî der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Bunların en net olanları ise, Malik’in dediği: Burada sultandan kaşıtın Allah’ın emridir, şeklindeki açıklamasıdır. Diğer taraftan şanı yüce Allah’ın emri açık bir nas halinde vaki olmadığından dolayı, ilim adamlarının bu hususta farklı görüşleri vardır, İbnü’l-Kasım, Malik ve Ebu Hanife’nin, bundan kastın özellikle öldürmedir dediklerini nakletmektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, az önce sözünü ettiğimiz gibi muhayyer olması demektir, Şafiî de böyle demiştir. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi’nde (2/178. âyet, 1. başhk ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. [117]
- Kısasta Aşırı Gitmek:
“O halde, o da öldürmekte aşırıya gitmesin” buyruğu ile ilgili olarak üç ayrı açıklama yapılmıştır:
1- Katilden başkasını öldürmeye kalkışmasın. Bu, el-Hasen, ed-Dahhâk, Mücahid ve Said b. Cübeyr’in görüşüdür.
2- Arapların yaptıkları gibi velisi olduğu kimsenin yerine iki kişi öldürmeye kalkışmasın.
3- Katile müsle yapmasın (azalarını kesmesin). Bunu da Talk b. Habib söylemiştir. Aslında bunların hepsi de kastedilmiştir, çünkü bunların hepsi yasak kılınmış olan aşırılığa gitmektir. Yine buna dair yeterli açıklamalar, el-Bakara Sûresi’nde (2/178. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Cumhur, Aşırıya gitmesin” diye “ya” ile okumuşlardır kî, bundan kasıt velidir, ibn Âmir, Hamza ve el-Kisaî ise, şeklinde; “(kısas uygulayacak kişi) aşırıya gitme!” anlamında “te” ile okumuşlardır ki, Huzey-fe’nin kıraati de böyledir. el-Âlâ b. Abdülkerim, Mücahid’den şöyle dediğini rivayet eder: Bundan maksat, ilk katile hitaptır. Yani bize göre, ey Katil! Sen, (öldürmek suretiyle) aşırıya gitme demektir.
Taberî ise şöyle demektedir: Bu, Peygamber ile ondan sonraki yöneticilere hitap manasınadır. Yani, (ey bu gibi hükümleri uygulamakla yükümlü olan yöneticiler) katilden başkasını öldürmeyiniz! Ubey’in Mushaf’ında ise: Öldürmekte aşırıya gitmeyiniz” şeklindedir. [118]
3, Çünkü Veli, Yardıma Mazhar Olmuştur;
Yüce Allah’ın: “Çünkü o” buyruğunda kastolunan velidir. “Zaten yardıma mazhar olmuştur” ona yardım olunmuştur.
Eğer: Nice maktul velisi vardır ki, yardımsızdır, hakkını alamamaktadır denilecek olursa, cevabımız şudur: Yardım, kimi zaman delilin açıkça ortaya çıkmasıyla, kimi zaman da bunun gereğinin tam olarak yerine getirilmesiyle, üçüncü olarak da her ikisi birlikte sözkonusu olmak suretiyle gerçekleşir. Hangisi olursa olsun bu şüphesiz ki, şanı yüce Allah’tan bir yardımdır.
İbn Kesir de, Mücahid’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şüphesiz ki öldürülen kişi yardıma mazhar olmuştur, demektir. en-Nelıhâs da der ki; Buyruk: Muhakkak Allah ona velisi vasıtasıyla yardım eder demektir. Yine bu buyruğun, übeyy (r.a)’tn kıraatinde şu şekilde olduğu rivayet edilmiştir: Öldürmekte aşiiıya gitmeyin. Çünkü o maktulün velisi zaten yardıma mazhar olmuştur.”
en-Nehhâs der ki: Daha açık olan bu (“aşırıya gitmesin” fiilinin) “ya” İle olması ve veli için söz konusu edilmesidir. Çünkü eğer öldürme hakkına sa-hîp ise o kimseye “aşıcıya gitmesin” denilebiiir. Bu ise velinin bîr hakkıdır. Bununla birlikte “te” ile (aşırıya gitmeyin) anlamında olması da mümkündür, yine bu hitap veliye olur. Ancak bu durumda (gaibden) muhataba geçişe ihtiyaç vardır.
ed-Dehhâk der ki: Kur’ân-ı Kerim’de öldürme ile İlgili ilk nazil olan buyruk budur ve bu buyruk Mekke’de inmiştir. [119]
- Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna- .yetimin malına yaklaşmayın. Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorumluluk vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [120]
- Yetimin Malına Kötü Maksatla El Sürmemek:
Yüce Allah’ın: “Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstesna- yetimin malına yaklaşmayın” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-En’âm Sûresi’nde (6/151- âyet, 10. başlık ve devamında} geçmiş bulunmakladır. [121]
- Ahde Bağlılık:
Yüce Allah’ın: “Bir de ahdi yerine getirin” buyruğu ile ilgili açıklamalar birkaç yerde, (mesela; el-Bakara, 2/42, âyet; en-Nahl, 16/91-92 vd.) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Allah’ın emrettiği ve yasakladığı herbir şey ahdin kapsamı içeresinde yer alır.
“Çünkü, ahidden sorumluluk vardır” buyruğunda:…den” hazf edilmiştir. Yüce Allah’ın: Ve emrolunduklarını yaparlar” (et-Tahrim, 66/6.) buyruğunda; … şeyi…” lafzının hazf edildiği gibi.
Denildiğine göre, ahde dair sorgulama, onu bozan kimseleri azarlamak için yapılacaktır. Ona, sen ahdini bozdun ha? denilecektir. Nitekim kız çocuğunu, diri diri gömene azarlamak için sorulacağı gibi. [122]
35- Ölçtüğünüzde tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartta. Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [123]
- Ölçü ve Tartıda Doğruluk:
“Ölçtüğünüzde tam Ölçün” buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce el-En’âm Sûresi’nde (6/152. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime ölçmenin, satıcının görevi olmasını gerektirmektedir. Yusuf Sûresi’nde de bu’hususa dair açıklama geçtiğinden dolayı, (12/88. âyet, 2. başlıkta) tekrarlamanın anlamı yoktur.
“Kustâs” kelimesi, “kaf” harfi ötreli olarak kullanıldığı gibi, esrelî olarak (kıstas şeklinde) de kullanılır. Bu, Rumcada terazi demektir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demekledir: Kıstas, küçük olsun büyük olsun terazi demektir. Mücahid de: Kıslas, adalet anlamındadır, der. O da: Bu Rumca bir kelimedir, derdi. Bu buyrukla insanlara şöylece hitab edilmiş gibidir: Tartılarınızı adaletli tartınız.
İbn Kesir, Ebu Amr, Nafi’, İbn Âmir ve Ebu Bekir’in rivayetine göre Asım, bu kelimeyi “el-Kustas” şeklinde “kaf harfini ötreli olarak okumuşlardır. Ham-za, e!-Kisaî ve Âsim yoluyla Hafs da, “kar harfini esreli olarak (el-Kıstas şeklinde) okumuşlardır ki, iki ayrı söyleyiştir. [124]
- Adalet En Hayırlısıdır:
“Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir” buyruğu şu demektir: Ölçüyü tam yapmak ve teraziyi dengede tutmak, Rabbinin nezdin-de daha hayırlı ve daha mübarektir.
“Hem sonuç itibariyle” yani akıbeti itibariyle “daha güzeldir.”
el-Hasen der ki: Bize nakledildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bir kimse, bir haramı elde edebilecek güce sahip olduğu halde, bunu terkeder ve buna sebep de yalnızca yüce Allah’ın korkusu ise, mutlaka Allah âhiretten önce dünyada acilen onun yerine o kimseye ondan daha hayırlısını verir.”[125]
- Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [126]
- Bilmedik Şeyin Ardına Düşmek:
Yüce Allah’ın: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” buyruğu, hakkında bilgin olmayan ve seni ilgilendirmeyen şeyin arkasına düşme, demektir.
Kacade der ki: Görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum, bilmediğin halde bildim demeyeceksin. Bu açıklamaları ibn Abbas (r.a) da yapmıştır. Mücahid der ki: Hakkında bilgin olmayan bir hususu sözkonusu ederek hiç bir kimseyi yermeye kalkışma. îbn Abbas (r.a) da yine aynı görüşü dile getirmiştir. Muhammed b. el-Hanefiyye der ki: Bundan kasıt yalan sahiciliktir. el-Kutebî der ki: Zan ve tahminlerin peşinden gitme, demektir. Bütün bunlar birbirine yakın açıklamalardır.
Aslında batıl ve hak olmayan şeyleri ileri sürüp iftira etmek” demektir. Hz. Peygamberin: Biz, Nadr b. Kinaneoğullan olarak ne annemize söveriz, ne de babamızı reddederiz”[127]buyruğunda da bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair eî-Kümeyt de şöyle demektedir:
“Ben, suçsuz kimseye günahsız yere iftirada bulunmam Namuslu ve iffetli kadınlar da -arkalarından gidilecek olsa-ben izlerini takip edip arkalarından gitmem.”
Onun izini takip ettim demektir. “el-Kafe” diye anılan kimselere bu ismin veriliş sebebi, başkalarının izlerini takib etmelerinden dolayıdır. Her şeyin kafiyesi ise onun sonu anlamındadır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir. Çünkü o, beytin sonunda gelir. Peygamber (sav)’in İsmi olan “ei-Mukaffî” de bu kökten gelmektedir. Çünkü o peygamberlerin sonuncusudur. Benzerliklerin izlerini takip eden kişiye “kaif” denilmesi de buradan gelmektedir. Kaif, bu işini yaptığı takdirde bunu anlatmak üzere, denilir. “Fe” harfi “kafa takdim edilmek suretiyle; “i tzi takip ettim” de denilir,
İbn Atiyye der ki: Bu kelimenin bu şekilde kullanılışı, Arapların bazı kelimelerle oynadığı gibi bununla da oynamış olduğu ihtimalini vermektedir. Nitekim, “leamrî: ömrüm hakki için” demek isterken, “reamlî” demeleri böyledir.
et-Taberî de bu fiili bir kesimin; şeklinde fiili gibi kullandıklarını da nakletmektedir.
Münzir b. Said’İn kanaatine göre ise, bu şekildeki kullanış Kendisine doğru çekti” fiilinin kullanılışına benzemektedir.
Özetle bu âyet-i kerime yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı ve buna benzer asılsız ve adi sözler söylemeyi yasaklamaktadır.
el-Kisaî’nin naklettiğine göre bazı kimseler “ka” harfini ötreli, “fe” harfini de sakin olmak üzere; diye okumuşlardır. el-Cerrah, kalp anlamındaki el-Fuâd kelimesini; şeklinde, “fe” harfini üstün olarak okumuştur. Bu, bazılarının şivesidîr. Ancak, Ebu Hatim ve başkaları bunu kabul etmemişlerdir. [128]
- Benzeştirenlerin (Kaaiflerin) Dediklerine Göre Hüküm Vermek:
İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerime, kafc (benzerlik) ile hüküm vermeyi ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” (burada “düşme” anlamındaki kelime ile kalenin aynı kökten geldiğini hatırlatalım) diye buyurduğuna göre bu, bizim bilgi sahibi olduğumuz şeylere göre hüküm vermemizin caiz olduğuna delildir. Buna göre insanın bildiği yahut zannı galip İle öyle olduğunu anladığı her bir şeye göre hüküm vermesi caiz olur. İşte kur’a ve mahsullerin tahmininin kabul edileceğine dair delilimiz de budur. Çünkü bu da bir çeşit galip zandır ve kelimenin anlamı genişletilerek buna da “ilim” adı verilebilir. Kaif de çocuğu, aralarındaki benzerliklerden hareket ederek babasına katar (babasının kim olduğunu tes-bit eder). Bu, tıpkı takibin, aralarındaki benzerlik dolayısıyla (kıyas yapar-ken) fer’i asla katması gibidir. Sahih’te de Hz. Âişe’den şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (sav) yüzünden sevinç parıltıları okunarak yanıma girip şöyie dedi: “Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd üzerlerinde ayaklarını dı-şarda bırakan fakat başlarını örttükleri bir kadife parçası bulunduğu halde Mü-cezziz’in, gelip onlara bakarak, şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir, dediğine dikkat etmez misin?”[129] Yunus b. Yezid yoluyla gelen hadiste ise, “ve MÜ-cezzîz, kaif İdi” denilmektedir.[130]
- Zeyd ve Oğlu Usame İle İlgili Cahiliyyenin İddiaları:
İmam Ebu Abdulİah el-Mazeri der ki: Cahiliyye mensupları, Usame’nin nesebi hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Çünkü Usame oldukça siyah tenli idi. Babası Zeyd ise pamuktan da beyazdı. Ebu Dâvûd, Ahmed b. Salih’den böylece nakletmektedir. Kadı îyad da şöyle demektedir: Ahmed’den başkaları ise, Zeyd’in, katıksız ve parlak beyaz tenli olduğunu, Usame’nin de oldukça esmer olduğunu söylemişlerdir.[131]” Zeyd b. Harise, Keib kabilesinden halis Araptır. İleride yüce Allah’ın izniyle el-Alızâb Sûresi’nde (.33/4. ayet, 5. başlıkta) geleceği gibi, esir düşmüştür, Kelb kabilesinden halis Arabttr. [132]
- Ççcuğun Kime Ait Olduğu Hususunda Anlaşmazlık Olursa Kıyafet Bilginlerine Başvurmak:
İlim adamlarının çoğunluğu, çocuğun kime ait olduğu hususunda anlaşmazlık sözkonusu olduğu takdirde kıyafet bilginlerine (el-Kafe) başvurulacağına, Peygamber (sav)’tn, sözü geçen kaifın sözleri üzerine sevinmesini delil göstermişlerdir. Hz. Peygamber ise hiç bir zaman batıl ile sevinecek veya bundan dolayı memnun olup onu beğenecek bir kimse değildir.
Ancak Ebu Hanife, tslıak, es-Sevrî ve onların arkadaşları, Peygamber (sav), liân hadisinde benzerliği kabul etmeyişini delil alarak, kaiflerin hükümlerini kabul etmemişlerdir. Liân ile ilgili hadis, yüce Allah’ın izniyle en-Nûr Sûresi’nde gelecektir. [133]
- Kaiflerin Kanaatlerini Delil Kabul Edenlerin Görüş Ayrılıkları:
Kaiflerin dediklerini kabul edenler de kendi aralarında; “acaba onların görüşleri hem hür, hem de cariye kadınların çocuklarında mı delil kabul edilir, yoksa yalnızca cariyelerin çocukları hakkında’mı delil kabul edilir?” hususunda iki ayrı görüşe sahiptirler.
Birinci görüş, (yani hem hür kadınların, hem cariyelerin çocukları hakkında kabul edileceği görüşü) Şafiî ile İbn Vehb’in rivayetine göre Malik’in görüşüdür. Ancak, Maliki mezhebinde meşhur olan görüş, bunun yalnızca cariyenin çocuğuna münhasır olduğu şeklindedir. Sahih oian ise, İbn Vehb’in Ma-lik’den rivayet ettiği görüş ile Şafiî (r.a )’ın kabul ettiği görüştür. Bu konuda asıl delili teşkil eden hadis, hür kadınlar hakkında vaki olmuştur. Çünkü Üsame de, onun babası da hür idiler. Hükmün delilinin esas kabul edildiği sebep -ki bu hükmü vermenin sebebi de odur- nasıi ortadan kaldırılabilir?
Bu usul bilginlerine göre caiz olmayan bir yöntemdir.
Aynı şekilde bu görüşü kabul edenler, tek bir kaifin görüşü ile yetinilir mi, yoksa şahidlik olduğundan dolayı mutlaka İki kişinin kanaati mi gerekli olduğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. İbnü’l-Kasim birinci görüştedir. Bu hususa dair haberin zahiri hatta nassi da bunu ifade etmektedir. Malik ve Şafiî -Allah ikisinden de razı olsun- ise ikincisini kabul etmişlerdir. [134]
- İnsan ve Organlarının Sorumluluğu:
“Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur.” Yani, bunların herbirisi kazandıklarından dolayı sorumlu tutulacaktır. Kalb, düşündüğü ve inandığı şeylerden, kulak ve göz görüp duyduklarından sorumlu tutulacaklardır.
Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şanı yüce Allah, insana işittiklerinden, gördüklerinden ve kalbinden geçirdiklerinden soracaktır. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamberin şu buyruğudur: “Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlu tutulacaksınız.”‘[135]
İnsan, organlarının çobanıdır. Buyrukta: İşte bütün bunlardan insan sorumlu tutulacaktır, denilmiş gibidir. O halde burada bir mu7.afın hazfedilmesi sözkonusudur.
Ancak, delil olmak bakımından birinci anlamı daha beliğdir. Çünkü insanın organları tarafından yalanlanması da sözkonusu olacaktır. Bu İse, rüsvay-hğm en ileri derecesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri Bize söyler ve ayaklan şahidlik eder,” (Yâsîn, 36/65); “Oraya geldiklerinde kulakları, gözleri, derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir.” (Fussilet, 41/20)
Burada kulak, göz ve kalpten; Bunkrün her biri)” diye söz edilmesi bunların idrak duyulan oluşlarından ve bu âyef-i kerimede sorumlu olarak söz konusu edildiklerinden dolayıdır. Bu, aklı eren varlıkların bir halidir. İşte bundan dolayı onlardan bu şekilde söz edilmiştir. Sibeveyh, -Allah’ın rahmeti ezerine olsun- yüce Allah’ın: “Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı” (Yusuf, 12/4) buyruğu hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: Yüce Allah’ın, burada yıldızlar hakkında aklı eren varlıkların 2amirini kullanma sebebi şundandır: Allah, bu yıldızları aklı eren varlıkların fiili olan secde etmekle vasfettiğinden dolayı, yine aklı eren varlıklara ait zamiri onlar için kullanmış bulunmaktadır. Nitekim bu açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc’ın naklettiğine göre de Araplar hem aklı eren varlıklar hakkında, hem de ermeyen varlıklar hakkında; Onlar” zamirini kullanırlar. ez-Zeccnc ve et-Taberi de (buna örnek olmak üzere) şu beyili zikrederler:
“el-Livâ’daki konaklamadan sonraki bütün konaklamaları ve O günlerden sonraki her türlü yaşayışı zem eyle.”
Bu ise, durulması gereken bir sınırı göstermektedir. Ancak bu beyitte “günler” yerine “kavimler” de rivayet edilmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [136]
37.Yeryüzünde kibir ve azametle yürümcl çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın, boyca da asla dağlara erişemezsin.
- Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [137]
1, Kibirle Yürümek Yasağı:
Yüce Allah’ın: “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme” şeklindeki bu buyruğu, böbürlenip kibirlenmeyi yasaklamakta, alçak gönüllülüğü emretmektedir.
“Aşırı derecede sevinip şımarmak” demektir. Yürürken büyüklen-mek anlamında olduğu söylendiği gibi, insanın kendi haddini, hududunu aşması diye de açıklanmıştır.
Kalede: Bu, yürüyüşte büyüklenip böbürlenmek demektir, der. Yine bunun, azgınlık etmek ve kibirlenmek anlamında olduğu söylendiği gibi, gayret ve çalışkanlık ile işe sarılmak anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bu görüşler birbirlerine yakın olmakla birlikte, iki kısma ayrılırlar: Bu kı-sımlann birisi verilmiştir, diğeri övülmüştür. Büyüklcnmek, azmak, böbürlenmek, insanın haddini aşması verilmiştir. Ama sevinmek ve gayret ise ovül-miş bir şeydir. Şanı yüce Allah, bunlardan birisi ile kendisini vasf’etmiş bulunmaktadır. Meselâ; sahih hadiste: “Allah’ın, kulunun tevbesi dolayısıyla sevinmesi…”[138] denilmektedir. Tembellik ise şer’an yerilmiş bir şeydir ama, ciddiyet ve gayret onun zıddidır. Hatta bazen büyükienmek ve onun anlamındaki tutumlar da övülen bir davranış olabilir. Bunun hükmü, Allah’ın düşmanlarına ve zalimlerine karşı yapılırsa böyledir,
Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, İbn Cabir b. Atik’den, o babasının senediyle Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Gayret (kıskançlık)’ın bazısını aziz ve celil olan Allah buğz eder. Bazısını da Allah sever. Kibirin kimisini yüce Allah sever, kimisine de Allah buğzeder. Allah’ın sevdiği gayret, din hususundaki gayrettir. Allah’ın buğzettiği gayret ise, din dışı hususlardaki gayrettir. Allah’ın sevdiği büyüklenmek kişinin, savaşırken kendi kendisine büyüklenip böbürlenmesidir, sadaka verirken (halinden memnun olması) dır. Allah’ın buğzettiği böbürlenmek ise, batıldaki böbürlenmedir.” Bunu, Ebû Dâvûd da Musennefİnde (Sünen’inde) ve başkaları da rivayet etmiştir.[139] Şu beyitler bu hususa dairdir:
“Yer üzerinde ancak mütevazı olarak yürü. Çünkü onun altında senden çok daha yüce nice kimseler vardır. Eğer sen güç, kuvvet, koruma ve koruyuculara sahip isen, Senden daha güçlü ve daha çok korumaları bulunan nice kimseler ölmüş bulunuyor.” [140]
- İhtiyaç Sahibi Olmadığı Halde Avcılık Yapmak:
İnsanın, ihtiyacı bulunmaksızın, -kendisini yüce bilerek- avlanmaya ve benzeri şeylere yönelmesi bu âyet-i kerimenin kapsamına girmektedir ve böyle bir tutum hayvana işkencedir, anlamsız ve boş yere böyle bir iş yapmaktır.
Bir kimsenin, nadiren bir gün dinlenmesi veya bir günün bir saatinde dinlenmesi ve böylelikle ilim okumak, yahut namaz kılmak gibi hayırlı işleri yapabilmek için gerekli gücü toparlamak kastıyla rahat edip dinlenmeye çalışması, kendisine gelmeye çalışması, bu âyetin kapsamına girmez.
“Kibir ve azametle” kelimesini cumhur, “ra” harfini Üstün olarak okumuşlardır. Yakub’un naklettiğine göre İse bazıları İsm-i fail olarak, (kibirli ve azametli anlamında) “ra” harfini esreli okumuşlardır. Ancak, birincisi daha beliğdir. Çünkü; Zeyd koşarak geldi” ifadesi, Zeyd koşucu olarak geldi” ifadesinden daha beliğdir. İşte bu kelime de böyledir. Bunun mastar olarak kullanılması, ism-i fail olarak kullanılmasından daha beliğdir. [141]
- Kibirlenmek, Fıtrata da, Tabiata da, Kâinata da Aykırıdır;
“Çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın.” Yani, yerin iç tarafına girerek orada neler olduğunu bileme7sin. “Boyca da asla dağlara erişemezsin.” Yani, boyunun uzunluğunu ve haddini aşmaya kalkışmak suretiyle hiçbir zaman dağların seviyesine ulaşamazsın.
“Elbiseyi yardı”; yeri katetti” demektir. yerdeki geniş bir bölüm” demektir.
Yani sen, büyüklenmenle ve üzerinde yürümek suretiyle yeryüzünü asla yaramayacaksın.
“Boyca da asla dağlara erişemezsin.” Azametinle yani kendi gücünle sen bu seviyeye gelemezsin. Aksine sen zelil bir kulsun. Altından da üstünden de kuşatılmış bulunuyorsun. Kuşatılmış bir kimse, muhasara atlında ve güçsüz demektir. O bakımdan büyüklenmek sana yakışmaz.
Burada “yerin yarı İması “ndan kasıt, mesafesinin kat edilmesi değil, aşağı doğru delinmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
el-Ezheri der ki: Sen onu katedemezsin anlamındadır. en-Nehhas da bu daha açıkça anlaşdan bir ifadedir, der. Çünkü bu, genişlik düzlük ve ova anlamındaki; dan alınmıştır. Yine, Filanın yolculuğu, güç ve kuvveti ve koruması titandan daha ileridir” denilir.
Rivayet olunduğuna göre Sebe’, dünyanın doğusundan batısına kadar da-ğıyla, ovasıyla bütün yer yüzünü eline geçirmişti. İleri gelen bir çok kimseyi öldürmüş ve esir almıştı. Bundan dolayı da ona Sebe’ denilmiştir. Herkes onun itaatine girmişti. Bu durumu görünce, arkadaşlarından ayrılıp tek başına üç gün süreyle uzlete çekildi, sonra yanlarına çıkıp şöyle dedi: Ben, hiç bir kimsenin nail olmadığı şeylere nail olduğumu gördüğümden, öncelikle bu nimetlere şükretmekle İşe başlamayı uygun gördüm. O bakımdan, görüşüme göre en uygun şey, güneşe doğduğu vakit secde etmektir. Bunun üzerine güneşe secde etmeye başladılar. İşte güneşe İbadetin başlangıcı böyle olmuştur. Büyüklenmenin, tekebbürün ve şımarmanın akıbeti işte budur. Bundan Allah’a sığınırız. [142]
- Allah Tarafından Hoşlanılmayan Şeyler:
“Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir” buyruğundaki Bu daha önce sözü edilen, Allah’ın yerine getirilmesini emredip yasaklanmasını istediği şeylere bir işarettir. Bu işaret edatı hem tekil için hem çoğu) için, hem müennes hem müzekker için kullanılabilir.
Âsim, İbn Âmir, Hamza, el-Kisaî ve Mesrûk, Kötü olan”ı zamire iza-feli olarak okumuşlardır. Bundan dolayı da; Hoşlanılmayan” şeklinde ve;…dir”in haberi olarak nasb halindedir. Hoşlanılmayan şey, kötü şey” demektir. Allah’ın razı olmadığı ve emretmediği her şeydir.
Yüce Allah, “Rabbin şunları hükmetti…”(el-İsrâ, 17/23) buyruğundan itibaren “hoşlanılmayan şeylerdir” buyruğuna kadar emrolunan ve yasak kılınan bir takım şeyleri söz konusu etmektedir. O bakımdan burada bütün bun-lann hepsinin kötülük olduğunu haber vermesi düşünülemez. O takdirde emr olunan şeylerle yasak kılınan şeyler birbirinin içine girer. Ebu Ubeyd de bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Ubey’in kıraatinde; Bütün bunların günahları…” diye okumuştur, Böyie bir kıraal ise ancak izafet için söz-konusu olabilir.
İbn Kesir, Nâfi’ ve Ebû Amr ise, tenvin ile; Bir günalı” diye okumuşlardır. Yani, Allah ve Rasûlünün yasak kıldığı her bif şey bir günahtır demektir. Buna göre söz hem “sonuç itibariyle daha güzeldir” (el-İsrâ, 17/35 buyruğunda tamam olup sona ermekte, daha sonra da yeni bir buyruk olmak üzere: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme… yürüme” (el-İsrâ, 17/36-37) diye buyurduktan sonra da tenvinli olarak Çünkü bütün bunlar birer günahtır” diye buyurmaktadır.
Yüce Allah’ın: “Evlatlarınızı… öldürmeyin” (el-İsrâ, 17/31) buyruğundan itibaren bu âyete kadar birer kötülüktür, bunlar arasında iyilik olan her hangi bir şeyden söz edilmemiştir. O bakımdan “bütün bunlar” buyruğu, yalnızca yasaklanan şeyleri kapsar, başka şeyi kapsamaz, demişlerdir.
Yüce Allah’ın: “Hoşlanılmayan şeyler” buyruğu ise, “kötü olan”ın sıfatı olmayıp ondan bedeldir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Bütün bunlar birer kötülüktür ve hoşlanılmayan şeylerdir.
“Hoşlanılmayan şeyler” anlamındaki kelimenin;…dir”in ikinci haberi olup ve Bütün bunlar” lafzı dolayısıyla böyle geldiği de söylenmiştir. Bir kötülüktür” ifadesi ise bundan önce sözü edilen bütün bu şeylerdeki manaya hamledilir.
Kimisi de bu, “(hoşlanılmayan şeyler)”; seyyie (kötü olan şey)” in sıfatıdır demektedir. Çünkü bunun müennesliğî hakiki olmadığından dolayı mü-zekker olan bir kelime ile vasfedilmesi mümkündür. Ebu Ali el-Farisî ise bu görüşü zayıf kabul eder ve şöyle der: Eğer müennesten müzekker olarak söz edilecek olursa, ondan sonrasının da müzekker olması gerekir. Bu konuda kaidenin nazar-ı itibara alınmaması, müsned fiilin müennesten önce gelip mü-
“Onun şimşek çaktığı gibi çakmış bir bulut yoktur, Ve onun bitirdiğini bitirmiş bir arazi de yoktur.”
Ancak bu, Araplarca çirkin görülen bir kullanımdır. Bir kimse. Bir arazi, bitki yetiştirdi” diyecek olsa, bu çirkin bir İfade olmaz. Ebu Ali (el-Fârîsî) da der ki: Fakat, yüce Allah’ın; Hoşlanılmayan şeyler” buyruğunun, Kötü olan bir şey”den bedel olması mümkündür. Aynı şekilde “Rabbinin katında” buyruğundaki tamirden hal; buna karşılık “Rabbinin katında” buyruğunun da “kötü olan”ın sıfatı mahallinde olması da mümkündür. [143]
- Raksetmek:
İlim adamları bu âyet-t kerimeyi, raksetmenin ve bu işi sürdürmenin yerilen bir şey olduğuna delil göstermişlerdir. İmam Ebu’l-Vefâ b. Akıl der ki: Kur’ân-ı Kerim, raksı yasakladığını açık nass ile ifade ederek: “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme” diye buyurmuş ve kibirlenen]eri yermiştir. Raks, kibirlenip azgınlaşmanın en ileri derecesidir. Bizler, neşe ve sarhoşluk vermeye ortak özellikleri dolayısıyla nebizi şaraba kıyas etmiyor muyuz? Ne diye mızrabı ve onunla birlikte şiirin bestelenerek söylenmesini, tanbur, zurna ve davula -aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz ki? Sakallı bir kimsenin -hele bir de yaşlı olursa- raksedip nağmelere ve vurgulara göre alkış tutması ne kadar çirkin bir şeydir! Özellikle nağmeli sesler, kadın ve tüyü bitmemiş çocukların sesi ise. Acaba, önünde ölüm, sorgulanmak, haşr ve sırat bulunan, bundan sonra da cennet ya da cehennemden birisine gideceği belli olmayan bir kimsenin raks ile hayvanlar gibi şaha kalkmasının, kadınlar gibi alkışlamasının güzel bir tarafı olabilir mi? An dolsun ki, ömrüm boyunca öyle hocalarımı gördüm ki, sürekli olarak onlarla oturup kalkmama rağmen gülmek şöyle dursun, tebessüm ettikleri İçin bir tek dişleri dahi görülmüş değildir.
Ebu’l-Ferec tbnü’l-Cevzî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demektedir: İlim adamlarından birisinin, İmam el-Gazali -Allah ondan razı olsun- bana anlattığına göre o şöyle demiştir: Raks, ancak ortun ile ortadan kalkabi-len iki omuz arasındaki bir ahmaklıktır.
İleride el-Kehf Sûresi’nde (18/14. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde (Luk-man, 3l/â. âyetin tefsirinde) yüce Allah’ın izniyle bu bahise dair daha geniş açıklamalar gelecektir.
İsra Suresi