Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Çar 14°C
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C

17 – İsra Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Bu sûre, üç et müstesna Mekke’de inmiştir: Birisi; “Yakında seni bu yer­den çıkarmak için mutlaka rahatsız edecekler” (76. âyet) buyruğu olup Rasûlullah (sav)’a, Sakif heyeti gelip yahudiler: Burası peygamberlerin gel­dikleri diyar değildir, dedikleri vakit inmişti.

17 – İsra Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

İsra Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

1-111. ÂYETLERİN TEFSİRİ

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı ile (Mekke’de İnmiştir, Yüzonbir Âyettir)

İkinci âyet yüce Allah’ın: “Ve de ki: Rabbim, beni doğruluk girişi ile gir­dir, doğruluk çıkarışı ile çıkar” (80. âyet) buyruğudur.

Üçüncüsü ise: “Hani sana, şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşat­mıştır…” (60.) âyetidir. Mukatİl der ki; Yüce Allah’ın: “…Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara,,,” i 01. âyet) buyruğu da Medine’de inmiştir. İbn Mes’ud (r.a) da, Beni İsrail (İsra) Kehf ve Meryem Sûreleri hak­kında şunları söylemiştir: Bu sureler, kimi erken dönemlerde ilk nazil olan sûrelerdendir hem de benini ilk öğrendiğim sûreler arasında yer alırlar.[1]

  1. Kulunu geceleyin Mescİd-İ Haram’dan, çevresini mübarek kıl­dığımız Mescİd-i Aksâ’ya götüren münezzehtir. Ona, âyetlerimiz­den bazısını gösterelim diye. Şüphesiz ki O, İşitendir, görendir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz [2] başlık halinde sunacağız:[3]

  1. Tenzih (Subhân)’in Anlamı:

Yüce Allah’ın: Münezzehtir” buyruğu, mastar yerinde kullanı­lan bir isimdir. Ancak bu, isim olarak mütemekkin (ismin bütün özellikleri­ne haiz) değildir. Çünkü, i’rab şekillerine göre harekelerinde değişiklik ol­mamaktadır. Başına “elif ve İâm” gelmez. Aynı şekilde bundan fiil türetil­mez. Sonunda zâid iki harf bulunduğundan dolayı da munsarıf değildir.

” Teşbih ettim, teşbih etmek” denilir- Tıpkı Yemin keffaretini ödedim, ödemek gibi. Bu ismin anlamı, yüce Allah’ın her türlü eksikliklerden tenzih edilmesi ve uzak oldu­ğunun ifade edilmesidir. Bu, yüce Allah’ın büyük bir zikridir. Başkası hak­kında bunun kullanılması uygun değildir. Şairin:

“Bana onun övülmesi(ne dair ifadeler) ulaşınca derim ki: Övülmeye değer olan Alkame bundan uzaktır.”

beyitinde bu kelimenin kullanılması oldukça nadiren görülen bir ifadedir.

Cennetle müjdelenmiş on kişiden birisi olan Talha b. Ubeydillah el-Fey-yâd’dan rivayete göre o, Peygamber (sav)’a şöyle sormuş: Subhanallah’ın an­lamı ne demektir? Hz. Peygamber de: “Allah’ı her bir kötülükten tenzih et­mektir” diye cevap vermiştir.[4]

Sibeveyh’in görüşüne göre, bu kelimede âmil olan, lafzından değil de onun manasmdaki bir fiildir. Çünkü bu lafızdan fiil kullanılmaz. Bu da; Kalçalan üzerine oturup, bacakları dirseklerinden bükerek dik­tikten sonra, ellerinin de bacaklarının etrafından birbirine kavuşturmak şek­lindeki oturuş” ile, Arapların örtüye bürünürken örtünün, bir ucunu sağ kolunun üzerinden sol omuzuna, öbür ucunu da sol kolu üzerin­den sağ omuzu üzerine atarak örtünmesi ifadelerine benzer. Sibeveyh’e göre buyruğun takdiri; Allah’ı mutlak olarak tenzih ederim” şeklin­dedir. Buna göre “Subhanallalı” ifadesi, mutlak olarak tenzih etmek, yerine geç­mektedir. [5]

  1. İsra:

Yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren” buyruğundaki; Geceleyin götürdü” fiili iki şekilde kullanılır: (Jr ) ile şeklinde. Tıpkı ile, Su içirdi” kelimelerinin kullanışı gibi. Nitekim bundan ön­ce de (el-Bakara, 2/60. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Şair der ki:

“İkizler burcundan yürüdü üzerine bir yürüyen Şimal onun üzerine doluyu yağdırarak.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Örtüsünün arkasında olan o güzel yüzlüyü selamla! Geceleyin yürüdü sana; önceden gelmiyorken.”

Böylelikle şairler her iki beyitte de her iki söyleyişi bir arada kullanmış bulunmaktadırlar.

İsrâ; geceleyin yürümek demektir. Ge­celeyin yürüdü ve yürümek” denilir. Şair de şöyle demektedir:

“Ve çiğin yağdığı bir gece yürüdüm,

Ve o gece yürümekten hiç bir şey de beni alıkoymadı.”

‘ın, gecenin ilk saatlerinde yürümek, ‘ın ise, son dem­lerinde yürümek, anlamında olduğu da söylenmiş ise de, birincisi daha çok bilinen bir anlamdır. [6]

  1. Allah’ın Kulu:

Yüce Ailah’ın: “Kulunu” buyruğu ile ilgili olarak İlim adamları şöyle de­mişlerdir: Şayet Peygamber (sav)’ın bundan daha şerefli bir ismi olsaydı, o üstün haldeki durumunu anlatmak İçin o adı ile anardı. Bu anlamda olmak üzere şu beyitler söylenmiştir;

“Ey kavm, kalbim, Zehra’nın yanındadır İşiten de, gören de bunu bilir. Beni ancak; ey Onun kulu diye çağırınız, Çünkü o, isimlerimin en sere dişidir.”

Bu beyitler de daha önceden (el-Bakara, 2/23 buyruğunu açıklarken) geç­miş bulunmakladır.

el-Kuşeyrî der ki: Yüce Allah onu yüce huzuruna yükseltip de en yüksek yıldızların da üstüne çıkardığında, ümmeti için tevazu olmak üzere kulluk is­minden ayırmadı. [7]

4, İsra ve Bu Konudaki Rivayetler:

isrâ, bütün hadis eserlerinde sabit olmuştur. Sahabeden gelen bu hadis­ler İslâm diyarının her bir yerinde rivayet olunmuştur. Bu yönüyle İsra ha­disleri mütevâtir hadislerdendir. en-Nekkaş bu hadisleri rivayet eden yirmi sahabiyi zikretmektedir. Sahih(-i Müslim)’in Enes b. Malikten rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Bana, Burak getirildi. O beyaz, uzunca, eşekten daha yüksek, katırdan daha alçak boylu, ön ayaklarını gö­zünün gördüğü son noktaya koyan bir binektir. Ona bindim ve nihayet Bey-tü’1-Makdis’e vardım. Onu, peygamberlerin bineklerini bağladığı halkaya bağ­ladım. Sonra, Mescide girdim, orada iki rek’at namaz kıldım. Daha sonra çık­tım. Cibril (a.s) bana, birisi şarap, diğeri süt dolu iki kap getirdi. Ben, süt bu­lunan kabı tercih ettim. Cibril bana: Fıtratı tercih ettin, dedi. Sonra semaya doğru yükseldik…” diye hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.[8]

Buharı ile Müslim’de bulunmayan rivayetlerden birisi de, el-Âcurrî ve Se-merkandî’nin kaydettikleri rivayetlerdir. et-Acunî, Ebu Said el-Hudn’den, yü­ce Allah’ın: “Kulunu geceleyin, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıl­dığımız Mescid-i Aksa Ya götüren münezzehtir” buyruğu ile ilgili olarak şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) İsra’ya yürütüldüğü geceyi bi­ze anlattı. Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Bana, hayvanlar arasında en çok katıra benzeyen bir binek getirildi. Durmayıp oynayan kulakları vardı. Bu ön­ceden peygamberlerin bindiği Burak idi. Ben de buna bindim. Yola koyul­du. Ön ayaklarını gözünün gördüğü son noktaya koyarak koşardı. Sağ tarafımdan, ey Muhammed, biraz yavaş ol ki sana birşeyler sorayım diye bir ses işittim. Ancak, ben ona iltifat etmeden yoluma devam ettim. Sonra, sol tara­fımdan ey Muhammed, yavaş oî diye bir ses işittim. Ben de ona iltifat etmek­sizin yoluma devam ettim. Sonra da üzerinde dünya zinetlerinin her türlü­sü bulunan, ellerini yukarı doğru kaldırmış, yavaş ol ki sana birşeyler sora­yım, diyen bir kadın karşıma çıktı. Yine ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. Sonra, Beytü’l-Makdis’e, Mescid-i Aksa’ya geldim. Binekten indim, pey­gamberlerin dana önceden (bineklerini) bağladıkları halkaya Burağı bağla­dım, arkasından Mescide girdim, içinde namaz kıldım.

Cebrail bana: Ey Muhammed, neler işittin, diye sordu. Ben ona: Sağım­dan, ey Muhammed, yavaş ol sana bazı şeyler soracağım diye bir ses işittim. Ancak ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. O: Bu, yahudilerin da-vetçisi idi. Eğer durmuş olsaydın, ümmetin ya hu dil esirdi. (Hz. Peygamber de­vamla) buyurdu ki: Sonra solumdan bir ses işittim. Yavaş ol, sana bazı şey­ler sorayım, dedi. Yine ben ona iltifat etmeksizin yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da hıristiyanların davet çişi idi. Eğer durmuş olsaydın, se­nin ümmetin hıristiyanlaşırdı. (Devamla Hz. Peygamber) buyurdu ki: Sonra karşıma dünya zinetlerinin ti er türlüsünü üzerine takınmış, ellerini yukarı doğ­ru kaldırmış bir kadın karşıma çıktı. Yavaş ol, diyordu. Ben de ona İltifat et­meksizin yoluma devam ettim. (Cebrail) dedi ki: O da dünyadır. Eğer dur­muş olsaydın, hiç şüphesiz dünyayı âhirete tercih etmiş olurdun.

(.Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: Sonra bana birisinde süt, diğerin­de ise şarap bulunan iki kap getirildi. Bana, al ve iç, hangisini istersen ala­bilirsin denildi. Ben de sütü aldım ve içtim. Cebrail bana: Fıtrata İsabet et­tin. Eğer şarabı almış olsaydın, ümmetin azgınlaşmış olurdu, dedi.

Daha sonra, Âdemoğullarının ruhlarının üzerinde yükseldikleri Mi’rac geldi. Gördüğüm şeylerin en güzeli o idi. Sizler, Ölen bir kimsenin gözünü ona doğru nasıl diktiğine hiç dikkat etmediniz mi? Bizi yukarı doğru çıkar­dılar. Nihayet dünya semâsının kapısına geldik. Cebrail, kapının açılmasını istedi. Bu kim, diye soruldu o, Cebraii dedi. Beraberinde kim var, diye sor­dular o, Muhammed dedi. Peki, ona risalet verildi mi, diye soruldu o, evet dedi. Bana kapıyı açtılar, bana selam verdiler. Beraberinde yetmiş bin me­lek ve fıer biriyle yüz bin melek bulunan, İsmail diye tanınan bir meleğin se­mayı korumakta olduğunu gördüm: “Rabbinin ordularını O’ndan başka kim­se bilmez” (el-Müddesir, 74/31) buyruğunu okudu ve hadisin geri kalan bö­lümlerini zikrederek, daha sonra şöyle dedi: “Sonra, beşinci semaya gittik. Orada kavmi arasında sevilen bir kişi olan İmran oğlu Harun ile karşılaştım. Etrafında ümmetinden ona tabi pek çok kimse vardı. Peygamber (sav) onun niteliklerini belirterek şöyle dedi: Sakalı uzundu. Nerdeyse göbeğine kadar ulaşacaktı. Sonra, altıncı semaya gittik. Orada Musa ile karşılaştım. Bana se­lam verdi ve beni çok güzel karşıladı. -Peygamber (sav) onu da vaslederek şöyle buyurdu-: Saçı fazla bir adamdı, üzerinde iki gömlek olsa dahi yine onun saçları aralarından çıkardı…”[9]

el-Bezzar’ın rivayetine göre de, Rasûlullah (sav)’a bir at getirildi ve onun sırtına bindi. Onun attığı her bir adım, gözünün değdiği en uzak noktada idi… diye hadisin geri kalan bölümlerini anlattı.[10]

Burak’ın nitelikleri ile ilgili olarak İbn Abbas yoluyla gelen hadisde şöy­le denilmektedir: Rasûlullab (sav) buyurdu ki: “Ben, Hicr’de uyumakta iken bana birisi geldi. Ayağı ile beni harekete getirmek istedi. Ben, o kişinin ar­kasından gittim, bir de baktım ki, Cebrail (a.s)’in beraberinde katırdan da­ha aşağı ve eşekten daha yukarı, yüzü insan yüzüne benzeyen, ayağı tek tır­naklı, kuyruğu öküz kuyruğu, yelesi at yelesine benzeyen bîr binek ile bir­likte Mescid’in kapısında ayakta dikildiğini gördüm. Cibril (a.s) bu bineği ba­na yaklaştırınca, hayvan ürktü ve yelesi kabardı. Cibril (a.s) sırtını sıvazlaya­rak: Ey Burak, Muhammed’den ürkme, dedi. Allah’a yemin ederim ki, Mu-hamnıed (savVdan dalıa faziletli ve Allah nezdinde ondan daha değerli mu-karreb bir melek yahut gönderilmiş bir peygamber (rasul) sırtına binmiş de­ğildir. Bunun üzerine Burak şöyle dedi: Ben onun böyle olduğunu bildim. O büyük şefaatin sahibinin o olduğunu da biliyorum. Bununla birlikte ben, onun şefaati kapsamında olmayı arzu ederim. Bunun üzerine şöyle dedim: Yüce Allah’ın izniyle sen de benim şefaatimin kapsamında olacaksın…”[11]

Ebu Said Abdulmelik b. Muhammed en-Neysaburî de, Ebu Said el-Hud-rî’den şöyle dediğini nakleder: Peygamber (sav), dördüncü semada İdris (a.s)’ın yanından geçince, şöyle dedi: Kendisini göreceğimiz bize va’dolunan ve ancak bu gece görebildiğimiz salih kardeşe, salih peygambere merhaba! tiz. (Peygamber devamla) buyurdu ki: Orada İmran’ın kızı Meryem de var­dı. İnciden yetmiş köşkü vardı. Yine İmıan’ın kızı, Musa’nın annesinin de ka­pıları inci ile süslenmiş tahtları, tek bir parçadan yapılmış kırmızı mercandan yetmiş köşkü vardı. Mi’rac, beşinci semaya çıkınca, oradakilerin de teşbihi: Karı ve ateşi bir arada bulunduranın şanı ne yücedir! şeklinde idi. -Bunu bir defa dalıi söyleyen bir kimse, onların sevabı gibi sevap alır.- Cibril (a.s) ka­pının açılmasını istedi. Ona kapı açıldı. Aniden, olgunluk yaşında bir adam ile karşılaştım. Ondan gü2el bu yaşta bir adam görülmüş değildir. Gözleri iri, sakalı nerdeyse göbeğine ulaşıyordu. Hemen hemen sakalı yarı yarıya siyah beyaz karışımı idi. Etrafında oturmuş kimseler vardı. Onlara birşeyler anla­tıyordu. Ey Cebrail, bu kimdir? dsye sordum; o, kavmi arasında sevilen kişi Harun’dur, dedi…” ve hadisin geri kalan bölümünü zikretti.

İşte Buhârî ile Müslim’in dışında kalan, îsra ile ilgili hadislerden kısaltı­larak sunduğumuz bir nebze. Bu hadisleri, Ebu’r-Rabi Süieyman b. Seb’ ek­siksiz olarak “Şifâü”s-Sodûr” adlı eserinde zikretmiştir, tlirn ehli ile siyer bil­ginleri arasında namazın, Peygamber (sav)’a Mekke’de îsra gecesi semaya uru-cu (çıkışı) esnasında farz kılındığında görüş ayrılığı olmamakla birlikte, İs-ra’nın tarihi ile namazın şekli hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İsra, Hü. Peygamber’in ruhu veya bedeni ile mi olmuştur? İşte bunlar, âyet-i kerime ile ilgili üç ayn meseledir. Bunlar üzerinde durulması ve gerekli araştırma­ların yapılması gerekir. Ayrıca bunlar, bu husustaki hadislerin nakledilmesin­den daha ehemmiyetlidir. Ben bu hususlar ile ilgili olarak, tesbil edebildiğim kadarıyla ilim adamlarının görüşlerini ve rukalıânın farklı kanaatlerini -Allah’ın yardımı ile- zikretmeye gayret edeceğim. [12]

5, Birinci Mesele: İsrâ, Hz. Peygamber’in Ruhu İle mi, Bedeni İle mi Olmuştur:

isrânın, Hz. Peygamber’in ruhu ile mi, cesedi ile mi olduğu hususunda, selefin de halefin de görüş ayrılığı vardır. Bir kesim, İsranın ruh ile gerçek­leştiği, bedenin ise yattığı yerden ayrılmadığı ve îsra’nın hakikatleri ihtiva eden bir rüya olduğu görüşündedir. Çünkü, esasen peygamberlerin rüyaları da bir haktır, Muaviye ile Uz. Âişe bu kanaatte olduğu gibi, bu görüş el-lîascn ve İbn İshak’tan da nakledilmiştir.

Bir diğer kesim de şöyle demiştir: İsrâ, beden ile uyanık olarak Beytü’l-Makdis’e kadar ve oradan da ruh ile olmuştur. Bunlar, yüce Allah’ın: “Ku­lunu geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mes­cid-i Aksa’ya götüren münezzehtir” buyruğunu delil göstermişlerdir. Bu buyrukta yüce Allah, Mescid-i Aksa’yı İsrânın son noktası olarak zikretmek­tedir. Bu görüş sahiplen derler ki: Eğer îsrâ, Hz. Peygamber’in bedeni ile bir­likte Mescid-i Aksa’dan daha ileriye olmuş olsaydı, hiç şüphesiz bu da söz-konusu edilirdi. Çünkü böyle bir işin, beden ile olması övgü olarak daha ile­ri derecededir.

Selefin ve müslümanlartn büyük çoğunluğu ise İsrânın, beden ile ve uyanıkken gerçekleştiği görüşündedir. Hz. Peygamber, Mekke’de Burak’a bin­miş, Beytü’l-Makdis’e ulaşmış, orada namaz kıldıktan sonra da yine bedeniy­le İsrâ devam etmiştir. İşaret ettiğimi?, haberler ile âyet-i kerime de buna delâlet etmektedir. Hz. Peygamber’in bedeniyle ve uyanık olarak İsrasının gerçekleşmesinde imkânsız ve olmayacak bir taraf yoktur. Zahir ve hakikat terkedüerek tevil yoluna ise, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabut edil­mesinin imkânsız olması halinde söz konusudur. Eğer İsrâ uykuda gerçek­leşmiş olsaydı, burada “kulunun ruhuyla” denilerek “kulunu” diye buyurmaz­dı. Yine yüce Allalı’ın; “Göz, başka yöne kaymadı ve aşmadı rfa”(en-Necm, 53/7) buyruğu da buna delildir. Eğer bu olay uykuda iken gerçekleşmiş ol­saydı, bunda bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı. Um Hâni Hz. Pey-gamber’e: Sen insanlara bunu anlatma, seni yalanlarlar, demezlerdi. Ebu Bekr es-Siddîk (bunu tasdik etmesi dolayısıyla) üstün bir fazilete sahip olmazdı, Kureyşlilerİn de ileri geri konuşmalarına, onu yalanlamalarına da imkân bulunmazdı. Çünkü Kureyşliler, Uz. Peygamber’in verdiği bu haberi yalan­lamış, hatta iman etmiş birtakım kimseler irtidat dahi etmişlerdi. Eğer bu rü­ya ile olmuş olsaydı, hiçbir şekilde buna tepki gösterilmezdi. Hatta müşrik­ler ona şöyle demişlerdi: Eğer sen doğru söylüyor isen, haydi bize kervanı­mızla nerede karşılaştığını bildir, demişler, o da şu cevabı vermişti: “Kerva­nınız, filan filan yerde idi. Ben oradan geçtim, filan kişi korktu. Bunun üze­rine o kimseye: Ne gördün ey filan, denildiğinde o, ben birşey görmedim an­cak develer gerçekten ürktü 1er diye cevap vermişti.” Bu sefer Hz. Peygam-ber’e: Peki kervamn bize ne zaman ulaşacağını haber ver, demeleri üzerine, Hz. Peygamber: “Kervanınız size şu, şu günü gelecektir” dediğinde onlar, han­gi saatte diye sordular. Bu sefer Hz. Peygamber: “Bilemiyorum, acaba güne­şin bu taraftan doğuşu mu daha erken gerçekleşecek, yoksa kervanın bu ta­raftan görünüşü mü daha erken olacak.” O gün gelince bir kişi: İşte güneş doğdu demiş, diğeri ise: İşte sizin kervanınız da göründü, demişti. Peygam­ber (sav)’dan, Beytü’LMakdis’in nitelikleri hakkında soru sormuşlardı. Hz. Pey­gamber de önceden Beytü’l-Makdis’i hiç görmediği halde onlara nitelikleri­ni söyleyivermişti.

Sahih’de Ebu Hureyre’nîn şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Ben, Hicr’de bulunuyorken Kureyş bana tsrâ’ma dair so­ru soruyorlardı. Beytü’t-Makdis hakkında iyice tesbît edemediğim bazı hu­suslara dair bana soru sordular. Bundan dolayı daha önce benzeri görülme­dik bir ‘sıkıntıya düştüm. Yüce Allah, Beytü’l-Makdis’i kaldırıp gözlerimin önü­ne getirdi. Her ne hakkında bana som sordularsa, ben de onlara cevapları­nı verdim. “[13]

Hz. Âişe ile Muaviye’nin: “İsrâ, ancak Rasûlullah (sav)in ruhu ile gerçek­leşmiştir” şeklindeki sözlerine de şöylece itiraz edilmiştir. O sırada Hz. Âi-şe’nin yaşı küçüktü ve bu olaya şahit olmamıştı. Bu konuda o, Peygamber (sav)’dan hadis de rivayet etmiş değildir. Muaviye ise, o dönemde olaya ta­nık olmamış kâfir bir kimse idi. Bu konuda o, Peygamber (sav.)’dan da ba­dis rivayet etmiş değildir. Bu konuda söylediklerimizden daha fazla bilgi sa­hibi olmak isteyenler, Kadı İyad’ın “eş-Şifa” adlı kitabından olayı takib etme­lidirler. Orada bu konuda kalbe şifa verici bilgiler elde edeceklerdir.

Hz. Âişe’nin, kanaatinin lehine, yüce Allah’ın: “Sana gösterdiğimiz o rü­yayı… ancak İnsanlara bir fitne kıldık.” (el-İsra, 17/60) buyruğunu delil gös­termişler ve burada yüce Allah’ın buna “rüya” adını verdiğini söylemişlerdir. Ancak, yüce Allah’ın: “Kulunu geceleyin… götüren münezzehtir” buyruğu bunu reddetmektedir. Uykuda gerçekleşen bir olay hakkında “geceleyin yü­rüten” tabiri kullanılmaz. Aym şekilde gözle görmeye de ileride bu sûrede açıklaması geleceği üzere “rüya” denilir. Konu ile ilgili sabit haberlerde İs-rântn, beden ile gerçekleştiğine açık bir delâlet vardır. Eğer, aklen yüce Al­lah’ın kudreti çerçevesinde caiz (mümkün) görülen herhangi bir hususa dair haber varid olacak olursa, -özellikle de harikulade olayların gerçekleş­tiği dönemde bu söz konusu ise- onu inkâra kalkışmanın bir yolu yoktur. Pey­gamber (sav)’ın bir çok mi’racları vardır. Bunlardan bazılarının rüya ile ol­ma ihtimali uzak değildir. O bakımdan, Hz. Peygamberin, sahih hadiste yer alan: “Beyt’in yanında uyku ile uyanıklık arasında bulunduğum bir sırada…'[14] hadisi de buna göre yorumlanır. Diğer taraftan, İsrânin gerçekleşmesinden sonra tekrar uykuya geri döndürülmesi ihtimali de vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [15]

  1. İkinci Mesele: İsrâ’nın Gerçekleştiği Tarih:

İlim adamlarının, bu hususta da görüş ayrılığı vardır. Bu hususta İbn Şi-iıab’dan farklı rivayetler gelmiştir. Musa b, Ukbe’nin O’ndan rivâyef elliğine göre, Hz. Peygamber’in Beylü’l-Makdis’e İsra hadisesi, hicret İçin Medi­ne’ye çıkışından bir sene önce gerçekleşmiştir. Yunus’un, ondan (İbn Şi-hab’dan), onun Urve’den, onun Âişe’den rivayetine göre İse üz. Âişe şöyle demiştir: Hadice (r.anha) namaz farz kılınmadan önce vefat etmiştir. İbn Şi-lıab da der ki: Bu, peygamber (sav)’a peygamberlik görevinin verilişinden yedi yîl sonra olmuştur.

el-Vakkasî’nİn, İbn Şîhab’dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Hz. Pey­gambere, peygamberliğin verilişinden beş yıl sonra İsrâ gerçekleşmiştir. İbn Şihab der ki: Oruç, Bedir’den önce, Medine’de farz kılındı. Zekât ve hac yi­ne Medine’de farz kılındı. Şarap içmek ise Uhud’dan sonra haram kılındı.

İbn İshak der ki: Hz. Peygamber’in, Mcscid-i Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya ki o aynı zamanda Beytü’l-Makdis’tir- İsra hadisesi İslâm’ın Mekke’de kabi­leler arasında yaygınlık kazandığı dönemde gerçekleşmiştir. Yunus b. Bukeyr ise ondan şöyle dediğini rivayet etmekledir. Hadice (r.anlıa) Peygamber (sav) ile birlikte namaz kılmıştır. İleride bu rivayet gelecektir.

Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: İşte bu da İsrâ’nın hicretten birkaç yıl önce gerçekleştiğini göstermektedir. Çünkü Hz. Hadice, hicretten beş yıl ön­ce vefat etmiştir. Üç ve dört yıl önce vefat ettiği de söylenmiştir. İbn İshak’ın kanaati ise, İbn Şîhab’ın kanaatinden farklıdır Bununla birlikte -az önce geç­tiği üzere- îbn Şihab’dan konu ile ilgili farklı rivayetler de gelmiş bulunmak­tadır.

el-Harbî şöyle der: isra, hicretten bir sene Önce Rebiülahir ayının 27. ge­cesi gerçekleşmiştir. Ebu Bekr Muharnmed b. Alî b. el-Kasım ez-Zehebî ise “Tarihinde şöyle demektedir: İsra, Mekke’den Beytü’l-Makdis’e olmuştur. Oradan da semaya uruc tahakkuk etmiştir ve bu Peygamber (sav)’ın peygam­ber olarak gönderilişinden onsekiz ay sonra gerçekleşmiştir. Ebu Ömer der ki: Ben, siyer bilginlerinden ez-Zehebî’nin naklettiği bu görüşü belirtmiş bir kimse olduğunu bilmiyorum. O, bu sözünü siyer bilginleri arasından, bu il­min kendisine izafe edildiği kişilerden her hangi bir kimseye isnad etmedi­ği gibi, bu konuda görüşü öbürlerinin kanaatine karşı delil gösterilebilecek bir kimseye de ref etmiş (senediyle zikretmiş) değildir. [16]

  1. Üçüncü Mesele: Namazın Farz Kılınması ve Farz Kılındığı Sıradaki Namaz Şekli:

Namazın farz kılınışı İle farz kılındığı esnadaki namaz şekline gelince, bu­nun, Mekke’de, Hz. Peygamber’in semaya mi’rac’a yükselişi esnasında, İsrâ-nın gerçekleştiği gece farz kılındığı hususunda ilim ehli ile siyer bilginleri ara­sında görüş ayrılığı yoktur. Bu husus, Sahih (i Buhârî ve Müslim) de ve baş­kalarında açıkça ifade edilmiştir.

Ancak, namazın farz kılındığı esnadaki şekli hususunda görüş ayrılığı var­dır. Âişe (r.anha)’den gelen rivayete göre, namaz ikişer rekat olarak farz kı-hnmıştîr. Daha sonra ikâmet halindeki namaza İki rekat daha ilave edilerek dörde tamamlandı, yolculuk halindeki namaz da İki rekat olarak olduğu gi­bi bırakıldı. eş-Şa’bî, Meymun b. Melıran Muhammed b, tshak da böyle de­mişlerdir.

eş-Şa’bî, akşam namazı bundan müstesnadır derken, Yunus b, Bukeyr de şöyle demektedir: İbn İshak dedi ki: Daha sonra Cibril (a.s), Peygamber (savVa İsrâ gecesi namaz Hz. Peygambere farz kılındığında Hz. Peygamber’in yanına geldi ve vadinin bir tarafına ayak topuğunu vurdu, oradan bir su fışkırdı. Cibril, abdest alırken, Muhammed (sav)’da ona bakıyordu. Yüzünü yı­kadı, burnuna su verdi, ağzına su alarak çalkaladı. Başına, kulaklarına mesh ettikten sonra topuklarına kadar da ayaklarını (yıkadı) ve ön tarafına da su serpti. Daha sonra kalktı, iki rekat namaz kıldı ve bu iki rekatte de dört de­fa secde etti. RasÛİullah (sav) geri döndüğünde, Allah gözüne aydınlık ver­miş, ruhu hoşnut olmuş ve yüce Allah’ın emrinden sevdiği bir husus kendi­sine gelmiş halde döndü. Hz. Hadice’nin elinden tutarak bu pınara geldi. Tıp­kı Hz. Cebrail’in abdest aldığı gibi o da abdest akit. Sonra iki rekat ve iki re-kalte de (toplam) dört secde yapmak üzere -Hz. lladice ile birlikte- namaz kıldı. Daha sonra Hz. Hadiee ile birlikte namaz kılıyorlardı.

Yine İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre namaz, ikamet halinde dört re­kat, yoiculuk halinde de iki rekat olarak farz kılındı. Nâfi’ b. Cübeyr ile el-Hasen b. Ebİ’l-Hasen ei-Basrî de böyle demişlerdir İbn Cüreyc’in görüşü de budur. Peygamber (sav)’dan da buna uygun rivayetler nakledilmiştir. Bu ko­nuda rivayette bulunanlar, Cebrail (a.s)’in, İsrâ’nm gerçekleştiği gecenin sabahında zevale doğru İndiği ve Peygamber (sav)’a namazı ve vakitleri öğ­rettiği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.

Yunus b. Bukeyr de Ebu’l-Muhacir’in azadhsı Salim’den şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Meymun b. Mehran’ı şöyle derken dinledim: Namaz, ilkin ikişer rekât farz kılındı. Daha sonra Rasûlullah (sav) döıt rekât kıldı ve bu bir sünnet oldu. Böylelikle namaz, misafire (iki rekât) olarak karar oldu ve bu haliyle de namaz tamamdır.

Ebu Ömer (b. Abdi’l-Ber) der ki: Bu delil olarak gösterilemeyecek türden bir isnaddır. Onun; “Bu böylece bir sünnet oldu sözü” münker bir ifadedir. Aynı şekilde eş-Ş;ı binin yalnızca akşam namazını istisna edip sabahı söz ko­nusu etmemesinin de bir anlamı yoktur. Müslümanlar akşam namazı ile sa­bah namazı müstesna olmak üzere, ikâmet halindeki namazların farzlarının dört rekât olduğunu icma İle kabul etmişlerdir. Onlar bunu ancak amelî ola­rak ve oldukça yaygın bir nakil ile bilmişlerdir. Bu konuda ilk ve asıl farzın kaç rekât olduğu hususundaki görüş ayrılıklarının kendilerine hiçbir zararı olmaz. [17]

  1. Mescid-i Haram’a, Mescidi Nebevî’ye ve Beytü’l-Makdis’e Yolculuk Yapmak

Ezan’a dair açıklamalar -yüce Allah’a hamd olsun- el-Mâide Sûresi’nde (5/58. âyet, 2. başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Ali İmnın Sûre-si’nde (3/97. ayet, 1. başlıkta) ise, yeryüzünde (Allah’a ibadet için) yapılmış ilk mescidin Mescid-i Haram olduğu, ondan sonra da Mescid-i Aksa olduğu geçmiş bulunmaktadır. Bu iki mescid arasında da kırk yıllık bir süre bulun­duğu ise, Ebu Zerr yoluyla gelen hadisten anlaşılmaktadır. Hz. Süleyman’ın Mescid-İ Aksâ’yı bina edip ona dua etmesi ile ilgili rivayet de, Abdullah b. Amr yoluyla gelen hadiste zikredilmektedir. Bu iki hadisin bir arada nasıl aiv taşıtacağına dair açıklamalar da orada geçmiş bulunduğundan, bu konu için oraya başvurulabilir, burada o bilgileri bir daha tekrarlamanın bir anla­mı yoktur.

Burada, Hz. Peygamberin:

“Üç mescid dışındaki (mescidkre.) yükler bağlanmaz: Mescid-i Haram’a, Benim bu mescidime ve İlyâ mescidine yahut Beytü’l-Makdis’e.”[18] Bu hadi­si İmam Malik, Ebu Hureyre yoluyla rivayet etmiştir.

Bu hadiste bu üç mescidin sair mescidlerden daha faziletli olduğuna de­lil teşkil eden ifadeler vardır. Bundan dolayı ilim adamları şöyle demişlerdir: Bir kimse, ancak yolculukla veya binek sırtında ulaşabileceği bir mescidde namaz kılmayı adayacak olursa, böyle bir adağı yerine getirmesin, kendisi­ne yakın olan mescidde namaz kılsın. Bundan tek istisna, sözü edilen üç nıes-ciddir. Bunlardan herhangi birisinde namaz kılmayı adayan bir kimse, bu mes-cidlerde namaz kılmak üzere yolculuğa çıkar.

İmam Malik ve ilim ehlinden bir topluluk da, düşmana karşı bir serhad ka­rakolunda (ribatıa) ribat yapmayı adayan bir kimsenin, böyle bir ribatın bu­lunduğu yerde bu adağını yerine getirmesi gerekir. Çünkü böyle bir iş, yü­ce Allah’a bir itaattir.

Ebu’l-Bahterî ise, bu hadisin rivayetinde “el-Cened mescidini” de İlave et­miştir. Ancak bu ifade sahih değildir ve uydurmadır. Buna dair açıklamalar, bundan önce Kitabımızın Mukaddime bölümünde geçmiş bulunmaktadır. [19]

  1. İsra’nın Hikmeti:

Yüce Allah’ın: “Mescld-i Aksâ’ya” buyruğunda bu mescide “el-Aksâ” ni­teliğinin veriliş sebebi, onun İle Mescid-i Haram arasındaki uzaklıktır, O gün ziyaret ile tazim olunan yeryüzünde Mekkelilere en uzak mescid o idi. Daha sonra yüce Allah: “Çevresini mübarek kıldığınız” diye onu nitelemek­tedir. Denildiğine göre bu mübarek kılış, mahsullerle ve akan ırmaklarla İdi. Bir diğer görüşe göre ise, etrafında defnedilmiş bulunan peygamber ve sa-lihlerle mübarek kılınmıştır. Mukaddes kılınması da bundan dolayıdır.

Muâz b. Cebel de Peygamber (sav)’dan şöyle buyurduğunu rivayet etmek­ledir: “Yüce Allah buyuruyor ki: Ey Şam, sen Benim ülkelerimin en seçkini­sin. Ve Ben, sana doğru kullarımın en seçkinlerini gönderiyorum. “[20]

“Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu hitabın çeşitlen-dirilmesi[21] kabilindendir. Yüce Allah’ın, ona göstermiş olduğu ve insanlara bildirdiği hayret verici âyetler ile Mekke’den Mescid-i Aksâ’ya -bir aylık me­safe olmasına rağmen- bir gecede geceleyin yürütülmesi, semaya urucu (yükselişi) -Müslim’in Sahihi’nde ve di gederinde sabit olduğu üzere- bütün peygamberleri teker teker nitelikleriyle anlatması, işte bu âyetler arasındadır.

“Şüphesiz ki O, işitendir, görendir.” Buna dair açıklamalar daha önce­den (en-Nisâ, 4/58. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [22]

  1. Biz, Musa’ya da kitabı verdik. Ve onu: “Benden başka hiç bir ve­kil edinmeyin” diye İsrailoğullarına bir hidâyet kıldık.

Yani, Muhammed (sav)’a, mi’raci lütfettiğimiz gibi, Musa’ya da kitabı ya­ni Tevrat’ı vermek suretiyle lütuf ta bulunduk. “Ve onu” yani o kitabı “…bir hidâyet kddık.”

Burada hidâyet kılınanın Hz. Musa olduğu söylendiği gibi, buyruğun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Kulunu geceleyin götüren de, Mu­sa’ya kitabı veren de münezzehtir. Böylelikle yüce Allah, gaip ifadeden sonra kendi zatı hakkında haber vermek şeklindeki ifadeyi kullanmaktadır.

Şöyle de denilmiştir: Kulunu geceleyin götüren münezzehtir” buyruğu: anlamı: Biz onu geceleyin yürüttük, anlamındadır. Buna, ondan sonra ge­len yüce Allah’ın; “Ona âyetlerimizden bazısını gösterelim diye” buyruğu buna delildir. O halde: “Biz, Musa’ya da kitabı verdik” buyruğu da bu ma­naya göre böyle zekredilmiştir.

Edinmeyin diye” buyruğunu Ebû Amı; şeklinde “ya” ile (“edinmesinler diye” anlamında) okumuştur, diğerleri ise “te” ile okumuş­lardır. O takdirde (“ya” ile okunması halinde) hitabın çeşitlendirilmesi kabi­linden olur.

“Vekil”, Mücahid’den nakledilen görüşe göre ortak anlamındadır. İşleri­ni üstlenecek kefil diye de açıklanmıştır ki, bunu da el-Ferrâ nakletmekte­dir. İşlerinde kendisine tevekkül edecekleri bir Rab, diye de açıklanmıştır ve bu açıklamayı ei-Kelbî yapmıştır. ei-Ferra “kâfi” demektir, demiştir.

İfadenin takdiri şöyle olur: “Biz ona kitapta, Benden başka bir vekil edin­meyin diye emrettik.” Takdirin: Edinmemeniz için… anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Vekil işin kendisine havale edildiği, bırakıldığı kimse demektir. [23]

  1. (Ey) Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Şüphe­siz o, çok şükreden bir kuldu.

Bu buyruk, nida olmak üzere: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyun­dan gelenler! takdirindedir. Bu açıklamayı Mücahid yapmış, İbn Ebi Necilı de bu açıklamayı ondan rivayet etmiştir.

Zürriyet (soydan gelen!er)’den kasıt, Kur’ân-ı Kerîm’in kendisine karşı de-lü getirdiği herkestir. Bunlar da, yeryüzünde bulunan bütün insanlardır. Bu açıklamayı el-Mehdevî yapmıştır. el-Maveıdi de der ki: Bu buyrukla Hz. Musa İle İsrailoğullarından gelen onun kavmi kastedilmektedir. Buyruğun an­lamı da; Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler! Allah’a ortak koşmayınız, şeklindedir.

“Nûh” (a.s) dan söz edilmesi, alaları üzerindeki boğulmaktan kurtulma ni­metini onlara hatırlatması içindir. Süfyan’ın Humeyd’den, onun, Mücahidden rivayetine göre, Mücahid -‘zürriyet” kelimesini-: şeklinde “üe” harfi üs­tün, “ra” ve “ye” harflerini de şeddeli okumuştur. Bu kıraati aynı zamanda Âmir b. el-Vacid, Zeyd b. Sabit’den rivayet etmiştir. Yine Zeyd b. Sabit’den, bu kelimeyi; şeklinde “zel” harfini esreli, “re” harfini de şeddeli olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.

Diğer taraftan H2. Nuh’un, Allah’a, nimetlerine karşı çokça şükreden ve hayrı ancak Allah’dan bilen, çok şükredici bir kul olduğunu beyan etmek­tir. Katade der ki: Hz. Nuh, bir elbise giydiğinde: Bismillah der, onu çıkar­dığında da: Elhamdülillah derdi. Ma’mer de ondan böyle dediğini rivayet et­miştir. Yine Ma’mer, Mansur’dan, o, İbrahim’den şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Nuh’un şükrü şuydu; O, yemek yedi mi, bismillah derdi. Yemek ye­meyi bitirdi mi de: Elhamdülillah, derdi.

Selman-ı Farisi dedi ki: (Hz. Nuh’un çok şükreden bir kul olduğunun söz-konusu edilmesi) yemek yedikten sonra yüce Allah’a lıamd etmesi idi. İm-ran b Süleym de der ki: Hz. Nuh’a çok şükreden bir kul denilmesinin sebe­bi, yemek yedikten sonra, “dilerse hiç şüphesiz beni susuz bırakabilecek olan, ama bununla birlikte bana yemek yediren Allah’a uamd olsun” demesi; bir şey içtikten sonra da: “Dilerse hiç şüphesiz beni aç bırakabilecek olan, bu­nunla birlikte de bana içiren Allah’a lıamd olsun’ bir şey giydiğinde de: “Di­lerse hiç şüphesiz beni çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte beni giy­diren Allah’a hamd olsun”; ayağına bir şey giydiği vakit de: “Dilerse ayak­larım! çıplak bırakabilecek olan, bununla birlikte de ayağıma giyecek bir şey ihsan eden Allah’a hamd olsun”; def-i hacette bulunduktan sonra ise: “Dile-seydi bunu içimde bırakabilecek olan, bununla birlikte bu rahatsı? edici şey­leri benden çıkartan Allah’a hamd olsun..,” demesi idi,

Âyet-i kerimenin anlatmak istediği şudur: Siz, Nuh’un soyundan gelen kim­selersiniz. Nuh İse çok şükreden bir kul idi. Cahil atalanndansa ona uyma­nız size daha yakışan bir tutumdur.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah, Hz. Musa’yı, Nuh’un soyun­dan kıldığı için o Allah’a çok şükreden bir kuldu. Şöyle de açıklanmıştır: Bu­radaki “soyundan gelenler” ifadesinin, “edinmeyin” fiilinin ikinci mefulü, “bir vekil” buyruğu ile de çoğulun kastedilmiş olma ihtimali vardır. Bu, her iki kıraate, -yani; Edinmeyin” buyruğunun “ye ve te” ile okunma­sı kıraatlerini kastediyoruz- uygundur. Aynı şekilde yine her iki kıraatte de “soyundan gelenler” ifadesinin yüce Allah’ın: “Vekil” buyruğundan bedel ol­ması mümkündür, çünkü çoğul anlamındadır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Ey Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler… başka hiç bir vekil edinmeyin.

“Soyundan gelenler” anlamındaki kelimenin, “kastediyorum ve onu övü­yorum” anlamındaki tüllerin takdirleri ile nasb edilmesi de mümkündür. Çün­kü Araplar, övmek ve yermek kastıyla söyledikleri isimleri nasb edebilirler. “Soyundan gelenler” anlamındaki ifadenin, fiilini “ya” ile okuyanların kıraatine göre, zamirden bedel olarak reP ile okunması da mümkündür.[24] Ancak böyle bir açıklama, bu fiili “te” ile okuyanlara göre güzel olmaz. Çün­kü gaib muhatabdan bedel yapılmaz.

Diğer taraftan “soyundan gelenler” anlamındaki kelimenin, her iki oku­nuşa göre Israiloğullarından bedel olarak cer ile okunması da mümkündür[25]

Yüce Allah’ın: Edinmeyin diye…” buyruğunda yer alan;…me…” ise, “ya” ile okuyanların kıraatine göre cer edatının lıazfi ile nasb mahallindedir ve İfade: Edinmesinler diye Biz onlara hidâyet verdik, takdirinde olur. “Te” ile okuyuşa göre ise, bunun zaid gelmesi ve “söylemek” anlamındaki fiilin de -önceden geçtiği gibi- takdir edilmiş olması da müm­kündür. (Biz onlara vekil edinmeyin dedik, anlamına gelir.) Bunun, açıkla­yıcı (müfessire) ve “yani” anlamında olması ve i’rabta bir mahallinin bulun­maması da mümkündür. Bu durumda; edatı da’nehiy İçin olur ve bu tak­dirde ifade, haber kipinden nehye geçiş yapmış olur. [26]

  1. Biz, kitapda İsrailoğullarına şunu hükmettik: “Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz.”

Yüce Allah’ın; “Biz, kitapda İsrailoğullarma şunu hükmettik buyruğun -daki “kitap” lafzım, Said b. Cübeyr ve Ebu’l-Âliye, çoğul olarak; Kitaplarda” diye okumuşlardır. Bununla birlikte bazen tekil lafzı ile çoğul an­lamı kastedilebilir. O takdirde her iki kıraatin de anlamı bir olur. Hük­mettik” buyruğu, İbn Abbas’ın açıklamasına göre bildirdik, haber verdik de­mektir. Katade, hükmettik diye açıklamıştır. Çünkü kadâ (hükmetme) nin asıl anlamı, bir şeyi sağlam yapmak (ilıkâm) ve onu bitirmek demektir. Bunun, valıyettik anlamında olduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı yüce Allah: İsraİloğuIlarına…” diye buyurmuştur.

Katade’nin açıklamasına göre Üzerine, hakkında” anlamında olur. Yani, Biz, onlar hakkında şunu hükmettik demek olur. İbn Abbas da böyle bir açıklamada bulunmuştur. “Kitap’dan kasıt ise Levh-i Mah­fuz’dur.

“Siz, yeryüzünde” yani Şam, Beytü’l-Makdis ve onlara yakın olan yerler­de. “İki defa fesat çıkaracak(siniz)” buyruğundaki; Sîz… fesat çı-karacakCsiniz)” anlamındaki kelimeyi İbn Abbas, Siz… İfsad edile­ceksiniz” şeklinde, İsa es-Sakafî ise, Siz fesat bulacaksınız” diye oku­muşlardır. Her iki -kıraatin anlamı da birbirine yakındır-: Çünkü ifsad olun­dukları takdirde kendileri de fesad bulurlar. Fesad’tan kasıt ise Tevrat’ın hü­kümlerine muhalefet etmektir.

“Ve muhakkak alabildiğine büyükleneceksiniz.” Büyüklük taslayacak, haddi aşacak, azgınlaşacak, ileri gidecek, galip gelecek ve haksızlıklarda bu­lunacaksınız, demektir. “(JUJj ja_iü ): Fesat çıkaracak ve… büyüklenecek-siniz” anlamındaki fiillerin başına gelen “lâm”, önceden de geçtiği Üzere giz­li bir kasemi göstermek üzere gelen “lâm”lardır. [27]

  1. İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik. Onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi.

“İşte o ikisinden birincisinin vakti gelince” yani, onların çıkaracakları iki fesattan birincisinin vadesi gelince, “üzerinize çok güçlü kullarımızı gön­derdik” buyruğunda kastedilenler, Babillilerdir. Birinci seferinde İrmiya’yı ya­lanlayıp, yaralamaları ve hapse atmaları üzerine bu gönderilenlerin başında Buhtnassar vardı. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.

Katade de şöyle demektedir: Üzerlerine Calût gönderildi, o da onları öl­dürdü. Calût ve kavmi, güçlü olan kimselerdi.

Mücahid de şöyle demiştir: Parslardan bir grup asker, durumlarını teces­süs edip öğrenmek üzere yanlarına geldi. Beraberlerinde Buhtnassar da vardı. Diğer arkadaşları arasından söylediklerini o anladı. Daha sonra, herhangi bir savaş olmaksızın Fars diyarına geri döndüler. İşte bu, ilk sefe­rinde olmuştu. Ve bu sırada evlerin aralanna kadar girmeleri söz konusu ol­muştu, fakat savaş olmamıştı. Bunu, el-Kuşeyrî Ebu Nasr nakletmektedir.

el-Mehdevî’nin, Mücahid’den naklctüğine göre ise, Buhtnassar üzerleri­ne geldi, ama İsrailoğullan onu yenilgiye urattı. Sonra ikinci defa üzerleri­ne geldi, bu sefer onları öldürdü ve yurtlarını yıkıp tahrip etti. Bunu, İbn Ebi Necih Mücahid’den rivayet etmiş olup, en-Nehhâs da nakletmiş bulunmak­tadır.

Muhammed b. İshâk da uzunca naklettiği bir haberde şöyle demektedir: Bozguna uğrayan ve yenilen kişi, Babil hükümdarı Senhârib idi. Senhârib, beraberinde altı yüz bin sancak ile geldi. Her bir sancağın altında yüz bin sü­vari vardı. Beytü’l-Makdis’in çevresinde ordugâhını kurdu. Yüce Allah, onu bozguna uğrattı ve Senârib ile onun yazıcılarından beş nefer müstesna hep­si öldü. O sırada adı Sıddîka olan, İsrailoğullannın hükümdarı, Senhârib’i ta-kib etmek üzere asker gönderdi ve Senârib beş askeri ile birlikte yakalandı. Bunlardan birisi Buhtnassar idi. Boyunlarına zincirler vuruldu ve yetmiş gün süre üe Beytü’l-Makdis ile Ilya çevresinde onları dolaştırıp durdu. On­ların her birisine iki arpa ekmeği veriyordu. Sonra onları serbest bıraktı, on­lar da geri döndüler. Yedi yıl sonra Senârib öldü, onun yerine Buhtnassar geç­ti. İsraİloğullan arasında kötü olaylar artık durdu. Haram şeyleri helal bildi-ler, peygamberleri Şi’ya’y» öldürdüler. Buhtnassar üzerlerine geldi, askerle­riyle birlikte Beytü’l-Makdis’e girdi. İsrailoğullnnnı bitirip tüketinceye kadar öldürdü.

tbn Abbas ve İbn Mes’ud dedi ki: İlk fesat, Hz. Zekeıiya’mn öldürülme­si idi. îbn İshak da der ki: Birinci seferki bozgunculukları, Allah’ın peygam­beri Şi’ya’yı, ağaç içinde iken öldürmeleridir. Şöyle ki; Hükümdarları Sıddî­ka ölünce, işlerinin düzeni bozuldu ve hükümdarlık için birbirleriyle yarışa girdiler. Peygamberlerinin sözlerine kulak asmadılar. Yüce Allah, Peygambere: sen, kavmine konuşma yapmak üzere ayağa kalk, Ben de senin vasıtanla on­lara vahiy indireceğim, dedi. Yüce Allah’ın ona vahyettikleri bitince, onu öl­dürmek üzere üzerine yürüdüler. O da onlardan kaçtı. Önünde bir ağaç açı-lıverdi, o da ağacın içine girdi. Şeytan, arkasından yetişip elbisesinin bir ta­rafını çekiverdi ve o elbise parçasını görmelerini sağladı. Bunlar da bir tes­tere getirerek ağacın ortasına yerleştirdiler. Ağacı testere üe biçtiler, sonun­da onû ikiye böldüler. Peygamberleri de ağacın içinde iken kesmiş oldular. İbn İshak’ın naklettiğine göre ilim adamlarından birisi ona şunu haber ver­miş: Hz. Zekeriya öldürülmeyip ölmüştü. Öldürülen kişi Şi’yâ peygamberdir.

Said b. Cübeyr de, yüce Allah’ın: “Üzerinize çok güçlü kullarımızı gön­derdik, onlar da evlerin aralarına kadar girip araştırdılar” buyruğu hak­kında şöyle demiştir: Burada kastedilen kişi, Musul’daki Babil hükümdarı ve Ninovalı Senârib’dir. Bu ise, îbn İshak’ın dediğinden farklıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır

Bir başka görüşe göre burada kastedilen kişiler Amalikalılardır. Bunlar kâ­fir idiler. Bunu el-Hasen söylemiştir.

Fesat ettiler, kötüîük işlediler, öldürdüler (mealde; girip araştır­dılar)” demektir. Aynı şekilde ile fiilleri de bu anlamdadır. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. el-Kutebî’nin görüşü de böyledir. îbn Abbas ise bunu; şeklinde noktasız “ha” ile okumuştur. Ebu Zeyd dedi ki: ile, hep aynı manada olup geceleyin etrafı kuşatmak, baskın yapmak anlamındadır. el-Cevherî de der ki: lafzı, Evlerin aralarına kadar girip araştırdılar” cümlesindeki fi­ilin mastarıdır. Yani, evlerin aralarına girerek orada ne varsa araştırıp durma­ya çalıştılar. Tıpkı bir haber almak, bulmak isteyen kimsenin yaptığı gibi. da aynı anlamdadır. ise, geceleyin ge!en tufan demektir. Ebu Ubeyde’nin görüşü budur.

et-Taberi der ki: Onlar, evlerin aralarını dolaşarak onlan yakalayıp gider­ken de gelirken de öldürüyorlardı. O, bu açıklamalarıyla dilcilerin konu ile ilgili bütün görüşlerini bîr arada zikretmiş olmaktadır. İbn Abbas der ki: Ev­ler ve meskenler arasında yürüdüler, gidip-geldiler demektir. el-Ferrâ da: Si­zi, evleriniz arasında öldürdüler, diye açıklamış ve Hassan’ın şu beyitini nak-letmişîir:

“Muhanuned’in kılıcı ile, (düşman ile) karşılaşıp da

O askerler arasında düşmanları öldüren kişi bizdendir.”

Kutrub da: Bu, indiler, anlamındadır, der ve şu beyiti nakleder:

“Biz, silah zoruyla onların yurtlarına indik.

Ve onların ileri gelenlerini zincire vurarak geri döndük.”

“Bu, yerine getirilmiş bir vaad İdi.” Yani, yerine gelecek ve asla değiş­tirilmeyecek bir hüküm idi. [28]

  1. Sonra size, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik. Mallarla, oğul­larla yardımınıza yetiştik. Sayınızı da çoğalttıkça çoğalttık.

“Sonra sîze, bunlara karşı tekrar üstünlük verdik.” Yani siz, tevbe ve ita­ate yöneldikten sonra sizi onlara karşı üstün bir konuma çıkardık, galip gel­menizi sağladık. Denildiğine göre bu, Hz. Davud’un, Calût’u veya bir başka­sını öldürmesiyle olmuştur ki, onların düşmanlarını öldürenin kimliği husu­sundaki görüş ayrılıklarına göre bu “üstün gelme” izalı edilir.

“Mallarla, oğullarla yardımınıza yetiştik” ve sonunda eski halinize gel­menizi sağladık. “Sayınızı da çoğaltıkça çoğalttık.” Düşmanınızdan daha ka­labalık ve daha fazla askere sahip oldunuz.

“Nefir” kelimesi kişinin aşiretinden kendisi ile birlikte savaşa çıkan kim­selere denilir. Bunu anlatmak için de “Nefir” ile “Nâfıp” denilir. Kadir ile Ka­dir kelimeleri gibi kullanılır. Bununla birlikte “nefir” kelimesinin “nerV’in ço­ğulu olması da mümkündür. Kelîb (in Kelb’in), Maîz (kelimesinin Ma’z’ın), Abîd (kelimesinin Abd’in çoğulu olduğu) gibi. Şair de şöyle demiştir:

“Baba (lan) itibariyle Kahtan (lılar) ne kadar üstündür!

Hîmyerliler de savaşa çıkan kimseler (nefîr) olarak ne de •üstündürler!7′

Buyruğun anlamı şudur: Onlar, bu ilk olaydan soma birbirlerine daha bir katıldılar, daha çok birbirlerinin yardımcısı oldular. Hallerini daha bir düzelt­tiler. Bu da yüce Allah’ın, itaate dönüşlerine karşılık onlara bir mükâfatı idi. [29]

  1. Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, kendi (aleyhi)nize. Artık diğerinin vakti gelince ke­deriniz yüzünüzden belli olsun, Mescid’e ilk defa girdikleri gi­bi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mah-vettlkçe etsinler diye.

“Eğer iyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz.” İyiliğinizin fay­dası size ait olacaktır.

“Kötülük ederseniz kendinize” Kendi aleyhinize demektir. Bu, bir kim­senin: Selam sana deyip de; Selâm üzerine” anlamı­na gelmesi gibidir. Şair de buna benzer olarak şöyle demiştir:

“Ve aonra da elleri ve ağzı üzerine yıkılmış olarak düştü.”

Görüldüğü gibi burada “lam” harfi: “Üzerine” anlamında kullanıl­mıştır.

et-Taberî şöyle demektedir: Buradaki “lam”; anlamındadır. Yani, Eğer kötülük işlerseniz onadır.” Bu da; kötülük ona dö­ner, demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: Çün­kü Rabbin ona vahyetmiştir.” (cz-Zilzal, 99/5) Burada da “lam” harlı…e, a anlamındadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Amelinin karşılığı ve cezası ona aittir, demektir, el-Hüseyn b. el-Fadl da şöyle demektedir: Onun, kötülükleri bağışlayan bir Rab-bi vardjr.

Diğer taraftan bunun, İşin ilk başında Israiloğullarına yöneltilmiş bir hi­tap olma ihtimali de vardır. Yani siz, önce kötülük ettiniz, o bakımdan öldü­rüldünüz, çoluk çocuğunuz esir alındı, yurdunuz tahrib olundu. Sonra iyilik­te bulundunuz, o bakımdan tekrar hükmünüz, üstünlüğünüz size geri dön­dü ve haliniz de düzeldi.

Bu hitabın, Peygamber (sav) dönemindeki israiloğullarına yöneltilmiş olma ihtimali de vardjr: Yani siz, geçmişlerinizin isyanları karşılığında ceza­yı hak etmiş olduklarını biliyorsunuz. O bakımdan (aynı şeyi yaparsanız) o cezanın bir benzerini siz de beklemelisiniz.

Ya da bu anlamda Kureyş müşriklerine yönelik bir hitap olma ihtimali de vardır. .

“Artık diğerinin” yanı, ikinci fesat çıkartmanızın “vakti gelince…” Bu, on­ların ikinci defada Hz. Zekeriya’nın oğlu ÎIz. Yahya’yı öldürmeleri sırasında olmuştu. Hz. Yahya’yı, İsrailoğullanndan Lâhet diye bilinen bir hükümdar öl­dürmüştü. Bu açıklama el-Kutebî’ye attir, et-Taberi ise adının Hircdos oldu­ğunu söylemektedir ki, Tarih’inde bunu zikretmektedir. Bu hükümdarı Hz. Yahya’yı öldürmeye, Ezbil adındaki bir kadın zorlamıştı.

es-Süddî der ki: îsrailoğutlannın, Hz. Zekeriya’nın oğlu Hz. Yahya’ya çok ikramda bulunan ve her hususla onunla istişare eden bir hükümdarları vardı. Bu hükümdar Hz. Yahya ile, bir karısının başka bir kocadan olma kı­zıyla evlenmek istediği hususunda danışınca, Hz. Yahya bu işi yapmaması ge­rektiğini söyledi ve ona: Bu kız ile evlenmek sana helal değildir, dedi. An­cak, annesi Yahya (a.s)’a bundan dolayı kinlendi. Bilahare kızına ince ve kır-mızt renkli elbiseler giydirdi. Ona güzel kokular sürdü ve İçki içmekte iken onu hükümdarın yanına gönderdi. Kızına, hükümdara görünmesini ve eğer yanına gelmesini isteyecek olursa, isteğini yerine getirmedikçe ona karşı koy­masını telkin etti. Hükümdar, onun bu isteğini kabui etmesi halinde ise, Ze-keriya’nın oğlu Yahya’nın başını altından bir leğende getirmesini istemesi­ni söyledi. Kız, annesinin dediklerini yaptı ve nihayet hükümdar, Hz, Zeke-riya’nın oğlu Hz. Yahya’nın başını getirdi. Aîtın tepsi içerisinde getirilen baş, onun önüne konulduğunda da hâlâ baş: O kız sana helal olmaz, o kız sana heial olmaz, diye konuşuyordu. Sabahı ettiğinde “kan kaynayıp coşuyordu. Üzerine toprak attı, yine kan toprağın üstünde kaynamaya devam etti. Ka­nın üzerine toprak koydurmaya devam edip durdu ve nihayet bu kanın üze­rine konulan toprak şehrin surunun yüksekliğine erişti, yine kaynayıp duru­yordu. Bunu es-Sa’lebî ve başkaları nakletmektedir.

Hafız İbn Asâkir de “(Dimaşk) Tarihlinde, el-Hüseyn b. Ali’den şöyle de­diğini nakletmektedir: Bu hükümdarlardan birisi ölmüş, geriye hanımını ve kızını bırakmıştı. Onun kaidesi de kırallığını miras almıştı. Kardeşinin hanı­mı ile evlenmek istedi. Bu hususta Hz. Zekeriya’nın oğlu Hz. Yahya ile da­nıştı. O dönemde hükümdarlar peygamberlerin emri gereğince uygulama ya­pıyorlardı. Hz. Yalıya ona: Sen o kadınla evlenme. Çünkü o, bir fahişedir, de­di. Kadın, kendisiyle evlenmekten söz ettiğini, ancak o kimseyi kendisiyle evlenmesinden vazgeçirdiğini anlayınca, bu kanaat sana nereden geldi, di­ye sordu. Nihayet bu telkinin Hz. Yahya tarafından yapıldığını öğrenince şöy­le dedi: Ya Yahya’yı öldürür yahut da hükümdarlıktan vazgeçer. Bunun üzerine kızını süsleyip püsledikten sonra: Herkesin huzurunda amcanın ya­nına git. O seni görünce seni çağıracak ve seni yanında oturtacak. Sana, di­le benden ne dilersen; benden ne istersen mutlaka onu sana vereceğim, di­yecek. Bu sözleri sana söyledi mi, sen de ona: Yahya’nın başından başka bir şey istemiyorum, diyeceksin.

(el-Hüseyn b, Ali) devamla dedi ki: Hükümdarlardan herhangi bir kimse ileri gelen kimselerin önünde herhangi bir şey söyleyip de onu yerine getir­meyecek olursa, onun hükümdarlığı elinden alınırdı. Kız, annesinin dedik­lerini yerine getirdi. O bakımdan, bir taraftan Yahya’yı öldürmek isteğinden dolayı ölür gibi oluyordu, diğer taraftan hükümdarlığından vazgeçmeyi dü­şünürken de ölür gibi oluyordu. Nihayet, hükümdarlığını tercih ederek onu öldürdü. O ktzın annesi yerin dibine geçti. İbn Cüd’an dedi ki: Ben bunu, İl> nü’l-Müseyyeb’e anlattım. O da bana şöyie dedi: Peki, sana Zekeriya’nın na­sıl öldürüldüğünü haber vermedi mi? Ben hayır deyince, şöyle dedi: Zeke-riya da oğlu öldürülünce onlardan kaçıp kurtulmak istedi. Onu takip ettiler. Uzunca gövdeli bir ağacın yanından geçti, ağaç kendisine doğru gelmesini istedi ve rüzgârın savurduğu elbisesinin bir parçası da dışarıda kaldı. Ağa­ca doğru geldiklerinde, ondan sonra Hz. Zekeriya’nın izini bulamadılar. O elbise parçası dikkatlerini çekince, testere getirilmesini istediler, ağacı biçin­ce, onu da ağaçla birlikte biçmiş oldular.

Derim ki; Taberî’nin “et-Tari,hü’l-Kebîr”mde şöyle denilmektedir: Bana Ebu Said anlattı, dedi ki: Bize Ebu Muaviye, el-A’meş’ten anlattı. O, e!-Min-hâl’den, o, Said b. Cübeyr’den, o, İbn Abbas’tan dedi ki: Meryem oğlu İsa, Zekeriya oğlu Yahya’yı, havarilerden on iki kişi ile birlikte insanlara (dini) öğretmek üzere gönderdi. Bunların yasak olduğunu bildirdikleri şeyler ara­sında, erkek kardeşin kızı ile evlenmek de vardı. Hükümdarlarının ise, ken­disinden hoşlandığı kızkardeşinin bir kızı vardı… dedikten sonra bu haberi bu anlamda olmak üzere nakletti.

İbn Abbas’tan da şöyle dediğini nakletmektedir: Zekeriya oğlu Yahya, in­sanlara (dini) öğretmek üzere, havarilerden on iki kişi ile birlikte gönderil­di. İnsanlara öğrettikleri şeyler arasında kız kardeşin kızı ile evlenmemek de vardı. Hükümdarlarının ise, bu şekilde hoşlandığı bir kız kardeşinin kızı var­dı, onunla evlenmek isterdi. Her gün mutlaka yerine getirdiği bir isteği olurdu, Bu kızın annesi, bunların kız kardeşin kızını nikâhlamayı yasakladık­larını haber alınca, kızına şöyle dedi: Hükümdarın yanına girdiğinde, o sa­na: Bir ihtiyacın var mı, diye soracak olursa sen de, ihtiyacım Zekeriya’nın oğlu Yahya’yı boğazlamandır, diyeceksin. Hükümdar ona: Benden başka bir şey iste deyince, kız: Hayır, senden başka birşey İstemiyorum, dedi. Başka bir istekte bulunmaması üzerine, o da bir leğen getirilmesini istedi. Hz. Yah­ya’yı da getirtti ve boğazını kesti. Kanından bir damla yere düştü. Bu kan kay­nayıp durdu ve yüce Allah üzerlerine Bulıtnassar’ı gönderinceye kadar kay­naması devam etti. Buhtnassar da, içten içe bu kan üzerinde, bu kan duru-luncaya kadar onlardan pek çok kimseyi öldürmeyi kararlaştırdı. Bu kanın üzerinde onlardan yetmiş bin kişi, bir rivayete göre ise yetmiş beş bin kişi öldürdü.

Said b. el-Müseyyeb dedi ki: İşte bu, her bir peygamberin diyetidir. İbn Abbas’tan da şöyle dediği nakledilmiştir: Yüce Allah, Muhammed (sav)’a şu­nu vahyetti: Ben, Zekeriya oğlu Yahya karşılığında yetmiş bin kişi Öldürdüm. Ben, senin kızının oğlu dolayısıyla da yetmiş bin kişiden aya, yetmiş bin ki­şi daha öldüreceğim.

Semîr b. Atiye’den de şöyle dediği nakledilmiştir: Beytü’l-Makdis’teki kaya üzerinde yetmiş peygamber öldürülmüştür ki, Yahya b. Zekeriya onlar­dan birisidir.

Zeyd b. Vâkid’den de şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Yalıya (a.s)’m başını, Dimaşk mescidini yapmak istedikleri sırada gördüm. Onun başı, do­ğu tarafından mihraba bitişik kubbenin temellerinden birisinin altında idi. Te­ni ve saçları hiç değişikliğe uğramaksızın olduğu gibi duruyordu.

Kurre t>. Halid’den de şöyle dediği nakledilmektedir: Sema, Yahya b. Ze­keriya ile el-Hüseyn b. Ali dışındaki kimse için ağlamamı ştır. Sema’nın kızıl­laşması onun ağia maşıdır.

Süfyan b. Uyeyne’den dedi ki: Âdemoğlunun en çok yalnızlık çekeceği Üç yer vardır: Dünyaya geldiği gün. O, bir üzüntü ve keder yurduna çıkıp ge­lir. Ölülerle beraber ilk gecesini geçireceği vakit. O, Jıiç benzerlerini görme­diği kimselere komşu olur. Bir de öldükten sonra diriltileceği gün. O vakit de benzerini görmediği bir tablo ile karşı karşıya kalacaktır. İşte yüce Allah, Hz. Yahya ile ilgili olarak bu üç yerde de şöyle buyurmaktadır; “Doğduğu gün­de, vefatı gününde ve diri olarak kaldırılacağı günde selâm olsun ona.” (Mer­yem, 18/15) Bütün bu bilgiler sözü geçen “Tarih*ien nakledilmiştir.

Son defada üzerlerine gönderilen kişinin kim olduğu hususunda görüş ay­rılığı vardır. Bunun, Buhtnassar olduğu söylenmiştir.

el-Kuşeyrî Ebu Nasr böyle demiş ve başka bir kimseden de söz etmemiş­tir. es-Süheylî bu sahih değildir, demektedir. Çünkü, Hz. Yahya, Hz. İsa’nın göğe kaldırılmasından sonra öldürülmüştür. Buhtnassar ise, Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun)’dan uzun bir süre önce yaşamıştır. İskender’den de önce yaşamıştır. İskender ile İsa arasında üçyüz yıla yakın bir süre vardır. An­cak burada, ikinci defa ile Hz. Şi’ya’yi öldürmeleri kastedilmiştir.

Buhtnassar o sırada hayatta idi. İşte İsrailoğullarım öldüren, Beytü’l-Makdis’i yıkan, Mısır’a kadar onları takip ederek oradan da çıkartan odur.

es-Sa’lebî der ki: Zekeriya oğlu Yahya’yı öldürdükleri vakit, İsrailoğulîa-nnın üzerine giden Buhtnassar’dır diyen kimseler, hem siyer hem de ahbar bilginlerine göre yanlış söylemiş olur. Çünkü, bunların hepsi de Buhtnassar’ın İsrailoğullan üzerine İrmiya döneminde Şi’ya’yı öldürmeleri üzerine gittiği­ni icma ile kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İrmiya ve Buhtnassar’ın, Bey-tü’1-Makdis’i tahrip ettiği dönemden, Zekeriya oğlu Yahya’nın (ikisine de se­lam olsun) doğumuna kadar, 46i yıl geçmiştir. Çiinkü onlar, Beytü’I-Makdis’in yıkılmasından, Kusek (Kiruş, Kuruş) döneminde imar edildiği zamana kadar, yetmiş yıl geçtiğini tesbit etmişlerdir. Mescid’in imar edilişinden, İskender’in Beytü’l-Makdis’i ele geçirdiği tarihe kadar ise 88 yıl geçtiğini kabul ederler. Daha sonra İskender’in hükümdarlığından Yahya’nın doğuşuna kadar da 330 yıl geçtiğini kabul ederler.

Derim ki: Bütün bunları da, et-Taberî, “Tarihlinde -Allalı’in rahmeli üze­rine olsun- zikretmektedir. es-Sa’lebî der ki: Bunlar arasında sahih olan, Mu-harnmed b. îshak’ın şu naklettikleridir: Allah, İsa’yı aralarından kaldırıp on­ların da Yahya’yı -bazıları ise Zekeriya’yı derler- öldürmeleri üzerine AJlah, Babil hükümdarlarından birisini üzerlerine gönderdi. Bu hükümdarın adı Hi-redos İdi. O, Babilliler ile birlikte üzerlerine yürüdü ve Şam’da onlara karşı zafer kazandı. Ordularının kumandanına da şöyle dedi: Eğer Allah bana za­fer verip Beytü’l-Makdis’İ elime geçirecek olursam, kanları askerlerimin ara-sjnda akıncaya kadar onları öldürmeye devam edeceğim. Bunun üzerine, bu şekilde kanları akıncaya kadar israiloğullannın öldürülmesini emretti. Baş­kanları Beytü’l-Makdis’c girdi ve orada kaynamakla bulunan kanlar gördü. Onlara, bu nedir diye sorunca, şu cevabı verdiler: Bu, takdim edip de kabul olunmayan bir kurbanın kanıdır. Seksen yıldır bizden hâlâ kabul edilmedi.

Bu sefer; Hayır bana doğruyu söylemedim* dedi. O kanın üzerine, ileri gelenlerinden 77 kişi öldürdü, Takat kan bir türlü dinmedi. Yetişkin çocuk­larından 700 kişi getirip o kanın üzerinde kestirdi, yine kan dinmedi. Bir da­ha çocuklarından ve eşlerinden 7000 kişi getirilmesini emretti. Onları da o kanın üzerine kestiği halde yine kan dinmedi. Ey İsrailoğullan dedi. Sizden erkek, dişi öldürmedik kimse bırakmazdan önce bana doğruyu söyleyiniz. Bundan dolayı uğradıktan sıkıntıyı görünce, şöyle dediler: Bu, bizden bir pey­gamberin kanıdır. O, Allah’ı gazaplandıran pek çok işi yapmaktan vazgeç­memizi istiyordu. Biz de onu öldürdük. İşte bu onun kanıdır. Adı da Yahya b. Zekeriya idi. Bir göz kırpacak kadarlık bir süre dahi Allah’a isyan etme­diği gibi, bir masiyet işlemeyi de içinden geçilmemişti.

Bu sefer: İşte şimdi bana doğruyu söylediniz dedi, secdeye kapanarak söy­le dedi: İşte böyle İşler yaptığınız için sizden intikam alınıyor. Bunun üze­rine kapıların kapatılmasını emredip şöyle dedi: Burada, Hiredos’un asker­lerinden kim varsa onları dışarı çıkartınız, israiloğullarıyla baş başa kalıp şöy­le dedi: Ey Allah’ın Peygamberi, Ey Zekeriya oğlu Yahya! Rabbtm de, Rab-bin de-senden dolayı kavminin başına gelen bu musibeti biliyor. Onlann hep­sini yok etmeden önce, Allah’ın izniyle artık kaynaman dursun. Bunun üze­rine, yüce Allah’ın izniyle Yahya b. Zekeriya’nın kanı durdu, o da onları öl­dürmeye son vererek şöyle dedi: Rabbim, gerçekten ben de İsrailoğullannın iman ettiğine iman ettim ve onu tasdik ettim.

Yüce Allah, Peygamberlerin ileri gelenlerinden birisine, bu başkan ger­çekten samimi bir mü’mindir, diye vahyetti. Daha sonra bu başkan şöyle de­di: Allah’ın düşmanı Hiredos bana, kanlarınız askerlerinin arasında akıncaya kadar sizden pek çok kimseyi öldürmemi emretti. Ben ona isyan etmem. Bunun üzerine bir hendek kazmalarını ve deve, at, kalır, eşek, inek, koyun gibi her türiü davarlarını getirmelerini emretti. Bunları da, kan askerin bu­lunduğu yere akıncaya kadar kesti. Arkasından önceden öldürülmüş olanla­rın getirilmesini emretti ve öldürülen davarların üzerlerine atıldılar. Sonra da onları bu halde bırakıp Babil’e geri döndüler. İsrailoğullan, neredeyse tama-miyie yok olup gideceklerdi.

Derim ki: Bu hususta nîsbeten uzun, merfu bir hadis de varid olmuştur ki, bu hadis Huzeyfe yoluyla rivayet edilmiştir ve biz bunu “et-Tezkire” ad­lı eserimizde Mehdi’nin haberleri İle ilgili bölümlerde kısım kısım kaydettik. Burada da âyetin anlamını açıklayacak ve tefsir edecek bazı bölümleri zik­redeceğiz. Ta ki, bununla birlikte ek bir açıklamaya ihtiyaç kalmasın.

Huzeyfe dedi ki: Ey Allah’ın Rasulü, dedim. Beytü’l-Makdis, Allah nezdin-de büyük, kadri kıymeti oldukça yüksektir. Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “O, en üstün ve değerli evlerdendir. Allah onu, Davud b. Süleyman (ikisine de selâm olsun) için altın, gümüş, inci, yakut ve zümrütten bina ettirmiştir,” Şöyle ki: Davud oğlu Süleyman (a.s) onu bina edince yüce Allah, cinleri ona müsahhar kıidı. Cinler de ona maden yataklarından altın ve gümüş getirdi­ler. Mücevheratı yakut ve zümrütü getirdiler. Yine yüce Allah ona, bu çeşit­li maden ve taşlardan, Beyti bina edinceye kadar cinleri ona müsahhar kıl­dı. Huzeyfe dedi ki: Ben, ey Allah’ın Rasulü dedim. Peki, bu (değerli) eşya Beytü’l-Makdis’ten nasıl alindi? Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “İsrailoğul-ları, Allah’a asi olup peygamberleri öldürünce Allah da üzerlerine, Mecusi-lerden olan Buhtnassar’ı musallat etti. O, yedi yüz yıl hükümdarlık etmişti. İşte yüce Allah’ın: “İşte o ikincisinden birincisinin vakti gelince, üzerini­ze çok güçlü kullarımızı gönderdik, onlar da evlerin aralarına kadar gi­rip araştırdılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi” buyruğu bunu anlatmak­tadır. Beytü’l-Makdis’e girdiler. Erkekleri Öldürüp, kadınları ve çocukları esir aldıiar. Kıymetli mallan ve Beytü’l-Makdis’te bulunan bütün bu çeşitli şey­leri toplayıp aldılar ve yüz yetmiş bin arabaya yükleyerek bunları taşıdılar. Sonunda Babil topraklarına götürüp bunları bıraktılar, Babil topraklarında İs-railoğullarını hizmetlerinde kullandılar, alçatmışlaroiarak, ceza ve ibretli ezi­yetler ile onları mülkiyetlerinde tuttular. Bu yüz yıl devam etti.

Daha sonra yüce Allah, onlara merhamet buyurarak, Fars krallarından bi­risine, Babil’deki Mecusîlerin üzerine yürümesini ve İsrailoğullanndan elle­rinde bulunanları kurtarmasını ilham etti, o hükümdar da, bunların üzerle­rine yürüdü, Babil topraklarına girdi. İsıailoğullarından geri kalan kimsele­ri, Mecusîlerin ellerinden kurtardığı gibi, Beytü’l-Makdİs’e ait bulunan süs eş­yalarının da kurtarılmasını sağladı ve Allah bu eşyaları Ük seferinde olduğu gibi oraya geri döndürdü ve onlara şöyle dedi: Ey İsrailoğulları! Tekrar ma-siyetlere dönecek olursanız, biz de tekrar sizleri esir almaya ve öldürmeye avdet ederiz. Yüce Allah’ın; “Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilir­siniz. Eğer dönerseniz, biz de döneriz” (İsrâ, 17/8) buyruğu işte buna işaret etmektedir. İsraİloğullan, Beytü’l-Makdis’e geri döndüklerinde yine masiyet-iere döndüler. Allah da üzerlerine Rum hükümdan Kayser’î musallat etti. Yü­ce Allah’ın: “Artık diğerinin vakti gelince, kederiniz yüzünüzden belli ol­sun; Mescide ili: defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe mahvetsinler diye” buyruğu da bunu an­latmaktadır. Karada ve denizde onların üzerine hücum etti. Kadınlarını ve ço­cuklarını esir aldı. Onları öldürüp mallarını ve kadınlarını aldı. Beytü’1-Mak-dis’de ne kadar süs eşyası varsa hepsini alarak yüz yetmiş bin arabaya yük­ledi ve nihayet bunları Altın Kilİsesi’ne bıraktı. İşte bunlar, şimdi oradadır­lar. el-Mehdî, bunİan oradan geri alıp Beytü’l-Makdîs’e geri götürünceye ka­dar orda kalacaktır. Bu mal ise, bin yediyüz gemi yüküdür. Bu gemüer, Ya­fa limanında demirleyecektir. Ve oradan Beytü’l-Makdis’e nakledilecek ve Al­lah, orada öncekileri de, sonrakileri de bir araya getirecektir…” diye hadisin geri kalan bölümlerini nakletmektedir.'[30]

“Artık diğerinin” iki kerenin, ikincisinin “vakti gelince” buyruğundaki (‘il.) edetanın cevabı hazfedümiştir ki, bunun takdiri de: “Onları gönderdik” şeklindedir. Buna daha önce geçen: “Üzerinize… gönderdik” ifadesi delil teş­kil etmektedir.

“Kederiniz yüzünüzden belli olsun.” Çoluk çocuğunuzun esir alınması ve öldürülmeniz sebebiyle, kederinizin, üzüntünüzün etkileri yüzlerinizde bel­li olsun diye, dernektir. Buna göre; Belli olsun” fiili, hazfedilmiş bir müteallaka taalluk etmektedir. Kederinizin yüzünüzden okunmasını sağlaya­cak işleri sizlere yapacak kullar gönderdik, anlamındadır. Burada “yüfc-ter’den kastın, ileri gelenler olduğu da söylenmiştir. Yani o ileri gelenleri ze­lil etsinler, alçaltsınlar diye.

el-Kisaî, bu kelimeyi: Kederinizin yüzünüzden belli olmasını sağ­layayım” anlamında “nun” iie ve “hemze”yi üstün olarak okumuştur. Bu da yüce Allah’ın, kendi zatından ta’zim ile haber veren bir fiildir. Daha önce geçen: “Hükmettik, gönderdik, üstünlük verdik” fiillerini nazar-ı itibara alarak böyle okumuştur. Ali’den de buna yakın bir rivayet nakledilmiştir. Bu­nu da Ubeyy’in, Mutlaka belli olmasını sağlayalım” anlamındaki “nun” ve te’kid harfi ile okuyuşu doğrulamaktadır. Ebu Bekr, el-A’meş, İbn Vessâb, Hamza ve İbn Âmir ise, şeklinde “ya” ile tekil ve hem­zesini de üstün olarak okumuşlardır ki, bunu da iki türlü açıklamak müm­kündür. Birincisine göre, Allah, kederinizin yüzünüzden okunmasını sağla­sın diye anlamında, ikincisi ise, o vaad, sizin yüzünüzden kederin okunma­sına sebep olsun diye, şeklinde olur. Diğerleri ise, şeklinde “ya” ile ve “hemze”yi de çoğul olmak üzere ötreii okumuşlardır. Yani, üzerinize gön­dereceğimiz güçlü, kuvvetli kullarımız, kederinizin yüzlerinizden okunma­sını sağlasınlar diye…

“Mescid’e ilk defa girdikleri gibi girsinler ve üstünlük sağlayıp da, ele geçirdikleri her şeyi mahvettikçe etsinler diye” buyruğundaki; Ocrşeyi yıksınlar, mahvetsinler” demektir. Kutrub da yıksınlar di­ye açıklamıştır. Şair de şöyle demektedir:

“İnsanlar ancak iki türlü amel ederler. Amel edenlerin birisi Bina ettiğini tahrip edip yıkar, diğeri ise yükseltir.”

“Üstünlük sağlayıp ele geçirdikleri” yani, topraklarınızdan ellerine ge­çirip galip oldukları “her şeyi mahvettikçe etsinler diye.” [31]

  1. Rabbinizin size merhamet etmesi umulur. Eğer dönerseniz, Biz de döneriz. Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.

“Rabbinizin size merhamet etmesi umulur” buyruğu, kendi kitapların­da kendilerine verilen haberlerdendir. Umulur” buyruğu, yüce Al­lah’tan onların sıkıntılarını gidereceğine dair bir vaaddir. Yüce Allah bu ifa­deyle vaadde bulunduğu vakit, onu gerçekleştireceği anlamındadır. “Size mer­hamet etmesi.” Sizden intikam almasından sonra size merhamet etmesi “umulur.” Nitekim böyle olmuştur. Al lalı, sayılarını artırmış ve onlardan hükümdarlar var etmiştir.

“Eğer dönerseniz Biz de döneriz.” Onlar da gerçekten döndüler, Allah da üzerlerine Muhammed (sav)’ı gönderdi. İşte onlar küçülmüşler olarak cizye­yi Ödemektedirler. Bu açıklama İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir. Ancak bu, bundan önce hadiste ve başka rivayetlerde geçen görüşlere muhaliftir, el-Ku-şeyrî der ki: Kâfirler eliyle îsrailoğullan iki defa cezalandırıldı, müslümanlar eliyle de bir defa cezalandırıldı. Bu ise onların tekrar fıska dönmeleri üze­rine Allah’ın da azab ile onlara dönmesi sonucu olmuştur. Buna göre, Kata-de’nin yaptığı açıklama doğru bir açıklama olarak ortaya çıkmaktadır.

“Öyle ya; Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık” buyruğundaki: Kelimesi, hapis demek olan; den gelmektedir. el-Cevherî der ki: Aleyhine olmak üzere daraltıp sıkıştırdı ve etra­fını kuşattı” demektir. Dar ve cimri” anlamındadır. Yine bu kelime, hasır anlamına da kullanıldığı gibi, böğür anlamına da gelir. el-Esmaî der ki: At ve develerin böğür tarafında enine doğru görülen bir damar ile ondan yu-kari doğru böğrün bitim yerine kadar olan yerdir. Yine bu kelime, hüküm­dar anlamına da gelir. Çünkü hükümdar, başkasının görebileceği bir yerde bulunmayıp perde arkasında bulunur. Şair Lebid de der ki:

“Ve boyun kısımları oldukça kaim bir takım güğümler ki, Sanki anlar hükümdar kapısının yanı başın da ayakta duran cinleri andırmaktadırlar,”

Bu beyit,

“Ve yerlerini almış kaim enaeli kimseler ki…”

Şeklinde de rivayet edilmekte olup, Kalın enseli” kelimesi; Yerlerini almış kimseler”den bedel olmak üzere de rivayet edilmiş­tir ki, sanki; nice boynu kaim kimseler var ki… demiş gibidir. Ebu Ubey-de’den ise:

“Hasırın yanıbaşmda ayakta duruyorlar…”

Şeklinde de rivayet edilmiştir. Yani, en-Nu’man b. Munzir’in, sevdiği ha­sırın yanıbaşında duruyorlardı, anlamında olur. Bu keiime aynı zamanda ha­pishane, zindan manasına da gelir. Yüce Allah da: Öyle ya. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık” diye buyurmaktadır. el-Kuşeyrî der ki: Yere serilen şeye de “hasır (hasır)” denilir. Çünkü doku­ma esnasında biri diğerini hasretmekte (sıkıştırmakta) dır.

el-Hasen der ki: Cehennemi kâfirlere bir döşek ve bir yatak kıldık, anla­mındadır. O, bu açıklamasında hasîr’in, serilen sergi demek olduğu kanaati­ni benimsemiştir. Çünkü Araplar, küçük sergiye hasır derler. es-Sa’lebî der ki: Bu da güzel bir açıklamadır. [32]

  1. Gerçekten bu Kur’ân, en doğru olana iletir ve salih amellerde bulunan mü’minlere kendileri için muhakkak büyük bir mükâ­fat olduğunu da müjdeler;
  2. Âhİrete İman etmeyenlere de, şüphesiz pek acıklı bir azap ha­zırlamış olduğumuzu da.

“Gerçekten bu Kur’ân, en doğru olana iletir.” Yüce Allah, Miracı söz ko­nusu ettikten sonra, İsraİloğullan ile ilgili hükmünü söz konusu etti. Bu ise, Muhammed (sav)’ın peygamberliğine delâlettir. Daha sonra, yüce Allah’ın onun üzerine indirdiği Kitabın hidâyet bulmaya sebep olduğunu da beyan etmektedir. “En doğru olan “dan kasıt ise, en mutedil, en doğru ve eğri büyrülükten en uzak olan yol demektir. O halde;…an” hazfedilmiş bir mevsuf un sıfatıdır. En doğru olan yola, demektir. ez-Zeccâc der ki: Hallerin en doğrusu olan hale iletir, demektir ki, bu da Allah’a ve peygamberlerine iman etmektir. el-Kelbî ve el-Ferrâ da böyle demişlerdir.

“Saüh amellerde bulunan mü’minlere…” Buna dair açıklamalar, daha ön­ceden (el-Bakara, 2/25. âyet, 1. başlık ve devamında) geçmiş bulunmakta­dır.

“… Kendileri için muhakkak büyük bir mükâfat” yani cennet “olduğu­nu da müjdeler. Âhirete iman etmeyenlere de” yani, onların düşmanlarına da ceza olduğu müjdesini verir.

Kur!ân-ı Kerim’in büyük bir bölümü vaad ve tehditlerden ibarettir. Ham-za ve e!-Kisaî; şeklinde şeddesiz, “ya” harfi üstün, “şin” harfi de öt-reli olarak okumuşlardır ki, (yine “müjdeler” anlamındadır) önceden de söz konusu edilmiş İdi. (Bk. Âli İmran, 3/39- âyet). [33]

  1. İnsan, hayra dua ediyormuş gibi şerre de dua eder. İnsan, çok acelecidir.

“İnsan hayra dua ediyormuş gibi” Rabbİne, kendisine afiyet ihsan etme­si için dua etmesi gibi, ‘şerre de dua eder.” İbn Abbas ve başkalarının de­diklerine göre bu, kişinin kendisi ve çocuklan hakkında dadanıp sıkıldığı es­nada, kabul olunmasını arzulamadığı şekilde, Allah’ım onu heiâk et ve ben­zeri ifadelerle beddua etmesidir. Şayet Allah, o kimsenin kendisi hakkında yaptığı bedduayı kabul edecek olursa, o kişinin helak olması gerekirdi. An­cak, yüce Allah lütfuyla bu konuda onun bedduasını kabul etmez. Bu buy­ruğun bir benzeri de şu âyet-i kerimedir: “Eğer Allah insanlara hayrı çabuk­ça istedikleri gibi şerri de çabucak veriver şeydi…” (Yunus, 10/11)

Denildiğine göre bu âyet-i kerime en-Nadr b. el-Hâris hakkında inmiştir. O; dua eder ve bu arada şöyle derdi: “Allah’ım, eğer bu Senin tarafından gelmiş bir hak ise Sen, üzerimize semadan taş yağdır, yahut bize can yakı­cı bir azab gönder.” (el-Enfal, 8/32)

Şöyle de denilmiştir. Kasıt, bir kimsenin mubah olan bir şeyi isterken dua ettiği gibi, yasak olan bir şeyi istemek için dua etmesidir. Şair İbn Cami’ de şöyle demektedir:

“Tavaf edenler arasında ben de Beyt’i tavaf ediyorum

Ve elbisemin yere sürünen eteklerini de yukarı çekerek

Geceleyin sabaha kadar secde ediyorum

Ve o indirilmiş muhkem (Kur’ân) dan okuyorum.

Yusufun kederini gideren olur ki,

Bana da o mahmili (hevdeci) içinde bulunan kadını müsahhar kılar diye.”

Âyet-i kerimedeki İnsan… dua eder” buyruğunun hem lafzında hem de hatta “vav” hazfedilmekle birlikte, mana itibariyle hazf edil­memiştir. Çünkü bu ref mahallindedir. Burada “vav”in hazfediliş sebebi, on­dan sonra sakin bir ‘İâm”ın gelmesidir.

Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: Biz de Ze-banileri çağınveririz.”(el-Alak, 96/18); Allah, bâtılı mah­veder.” (eş-Şûrâ, 42/24); Allah, mü’minlere… verecek­tir.” (en^Nisa, 4/146); Nida edenin… sesleneceği” (Raf, 50/41); Uyarılar ise fayda vermiyor.” (el-Kamer, 54/5)

“İnsan pek acelecidir.” Acelecilik onun karakteridir. O bakımdan, hay­rı isterken acelecilik yaptığı gibi, şerri isterken de acelecilik yapmaktadır.

Şöyle de açıklanmıştır: Bununla yüce Allah, Âdem (a.s)a ruhu tamamiy-le yerleştirmeden önce kalkmak istemesine işaret etmektedir.

Seiman der ki: Yüce Allah’ın, Âdem’den ilk yarattığı şey, onun başıdır. Yüce Allah, onun bedenin sair bölümlerini yaratırken, o bakıp duruyordu. İkindi vaktinde ayakları onlara ruh üflenmemiş halde kalmıştı. Bu sefer: Rabbim, gece olmadan acele buyur, dedi. Yüce Allah’ın; “İnsan pek acelecidir” buyruğu buna işaret etmektedir. İbn Abbas da der ki: Ona üflenen ruh göbeğine ulaşınca, bedenine bakmaya başladı ve kalkmak istedi, ancak güç yetireme-di. Eşte Allah’ın; “İnsan pek acelecidir” buyruğu buna işaret etmektedir.

İbn Mes’ud da şöyle demektedir; “Ruh, Âdem’in gözlerine girince, cennet meyvelerine bakmaya başladı, Karnına gelince canı yemek istedi. Ruh ayak­larına ulaşmadan acele edip cennet meyvelerine kavuşmak için yerinden kalk­mak istedi. İşte yüce Allah’ın: “İnsan aceleden yaratılmıştır” (el-Enbiya, 21/37) buyruğu bunu anlatmaktadır. Bunu da el-Beyhakî zikretmiştir.

Müslim’in Sahih’inde Enes b. Malik’ten rivayete göre Rasûlullah (sav) şöy­le buyurmuştur: “Yüce Allah, Âdem’e cennette suret verince, onu Allah di­lediği kadar bir süre öylece bıraktı. İblis onun etrafında dolaşır ve ona; ne­dir diye bakıyordu. Onun karnının boş olduğunu görünce, böylelikle ken­disine hakim olamayacak bir yaratık olarak halk edileceğini anladı.” [34] Bu ha­dis daha önceden de geçmiş bulunmaktadır.

Şö’yle de açıklanmıştır: Peygamber (sav) Hz. Sevde’ye bir esir teslim et­mişti. Bu kişi geceleyin inlemeye başladı. Ona, durumunu sorunca: Ben, şu bağın oldukça sıkı olmasından ve esir düşmekten dolayı İnliyorum, dedi. Hz. Şevde, kollan üzerindeki bağı biraz gevşetti. Uykuya daldıktan sonra esir kaç­tı. Durumu Peygamber (sav)’a bildirince o da: “Hay Allah senin ellerini ko­parsın” diye beddua etti. Sabah olduğunda bu bedduanın gerçekleşmesini umuyordu.

Peygamber (sav) da şöyle buyurdu: ;’Ben, yüce Allah’tan, aile halkımdan hak etmeyen kimselere yaptığım bedduayı bir rahmet kumasını istedim. Çünkü ben de bir beşerim. Sair insanların gazap ettiği gibi gazap ederim.” Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunu, ei-Kuşeyri Ebu Nasr -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- zikretmiştir.

Müslim’in Sahih’inde de Ebu Hureyre’den şöyle dediği nakledilmektedir: Ben, Rasûlullah (sav.)’ı şöyle buyururken dinledim: “Allah’ım, Muhamnıed de ancak bir beşerdir. O da sair insanların gazap ettiği gibi gazap eder. Ben, Se­nin nezdinde asla caymayacağın bir ahid almış bulunuyorum. Herhangi bir mü’mine (haksız yere) eziyet eder, yahut hakaret eder veya sopa vuracak olur­sam onu Sen o kimseye bir keffaret ve kıyamet gününde kendisi sebebiyle Sana yakınlaşma vesilesi kıl”[35]

Bu hususta Hz. Âişe ve Hz. Cabir’den de hadisler rivayet edilmiştir.

“İnsan pek acelecidir” buyruğunun şu anlamda olduğu da söylenmiştir: O, az da olsa âcil olanı, çok dahi olsa sonradan verilecek olana tercih eder. [36]

  1. Biz, gece ile gündüzü İki âyet kıldık. Gece âyetini sildik, gündüz âyetini de gösterici kıldık. Rabbinizden bir lütuf arayasınız, günlerin sayısını ve hesabı bilesiniz. İşte Biz, her şeyi gereği gi­bi açıkladık.

“Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıldık.” Vahdaniyetimize, varlığımıza, ilim ve’kudretimizin kemaline iki alâmet kıldık. Her ikisinin de âyet olma özel­liği şuradadır: Onların her birisi bilinmeyen bir yerden gelmekte, yine bilin­meyen bir yere gitmektedir. Birisi eksilirken diğeri artmakta ve bunun aksi olmaktadır, işte bu{nlar) da bir(er) âyettir. Aynı şekilde gündüzün aydınlık olması, gecenin karanlık olması da böyledir. Buna dair açıklamalar daha ön­ceden, (el-Bakara, 2/164. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Gece âyetini sildik.” Yüce Allah, burada “geceyi sildik” diye buyurma-maktadır. Ayeti geceye ve gündüze izafe etmesi, sözü geçen iki âyetin on­lar hakkında söz konusu olduğunu, bizatihi kendilerinin olmadığını göster­mektedir. “Sildik” görünmez kıldık, demektir.

Haberde yer aldığına göre yüce Allah, Cebrail (a.s)’a emretti, o da kana­dını ayın yüzünden geçiri verdi. Böylelikle ayın ışığı sönmüş oldu. Halbuki ay daha önce ışık saçıcı olma özelliği ile güneşi andırıyordu. Ayda görülen siyahlık işte bu silmenin bir etkisidir.[37]

İbn Abbas da şöyle demektedir: Allah, güneşi yetmiş cüz, ayı da yetmiş cüz kılmıştır. Ayın nurundan altmış dokuz cüzü sildi ve bunları güneşin ışı­ğına kattı. O bakımdan güneş, yüz otuz dokuz cüz, ay ise bir cüz aydınlığa sahiptir. Yine ondan nakledildiğine göre: Allah, arşının nurundan iki güneş yarattı. Ezeli ilminde güneş olarak yaratacağını takdir buyurduğu ismi; dün­ya ve onun doğulan iie batıları arasındaki uzaklık kadar yarattı. Ayı da gü­neşten küçük yarattı. Cebrail (a.s)’ı gönderdi, o da kanadını ayın üzerinden üç defa geçirdi. Ay da o gün bir güneş idi. Onun aydınlığı giderildi, geriye nuru kaldı. İşte ayda görmekte olduğunuz siyahlık bu silmenin bir izidir. Eğer, ayı da güneş olarak bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edilemezdi.

Ondan gelen birinci rivayeti es-Sa’lebî, ikincisini ise ei-Mehdevî naklet-miştir, ileride merfu bir rivayet olarak gelecektir.

Ali (r.a) ile Katade şöyle demişlerdir: Yüce Allah, “silmek” ile ayda bulunan siyah beneği kastetmektedir. Böylelikle ayın ışığının, güneşin ışığından daha az olması ve bu suretle de gecenin gündüzden ayrılması sağlanmış oldu.

uGündü2 âyetini de gösterici kıldık.” Yani, Biz onun güneşini, etrafın gö­rünmesi için aydınlatıcı kıldık. Ebu Amr b. el-Alâ da, onun aydınlığında gö­rülmektedir, diye açıklamıştır. el-Kisaî der ki: Bu, Arapların gündüz aydın­lanıp artık görülebilecek bir hale geldiğinde, “( jl+Jlj^uf ): Gündüz gördü (gösterdi)” şeklindeki tabirlerinden gelmektedir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu, Arapların bir kimsenin arkadaşları pis ve murdar kimseler olduğu takdirde, demelerini andırmaktadır. Yi­ne binekleri zayıf olan bir adama da; demeleri de bu kabilden­dir, tşte, gündüzün insanlar ve sair yaratıkiar görebiliyor iseler, gündüze de “gösterici (görücü)” denilmektedir.

-Katibinizden bir lütuf arayasınız” buyruğu ile geçiminizi sağlamak için tasarrufta bulunmayı kastetmekledir, Geceleyin sükûn bulmayı söz konusu etmeyişi ise, gündüz hakkında söz konusu edilenlerle yetinmesi dolayısıy-ladır. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır; “Geceyi, içinde din­lenmeniz için, gündüzü ise aydınlık olarak yaratan O’dur.” (Yunus, 10/67)

“Yılların sayısını ve hesabı bilesiniz.” Eğer Allah bunu yapmamış olsay­dı, gece gündüzden ayırt edilemeyecek, hesap ve sayı bilinemeyecekti.

“İşte Biz, her şeyi gereği gibi açıkladık.” Teklif ile ilgili hükümleri hep açıkladık. Bu da Allah’ın: “Her şeyi açıklayan” (en-Nah\, 16/89); “Biz, o ki­tapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (el-En’âm, 6/38) buyruklarına benzer.

İbn Abbas’tan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah, yaratıklarını halk edip, yaratıklarından geriye Âdem’den başkası kalmayın­ca, arşının nurundan bir güneş ve bir ay yarattı. Her ikisi birlikte iki güneş İdi. Allah’ın ezeli ilminde güneşi güneş olarak bırakması takdir edilmiş ola­nı Allah, dünya gibi, onun doğulan ve batıları arasındaki kadar yarattı. Al-lah’m ilminde ay olarak yaratacağı takdir edilmiş olanı da Allah, büyüklük itibariyle güneşten daha küçük yarattı. Ancak, onun küçük oluşu, semanın fazla yüksekliği ve yerden çokça uzaklığından dolayıdır. Şayet yüce Allah, güneşi ve ayı ilk yarattığı gibi bırakmış olsaydı, gece gündüzden ayırt edi­lemeyecekti.

Ücretle çalışan hiç bir kimse ne zamana kadar çalışacağını, oruç tutan bir kimse, ne zamana kadar oruç tutacağını, iddet bekleyen bir kadın nasıl id-det bekleyeceğini bilemeyecekti. Aynı şekilde namaz ve hac vakitleri de bi­linemeyecekti. Borçların vadelerinin ne zaman geldiği, ne zaman tohum sa­çacaklarını ve ekin ekeceklerini, ne zaman bedenlerini rahatlatmak için dinlenmeye çekileceklerini bilmeyeceklerdi. Adeta, Allah kullarına -ki O, ken­dilerine kendi nefislerinden daha çok merhamet edendir- rahmet nazarıyla baktı da Cebrail’i gönderdi. O da kanadını üç defa ayın yüzü üzerinden ge­çirdi. O gün ay bir güneş idi. Bu vesile ile ayın ışığı söndürüldü ve geriye ay­dınlığı (nuru) kaldı. İşte yüce Allah’ın: “Biz, gece ile gündüzü iki âyet kıl­dık” buyruğu bunu anlatmaktadır.”[38]

  1. Her İnsanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde do­ladık. Kıyamet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çıkarırız.
  2. “Oku kitabını! Bugün kendine karşı iyi hesaplayıcı olarak ken­din yetersin.”

Yüce Allah’ın: “Her insanın amelini kendi boynuna ayrılmayacak şe­kilde doladık” buyruğu ile İlgili olarak, ez-Zeccâc şöyle dernekledir: Bura­da ”boyurTun söz konusu edilmesi, gerdanlığın boyundan ayrılmadığı gibi, (amelin de) ayrılmayacağını anlatmak için kullanılan bir tabir oluşundandır.

ibn Abbas der ki: Amelini” kelimesi, kişinin ameli ve hakkında takdir olunan hayır ve şen kabilinden işlerdir. Nerede otursa olsun, bu ameli ondan ayrılmaz. Mukatil ve el-Kelbî derler ki:*Kişinin hayrı da şerri de kendisiyle birliktedir. Amelinden dolayı hesaba çekilinceye kadar ameli on­dan ayrılmayacaktır.

Mücahid de der ki: Bundan kasıl, kişinin ameli ve rızkıdır. Yine ondan nak­ledilen bir rivayete göre, her doğan kişinin boynunda bir yaprak (sahile) var­dır. Ve o yaprakta bahtiyar mı olduğu, bedbaht mı olduğu yazılıdır.

cl-Hasen der ki: “Amelini kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık”

buyruğundan maksat; onun bedbahtlığı, bahtiyarlığı, hakkında yazılmış bu­lunan hayır İle şer, hakkında tesbit edilmiş takdiı-i ilahidir ki, ezelde bunlar paylaştırıldtğı vakil, payına düşenlerin ondan ayrılmayacağı tespit edilmiştir.

Bir diğer açıklamaya göre, bununla yüce Allah, kulun mükellefiyetini kast etmiştir. Yani Biz ona, şeriata bağlı kalmayı takdir ettik. Eğer o, emrolundu-ğu işi yapmak ister ve yapmaması islenen şeylerden de uzak kalmak ister­se, bu da onun için imkân dahilinde olan bir şeydir.

“Kıyamet günü de yayılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap çı­karırız.” Bununla, boynunda yazılı bulunan ve ondan ayrılmayacak şekilde­ki amel kitabı kastedilmektedir, el-Hasen ve libu Recâ, Mücahid, İn­sanın amelini” ifadesini “elif’siz olarak; İnsanın uğurunu” diye okumuşlardır. Şu haberdeki bu kelime de bu anlamdadır:

Allah’ım, Senin hayrından başka bir hayır, Senin uğurundan başka bir uğur yoktur, Senden başka Rabb da yoktur.”[39]

ibn Abbas, el-Hasen, Mücahid, İbn Muhaysın, Ebu Cafer ve Yakub ise, (“çı­karırız* anlamındaki kelimeyi) “ya” harfi üstün, “ra” harlı ötreli olmak üzere; Çıkar” diye okumuşlardır ki bu, boynundaki ameli ona karşı bir kitap halinde çıkar, anlamındadır. Buna göre; Bir kitap” kelimesi hal olarak nasb edilmiştir. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Boynundaki ameli çıkar ve bir kitap oluverir.

Yahya b. Vessâb ise, “ya” harfini ötreli, “ra” harfini esreli; Çıka­rır” diye okumuştur. Bu kıraat, Mücahid’den de rivayet edilmiştir ki, Allah çı­karır, demek olur.

Şeybe, Muharnrned b. cs-Semeyka’ ve aynı zamanda Ebu Cafer’den de ge­len rivayet ise, “ya” harfi ötreli, “ra” harfi üstün olmak üzere, meçhul fiil ha­linde; şeklinde ve “boynundaki ameli ona bir kitap olarak çıkartılır” anlamında okumuşlardır. Diğerleri İse, “nûn” harfi ötreli, “ra” hadi t’sreli; Çıkarırız” şeklinde okumuşlardır.

Ebû Amr bu kıraatin lehine, Ayrılmayacak şekilde doladık” buy­ruğunu delil göstermiştir.

Ebu Cafer, e!-Hasen ve İbn Amr, “karşısında bulacağı” anlamındaki kelimeyi, “ya” harfi ötreli, “lam” üstün, “kut” harfi de şeddeli olmak üzere; Kendisine verileceği1′ anlamında okumuşlardır. Diğerleri ise, “ya” har­fi üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki, yayılmış bir halde karşısında bu­lacağı bir kitap… anlamındadır.

Yüce Allah’ın: “Yayılmış bir halde” diye buyurması, iyilik ile müjdenin çabuklaştırılması, kötülük dolayısıyla da azarlamanın çabuklaştırılması için­dir. Ebu’s-Sevvâr el-Adevî: “Her insanın amelini kendi boynuna ayrılma­yacak şekilde doladık” âyetini okuduktan sonra şunları söylemekledir: Bu sahifeler iki defa açık tutulur ve bir defa da katlı bulunur. Ey Âdemoğlu, sen hayatta bulunduğun sürece, açılmış olan sahifene istediğin şeyi yazdır. Öl­dükten sonra bu sahife dürülür ve nihayet diriltileceğin vakit de bu sahife açılır.

“Oku kitabını!” el-Hasen der ki: Kişi ümmî olsun, olmasın kendi kitabı­nı bizzat okuyacaktır.

“Kendine karşı İyi hesaplayıcı olarak” kendini iyi bir hesaba çeken olarak “kendin yetersin.” Salihlerden birisi şöyle demektedir: İste bu senin kitabın, dilin onun kalemi, tükürüğün onun mürekkebi, azaların onun sahi-leleri, kendi Halaza meleklerine yazdıran sensin. Ona hiç bir şey eklenme­diği gibi, hiç bir şey de eksiltilmemiştir. Ondan, herhangi bir bölümü kabul etmeyip inkâr edecek olursan, bu sefer bizzat senin kendinden senin aley­hine o hususta şahit olunacaktır.[40]

15- Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sap­mış olur. Hiç bir yük taşıyıcı başkasının yükünü yüklenmez. Biz, bir râsul göndermedikçe azab ediciler değiliz.

“Kim doğru yolu bulursa, ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur. Kim de sapıklığa düşerse, o da ancak kendi aleyhine sapmış olur.” Yani, her­kes kendi nefsinden dolayı hesaba çekilir. Başkasından dolayı hesaba çekil­meyecektir, Buna bağlı olarak hidâyet bulan kimsenin hidâyetinin mükâfatı kendisinindir. Sapan kimsenin küfür ve İnkârının cezası da onun aleyhinedir.

“Hiç bir yük taşıyıcı, başkasının yükünü yüklenmez” buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce el-En’âm Süresi’nde (6/164. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Abbas der ki: Âyet-i kerime, el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir. O, Mekkelilere şöyle demişti: Bana uyun, Muhammed’i inkâr edin. Ben de sizin günahlarınızı yükleneyim. Bunun üzerine bu âyeti kerime indi. Yani el-Vclid, sizin günahlarınızı laşıyamayacaktır. Bilakis, her bir kimsenin güna­hı kendi aleyhine olacaktır.

(Günah anlamındaki “vizr” kelimesinin kullanımı ile ilgili olarak) şöyle denilir: Günah kazandı, kazanır” demektir. Esasen “vizı” kelimesi ağır gelen, ağır yük demek olup, bunun çoğulu “evzâr” şek­linde gelir. “Günahlarını sırtlarına yüklenerek…” (el-En’âm, 6/31) buyruğun­da da aynı şekilde kullanılmıştır ki, günahlarının ağır yükleri anlamındadır.

Yük taşıdı” anlamında kullanılır ki, ismi faili, “vâzir” şeklinde ge­lir. Sultanın, devlet idaresinin ağır yüklerini taşıyan yardımcısına da “vezîr” denilmesi buradan gelmektedir. “Vâzir”in sonundaki “te” harfi nefisten kina­yedir. Yani, günahkâr hiçbir nefis, bir başkasının günahı dolayısıyla sorum­lu tutulmayacaktır. O kadar kî anne, kıyamet gününde evladı ile karşılaşa­cak ve şöyle diyecektir: Oğulcuğum, benim bağrım senin yatağın değil miy­di, benim göğsüm senin için bir su kaynağı değil miydi, karnım senin için bir kab değil miydi? O, evet öyleydi anneciğim, diyecektir. Annesi de: Oğ­lum, işte gerçekten günahlarım bana çok ağır gelmektedir. Haydi, benim ye­rime bir günah olsun yükleniver. O, beni bırak anacığım, çünkü bugün ben kendi günahlarımla uğraşmaktayım, senin günahlarını caşıyacak durumum yok, diye cevap verecek. [41]

Geride Bıraktıklarının Ağlaması Dolayısıyla Ölünün Azab Görmesi Söz konusu mudur?

Âişe (r.anha), bu âyet-i kerimeden hareketle, İbn Ömer’in: “Ölen kişi, ya­kınlarının ağlaması dolayısıyla azaba uğratılır”[42] şeklindeki kanaatini reddet­miştir. İlim adamları derler ki: Hz. Âİşe’yi bu kanaati reddetmeye iten husus, onun bu konudaki hadisi duymamış olması ve bu iddianın âyet-i kerime ile tearuz halinde olduğunu görmesidir. Ancak, Hz. Âişe’nin bunu reddetmesi­nin bir sebebi yoktur. Çünkü bu anlamdaki rivayet pek çok yoldan gelmiş­tir. Hz. Ömer, onun oğlu, Muğire b. Şu’be, Kayle bint Mahreme gibi. Bunlar rivayeti kesin ve açık ifadelerle nakletmektedirler. O bakımdan bunların bu rivayetleri dolayısıyla hatalı olduklarını söylemenin haklı bîr gerekçesi yok­tur. Diğer taraftan, âyet-i kerime ile hadîs-i şerif arasında herhangi bîr zıtlık da söz konusu değildir. Çünkü hadis-i şerifin sözünü ettiği bu durumlar, ağ­layıp ağıt yakmanın, ölenin vasiyeti, adet ve uygulamasından olması halin­de söz konusudur. Nitekim cahiliye dönemi insanları böyle yapmaktaydı. O kadar ki, Tarafe şöyle demiştir:

“Ölecek olursam, layık olduğum şekilde benim için ağıt yak

Ve ölümüm dolayısıyla elbisenin yakalarını parçala ey Mabed’in kızı!”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ve bir seneye kadar (her gün benim için ağlamaya devanı edin) sonra selâmın adı üzerinize olsun (selam olsun sizlere). Zaten tam bir yıl ağlayıp duran artık (ondan sonra ağlama3a) mazurdur,”

Buhârî de bu kanaattedir. İlim ehlinden bir gurup da -ki, Dâvûd (ez-Zâ-lıirî) da bunlardandır- hadisin zahirinin bildirdiğine inanmakta ve ölünün, ya­kınlarının ağıt yakmaları dolayısıyla azap gördüğünü kabul etmektedir. Çün­kü o, ölümünden önce bu işi yapmamalarını söylemeyi ve bu hususta onla­ra gerekli şekilde te’dipde bulunmayı ilıma! etmiştir Bu sebepten, bu konu­daki kusurlu davranışmdan ve yüce Allah’ın: “O ateşten nefislerinizi ve ai­lelerinizi koruyunuz” (et-Tahrim, 66/6) buyruğu gereği Allah’ın kendisine em­rettiği şeyi terk ettiğinden dolayı azab görecektir. Başkasının günahından do­layı değil. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Biz, bir rasûl göndermedikçe azab ediciler değiliz.” Yani Biz, insanla­rı başıboş bırakmadık. Aksine peygamberler gönderdik. Bu buyruk -akıl bir şeyin çirkin ve güzel olduğuna hükmedebilir, mubah ve yasak olduğu hük­münü verebilir diyen Mu’tezile’nin kanaatlerinin aksine- ahkâmın ancak şe­riat ile sabit olduğuna delildir. el-Bakara Sûresi’nde (2/29. âyet, 2. başlıkta) buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Cumhurun kanaatine göre bu buyruk dünyadaki azab ile ilgilidir. Yani, yüce Allah bir ümmete risalet gönderip onları uyarıp korkutmadan önce o ümmeti heîâk etmez.

Bir kesim ise bunun hem dünya, hem âhiret hakkında umumî olduğunu kabul etmekte ve buna yüce Allah’ın şu buyruğunu gerekçe olarak göster­mektedirler: “İçine her bir grup atıldığında bekçileri onlara: Size uyarıcı bir peygamber gelmedi mi, diye sorarlar? Onlar: Evet, gerçekten bize uyarıp kor­kutan geldi, derler.”(el-Mülk, 67/8-9)

İbn Atiyye der ki: İlgili buyruklar üzerinde düşünmenin neticesinde va­rılan kanaat şu ki: Yüce Allah, Âdem (a.s)’ı tevhid ile gönderip inanç esas­larını evlatları arasında yayması, mutlak yaratıcının varlığına delil teşkil eden delilleri de ortaya koyması, ayrıca, her bir kimsenin iman etmesini ve Allah’ın şeriatına tabi olmasını gerektiren şekil, fıtratların kötülüklerden uzak bulunması; herkesin belli bir imana sahip olmasını ve Allah’ın şeriati-ne uymasını gerektirmektedir, Daha sonra aynı husus, kâfirlerin suda boğul­masından sonra Nuh (a.s) zamanında da yenilendi. Bu âyet-i kerimenin la­fızları aynı zamanda kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler hakkında da benzeri bir kanaatin söz konusu olması gerektiğini İhtimal olarak ifade et­mektedir. Kendilerine risaletin ulaşmadığı kimseler, bazı ilim ehlinin varlığı­nı kabul ettiği “fetret dönemi” insanlarıdır. Şanı yüce Allah’ın, kıyamet gü­nünde onlara, delilere ve çocuklara peygamber göndereceğine dair gelen ri­vayet ise, sahih olmayan bir hadistir. Ayrıca şeriatın âhiretin teklif yurdu ol­madığına dair verileri de böyle bir şey olmamasını gerektirmektedir.

el-Mehdevî der ki: Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre, yüce Allah, kıyamet gününde fetret ehline, sağır ve dilsizlere bir peygamber gönderecektir. Ve bunlar arasından dünya hayatında o peygambere itaat etmesini iste­yen kimseler de itaat edecektir, demiş ve bu âyel-i kerimeyi okumuştur. Bu­nu Ma’mer, îbn Tavus’dan, o, babasından, o, Ebu Hureyre yoluyla rivayet et­miş, eniNehhâs da bunu zekretmişlir.

Derim ki: Bu rivayet mevkuftur. İleride yüce Allah’ın izniyle Tâ-Hâ Sûre-si’nin sonlarında merfu okrak gelecektir, ama sahih değildir.

Bir takını kimseler şunu delil göstermişlerdir: İssız adalarda bulunan in­sanlar, islâm’ı işitip iman edecek olurlarsa, geçmiş dönemler hakkında on­lar için teklif söz konusu değildir. Bu doğru bir iddiadır. Davetin kendisine ulaşmadığı bir kimse, aklî bakımdan azaba müstelıak değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [43]

  1. Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refah­tan şımarmış elebaşılarına emrederiz de arada fâsıklık ederler. Artık üzerlerine söz hak olur. Biz de onu kökünden yıkar, helak ederiz.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç baslık halinde sunacağız: [44]

  1. Allah’ın Helak Etmedeki Sünneti:

Bundan önceki âyet-i kerimede yüce Allah, peygamberler göndermeden herhangi bir ülkeyi helak etmeyeceğini haber vermektedir. Buna sebep ise, öyle bir şey yapacak olursa bunun O’nun için çirkin ve güzel olmayacağın­dan dolayı değil, ama bu O’nun bir va’didir ve O’nun vadinden cayması söz-konusu değildir.

Eğer yüce Allah, va’dini gerçekleştirdiği halde bir ülkeyi helak etmek is­teyecek olursa, oranın nimet ve refahtan şımarmış olan elebaşılarına emir ve­rir, onlar da orada fâsıklık ve zulüm yaparlar. O bakımdan o ülke aleyhine yıkılıp helak edilmesine dair ilâhî buyruk hak olur.

Böylelikle, yüce Allah, helak olan kimsenin kendi İradesiyle helak oldu­ğunu bize bildirmektedir. Bununla birlikte sebepleri yaratan ve bu sebeple­ri gayelerine doğru sürükleyen O’dur. Tâ ki, yüce Allah’ın ezelî buyruğu ye­rini bulup gerçekleşsin diye. [45]

  1. İlahî Emirlere İtaat ve Helak Oluş:

Yüce Allah’ın: Emrederiz” buyruğunu Ebu Osman en-Nehdî, Ebu Recâ, Ebu’l-Âliye, er-Rabi’, Mücahid ve el-Hasen, “mim” harfini şedde­li olarak; Amirlik makamına getiririz, yönetici yaparız” diye okumuş­lardır. Bu, Ali (r.a)’ın da kıraatidir ki, onların kötülerini onlara musallat ed­er, yönetici kılarız. Onlar da o ülkede İsyan ederler. İşte onlar bunu yaptı­lar mı, Biz de onları helak ederiz, demektir. Ebu Osman en-Nehdî der ki: Bu kelimenin “mim” harfinin şeddeli okunması, Biz onları yetki ve otorite sahi­bi emirler yaparız, anlamına gelir. İbn Aziz de bu açıklamayı yapmıştır. Çünkü; Onlara musallat oldu, yetki ve otoriteyle onları yönetti” demektir.

Yine el-Hasen, Katade, Ebu Hayve eş-Şa’mî, Yakub ve Harice de, Nafi’ ile Hammad b. Seleme’den, o, İbn Kesir, Ali ve İbn Abbas’dan -ikisinden (Nafi ve Hammad’dan) farklı rivayetler ile- şeklinde “elif” harfini medli ve şed-desiz olarak okumuş olduklarını rivayet etmişlerdir. Bu da; onların zorbala­rını ve amirlerini çoğalttık demektir ki, bu açıklamayı el-Kisaî yapmıştır.

Ebu Ubeyde der ki: şeklinde med ile ve; şeklinde medsiz ola­rak; onu çoğlaüım anlamında İki ayrı şivedir.

Hadis-i şerifte geçen: En hayırlı mal çok yavru yapan bir kısrak, yahut da yolun iki kenarında dizilmiş aşılı hur­ma ağaçlarıdır”[46] ifadeleri de bu kabildendir.

İbn Aziz de böyle demiştin Medli okuyuş da medsiz okuyuş da aynı an­lamda olup, ikisi de çoğalttık demektir.

Yine el-Hasen ve Yahya b. Ya’mer’den, şeklinde medsiz ve “mim” harfini esreli olarak okudukları da rivayet edilmiştir. Bu okuyuş İbn Abbas’dan da rivayet edilmiştir. Katade ve el-Hasen derler ki: Onları çoğalttık demek­tir. Buna yakın bir açıklama Ebu Zeyd ve Ebu Ubeyde tarafından da nakle­dilmiştir. Ancak, el-Kisaî bunu kabul etmeyerek şöyle demektedir: Çokluğu anlatmak için ancak medli olan şekil kullanılır. Bunun aslı; şeklinde olup, “hernze”ler hafifletilmiş (ve med yapılmış) dır. Bunu da el-Melıdevî nak­letmektedir.

es-Sıhah’ta da şöyle denilmektedir: Ebu’l-Hasen dedi ki: Onun malı çoğaldı” anlamındadır. O kişiler çoğaldılar” demek olur. Şa­ir de şöyle demiştir:

“Onlar çok kalabalık kimselerdir. O bakımdan ataları az kimselerin payını miras almazlar.”

şeklinde med ile, Allah onun malını çoğalttı, anlamındadır, es-Sa’lebi der ki: Pek çok olan bir şeye de; denilir. Bundan gelen fiil kul­lanılarak: O kavim çoğaldılar, çoğalırlar” denilir. İbn Mes’ud der ki: Cahİliye döneminde biz, sayıca çoğalan bir kabileye: Filan oğullarının sayısı kala b alık la ştı, çoğaldı, derdik. Şair Lebid de şöyle de­mektedir:

“Her hür bir kadının evladı olanların âkibeti

Azalmaktır. İsterse sayılmayacak kadar çok olsunlar.

Eğer yükselirlerse düşerler (ölürler) ve bir gün çoğalacak olurlarsa

Sonunda helak olurlar, kötülükle karşı karşıya kalırlar.”

Derim ki: Sahih bir hadis olan, Herakliyus hadisinde de şöyle denilmek­tedir: Andolsun ki, Ebu Kebşe oğlunun (Rasûlullah’ı kastediyor) işi alabildiğine büyümüş (çoğalıp yayılmış) bulunuyor. Gerçek şu ki, Asfar oğullan (Bizanslılar) hükümdarı bile ondan korkmaktadır. “[47]

Ancak bütün buradaki fiiller müteaddi değildir. el-K.isaî’nin, bu anlamda kullanılışı kabul etmeyişi de bundandır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

el-Mehdevî der ki: okuyuşu da bir şiveye uygundur. Bunun teaddi etmesi ise şöyle açıklanır: Bu fiil “imar etmek” fiiline benzemektedir. Çün­kü çokluk, imara en yakın olan bir fiildir, O bakımdan: “İmar etti” fi­ili nasıl teaddi ettiyse onu da böylece müteaddi kabul ederler.

Diğerleri ise bu fiili emr’den geien bir kelime olarak; Emrederiz” şeklinde okumuşlardır. Yani Biz, onların ileri sürecek bir mazeretleri kalma­mak üzere uyarmak, korkulmak ve tehdit olmak üzere onlara itaati emrede­riz “de orada fasıldık ederler.” Bize isyan ederek itaatin dışına çıkarlar. “Ar­tık üzerlerine söz” İbn Abbas’tan nakledilen açıklamaya göre azab tehdidi “hak olur” icabeder.

Bu şekildeki okuyuşun, Biz onları âmirler kıldık, anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Çünkü araplar, “emir veren âmir ve kendisine emir verilmeyen ki­şi” anlamında;derler. Buyruğun, biz oranın müstekbir olanla­rını göndeririz anlamında olduğu da söylenmiştir. Harun dedi ki: Bu, Ubey’in de kıraatidir. Nitekim o şöyle okumuştur: Oranın gü­nahkârlarının büyüklerini göndeririz de orada faşıklık ederler.” Bunu el-Ma-verdî nakletmektedir.

en-Nehhâs da şöyle der: Harun, Ubey’in kıraatinin şöyle olduğunu söy­lemektedir: BİZ, bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, orada günahkârlarının büyükle­rini (.ileri gelenlerini, büyüklük taslayalanlannı) göndeririz, onlar da orada hilakârlık yaparlar, artık üzerlerine söz hak olur.”

Bununla beraber ‘in, “çoğaltırız” anlamında olması da mümkündür. Önceden de geçtiği üzere -Hz. Peygamber’in: En hayır­lı mal, çokça nesil veren kısraktır” buyruğu da buradan gelmektedir. Bazıla­rına göre; hadisteki; ifadesi yine aynı hadiste geçen; Aşılanmış” kelimesine lafzan tabi ohnak için kullanılmıştır. Sabah gidenler, akşam gelenler” deyimi ile hadis-î şerifteki;

Sizler, ecir kazanmamış ve günah kazanmış olarak geri dönünüz.”[48] hadisine benzemektedir. Buna göre, ifa­desinin, Allah onları çoğalttı, anlamında olduğu söylenemez. Bunun yerine; Allah onu çoğalttı” denilir. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim, genelin kı­raatini tercih etmişlerdir. Ebu Ubeyd de şöyle demektedir: Bizim bu kıraati ter­cih edişimizin sebebi, bu kelimenin üç manası olan, emretmek, amirlik ve çok­luk manalarının aynı anda bir arada ifade edilmesinden dolayıdır.

“Mütref”, nimetlere gark olmuş kimseler demektir. Emrin bunlara veril­diğinin özellikle sözkonusu edilmesinin sebebi ise, diğerlerinin onlara tabi olmasından dolayıdır. [49]

  1. Helak Oluş:

Yüce Allah’ın: “Biz de onu kökünden yıkar helak ederiz” buyruğunda, böyle bir ülkeyi kökünden helak edeceğini bildirmektedir. Aynı fiil kökün­den mastarın getirilmesi ise, onların başına gelecek azabı mübalağa yoluy­la ifade etmek İçindir.

Peygamber (sav)’ın hanımı Zeyneb bint Cahş (r.anha) yoluyla gelen sa­hih hadiste şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) bir gün dehşete kapılmış ve yüzü kızarmış halde dışarı çıkarken: “Allah’tan başka hiç bir ilah yoktur. Gerçekten yaklaşmış olan bîr kötülükten dolayı vay Araplann ha­line! Bugün Ye’cuc ile Me’cuc şeddinden şunun gibi bir gedik açıldı” deyip baş parmağı iie onun yanındaki (şehadet) parmağını halka yapıp gösterdi, Hz. Zeyneb dedi ki: Ey Allah’ın Rasûlü, peki aramızda salih kimseler de bu­lunduğu halde helak edilir miyiz, dedim. Şöyle buyurdu: “Evet, kötülük ço­ğalacak olursa.[50]

Bu husustaki açıklamalar ile masiyetler baş gösterip bunlara karşı çıkıla­rak değiştirilmeyecek olurlarsa, herkesin toptan helakine sebep olacağına da­ir açıklamalar, daha önceden (cl-Entâl, 8/25. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulun­maktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [51]

17.Nuh’tan sonra nice nesilleri helak etik.Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar ve görücü olması yeter.

Nuh’tan sonra nice nesilleri helak ettik. Yani, nice kavimler küfre sapmış ve helak olmuş gitmişlerdir.Bu buyrukla yüce Allah, Mekke kafirlerini korkutmaktadır. El-en’am Suresi’nin baş taraflarında (6/6) Karn (nesil)’a dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır, yüce Allah’a hamd olsun.

“Rabbinin, kullarının bütün günahlarından hakkıyla haberdar” onları bilen “ve görücü” amellerini gören “olması yeter.” Buna dair açıklamalar da daha önce (el-Bakara, 2/96. ayetin tefsirinde geçmiş bulunmaktadır.[52]

  1. Kim bu çabuk geçeni İsterse, Biz de burada istediğimiz kimse­ye dilediğimizi çabucak veririz. Sonra da onu cehenneme koya­rız. O burayı, kınanmış ve kovulmuş olarak boylar.
  2. Kim de mü’min olarak âhireti diler ve bunun için gereği gibi ça­lışırsa, işte onların çalışmaları makbul olur.

“Kim, bu çabuk geçeni…” yani, dünyayı… Çabuk geçen yurdu… demek olup, sıfat zikredilerek mevsuf kastedilmiştir- “isterse, Biz de burada istedi­ğimiz kimseye dilediğimizi çabucak veririz.” Yani, Biz ancak dilediğimiz ka­darını ona veririz, sonra da ameli dolayısıyla sorgularız. Akibeti ise, “kınan­mış ve kovulmuş olarak” yani Allah’ın rahmetinden uzaklaştır]İmiş olarak ate­şe girmek o]ur.

İşte bu fasık, riyakâr, yüze karşı övücülerin niteliğine dairdir. Bunlar, is­lâm ve itaat kılığına bürünürler. Ama bundan maksatları, çabucak geçen bu dünyada acilen ele geçirecekleri ganimet ve başka şeylere nail olabilmektir. Onların bu maksatla yaptıkları amelleri alıirette kabul olunmayacaktır ve dün­ya da onlara ancak kendileri için kısmet olarak ayrılmış olan şeyicr verilir. Daha önce Hud Sûresi’nde, bu âyet-i kerimenin oradaki mutlak âyetleri ka­yıtladığını açıklamış bulunuyoruz. Buna dikkat edilmelidir.

“Kimde mü’min olarak…” Çünkü itaatler ancak mü’min kişi tarafından yapılırsa makbuldür; “âhlretl diler™ âhiret yurdunu ister “ve bunun için ge­reği gibi çalışırsa.” Yani, âhirette ecrini almak için itaatlerde bulunursa, “iş­te onların çalışmaları makbul olur.” Onların bu amelleri geri çevrilmez. Kat kat mükâfatlandırılır, diye de açıklanmıştır. Yani, onların yaptıkları iyilikler on kat fazlasıyla, yetmiş kat, hatta yedi yüz kat, hatta pek çok kat fazJasiy-la.mükâfatlandırılır. Nitekim Ebu Hııreyre’den rivayet edilen hadiste de böy­le denilmektedir. Ona: Sen. Rasûlullah (sav)’ın: “Muhakkak Allah bir tek ha-seneye karşı bir milyon basene İle mükâfat verir” dediğini duydun mu diye sorulduğunda o, şöyle demiştir: Ben onu şöyle buyururken dinledim: “Mu­hakkak Allah, bir tek haseneye karşılık iki milyon hasene ile mükâfat verir,”[53]

  1. Herbirine, onlara da bunlara da Rabbİnİn nimetinden ardarda veririz. Rabbînin bağışı ahkonmuş değildir.
  2. Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbet­te âhiret, dereceleri itibariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.
  3. Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve ken­di başına bırakılmış olursun.

“Herbirine, onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden ardarda veri­riz.” Yüce Allah, mü’minleri de kâfirleri de rızıklandırdığmı bildirmektedir.

“Rabbinin bağışı akkonmuş” engellenmiş, hapsedilmiş “değildir.” Bura­daki “alikonmuş” anlamındaki; kelimesi; Alı­koydu , engelledi, alıkoyar, engeller” den gelmektedir. Daha sonra yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: ‘Onların kimini kiminden” rızık ve amel bakımın­dan “nasıl üstün kıldığımıza bir bak.” O bakımdan kimisi çokça amel etmek­te, kimisi az amel etmektedir. “Elbette âhiret” mü’minler için “dereceleri iti­bariyle de daha büyüktür, üstün kılmak bakımından da daha büyüktür.” Kâfire, dünyada bir sefer genişlik verilecek olsa ve mü’mine dünyada yine aynı şekilde bir sefer daraltılacak olursa âhiret, amelleri dolayısıyla yalnız bir defa pay edilir. Artık âhirette birşeyleri etden kaçıran kimse bir daha onu ele geçirip telafi edemez. Yüce Allah’ın: “Allah ile beraber başka bir ilâh edin­me” buyruğunda hitap, Peygamber (sav)’a olmakla birlikte, maksat onun üm­metidir. Hitabın, cins olarak insana yönelik olduğu da söylenmiştir.

“Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış” yardımcısı, dostu bulun­mayan bir halde terkedilmiş “olursun.” [54]

  1. Kabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etme­yin. Anne ve babaya iyi davranın. Eğer onlardan biri veya iki­si yanında ihtiyarlığa ererse sakın onlara öf deme. Onları azar­lama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.
  2. Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kanadını indir ve de ki: “Rabbinı, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse, Sen de onlara öyle rahmet et!”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onaltı başlık halinde sunacağız: [55]

  1. Allah’ın Hükmü ve “Kadâ” Kelimesinin Anlamları:

“Rabbin şunları hükmetti.” Yani, bağlayıcı ve vacip olmak üzere emret­ti. İbn Abbas, el-Hasen ve Katade şöyle demişlerdir: Bu hüküm, kazaî bir hü­küm değil; emir vermek anlamındaki bir hükümdür.

îbn Mes’ud’un Mushafında ise Tavsiye etti…” şeklindedir. Bu, ay­nı zamanda İbn Mes’ud’un arkadaşlarının da, İbn Abbas, Ali ve diğerlerinin de kıraatidir. Ubey b. Ka’b’ın nezdinde de böyledir. İbn Abbas der ki: Bu buy­ruk aslında; Ve Rabbin şunları tavsiye etti” şeklinde olup, iki vav’dan birisi (diğerine) bitiştiğinden dolayı Rabbin şunları hük­metti” diye okunmuştur. Çünkü eğer bu Allah’ın takdiri anlamında bir hük­mü olsaydı, hiç bir kimsenin Allah’a asi olmaması gerekirdi. ed-Dahhâk da der ki: Mushaf in yazılışı esnasında “vav” ile “sad” birbirine karışarak; Va­siyet etti” kelimesi; Hükmetti” şeklinde tashif (hat itibariyle yakın ke­limelerde benzer harflerden birini diğerinin yanına yazmak! olmuştur.

Ebu Hatim İbn Abbas’tan ed-Dahhâk’ın görüşüne benzer bir söz naklet­mektedir. Meymun b. Mehran’ın şöyle dediği nakledilmektedir: Hiç şüphe­siz İbn Abbas’ın bu görüşü, bir nur ve bir aydınlığa sahiptir. Çünkü yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: “O, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyetti-ğimizi… size de şeriat yaptı.” (eş-Şura, 42/13) Diğer taraftan Ebu Hatim, İbn Abbas’ın böyle bir sözü söylemiş olduğunu kabul etmemekte ve şöyle de­mektedir: Biz bu görüşü kabul edecek olursak, zındıklar elimizdeki musha-fa dil uzatırlar. Diğer taraftan dil bilgini ilim adamlarımız ve başkaları da şöy­le demektedir: “Kaza (hüküm vermek) sözlükte bir kaç anlamda kullanılır: Birisi emretmek anlamındadır. Yüce Allah’ın: “Rabbin şunları hükmetti (emretti): Kendisinden başkasına ibadet etmeyin” buyruğunda hükmetmek, emir vermek anlamındadır. Bir diğer anlamı yaratmaktır. Yüce Allah’ın: “Böylece onları yedi gök olmak üzere yarattı.” (Fussilet, 41/12) Görüldüğü gibi burada “kaza” kelimesi, halketti, yarattı, anlamındadır. Bir diğer anlamı hükmetmek, hüküm vermek anlamındadır. Yüce Allah’ın: “İstediğin hükmü ver.”(Tâ-Hâ, 20/72) Yani, ne hükmedeceksen et, demektir. Yine bu kelime, işi bitirmek anlammdadEr. Yüce Allah’ın: “İşte hakkında sorduğunuz iş olup bitmiştir” (Yusuf, 12/41) buyruğunda olduğu gibi. Yani bu işiniz (böylece) olup bitmiştir, demektir. Yüce Allah’ın: “Menâsikinizi bitirince” (el-Bakara, 2/200.) buyruğu ile: “Namaz bittiğinde” (el-Cuma, 62/10) buyruğu da böy­ledir. İrade etmek, dilemek anlamında da kullanılır. Yüce Allah’ın şu buyru­ğunda olduğu gibi: “Bir işe hükmedince, ona yalnızca ol der, o da oluverir.” (Ali-İmran, 3/47) Ahid anlamında da kullanılır. Yüce Allah’ın: “Biz, Mu­sa’ya o buyruğu vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin” (el-Kasas, 28/44) buyruklarında olduğu gibi.

“Kaza” kelimesinin bütün bu anlamlara gelme ihtimali olduğuna göre, ma-siyetlerin Allah’ın kazası (hükmü) ile olduğunu söylemek caiz olmaz. Çün­kü şayet bu kelime ile “emretmek” kastedilecek olursa, böyle bir şeyin ka­bul olunmayacağında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü’yüce Allah masiyetlerin işlenmesini emretmiş değildir. Çünkü O, fahşâyı (kötülükleri, hayasızlığı) emr etmez.

Zekertya b. Sellâm dedi ki: Bir kişi, el-Hasen’e gelerek, hanımını üç talak ile boşadığını söyledi. Ona: Sen, hem Rabbine asi oldun, hem de hanımın sen­den bâin talâk ile boş oldu, dedi. Adam: Allah bunu benim hakkımda böy­lece hükmetmiştir (kaza etmiştir) deyince, fasüı bîr kişi olan el-Hasen ona şöy­le dedi: Hayır, Allah böyle bir şeyi hükmetmiş (kaza etmiş) değildir. Yani Al­lah bunu emretmemiştir, diyerek şu: “Rabbin şunları hükmetti: Kendisin­den başkasına ibadet etmeyin…” âyetini okudu. [56]

  1. Anne Babaya İyi Davranmanın Önemi:

Şanı yüce Allah kullarına, kendisine ibadet edip kendisini tevhid etmele­rini emretmiş, anne ve babaya İyilikte bulunmayı da bununla birlikte zikret­miştir. Tıpkı onlara şükretmeyİ kendi yüce zatına şükretmekle birlikte zikret­tiği gibi. O hem: “Rabbin şunları hükmetti: Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyi davranın” diye, hem de: “Bana ve ana-baba-na şükret. Dönüş yalnız Banadır” (Lukman, 31/14) diye buyurmaktadır.

Sahih’-i Buhârî’de, Abdullah b. Mes’ud’dan şöyle dediği nakledilmektedir Peygamber (sav)’a: Aziz ve celil olan Allah’ın en sevdiği amel hangisidir, di­ye sordum, o: “Vaktinde kılınan namazdır” diye buyurdu. Sonra hangisidir, diye sordum, “Anne-babaya iyilik yapmaktır” diye buyurdu. Ben: Sonra hangisidir diye sordum, o da: “Allah yolunda cihaddır” dedi.[57]

Böylelikle Peygamber (sav), anne-babaya iyilik yapmanın, İslâm’ın en bü­yük direklerinden birisi olan namazdan sonra amellerin en faziletlisi oldu­ğunu haber vermekte ve bunu tertip ve mühlet anlamını veren “sümme; son­ra” ile sıralamış bulunmaktadır. [58]

  1. Anne-Baba’ya Sövülmesine Sebep Teşkil Etmemek, Onlara Kötü Davranmamak:

Anne-babanın sövülmesine sebep olmamak, onlara kötü davranmamak an­ne-babaya iyilik yapmak ve iyi davranmak çerçevesi içerisindedir. Çünkü bun­ların aksini yapmanın büyük günahlardan olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu husustaki sabit sünnet de böylece varid olmuştur. Nitekim Müslim’in Sa­hih’inde Abdullah b. Amr’dan rivayete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuş­tur: “Kişinin anne babasına sövmesi büyük günahlardandır.” Ey Allah’ın Ra-sûlü, hiç bir kimse anne babasına söver mi? diye sormaları üzerine o şöyle buyurdu: “Evet, bir başkasının babasına söver, o da onun babasına söver. Baş­kasının annesine söver, o da onun annesine söver.”[59]

  1. Anne-Baha’nın Caiz olan Taleplerine Muhalefet Etmemek:

Anne-babanın, caiz olan istek ve maksatlannda muhalefet etmek anne ba­baya kötü davranma çerçevesindedir. Nitekim onların maksatlarına uygun ha­reket etmek de onlara iyilikte bulunmaktır, Buna göre anne-baba yahut on­lardan herhangi birisi çocuklarına, kendilerine itaat edilmesi vacip olan bir işi emredecek olursa ve eğer bu emir masiyeti gerektirmiyor İse, o emr olu­nan husus aslı itibariyle mubah kabilinden olsa bile, onlara itaat etmek va­cip olur. Mendup kabilinden olması halinde de durum böyledir. Bazı kimse­lerin kanaatine göre ise, onların mubah emirleri, çocuk hakkında o emrin mendup olmasını gerektirir. Mendubu emretmeleri ise, o emrin mendupîu-ğundaki tekidi daha bir artırır. [60]

  1. Ebeveynin İsteklerine İtaate Bir Örnek:

Tirmizî, İbn Ömer’den şöyle dediğini rivayet eder: Nikâhım altında sev­diğim bir kadın vardı. Babam İse ondan hoşlanmıyordu. Bana, onu boşama­mı emrettiği halde ben kabul etmedim. Durumu Peygamber (sav)’a açınca o şöyle buyurdu: “Ey Ömer’in oğlu Abdullah! Hanımını boşa.” (Tirmizi) dedi ki: Bu kasen, sahih bir hadistir.[61]

  1. Anne İle Babanın Hakları Arasında Bir Karşılaştırma:

Sahih’in rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Bir adam, Peygamber (sav)’a gelerek şöyle sordu: Benim güzel sohbet ve arkadaşlığıma insanlar arasında en layık kimdir? Peygamber: “Annendir” diye buyurdu. Sonra kim­dir, diye sorunca, Hz. Peygamber; “Sonra yine annendir” diye buyurdu. Adam: Sonra kimdir, diye sorunca, Hz. Peygamber yine: “Sonra yine annen­dir” diye buyurdu. Adam, sonra kimdir diye sorunca, bu sefer Hz. Peygam­ber: “Sonra babandır” diye buyurdu.[62]

İşte bu hadis-i şerif, anneyi sevip ona şefkat göstermenin baba sevgisinin Üç misli olması gerektiğine delildir. Çünkü Peygamber (sav) anneyi üç de­fa, babayı da dördüncüsünde yalnızca bir defa söz konusu etmiştir. Şimdi bu husus bu şekilde anlaşıldığı gibi, esasen vakıa da buna tanıklık etmektedir. Şöyle ki: Hamileliğin zorluğu, doğumun zorluğu, süt emzirme ve terbiye zor­luğu yalnızca annenin çektiği zorluklardır. Babanın bu zorluklarla bir İlgisi yoktur. İşte bu üç aşamada babanın herhangi bir katkısı bulunmamaktadır,

Malik’ten de rivayet edildiğine göre, adamın birisi ona şöyle demiş: Be­nim babam Sudan’da bulunuyor. Bana, yanıma gel diye mektup yazdı. An­nem ise benim gitmemi engelliyor. Bu sefer İmam Malik: Babana itaat et, an­nene de asi olma, dedi.

Malik’in bu sözlerinden, onun her ikisine de itaat edilmesinin eşit oldu­ğu kanaatine sahip olduğu anlaşılmaktadır.

el-Leys (b. Sa’d)’a da bu mesele hakkında sorulunca, o da anneye itaati emretmiş ve annenin ebeveyne gösterilecek itaat ve iyi davranışın Üçte iki­si miktarda sahip oluduğunu ileri sürmüştür. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği hadis ise annenin, ebeveyne gösterilmesi gereken itaat ve iyiliğin dörtte üçü­ne sahip olduğuna delildir. Ve bu, bu konuda muhalif kanaate sahip olan­lara karşı da bir delildir. el-Muhasibi “Kitabu’r Riâye”de ebeveyne gösteril­mesi gereken iyilik ve itaatin, dörtte üçünün annenin hakkı, dörtte birinin de babanın hakkı olduğu hususunda İlim adamları arasında hiç bir görüş ayrı­lığı bulunmadığını iddia etmektedir. Bu, Ebu Hureyre (r.a) yoluyla rivayet edi­len hadisin muktezasına göre ileri sürülmüş bir görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [63]

  1. Anne ve Baba Kâfir İseler:

Anne babaya iyi davranmak müslüman olmaları haline mahsus değildir. Aksine, anne-baba kâfir iseler dahi evlatları onlara iyi davranır ve eğer onların zimmet ve benzeri ahidleri var ise, iyi muamelede bulunur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizinle din hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınız­dan çıkarmamış olanlara iyilik yapmanızı… Allah size yasaklamaz.” Cel-Mümtehine, 60/8)

Buhârî’nin Sahilı’inde de Esma (r.anba)’dan şöyle dediği nakledilmekte­dir: Kureyşliler, Peygamber (sav) ile antlaşma yaptıkları sırada banş süresi içe­risinde annem, babası ile birlikte müşrik olduğu halde yanıma geldi. Ben, Pey­gamber (sav)’a durumu sorup şöyle dedim: Annem benim ona iyilikte bulun­mam ümidi ile yanıma geldi. Ona iyilikte bulunayım mı, onu gözeteyim mi? O: “Hvet, ona iyilikte bulun, onu gözet” diye buyurdu.[64]

Yine Hz. Esma’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber (sav) dö­neminde annem, benim kendisine iyilik yapmam ümidiyle yanıma geldi. Ben, Peygamber (sav)’a; Ona iyilikte bulunayım mı, akrabalık bağını gözeteyim mı? diye sordum. O: “Evet” diye buyurdu.[65]

İbn Uyeyne dedi ki: Aziz ve celil olan Allah da onun hakkında: “Sizinle din hususunda savaşmamış… olanlara adaletli davranmanıza Allak size yasaklamaz” (el-Mümtahine, 60/8) buyruğunu indirdi.[66] Birincisi muallak­tır, ikincisi ise müsneddir.[67]

  1. Cihad İçin Anne-Babanın İzni:

Anne babaya iyilikte bulunmak, onlara karşı iyi davranmanın kapsamına -eğer cihad farz-ı ayn değilse- onların iznini almadan cihad etmemek de var­dır. Sahih’te, Abdullah b. Amr’ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bir adam, Peygamber (sav)’m yanına gelerek, cihad etmek için ondan izin istedi. Hz. Peygamber: “Annen baban hayatta mıdır?” diye sordu. O, evet deyince Hz. Peygamber: “Sen onlar hakkında (onlara iyilik yapmak suretiyle) cihad et.” diye buyurdu. Bu, Müslim’in lafzıdır.[68]

Sahih’in dışındaki hadis kitaplarında da şöyle demektedir: Evet, ve onla­rı ben ağlıyor bırakıp geldim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Git, onları ağ-latüğın gibi güldür.”[69] Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: “Senin, an­nen baban ile birlikte onların (yanlarındaki) yatakta uyuman, onların seninle gülüşüp seninle oynaşmaları, senin için benimle cihad etmenden daha fa­ziletlidir.” Bunu da İbn Huveyzimendad nakletmektedir.[70]

Buhârî bu hadisi “Birrü’l-Valideyn” (Anne-Babaya İyi Davranmak) bölü­münde şu lafızlarla zikretmektedir: Bize Ebu Nuaym haber verdi. Bize Süf-yan, Ata b. es-Saib’den haber verdi. O, babasından, o, Abdullah b, Amr’dan dedi ki: Bir adam, Peygamber (sav.)’a, hicret etmek üzere bey’at etmeye gel­di. Ancak bu sırada anne-babasını ağlar bırakıp gelmişti. Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: “Onların yanlarına dön ve onları ağlattığın gibi güldür.”[71]

Îbnü’l-Münzir dedi ki: Bu hadis-i şerif nefir (farz-ı ayın olan seberberlik çağrısı) vuku bulmadığı sürece anne babanın izni olmaksızın cihada çıkma­nın yasakiığını ihtiva etmektedir. Eğer nefir söz konusu olursa, o takdirde za­ten herkesin cihada çıkması vacip olur. Bu husus Ebu Katade yoluyla gelen hadiste gayet açıktır. Rasûlullah (sav), kumandanlar ordusunu (Mute ordu­sunu) gönderdi… Bu arada Zeyd b. Harise, Cafer b. Ebi Talib ve ibn Revâ-ha’nın başından geçenleri de söz konusu etmekle birlikte, Rasûlullah (sav)’ın münadisinin bundan sonra: Topluca namaza! diye nida etmesi üzerine her­kesin toplandığını da söz konusu etti. Bunun üzerine (Hz. Peygamber) Al­lah’a hamd-ü senada bulunduktan sonra şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Hay­di çıkınız, kardeşlerinizin yardımına koşunuz. Hiç kimse de geri kalmasın.” Bunun üzerine, oldukça sıcak bir günde insanlar piyade olarak ve binekli ola­rak savaşa katılmak üzere yola çıktılar.[72]

İşte Hz. Peygamber’in: “Kardeşlerinize yardımcı olmak üzere çıkınız” di­ye buyurması, cihaddan geri kalmak hususunda mazur görüiebilmenin ne­fir (umumi seferberlik) çağrısı söz konusu olmadığı hallerde olacağına de­lildir. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in: “Ama hep birlikte savaşa çıkmanız İs­tenirse, hep birlikte savaşa çıkınız”[73] hadisi de bununla birlikle aynı gerçe­ği dile getirmektedir.

Derim ki: Bu hadis-i şeriflerde şuna da delil vardır: Farzlar, yahut mendup-lar eğer bir arada bulunacak olursa, bunlar arasından daha önemli olana ön­celik tanınır. Ru anlamdaki açıklamaları el-Muhasibi, “Kitabu’r-Riâye” adlı eserinde yeterince açıklamış bulunmaktadır.[74]

  1. Cihada Çıkmak İçin Müşrik Anne ve Babanın İzni Alınır mı:

Cihad farz-ı kifaye ise, kişinin cihada katılmak için müşrik anne-babasinın iznini alıp almayacağı hususunda ilim adamları, farklı görüşlere sahip­tirler. es-Scvrî, onların İznini almaksızın gazaya gitmez, der. Şafiî ise: Onla­rın iznini almaksızın gazaya gidebileceğini söylemiştir.

İbnü’l-Münzir de şöyle demektedir: Dedeler de babalar gibidir, nineler de anneler gibidir. O bakımdan kişi yine onların iznini almaksızın gazaya çıka­maz. Ben, onlar dışında kardeşler ve sair akrabaların da iznini almayı gerek­tiren herhangi bir delil bilmiyorum. Ama Tavus, kız kardeşlerin ihtiyaçları­nı karşılamanın, Allah yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. [75]

10, Anne Babanın Sevdiklerini Gözetmek;

Anne babanın sevdikleri kimseleri gözetmek de anne-babaya iyiliğin ta­mamlayıcı unsurlarındandır, Çünkü Salıilvte İbn Ömer’den şöyle dediği nak­ledilmektedir: Ben, Rasûlullah (sav)’ı şöyle buyururken dinledim: “Hiç şüp­hesiz bir kimsenin babasının sevdiği kimseleri babasının vefatından sonra gö­zetmesi de ona karşı İyi davranmanın en ileri derecesidir.”[76]

Ebu Useyd -ki, Bedir’e katılmışlardandır- şöyle demektedir: Peygamber (sav) ile birlikte oturuyordum. Ona, Ensar’dan bir adam geldi ve şöyle de­di; Ey Allah’ın Rasûlü! Annem ve bababım vefat etmesinden sonra benini on­lara karşı iyi davranışım olarak sayılacak ve yapabileceğim bir iyiliğim kal­dı mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Evet, onlara dua edersin, onlara mağfiret dilersin. Onlardan sonra onların verdikleri sözleri yerine getirirsin, arkadaşlarına ikramda bulunursun. Ancak onlar vasıtasıyla mevcut bulunan akrabalık bağlarını da gözetirsin. İşte geriye senin üzerinde kalanlar bunlar­dır.”[77]

Uz. Peygamber de, Hz, Hatice’ye karşı iyi davranmak, ona vefakârlık gös­termek kastıyla -hanımı olduğu halde- hanımının arkadaşlarına hediyeler gön­derirdi. Ya anne-baba hakkında ne düşünülebilir! [78]

  1. Anne Babanın Çocuğu Yanında Yaşlanması Hali:

Yüce Allah: “Eğer onlardan biri veya ikisi yanında ihtiyarlığa ererse”

buyruğu ile, özellikle onların yaşlanma hallerini söz konusu etmiştir. Çün­kü bu, zayıflıkları ve yaşlılıkları dolayısıyla durumlarında meydana gelen de­ğişiklikten ötürü anne-babanın, evlatlarının iyiliklerine daha çok muhtaç ol­dukları bir durumdur. Yüce Allah, böyle bir durumda onların hallerine ge­reken riâyeti ve titizliği, daha önce emretmiş olduğu dereceden daha ileri boyutlarda emretmektedir. Çünkü böyle bir durumda anne-baba, çocuklarının bakımına muhtaç düşerler. Yaşlılık halinde anne-babanın, çocuklarının ba­kımına ihtiyaçları, çocuğun küçüklüğünde onların bakımına duyduğu ihtiya­ca benzer. O bakımdan yüce Allah bu buyrukta özellikle bu hali söz konu­su etmektedir.

Aynı şekilde kişinin uzun bir süre böyle kalması, adeta onun bu durumun istiskal etme (ağır bulma, zor görmeye sebep olur) kişiyi usandırır ve çok­ça sıkıntısı artar. Anne-babasına karşı gazabı su yüzüne çıkar, onlara karşı Öf­kelenir, evlatları olmasına rağmen ve dine bağlılığın azlığından ötürü onla­ra karşı kötü davranmaya kalkışır, Kişinin, hoşlan mayısının açığa çıktığı as­gari hal İse, sıkıntıdan dolayı tekrarlayıp duran solumasıdır. Yüce Allah ise onlara yumuşak nitelikte sözler söylemeyi ve onlara öylece karşılık verme­yi, bu sözünün de her türlü kusurdan arınmış ohnasınt emrederek: “Sakın onlara öf deme, onları azarlama, onlara tath ve güzel söz söyle” diye bu­yurmaktadır.

Müslim, Ebu Hureyre’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (.sav) bu­yurdu ki: “Burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün, burnu yere sürtülsün.” Kim ey Allah’ın Rasûlü! diye soruldu, o da şöyle buyurdu: “Yaşlılık halinde ebeveyninden birisi yahut ikisi yanında bulunup da sonra buna rağmen cen­nete giremeyen kişinin.”[79]

Buhârî de: “Anne babaya iyilik” bahsinde şöyle demektedir: Bize Müsed-ded anlattı. Bize, Bişr b. el-Mufaddal anlattı, bize Abdurrahman b. tshak an­lattı. O, Ebu Said el-Makburi’den, o, Ebu Hureyre’den, o, Peygamber (sav)’dan dedi ki: “Yanında anıldığım halde bana selat (ve selam) getirmeyen adamın burnu yere sürtülsün, Anne-babası yahut onlardan birisi yaşlılık halinde yetişip de onlar vasıtasıyla cennete girmeyen kişinin de burnu yere sürtül­sün. Ramazana erişip de sonra kendisine mağfiret olunmadığı halde Rama­zan ayını bitiren kişinin de burnu yere sürtülsün.”[80]

Bize İbn Ebi Üveys anlattı. Bana kardeşim, Süleyman b. Bİlal’den anlat­tı. O, Muhammed b. Hilal’den, o, Sa’d b. İslıak b. Ka’b b. Ucre es-Sâlimî’den, o babası (r.a)’dan dedi ki: Ka’b b. Ucre (r.a) dedi ki: Peygamber (sav) şöy­le buyurdu: “Minber’in yanında hazır bulununuz.™ Hz, Peygamber (hücresin­den) çıkınca minbere çıktı. Minberin ilk basamağına çıktığında: “Amin” de­di, sonra ikincisine çıktı yine: “Amin” dedi, sonra üçüncüsüne çıktı, yine: Amin” dedi. Konuşmasını bitirip minberden indiğinde biz: Ey Allah’ın Ra­sûlü, dedik. Bugün senden biz öyle bir söz işittik ki, daha önce bunu söy­lediğini hiç işitmemiştik. Hz. Peygamber: “Dediğimi duydunuz mu?” diye buyurdu, bizler: Evet dedik. Uz. Peygamber şöyle buyurdu: “O, Cibril (a.s)’dır. Önüme çıktı ve şöyle dedi: Ramazana yetişip de kendisine mağfiret olunma­dan bu ayj bitiren kişi Allah’ın rahmetinden uzak kılınsın. Ben de: Âmin de­dim. Yine ikinci basamağa çıktığımda: Yanında senin adın anılıp da sana se-lât (ve selam) getirmeyen kişi de (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun, dedi, ben de: Âmîn dedim. Üçüncüsüne çıktığımda: Yanında anne-babası, yahut onlardan birisi yaşlanıp da onlar sebebiyle cennete giremeyen kişi (Allah’ın rahmetinden) uzak düşsün, dedi, ben de; Âmin dedim.”[81]

Bize Ebu Nuaym anlattı, bize Seleme b. Verdân anlattı (dedi ki): Enes (r.a)’ı şöyle derken dinledim: Rasûlullah (sav) minberin bir basamağını çıktı, âmin dedi. Sonra bir basamak daha çıktı yine: Âmin dedi, sonra bir basamak da­ha çıktı yine: Âmin dedi. Sonra, minberin üzerine çıkıp oturdu. Ashabı ona; Ey Allah’ın Rasûlü! Ne diye âmin dedin diye sordular, o da şöyle buyurdu: “Bana Cibril (a.s) geldi ve dedi ki: Yanında adın anıldığı halde sana salât (ve selâm) getirmeyen kişinin burnu yere sürtülsün. Ben, âmin dedim. Yine an-ne-babasına yahut onlardan birisine yetiştiği halde onlar sebebiyle cennete giremeyen kişinin de burnu yere sürtülsün dedi, ben de âmin dedim” diye­rek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.[82]

O halde mutlu olan kişi, anne-babaya iyilik yapma firsatını ganimet bile­rek bu konuda elini çabuk tutan; böylelikle onların ölümünden sonra fırsa­tı elinden kaçırmamaya gayret eden kişidir. Çünkü fırsat elinden kaçacak olur­sa, bundan dolayı pişman olur. Bedbaht olan kişi, onlara karşı kötü davra­nandır, özellikle de onlara iyilik yapma emri o kişiye ulaşmış ise. [83]

  1. Anne-Baba’ya Tahammülün Ölçüsü:

“Onlara öf deme!” Yani, onlara bir sıkıntı ifade edecek en ufak bir söz söy­leme. Ebû Recâ el-Utaridi’den şöyle dediği nakledilmektedir: Of, bayağı, ba­sit ve gizli söylenen sözdür. Mücahid de der ki: Yani sen yaştı olandan, kü­çükken senden gördükleri küçük ve büyük necasetlerini görecek olsan bi­le, onları tiksinti verici görüp de öf dahi deme. Ancak âyet-i kerime bundan daha umumidir. “Of” ile “tur” aslmda tırnakların pislikleridir. Bu şekilde tik­sinti veren ve istiskal olunan her bir şeye “öf ona” denilir.

el-Ezherî der ki: Tut, aynı zamanda önemsiz ve basit şey demektir. Bura­da bu kelime; şeklinde tenvinli ve esreli olarak okunmuştur. Nitekim bu tür ses ifade eden sözler de esreli ve lenvinli okunur. Mesela kişi; ” Sus ve vazgeç” denilir.

Bu kelime “hemze” csreli olarak. ve (hemze ötreli “fe” harfi sakin olarak; İle, şeklinde “fe” harfi şedde-siz olmak üzere on şekilde kullanılır. Hadiste de; Elbisesinin bir ucunu burnunun üzerine bıraktı, sonra da uf, uf dedi” [84] denil­mektedir. Ebu Bekir dedi ki: Bu, alınan kokudan tiksinildiğini ifade eder.

Kimisi de bu kelimenin, az ve önemsiz görmek anlamında olduğunu ve bunun, az demek olan; den geldiğini söylemiştir. el-Kutebî der ki: Bu kelimenin aslı, senin üzerine düşen kül, toprak ve buna. benzer şeyleri lif­lemekten ve yine bir yerde oturmak isterken, orada rahatsızlık verici şeyle­ri izale etmek kastıyla üflemekten gelmektedir. O bakımdan bu kelime ağır karşılanan her şey için söylenir olmuştur. Ebu Amr b. el-Âlâ der ki: Of, tır­naklar arasındaki kire, t uf ise kesilen tırnaklara denilir.

ez-Zeccâc der ki: Of, pislik demektir. el-Esmaî de şöyle dernektedir: Of kulak pisliği, tuf İse tırnak pisliğidir. Bu kelime çokça kullanılarak sonunda rahatsızlık duyulan her bir şey hakkında kullanılır olmuştur.

Mi b. Ebi Taİib (r.a)’dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra.sûlullah (sav) buyurdu ki: “Eğer yüce Allah, anne-babaya kötü davranmak hususun­da “öf” den daha bayağı bir şey olsaydı, elbetteki onu da zikrederdi.[85] O ba­kımdan iyi davranan kişi, yapmak istediği şekilde yapsın. O, asla cehenne­me girmeyecektir. Anne babasına kötü davranan kişi de istediği şekilde amelde bulunsun, o asla cennete girmeyecektir.”

ilim adamlarımız derler ki: Anne-babaya öf demenin en kötü ve adi bir şey olması, onları red ve inkâr etmenin, nimete karşı nankörlük oluşundan, ter­biyeyi red ediş ve yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de tavsiyeyi kabul etmeyiş olu­şundan dolayıdır. “Öf” kelimesi, reddedilen, kabul olunmayan her şeye kar­şı söylenen bir sözdür. Dundan dolayt İbrahim (a.s) da kavmine: “Uf size ve sizin Allah’tan başka taptıklarınıza!” (el-Enbİya, 21/67) Yani, hem sizi ka­bul etmeyip reddediyorum, hem de sizinle birlikteki bu putları, demiştir. [86]

  1. Anne-Baba’yı Azarlamamak:

Yüce’Allah’ın; “Onları azarlama” buyruğundaki; Azar” şiddetle reddetmek ve kaba davranmak demektir.

Onlara tatlı ve güzel söz söyle” yumuşak ve incelikli söz söyle. Baba­cığım, anneciğim deyip onları isimleriyle zikretmeyerek, künyeleriyle onla­rı çağırmamak gibi. Bu açıklamayı Ata yapmıştır. İbn Beddâh et-Tucibi de der ki: Ben, Said b. el-Müseyyeb’e şöyle dedim: Kur’ân-ı Kerim’de yer alan an­ne babaya iyilik ile ilgili her bir hususun ne manaya geldiğini biliyorum. Bun­dan tek istisna, yüce Allah’ın: “Onlara tatlı ve güzel söz söyle” buyruğudur. Bu kavl-i kerimin mahiyeti nedir? İbn Müseyyeb dedi ki: Bu, uslu bir köle­nin, kaba ve haşin efendisine karşı söyleyeceği sözler demektir. [87]

  1. Anne-Babaya Karşı Şefkat ve Merhamet:

Yüce Allah’ın: “Merhametinden dolayı onlara alçak gönüllülük kana­dını indir” buyruğu, onlara karşı duyulacak şefkat ve merhameti onlara kar­şı gösterilecek alçak gönüllülüğü anlatmak için kullanılan bir istiaredir. On­lara karşı gösterilecek alçak gönüllülük, tıpkı yönetilenlerin emire, kölele­rin de efendilerine gösterdikleri gibi olmalıdır. Nitekim Said b. el-Müseyyeb de buna işaret etmektedir. Yüce Allah burada, kanadın yukarı doğru kaldı­rıp aşağı doğru alca İtinasını, kuşun yavrusu kanadını kaldırmasına misal ola­rak vermektedir.

“Zül”, yumuşaklık demektir. Cumhur bunu “zel” harfini ötreli olarak oku­muştur ve buna göre bu kelime; Yumuşadı, yumuşar” kökün­den gelir. Zillet, mezellet kelimeleri de buradan geldiği gibi, bu nitelikte ola­na da denilir.

Said b. Cübeyr, İbn Abbas ve Urve b. ez-Zübeyr ise, “zili” şeklinde “zel” harfini esreli okumuşlardır. Bu kıraat Âsım’dan da rivayet edilmiştir ki; Kolaylıkla bilinebilen, idare olunabilen ve bu vasfı açık­ça ortada bulunan binek” ifadesinden alınmadır. Bu tabir, çekilmesi, istenen tarafa götürülmesi kolay olan hayvanlar, binekler hakkında kullanılır.

Bu âyetin hükmü gereğince insanın anne ve babasına karşı sözlerinde, dav­ranışlarında, onlara bakışında en hayırlı bir alçak gönüllülük niteliğinde ol­ması gerekir. Onlara sert ve keskin bakmamalıdır. Çünkü böyle bir bakış on­lara gazap edenin bir bakışıdır. [88]

  1. Anne-Baba’ya Merhamet:

Bu âyet-i kerimede hitap Peygamber (sav)’a olmakla birlikte maksat, onun ümmetidir. Çünkü o dönemde Hz. Peygamber’in anne-babası yoktu. Di­ğer taraftan yüce Allah’ın: “Sana uyan mü’minlere de kanadını indir.” (eş-Şuarâ, 26/215) buyruğunda ise, “alçakgönüllülük” ifadesi zikredilmemek­tedir. Bu âyet-i kerimede zikredilmesinin sebebi ise, hakkın büyüklüğü ve te’kid edilmesidir.

Merhametinden dolayı” buyruğundaki;…den” eda­tı, cinsi beyan etmek içindir. Yani, alçak gönüllülük kanadının indirilmesi insanın ruhunda yer etmiş bulunan merhametten ötürü olmalıdır. Yoksa böy­le bir şey İzhar edilsin diye olmamalıdır. Gayenin son noktasını ifade etmek için olması da mümkündür.

Daha sonra yüce Allah kullarına, babalarına, anneferine rahmet okumala­rını, onlara dua etmelerini emretmektedir. Onlar sana nasıl merhamet etti ise­ler, sen de onlara öylece merhamet etmelisin. Onlar sana nasıl şefkatle dav-randılarsa, sen de onlara öylece şefkatli davranmalısın. Çünkü sen küçükken, birşey bilmezken ve ihtiyaç içindeyken seni koruyup gözettiler, seni tercih et­tiler, gecelerini uykusuz geçirdiler. Kendileri aç kaldılar, seni doyurdular, çıp­lak kaldılar, seni giydirdiler. O bakımdan, senin onlara yaptıklarının karşılı­ğını verebilmen, ancak küçüklükteki haline onlar büyüklüklerinde ulaştıkla­rı takdirde mümkün olabilir ve onların (vaktiyle) sana yaptıklarını sen de on­lara yapabilirsin. Bununla birlikte onların bu konuda öncelikli davcanma fa­ziletleri vardır. Nitekim Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bir evladın ba­basına karşılığını vermesi, ancak onu köle bulup satın alması ve sonra da onu azad etmesi halinde düşünülebilir.”[89] İleride bu hadise dair açıklamalar Mer­yem Suresi’nde (19/92. âyet, 2, başlıkta) gelecektir. [90]

16, Anne-Baba’ya Mağfiret Dilemek:

Yüce Allah’ın: “Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse…”

buyruğunda özellikle terbiye etmelerinin sözkonusu edilmesi, kulun anne-babasının şefkatini, onu terbiye ederken yorgunluklarını hatırlasın diyedir. Bu, onun anne-babasına karşı şefkat ve bağlılığını daha bir artırsın, diyedir. Bütün bunlar mü’min olan anne-baba hakkındadır. Kur’ân-ı Kerim ise, ön­ceden de geçtiği üzere (et-Tevbe, 9/113- âyet, 2. başlık ve devamında) ötmüş müşriklere en yakın akrabalardan olsalar dahi, mağfiret dilemeyi yasaklamış bulunmaktadır. İbn Abbas ve Katade’den ise bütün bunların: “O çılgın ateş­likler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar müş­riklere Peygamberin de mü’minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey değil­dir” (et-Tevbe, 9/113) buyruğu ile bütün bunlar nesh edilmiştir. Buna göre müslüman bir kimsenin anne-babası eğer zırnmi iseler, Allah’ın burada ona kendisine emrettiği şekilde onlara karşı davranır. Ancak, küfür üzere öldük­ten sonra onlara Allah’tan rahmet dileyemez. Çünkü sözü geçen âyet-i ke­rime ile yalnızca bu nesh edilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bu buyruk, neshe konu olacak bir yer değildir. Çünkü, -önceden de geçtiği gibi- burada sözkonusu edilen, hayatta kaldıkları sürece müşrik anne ve babaya dünyada rahmet ile dua etmektir. Yalıui da bu âyetin (et-Tevbe Sûresi’ndeki âyetin) umumî ifadesi öbürü ile tahsis edilmiştir ve âhirct için rahmet kasiedümemiştir. Özellikle de yüce Allah’ın: “Rabbim… Sen de onlara öyle merhamet et” buyruğunun Sa’d b. Ebi Vak-kas hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü o, İslâm’a girdikten sonra, anne­si de kendisini elbisesiz vaziyetle güneşte kızmış taşlar üzerine almıştı. Du­rum Hz. Sa’d’a anlatılınca o da: Ölürse ölsün demişti, bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiştir.

Âyet-i kerimenin müslüman olan anne-babaya dua etmek hakkında hu­susi olduğu da söylenmiştir. Doğrusu, önceden de belirttiğimiz gibi, âyetin umum ifade etliğidir. İbn Abbas da şöyle demektedir: Peygamber (sav) şöy­le buyurdu: “Kim anne-babasını razı ederek akşam» eder ve öylece sabahı ederse o, cennetle açılmış iki kapısı bulunduğu halde akşamı ve sabahı et­miş olur. Eğer onlardan birisini razı etmişse bir kapısı bulunur. Kini de an­ne-babasını kızdırarak akşam ve sabah edecek olursa o da, cehennem ate­şine giden açık iki kapısı bulunarak akşam ve sabahı eder. Onlardan birisi­ni kızdırmışsa bir kapısı bulunur.” Bir adam: Ey Allah’ın Rasûlü! Anne-baba-sı ona zulmederse de mi? diye sorunca, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Anrie-babası ona zulmetse dahi, anne-babası ona zulmetse dahi, anne-ba-bası ona zulmetse dahi” diye buyurdu,[91]

Biz, Câbir b. Abdullah (r.a)’dan, muttasıl bir isnad ile şöyle dediğini riva­yet etmekteyiz: Bir adam, Peygamber (sav)’a gelip şöyle dedi: Ey Allah’ın Ra­sûlü, babam benim malımı aldı. Peygamber (sav): “Babanı bana getir” dedi. Cibril (a.s), Peygamber (.sav)’a inerek şöyle dedi: “Aziz ve celil olan Allah sa­na selam söylüyor ve sana şöyle diyor: O yaşlı adam yanına gelecek olursa, sen ona kulaklarının işitmediği, takat içinde söylemiş olduğu bir şeyi sor.” Yaşlı adam gelince, Peygamber (sav) ona şöyle sordu: “Neden senin oğlun seni şikâyet ediyor? Sen onun malını almak mı istiyorsun?” Yaşlı adam: Ona sor ey Allah’ın Rasûlü. Ben, ondan islediğim o malı ya halalarından birisine, ya teyzelerinden birisine, ya kendime harcamayacak mıyım? Bunun üzerine Rasûlullah (sav) ona şöyle buyurdu: “Hadi sen bunları bir kenara bırak da, senin kulaklarının işitmediği, fakat içinde söylediğin bir şeyi bana haber ver:’ Yaşlı adam şöyle dedi: Allah’a and olsun, ey Allah’ın Rasûlü! Yüce Allah, sa­na olan kesin inancımızı artırıp durmakladır. Ben, gerçekten içimde bir şey söyledim ama, kulaklarım daha onu işitmiş değildir. Hz. Peygamber: “Hay­di söyle ben de dinleyeyim” diye buyuranca adam (şu beyitleri) söyledi:

“Yeni doğmuş bir bebekken seni besledim. Gençken de senin

ihtiyaçlarını karşıladım.

Senin için kazandıklarımdan ardı arkasına sen içip durdun. Bir gece, hastalığıyla misafirin olsa eğer, benim gecem

Senin o hastalığın dolayısıyla ancak uykusuz geçer ve yerimde rahat edemem. Sanki sana isabet eden, senden Önce bana isabet etmiş de o bakımdan Göz yaşlarım durmayıp akıyordu.

Senin helak oluşundan dolayı korkup duruyordum ve şüphesiz ki ben, Ölüm vaktinin tayin edilmiş olduğunu da bilmekteyim. Nihayet senden birşeyler umduğum bu yaşına ulaştığın vakit Bana verdiğin karşılık, bîr sertlik ve bir kabalık oldu. Sanki nimetler verip lütufta bulunan senmişsm gibi. Ah! Keşke benim babalık hakkıma riâyet etmesen bile, Hiç olmazsa yakın komşunun yaptığını yapabilaeydin Ve bana komşuluk hakkını verip de senin olmayan bir maldan Bana karşı cimrilik etmeseydin.”

Bunun üzerine Peygamber (sav) oğlunun yaka tarafından elbiselerini yakalayarak şöyle dedi: “Sen de, malın da banana aitsiniz.” et-Taberânî de­di ki: el-Lahmî bu hadisi, İbnü’î-Munkedir’den bu şekilde tamam olarak ve ;iir ile birlikte yalnızca bu sened ile rivayet etmektedir. Bunu da Ubeydul-ah b. Halasa münferiden rivayet etmiştir.[92]Doğrusunu en iyi bilen Al­lah’tır. [93]

25- Rabbinîz İçinizdekini en İyi bilendir. Eğer salih kimseler olur­sanız şüphesiz ki O, kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcı­dır.

“Rabbiniz içinizdekini en iyi bilendir.” içinizde nnne-babanıza karşı mer­hamet ve onlara şefkat inancı mı, yoksa bunun dışında onlara karşı gelmek yahut zahiren riyakârlık olmak üzere onlara itaat ediyor görünmek mi iste­diğinizi bilir.

İbn Cübeyr der ki: Yüce Allah, bir yanlışlık ve bir yanılgı gibi kişinin, an-ne-babasına yahut da onlardan birisine onlara kötü davranmak kastı olmak­sızın yaptığı davranışı kastetmektedir. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer salih kimseler” anne-babaya iyilik yapmak niyetinde samimi kimseler “olursanız, şüphesiz ki O” Allah, istemeyerek yaptığınız yanlışlığı affeder.

“Kendine dönenleri gerçekten bağışlayıcıdır.” Yüce Allah, burada ba­ğışlama vaadinde bulunmakla birlikte bunu hem salih olma, hem de tekrar tekrar şanı yüce Allah’a itaatin sınırlarına dönme şartına bağlamaktadır.

Said b. eî-Müseyyeb der ki: Bundan kasıt, önce tevbe eden, sonra günah işleyen, sonra tevbe eden, sonra bir daha günah işleyen kullardır.

İbn Abbas (r.a) der ki: Evvâb (dönen), günahlarını hatırladığı vakit bun­lardan dolayı Allah’tan mağfiret dileyen, günahlarını bilen kimsedir,

Ubeyd b. Umeyr der ki: Bunlar, yalniz kaldıklarında günahlarım hatırla­yan, sonra da yüce Allah’tan mağfiret isteyen kimselerdir. Bu açıklamalar birbirlerine yakındırlar.

Avn el-Ukaylî der ki: Dönen kimseler (evvâbûn), kuşluk namazını kılan kimselerdir. Sahih hadiste de şöyle denilmektedir: “Evvâbîn namazı, deve yav-rulannın, yerin ısınmasından dolayı yere çöktükleri vakit kılınan namazdır.”[94]

Bu lafzın, gerçek manası; “döndü, döner” anlamına gelen; fiilin­den gelmektedir. [95]

  1. Akrabaya hakkını ver. Yoksula da, yolda kalmışa da. Ama saçıp savurma.
  2. Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız: [96]

  1. Akrabalara ve Diğer Hak Sahiplerine Haklarını Vermek:

Yüce Allah: “Akrabaya hakkını ver” buyruğu ile bize şunu emretmekte­dir: Anne-babanın hakkına riâyet ettiğin gibi, akrabalık bağını da gözet. Di­ğer taraftan yoksula ve yolda kalmışa da tasaddukta bulun. Ali b. el-Hüseyn, yüce Allah’ın: “Akrabaya hakkını ver” buyruğu hakkında: Bunlardan kasıt, Peygamber (sav)’ın akrabalarıdır, demiştir. Peygamber (sav)’a, bunlara hak­larının beytü’i-malden verilmesini emretmiştir. Yani, gaza ve ganimetlerden elde edilenler arasından yakın akrabaların payından akrabaların hakkını ver.

O takdirde bu, yöneticilere yahut da onların görevlerini yerine getirmek durumunda ojanlara yönelik bir hitaptır. Muayyen olarak yerine getirilmesi gereken akrabalık bağlarını gözetmek, ihtiyaçları gidermek, muhtaç olan kim­seleri mal ile gözetmek ve her türlü yoila yardım ve destek olmak şeklinde­ki ameller, bu âyetin kapsamı içerisinde mütalaa edilmiştir. [97]

  1. Savurganlığın Yasaklanışı:

“Ama saçıp savurma” buyruğu, hak olmayan yerde harcamakta bulunmak suretiyle israf etme, demektir.

Şafiî (r.a) şöyle demiştir: Saçıp savurmak, malı hak olmayan yerde harca­mak demektir. Hayır ameide savurganlık sözkonusu olmaz. Cumhurun gö­rüşü de bu şekildedir. Eşheb Malik’den şöyle dediğini nakletmektedir: Saçıp savurmak, malı hak yolla elde etmekle birlikte onu hak olmayan bir yere koy­mak demektir ki, bu da israftır ve yüce Allah’ın: “Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir” buyruğu dolayısıyla haramdır.

Ayrıca “kardeşleri” buyruğu, onlarla aynı hükümde oldukları anlamında­dır. Çünkü savurgan bir kimse, tıpkı şeytanlar gibi fesat çıkarmak için çalı­şan bir-kimsedir. Yahut da onlar, şeytanların kendilerine hoş gösterdiği şey­leri yaptıkları için, ya da yarın cehennemde onlarla birlikte zincire vurula­cakları için böyle buyurulmuştur; diye üç ayrı açıklama vardır.

Buradaki “ihvan; kardeşler” kelimesi neseb dışındaki kardeş anlamı ile;’ın çoğuludur. Şanı yüce Allah’ın: “Ancak mü’minler kardeştir” (el-Hu-curât, 49/10) buyruğu da bu kabildendir.

“Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür.” Yani, ona tabi olmaktan ve fe­sat hususunda ona benzemekten çokça sakınınız.

Şeytan, cins bir isimdir. ed-Dahhâk; “Şeytanın kardeşle­ri” şeklinde, şeytan kelimesini tekil olarak okumuştur. Enes b. Malik (r.a)’ın Mushaf’ında da bu böylece sabit olmuştur. [98]

  1. Kişinin Canının Çektiği Şeylere Harcamada Bulunması:

Bir kimse, ihtiyaç miktarından fazla arzu ettiği şeylerde malını harcaya­cak olursa ve böylelikle malını tükenmekle karşı karşıya getirirse, o kimse savurgan bir kimsedir. Şayet, malının kârını canının çektiği şeylere harcamak­la birlikte, aslını veya sermayesini koruyabiliyor ise, bu kimse savurgan bir kimse değildir.

Haram bir alanda tek bir dirhem dahi harcayan bir kimse savurgan kabul edilir ve o, haranı olan şeyde harcadığı dirherm hususunda haar altına alınır. Ancak, malının tükenmesinden korkulmadığı sürece, canının çektiği şeyler­de malını bol bol harcaması dolayısıyla hacr altına alınmaz. [99]

  1. Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüz-çevirirsen, o halde kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle.

Bu buyruğa dair açıklamalarınım üç başlık halinde sunacağız: [100]

  1. Muhtaçlardan Yüzçevirmenin Adabı:

Şanı yüce Allah, bu: “Şayet Rabbinden umduğun bir rahmeti arayarak onlardan yüzçevirtrsen* buyruğu ile özel olarak, Peygamberini kastetmek­tedir. Bu, hayret verici bir te’dip, son derece incelikli harikulade bir ifade­dir, yani sen onlardan zengin ve güç yetirdiğin halde küçümseyen bir kim­senin yüzçevirişi İle yüzçevirerek onları mahrum etme. Onlardan, ancak -şa­nı yüce Allah’tan, dilencinin ihtiyacını kollayıp gözetebileceğin şekilde önü­ne bir hayır kapısını açacağını umduğun takdirde- ancak herhangi bir aciz­lik halinde ya da bir engelin bulunması halinde yüzçevlrebilirsin. Eğer on­lara yardım etme imkânın yoksa, en azından onlara ağır gelmeyecek güzel sözler söyle. [101]

  1. Âyetin Nüzul Sebebi:

Âyetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn Zeyd şöyle demektedir: Bu âyel-i kerime, Rasûlullah (sav)’dan kendilerine bir şeyler vermesini isteyen, Hz. Feygambcr’in de kendilerine birşeyler vermek istemediği bir takım kim­seler hakkında inmiştir. Çünkü Hz. Peygamber, onların mallarını külü yerle­re harcayacaklarını biliyordu. O bakımdan onların kötülük ve fesadlarına yar­dımcı olmamak, onlara birşeyler vermemek suretiyle ve ecir almak arzusuy­la onlardan yü z çeviri yordu.

Ata el-Horasanî de, yüce Allah’ın: “Şayet Rabbinden umduğun bir rah­meti arayarak onlardan yüzçevirirsen” buyruğu hakkında şunları söylemek­tedir: Bu. anne-baba ile ilgili değildir. Müzeyne’den bazı kimseler Peygam­ber (sav)’a gelerek, kendilerini taşıyacak bir binek vermesini istediler, Hz. Pey-gamber’in de: “Size verecek binek bulamıyorum.” demesi üzerine bunlar, üzüntülerinden dolayı gözleri yaşlarla dola dola geri döndüler. (Bk. et-Tev-be, 9/92) Bunun üzerine de yüce Allah: “Şayet Rabbinden umduğun bir rah­meti arayarak anlardan yüzçevirîrsen…” buyruğunu indirdi. Buradaki “rahmeften kasıl ise, ley’dir. [102]

  1. Muhtaçlara Söylenmesi Gereken Sözler:

Yüce Allah: “O halde, kendilerine ağır gelmeyecek bir söz söyle” buy­ruğu ile, böyleleıine dua elmesini emretmektedir. Yani, onlara yapacağın dua ile onların fakirliklerini onlara kolaylaştır. Şöyle de açıklanmıştır: Onlara, ken­dileri İçin hayırlı bir çıkış yolu ve hallerinin düzelmesini ihtiva edecek şekil­de dua et. Bir diğer açıklama da şöyledir: Ey Muhammed, elinin darlığı do­layısıyla onlara birşeyler vermekten “yüz çevirecek olursan” onlara ağır gel­meyecek güzel sözler söyle. Yani, onlara güzel söz söyleyerek uzun uzun ma­zeretini anlat, azıklarının genişlemesi için onlara dua et ve de ki: Bir şey bu­lacak olursam veririm, ikramda bulunurum. Çünkü böyle bir tutum, istekli bulunan kimsenin ruhunu tıpkı ona birşeyler vermiş gibi etkiler. Hz. Peygam­ber de kendisinden bırşey istendiğinde eğer yanında verecek bir şey bulun­muyor ise, yüce Allah’tan bir rızık gelir beklentisiyle susardı, çünkü boş çe­virmekten hoşlanmazdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Peygam­ber (sav) da, kendisinden bir şey istenip de yanında verecek birşey bulun­muyor ise şöyle derdi: “Allah, lütr’undan bize de size de ihsan buyurur inşa-allah.” Bu açıklamaya göre “rahmet”den kasıt, Allah’tan beklenen nzıktır. İbn Abbas, Mücahid ve İkrime’nin görüşü de budur.

Onlardan” buyruğundaki zamir bundan önce kendilerinden söz edilen anne-babalar, akrabalar, yoksullar ve yolculardır, “Ağır gelmeyecek bîr söz” İse yumuşak, latif ve hoş söz demektir ve fail anlamında mef uldür. Açıkladığımız gibi, onlara güzel vaadde bulun, anlamındadır. Şu beyitleri söy­leyen ne güzel söylemiş:

“Dilenenlere içimden gelerek vereceğim gümüş bir param olmazsa şayet, Ben, en azından onlara karşı yumuşak davranırım. Böylelikle dilenenler benim huyumdan hayır görmekten yana

mahrum kalmazlar.

Ya benim bağışımı elde ederler, yahut da benim güzel bir şekilde onlara karşılık verdiğimi görürler.”

İfadesi, sana bu şeyi hazırladım, anlamındadır. (Ağır gelme­yecek diye meâllendirdiğimiz “meysûr” ile aynı kökten gelen fiili kullanmış­tır). [103]

  1. Elini boynuna bağlanmış kılma! Onu büsbütün de açma! Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın.

Bu buyruğa dair açıklamalarımız dört başlık halinde sunacağız: [104]

  1. Cimrilik:

Yüce Allah’ın: “Elini boynuna bağlanmış kılma” buyruğu, kalbinden ge­lerek malından herhangi bir şey çıkarıp vermeye güç yetiremeyen cimrinin halini ifadelendirdiği bir mecazdır. Böyle bir kimseye yüce Allah, kişinin eliy­le tasarrufta bulunmasını engelleyen ve eli boynuna bağlayan demir halka­yı misal vermektedir.

Buhârî ve Müslim’in Sahih’lerinde Ebu Hureyre (r.a)’dan şöyle dediği kay­dedilmektedir: Rasûlullah (sav) cimri ile sadaka veren kimsenin misalini, üzerlerinde demirden cübbeler bulunan iki kişiye benzetmektedir. Bunların el­leri (bu ciibbelerirt etkisi ile) göğüslerine, boğazlarına kadar çıkmıştır. Sada­ka veren kişi, sadaka verdiği her seferinde bu cübbesi genişler. Nihayet bu cübbe parmak uçlarını da kapatır ve onun ayak izlerini dahi silecek hate ge­lir. Cimri kimsenin bu cübbesi sadaka vermek istediği her seferinde daha da daralır ve her bir halka yerini .daha da (sıkıştırarak) alır. Ebu Hureyre (r.a) dedi ki: Ben, Rasûlullah (sav)’ı, parmağı ile yakasında bu şekilde hareket yap­tığını gördüm. Keşke sen de onun bunu genişletmek isterken hareket etti­ğini ve onun da genişlemediğini (anlatmak isterken) bir görseydin.[105]

  1. İnfakın Ölçüsü Var mı:

“Onu büsbütün de açma” buyruğu ile, elin açılmasını malın gitmesine mi­sal olarak vermektedir. Çünkü avucun kapatılması İçinde bulunanları tu­rnasına, açılması ise içinde bulunanların gitmesine sebeptir.

Bütün bunlar Peygamber (sav)’a hitab olmakla birlikte, maksat onun üm­metidir. Bu türden hitablar Kur’ân-ı Kerim’de pek çoktur. Peygamber (sav) ümmetinin efendisi ve onları Rabblerine ulaştıran vasıtaları olduğundan do­layı bu konuda Arapların adeti üzere onları kastetmek üzere bizzat Hz. Pey­gamberi sözkonusu etmiştir. Aynı şekilde Peygamber (sav) ertesi güne birşeyler saklamazdı. O, açlıktan dolayı karnına taş bağlayacak derecede acıkırdı. Ashab-i Kiramdan pek çok kimse Allah yolunda bütün mallarım infak ederlerdi. Peygamber (sav) bundan dolayı onları azarlamaz ve onla­rın bu yaptıklarını olumsuz bulmazdı. Çünkü onların yakinteri son derece sağlam ve basiretleri oldukça güçlüydü. Şanı yüce Allah’ın, infakta aşırı git­meyi ve elinde bulunan ne varsa hepsini çıkarıp vermeyi yasaklaması ise, sadece elinden gidenlere hasret ve pişmanlık duyacağından korkulan kim­seler içindir. Aziz ve celil olan Allah’ın vaadine ve infak ettiği şeylere karşılık pek çok mükâfat ve sevap vereceğine güvenen ve bundan emin olan kimseler ise, bu âyet-i kerimede kastedilen kimseler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

Şöyle de denilmiştir: Burada hitab özel olarak Peygamber (sav)’a hastır. Yüce Allah, bu buyruğu ile infakın keyfiyetini ona öğretmekte ve iktisatlı dav­ranmasını emretmektedir.

Câbir (b. Abdillah) ve İbn Mes’ud dediler ki: Bir delikanlı, Peygamber (sav)’ın yanına gelerek şöyle dedi: Annem senden şunları şunları ister. Hz. Peygamber: “Bugün elimizde hiçbir şey yok” diye buyurdu. Bu sefer şöyle dedi: Sana, bana gömleğini giydirmeni söyledi, deyince, Hz. Peygamber de gömleğini çıkartıp ona verdi ve evde elbisesin oturdu, Cabir yoluyla gelen rivayette şu ilave vardır; Bilal, namaz için ezan okudu, Rasûlullah (sav)’ı bek­lediler, ancak dışarı çıkmadı. Kalplere farklı düşünceler geldi. Birisi (Hz. Pey­gamber’in hücresinden) içeriye girdi, elbisesi olmadığını gördü, bunun üze­rine bu âyet-i kerime nazil oldu.”[106]

Bütün bunlar, hayır yollarında infak ile ilgilidir. Fesat uğrunda ini akın ise, azı da çoğu da -önceden geçtiği gibi- haramdır. [107]

  1. İsraf;

Bu âyet-i kerime, mü’minler arasından ilk olarak bir şeyler isteyen kim­selere verebileceği ne kadarsa hepsini vermeyi yasaklamaktadır. Böylelikle daha sonra geleceklere verebilecek birşeyler bulunabilsin diye. Ya da bu şe­kilde verecek olursa, intakta bulunan kişi, bakmakla mükellef olduğu kişi­leri zayi etmesin diye bu yasak sözkonusudur. Şu hikmetli söz de bu kabil­dendir: Ben, ne kadar israf gördümse, mutlaka onunla birlikte bir hakkın da zayi edildiğini gördüm.

Bu âyet-i kerimeler, halin fıkhı ile İlgili âyetlerdendir. Kişiler, ayrı ayrı na-zar-ı itibara alınmadıkça bunun (kişiler hakkındaki) hükmü beyan edilemez. [108]

  1. İsrafın Zararı:

“Yoksa sonra kınanmış, yaptığına pişman olur kalırsın” buyruğu ile il­gili olarak İbn Arefe şöyle demektedir: Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: İs­raf etme, malım telef etme! O takdirde sen, harcayacak ve tasarrufla buluna­cak imkânını kaybetmiş, pişman bir kimse oluverirsin. Tıpkı, yerinden kal-kamayan (hasır) deve gibi olursun ki, bu da yerinden kalkabilecek gücünü de kaybetmiş olan deve demektir. Şanı yüce Allah’ın; “Göz, hor ve hakir, yo­rulmuş olarak yine sana dönecektir” (el-Mülk, 67/4) buyruğundaki; Yorulmuş olarak” ifadesi de aynı kökLen gelmektedir ki, bitip tükenmiş demektir. Kata de der ki-. Bu, yaptığına pişman olarak, demektir. Bu açıklamasıyla o bu kelimeyi “hasret” den gelmiş kabul etmektedir ki, bura­dan gelme ihtimali uzaktır. Çünkü “hasret”den l’ail; ile şekil­lerinde gelir, denilmez.

“Kınanmış” kelimesi ise, malını telef ettiğinden dolayı kınanan kimse, yahut da kendisine birşeyler vermediği kişi tarafından kınanan kişi de­mektir. [109]

  1. Şüphesiz ki Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüp­hesiz O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyla görendir.[110]
  2. Evlatlarınızı fakirlik korkusu İle öldürmeyin. Onları da sizi de Biz rızıklandırırız. Onları öldürmek gerçekten büyük bir günah­tır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [111]

  1. Fakirlik Korkusuyla Çocukların Öldürülmesi:

Bu âyeti kerimeye dair açıklamalar -Yüce Allah’a hamd olsun ki- daha ön­ce el-En’âm Sûresi’nde (6/156. âyet, 5. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır,

“îmlâk: Fakirlik korkusu”, fakirlik ve bir şeye malik olmamak demektir, “Bir kimsenin elinde malâka denilen büyük ve düzgün taşlardan başka bîr şey kalmaması” demektir. Şair el-Hüzdî, bir avcıyı vasfederken şöy­le demektedir:

“Derken onun karşısına, kısa boylu ve yıpranmış elbiseli bir avcı çıktı O, büyük ve düz taşlar (malaka) üzerine çıkacak olsa, avcı da çıkardı.”

Şemir der ki: fiili, hem lazım (geçişsiz)dır, hem müteaddi (geçişli)dir. O bakımdan kişinin fakir düşmesi halini anlatmak için de kullanılır, Zaman, elindeki avucundakîni alıp götürdü” anlamındadır. Şair Evs de şöyle demektedir:

“Ve yanımda ne varsa büyük ve zorlu sıkıntılar alıp götürdü (beni fakir düşürdü).” [112]

  1. Büyük Bir Günah:

Yüce Allah’ın; “Bir günah” anlamındaki; buyruğunu cumhur, “hı” harfi esreli, “ti” sakin, hemzeli ve kasr ile okumuşlardır. İbn Âmir ise, “hı” ve “ti” harflerini üstün, hemzeli ve kasr ile okumuştur. Ebu Cafer Yezid de böy­le okumuştur. Bu iki kıraat de “kasti günah işledi” anlamındaki den alınmıştır.

İbn Arefe der ki: Bir kimsenin günah işlemesi halinde; Günah işledi” denilir. Kasti olarak veya olmayarak hatalı bir yol izledi, de­nilmek istenirse de, denilir. Bununla birlikte; Hata ve günah işledi” fiilinin; Kasti otsun olmasın hata yolunu izledi” anlamında da kullanıldığı olur.

el-Ezherî der ki: Bir kimse kastî olarak hata işlerse Ha­ta işledi, işler” denilir. Bu da; Günah işledi, işler” ile aynı an­lamdadır. Eğer kasıt gütmeyecek olursa; denilir ki; mastarları da şekillerinde gelir. Şair de şöyle demiştir:

“Hata ve doğrularımla beni baş başa bırak

Onlar bana aittir. Nihayet tüketip bitirdiğim şey bir mal (dan ibaret)dır.”

” Hata” isim olarak: ” yanlışlık yapmak” yerinde kullanılan bir isimdir ve bu da doğruluğun zıddıdır. Bu kelime iki türlü kullanılır. Bi­rincisi kasr ile kullanılması ki, güzel olan budur. Diğeri ise med İle kullanıl­masıdır, bu da az kullanılır.

İbn Abbas (r.a) dan da; (uW) şeklinde “hı” harfini üstün, “ti” harfini sa­kin ve hemze ile okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Kesir ise, “hı” harfini esre­li, “ti” harfini üstün, hemzeyi de med ile (“Hitaen” şeklinde) okumuştur, en-Nehhâs şöyle demektedir: Ben, bu kıraatin açıklanabilir bir tarafı olduğunu bilmiyorum. Bundan dolayı da Ebu Hatim bu kıraati yanlış kabul etmekte­dir. Ebu Ali ise der ki: Bu kelime; ‘in mastarıdır. Her ne kadar; diye bir kullanım bulamıyor isek de; şeklinde bir kullanım tes-bit edebiliyoruz. Bu ise; ‘in mutavaat kipidir. İşte bu bize böyle bir kul­lanımın doğru olabileceğini göstermiştir.

Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

“Atılan oklar onun karnına bir türlü, isabet etmedi (hata etti) Benim günümü de erteledi, artık ben acele etmiyorum.”

Bir başka şairin bir yaban ineğini nitelendirirken söylediği şu beyiti de bu türdendir:

“Avcı ona isabet ettiremedi (hata etti), nihayet ben onu, Burnunu bir su birikintisine koymuş gördüm.”

el-Cevherî der ki: Ona isabet ettiremedi (hata etti, tutturamadı)” anlamındadır. Evfa b, Mutarrif el-Mâzinî de şöyle demiştir:

“Hey!… Bildirin Câbir’e arkadaşlığımı ve Senin arkadaşın öldürülmedi, diye. Atılan oklar onun karnına bir türlü isabet etmedi Ve benim (ölüm) günümü erteledi, acele etmedi.”

el-Hasen İse, şeklinde “İn” ve “ti” harflerini üstün, hemze’yi de med ile okumuştur. Ebu Hatim şöyle demektedir: Dilde böyle bir kullanım bilin­memektedir ve bu caiz olmayan bir yanlışlıktır. Ebu’1-Feth de şöyle demek­tedir: Hata” kelimesinin, Hata ettim” kelimesi ile İlgisi; Bağış” kelimesinin: Bağışladım, verdim” kelimesi ile ilgi­sine benzer. Bu da mastar anlamında bir isimdir.

Yine el-Hasen’den; “hı” harfini üstün, “ti” harfini de iki üstün ile ve hemzesiz olarak okuduğu da rivayet edilmiştir. [113]

  1. Zinaya yaklaşmayın. O, cidden hayasızlıktır, kötü bir yoldur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı tek başlık halinde sunacağız; [114]

Zinaya Yaklaşmamak:

İlim adamları derler ki, yüce Allah’ın: “Zinaya yaklaşmayın” buyruğu, zi­na etmeyin, demekten daha beliğdir. Çünkü bu, zinaya yakın düşmeyin, de­mektir. “Zina”, kelimesi, hem med ile hem de kasır ile okunur, iki ayrı söy-leyişcîr. Şair der ki:

“Senin söylediğin şeyin farziyeti

Zinanın farziyetinin (farz cezasının) reem. oluşu gibidir.”

“Bir yol” lafzı ise, temyiz olarak nasb edilmiştir. İfade, o yol kö­tü bir yoldur, takdirindedir. Çünkü cehennem ateşine götürür. Zina, büyük günahlardandır. Büyük günah olduğu hususunda da, çirkinliği hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Özellikle de komşunun helal hanımı ile oîursa. Çün­kü zinadan dolayı başkasına ait olan çocuk, başkası tarafından hizmette kul­lanılır, evlat edinilir, buna benzer miras ve suların karışımı (aynı rallime farklı menilerin dökülmesi) dolayısıyla neseblerin bozuluşu gibi pek çok zararları vardır.

Sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sav) bir çadırın kapısı önün­de doğumu yaklaşmış hamile bir kadının yanından geçti. Peygamber şöyle buyurdu: “Muhtemeldir ki, (bu cariyenin sahibi) onunla ilişki kurmak istiyor.” Orada bulunanlar, evet dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyur­du: “Ona, kendisiyle birlikte kabrine girecek bir lanet ile onu lanetlemek is­tedim. (Eğer onu kendi evladı kabul ederse) helâl olmadığı halde onu naşı] (kendisine) mirasçı yapacak? Ve onu hizmetinde kullanması -kendisine he­lâl olmadığı halde- nasıl hizmetinde kullanacak?”[115]

  1. Allah’ın haram kıldığt canı hak ile olmadıkça öldürmeyin. Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişiz­dir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.

Yüce Allah’ın: “Allah’ın haram kıldığı canı, hak ile olmadıkça öldürme­yin” buyruğunu dair açıklamalar, bundan önce el-Ervâm Sûresi’nde (6/151 âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah’ın: “Kim zulmedilerek öldürülürse Biz, velisine bir güç ve yetki vermişizdir. O halde o da öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, za­ten yardıma mazhar olmuştur” buyruğuna dair açıklamalarımız) da üç baş­lık halinde sunacağız: [116]

  1. Zulmen Öldürülenin Velisinin Yetkisi:

“Kim, zulmedilerek™ yani öldürülmesini gerektiren bir sebep olmaksızın “Öldürülürse Biz, velisine” onun kanını talep etmek hakkına sahip olanla­ra “bir güç ve yetki vermişizdir.”

ibn Iluveyzimendad der ki: Velinin erkek olması gerekir. Çünkü yüce Al­lah veliyi tekil ve müzekker olarak zikretmiştir, ismail b. İshak da, yüce Al­lah’ın: “Biz velisine bir güç ve yetki vermişizdir” buyruğunda, kadının, “ve­li” lafzının mutlak olarak kullanımının dışında kaldığına delil bulunmakta­dır. Hiç şüphesiz, kadınların kısasta her hangi bir haklan yoktur. Bundan do­layı kadının, kısas hakkını affetmesinin de bir etkisi olmaz ve onun kısas uy­gulanmasını gerçekleştirme yetkisi de yoktur.

Muhalif görüşte olanlar ise şöyle demektedir: Burada “veli”den kasıt mi­rasçıdır. Zaten yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir.” (ct-Tevbe, 9/71) Bir başka yer­de de: “İman edip de hicret etmeyenlere gelince; hicret edene kadar sizin on­larla hiç bir velayetiniz yoktur.” (el-Enfal, 8/72) Yine yüce Allah, bir başka yerde: “Akrabalar, Allah’ın Kitabınca birbirlerine daha yakındırlar” (el-En­fal, 8/75) dîye buyurmaktadır. Bu ise, diğer mirasçıların da kısas hakkını ta­lep edebileceklerini kabul etmeyi gerektirmektedir. Sözünü ettikleri velinin, zahiri itibariyle müzekker olup tekil olduğu iddialarına gelince, müzekker ile müennesinin (eril ve dişilinin) eşit olduğu cins isim olan lafızlar gibidir. Bu görüş ayrılığının geri kalan diğer bilgileri ise, hilaf (mukayeseli mezhepler fıkhı) kitaplarında yer alır.

“Bir güç ve yetki (sulta) vermişizdir.” Yani Biz, ona bir otorite vermişiz­dir. Dilerse katili öldürür, dilerse affeder, dilerse de diyet alır. Bu açıklamayı İbn Abbas -r.a-, ed-Dahhâk, Eşheb ve Şafiî yapmışlardır.

İbn Vehb de der ki: Malık dedi ki: Buradaki “sultan (güç ve. yetki}” Allah’ın emridir. İbn Abbas ise, kesin delildir demiştir, Bunun, katilin kendisine tes­lim edilmesi için istemesi demek olduğu da söylenmiştir.

İbnu’l-Arabî der ki: Bu görüşler birbirlerine yakındır. Bunların en net olan­ları ise, Malik’in dediği: Burada sultandan kaşıtın Allah’ın emridir, şeklinde­ki açıklamasıdır. Diğer taraftan şanı yüce Allah’ın emri açık bir nas halinde vaki olmadığından dolayı, ilim adamlarının bu hususta farklı görüşleri var­dır, İbnü’l-Kasım, Malik ve Ebu Hanife’nin, bundan kastın özellikle öldürme­dir dediklerini nakletmektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Bundan kasıt, az önce sözünü ettiğimiz gibi muhayyer olması demektir, Şafiî de böyle demiş­tir. Bu anlamdaki açıklamalar, bundan önce el-Bakara Sûresi’nde (2/178. âyet, 1. başhk ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. [117]

  1. Kısasta Aşırı Gitmek:

“O halde, o da öldürmekte aşırıya gitmesin” buyruğu ile ilgili olarak üç ayrı açıklama yapılmıştır:

1- Katilden başkasını öldürmeye kalkışmasın. Bu, el-Hasen, ed-Dahhâk, Mücahid ve Said b. Cübeyr’in görüşüdür.

2- Arapların yaptıkları gibi velisi olduğu kimsenin yerine iki kişi öldürme­ye kalkışmasın.

3- Katile müsle yapmasın (azalarını kesmesin). Bunu da Talk b. Habib söy­lemiştir. Aslında bunların hepsi de kastedilmiştir, çünkü bunların hepsi ya­sak kılınmış olan aşırılığa gitmektir. Yine buna dair yeterli açıklamalar, el-Ba­kara Sûresi’nde (2/178. âyet 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Cumhur, Aşırıya gitmesin” diye “ya” ile okumuşlardır kî, bun­dan kasıt velidir, ibn Âmir, Hamza ve el-Kisaî ise, şeklinde; “(kısas uygulayacak kişi) aşırıya gitme!” anlamında “te” ile okumuşlardır ki, Huzey-fe’nin kıraati de böyledir. el-Âlâ b. Abdülkerim, Mücahid’den şöyle dediği­ni rivayet eder: Bundan maksat, ilk katile hitaptır. Yani bize göre, ey Katil! Sen, (öldürmek suretiyle) aşırıya gitme demektir.

Taberî ise şöyle demektedir: Bu, Peygamber ile ondan sonraki yö­neticilere hitap manasınadır. Yani, (ey bu gibi hükümleri uygulamakla yüküm­lü olan yöneticiler) katilden başkasını öldürmeyiniz! Ubey’in Mushaf’ında ise: Öldürmekte aşırıya gitmeyiniz” şeklindedir. [118]

3, Çünkü Veli, Yardıma Mazhar Olmuştur;

Yüce Allah’ın: “Çünkü o” buyruğunda kastolunan velidir. “Zaten yardı­ma mazhar olmuştur” ona yardım olunmuştur.

Eğer: Nice maktul velisi vardır ki, yardımsızdır, hakkını alamamaktadır de­nilecek olursa, cevabımız şudur: Yardım, kimi zaman delilin açıkça ortaya çık­masıyla, kimi zaman da bunun gereğinin tam olarak yerine getirilmesiyle, üçüncü olarak da her ikisi birlikte sözkonusu olmak suretiyle gerçekleşir. Han­gisi olursa olsun bu şüphesiz ki, şanı yüce Allah’tan bir yardımdır.

İbn Kesir de, Mücahid’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şüphesiz ki öldürülen kişi yardıma mazhar olmuştur, demektir. en-Nelıhâs da der ki; Buy­ruk: Muhakkak Allah ona velisi vasıtasıyla yardım eder demektir. Yine bu buy­ruğun, übeyy (r.a)’tn kıraatinde şu şekilde olduğu rivayet edilmiştir: Öldürmekte aşiiıya gitmeyin. Çünkü o maktulün velisi zaten yardıma mazhar olmuştur.”

en-Nehhâs der ki: Daha açık olan bu (“aşırıya gitmesin” fiilinin) “ya” İle olması ve veli için söz konusu edilmesidir. Çünkü eğer öldürme hakkına sa-hîp ise o kimseye “aşıcıya gitmesin” denilebiiir. Bu ise velinin bîr hakkıdır. Bununla birlikte “te” ile (aşırıya gitmeyin) anlamında olması da mümkündür, yine bu hitap veliye olur. Ancak bu durumda (gaibden) muhataba geçişe ih­tiyaç vardır.

ed-Dehhâk der ki: Kur’ân-ı Kerim’de öldürme ile İlgili ilk nazil olan buy­ruk budur ve bu buyruk Mekke’de inmiştir. [119]

  1. Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olması müstes­na- .yetimin malına yaklaşmayın. Bir de ahdi yerine getirin. Çünkü ahidden sorumluluk vardır.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [120]

  1. Yetimin Malına Kötü Maksatla El Sürmemek:

Yüce Allah’ın: “Ergenlik çağına erinceye kadar -en güzel şekilde olma­sı müstesna- yetimin malına yaklaşmayın” buyruğuna dair açıklamalar daha önceden el-En’âm Sûresi’nde (6/151- âyet, 10. başlık ve devamında} geç­miş bulunmakladır. [121]

  1. Ahde Bağlılık:

Yüce Allah’ın: “Bir de ahdi yerine getirin” buyruğu ile ilgili açıklamalar birkaç yerde, (mesela; el-Bakara, 2/42, âyet; en-Nahl, 16/91-92 vd.) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Allah’ın emrettiği ve yasakladığı herbir şey ahdin kapsamı içeresinde yer alır.

“Çünkü, ahidden sorumluluk vardır” buyruğunda:…den” hazf edilmiştir. Yüce Allah’ın: Ve emrolunduklarını yaparlar” (et-Tahrim, 66/6.) buyruğunda; … şeyi…” lafzının hazf edildiği gibi.

Denildiğine göre, ahde dair sorgulama, onu bozan kimseleri azarlamak için yapılacaktır. Ona, sen ahdini bozdun ha? denilecektir. Nitekim kız çocuğu­nu, diri diri gömene azarlamak için sorulacağı gibi. [122]

35- Ölçtüğünüzde tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartta. Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: [123]

  1. Ölçü ve Tartıda Doğruluk:

“Ölçtüğünüzde tam Ölçün” buyruğuna dair açıklamalar, bundan önce el-En’âm Sûresi’nde (6/152. âyet, 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet-i kerime ölçmenin, satıcının görevi olmasını gerektirmektedir. Yusuf Sûresi’nde de bu’hususa dair açıklama geçtiğinden dolayı, (12/88. âyet, 2. başlıkta) tek­rarlamanın anlamı yoktur.

“Kustâs” kelimesi, “kaf” harfi ötreli olarak kullanıldığı gibi, esrelî olarak (kıstas şeklinde) de kullanılır. Bu, Rumcada terazi demektir. Bu açıklamayı İbn Aziz yapmıştır. ez-Zeccâc da şöyle demekledir: Kıstas, küçük olsun bü­yük olsun terazi demektir. Mücahid de: Kıslas, adalet anlamındadır, der. O da: Bu Rumca bir kelimedir, derdi. Bu buyrukla insanlara şöylece hitab edilmiş gibidir: Tartılarınızı adaletli tartınız.

İbn Kesir, Ebu Amr, Nafi’, İbn Âmir ve Ebu Bekir’in rivayetine göre Asım, bu kelimeyi “el-Kustas” şeklinde “kaf harfini ötreli olarak okumuşlardır. Ham-za, e!-Kisaî ve Âsim yoluyla Hafs da, “kar harfini esreli olarak (el-Kıstas şek­linde) okumuşlardır ki, iki ayrı söyleyiştir. [124]

  1. Adalet En Hayırlısıdır:

“Bu, hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir” buyruğu şu demektir: Ölçüyü tam yapmak ve teraziyi dengede tutmak, Rabbinin nezdin-de daha hayırlı ve daha mübarektir.

“Hem sonuç itibariyle” yani akıbeti itibariyle “daha güzeldir.”

el-Hasen der ki: Bize nakledildiğine göre, Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: “Bir kimse, bir haramı elde edebilecek güce sahip olduğu halde, bu­nu terkeder ve buna sebep de yalnızca yüce Allah’ın korkusu ise, mutlaka Allah âhiretten önce dünyada acilen onun yerine o kimseye ondan daha ha­yırlısını verir.”[125]

  1. Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız: [126]

  1. Bilmedik Şeyin Ardına Düşmek:

Yüce Allah’ın: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” buyruğu, hakkında bilgin olmayan ve seni ilgilendirmeyen şeyin arkasına düşme, demektir.

Kacade der ki: Görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum, bil­mediğin halde bildim demeyeceksin. Bu açıklamaları ibn Abbas (r.a) da yap­mıştır. Mücahid der ki: Hakkında bilgin olmayan bir hususu sözkonusu ederek hiç bir kimseyi yermeye kalkışma. îbn Abbas (r.a) da yine aynı gö­rüşü dile getirmiştir. Muhammed b. el-Hanefiyye der ki: Bundan kasıt yalan sahiciliktir. el-Kutebî der ki: Zan ve tahminlerin peşinden gitme, demektir. Bü­tün bunlar birbirine yakın açıklamalardır.

Aslında batıl ve hak olmayan şeyleri ileri sürüp iftira etmek” de­mektir. Hz. Peygamberin: Biz, Nadr b. Kinaneoğullan olarak ne annemize söveriz, ne de babamızı redde­deriz”[127]buyruğunda da bu kökten gelen kelime kullanılmıştır. Şair eî-Kümeyt de şöyle demektedir:

“Ben, suçsuz kimseye günahsız yere iftirada bulunmam Namuslu ve iffetli kadınlar da -arkalarından gidilecek olsa-ben izlerini takip edip arkalarından gitmem.”

Onun izini takip ettim demektir. “el-Kafe” di­ye anılan kimselere bu ismin veriliş sebebi, başkalarının izlerini takib etme­lerinden dolayıdır. Her şeyin kafiyesi ise onun sonu anlamındadır. Şiir kafi­yesi de buradan gelmektedir. Çünkü o, beytin sonunda gelir. Peygamber (sav)’in İsmi olan “ei-Mukaffî” de bu kökten gelmektedir. Çünkü o peygam­berlerin sonuncusudur. Benzerliklerin izlerini takip eden kişiye “kaif” denil­mesi de buradan gelmektedir. Kaif, bu işini yaptığı takdirde bunu anlatmak üzere, denilir. “Fe” harfi “kafa takdim edilmek suretiyle; “i tzi takip ettim” de denilir,

İbn Atiyye der ki: Bu kelimenin bu şekilde kullanılışı, Arapların bazı ke­limelerle oynadığı gibi bununla da oynamış olduğu ihtimalini vermektedir. Nitekim, “leamrî: ömrüm hakki için” demek isterken, “reamlî” demeleri böyledir.

et-Taberî de bu fiili bir kesimin; şeklinde fiili gibi kul­landıklarını da nakletmektedir.

Münzir b. Said’İn kanaatine göre ise, bu şekildeki kullanış Kendisine doğru çekti” fiilinin kullanılışına benzemektedir.

Özetle bu âyet-i kerime yalan söz söylemeyi, iftirada bulunmayı ve bu­na benzer asılsız ve adi sözler söylemeyi yasaklamaktadır.

el-Kisaî’nin naklettiğine göre bazı kimseler “ka” harfini ötreli, “fe” harfi­ni de sakin olmak üzere; diye okumuşlardır. el-Cerrah, kalp anlamın­daki el-Fuâd kelimesini; şeklinde, “fe” harfini üstün olarak okumuş­tur. Bu, bazılarının şivesidîr. Ancak, Ebu Hatim ve başkaları bunu kabul et­memişlerdir. [128]

  1. Benzeştirenlerin (Kaaiflerin) Dediklerine Göre Hüküm Vermek:

İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerime, kafc (benzerlik) ile hüküm vermeyi ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme” (burada “düşme” anlamındaki kelime ile kalenin aynı kökten geldi­ğini hatırlatalım) diye buyurduğuna göre bu, bizim bilgi sahibi olduğumuz şeylere göre hüküm vermemizin caiz olduğuna delildir. Buna göre insanın bildiği yahut zannı galip İle öyle olduğunu anladığı her bir şeye göre hüküm vermesi caiz olur. İşte kur’a ve mahsullerin tahmininin kabul edileceğine da­ir delilimiz de budur. Çünkü bu da bir çeşit galip zandır ve kelimenin anla­mı genişletilerek buna da “ilim” adı verilebilir. Kaif de çocuğu, aralarındaki benzerliklerden hareket ederek babasına katar (babasının kim olduğunu tes-bit eder). Bu, tıpkı takibin, aralarındaki benzerlik dolayısıyla (kıyas yapar-ken) fer’i asla katması gibidir. Sahih’te de Hz. Âişe’den şöyle dediği nakle­dilmektedir: Rasûlullah (sav) yüzünden sevinç parıltıları okunarak yanıma gi­rip şöyie dedi: “Zeyd b. Harise ile Üsâme b. Zeyd üzerlerinde ayaklarını dı-şarda bırakan fakat başlarını örttükleri bir kadife parçası bulunduğu halde Mü-cezziz’in, gelip onlara bakarak, şüphesiz bu ayaklar birbirlerindendir, dedi­ğine dikkat etmez misin?”[129] Yunus b. Yezid yoluyla gelen hadiste ise, “ve MÜ-cezzîz, kaif İdi” denilmektedir.[130]

  1. Zeyd ve Oğlu Usame İle İlgili Cahiliyyenin İddiaları:

İmam Ebu Abdulİah el-Mazeri der ki: Cahiliyye mensupları, Usame’nin ne­sebi hakkında ileri geri konuşuyorlardı. Çünkü Usame oldukça siyah tenli idi. Babası Zeyd ise pamuktan da beyazdı. Ebu Dâvûd, Ahmed b. Salih’den böy­lece nakletmektedir. Kadı îyad da şöyle demektedir: Ahmed’den başkaları ise, Zeyd’in, katıksız ve parlak beyaz tenli olduğunu, Usame’nin de oldukça es­mer olduğunu söylemişlerdir.[131]” Zeyd b. Harise, Keib kabilesinden halis Araptır. İleride yüce Allah’ın izniyle el-Alızâb Sûresi’nde (.33/4. ayet, 5. baş­lıkta) geleceği gibi, esir düşmüştür, Kelb kabilesinden halis Arabttr. [132]

  1. Ççcuğun Kime Ait Olduğu Hususunda Anlaşmazlık Olursa Kıyafet Bilginlerine Başvurmak:

İlim adamlarının çoğunluğu, çocuğun kime ait olduğu hususunda anlaşmazlık sözkonusu olduğu takdirde kıyafet bilginlerine (el-Kafe) başvurula­cağına, Peygamber (sav)’tn, sözü geçen kaifın sözleri üzerine sevinmesini de­lil göstermişlerdir. Hz. Peygamber ise hiç bir zaman batıl ile sevinecek ve­ya bundan dolayı memnun olup onu beğenecek bir kimse değildir.

Ancak Ebu Hanife, tslıak, es-Sevrî ve onların arkadaşları, Peygamber (sav), liân hadisinde benzerliği kabul etmeyişini delil alarak, kaiflerin hüküm­lerini kabul etmemişlerdir. Liân ile ilgili hadis, yüce Allah’ın izniyle en-Nûr Sûresi’nde gelecektir. [133]

  1. Kaiflerin Kanaatlerini Delil Kabul Edenlerin Görüş Ayrılıkları:

Kaiflerin dediklerini kabul edenler de kendi aralarında; “acaba onların gö­rüşleri hem hür, hem de cariye kadınların çocuklarında mı delil kabul edi­lir, yoksa yalnızca cariyelerin çocukları hakkında’mı delil kabul edilir?” hu­susunda iki ayrı görüşe sahiptirler.

Birinci görüş, (yani hem hür kadınların, hem cariyelerin çocukları hakkın­da kabul edileceği görüşü) Şafiî ile İbn Vehb’in rivayetine göre Malik’in görü­şüdür. Ancak, Maliki mezhebinde meşhur olan görüş, bunun yalnızca cariye­nin çocuğuna münhasır olduğu şeklindedir. Sahih oian ise, İbn Vehb’in Ma-lik’den rivayet ettiği görüş ile Şafiî (r.a )’ın kabul ettiği görüştür. Bu konuda asıl delili teşkil eden hadis, hür kadınlar hakkında vaki olmuştur. Çünkü Üsame de, onun babası da hür idiler. Hükmün delilinin esas kabul edildiği sebep -ki bu hükmü vermenin sebebi de odur- nasıi ortadan kaldırılabilir?

Bu usul bilginlerine göre caiz olmayan bir yöntemdir.

Aynı şekilde bu görüşü kabul edenler, tek bir kaifin görüşü ile yetinilir mi, yoksa şahidlik olduğundan dolayı mutlaka İki kişinin kanaati mi gerekli ol­duğu hususunda da ihtilaf etmişlerdir. İbnü’l-Kasim birinci görüştedir. Bu hu­susa dair haberin zahiri hatta nassi da bunu ifade etmektedir. Malik ve Şafiî -Allah ikisinden de razı olsun- ise ikincisini kabul etmişlerdir. [134]

  1. İnsan ve Organlarının Sorumluluğu:

“Çünkü kulak, göz ve kalbin herbiri ondan sorumludur.” Yani, bunla­rın herbirisi kazandıklarından dolayı sorumlu tutulacaktır. Kalb, düşündüğü ve inandığı şeylerden, kulak ve göz görüp duyduklarından sorumlu tutula­caklardır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Şanı yüce Allah, insana işittiklerin­den, gördüklerinden ve kalbinden geçirdiklerinden soracaktır. Bunun bir ben­zeri de Hz. Peygamberin şu buyruğudur: “Hepiniz birer çobansınız ve hepiniz güttüklerinizden sorumlu tutulacaksınız.”‘[135]

İnsan, organlarının çobanıdır. Buyrukta: İşte bütün bunlardan insan so­rumlu tutulacaktır, denilmiş gibidir. O halde burada bir mu7.afın hazfedilmesi sözkonusudur.

Ancak, delil olmak bakımından birinci anlamı daha beliğdir. Çünkü insa­nın organları tarafından yalanlanması da sözkonusu olacaktır. Bu İse, rüsvay-hğm en ileri derecesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz ve neler kazandıklarını elleri Bize söyler ve ayaklan şahidlik eder,” (Yâsîn, 36/65); “Oraya geldiklerinde kulakları, gözleri, derileri, işlediklerini bildirerek aleyhlerine şahidlik edecektir.” (Fussilet, 41/20)

Burada kulak, göz ve kalpten; Bunkrün her biri)” diye söz edil­mesi bunların idrak duyulan oluşlarından ve bu âyef-i kerimede sorumlu ola­rak söz konusu edildiklerinden dolayıdır. Bu, aklı eren varlıkların bir hali­dir. İşte bundan dolayı onlardan bu şekilde söz edilmiştir. Sibeveyh, -Allah’ın rahmeti ezerine olsun- yüce Allah’ın: “Gördüm ki onlar ba­na secde ediyorlardı” (Yusuf, 12/4) buyruğu hakkında şu açıklamayı yapmak­tadır: Yüce Allah’ın, burada yıldızlar hakkında aklı eren varlıkların 2amirini kullanma sebebi şundandır: Allah, bu yıldızları aklı eren varlıkların fiili olan secde etmekle vasfettiğinden dolayı, yine aklı eren varlıklara ait zami­ri onlar için kullanmış bulunmaktadır. Nitekim bu açıklamalar daha önceden (anılan âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc’ın naklettiğine gö­re de Araplar hem aklı eren varlıklar hakkında, hem de ermeyen varlıklar hak­kında; Onlar” zamirini kullanırlar. ez-Zeccnc ve et-Taberi de (buna örnek olmak üzere) şu beyili zikrederler:

“el-Livâ’daki konaklamadan sonraki bütün konaklamaları ve O günlerden sonraki her türlü yaşayışı zem eyle.”

Bu ise, durulması gereken bir sınırı göstermektedir. Ancak bu beyitte “gün­ler” yerine “kavimler” de rivayet edilmiştir.

Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. [136]

37.Yeryüzünde kibir ve azametle yürümcl çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın, boyca da asla dağlara erişemezsin.

  1. Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şey­lerdir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [137]

1, Kibirle Yürümek Yasağı:

Yüce Allah’ın: “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme” şeklindeki bu buy­ruğu, böbürlenip kibirlenmeyi yasaklamakta, alçak gönüllülüğü emretmek­tedir.

“Aşırı derecede sevinip şımarmak” demektir. Yürürken büyüklen-mek anlamında olduğu söylendiği gibi, insanın kendi haddini, hududunu aş­ması diye de açıklanmıştır.

Kalede: Bu, yürüyüşte büyüklenip böbürlenmek demektir, der. Yine bu­nun, azgınlık etmek ve kibirlenmek anlamında olduğu söylendiği gibi, gay­ret ve çalışkanlık ile işe sarılmak anlamında olduğu da söylenmiştir.

Bu görüşler birbirlerine yakın olmakla birlikte, iki kısma ayrılırlar: Bu kı-sımlann birisi verilmiştir, diğeri övülmüştür. Büyüklcnmek, azmak, böbürlen­mek, insanın haddini aşması verilmiştir. Ama sevinmek ve gayret ise ovül-miş bir şeydir. Şanı yüce Allah, bunlardan birisi ile kendisini vasf’etmiş bu­lunmaktadır. Meselâ; sahih hadiste: “Allah’ın, kulunun tevbesi dolayısıyla se­vinmesi…”[138] denilmektedir. Tembellik ise şer’an yerilmiş bir şeydir ama, cid­diyet ve gayret onun zıddidır. Hatta bazen büyükienmek ve onun anlamın­daki tutumlar da övülen bir davranış olabilir. Bunun hükmü, Allah’ın düşman­larına ve zalimlerine karşı yapılırsa böyledir,

Ebu Hatim Muhammed b. Hibban, İbn Cabir b. Atik’den, o babasının se­nediyle Rasûlullah (sav)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: “Gayret (kıskançlık)’ın bazısını aziz ve celil olan Allah buğz eder. Bazısını da Allah sever. Kibirin kimisini yüce Allah sever, kimisine de Allah buğzeder. Allah’ın sevdiği gayret, din hususundaki gayrettir. Allah’ın buğzettiği gayret ise, din dışı hususlardaki gayrettir. Allah’ın sevdiği büyüklenmek kişinin, savaşırken kendi kendisine büyüklenip böbürlenmesidir, sadaka verirken (halinden memnun olması) dır. Allah’ın buğzettiği böbürlenmek ise, batıldaki böbür­lenmedir.” Bunu, Ebû Dâvûd da Musennefİnde (Sünen’inde) ve başkaları da rivayet etmiştir.[139] Şu beyitler bu hususa dairdir:

“Yer üzerinde ancak mütevazı olarak yürü. Çünkü onun altında senden çok daha yüce nice kimseler vardır. Eğer sen güç, kuvvet, koruma ve koruyuculara sahip isen, Senden daha güçlü ve daha çok korumaları bulunan nice kimseler ölmüş bulunuyor.” [140]

  1. İhtiyaç Sahibi Olmadığı Halde Avcılık Yapmak:

İnsanın, ihtiyacı bulunmaksızın, -kendisini yüce bilerek- avlanmaya ve ben­zeri şeylere yönelmesi bu âyet-i kerimenin kapsamına girmektedir ve böyle bir tutum hayvana işkencedir, anlamsız ve boş yere böyle bir iş yapmaktır.

Bir kimsenin, nadiren bir gün dinlenmesi veya bir günün bir saatinde din­lenmesi ve böylelikle ilim okumak, yahut namaz kılmak gibi hayırlı işleri ya­pabilmek için gerekli gücü toparlamak kastıyla rahat edip dinlenmeye çalış­ması, kendisine gelmeye çalışması, bu âyetin kapsamına girmez.

“Kibir ve azametle” kelimesini cumhur, “ra” harfini Üstün olarak okumuşlardır. Yakub’un naklettiğine göre İse bazıları İsm-i fail olarak, (ki­birli ve azametli anlamında) “ra” harfini esreli okumuşlardır. Ancak, birinci­si daha beliğdir. Çünkü; Zeyd koşarak geldi” ifadesi, Zeyd koşucu olarak geldi” ifadesinden daha beliğdir. İşte bu kelime de böyledir. Bunun mastar olarak kullanılması, ism-i fail olarak kul­lanılmasından daha beliğdir. [141]

  1. Kibirlenmek, Fıtrata da, Tabiata da, Kâinata da Aykırıdır;

“Çünkü sen hiç bir zaman yeri de yaramazsın.” Yani, yerin iç tarafına girerek orada neler olduğunu bileme7sin. “Boyca da asla dağlara erişemez­sin.” Yani, boyunun uzunluğunu ve haddini aşmaya kalkışmak suretiyle hiç­bir zaman dağların seviyesine ulaşamazsın.

“Elbiseyi yardı”; yeri katetti” demektir. yerdeki geniş bir bölüm” demektir.

Yani sen, büyüklenmenle ve üzerinde yürümek suretiyle yeryüzünü as­la yaramayacaksın.

“Boyca da asla dağlara erişemezsin.” Azametinle yani kendi gücünle sen bu seviyeye gelemezsin. Aksine sen zelil bir kulsun. Altından da üstünden de kuşatılmış bulunuyorsun. Kuşatılmış bir kimse, muhasara atlında ve güç­süz demektir. O bakımdan büyüklenmek sana yakışmaz.

Burada “yerin yarı İması “ndan kasıt, mesafesinin kat edilmesi değil, aşağı doğru delinmesidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

el-Ezheri der ki: Sen onu katedemezsin anlamındadır. en-Nehhas da bu daha açıkça anlaşdan bir ifadedir, der. Çünkü bu, genişlik düzlük ve ova an­lamındaki; dan alınmıştır. Yine, Filanın yolculuğu, güç ve kuvveti ve koruması titandan daha ileridir” denilir.

Rivayet olunduğuna göre Sebe’, dünyanın doğusundan batısına kadar da-ğıyla, ovasıyla bütün yer yüzünü eline geçirmişti. İleri gelen bir çok kimse­yi öldürmüş ve esir almıştı. Bundan dolayı da ona Sebe’ denilmiştir. Herkes onun itaatine girmişti. Bu durumu görünce, arkadaşlarından ayrılıp tek ba­şına üç gün süreyle uzlete çekildi, sonra yanlarına çıkıp şöyle dedi: Ben, hiç bir kimsenin nail olmadığı şeylere nail olduğumu gördüğümden, öncelikle bu nimetlere şükretmekle İşe başlamayı uygun gördüm. O bakımdan, görü­şüme göre en uygun şey, güneşe doğduğu vakit secde etmektir. Bunun üze­rine güneşe secde etmeye başladılar. İşte güneşe İbadetin başlangıcı böyle olmuştur. Büyüklenmenin, tekebbürün ve şımarmanın akıbeti işte budur. Bun­dan Allah’a sığınırız. [142]

  1. Allah Tarafından Hoşlanılmayan Şeyler:

“Kötü olan bütün bunlar, Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir” buyruğundaki Bu daha önce sözü edilen, Allah’ın yerine getirilme­sini emredip yasaklanmasını istediği şeylere bir işarettir. Bu işaret edatı hem tekil için hem çoğu) için, hem müennes hem müzekker için kullanıla­bilir.

Âsim, İbn Âmir, Hamza, el-Kisaî ve Mesrûk, Kötü olan”ı zamire iza-feli olarak okumuşlardır. Bundan dolayı da; Hoşlanılmayan” şeklinde ve;…dir”in haberi olarak nasb halindedir. Hoşlanıl­mayan şey, kötü şey” demektir. Allah’ın razı olmadığı ve emretmediği her şey­dir.

Yüce Allah, “Rabbin şunları hükmetti…”(el-İsrâ, 17/23) buyruğundan iti­baren “hoşlanılmayan şeylerdir” buyruğuna kadar emrolunan ve yasak kı­lınan bir takım şeyleri söz konusu etmektedir. O bakımdan burada bütün bun-lann hepsinin kötülük olduğunu haber vermesi düşünülemez. O takdirde emr olunan şeylerle yasak kılınan şeyler birbirinin içine girer. Ebu Ubeyd de bu kıraati tercih etmiştir. Çünkü Ubey’in kıraatinde; Bütün bun­ların günahları…” diye okumuştur, Böyie bir kıraal ise ancak izafet için söz-konusu olabilir.

İbn Kesir, Nâfi’ ve Ebû Amr ise, tenvin ile; Bir günalı” diye okumuş­lardır. Yani, Allah ve Rasûlünün yasak kıldığı her bif şey bir günahtır demek­tir. Buna göre söz hem “sonuç itibariyle daha güzeldir” (el-İsrâ, 17/35 buy­ruğunda tamam olup sona ermekte, daha sonra da yeni bir buyruk olmak üze­re: “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme… yürüme” (el-İsrâ, 17/36-37) diye buyurduktan sonra da tenvinli olarak Çünkü bütün bunlar birer günahtır” diye buyurmaktadır.

Yüce Allah’ın: “Evlatlarınızı… öldürmeyin” (el-İsrâ, 17/31) buyruğundan itibaren bu âyete kadar birer kötülüktür, bunlar arasında iyilik olan her hangi bir şeyden söz edilmemiştir. O bakımdan “bütün bunlar” buyruğu, yal­nızca yasaklanan şeyleri kapsar, başka şeyi kapsamaz, demişlerdir.

Yüce Allah’ın: “Hoşlanılmayan şeyler” buyruğu ise, “kötü olan”ın sıfa­tı olmayıp ondan bedeldir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Bütün bunlar bi­rer kötülüktür ve hoşlanılmayan şeylerdir.

“Hoşlanılmayan şeyler” anlamındaki kelimenin;…dir”in ikinci ha­beri olup ve Bütün bunlar” lafzı dolayısıyla böyle geldiği de söylen­miştir. Bir kötülüktür” ifadesi ise bundan önce sözü edilen bütün bu şeylerdeki manaya hamledilir.

Kimisi de bu, “(hoşlanılmayan şeyler)”; seyyie (kötü olan şey)” in sıfatı­dır demektedir. Çünkü bunun müennesliğî hakiki olmadığından dolayı mü-zekker olan bir kelime ile vasfedilmesi mümkündür. Ebu Ali el-Farisî ise bu görüşü zayıf kabul eder ve şöyle der: Eğer müennesten müzekker olarak söz edilecek olursa, ondan sonrasının da müzekker olması gerekir. Bu konuda kaidenin nazar-ı itibara alınmaması, müsned fiilin müennesten önce gelip mü-

“Onun şimşek çaktığı gibi çakmış bir bulut yoktur, Ve onun bitirdiğini bitirmiş bir arazi de yoktur.”

Ancak bu, Araplarca çirkin görülen bir kullanımdır. Bir kimse. Bir arazi, bitki yetiştirdi” diyecek olsa, bu çirkin bir İfade olmaz. Ebu Ali (el-Fârîsî) da der ki: Fakat, yüce Allah’ın; Hoşlanılmayan şeyler” buyruğunun, Kötü olan bir şey”den bedel olması mümkün­dür. Aynı şekilde “Rabbinin katında” buyruğundaki tamirden hal; buna kar­şılık “Rabbinin katında” buyruğunun da “kötü olan”ın sıfatı mahallinde ol­ması da mümkündür. [143]

  1. Raksetmek:

İlim adamları bu âyet-t kerimeyi, raksetmenin ve bu işi sürdürmenin ye­rilen bir şey olduğuna delil göstermişlerdir. İmam Ebu’l-Vefâ b. Akıl der ki: Kur’ân-ı Kerim, raksı yasakladığını açık nass ile ifade ederek: “Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme” diye buyurmuş ve kibirlenen]eri yermiştir. Raks, kibirlenip azgınlaşmanın en ileri derecesidir. Bizler, neşe ve sarhoşluk ver­meye ortak özellikleri dolayısıyla nebizi şaraba kıyas etmiyor muyuz? Ne di­ye mızrabı ve onunla birlikte şiirin bestelenerek söylenmesini, tanbur, zur­na ve davula -aralarındaki ortak özellik dolayısıyla- kıyas etmiyoruz ki? Sa­kallı bir kimsenin -hele bir de yaşlı olursa- raksedip nağmelere ve vurgula­ra göre alkış tutması ne kadar çirkin bir şeydir! Özellikle nağmeli sesler, ka­dın ve tüyü bitmemiş çocukların sesi ise. Acaba, önünde ölüm, sorgulanmak, haşr ve sırat bulunan, bundan sonra da cennet ya da cehennemden birisine gideceği belli olmayan bir kimsenin raks ile hayvanlar gibi şaha kalkması­nın, kadınlar gibi alkışlamasının güzel bir tarafı olabilir mi? An dolsun ki, öm­rüm boyunca öyle hocalarımı gördüm ki, sürekli olarak onlarla oturup kalk­mama rağmen gülmek şöyle dursun, tebessüm ettikleri İçin bir tek dişleri da­hi görülmüş değildir.

Ebu’l-Ferec tbnü’l-Cevzî -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demekte­dir: İlim adamlarından birisinin, İmam el-Gazali -Allah ondan razı olsun- ba­na anlattığına göre o şöyle demiştir: Raks, ancak ortun ile ortadan kalkabi-len iki omuz arasındaki bir ahmaklıktır.

İleride el-Kehf Sûresi’nde (18/14. âyet, 2. başlıkta) ve başka yerlerde (Luk-man, 3l/â. âyetin tefsirinde) yüce Allah’ın izniyle bu bahise dair daha geniş açıklamalar gelecektir.

Kuran

İsra Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.