Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 14°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
14°C
Hafif Yağmurlu
Cts 20°C
Paz 21°C
Pts 21°C
Sal 22°C

14 – İbrahim Suresi | Tefsir’ul Munir

14 – İbrahim Suresi | Tefsir’ul Munir

İbrahim Suresi | Tefsir’ul Munir ( Vehbe Zuhayli )

Kuranın İndirilmesindeki Hedef Ve Rasûlullah’ın Kavminin Diliyle Gönderilmiş Olması

1-2- Elif, Lâm, Râ. Ey Muhammedi Bu, Allah’ın izniyle insanları karanlıklar­dan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi Al­lah’ın yoluna çıkarman için, sana indir­diğimiz Kitap’tır. Uğrayacakları çetin azaptan dolayı vay kâfirlerin haline!

3- Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler, Allah’ın yolundan alıkoyup onun eğriliğini isterler. İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.

4- Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik. Allah, dilediğini saptırır ve dilediğini de doğru yola eriştirir. Güçlü olan, Hakim olan O’dur

Açıklaması

Ey Muhammed! Bu, insanları içinde bulundukları küfür, sapıklık, azgınlık ve bilgisizlik karanlıklarından; iman, hidayet ve olgunluk nuruna çıkartman için sana indirdiğimiz Kitap olan Kuran-ı Kerim’dir. Çünkü bu Kuran, isabetli hükmün esaslarım, şerefli bir hayata ve gelişmiş bir medeniyete çağrıyı ihtiva etmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Allah müminlerin dostudur. Onla­rı karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostları ise azgın tağutlar-dır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler.” (Bakara, 2/257). “Sizi karan­lıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed’e apaçık ayetler indiren O’dur.” (Hadid, 57/9).

Bu ayet, Kuran’ın Allah Tealâ’nın katından indirildiğini göstermektedir. “Bu, Allah’ın izniyle” Allah’ın muvaffak kılıp kolaylaştırmasıyla hidayet nurunu insanların kalplerine yerleştirmesi sebebiyle asıl hidayet eden Allah Tealâ’dır. Fakat davetçi ve tebliğ eden o olduğu için, “çıkarman için” fiili Rasulullah (s.a.)’a nisbet edilmiştir. “Doğru yola” mağlûb edilemiyen, bilâkis Kendisinin dışındaki her şeyi kahredip, “aziz olan”; bütün fiillerinde, sözlerin­de, kanunlarında, emir ve yasaklarında “övülmeye lâyık olan “ve verdiği haber­lerde doğru olan “Allah’ınyoluna çıkarman için indirdiğimiz kitaptır.”

Gerek mahlûkât, gerek melekler, gerek kullar olarak ve gerekse idare et­mek yönünden göklerde ve yerde olan “her şeyin sahibi” yüce ilâh “Allah’tır.” Yaratanın azametine dikkati çekmek, mahlûkâta göz gezdirmek ve bundan ya­rarlandırmak için Kuran’da Allah’ın bu sıfatı pek çok defa tekrar edilmiştir.

Ey Muhammedi Senin peygamberliğini inkâr edip, Allah’ın birliğini itiraf etmeyenlere kıyamet gününde helak ve çetin bir azap vardır. Burada kâfirler, şiddetli bir şekilde tehdit edilmişlerdir.

Bundan sonra Allah Tealâ, kâfirlerin şu üç özelliğini bildirmiştir:

1- “Onlar, dünya hayatını ahirete tercih ederler.” Dünyayı öne geçirerek, onu ahirete üstün tutarlar. Dünya için çalışıp ahireti unutarak, onu terkeder-ler.”

2- “Yine onlar, peygamberlere tâbi olmaya engel olur,” Allah’a iman etmeye mania teşkil eder ve her arzu edeni İslâm’dan uzaklaştırırlar.

3- “Onlar, arzu ve maksatlanyla uyuşabilmesi için Allah yolunun eğri ve haktan uzak olmasını arzu ederler. Allah yolu ise gerçekte dosdoğru olup hak­tan sapmayı asla kabul etmez.” “Yol” lafzı hem müzekker hem de müennestir.

Zemahşeri şöyle der: “Bu kavlin aslı fiil ile “ha” zamiri arasındaki “Lam” şeklindedir. Fakat cer harfi “Lam” hazfedilmiş ve “ha” zamiri fiile bitiştirilmiş-tir.”

Günümüzde bu duruma değişik örnekler verilebilir: Meselâ, katı kurallar olduğu, günümüz ruhuna uygun düşmediği ve insanlığa aykırı olduğu gibi ge­rekçeler ileri sürülerek şer’î hadlerin ve kısasların uygulanmasından yüz çev­rilmektedir: “Ağızlarından çıkan söz ne büyük iftiradır. Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler.” (Kehf, 18/5). Bu düşünce akımı, suçların çoğalmasına neden ol­muştur. Amerika ve Avrupa bunun örneğidir.

Biraz önce bahsedilen sıfatları taşıyan bu kâfirler, haktan çok uzak bir sa­pıklık ve bilgisizlik içindedirler. Böyle bir durumda onların iyi ve doğru olup kurtuluşa erecekleri ümit edilemez.

Allah Tealâ, Kuran’m hidayet konusundaki hedeflerini ve tesirini açıkla­dıktan sonra Rasulullah (s.a.)’ın kavminin dilinde olması hasebiyle onun doğru yolu bulmak için kolay bir vasıta olduğunu bildirmiştir. Bu, Allah Tealâ’nın bir lutfudur. Zira O, peygamberlerin istediklerini ve kendilerine onlarla gönderi­lenleri anlasınlar diye insanlara kendi içlerinden ve kendi dilleriyle peygam­berler göndermiştir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Biz bu Kuranı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık ‘ayetleri açıklanmalı değil miydi?’ derlerdi.” (Fussilet, 41/44)

İmam Ahmed, Ebû Zer (r.a.)’den, Rasulullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Tealâ, bütün peygamberleri milletlerinin diliyle gönder­miştir. “

Bütün bu açıklamalardan ve delilleri insanların gözleri önüne serdikten sonra insanlar iki kısma ayrılırlar: Küfürde derinleşmeleri, günâh işlemeleri ve inatları sebebiyle Allah’ın doğru yoldan saptırdığı grup. Bir de Allah’ın hak­ka hidayet ettiği, gönüllerini İslâm’a açtığı böylece olgunluk yoluna uyan grup.” Bu ayet yeni bir cümle olup, “apaçık anlatabilsin diye” kavline matuf de­ğildir. Zira peygamberler, insanları sapıklığa düşürmek için değil sadece anlat­maları için gönderilmişlerdir.

“Güçlü olan, Hakim olan O’dur.” Allah Tealâ, mağlûb edilemiyen kuvvet sahibidir. Her dilediği olur. Dilemedikleri ise gerçekleşemez. Yaptıklarında ve fiillerinde hikmet sahibidir. Dalâleti hak edenleri saptırır, hidayete ehil olanla­rı da doğru yola ulaştırır. Yaptığı her şey, hikmet ve ilmine uygundur. [1]

Musa (A.S.) Peygamberin Vazifesi Ve Kavmine Yaptığı Nasihatler

5- And olsun ki Musa’yı ayetlerimizle, “Milletini karanlıklardan aydınlığa çı­kar ve Allah’ın günlerini onlara hatır­lat” diye göndermişizdir. Bunlarda, çok­ça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır.

6- Musa, milletine dedi ki: “Allah’ın size olan nimetlerini anın; size işkence eden, kadınlarınızı sağ bırakıp oğulları­nızı boğazlayan Firavun ailesinden sizi kurtardı. Bütün bunlarda Rabbinizden size büyük bir imtihan vardır.

7- Rabbiniz: “Şükrederseniz and olsun ki, size nimetleri arttıracağım. Nankör­lük ederseniz bilin ki azabım pek çetin­dir.” diye bildirmişti.

8- Musa “Siz ve yeryüzünde olanlar, he­piniz nankörlük etseniz, Allah yine de ganî ve övülmeye lâyık olandır.” demiş­ti.

Açıklaması

Ey Muhammed! Bütün insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için seni gönderip, sana Kitap indirdiğimiz gibi aynı şekilde Musa’yı da İsrâiloğul-larma dokuz mucizeyle gönderdik. Ona şöyle diyerek bunu emrettik: “Milleti­nin içinde bulunduğu cehalet ve sapıklıklarından, hidâyet ve iman aydınlığına çıkması için onları hayır ve iyiliğe davet et.”

Onlara, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başlarına gelen hadiseleri hatırlat. Müminlerin nasıl kurtulup, kâfirlerin ne şekilde helak olduklarını ha­ber ver!

Veya onlara, Allah’ın, Firavun’un esaretinden, kahrından ve zulmünden kurtararak onlara ihsan ettiği nimetlerini, onları düşmanlarından kurtarması­nı, onlar için denizi ikiye ayırmasını, bulutlarla gölgelendirmesini, onlara kud­ret helvası ve bıldırcın eti indirmesini ve diğer nimetlerini hatırlat.”

İmam Ahmed, İbni Cerir ve İbni Ebî Hatim merfû bir hadiste İbni Abbâs (r.a.)’dan, Rasulullah (s.a.)’ın “Allah’ın günlerini onlara hatırlat…” kavli hak­kında şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Allah Tealâ’nın nimetlerini onlara hatırlat.”

Musa (as) zamanındaki “Allah’ın günleri” yâ İsrâiloğulları’nın Firavun’un kahrı ve tahakkümü altında bulunduğu günler olan sıkıntı ve belâlardır; veya düşmanlarından kurtarılmaları, denizin yarılması ve kudret helvasıyla bıldır­cın etinin indirilmesi şeklindeki nimetlerdir.

“Bu hatırlatmalarda,” Allah’a itaat ve belâlara veya sıkıntı ve zorluklara çok sabreden, nimet, refah ve mutluluk içinde çok şükreden herkes için Al­lah’ın birliğini ve kudretini gösteren deliller vardır. İsrâiloğulları’nı, Fira­vun’un zulmünden ve içinde bulundukları hakir ve hor bir işkenceden kurtarır­ken onlara yaptıklarımızda yine böyle kimseler için dersler vardır.

Katâde şöyle der: “Başına bir belâ geldiği zaman sabreden, nimet içinde olduğunda şükreden kul, ne güzel kuldur.”

Buharî’nin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (s.a.) da şöyle buyurmuş­tur: “Müminin her işi bir acâiptir. Allah, onun için ne takdir etse onda hayır vardır. Başına bir sıkıntı ya da bir belâ gelse sabreder. Bu, onun için hayırdır. Sevinip rahatlığa erse şükreder. Bu da onun için bir hayırdır.”

Bir müslümanın, çok sabredip şükreden kul olması gerekir. O, belâ ve sı­kıntılara sabreder, rahatlık ve nimet içinde ise şükreder.

Musa’nın milletine şöyle dediği ânı hatırla: ‘Ey Kavmim! Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın. O, sizi Firavun ailesinden ve size tattırdıkları işkence ve zilliyetten kurtardı. Bildiğiniz gibi onlar, sizi gücünüzün yetmiyeceği işlere zorluyorlardı. Yeni doğacak bir erkek çocuğun, Firavun’un mülkünün yerle bir olmasına sebep olmasından korktukları için doğan çocuklarınızı boğazlıyorlar­dı. Zira Mısır Firavun’unun gördüğü bir rüya bu şekilde tâbir edilmişti. Bu­nunla beraber kız çocuklarını zelil ve çaresiz bir halde sağ bırakıyorlardı. Bü­tün bunlar ne büyük bir imtihandı. Allah, sizi onların işkencelerinden kurtar­dı. Bu ne büyük bir nimettir.

İster ceza isterse nimet olsun size bu söylediklerimde Rabbinizden büyük bir imtihan vardır. Çünkü böylece insan, şükreden mi yoksa nankör bir kul mu olduğunu anlar! Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda Bize dönersiniz.” (Enbiya, 21/35). “İyiliğe dönerler diye onları güzellikler ve kötülüklerle sınadık.” (A’raf, 7/168).

Ey İsrâiloğullan! Rabbinizin size vaadini bildirdiği o ânı hatırlayın ki O şöyle buyurmuştu: “Nimetlerime şükrederseniz and olsun ki, size onları arttıra­cağım. ‘”

Buharî’nin Enes (r.a.)’den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kime şükretmek ilham edilirse o kimse nimetlerin arttırılmasından mahrum olmaz.”

Bu ayetin manası şöyle de olabilir: “Rabbiniz… diye izzetine, celâline ve azametine yemin etmişti.” Buna örnek şu ayettir: “Rabbin, kıyamet gününe ka­dar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğine yemin et­miştir.” (A’raf, 7/167).

Nankörlük ederek nimetleri gizleyip şükrünü edâ etmezseniz bilin ki ceza­landırma acı verici ve çok tesirlidir. Bu cezalandırma neticesinde dünyada o ni­metler ellerinden alınır, ahiretde ise nankörlüklerinin cezasını görürler. Ayette­ki “küfr,” nimeti inkâr etmek, nankörlük yapmak demektir.

Hakim’in Sevbân’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur: “Şüp­hesiz kul, işlediği günâh sebebiyle nzıktan mahrum bırakılır.”

Musa, milletinde inkâr ve inat emarelerini görünce dindeki şu esâsı ilân etti: Şükrün faydası ve nankörlüğün zararları yine sadece insanı etkiler. Al­lah’ın ise, kullarına ihtiyâcı yoktur. Musa şöyle devam etti: Siz ve yeryüzünde­ki bütün insan ve cinler Allah’ın size verdiği nimetlere nankörlük etseniz Allah yine de kullarının şükrüne muhtaç değildir. İnkâr edenler istedikleri kadar et­sinler O, yine de övülmeğe lâyıktır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Eğer inkâr ederseniz bilin ki Allah sizden müstağnidir.” (Zümer, 7) “İnkâr edip, gerçeğe yüz çevirmelerinden ötürüdür. Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını ortaya koymuş­tur. Allah, müstağnidir, övülmeğe lâyık olandır.” (Tegabûn, 64/6) “Eğer şükre­derseniz sizden hoşnut olur.” (Zümer, 39/7).

Müslim’de geçen bir hadisi kutsî’de Ebû Zer (r.a.) Rasulullah (s.a.)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: ‘Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, içinizden Allah’dan en çok sakınan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülküme hiç­bir şey ilâve etmez. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cin­ni hepiniz, içinizden en çok fısk-ı fucûr bulunan kalbe sâhib kimse gibi kalplere sâhib olsanız, bu Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez.. Ey Kullarım! Eğer yarattıklarımın başı ve sonu, insi ve cinni hepiniz, bir yere toplanıp da Benden isteseniz ve Ben de herkese istediğini versem, bu, Benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez, olsa olsa denize düşen bir iğne kadar eksiklik söz konusu olur.'”[2]

Geçmiş Peygamberlerin Milletleriyle Aralarında Geçen Olaylardan Bazı Kesitler

9- Sizden önce geçen Nûh, Ad, Semûd milletlerinin ve onlardan sonra gelenle­rin haberleri -ki onları Allah’tan başka­sı bilmez- size ulaşmadı mı? Onlara peygamberleri belgelerle geldiler. Fa­kat ellerini ağızlarına götürüp “Biz, si­zinle gönderilene inanmıyoruz. Bizi ça­ğırdığınız şeyden de şüphe ve endişe içindeyiz” dediler.

10- Onların peygamberleri: “Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamak için iman etmeye çağıran ve bir süreye kadar size mühlet veren Allah’tan mı şüphe ediyorsunuz?” dediler. Onlar da “Siz de sadece bizim gibi birer insansı­nız. Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirmelisiniz” dediler.

11- Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Biz ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine iyilikte bulunur. Allah’ın izni olmadıkça biz si­ze delil getiremeyiz. inananlar sadece Allah’a güvensin.”

12- “Bize yollarımızı gösteren Allah’a ni­çin güvenmeyelim? Bize ettiğiniz eziye­te elbette katlanacağız. Güvenenler, an-ı Allah’a güvensinler.”

Açıklaması

“Sizden önceki Nûh, Âd, Semûd ve peygamberlerini yalanlayan diğer mil­letlerin -ki onların adedini Allah Tealâ’dan başka hiç kimse tesbit edemez.-haberleri size ulaşmadı mı?” “Size ulaşmadı mı?” kavlindeki muhatab zamiri, Rasulullah (s.a.)’ın ümmetine aittir. “Onlara peygamberleri geldiler” ve “Fakat ellerini ağızlarına götürüp” cümlelerindeki zamirler ise kâfirlere râcîdir.

Bu peygamberleri, onları küfür ve bilgisizlik karanlıklarından, iman ve hi­dayet aydınlığına çıkarmak için; doğruluklarını ve Allah tarafından gönderil­dikleri şeklindeki dâvalarım destekliyen apaçık ve kesin mucize, delil ve belge­lerle geldiler.

Ancak bu insanlar, peygamberlerinin getirdiklerine çok öfkelenmeleri se­bebiyle parmaklarını ısırdılar. Yani, onlara öfkelenip, düşmanlık gösterdiler ve onlardan köşe bucak kaçtılar. Şu ayet göstermektedir ki aynı şeyi Araplar da Rasulullah (s.a.)’a yapmışlardır: “Size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. De ki: ‘Öfkenizden çatlayın.’ Allah, kalplerde olanı bilir.” (Âl-i İmran, 3/119) Bu ayetten maksat kâfirler, Rasulullah (s.a.)’ı yalanlamışlar, onu alaya almışlar ve iman etmemişlerdir. Bu ifade, Ebû Ubeyde ve Ahfeş’in de belirttikleri gibi bir darb-ı meseldir.

“Bu insanlar, peygamberlere dediler ki: ‘Biz, sizinle gönderilen mucize, de­lil ve ayetleri inkâr ediyor yani sizin peygamberliğinizin doğruluğunu göster­diklerine inanmıyoruz.

“Bizi çağırdığınız” sadece Allah’a iman ve dışındaki herşeyi bırakma “hu­susunda” biz, sıkıntı ve endişeye düşürecek “bir şüphe içindeyiz.”

Razî şu soruyla konuya değişik bir yorum getirmiştir: “Onlar, peygamber­liklerini inkâr ettiklerini açıkladıktan sonra peygamberlerin sözlerinin doğru­luğundan şüphe etme mertebesine nasıl inmişlerdir?” O’nun bu soruya cevabı şöyledir: “Onlar, gerçekte kâfir olduklarım ve güttükleri bu davaya kesin inandıklannı söylemek istemişlerdir.’ Eğer kesin inanmasaydık sizin peygamberli­ğinizin doğruluğundan şüphe ettiğimizi söylemezdik. Her iki durumda da pey­gamberliğinizi itiraf etmeye imkân yoktur.'”

Peygamberleri onlara dediler ki: Allah’ın varlığından mı şüphe ediyorsu­nuz?! Ama insan fıtratı O’nun varlığını ikrar edip, insanı bu ikrara zorluyor. O, bütün varlıkları yaratmış olduğu ve sadece O, ortağı olmadan ibadete lâyık ol­duğu halde tek ilâh olmasında ve O’na ibadetin gerekliliği hususunda herhangi bir şüphe mi var?! Aslında milletlerin çoğu Yaratanı ikrar ediyordu. Fakat Al­lah ile beraber, kendilerini Allah’a yaklaştıracaklarını zannettikleri O’ndan başka vasıtalara tapıyorlardı.

Fıtrat delili, şu hadisle sabittir: İbni Adiy, Taberânî ve Beyhâkî Esved b. Serî (r.a.)’den, Rasulullah (s.a.)’m şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Her çocuk, fıtrat üzere doğar. Ana babası onu ya yahudi ya hristiyan ya da mecûsî yaparlar.”

Yaratılış delili ise gözümüzün önünde olup hissedilebilmektedir. Zira Al­lah, hemen arkasından buna dikkati çekmiştir: “Allah, gökleri ve yeri daha ön­ce benzeri görülmemiş ve bu sapasağlam emsalsiz nizama göre yaratmış ve meydana getirmişken nasıl olur da O’nun hakkında şüpheye düşersiniz?!”

Allah Tealâ, varlığının delili olan, Yaratan olması dışında mükemmel rah­met sahibidir de: Ahiret yurdunda günahlarınızı -bu mana, “nün” lafzının zait bir sıla olmasına göredir- veya bazı günahlarınızı -bu da “min”in tebîzıyya (bazılık) olmasına göredir- bağışlamak için sizi tam bir imana çağırmaktadır. O, kul haklarıyla ilgili olanları değil, kendisiyle alâkalı günâhları bağışlar. İşte imâna davetteki birinci maksat budur.

Dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Allah Tealâ, kâfirlerin günahla­rının bağışlanmasının geçtiği her yerde “min” lafzını beyan etmiştir. Buna kar­şılık müminlerin günahlarının bağışlanmasının zikredildiği yerlerde ise “min” lafzı getirilmemiştir. Birinci duruma misaller, şu ayetlerdir:

“O’ndan sakının ve bana itaat edin ki Allah günahlarınızı bağışlasın.” (Nuh, 71/9). “Ey Milletimiz! Allah’a çağıran Muhammed’e uyun ve O’na inanın da Allah da sizin günâhlarınızı bağışlasın.” (Ahkaf, 46/31).

Çünkü Allah, onları dinin aslı olan imana çağırmaktadır.

İkinci duruma misaller de şu ayetlerdir:

“Ey Muhammedi De ki: ‘Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sev­sin ve günahlarınızı bağışlasın.'” (Al-i İmran, 3/31) “Bilseniz, bu sizin için en iyi yoldur. Böyle yaparsanız, Allah günahlarınızı bağışlar.” (Saf, 61/11-12). Çünkü imanın yerleşmesinden sonra ancak günahlar bağışlanır.

İşte imana davetteki ikinci maksat budur. Kişi mümin olursa Allah, kendi ilmindeki belirli vakit olan ömrün sonuna kadar ona mühlet verir. Yoksa inkâr sebebiyle hemen helak ederek, bekletmeden azâb eder.

İmanla beraber iki rahmet ya da iki nimet gerçekleşmektedir. Bunlar, gü­nahların affedilmesi ve ömrün sonuna kadar kişiye mühlet verilmesidir.

Bundan sonra Allah Tealâ, bu milletlerin peygamberlerini şu üç açıdan reddettiklerini bildirmiştir:

1- Onlar dediler ki: ‘Sadece sözünüze güvenerek size nasıl tabî olalım. Siz­den henüz bir mucize bile göremedik. Siz de bizim gibi insansınız. Bize bir üs­tünlüğünüz yok. Biz değil de niçin siz peygamber oluyorsunuz? Eğer Allah, in­sanlara peygamberler göndermeyi dileseydi daha üstün bir varlığı gönderirdi.

2- “Siz, doğruluğuna bir delil bulunmayan bu dâva ile babalarımızı buldu­ğumuz yolu terketmemizi istiyorsunuz.”

3- “Bize, sizden istediğimiz olağanüstü bir şey veya peygamberlik iddianı­zın doğruluğunu gösteren apaçık bir delil getirmelisiniz. Biz sadece iyice bildi­ğimiz şeylere iman ederiz. Göklerin, yerin ve içlerindeki acâib varlıkların yara­tılmasına ise akıl erdiremeyiz. Aslında bunlar söylediklerinizin doğruluğuna delil de olamazlar.”

Arkasından Allah, kâfirlerin bu üç şüphelerini peygamberlerin nasıl red­dettiklerini bildirmiştir. Öyleki peygamberler birinci ve ikinci şüpheleri doğru kabul edip, onaylamışlar, üçüncüsünde ise işi Allah’a havale etmişlerdir: Pey­gamberler, bu milletlere şöyle dediler. Söylediğiniz şekilde biz, sizin gibi insa­nız. Yer, içer, uyur, ortalarda dolaşır, rızık peşinde koşarız. Fakat Allah Tealâ, kullarından dilediğine peygamberliği ihsan eder: “Allah, peygamberliğini vere­ceği kimseyi daha iyi bilir.” (En’am, 6/124). Allah bize de bu nimeti verdi.

Sadece babalarınız olduğu için onları taklit etmeniz aklın kabul edemiye-ceği bir şeydir.

Gösterdiğimiz mucizelere rağmen peygamberliğimizin doğruluğunu göste­ren delil ve hüccet, istediklerinizin fevkinde bir burhan getirmemizi taleb et­meniz ise Allah ile alâkalı bir iştir. Biz, bir delili ancak Allah’ın dilemesi ve ira­desiyle getirebiliriz.

Bütün müminlerin, düşmanlarının kötülüklerini uzaklaştırmak ve onların gösterdikleri düşmanlıklara sabretmek için her işlerinde Allah’a güvenip te­vekkül etmeleri gerekir.

Peygamberler, Allah’a olan güvenlerini pekiştirerek şöyle demişlerdir: “Nasıl olur da bize bilgi ve kurtuluş yolunu gösteren Allah’a, güvenmeyiz! Bize en mutedil, en açık yolu gösterdiği halde O’na tevekkül etmemize engel olan şey nedir?”

“Kötü söz söyleyip, akılsızca davranışlarınızla bize yaptığınız eziyetlere el­bette katlanacağız.”

Sonra tevekkül etmeyi methederek şöyle dediler: “Müminlerden tevekkül edenler, Allah’a güvenmeye devam edip, bu hususta sebat etsinler. O’na güven­sinler. O’nun yolunda bütün eziyetlere tahammül edip, ne olursa olsun hiçbir zorluğa aldırış etmesinler.” [3]

Kâfirlerin Peygamberleri Yurtlarından Çıkarmak Ya Da Dinlerinden Dönmekle Tehdit Etmeleri Ve Neticenin Peygamberlerin Olduğuna Dâir Vahyin İnmesi

13-14-İnkâr edenler, peygamberlerine ‘Ya bizim dinimize dönersiniz ya da sizi memleketimizden çıkarırız.” dediler. Rableri peygamberlere “Biz, zâlimleri y°k edeceğiz, onlardan sonra onların yurtlarına sizi yerleştireceğiz. Bu, ma- kamımdan ve tehdidimden korkanlar içindir.” diye vahyetti.

15-Peygamberler yardım istediler ve her inatçı kibirli hüsrana uğradı.

16- Önünde cehennem vardır. Orada

17- Onu yudum yudum içecek fakat yu-tamayacaktır. Ölümün belirtileri ona her taraftan geldiği halde, ölemiyecek, arkasından da çetin bir azab gelecektir.

18- Rablerini inkâr edenlerin işleri, fır­tınalı bir günde rüzgârın şiddetle sa­vurduğu küle benzer. Yaptıklarından hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, hak­tan uzak sapıklıktır.

Açıklaması

Peygamberlerle kâfir milletler arasında önce tabiî süreç olan karşılıklı münazara ve münakaşalar meydana gelmiştir. Fakat bu milletler, münakaşa sahasında iflas edip, peygamberlerin delil ve açıklamaları karşısında kendi de­lilleri hezimete uğrayınca mevcut krizi tırmandıracak mücadeleye girip, düş­manca davranışlar göstermekten başka bir yol bulamamışlar ve peygamberle­rini şu iki husustan birisiyle tehdit etmişlerdir:

Onlar, ya yurtlarından sürülüp çıkarılacak ya da kâfirlerin babalarından ve dedelerinden miras kalan dinlerine döneceklerdir. Meselâ Şuayb (s.a.)’in kavmi ona ve müminlere şöyle dememiş miydi: “Ey Şuayb! Ya dinimize döner­siniz ya da and olsun ki seni ve inananları seninle beraber kasabamızdan çıka­rırız. ” (Araf, 7/88). Allah Tealâ, Kureyşli müşriklerden haber vererek şöyle bu­yurmuştur: “Memleketinden çıkarmak için seni nerdeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi.” (İsra, 17/76). Yine Al­lah Tealâ, Rasulullah (s.a.)’ın hicret etmeye zorlanması hakkında şöyle buyur­muştur: “İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek ya da sürmek için düzen kuruyorlardı.” (Enfal, 8/30).

Kâfirler, kendi kuvvet ve çokluklarına, müminlerin sayılarının azlığına ve zayıf olmalarına aldandıklan için bu tehditleri savurmuşlardır. Kâfirlerin, “Ya bizim dinimize dönersiniz…” sözü, peygamberlerin daha önce puta taptıkları manasına gelmez. Kendilerine peygamberlik gelmeden önce kavimlerinin ara­sında onlara müdahale etmeksizin yaşadıklarından kavimleri onların da ken­dileri gibi putlara tapanlardan olduklarını zannettiler. Dolayısıyla insanlar on­ların kendi dinlerinden olduklarını sanmışlardır.

“Allah, peygamberlerine vahyederek şöyle buyurmuştur: ‘Biz, müşrik zâ­limleri yok edeceğiz, peygamberleri yurtlarından sürüp, uzaklaştırmakla teh­dit edip korkutmalarından dolayı onları cezalandırmak için yok olmalarından sonra sizi onların topraklarına, yurtlarına yerleştireceğiz.”

Bu, müşriklerin peygamberleri tehditlerine karşılık Allah’ın onları tehdit etmesidir. İki tehdit arasındaki fark ne büyüktür! Allah Tealâ şöyle buyurmuş­tur: “And olsun ki, peygamber kullarımıza söz vermişizdir: Onlar şüphesiz yar­dım göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” (Saffat, 37/170-173). “Allah, And olsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.’ diye yaz­mıştır. Doğrusu Allah, kuvvetlidir, güçlüdür.” (Mücadele, 58/21). “And olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı oldu­ğunu yazmıştık.” (Enbiya, 21/105). Aynı manada daha pek çok ayet vardır.

Zâlimlerin yok edileceği ve yurtlarına müminlerin yerleştirileceği şeklin­deki bu vahiy, yani, bu husus, hesap anındaki makamından veya huzurumdaki bekleyişinden ve azap ve cezayla tehdidimden korkup, Benimle karşılaşmak­tan sakınan, Bana itaat ederek Ben’den korkan ve kızgınlık ve gazabımdan uzak olanlar için haktır. İşte zafer ve zikredilen vahyin sebebi budur.

“Peygamberler, düşmanları olan milletlerine karşı Allah ‘tan yardım istedi­ler. ” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Zafer istiyorsanız, işte size zafer gel-di “(Enfal, 8/19) Ayetten maksat, peygamberlerin düşmanlarına karşı Allah’dan fetih istemeleri veya kendileriyle düşmanları arasında hükmetmesini taleb et­meleridir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Rabbimiz! Bizimle milletimiz ara­sında hak ile Sen hüküm ver.” (A’raf, 7/89). Zamir, rasullere veya nebilere râcî-dir.

Denilmiştir ki: Ayetteki zamir, kâfirlere râcîdir. Yani “Kâfirler, kendileri­nin hak üzere, peygamberlerin ise batıl yolda olduklarını sanarak onlara karşı

Allah’tan galibiyet istediler.” demektir. Zamirin, her iki gruba râcî olduğu görü­şü de mevcuttur. Her iki taraf da Allah’tan, hak üzere olanlara yardım edip, hatıl taraftarlarını yok etmesini istemişlerdir. Allah Tealâ, milletlerin kendi aleyhlerine Allah’tan yardım istemeleri hakkında şöyle buyurmuştur: “Allahı-mız! Eğer bu Kitab, gerçekten Senin katından ise bize gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver.” (Enfal, 8/32).

Fakat neticede Allah’tan sakınanlar zafer elde ederken müşrikler hüsrana uğrayıp helak olmuşlardır. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Allah’a ibâdete karşı her büyüklük gösteren mütekebbir, hakka karşı inat eden ve haktan sa­pan, hüsrana uğrayıp helak oldu.” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Allah ‘Ey Sürücü ve Şâhid! Her inatçı inkarcıyı, iyiliklere durmadan engel olan, müteca­viz, şüpheye düşüren, Allah’ın yanında başka ilâh benimseyen kişiyi cehenneme atın, onu çetin azaba sokun’ buyurur.” (Kaf, 59/24-26).

Bu inatçı mütekebbirin önünde kendisini gözetleyip bekleyen cehennem vardır. Allah Tealâ, başka bir ayette şöyle buyurmuştur: “Çünkü önlerinde, her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.” (Kehf, 18/79).

Cehennemde bu mütekebbir için cehennemliklerin derilerinden ve etlerin­den çıkan, kusmuk ve kanla karışmış irinli sudan başka içecek yoktur. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tatsınlar. Bun­lara benzer buz gibi, çok pis daha başkaları da vardır.” (Sad, 38/57-58).

Onu yudum yudum içecek, pisliğin, tadının, renginin ve kokusunun kötü­lüğünden neredeyse yutamayacaktır. Çünkü onu yutarken çok acı çekmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen…” (Muhammed, 47/15). “Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gi­bi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!” (Kehf, 18/29).

Sıkıntılarla ve çeşitli azaplarla ölümün belirtileri her taraftan geldiği hal­de o ölemiyecektir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler, kendilerinden cehennemin azabı da hafifletilmez.” (Fatır, 35/36).

Bu inatçı mütekebbir için bütün bunlardan sonra bir başka azap daha var­dır ki bu, acı veren, zor ve şiddetli bir azaptır. Öncekinden daha can yakıcı, da­ha felâket ve daha acı vericidir. Bu azap devamlı olup asla ona ara verilmez. Allah Tealâ, zakkum ağacı hakkında şöyle buyurmuştur: “O, cehennemin dibin­de çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytan başı gibidir. İşte cehennemlikler bun­dan yerler, karınlarını onunla doldururlar. Sonra, üzerine kaynar su katılmış içki şüphesiz onlar içindir. Doğrusu sonra dönecekleri yer yine cehennemdir.” (Saffat, 37/64-68). “Doğrusu günahkârların yiyeceği zakkum ağacıdır. Karınla­rında suyun kaynaması gibi kaynayan, erimiş maden gibidir. ‘Suçluyu yakala­yın, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra başına azâb olarak kaynar su dö­kün’ denir, sonra ona ‘Tat bakalım, hani şerefli olan, değerli olan yalnız sendin. İşte bu, şüphelenip durduğunuz şeydir.’ denir.” (Duhan, 44/43-50) “Defterleri soldan verilenler; ne yazık o solculara! İnsanın içine işleyen bir sıcaklık ve kay­nar su içinde, serinliği ve hoşluğu olmayan kara bir dumanın gölgesinde bulu­nurlar.” (Vakı’a, 56/41-44). “Bu böyle; ama azgınlara kötü bir gelecek vardır. Ce­henneme girerler; ne kötü bir yurttur! İşte bu kaynar su ve irindir, artık onu tat­sınlar. Bunlara benzer daha başkaları da vardır.” (Sad, 38/55-58).

Kâfirlerin, cehennem ateşinde azapla karşılaşmaları bir yana, bir de onlar dünyada işledikleri ve boşa giden, ahirette kendilerine fayda vermeyen iyi amellerine de üzüleceklerdir. Allah, onların amelleri için bir misal vererek şöy­le buyurmuştur: Kâfirlerin sadaka vermek, akrabalarla bağlarını devam ettir­mek, ana babaya iyilik etmek gibi yaptığı iyi ameller, kıyamet gününde bunla­rın sevapları Allah’tan istedikleri zaman, fırtınalı bir günde şiddetli rüzgârın savurduğu küle benzerler. Dünyada yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde edemezler. Ancak olsa olsa o fırtınalı günde o küllerden ne kadar toplayabilir-lerse o kadarını elde edebilirler. Onların çabaları ve amelleri, bir esâsa ve bir istikâmete dayanmamaktadır. Bilâkis haktan çok uzaktır. Öyle ki bu amellerin kabulünün şartı olan imanı elde edemedikleri için sevabını da kaybetmişlerdir. Şu ayetler de bu manadadır: “Yaptıkları her işi ele alır, onu toz-duman ede­riz.” (Furkan, 25/23). “Bu dünya hayatında sarfettiklerinin durumu, kendileri­ne zulmeden kimselerin ekinlerine isabetle kavrulup mahveden soğuk bir rüzgâ­rın durumu gibidir. Allah, onlara zulmetmedi, onlar kendilerine yazık ettiler.” (Âl-i İmran, 3/117) [4].

Allah’ın Varlığının, Birliğinin Ve Tekrar Diriltmeye Kadir Olmasının Delili

19- Allah’ın gökleri ve yeri hikmetle ya­rattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir topluluk var eder.

20- Bu, Allah için güç değildir.

Açıklaması

Allah Tealâ, insanları yaratmaktan daha büyük bir iş olan gökleri ve yeri yarattığını bildirerek kıyamet gününde bedenleri tekrar diriltmeğe muktedir olduğunu haber vermektedir. Yüksekliğiyle, genişliğiyle, muazzamlığıyla, için­deki duran ve seyreden yıldızlanyla şu gökleri, içinde yerleşime uygun yerle­riyle, basık alçak zeminleriyle, dağlarıyla, çölleriyle, geniş alanlarıyla, denizle-riyle, ağaçlarıyla, farklı çeşit, fayda, şekil ve renkte nebatatı ve hayvanlarıyla şu yeryüzünü yaratmaya muktedir olan zât, hiç ona kadir olmayabilir mi?

Ey Muhatab! Allah’ın gökleri ve yeri hikmetle, doğru ve yaraşır bir şekilde yarattığını bilmiyor musun? Onları eşsiz bir biçimde yaratmaya muktedir olan, elbette ki emirlerine karşı geldiğiniz zaman sizi yok edip, yerinize size benze­meyen yeni bir topluluk getirmeye kadirdir. Bu, Allah için imkânsız ya da güç değildir. Bilâkis kolay bir iştir.”

Kuran’da buna benzer pek çok ayet vardır: “Gökleri, yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu gör­mezler mi? Evet, O her şeye kadirdir.” (Ahkaf, 46/33). “İnsan kendisini bir nutfe-den yarattığımızı görmez mi ki hemen apaçık bir hasım kesilir ve kendi yaratı­lışını unutur da “Çürümüş kemikleri kim yaratacak?” diyerek, Bize misal ver­meye kalkar. Ey Muhammedi De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her türlü yaratmayı bilendir.” Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsı­nız. Gökleri ve yeri yaratan, kendilerinin benzerini yaratmaya kadir olmaz mı? Elbette olur. Çünkü O, yaratan ve bilendir. Bir şeyi dilediği zaman O’nun buy­ruğu sadece, o şeye “Ol” demektir, hemen olur. Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir.” (Yasin, 36/77-83). [5]

Azâb Gününde Bedbahtlar Arasında Geçen Konuşmalar, Şeytanla, Ona Uyanların Karşılıklı Atışmaları Ve Mutlu Olanların Cenneti Kazanmaları

21- İnsanların hepsi Allah’ın huzuruna çıkarlar. Zayıf görüşlü halk, büyüklük taslayan liderlerine: “Doğrusu biz size uymuştuk, Allah’ın azabından bizi ko­ruyabilecek misiniz?” derler. Cevap olarak: “Allah bizi doğru yola eriştir-seydi biz de sizi eriştirirdik. Artık sız-lansak da sabretsek de birdir, çünkü kaçacak yerimiz yoktur” derler.

22- Hüküm verme işi bitince, şeytan: “Doğrusu Allah size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim ama, sözümü yerine getiremedim. Esa­sen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu. Sadece çağırdım, siz de geldiniz. O hal­de beni değil, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kur­taramazsınız. Beni daha önce Allah’a ortak koşmanızı kabul etmiyorum” der. Doğrusu kâfirlere, can yakan bir azap vardır.

23- İman eden ve sâlih ameller yapan­lar, içlerinden ırmaklar akan cennetle­re konulurlar. Rablerinin izniyle ora­da temelli kalırlar. Oradaki dirlik te­mennileri “Selâm!”dır.

Açıklaması

İyisiyle kötüsüyle bütün insanlar, hesaba çekilecekleri yerde, tek ve Kah-hâr olan Allah’ın huzuruna gelip, hiçbir örtünün bulunmadığı geniş bir alanda toplanırlar. Burası dünyadaki durumun aksinedir. Çünkü kâfirler ve âsiler, orada Allah’ın kendilerini görmediğini sanıyorlardı.

Zayıf görüşlü halk, sırf Allah’a ibadet ve peygamberlere uyma karşısında kibirlenip büyüklük taslayan liderlerine, idarecilerine ve aydınlarına şöyle der­ler: “Doğrusu biz, size uymuş, işlerimizde sizi örnek almıştık. Emrettiklerinizi yapmış, sizin gibi davranmıştık. Size uyarak Allah’ı inkâr ettik, peygamberleri yalanladık. Bize söz verip, umduğunuz gibi bugün Allah’ın azabından bir kıs­mını bizden uzaklaştırabilecek misiniz?”

Kendilerine tâbi olunan liderler, onları koruma hususunda bahane uydu­rarak şöyle cevap verirler: “Eğer Allah bizi hak dinine eriştirip, ona uymaya muvaffak kılarak hayırlı olanı gösterseydi, biz de size en mutedil yolu gösterir­dik. Fakat O, bize hidayet etmedi.” Böylece artık kâfirler, azabı hak ederler.

Bundan sonra onlar kurtuluştan ümitlerini kestiklerini ilân ederek şöyle derler: “Artık sabretsek de sızlansak da içinde bulunduğumuz durumdan kur­tulabilmemiz imkânsızdır” yani, sızlanmak da sabretmek de birdir. Bize, Allah Tealâ’nın azabından kurtuluş yoktur.

İbni Kesîr şöyle der: “Anlaşılan o ki bu konuşmalar, cehenneme girdikten sonra orada yapılmıştır.”^ Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Ateşin içinde bir­birleriyle tartışırlarken güçsüzler, büyüklük taslayanlara ‘Doğrusu biz, size uy­muştuk, şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz’?’ derler. Bü­yüklük taslayanlar: ‘Doğrusu hepimiz onun içindeyiz. Allah kulları arasında şüphesiz hüküm vermiştir.’ derler.” (Gafir, 40/47-48). “Allah, ‘Sizden önce geç­miş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin.’ der. Her ümmet girdikçe ken­di yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonra­kiler öncekiler için ‘Rabbimiz! Bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabı­nı kat kat ver.’ derler. Allah ‘Hepiniz için kat kattır, ama bilmezsiniz.’ der. Önce­kiler sonrakilere, ‘Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktu, kazandığınıza karşılık azabı tadın’ derler.” (A’raf, 7/38-39). “Rabbimiz! Biz yöneticilerimize ve büyükle­rimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat.” (Ahzab, 33/67-68).

Arkasından Allah Tealâ, .şeytanla ona uyan insanlar arasında geçen diğer bir konuşmayı zikrederek şöyle buyurur: “Allah, kullan arasında hükmedip, müminleri cennetlere soktuktan, kâfirleri de alt alta bulunan cehennem tabakalarına attıktan sonra İblis, kendisine uyan insanlara şöyle der: ‘Doğrusu Allah, peygamberlerinin diliyle hak ve doğru olarak size öldükten sonra diril­meyi ve hesaba çekilmeyi vadetmişti. Bu, hak bir va’d ve doğru bir haberdi. Bense size, tekrar dirilmenin, hesaba çekilmenin, cennet ve cehennemin ol­madığını vadetmiştim. Tabii ki batıl söz ve yalan söylediğim için sözüm yerine gelmedi. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: ‘Şeytan onlara vadediyor, onları kuruntulara düşürüyor, ancak aldatmak için vaadde bulunuyor.’ (Nisa, 4/120). Oysa siz bana uyarak Rabbinizin vadini bıraktınız.

“Benim sizi çağırırken delilim ve belgem ve size vadederken de “üzerinizde kuvvet ve nüfuzum yoktu.”

Fakat sizi çağırdığım zaman, “sadece çağırdım siz de geldiniz.”

“O halde bugün beni değil kendinizi kınayın.” Çünkü kendi iradenizle benim davetimi kabule koştunuz. Günah, sizin günahınız. Zira Rabbinizin dav­etine kulak tıkadınız. O, sizi delil ve belgelerle hak olarak davet etti. Sizse, sizi doğruya çağıran delillere karşı çıktınız.

“Artık ben, size yardım edemem, yarar sağlayamam,” içinde bulunduğunuz azaptan sizi kurtaramam. Siz de bana yardım edemez ve içinde bulunduğum azap ve işkenceden kurtararak bana fayda sağlayamazsınız. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Nitekim, kendilerine uyutanlar, azabı görünce uyanlardan uzak­laşacaklardır.” (Bakara, 2/166).

1- İbni Kesîr, II, 528.

Bugün ben, dünyada beni itaat hususunda Allah Tealâ’ya ortak koşmanızı inkâr edip, kabul etmiyorum. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Ama kıyamet günü sizin ortak koşmanızı inkâr ederler.” (Fatır, 35/19). Bu ayet, İblis’in şirk­ten uzak olduğunu ve bunu kabul etmediğini bildirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Biz, sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizin dininizi inkâr ediyoruz.” (Mümtahine, 60/4). “Hayır, tanrıları kendilerinin ibadetlerini inkâr edecekler ve onlara düşman olacaklardır.” (Meryem, 19/82).

“Doğrusu kâfirlere can yakan bir azap vardır.” Bu ayetin, Allah Tealâ’nın sözü olması daha uygundur. Ama Kuranda o kâfirlerin yardamdan ümitlerini kesmek için anlatılan, İblis’in sözünün devamı olması da muhtemeldir. Mana şöyledir: “Doğrusu, haktan yüz çevirmeleri ve batıla uymaları sebebiyle kâfir­ler için can yakan bir azap vardır.”

Maksat, şeytanın dünyadaki vesveselerinden uzak olduğuna insanların dikkatini çekmek, onları hesap gününe hazırlanmaya teşvik etmek ve o günün şiddet ve sıkıntılarını hatırlatmaktır.

Allah Tealâ, bedbahtların durumunu açıkladıktan sonra mutluluğa eren­lerin halini de beyan etmiştir. Her iki grup da hesaba çekilip, karşılıklarını al­mak üzere Allah Tealâ’nın huzuruna çıkmışlardır. Şöyle buyurmuştur:

Melekler, Allah’ı ve Rasulü’nü tasdik eden, O’nun birliğini ikrar eden, emirlerine uyup yasaklarından sakınanları, her yerinde nehirler akan cennet bahçelerine koyarlar. Onlar, orada temelli kalacaklardır. Ne oradan çıkarılır, ne de uzaklaştırılırlar. Bütün bunlar, Rablerinin muvaffak kılması, ihsanı ve emriyle olur.

Rablerinin izniyle melekler, onlara ‘Selâm’ diyerek dirlik temenni ederler. Onlar birbirlerini de bu şekilde selâmlarlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara ‘Allah’ın selâmı üzerinize olsun’ derler.” (Zümer, 39/73). “Melekler her kapıdan yanlarına girip ‘Size selâm olsun’ derler.” (Ra’d, 13/23-24). “Orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar.” (Furkan, 25/75). Onlara, Rableri katından da selâm vardır: ‘Merhametli olan Rab katından onlara selâm vardır.’ (Yasin, 58). Onlar birbir­lerini şöyle selâmlarlar: ‘Oradaki duaları ‘Münezzehsin ey Allah’ım’, dirlik temennileri: ‘Size selâm olsun’ ve dualarının sonu da: ‘Alemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun’dur.'” (Yunus, 10/10). [6]

Mutluluğa Kavuşanların Güzel Sözü Ve Bedbahtların Çirkin Sözü İçin Verilen Örnek

24- 25- Allah’ın hoş bir sözü, kökü sağ­lam, dalları göğe doğru olan ‘Rabbinin izniyle her zaman meyve veren’ hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun? İnsanlar ibret alsın diye Allah, onlara misal veriyor.

26- Çirkin bir söz de, yerden koparılmış kökü olmayan kötü bir ağaca benzer.

27- Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar, kâfirleri de saptırır. Allah, dile­diğini yapar.

Açıklaması

Ey Muhatab! Allah’ın nasıl bir misal vererek onu en uygun yerde zikret­tiğini görmüyor musun? Bu misal, kelime-i tevhid, İslâm ve Kuran’m daveti, demek olan hoş bir sözün, şu dört özelliğe sâhib hurma ağacı manasmdaki hoş bir ağaca benzetilmesidir.

1- Bu ağaç, güzel görünüşlü, güzel kokulu, güzel meyveli ve çok faydalı bir ağaçtır. Yani, meyvesi lezzetli, istifadesi fazladır.

2- Onun kökü, toprakta sağlam, devamlı ve yerleşmiştir. Kökünden koparılamaz.

3- Dallarının göğe doğru yükselip, yerin çürümüş bitkilerinden uzaklığı sebebiyle heybetli bir görünüşe sahiptir. Verdiği meyveler, temiz, güzel ve her türlü sunilikten uzaktır.

4- Rabbinin iradesi, yaratması ve kolaylaştırmasıyla belirlediği her vakit­te meyve verir. Ağaçların,senede bir kere meyve vermeleri sebebiyle bu durum, Allah’ın tayin ettiği zaman hükmündedir.

İbn Abbâs (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, “‘Lâilâheillâllâh’ kavli ve Şecere-i tayyibe” Hurma ağacıdır. Şecere-i tayyibe kavlinin, hurma ağacı olduğu görüşü aynı şekilde îbn Mesud (r.a.)’dan da nakledilmiştir. Yine bu görüş, Enes ve İbn Ömer (r.a.) kanalıyla Rasulullah (s.a.)’dan da rivayet edilmiştir.

Buhari’nin İbn Ömer (r)’den rivayet ettiği hadiste şöyle demiştir: “Rasulul­lah (s.a.)’ın huzurundaydık. Bize; bana, müslüman adama benzeyen -veya müslüman adam gibi olan-, yaprakları yaz ve kış dökülmeyen ve Rabbinin izniyle her zaman meyve veren bir ağaç söyleyin, dedi.” İbn Ömer (r.a.) devamla “Onun hurma ağacı olduğunu tahmin ettim. Fakat baktım ki Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) konuşmuyor. Ben de konuşmayı uygun görmedim. Hiç kimse bir şey söylemeyince Rasulullah (s.a.) “O, hurma ağacıdır.” buyurdu.

“İşte Allah, insanlara böyle misaller veriyor”. Çünkü verilen misaller, daha çok anlamaya, öğüt ve ibret almaya ve manaları zihinde canlandırmaya vesile olmaktadır. Zira sadece akılla anlaşılan manaların, idrak edilebilen hususlara benzetilmesi, manaları zihne iyice yerleştirip, ondaki gizlilik ve şüpheleri or­tadan kaldırmaktadır. Böylece bu manalar, elle dokunulabilir eşyalara dönüş­mektedir. Dolayısıyla bu ayet, insanları bu misâlin büyüklüğünü düşünmeye, onu kavramaya ve maksadını anlamaya çağırarak, onların dikkatlerini bu nok­tada yoğunlaştırmaktadır.”

Bundan sonra Allah Tealâ, küfür sözünün misâlini zikretmiştir: Küfür ya da şirk sözü olan çirkin sözün özellikleri, Ebû cehil karpuzu ve benzeri ağaçlar demek olan kötü ağacın vasıflarına benzer.

Ebu Bekir Bezzâr mevkuf olarak İbni Ebî Hatim’in de merfu olarak Enes (r.a.)’den rivayet ettikleri hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: “Ayet­te zikredilen ağaç Ebu Cehil karpuzudur.”

Ayette kötü ağacın şu üç özelliği bildirilmiştir:

1- Bu ağacın meyvesinin tadı kötüdür veya içindeki zararlı maddeler sebebiyle kötüdür ya da kokusu kötüdür. Bu, Ebû Cehil karpuzudur. “Sarımsak ya da diken” olduğu da söylenmiştir.

2- Bu ağaç, kökünden koparılmış ve toprakla bağlantısı kesilmiştir. Aynı şekilde Allah’a şirk koşmanın da ne bir delili, ne devamlılığı ne de kuvveti var­dır.

3- Bu ağaç, bir yerde yerleşmiş ve sabit değildir. Bu özellik, ikincisini tamamlar mahiyettedir.

Bunlar, kötülüğün en üst seviyesindeki özelliklerdir. Öyleki kötülük ve pislik, zarara işaret ettiği gibi kökünden koparılmak ve sabit olmamak da hiç­bir işe yaramadığını göstermektedir.

İkisinin birlikte açıklanmasıyla hak ve batıl sözler arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Öyleki kelime-i tevhid ve iman sözü demek olan hak söz, kuvvet­lidir, devamlıdır ve insanlara fayda sağlar. Buna karşılık şirk ya da küfür sözü demek olan batıl söz, zayıf ve zararlı olup devamlı ve istikrarlı değildir.

Hak söz ehli, müminler, batıl söz taraftarları ise kâfirler ve asilerdir.

Arkasından Allah Tealâ, hak söz ehlinin dünyada ve ahirette maksatlarını elde ettiklerini haber vererek şöyle buyurmuştur: “Doğrusu ahirette, dünyada ağızlarından çıkan, delil ve burhanla kalplerine yerleşen iman sözü sebebiyle Allah’ın cömertliği ve sevabı müminler için devamlıdır.” Bundan maksat şudur: Allah’ı bilme ve O’na itaattaki sebat, Allah Tealâ katında sevap ve cömertliğin devamını gerektirmektedir.

Veya Allah’ın, dünyada Bilâl ve diğer sahabeler gibi çeşitli işkencelere maruz kalmalarına rağmen dinleri hususunda fitneye düşürmeyerek, mümin­leri sabit kılması ve orada onları sağlam bir söz üzerinde tutmasıdır. Öyleki dinleri hususunda fitneyle karşılaştıklarında onların ayakları kaymamıştır. Meselâ Allah, Uhdûd Ashabı’mn işkence ederek dinlerinden çevirmeğe uğraş­tığı, ayrıca testerelerle kesilen, vücutları demir taraklarla taranan kimseleri dinleri üzerinde sabit kılmıştır.

Ahirette sabit kılınmaları ise hesap meydanında inançları ve dinleri sorul­duğunda kemküm etmemeleri ve hasrın o korkunç hâlinin onları şaşkına çevirmemesidir.

Denilmiştir -ki bu görüş meşhurdur- “Bu kavilden maksat, kabir suâli anındaki sebattır. Dünya hayatından maksat; yaşama süresi ve ahiret ise; kıyamet günü ve hesap günü demektir.”

Kütübü Sitte, Berâ b. Azib (r.a.)’den Rasulullah (s.a.)’ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmiştir: “Müslüman, kabirde sorguya çekildiğinde Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğuna şehâdet eder. İşte bu, ‘Allah, müminleri dünya hayatında ve ahirette sağlam bir söz üzerinde tutar.’ ayetidir.” Bu hadisi, Ebû Hureyre (r.a.) de rivayet etmiştir.

Yukarıda geçen aynı hadisi İbni Ebî Şeybe yine Berâ (r)’dan şöyle rivayet etmiştir: O, Rasulullah (s.a.)’ın ayet hakkında şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah’ın kişiyi dünyada sabit kılması, kabirde iki meleğin ona gelip de ‘Rabbin kim1?, Dinin ne?, Peygamberin kim?’ diye sorduğunda ‘Rabbim Allah, dinim İs­lâm, Peygamberim Muhammed (s.a.)’dir’ diye cevap vermesidir.”

Ebu Davud, Osman b. Affân (r.a.)’dan şöyle rivayet etmiştir: “Rasulullah cenazenin defnedilmesini bitirdiğinde yanında durur ve ‘Kardeşiniz için af dileyip, sebatını isteyiniz. Zira o, şu anda sorguya çekiliyor.’ buyururdu.”

Razî şöyle der: “Meşhur olan görüş şudur: Bu ayet, kabirdeki iki meleğin sorgusu, Allah’ın sorgu esnasında mümine hak sözü telkin etmesi ve onu hak üzere sabit kılması hakkında varittir.”[7]

Bundan sonra Allah Tealâ, kâfirlerin âkibetini şu şekilde açıklamıştır: “Al­lah, kâfirlerin sevabını kazanmalarına engel olur.” Veya iman için gerekli olan yeterli hazırlığı yapmadıkları için onları ve sapıklıklarını öylece bırakmış, arzu ve şehvetlerinin peşinde koşmaları için onlara mühlet vermiştir.

Ya da kabirde dinleri ve inançlarından sorguya çekildiklerinde onları tereddüt içinde kemküm eder vaziyette bırakmıştır.

İbni Cerir, İbni Ebi Hatim ve Beyhakî’nin rivayetinde İbn Abbâs (r.a.) şöyle der: “Kâfirin canı alınacağı zaman yanına melekler gelerek yüzüne ve ar­kasına vurmaya başlarlar. Mezara girdiğinde ise oturtularak ‘Rabbin kim?’ diye sorulur. Hiç bir cevap veremez. Allah Tealâ, ona Rabbini hatırlamayı unutturur. Yine ‘Sana gelen peygamber kim?’ diye sorulduğunda ona yol gösterilmez ve yine hiçbir cevap veremez. İşte bu, ‘kâfirleri de saptırır’ aye­tidir.”

Son olarak Allah Tealâ, iki grup hakkındaki mutlak irade ve takdirini beyan ederek şöyle buyurmuştur: “Allah dilerse doğru yolu gösterir dilerse dalâlete düşürür.” İnsanlar, fitnelerle karşılaştıklarında yerlerinde sabit-kadem olamazlar ve ilk darbede ayaklan kayar. İşte bu, onların dünyada sap­tırılmalarıdır. Bu kâfirler, ahirette ise daha çok sapmış ve daha çok ayakları kaymıştır. Sapıklık, gerekli hazırlığı yapmamanın ve nefsin arzularıyla hareket etmenin neticesidir.” [8]

Nimete Nankörlük, Allah’a Eşler Koşmak, Dünya Nimetlerinden Faydalanmalarını Söyleyerek Kâfirleri Tehdit Müminlere Yapılan Namaz Ve İnfak Emri

28-29- Allah’ın verdiği nimeti nankör­lükle karşılayanları ve milletlerini helak olacakları yere, ateşini tadacak- lan cehenneme götürenleri görmüyor musun? Cehennem, ne kötü bir durak- tır.

30- Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşmuşlardı. De ki: Yaşayın bakalım! Hiç şüphesiz varacağınız yer ateş olacaktır.”

31″ Ey Muhammed! İman eden kul- larıma söyle, namazı kılsınlar, fidye ve dostluğun olmayacağı günün gelmesin- den önce, kendilerine verdiğimiz rızık-tan açık ve gizli sarfetsinler.

Açıklaması

Allah Tealâ, bizleri Mekkeli kâfirlerin ve benzerlerinin durumunu hayret­le karşılamaya çağırmaktadır. Öyleki bunlar, Allah’ın, cehennem ateşine gir-melerindeki ilk sebep olan şu iki özelliklerini bildirdiği kimselerdir:

1- “Onlar, Allah’ın nimetine şükür edecekleri yerde nankörlük ederek şük­rü nankörlükle değiştirdiler. Aslında nimete şükretmek aklen ve şer’an zorun­ludur. Fakat onlar, bu zorunluluğu yerine getirmediler ve şükredeceklerine nankörlük edip nimeti inkâr ettiler.” Bunlar, Mekkeli kâfirlerdir. Bu ayet hak­kında İbni Abbâs (r.a.)’dan rivayet edilen sahîh ve meşhur görüş de budur. İbni Kesîr şöyle der: “Ayetin manası bütün kâfirleri içine almaktadır. Zira Allah Tealâ, Muhammed (s.a.)’i âlemlere rahmet, insanlara nimet olarak göndermiş­tir. Kim bu nimeti kabul eder de şükrünü yerine getirirse cennete girer, kim de reddedip nankörlükle karşılarsa cehenneme girer.”

2- Onlar, inkârda ve sapıklıkta kendilerine uyan milletlerini helak olacak­ları yere götürdüler. Orası öyle bir yerdir ki başka bir yok olma söz konusu değildir. Bu, içine girip ateşini tadacakları azap yurdu olan cehennemdir. Cehennem, yerleşilecek ne kötü yerdir.”

İkinci sebep şudur: “Onlar Allah’a, O’nunla beraber ibadet ettikleri ortak­lar koşup insanları da buna çağırdılar. Meselâ hacda şöyle dediler: ‘Lebbeyk, senin hiç ortağın yoktur. Ancak bir ortağın vardır ki, o senindir. Sen, hem onun hem de onun sâhib olduğu şeylerin de sahibisin.”

Üçüncü sebep ise şöyledir: “Onlar, bu yaptıklarının sonucunda kendilerine uyanları saptırmak, onları Allah’ın dininden çevirmek ve küfür bataklığında kalmalarını sağlamak için Allah’a ortaklar, eşler koştular.” “Saptırmak için”, kavlindeki “lam”, âkibet lamı’dır. Çünkü putlara tapmak, sapıklığa götüren bir sebeptir. Bir de onlar, kendilerinin sapıklığını arzu etmediler.

Bundan sonra Allah Tealâ, Peygamberi’nin diliyle onları tehdit ederek şöy­le buyurmuştur: “De ki: ‘Dünya nimetlerinden gücünüz yettiği kadar fay­dalanın.” Zira yaptıklarınızın karşılığı, “döneceğiniz” ve sığınacağınız “yer cehennemdir.'” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Onları az bir süre geçindiririz, sonra da ağır bir azaba sürükleriz.” (Lokman, 31/24). “Onlar için dünyada bir müddet geçinme vardır, sonra dönüşleri Bizedir. İnkârlarına karşılık onlara çetin azap tattıracağız.” (Yunus, 10/70). Bütün bunlara ‘faydalanma’ denilmiş­tir. Çünkü kâfirler, dünya nimetlerini lezzetli bulurlar. Ayrıca ahiretteki cezaya göre dünya, bir faydalanma ve nimetler diyarıdır.

Kâfirlere yapılan tehditlerle ilgili şu ayetler de vardır: “Dilediğinizi yapın.” (Fussılet, 41/40). “Ey Muhammedi De ki: ‘İnkârınla az bir müddet zevk­len. Şüphesiz sen cehennemliksin.'” (Zümer, 39/8).

Kâfirlere ‘Yaşayın bakalım!” şeklinde yapılan tehditten sonra Allah, Pey-gamberi’ne, insanların bedenî ibadet olan namaz kılmayı ve mâlî ibadet olan Allah yolunda harcamayı, infâkı tebliğ etmesini emretmiştir. Allah Tealâ, kul­larına Kendisine itaat etmelerini, hakkını yerine getirmelerini ve mahlûkâtına iyilik etmelerini emreder. Bu itaat, namaz kılmakla, -ki o, yalnız ortağı ol­mayan Allah’a ibadettir- zekât ve sadaka verip, akrabalara ve diğer insanlara yardım ederek Allah’ın verdiği rızıktan infak etmekle gerçekleşir.

Namaz kılmak, “Rükün ve şartlarını tam olarak yerine getirip, vaktinde kılmaya özen gösterek, her ânında huşu içinde namazı edâ etmek” demektir.

Allah’ın verdiği rızıktan infak, hem gizli hem de açıktan olabilir. Beydâvî şöyle der: “Farz ve vacip olan zekât ve sadakaları açıktan vermek, nafile sadakaları gizlemek daha güzeldir.”

“Onlar, kıyamet günü gelmeden önce kendilerini kurtarmak için namaz ve infakta acele etsinler.” Zira kıyamet günü öyle bir gündür ki hiç kimsenin nefsi karşılığında fidye vermesi kabul edilmez. Üstelik o gün affedilmek, bağışlan­mak ve cezadan kurtulmak için dostluk da bir işe yaramaz. Bilâkis orada geçerli olan adalettir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bugün sizden ve inkâr edenlerden fidye kabul edilmez.” (Hadid, 57/15). “Kimsenin kimse namına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye yapılan şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmiyeceği günden korunun.” Bakara, 2/123). “Ey iman edenler! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan, hayra sarfedin. İnkâr edenler, zâlimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2/254). [9]

Kâinat Ve Nefislerde Allah’ın Varlığını Ve Bir Olduğunu Gösteren Deliller

32-33- Gökleri ve yeri yaratan, bulutlardan indirdiği su ile size rızık olarak ekin ve meyveleri çıkartan, emri gereğince denizde yüzmek üzere gemi­leri, nehirleri, belli yörüngelerinde yürüyen ay ve güneşi, geceyle gündüzü sizin buyruğunuza veren Allah’tır.

34- Kendisinden istiyebileceğiniz her şeyi size vermiştir. Allah’ın nimetlerini sayacak olursanız bitiremezsiniz. Doğ­rusu insan pek zâlim ve çok nankördür.

Açıklaması

Allah Tealâ bu ayetlerde mahlûkâtına ihsan ettiği nimetlerini dile getir­erek bunların varlığını ve kudretini göstermesine işaret etmektedir. Bunlar on tanedir:

1- Allah, gökleri düşmekten korunmuş bir tavan olarak yaratmış ve onları yıldızlarla süslemiştir.

2- Yeryüzünü bir döşek olarak ve içindeki pek çok faydalı şeyleri ey insan­lar! Sizin için yarattı.

3- Bulutlardan yağmur indirerek, bu yağmurla cansızken yeryüzüne hayat verdi, ağaçlan ve ekinleri bitirip büyüttü. Yine bu yağmurla renkleri, şekilleri, sat ve kokulan, faydalan çeşitli, meyve ve ekinler vasıtasıyla yemek ve hayat-lanm sürdürmek için insanlann muhtaç olduğu nzıklan çıkardı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Gökten su indiren O’dur. ‘Biz, o su ile türlü türlü, çift çift bitkiler yetiştirdik.'” (Taha, 20/53).

4- Size inşâsını ilham edip suyun üzerinde kalabilmelerini sağlayarak gemileri emrinize âmâde kıldı. Onlar, Allah’ın izni ve dilemesiyle denizde in-sanlan ve yükleri taşıyarak ülkeden ülkeye giderler.

5- Sizin için nehir kaynaklanın fışkırtarak toprağın üstünde kilometreler­ce bu nehirlerin mecralannı hazırladı. Öyleki suyunu içip, ekinlerinizi, ağaç­larınızı ve hayvanlannızı sulayıp ve daha değişik şekillerde onlardan istifâde edesiniz.

6-7- Güneşi ve ayı size boyun eğdirerek, devamlı hareket hâlinde yürümelerini sağladı. İnsan, bitki ve diğer varhklann hayatını olumsuz yönde etkilemesinler diye gece ve gündüz her ikisi de bir an bile bu hareketlerine ara vermezler. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Aya erişmek güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler.” (Yasin, 36/40).

8-9- Gece ve gündüzü peşpeşe ve birbirlerine zıt kıldı. Meselâ kışın geceler uzarken yazın tersi olup gündüzleri uzar. Aynı şekilde kışın gündüzler kısalır­ken yazın da geceler kısalır. Gündüz, çalışıp kazanmak, rızık elde etmek ve dünya ile ilgili işler için aynlmışken, gece uyumak, rahat etmek ve sükûnete kavuşmak içindir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğ­direrek var eden Allah’tır. Bilin ki yaratma da emir de O’nun hakkıdır. Alem­lerin Rabbi olan Allah yücedir.” (Araf, 7/54).

“Allah’ın geceyi gündüze ve gündüzü geceye kattığını, her biri belirli bir süreye kadar hareket edecek olan güneşi ve ayı buyruk altında tuttuğunu bilmez misin?” (Lokman, 31/29).

“Allah dinlenmeniz için gündüzü meydana getirmiştir. Bunlar, O’nun rah­metinden ötürüdür.” (Kasas, 28/73).

10- Ey insanlar! İstenilmesi mümkün olan, ihtiyaç duyulan ve kendisin­den faydalanılan istediğiniz her şeyi size verdi, hatta istemediklerinizi bile size ihsan etti. Veya istediğiniz her şeyden size verdi. Ayet, bütün insanlığa hitab etmektedir. Çünkü Allah, yeryüzündeki her şeyi sizin için yarattı. Onların yerin altından çıkarılmasını, keşif ve icatları insan aklının gelişmesinin ve şehir hayatının tekaddüm etmesinin gereği olarak sizin akıllarınıza bıraktı. Aşama aşama insanoğlu 20. yy’da pek çok alanda buhar, rüzgâr, gaz, petrol, elektrik ve atom gibi enerji kaynaklarının da yardımıyla keşif ve buluşların zirvesine ulaşmıştır.

“Allah’ın size ihsan ettiği nimetlerini sayacak olursanız çokluğu sebebiyle buna güç yetiremezsiniz.” Burada “nimet”, “ihsan etmek, nimet vermek” manasına masdar yerine kullanılmıştır. “Nafaka” ve “infak etmek” lafızları da böyledir. Bu durum, manayı genelleştirmektedir. Çünkü müfred kelime, muzaf olduğunda kapsamlılık ifade etmektedir.

“Size vermiştir” ve “sayacak olursanız” cümleleri, kulların nimetlerin şük­rünü eda etmek bir tarafa onları saymaktan bile aciz olduklarını haber ver­mektedir.

Allah Tealâ, bu büyük nimetleri bildirdikten sonra bunlarla da kalmayıp bilâkis kullarına sayılması imkânsız daha başka nimetler verdiğini “size ver­miştir” ayetiyle beyan etmiştir. Arkasından ise kulların durumunu ve geçimini iyileştirecek ihtiyaç duydukları herşeyi onlara verdiğini açıklamak için sözü “sayacak olsanız” kavliyle bitirmiştir. Talk b. Habib şöyle der: “Allah’ın hakkı, kulların onu yerine getirmesinden daha ağırdır. Nimetleri ise kulların onları sayabilmelerinden çok fazladır. Fakat kullar tevbe ederek sabahlar ve yine tev-be ederek gecelerler.”

Buhari’nin rivayetinde Rasulullah (s.a.) şöyle dua ederdi: “Allahım! Red-dolunmayan, terk olunmayan ve müstağni olunmayan hamd sana mahsustur.”

İmam Şafiî de şöyle demiştir: “Nimetlerinden hiçbirinin şükrünün eda edilemediği, ancak şükretmek isteyene bu şükrü nasib eden nimetin şükrünün edâ edilebildiği Allah’a hamdolsun.”

“Doğrusu insan, şükründen gafil olduğu için nimete haksızlık eder ve son derece nankördür.” “İnsan” kelimesi cins (çeşit ifade eden) isimdir. Bir tek in­san değil, bütün insanlar kastedilmiştir. Yani “insanda, zulüm ve nankörlük şeklinde bu iki özellik vardır. Şükründen gafil olduğundan nimete haksızlık eder, onu inkâr etmesi sebebiyle de nankördür.” demektir.

Dikkat edilmesi gerekir ki Allah Tealâ burada “Doğrusu insan pek zâlim ve çok nankördür.” buyururken Nahl suresinde “Allah’ın verdiği nimetleri sayacak olsanız bitiremezsiniz. Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder.” (Nahl, 16/18) buyurmuştur. İki ayet arasındaki fark şudur: Bu ayetteki söz, insanın nimete nankörlük ve zulüm -ki bu şirk demektir- gibi çirkin özelliklerinin sayılmasına uygundur. Nahl süresindeki söz ise ayette bahsi geçen Allah’ın in­sana nasib ettiği nimetlerinin sayılmasına uygundur. Nitekim Allah’ın ken­disine dönülmesini teşvik etmek için Yüce Zâtını afv ve rahmet sahibi olarak vasıflandırması da bu nimetlerden biridir.[10]

Razî, iki ayet arasındaki fark konusunda şöyle der: “Sanki Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: ‘Ey insan! Pek çok nimeti elde ettiğin anda, bu nimetlere kavuşan sen, veren ise Benim. Nimetlere sahib olurken senin iki özelliğin ön plana çıkar ki bunlar çok zâlim ve çok nankör olmandır. Onları verirken Benim de iki vasfım vardır ki bunlar da bağışlayıcı ve merhametli olmamdır.’ Sanki Allah şunu kasdetmektedir: ‘Sen, çok zâlim de olsan Ben bağışlarım; sen çok nankör de olsan Ben merhamet ederim. Senin aczini ve kusurlarını bilirim de bu hâline karşılık yine de seni mükâfatlandırır, yüz çevirmene, sözünü yerine getirmemene rağmen Ben sana vefa ile mukabele ederim. “[11]

İbrahim (A.S.)’İn Beyt-İ Harâm’a Yönelmiş Vaziyette Yapmış Olduğu Dua

35- İbrahim şöyle demişti: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.”

36- “Rabbim! O putlar, çok insanları saptırdı. Bana uyan bendendir, bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin.”

37- “Rabbimiz! Ben çocuklarımdan kimini, namaz kılabilmeleri için, senin mukaddes evinin yanında, ziraate el­verişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rab­bimiz! İnsanların bir kısmının gönül­lerini onlara meylettir, şükretmeleri için onları ürünlerle rızıklandır.”

38- “Rabbimiz! Doğrusu sen, giz­lediğimizi de açığa vurduğumuzu da bilensin. Yerde ve gökte hiçbir şey Al­lah’tan gizli kalmaz.”

39- “Kocamışken, bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbim duaları işitendir.”

40- “Rabbim! Beni ve çocuklarımdan bir kısmını namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.”

41- “Rabbimiz! Hesap görülecek günde beni, anamı, babamı ve müminleri bağışla.”

Açıklaması

Burada Allahu teâlâ, müşrik Araplara şunu hatırlatmakta ve delil getir­mektedir: Allah’ın yasaklar koyduğu şehir olan Mekke, geçmişten beri yalnız­ca, tek olan, ortağı olmayan Allah’a ibadete hasredilmiştir. İbrahim (a.s.), Al­lah’tan başkasına ibadet edenlerden uzaklaşmış ve Mekke’nin Tevhid akidesinin gölgesinde emniyetli ve istikrarlı bir şehir olması için dua etmiştir. Allah Tealâ şöyle buyuruyor: “Ey Muhammed! İbrahim’in şu duasını milletine hatırlat: Rabbim! Mekke’yi emniyetli ve istikrarlı bir şehir yap. Orada ne kan dökülsün ne de kimse haksızlığa uğrasın.” Gerçekten de Allah, O’nun duasını kabul etti ve orasını insanlar, kuşlar ve bitkiler için emin bir yer kıldı. Bu şehirde kimse öldürülemez, avı avlanamaz, taze ve yeşil bitkiler kopanlamaz ve ağaçları kesilip budanamaz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bizim Mek­ke’yi güven içinde ve mukaddes bir yer kıldığımızı görmediler mi?” (Ankebut, 29/67). “Kim ki oraya girerse emin olur.” (Âl-i İmran, 3/97).

‘Ya Rabbi! Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut” ve tevhid yolu gereğince sırf sana ibadet etmemizi nasib et. Bu dua, Allah Tealâ’ya dua eden kimsenin, kendisine, ana babasına ve çoluk çocuğuna da dua etmesi gerek­tiğini göstermektedir. Allah, İbrahim (a.s.)’in duasını zürriyetinin hepsi için değil de bir kısmı hakkında kabul etti. O, bu duayı Beyt-i Haram inşâ edil­meden önce Hâcer ve süt çağındaki oğlu İsmail (a.s.)’i Mekke’de bıraktığı sırada yapmıştı.

Bundan sonra İbrahim (a.s.), pek çok insanın putlara tapmakla fitneye düşürüldüğünü bildirerek şöyle demiştir: “Ey Rabbim! Şüphesiz putlar, pek çok insanın hidayet yolundan ve haktan sapmasına sebep olmuşlar, hatta insanlar, onlara tapınışlardır.” ‘Saptırma’ fiili putlara nisbet edilmiştir. Çünkü onlar, kendilerine tapılırken meydana gelen sapıklığın sebebi olmuşlardır. Bu bir mecaz metodudur. Zira putlar, hiçbir fiile sahib olamayan cansız varlıklardır.

Kim dinim ve inancımı tasdik eder, sana ve senin bir olduğuna halisane bir şekilde iman ederek yolunda yürürse o benim sünnetim ve yolum üzerin­dedir. Bu ayet, “Bizi aldatan, bizden değildir.” ifadesinde olduğu gibi “sün­netimiz üzerinde değildir.” demektir. “Kim de bana isyan edip onu davet et­tiğim, Senin bir olduğunu ikrar ve Sana şirk koşmama inancını kabul etmezse şüphesiz Sen, onu bağışlayıp tevbesi sebebiyle ona merhamet etmeye kâdirsin-dir.”

Bu ayette apaçık görülmektedir ki İbrahim (a.s.), kâfir olmayan o asiler için bağışlanma ve merhamet dilemiştir. Çünkü o bu ayetin başında “Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut.” diyerek kâfirlerden uzak olduğunu ifade etmiştir. Yine onun ‘Bana uyan bendendir.” sözünden anlaşılmaktadır ki, İbrahim (a.s.)in dinine uymayan İbrahim (a.s.)’in yolunda değildir ve o (a.s.), o kimsenin işlerinin düzelmesine önem vermez. Ayrıca İslâm ümmeti, ‘küfrün cezasının kaldırılmasında şefaat, caiz değildir’ konusunda icmâ etmiştir. Dolayısıyla, “Bana isyan eden kimseyi ise şüphesiz sen bağışlarsın, merhamet edersin” kavli, kâfir olmayan âsîler hakkında şefaati ifade etmektedir.

Abdullah b. Amr (r.a.) rivayet etmiştir ki Rasulullah (s.a.), İbrahim (a.s.)’in, “Rabbim! O putlar, çok insanları saptırdı…” sözünü ve İsa (a.s.)’nm, “Onlara azab edersen, doğrusu onlar Senin kullarındır…” sözünü okudu. Sonra ellerini kaldırarak “Allahım, benim ümmetim; Allahım, benim ümmetim; Al-lahım, benim ümmetim” diyerek ağladı. Bunun üzerine Allah Tealâ “Ey Cibril! Muhammed’e git. -Rabbin en iyisini bildiği halde- Niçin ağladığını sor” buyur­du. Cibril (a.s.), Rasulullah (s.a.)’a geldi ve niçin ağladığını sordu. Rasulullah (s.a.) ona söylediklerini bildirdi. Bunun üzerine Allah Tealâ şöyle buyurdu: “Muhammed’e git ve de ki: ‘Doğrusu Biz, seni ümmetin hakkında razı kılacağız ve başına kötü bir şey getirmeyeceğiz.”

Arkasından İbrahim (a.s.), Beyt-i Harâm’ın inşâsından sonra ikinci defa dua etti. Çünkü O (a.s.), bu duasında “Senin mukaddes evinin yanında” demiş­ti. Bu dua, Kabe’nin binasından önceki birinci duadan sonraydı. İbrahim (a.s.), bu ikinci duasında şöyle demiştir: “Ey Rabbimiz! Ben neslimden bazılarını -ki bunlar İsmail (a.s.) ve onun neslidir- musallat olmayı, saldırmayı ve küçüm­semeyi haram kıldığın ve ehlinin yanında namaz kılmaları için onu mukaddes ilan ettiğin evinin yanında ekin bulunmayan bir vadi olan Mekke vadisine yer­leştirdim. İnsanlardan bir kısmının gönüllerini şevkle ve muhabbetle oraya meylettir. Onlar onu görmeye koşup, özlem duysunlar.”

İbn Abbâs (r.), Mücâhid, Saîd b. Cübeyr ve diğer alimler şöyle der: “Eğer İbrahim (a.s.), ‘İnsanların gönüllerini’ deseydi İranlısı, Romalısı, Yahudisi, Hristiyanı bütün insanlar oraya koşar ve müthiş bir izdiham yaşanırdı. Fakat O “İnsanların bir kısmının” demiş ve sadece müslümanlan kastetmiştir.”

“Neslimi, diğer ülkelerde bulunan çeşitli sebze, meyve ve mahsullerle rızıklandır da sana itaat ederken bunlardan yararlansınlar. Bir de burası, ziraate elverişsiz bir vadidir. Onlara yiyecekleri meyve, sebze ve mahsûller nasib et.”

Allah, İbrahim (a.s.)’in duasını kabul etti. Zira O, şöyle buyurmuştur: “On­ları katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürününün toplandığı güvenli ve mukaddes bir yere yerleştirmedik mi?” (Kasas, 28/57). Allah’ın fazl u keremi, ihsanı ve rahmeti gerçekleşti. Mekke’de mahsul veren bir tek ağaç olmamasına rağmen çevresindeki ülkelerden dört mevsimin çeşitli meyve, sebze ve mahsûl­leri Allah dostu İbrahim (a.s.)’in duasının kabulü neticesinde orada toplanmak­tadır.

“Onları”, verdiğin pek çok nimetine “şükretmeleri için” veya namaz kılarak, çok ibadet ederek sana şükretmeleri umuduyla “çeşitli mahsullerle rızıklandır.” Bu ayet, dünyadaki faydaların sadece ibadet ve tâatı yerine getir­mede yardımcı unsur olarak kullanılması için elde edildiğini îmâ etmektedir.

“Rabbimiz! Sen, bu dualarımdaki maksadımı biliyorsun. Ben, Senin rızana kavuşmayı ve Sana karşı ihlaslı olmayı arzu ediyorum. Sen, bizim halimizi ve maslahatımızı daha iyi bilirsin. Her şeyin içine de dışına da vakıfsın. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey sana gizli değildir. Aslında bizim, Senden istememize gerek yoktur. Sana sadece kulluğumuzu göstermek, rahmetine ne kadar muh­taç olduğumuzu belirtmek ve katındaki nimetlere çabucak ulaşmak için dua ediyorum.”

“Ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’ın ilmi dışında değildir. Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi de O bilir.” Bu kavil, Allah Tealâ’nın kelâmıdır ve İb­rahim (a.s.)’i tasdik etmektedir. “İşte böyle davranırlar.” (Nemi, 27/39) kavli de böyledir. Veya İbrahim (a.s.)’in sözünün devamıdır. Yani “Her yerdeki hiçbir şey görülen ve görülmeyeni bilen Allah’ın ilmi dışında değildir.” demektir. “Min” kavli, kapsamlılık ifade eder. Sanki “ne olursa olsun hiçbir şey Allah’ın ilmi dışında değildir.” denmiştir.

Arkasından İbrahim (a.s.) yaşlandıktan sonra kendisine çocuk nasib eden Rabbine hamdetti: “Bütün hamd ve şükürler yaşlandıktan ve çocuktan ümit kes­tikten sonra bana çocuk nasib eden Allah’a mahsustur. O, bana iki evlat, İsmail ile annesi Hâcer’i ve İshak ile annesi Sâre’yi ihsan etmiştir.” İsmail, İshak (a.s.)’dan önce zikredilmiştir. Çünkü o, İshak’tan 13 yıl büyüktü. Denilmiştir ki: “İbrahim (a.s.), İsmail doğduğunda 99, İshak doğduğunda ise 112 yaşındaydı.”

“Yaşlanmışken”. Çünkü bu yaştaki bir insana çocuk verilmesi daha büyük bir nimettir. Öyle ki ümitsizlik anında ihtiyacın giderilmesi en büyük nimetler­den birisidir. Bir de ilerlemiş yaştaki bu doğum, İbrahim (a.s.) için bir mucizeydi.

“Doğrusu Rabbim Allah, duamı ve sözlerimi işitir, Kendisine dua edenleri karşılıksız bırakmaz. Açıklasam da açıklamasam da O, maksadımı bilir.” İb­rahim (a.s.), duasını açıklama ve beyan etme babından değil de işaret ve kinaye kabilinden zikrettiği için bu sözü söylemiştir.

“Rabbimiz! Doğrusu sen, gizlediğimizi de… bilirsin” kavliyle “Bana İsmail ve İshak’ı veren Allah’a hamdolsun” kavli arasında Allah Tealâ’ya karşı son derece edepli olmayı gözetmek şeklinde bir münasebet söz konusudur. İbrahim (a.s.) Allah’tan, kendisi öldükten sonra hanımı Hâcer’e ve oğlu İsmail’e yar­dımını talep etmek istiyordu. Fakat bu isteğini dile getirmedi. Bilakis “Ya Rab! Doğrusu sen, bizim kalplerimizde ve vicdanlarımızda olanı biliyorsun.” dedi. Arkasından ölümünden sonra neslinin durumunu methetti. Bu, vefatından sonra hanımı ve çocuğu için yaptığı, işaret ve kinaye kabilinden hayır ve yar­dım duası idi.

Bu da -Razî’nin de dediği gibi- göstermektedir ki ihtiyaç anında hamd-ü sena ile uğraşmak, duadan daha faziletlidir.

Buharî, Bezzâr ve Beyhaki’nin İbn Ömer (r.a.)’den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), Rabbinin şöyle buyurduğunu naklederek, şöyle demiştir: “Benden isteyeceği yerde zikrimle uğraşan kimseye isteyenlerden daha üs­tününü veririm.”

Bundan sonra İbrahim (a.s.), Allah’a şükrü gösteren bir ifadeyle dua ederek şöyle demiştir: “Rabbim! Beni, namazıma devam edip”, hududunu gözeterek onu en mükemmel şekilde “kılanlardan eyle.”

Aynı şekilde “neslimden bazılarını da namaz kılanlardan eyle.” Çünkü teb’îz (bazılık) içindir. Namaz, imanın alâmeti ve nefisleri çirkin ve kötü işler­den temizlemeye vesile olduğu için özellikle zikredilmiştir.

“Ya Rabbi! Dualarımı kabul et.” Veya ibadetlerimi kabul et. İbni Abbâs (r.a.), şu ayeti delil getirerek ikinci manayı tercih etmiştir: “Sizi Allah’tan baş­ka taptıklarınızla bırakıp çekilir…” (Meryem, 19/48).

Kütübü Sitte’nin Numan b. Beşîr’den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.), “Dua ibadettir.” buyurmuş sonra şu ayeti okumuştur: “Rabbiniz: ‘Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.’ buyurmuştur.”

“Ey Rabbimiz! Hesabın sabit olup, kullarının yaptıkları iyi ve kötü amel­lere karşılık hesaba çekilecekleri günde benim, ana babamın ve bütün mümin­lerin günahlarını örtüp, hepimize müsamaha et.”

Hasen şöyle der: “İbrahim (a.s.)’in annesi mümin idi. Onun babası için mağfiret dilemesi ise ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı ol­duğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur.”

“İbrahim’in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah’ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu ib­rahim çok içli ve yumuşak huylu idi.” (Tevbe, 9/114).

İbrahim (a.s.)’in kendisi için dua etmesi, onun günah işlemiş olmasını gerekli kılmaz. Bundan maksat sadece Allah Tealâ’ya sığınmak ve fazl-ı keremine, ihsanına ve rahmetine güvenmektedir. [12]

Kıyamet Ve Kıyametin Azabı

42- Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıkların­dan habersiz sanma, gözlerin dışarı fır­layacağı güne kadar onları ertelemek­tedir.

43- O gün başları kalkmış, gözleri ken­dilerine dönemeyecek şekilde sabit kal­mış, gönülleri bomboş halde koşup duracaklardır.

44-45- Ey Muhammedi İnsanları, ken­dilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler: ‘Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de dave­tine uyalım, peygamberlere uyalım’ derler. Siz daha önce sonunuzun gel­meyeceğine yemin etmemiş miydiniz! Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara, yaptık­larımız da sizlere açıklanmıştı. Size misaller de vermiştik.

46- Şüphesiz onlar, düzenlerini kur­dular, oysa dağları yerinden oynatacak olsa bile, bu düzenleri hep Allah’ın elin­deydi.

47-48- Yerin başka bir yerle, göklerin de başka göklerle değiştirildiği, her şeye üstün gelen tek Allah’ın huzuruna çık­tıkları günde, sakın Allah’ın peygamber­lerine verdiği sözden cayacağını sanma. Doğrusu Allah, güçlüdür, öc alandır.

49- O gün, suçluları zincirlere vurulmuş olarak görürsün.

50- Gömlekleri katrandan olacak, yüz­lerini ateş bürüyecektir.

51- “Allah herkese yaptığının karşılığını ” vereceeri için bövledir. Do&rusu Allah vereceği için böyledir. Doğrusu Allah

52- Bu Kur’an, onunla uyarılsmlar ve tek bir ilâh bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insan­lara tebliğ edilmiştir.

Açıklaması

“Ey Muhammedi İnsanlara mühlet verip, kıyamet gününe kadar azap­larını geciktirdiği zaman sakın Allah’ın onlardan habersiz olduğunu, onları kendi hallerine bıraktığını, yaptıklarına karşılık onları cezalandırmayacağını sanma. Bilâkis O, bütün yaptıklarını bilir ve yapılanları saydıkça sayar.” Bu ayet, Allah Tealâ’nm mazlum için zalimden intikam alacağına dikkat çekerek kıyamet gününün var olduğunu ispat etmektedir.

Bu ayet, her ne kadar şeklen Rasulullah (s.)’a hitap etmekte ise de “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” üslubuyla asıl maksat ümmetidir. Yine bu ayet müminleri teselli etmekte zalimleri ise tehdit etmektedir. Öyleki Allah, yaptıkları işleri bilmektedir. Münasip bir zamanda zulümlerinin karşılığını on­lara verecektir. Onların cezalandırılmaları yakındır, bundan asla kurtuluş yok­tur. Çünkü onlardan kaynaklanan zulmü bilmek, onların cezalandırılmalarını zorunlu kılmaktadır.

Bundan sonra Allah Tealâ, o zalimlerin cezasını aşağıda özellikleri zik­redilen bir güne ertelediğini açıklamıştır.

1- O gün gözler açık, kirpikler oynamayacak şekilde dona kalır. Yani, Al­lah onlara çok korkunç bir güne kadar mühlet verir. Vaziyetin korkunçluğun­dan dolayı o gün gözler açıktır. Korku, şaşkınlık ve dehşet sebebiyle ne kır-pılabilir ne de yumulabilir. Arkasından Allah, kabirlerinden nasıl kalktık­larını, mahşere doğru ne şekilde koştuklarını anlatarak şöyle buyurmuştur:

2- “O kâfirler, kabirlerinden mahşere doğru zelil, zayıf ve zebun olarak süratle gelirler.” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “O çağırana koşarak” (Kamer, 54/8) “O gün hiçbir tarafa sapmadan bir davetçiye uyarlar. Sesler Rahmanın heybetinden kısılmıştır, ancak bir fısıltı işitirsin.. İnsanlar, diri ve her an mah-lûkâtınıgözetip duran Allah’a boyun eğmiştir…” (Taha, 20/108-111) “Kabirlerin­den çabuk çabuk çıkacakları gün…” (Mearic, 70/43).

3- “Başlarını kaldırıp zelil ve boyun eğmiş bir biçimde bakarlar. Hiçbir şeyi gözleri görmez.”

4- “İçinde bulundukları şiddetli korku ve dehşet sebebiyle gözlerini kırp­mazlar. Bilâkis gözleri devamlı açık olup, bir noktada donup kalmıştır. Onları ne hareket ettirebilir ne de yumabilirler.” Bu vasıf, gözlerinin fal taşı gibi açıl­dığını, hiç kapanmadığım göstermektedir.

5- “Korku sebebiyle kalpleri bomboş kalmış, kuvvetini yitirmiştir. Sadece ızdırap duyup sıkıntı hissederler.” Bundan maksat şudur: İçinde bulundukları büyük şaşkınlık sebebiyle kâfirlerin kalpleri hiçbir şey düşünemezler. Vadedilen cezanın gerçek olduğunu anladıkları için bir şey ümid edecek halleri yoktur ve aşırı üzüntü yüzünden sevinç hissedecek durumda da değildirler.

Bütün bu vasıflar hesap anında gerçekleşecektir. Çünkü Allah Tealâ bun­ları, o günün hesap görülecek gün olduğunu bildirdikten sonra zikretmiştir.

Burada Allah Tealâ, korkunç hâli gördükleri zaman o azaba uğrayacak­ların ne diyeceklerini bildirerek şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Bütün in­sanları kıyamet gününün korkunç azabıyla korkut. O gün kendilerine zul­medenler azabın gerçek olduğunu anladıkları zaman sabırsızlık gösterip telaş­lanarak umutsuzca şöyle derler: “‘Ey Rabbimiz! Bizi dünyaya geri döndür. Sana dönmeye yakın bir zamana kadar, bize mühlet ver de tevhid akidesine yaptığın daveti kabul etmek, Sana ihlasla ibadet etmek ve peygamberinle gön­derdiklerine uymak gibi daha önce dünyada kaçırdığımız şeyleri ifâ edelim.”. Yine bu hususta Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyilerden olsam…” (Munafikun, 63/10). “Onlardan birine ölüm gelince ‘Rabbim! Beni geri çevir, belki yapmadan bıraktığımı tamamlar, sâlih amel yaparım’ der.” (Müminun, 23/100).

Allah Tealâ onları azarlayıp kınayarak tekliflerini şöylece reddeder: “Siz bu durumdan önce, “dünyadayken” öldüğünüz zaman dünyada kalacağınıza başka bir yurda taşınmayacağınıza, ahiret hayatının ve dünyada yapılan amel­lerin karşılığının olmadığına “yemin etmiyor muydunuz!” Yani öldükten sonra dirilmeyi ve hesaba çekilmeyi inkâr ediyor, başka bir hayata intikal et-miyeceğinizi iddia ediyordunuz. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “‘Ölen kimseyi Allah’ın diriltmeyeceği üzerine bütün güçleriyle Allah’a yemin ederler.'” (Nahl, 16/38). İnkârınız yüzünden bu azabı tadın bakalım! “Üstelik zulmün ve bozuk­luğun içinde yaşadınız, kendilerine zulmedenlerle yarenlik ettiniz, onların yolundan gittiniz. Hem de bütün bunları yalanlamaları, inkârları ve hak davetinden alıkoymaları sebebiyle onları helak ettiğimizi, cezalandırdığımızı size açıklamamıza, bunları görmenize rağmen yaptınız. Bu yetmiyormuş gibi onlara yapılan azabın izlerini bizzat gördünüz, sonlarının kötü ve rezillik olup, cezayı icâb ettirdiğini anladınız. Size misaller de vermiştik. Bunlar, Allah’ın yoktan var etmeye kadir olduğu gibi tekrar diriltmeye de kadir olduğunu, hemen helak ettiği gibi azabı tehir etme hususunda zikrettiği açıklamalardır. Bu misaller Kur’an’da pek çoktur. Fakat siz öğüt ve ibret almadınız. Onların başına getirdiklerimiz size engel olamadı. Nasıl olur da dünyaya dönmeyi ve tevbe için mühlet verilmesini istiyorsunuz! Artık iş işten geçmiştir.”

Bundan sonra Allah Tealâ, onların durumlarının öncekilere benzediğini açıklayarak şöyle buyurmuştur: “Kendilerine zulmedenlerin yurtlarında otu­ran o kimselerin durumu önceki kâfirlerin durumundan farklı değildi. Zira on­lar hakkı ortadan kaldırıp batılı yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gay­reti göstererek düzenlerini kurdular. Allah, onların düzenlerini bilmektedir. Veya bu tuzaklarının karşılığını onlara verecektir. Onların her yaptıkları bilin­mekte ve kaydedilmektedir. Allah, bu yaptıklarının karşılığını âdil olarak vere­cek ve onları şiddetli bir hesaba çekecektir.”

Arkasından Allah Tealâ intikamını alacağı vakti açıklamıştır: “Allah Tealâ, düşmanlarından intikam alır. Bu sözü, yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklere değiş­tirildiği gün gerçekleşecektir.” “Birbirinden büyük düzenler kurdular.” (Nuh, 71/22). ayetine gelince, onların tuzaklarıyla dağların yerinden oynaması im­kânsızdır. “Sabit dağlar” kavlinden maksat “Allah’ın ayetleri ve kanunları”dır. Çünkü onlar, sabitlik ve devamlılık bakımından yerine çakılmış dağlar mesabesindedirler. Onların Allah’a şirk koşup inkâr ederek kendilerine yaptık­ları bu kötülük ne dağlara ne de başka bir şeye zarar verebilir. Bu zarar ancak kendilerinedir ve sadece onları etkiler. Ayet, onların hile ve tuzaklarını küçüm­semekte ve değersiz kılmaktadır. Bu hile ve tuzaklar, dağlar gibi sabit olan ayet ve delilleri ortadan kaldıramaz, peygamberliği batıl kılamazlar. Dağlar yerinden oynamaz. Fakat bu, bir şeyi büyük göstermek ve nasıl olduğunu an­latmak için kullanılan mecazî bir ifadedir.

“Durum böyle olunca ey peygamber! Sakın Allah’ın, peygamberlerine ver­diği sözden cayacağını sanma. Bilâkis O, onlara verdiği sözü yerine getirecek­tir.” Ayet, peygamberlere yardım ve zalimlere azap hususundaki Rabbinin sözüne Rasulullah (s.a.)’ın ümmetinin güvenini pekiştirmektedir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Allah ‘Andolsun ki Ben ve peygamberlerim üstün geleceğiz.’ diye yazmıştır. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.” (Mücadele, 58/21). “Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve müminlere dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Gafir, 40/51). Buradaki “Sakın sanma” ayeti, “Dünya hayatında ve şahitlerin şahitlik edecekleri günde size Allah’ın yardımı” şeklinde ifade edilen bu ayeti açıklayıp pekiştirmektedir.

“Doğrusu Allah, izzet ve kudret sahibidir. İstediği ve cezalandırmayı dile­diği hiçbir şey Onu aciz bırakamaz ve mutlaka gerçekleşir. O, Kendisini inkâr eden veya başka ilâhları ortak koşanlardan öç alır.” Bu ayetin manasına uygun bir son olup, peygamberlere verilen sözün yerine getirilmesi hususundaki şid­detli arzuyu pekiştirmektedir.

Bundan sonra Allah Tealâ intikam alacağı zamanı bildirerek şöyle buyur­muştur: “Allah Tealâ düşmanlarından intikam alır. Bu sözü yerin başka bir yerle değiştirilip, bilinen alışılmış halinin dışında bir hal aldığı, göklerin de başka göklerle değiştirildiği gün gerçekleşecektir. Mevcut olan bu yeryüzü, yayılan duman gibi olur. Göğün ise yıldızları, güneşi ve ayı bir tarafa dağılır.”

Buharı ve Müslim’de Sehl b. Sa’d (r.a.)’dan, Rasulullah (s.a.)’m şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “İnsanlar, kıyamet gününde iyi undan yapılmış ekmek çöreğine benzeyen çiğnenmemiş beyaz bir toprak parçası üzerinde haş-rolunacaklardır. Orada hiç kimseyi tanıtan bir alâmet yoktur.” İmam Ahmed, Müslim, Tirmizî ve İbni Mace’nin rivayetinde Âişe (r.a.) şöyle der: “Rasulullah (s.a.)’a, “48.” ayetin hakkında ‘Ya Rasulallah! O gün insanlar nerededir?’ diye sordum. Rasulullah (s.a.) ‘Sırat üstündedirler.’ buyurdu.”

Alimler, yerin ve göklerin değiştirilmesi hakkında farklı görüşler ileri sür­müşlerdir. Denilmiştir ki: “Yerin ve göklerin özellikleri değiştirilir. Dağları yer­lerinden oynatılır, denizleri kaynatılarak düz hale getirilir. Orada hiçbir eğ­rilik, yüksek yer, “Emet” küçük tepe, inişli çıkışlı yol görülmez.”

İbni Abbas (r.a.) şöyle der: “O, aynı yeryüzüdür. Ancak değiştirilecektir. Gök ise yıldızlan saçılarak, ay ve güneşi tutularak, ayı yarılarak değiştirilecektir.”

Yine denilmiştir ki: “Allah, şu anki yer ve göklerin yerine başka yer ve gökler yaratır.”

İbni Mesûd ve Enes (r.a.)’den rivayet edilmiştir ki: “İnsanlar, hiç kimsenin hata işlemediği beyaz bir yer üzerinde haşrolunacaklardır.”[13]

Alimlerin açıklamış oldukları kainat sistemi çözülecek, gökler başka gök­ler yer başka yer olacaktır.

“Bütün mahlûkât, her şeye galip gelen ve bir olan Allah’ın hükmünü bek­lemek için kabirlerinden çıktılar.” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “‘Bugün hükümranlık kimindir1?’ denir. Hepsi ‘Gücü herşeye yeten tek Allah’ındır’ der­ler. ” (Gafir, 40/16). Bu ayet, kâfirleri korkutmaktadır.

Allah Tealâ, kendisinin her şeye galip olduğunu bildirince insanların aciz­liğini ve huzurundaki zelîl hallerini de açıklayarak onların bazı özelliklerini zikretmiştir:

1- Suçlular, zincire vurulmuşlardır: “Ey Muhammedi İnkârları ve bozgun­culukları sebebiyle suçlu olanların kelepçe veya bukağılarla birbirlerine bağlan­mış olduklarını görürsün.” Birbirlerine benzeyenler veya şekilce bir olanlar bir araya toplanırlar. Hepsi sınıf sınıf ayrılırlar. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “İlgililere şöyle emredilir: ‘Zulmedenleri, onlarla işbirliği edenleri derleyin.'” Saffat, 37/22). “Müminler hurilerin, kâfirler ise şeytanların yanına getirilirler.” Tekvîr, 81/7). “Onlar ve azgınlar tepetakla (cehennemin) içine atılırlar.” (Şuara,

26/94).

2- “Gömlekleri katrandandır.” Maksat şudur: Cehennemliklerin derileri katranla sıvanır, aynı üzerlerine giydikleri gömlek gibi olur. Böylece şu dört azabı birden görmüş olurlar: a) Katranın yakıcılığı, b) Katran sebebiyle ateşin derilerine daha çabuk ulaşması, c) Katranın iç karartan korkutucu rengi, d) Pis kokusu. Üstelik kıyametin katranıyla dünyadaki katran arasındaki fark, ikisinin ateşi arasındaki fark gibidir.”

3- “Yüzlerini ateş bürüyecektir.” Yüz, vücudun en şerefli azası olduğu için beden yerine zikredilmiştir. Şu ayetler, buna misaldir: “Ateş onların yüzlerini yalar, dişleri sırıtıp kalır.” (Muminun, 23/104). “Kıyamet günü kötü azaptan yüzünü korumaya çalışan kimse, güven içinde olan kimse gibi midir?” (Zümer, 39/24). “Ateşe yüzüstü sürüldükleri gün, onlara ‘Cehennemin dokunan azabını tadın.’ denir.” (Kamer, 54/48).

Bundan sonra Allah Tealâ, amellerin “cezasını” karşılıklarının niçin veril­diğini açıklayarak şöyle buyurmuştur: “Allah Tealâ, bütün bunları kıyamet gününde herkesi yaptıkları iyilik ve kötülükleri uygun karşılıklarla mükâfat­landırıp cezalandırmak için yaptı. Böylece suçluları veya kâfirleri inkârları ve isyanlarından dolayı cezalandırır, müminleri ise iman ve itaatları sebebiyle sevaba eriştirir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “O kötülük yapanlara işlerinin karşılığını verir; iyi davrananlara işlediklerinden daha iyisiyle karşılığını verir.”(Necin, 53/31).

Arkasından Allah Tealâ şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah Tealâ, bütün kul­ları çok çabuk hesaba çeker.” Bu müddet, hadiste belirtildiği gibi dünya gün­lerinden bir gündüzün yansı kadardır. O, insanlara haksızlık etmez, hak ettik­lerinden fazla cezalarını arttırmaz. O, hesap işini çabucak bitirir. Çünkü her şeyi bilmektedir ve hiçbir şey Ona gizli değildir. Mahlûkâtın hepsi O’nun kud­reti karşısında tek bir kişi gibidir. Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Ey insan­lar! Sizin yaratılmanız ve tekrar diriltilmeniz tek bir nefsin yaratılması ve tek­rar diriltilmesi gibidir.” (Lokman, 31/28). O, her şeyin miktarını çok çabuk bilir.

Sonra Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Bu, Kur’an, insanlara bir tebliğ ve yeterli bir öğüttür.” Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: “Sizi ve ulaştığı kimseleri uyarmam için…” (En’am, 6/19). O, insan ve cinlere, bütün yaratılanlara tebliğ edilmiştir.”

“Onları ceza ile uyarması ve azaptan sakındırması için” Bu kavil, bir mahzûfa matuftur. Yani bu tebliğden nasihat alıp, onunla uyarılsmlar diye, demektir.

Bu Kur’an içindeki, Allah’tan başka ilah olmadığını gösteren burhan ve hüccetleri delil göstersinler diye ve akıllı kimseler, öğüt ve ders alsınlar diye insanlara tebliğ edilmiştir. Bu tebliğin üç faydası vardır: 1- Allah’ın azabıyla korkutup sakındırmak, 2- Onunla Yaratanın varlığına ve birliğine delil getir­mek, 3- Öğüt alıp, insanı ilgilendiren bütün işleri düzene koymak.

Kuran

İbrahim Suresi

Tefsir’ül Münir ( Vehbe Zuhayli ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.