Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

14 – İbrahim Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

(Mekke’de İnmiştir. Elliiki Âyettir) el-Hasen, İkrime ve Câbİr’in görüşüne göre bütünüyle Mekke’de inmiş­tir. İbn Abbas ve Katade ise bundan iki âyet müstesnadır, onlar Medine’de inmişlerdir, derler, Üç âyet müstesnadır da denilmiştir. Bu üç âyet-i kerîme Allah ve Rasûlüne karşı savaş açan kimseler hakkında inmiştir ki; bunlar da yüce Allah’ın: “Allah’ın nimetini küfür ile değiştiren… varacağınız yer şüp­hesiz ateş olacaktır” (28-30. âyetler) buyruktandır.

14 – İbrahim Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

İbrahim Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman Ve Rahim Allah’ın Adı Île

  1. Elif, Lâm, Râ. Bu, insanları Rabblerinİn İzniyle, karanlıklardan nura, Aziz, Hamîd olanın yoluna çıkarman için sana indirdiği­miz bir kitaptır.

Yüce Allah’ın: “Elif, Lâm, Râ. Bu… sana indirdiğimiz bir kitaptır” buy­ruğunun anlamına dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

“Bu, İnsanları Rabblerinİn izniyle” onlara muvaffakiyet vermesi ve lüt­fü ile “karanlıklardan” küfrün, sapıklığın, bilgisizliğin karanlıklarından, iman ve ilmin aydınlığı demek olan “nûr’a…” onları Kur’ân-ı Kerîm’e davet etmen suretiyle “çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”

Bu buyrukta “karanlık” ile “nur” bir temsildir. Çünkü küfür karanlık gibi­dir, İslâm da nur gibidir. Bu buyruk bid’atten sünnete, şüpheden yakîne di­ye de açıklanmıştır. Bu açıklamalar birbirlerine yakındır.

“Rabblerinin izniyle” buyruğundaki “be” harfi; “Çı­karman” fiiline taalluk etmektedir. Burada fiilin Peygamber (sav)e izafe’ edilmesinin sebebi, davet edenin, uyarıp hidayete çağıranın kendisi oluşun­dan dolayıdır.

“Aziz, Hamid olanın yoluna” buyruğunun da -araya “vav” harfi getirmek­sizin- gelmesi; “Akıllı, faziletli Zeyd’in yanına git­tim” demeye benzer. “Vav” harfinin getirilmeyiş sebebi ise her iki sıfatın da aynı kişiye ait oluşundan dolayıdır.

Şanı yüce Allah; misli ve benzeri olmayan Azîz’dir.

“Aziz”in hiçbir kimsenin mağlup edemediği kimse anlamında olduğu söylendiği gibi, mülk ve saltanatında kendisine erişilemeyen, O’na zarar ve­rilemeyen anlamında olduğu da söylenmiştir. “Hamîd” ise her dilde kendi­sine lıamd edilen, her yerde ve her durumda şanı ve şerefi övülen, yücelti­len kimse demektir.

Miksem’in, îbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Meryem oğ­lu isa’ya iman eden bir topluluk ve onu inkâr eden bir topluluk vardı. Mu-hammed (sav) peygamber olarak gönderilince, İsa’yı inkâr eden kimseler ona iman etti. Buna karşılık İsa’ya iman edenler de onu İnkâr etti. Bunun üzeri­ne bu âyet-i kerîme indi. Bunu el-Maverdî nakletmektedir.[2]

  1. O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O’nundur. Şiddet­li azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!
  2. Onlar dünya hayatını, âhiretten daha çok sevenler, Allah’ın yo­lundan alıkoyanlar, onun eğrilmesini isteyenlerdir. İşte onlar uzak bîr sapıldık içindedirler.

“O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi” mülkiyetleriyle, kul ola­rak, yoktan var edilmeleri ve yaratılmaları itibariyle “hepsi O’nundur.” Nâfi’, İbn Âmir ve başkaları “Allal;” lafzını mübtedâ olarak merfu;… ki” lafzını da onun haberi olarak okumuşlardır. (“Allah göklerde… kendisinin olandır” demek olur). Bunun sıfatı olduğu, haberinin ise gizli olduğu da söy­lenmiştir. Yani göklerde ve yerde ne varsa, hepsi kendisinin olan Allah her-şeye kadirdir.

Diğerleri ise (bir önceki âyet-i kerîmede geçen): “Azîz, HakiirTin sıfatı ola­rak esreli okumuşlardır. Ancak sıfatı mevsuftan önce zikretmiştir. Bu da; ” Zarif Zeyd’e uğradım” demeye benzer.

Bu şekilde esreli okuyuşun “Hamîd’in bedeli olduğu ve sıfat olmadığı da söylenmiştir. Çünkü “Allah” ism-i celali özel isim gibi olduğundan burada vasfedilmez. Nitekim Zeyd ve Amr kelimelerinin de sıfat olarak kullanılmadığı gibi. Bununla birlikte mana itibariyle sıfat olarak getirilmesi mümkündür. Çün­kü bu, var etmek kudretine tek başına sahip demektir.

Ebu Amr da der ki: “Allah” lafza-i celalinin esreli okunması takdim ve te’hi-re göre olup, bu ifadenin takdiri;

“Göklerde bulu­nanlarla, yerde bulunanlar kendisinin olan Aziz ve Hamid Allah’ın yoluna…” şeklindedir.

Ya’kub “el-Hamîd” üzerinde vakıf yaptığı takdirde “Allah” lafzını ref ile okur, vasıl ile okuduğunda İse sıfat olarak esreîi okurdu. İbnu’l-Enbarî der ki: Bunu esreli okuyan; “Yerde ne varsa…” buyruğu üzerin­de vakıf yapar.

“Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!” buyruğunda geçen “veyb vay’ın anlamı İle ilgili açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/79-âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. ez-Zeccâc der ki: Bu kelime azaba uğramak ve helak oluş dolayısıyla kullanılan bir sözdür.

“Şiddetli azap” dan kasıt ise cehennemdeki azaptır. -“Onlar dünya hayatını âhiretten daha çok sevenler…” yani dünya ha­yatını âhirete tercih edenler… dir. İşte kâfirler böyle yapar.

Bu buyruktaki: “Onlar” kelimesi kâfirlerin bir sıfatı olarak cer ma-hallindedir. Haber mevkiinde merfu olup mübtedânın saklı olduğu da söy­lenmiştir. Yani “onlar… enlerdir.” Bir diğer açıklamaya göre; ” Onlar sevenlerin mübtedâ, ” İşte onlar…dirler”lafzınm ise haberi olduğu da söylenmiştir.

Kısacası; dünya hayatını ve güzelliğini tercih edip dünya nimetieri arasın­da kalmayı âhiretin nimetlerine üstün tutan, Allah yolundan alıkoyan, yani insanları İbn Abbas ve diğerlerinin görüşüne göre bütün peygamberlerin getirdiği Allah’ın dini oian bu dinden alıkoyan herkes, bu âyet-i kerîmenin kap­samı içerisindedir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ümme­tim hakkında en çok korktuğum şey saptırıcı yöneticiler ve önderlerdir. “[3] Bu, sahih bir hadistir. Bu dönemlerde bu gibi kimselerin sayılan ne kadar da çoktur! Kendisinden yardımcı olmasını dilediğimiz yüce Allah’tır.

“Sevenler”in dünyayı uygun olmayan yollardan elde etmeye çalışanlar an­lamında olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah’ın nimeti ancak O’na ita­at ile aranmalıdır, O’na masiyet ile aranamaz.

“Onun eğrilmesini isteyenlerdir.” Yani onlar hevâlanna uygun düşsün, ihtiyaç ve maksatlarını gerçekleştirsin diye bu yolun eğrilmesini, sapmasını isterler.

Yol (sebil) müzekker olarak da kullanılabilir, müennes olarak da.

Eğrilik (el-ivec) ise “ayn” harfi esreli olarak dinde herhangi bir işte, yer­de ve dikey durmayan herbir eğri şey hakkında kullanılır. “Ayn” harfi üstün olarak (avec) ise duvar, mızrak ve buna benzer dikey olan şeylerdeki eğri­lik hakkında kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden Al-i İmran Sûresi’nde (3/99. âyetin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

“İşte onlar uzak bir sapıklık içindedirler.” Hak’tan alabildiğine uzak bir sapıklık içerisinde gitmektedirler.[4]

  1. Biz gönderdiğimiz herbir peygamberi -kendilerine apaçık an­latsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Al­lah, kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola İletir. O Azildir, Hakîm’dir.

“Biz” ey Muhammed, senden önce “gönderdiğimiz herbir peygamberi -kendilerine apaçık anlatsın diye- ancak kendi kavminin diliyle gönder­dik.” Dinlerinin emirlerini onlara iyice anlatsınlar diye kavimlerinin dilleri ile konuşan peygamberler olarak gönderdik. “Dil” her ne kadar çoğul olan “ka­vim” kelimesine izafe edilmiş ise de tekil olarak gelmesi, maksadın konuşulan dil olduğundan dolayıdır. O halde bu kelime (lügat) cins isim olup az­lık için de kullanılır, çokluk için de kullanılır.

Bu âyet-i kerîme de Acemlerin ve diğer Arap olmayanların lehine delil ola­cak bir taraf yoktur. Çünkü Peygamber (sav)tn getirdikleri kendisine anlayıp kavrayacağı bir şekilde tercüme edilen herkes için bağlayıcı delil ortaya ko­nulmuş olur. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Biz seni ancak bü­tün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” (Sebe’, 34/28) Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır: “Herbir peygamber kendi üm­metine, ümmetinin diliyle gönderilmiştir. Yüce Allah beni de yarattıkları ara­sından kırmızı tenliye de, siyah tenliye de göndermiştir.”[5]

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Nefsim elinde olana yemin ederim kî; bu ümmetten (ümmet-i davetten) yahudi olsun, hristiyan olsun kim benim peygamberliğimi işitip de sonra benimle gönderilene iman etmeye­cek olursa, muhakkak cehennemliklerden olur.”[6] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir ve daha önceden (el-Bakara, 2/62. âyet 3- başlıkta) geçmiş bulunmak­tadır.

“Artık Allah, kimi dilerse saptırır, kimi dilerse de doğru yola iletir” buy­ruğu ilahî meşîetin etkin olduğunu belirtmekte ve bu hususta Kaderiye’nin görüşünü reddetmektedir.

Bu cümle yeni bir cümle olup “Apaçık anlatsın diye” buyruğuna atfedilmiş değildir. Çünkü peygamber göndermek saptırmak için değil, apa­çık beyan etmek içindir. Bununla birlikte; ” Saptırır” kelimesinin nasb ile okunması da caizdir. Çünkü Peygamber gönderilmesi (hidayeti ka­bul etmeyenler için) saptırılmaya sebeb olmuştur. O takdirde bu da yüce Al­lah’ın: “Çünkü sonunda onlara bir düşman ve bir tasa (sebebi) olacaktı’ (el-Kaszs, 28/8) buyruğu gibi olur. Peygamber gönderme­nin saptırmaya sebeb olması, onların peygamberler kendilerine geldiğinde, peygamberi inkâr etmeleri sebebiyledir. O bakımdan adeta bu onların küfür­lerine sebeb gibi olmuştur.

“O Azîz’dir, Hakîm’dir” buyruğunun anlamı daha önce geçmiş bulunmak­tadır.[7]

  1. Andolsun ki Biz Musa’yu “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çı­kar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlatarak öğüt ver” diye âyetlerimizle gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes İçin âyetler vardır.

“Andolsun ki Biz Musa’yı… âyetlerimizle gönderdik.” Biz onu kesin bel­gelerimizle, burhanlarımızla yani onun doğruluğuna delil olan mucizelerle gönderdik. Mücahid der ki: Burada kastedilenler Hz. Musa’ya verilen dokuz mucizedir. “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar” buyruğunun bir ben­zeri de yüce Allah’ın sûrenin baş tarafında peygamberimize hitaben söyle­diği: “İnsanları Rabblerinin izniyle karanlıklardan nur’a… çıkarman için” (İbrahim, 14/1 ) buyruğudur.

“Çıkar diye” buyruğundaki; ” Diye” burada “yani” anlamın­da olup (kullanımı bakımından) yüce Allah’ın: “Onların ele basıları: Yürüyün… diyerek kalkıp gittiler.” (Sâd, 38/6) buyru­ğuna benzemektedir.

“Ve onlara Allah’ın günlerini hatırlatarak öğüt ver.” Yani onlara öyle söz­ler söyle kî, bununla yüce Allah’ın günlerini hatırlasınlar. İbn Abbas, Müca­hid ve Katade der ki: Bundan kasıt, üzerlerindeki Allah’ın nimetlerinin ha-tırlatılmasıdır, Ayrıca Ubeyy b. Ka’b da böyle demiş olup bunu Hz. Peygam-ber’den merfu bir açıklama olarak da nakletmiştir. Yani Allah’ın onlara ihsan etmiş olduğu, Firavun’dan, Tîh Sahrasından kurtuluşu ve diğer nimetleri on­lara hatırlat. Çünkü “nimetler”in “eyyam: günler” diye adlandırıldığı da olur. Arhr b, Kiiîsûm’un şu mısraı bu kabildendir;

“Ve bizim nice güzel, aydınlık günlerimiz (nimetlerimiz) vardır…”

Yine İbn Abbas ve Mukatil’den de şöyle dedikleri nakledilmektedir: Geç­miş ümmetlerde Allah’ın başlarına getirmiş olduğu büyük olayları hatırlat, de­mektir. Mesela, filan kişi ArapJann günlerini (eyyâmu’l-Arab’ı) bilir denilir­ken, onların başından geçen önemli olayları bilir, demektir.

İbn Zeyd der ki: Bundan kasıt yüce Allah’ın geçmiş ümmetlerden intikam aldığı günlerdir. İbn Vehb de, Malik’ten böyle dediğini rivayet etmiştir. Ma­lik: Onun belâ ve musibetleri demektir, der. Taberî der ki: Sen onlara, on­ların geçmiş günlerini hatırlatarak öğüt ver, yani yüce Allah’ın günlerindeki nimetleri ve mihnetleri hatırlat. Çünkü onlar zillete düşürülmüş kölelerdi. Sa­dece “günler”i hatırlatmakla yetinmesi onların bu hususları bilmelerinden do­layıdır. Said b. Cübeyr de, İbn Abbas’tan, o Ubeyy b. Ka’b’dan şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir: Rasülullah (sav)ı şöyle buyururken dinledim: “Mu­sa -selam ona- kavmi arasında onlara Allah’ın günlerini hatırlatıyordu. Allah’ın günleri ise O’nun belaları ve nimetleridir…” diyerek Hızır hadisini zikretti.[8]

İşte bu da kalpleri yumuşatıp incelten, yakîni arttıran, her türlü bid’atten uzak, her türlü dalâlet ve şüpheden ırak vaaz ve öğütlerin caiz olduğuna de­lildir.

“Şüphesiz bunda” yani Allah’ın günlerinin hatırlatılmasında Allah’a itaat üzere ve masiyetlere karşı pek “çok sabreden ve” Allah’ın nimetlerine “çok şükreden herkes İçin âyetler” açık deliller ve belgeler “vardır.”

Katade der ki: “Çok şükreden” kişi öyle bir kuldur ki, kendisine verildi­ğinde şükreder, belâlarla karşf karşıya kaldığında sabreder. Peygamber (sav)den de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “İman iki yarımdır. Yarısı sa­bırdır, yarısı şükürdür.[9] Daha sonra da şu; “Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için âyetler vardır” buyruğunu okudu.”

Buna yakın bir rivayet eş-Şa’bî’den de mevkuf olarak gelmiştir.

Hasan-ı Basrî yedi yıl süreyle Haccac’dan saklanıp durdu. Ona Haccac’ın öldüğü,haberi ulaşınca şöyle dua etti: Allah’ım, Sen onun canını almış bu­lunuyorsun, onun yolunu da öldür, deyip şükür secdesine vardı ve yüce Al­lah’ın: “Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes İçin âyet­ler vardır” buyruğunu okudu.

Özellikle bu âyetlerin “çok sabreden ve çok şükreden” kimseler hakkın­da söz konusu edilmesi, onların bu âyetlerden ibret almaları ve onlardan ga­fil kalmamalarından dolayıdır. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: “Sen an­cak ondan korkacakları korkutursun” (en-Nâzİât, 79/45) diye buyurmakta­dır. Her ne kadar herkes için korkutup uyarıcı ise de.[10]

  1. Hani Musa kavmine şöyle demişti: “Allah’ın üzerinizdeki nime­tini hatırlayın. Çünkü O, sizi azabın en şiddetlisine uğratan, oğul­larınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Firavun haneda­nından kurtarmıştı ve bunda Rabbİnizden büyük bir imtihan vardır.
  2. “Ve yine hatırlayın ki, Rabbinİz şunu bildirmişti: Andotsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm. Nankörlük ederse­niz hiç şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.”

Yüce Allah’ın: “Hani Musa kavmine şöyle demişti: Allah’ın üzerinizde­ki nimetini hatırlayın, çünkü O, sizi azabın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Firavun hanedanından kur­tarmıştı ve bunda Rabbİnizden büyük bir imtihan vardır” buyruğuna da­ir yeterli açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/49. âyetin tefsirin­de) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun.

“Ve yine hatırlayın ki, Rabbiniz şunu bildirmişti…” Denildiğine göre; bu da Hz. Musa’nın kavmine söylediği sözler arasındadır. Bunun (Hz. Musa’dan nakledilen değil de) bizatihi yüce Allah’ın sözü olduğu da söylenmiştir. Ya­ni ey Muhammedi hatırla ki, Rabbin şunu bildirmişti… demektir. ile aynı anlamda “bildirdi” demektir. Tıpkıin “tehdit etti” anla­mına gelmesi gibi. Bu anlamdaki açıklamalar el-Hasen ve başkalarından ri­vayet edilmiştir. “Ezan”.kelimesi de buradan gelmektedir, çünkü o da bir bil­dirmedir. Şair der ki:

“Biz sabah aydınlığının farkına varmadık tâ ki Meclislerimizde ezanı (bildirme ve ilânı) işitinceye kadar.”

İbn Mes’ud ise; “Hani Rabbiniz şöyle demişti” diye okumuş­tur ki ikisinin de anlamı birdir.

” Andolsun ki şükrederseniz elbette size daha çok veririm.” Yani eğer Benim nimetlerime şükredecek olursanız, andolsun size lütfü keremimden daha da fazlasını veririm.

el-Hasen der ki: Eğer nimetime şükredecek olursanız, Ben de sizin bana itaatinizi andolsun, daha da arttıracağım.

İbn Abbas da şöyle açıklamıştır: Eğer Beni tevlıid eder ve Bana itaat eder­seniz, şüphesiz size vereceğim sevap ve mükâfatımı da arttırırım. Bu görüş­lerin ihtiva ettiği manalar birbirlerine yakındır.

Âyet-i kerîme şükrün, nimetin artışına sebeb olduğu hususunda açık bir nasstır. el-Bakara Sûresi’nde (2/152-1531 şükrün anlamına dair ilim adamlarınn görüşlerini aktarmış bulunuyoruz.

Salih zatlardan birisine yüce Allah’a şükre dair sorulmuş, o da şöyle de­miş: Şükür Allah’ın nimetleri ile O’nun masiyetlerine karşı gıdalanarak güç kazanmamandır.

Hz. Davud’dan da şöyle dediği nakledilmiştir: Rabbim ben Sana nasıl şük­redebilirim? Çünkü sana şükredişini bile Senin benim üzerimdeki yeni bir ni­metindir. Bunun üzerine yüce Allah: Ey Davud! İşte şimdi Bana şükretmiş ol­dun, diye buyurdu.

Derim ki: Buna göre şükrün gerçek mahiyeti, nimet sahibi olana nimet­lerinin itiraf edilmesi ve O’nun nimetlerini, O’na itaatin dışındaki yerlerde tü-ketmemesidir. el-Hâdî yemek yediği sırada:

“O sana rızkım ulaştırdı, d rızkı sayesinde,

O’na itaat edesin ve hakkının bir bölümüne olsun şükredesin.

Ama nimetine de şükretmedin fakat,

O’nun sana verdiği rızıkla masiyetlerine karşı güç kazandın”

beyitlerini söyleyiverdi, ardından lokması boğazına tıkandı ve göz yaşlarına boğuldu. Cafer es-Sadık da der ki: Nimete karşılık şükür nimetini de işittin mi (yerine getirdin mi), artık daha fazlasının gelmesi için kendini hazırla.

“Nankörlük ederseniz” hakkımı kabul etmez ve inkâr ederseniz, bir açıklamaya göre de nimetlerimi inkâr ederseniz “hiç şüphesiz Benim aza­bım çok şiddetlidir.” Yüce Allah şükre karşılık nimetini arttıracağını vaadettiği gibi, küfür ve nankörlüğe karşılıkta azab tehdidinde bulunmuştur. Şar­tın cevabı başında gelmesi gereken “fe” harfinin; “Hiç şüphesiz” ifa­desinin başından haziediîmesi bu husustaki şöhret ve acıktıktan dolayıdır.[11]

  1. Musa demişti ki: “Siz ve bütün yeryüzündekller inkâr etseniz, şüphe yok ki Allah Ğani’dir, Hamîd’dir.”
  2. Sizden öncekilerin Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra Allah’tan başkasının bilmediği kavimlerin haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık belgelerle gelmişti de, ellerini ağızlarına götürüp şöyle demişlerdi: “Muhakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik ve gerçekten biz, bizi çağırdı­ğınız şey hakkında şüphe ve tereddüt içindeyiz.”

Yüce Allah’ın: “Musa demişti ki: Siz ve bütün yeryüzündekiler İnkâr et­seniz, şüphe yok ki Allah Ğani’dir, Hamîd’dir.” Yani bundan dolayı Ona hiçbir eksiklik ulaşmaz, aksine O hiçbir şeye muhtaç olmayan “Ğani’dir” her fiili dolayısıyla övülüp hamdedilen “Hamîd’dir.”

“Sizden Öncekilerin Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin… haberleri size gelmedi nü?” buyruğundaki; ” Haber” demektir. Çoğulu da; şek­linde gelir. Şair der ki:

“Sana gelmedi mi ve haberler yayılıp, duruyor…”

Diğer taraftan, bu buyrukların Hz, Musa’nın nakledilen sözleri olduğu söy­lendiği gibi; Allah’ın buyruktan olduğu da söylenmiştir. Yani ey Muhammed, şunu hatırla ki, hani Rabbin şöyle şöyle buyurmuştu. Bunun yüce Allah’tan yeni bir hitab olduğu da söylenmiştir. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ha­berleri ise meşhurdur ve yüce Allah bunu Kitab-ı Kerîm’inde bizlere anlat­mıştır.

“Ve onlardan sonra Allah’tan başkasının bilmediği kavimlerin haber­leri” sayılarını, nesebi erini Allah’tan başka kimsenin bilmediği kavimlerin ha­berleri…

Neseb alimleri her ne kadar Hz. Âdem’e kadar nesebi uzatıyor iseler de, bütün ümmetleri tek tek saydıkları iddiasında değildirler. Onlar ancak bazı kimselerin nesebini tesbit etmektedirler, bazılarının neseblerini de söyleme­mektedirler. Peygamber (sav)in neseb âlimlerinin, nesebi zikrederek Maad b. Adnan’a sonra da daha da ileriye götürdüklerini İşitince: “Neseb bilginle­ri yalan söylüyorlar. Çünkü yüce Allah: “Allah’tan başkasının bilmediği” di­ye buyurmaktadır. “[12]

Urve b. ez-Zübeyr’den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bizler Adnan ile İsmail arasındakileri bilen kimse görmedik. İbn Abbas da şöyle demek­tedir: Adnan ile İsmail arasında bilinmeyen otuz kişi vardır. İbn Mes’ud da yüce Allah’ın: “Allah’tan başkasının bilmediği” buyruğunu okuduğu vakit, nesepçiler yalan söylüyorlar, derdi.

“Peygamberleri onlara apaçık belgelerle” kesin hüccet ve delil teşkil ede­cek hususlarla “gelmişti de ellerini ağızlarına götürüp” yani onların kavim­leri kendi ellerini, peygamberlerin getirdiklerine ölTielendİklerinden ötürü ısır­mak üzere kendi ağızlarına götürüp… demektir. Çünkü peygamberler getir­dikleri belgelerde onların akılsızlıklarını ortaya koyuyor ve putlarını eleşti­riyorlardı. Bu açıklamayı İbn Mes’ud yapmıştır. Abdu’r-Rahman b. Zeyd de onun gibi bir açıklamada bulunmuş ve yüce Allah’ın: “Kinlerinden dolayı aleyhinize parmaklarının uçlarını ısırırlar” (Al-i İmran, 3/119) buyruğunu okumuştur.

İbn Abbas da der ki: Onlar yüce Allah’ın Kitabını işittiklerinde hayret et­tiler ve ellerini ağızlarına götürdüler. Ebu Salih de der ki: Peygamberleri ken­dilerine: Ben Allah’ın size gönderdiği rasûlüyüm dediğinde, parmaklarını ağız­larına götürüp: Sus diye işaret ediyorlardı. Böylelikle onu yalanlıyor ve sö­zünü reddediyorlardı.

Bu üç görüş de mana İtibariyle birbirine yakındır. “Ellerini” ve “ağızla­rı” kelimelerindeki her iki zamir de kâfirlere aittir. Birinci görüş de senet itibariyle daha sahihtir. Ebu Ubeyd der ki: Bize Abdu’r-Rahman b. Mehdî an­lattı, o Süfyan’dan, o Ebu İshak’tan, o Ebu’l-Ahvas’tan, o Abdullah’dan yü­ce Allah’ın: “Ellerini ağızlarına götürüp” buyruğu hakkında dedi ki: Kin ve öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Şair de şöyle demiştir:

“Bir görseydi Selma benim bir deri, bir kemik kaldığımı,

Bacaklarımın ve ellerimin kemiklerinin de inceldiğini,

Yakınlarımın benden uzaklığını ve beni ziyarete gelenlerin de uzak kaldıklarını,

Hiç şüphesiz duyduğu ızdıraptan ısırırdı parmak uçlarını.”

Bu anlamdaki açıklamalar güzel ve yeterli bir şekilde Âl-i İmran Sûresi’nde (3/119. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun.

Mücahid ve Katade derler ki: Kavimleri ellerini, sözlerini reddetmek üze­re peygamberlerin ağızlarına götürdüler, demektir. Buna göre birinci zamir kâfirlere, ikincisi peygamberlere aittir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Kavimleri peygamberlere: Susun diye işarette bulundular. Mukatil der ki: Kavimleri peygamberlerin ellerini ala­rak onları susturmak ve sözlerini kesmek kastıyla bizzat peygamberlerin ağız­ları üzerine koydular.

Bir diğer açıklamaya göre; peygamberler kavimlerinin ellerini ağızlarına geri döndürdüler.

Bir diğer açıklamaya göre buradaki “eller”den kasıt nimetlerdir. Yani ağız­larıyla peygamberlerin nimetlerini reddettiler, Bu da sözleriyle ve peygam­berleri yalanlamak suretiyle nimetleri reddettiler demektir. Çünkü peygam­berlerin şeriat hükümlerini getirmeleri nimettir. Buyruğun anlamı da şöyle olur: Onlar ağızlanyla peygamberlerin getirdiklerini yalanladılar.

“Ağızlarına” anlamındaki buyruğun başındaki; edatı (de, da anlamı vermekle birlikte e, a anlamı veren) “be” manasınadır.

Mesela; “Evde oturdum,” denildiği gibi; da deni­lebilir. Esasen sıfat harfleri biri diğerinin yerine kullanılabilir.

Ebu Ubeyde der ki: Bu bir darb-ı meseldir. İman etmediler, peygamber­lerin çağrılarını kabul etmediler, anlamındadır. Araplar bir kimse cevap ver­meyip susacak olursa, o elini ağzına götürdü anlamındaki tabir kullanılır, el-Ahfeş de böyle demiştir.

el-Kutebî de şöyle demektedir: Biz Araplardan herhangi bir kimsenin emrolunduğu bir işi terketmeyi anlatmak üzere “elini ağzına götürdü” dediği­ni işitmedik. Anlam ancak: Bunlar kin ve öfkelerinden dolayı parmak uçla­rını ısırdılar, şeklinde olabilir. Çünkü şair de şöyle demektedir:

“Kıskanç olanın aldatmasını ağzına geri çeviriyorsunuz,

Ve nihayet bana karşı (öfkesinden) avuçlarını ısırmaya koyuluyor.”

O bu sözleriyle, kıskanç kimseyi parmaklarım ve ellerini ısırıncaya kadar öfkelendirdiklerini anlatmaktadır. Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Isıra ısıra parmak uçlarını bitirdi.

Bu sefer bana öfkesinden, incik kemiğini ısırmaya koyuldu.”

Ve peygamberlerin ümmetleri peygamberlere “şöyle demişlerdi: Mu­hakkak biz sizinle gönderilenleri inkâr ettik.” Yani kendi iddianız üzere peygamber gönderildiğinizi iddia ediyoruz. Yoksa onlar hakikaten peygam­berliklerini kabul etmiş değillerdi.

“Ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey” olan tevhid “hakkında şüphe

ve tereddüt” şüphe etmeyi gerektiren bir tereddüt “içindeyiz.”

” Şüphe etmeyi gerektiren tereddüt” demektir. Bir kimseye şüphe ve tereddüt etmesini gerektiren bir iş yaptığımızı ifade etmek üzere; “Onu şüpheye düşürdüm” denilir. Yani biz, sizin (peygamberlik iddiasıyla) hü­kümdarlık ve dünyalık istediğinizi zannediyoruz.[13]

  1. Peygamberleri şöyle demişti: “Gökleri ve yeri yaratan, sizi gü­nahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya ve belirli bir süreye ka­dar ertelemeye çağıran Allah hakkında mı şüphe?” Dediler ki: “Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıkların­dan bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin.”

Yüce Allah’ın: “Peygamberleri şöyle demişti: … Allah hakkında mı şüphe” buyruğundaki istifhamın (sonunun) anlamı inkârdır, yani Allah hak­kında şüphe olamaz. Bu da O’nun tevhidi hakkında şüphe olamaz, demek­tir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. O’na itaatin gereği hususunda şüphe ola­maz, diye de açıklanmıştır.

Üçüncü bir anlama gelme ihtimali vardır: Allah’ın kudreti hakkında şüp­he olabilir mi? Çünkü onlar bu hususta ittifak halindedirler, ama bunun dı­şındaki hususlarda anlaşmazlık içerisindedirler. Bu açıklamaya yüce Al­lah’ın: “Gökleri ve yeri yaratan” buyruğu da delil teşkil etmektedir.

Fâtır (yaratan); yaratıcı, yoktan var eden, meydana getiren, yokken vü­cuda getiren demektir. Bu da kudretine dikkat çekmek içindir. O bakımdan O’ndan başkasına ibadet caiz değildir.

“Sîzi günahlarınızdan bir kısmını bağışlamaya… çağıran” Ebu Ubeyd der ki: “Günahlarınızdan” buyruğundaki; “…dan” fazla­dan gelmiştir. Sibeveyh ise bu teb’îz (bir kısım) için gelmiştir, der. Bunun­la birlikte bir kısmın söz konusu edilip tamamının kastedilmesi de müm­kündür. Bunun bedel için gelip zâid de olmadığı, teb’îz için de, gelmediği söylenmiştir.

Yani günahlarınızın yerine mağfiretin geçmesi için… “ve belirli bir süre­ye kadar” yani ölüme kadar “ertelemeye” ve dünya hayatında sizi azaba uğ-ratmamaya “çağıran Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz?) Dediler ki: Siz de ancak bizim gibi bir insansınız.” Şekil ve görünüş itibariyle bizim gi­bisiniz, yediklerimizden yersiniz, içtiklerimizden içersiniz. Siz melek de de­ğilsiniz,

“Atalarımızın taptıklarından” onların bağlandıkları put ve heykellerden “bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil” apaçık bir bel­ge “getirin.” Bu onların, inadına bir tartışma için söyledikleri sözlerdi. Çün­kü peygamberler ancak beraberlerinde mucizeler bulunduğu halde, davet­te bulunmuşlardır.[14]

  1. Peygamberleri onlara şöyle demişti: “Biz ancak sizin gibi bîr in­sanız, ama Allah kullan arastadan dilediği kimselere lütfeder. Allah’ın izni olmadıkça, bizim size apaçık bir delil getirmemi­ze imkân yoktur. Artık mü’minjer yalnız Allah’a tevekkül etme­lidir.
  2. “Hem bize yollarımızı da göstermişken ne diye Allah’a tevekkül etmeyelim ki? Bize yaptığınız eziyetlere elbette dayanacağız. Ar­tık tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etmelidir.”

“Peygamberleri onlara şöyle demişti: Biz ancak” suret ve şekilde sizin de söylediğiniz gibi “sizin gibi bir İnsanız, ama Allah kulları arasından di­lediği kimselere lütfeder.” Yani dilediği kimseye peygamberliği ihsan eder. Tevfîk, hikmet, marifet ve hidayeti lütfeder diye de açıklanmıştır. Sehl b. Abdullah ise, Kur’ân’ı okumayı ve içindeki buyrukları kavramayj lütfeder, diye açıklamıştır.

Derim kir Bu güzel bir görüştür. Taberi de îbn Ömer yoluyla şöyle dedi­ğini nakletmektedir: Ebu Zerr’e dedim ki: Amcacığım! Bana tavsiyede bulun. Dedi ki: Senin benden istediğin gibi ben de Rasûlullah (sav)dan istekte bu­lundum. Şöyle buyurdu: “Yüce Allah’ın kulları arasından dilediği kimseye lüt­fettiği bir sadakanın (ihsanın) bulunmadığı bir gün, bir gece, bir an dahi yok­tur. Yüce Allah kullarına kendisini anmalarını ilham etmesi gibi bir Jutufta da bulunmamıştır.”

“Allah’ın izni” O’nun meşîeti, iradesi “olmadıkça bizim size apaçık bir delil” belge veya mucize “getirmemize İmkân yoktur.” Bu, gücümüz dahilinde olan bir şey değildir. Biz sizin istediğiniz gibi herhangi bir delili ve mucizeyi O’nun emir ve kudreti olmaksızın getirme gücüne sahip değiliz.

Buyruk lafız itibariyle haberdir, mana itibariyle nefydir. Çünkü hiçbir kimseye güç yetiremediği bir şeyi yasaklamak söz konusu değildir.

“Artık mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etmelidir” buyruğunun anla­mı daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

“Hem bize yollarımızı” yani rahmetine ulaştıran, azab ve intikamından koruyan yolları “da göstermişken ne diye Allah’a tevekkül etmeyelim ki?”

” Ne diye Allah’a tevekkül etmeyelim ki?” buyru-ğundaki; ” Ne diye” mübdeta olarak ref mahallinde sorudur. “… lim” de onun haberidir. Ondan sonrası ise hal mevkiindedir. İfadenin takdiri de şudur: Allah ‘a tevekkülü terketmemizi gerektiren nedir ki?

“Bixe yaptığınız eziyetlere” bizi küçük düşürmeye, dövmeye, yalanlama­ya ve öldürmeye rağmen, Allah’ın bizim için yeterli olduğuna, bize mükâfat ve sevab vereceğine güvenerek; ” Elbette dayanacağız” buyruğundaki “lâm” kasem lamıdır ve Allah’a yemin ederiz ki, elbette dayanacağız, de­mektir. “Artık tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül etmelidir.”[15]

  1. Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: “Kesinlikle şunu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız yahut dinimize döneceksi­niz.” Bunun üzerine Rabbleri kendilerine şunu vahyetti: “Biz o ‘ zalimleri muhakkak helak edeceğiz;
  2. “Ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. İşte bu, Benim ma­kamımdan korkanlara, Benim tehdidimden sakınanlara mah­sustur,”

Yüce Allah’ın: “Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: Kesinlikle şu­nu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız” buyruğunda yer alan:

“Kesinlikle şunu bilin; sizi ya yurdunuzdan çıkaracağız”buyruğundaki “lâm” kasem lamıdır. Yani Allah’a yemin ofsun ki sizi kesin­likle çıkaracağız “yahut dinimize döneceksiniz.” Yahut dinimize dönünceye kadar veya dinimize dönmedikçe… takdirindedir. Bu açıklamayı et-Tabe-rî ve başkaları yapmıştır.

İbnu’l-Arabî der ki: Bu ifadenin böyle bir takdire ihtiyacı yoktur, Çünkü; “Yahut” kelimesi muhayyerlik ifade eden anlamı üzere kullanılmıştır. Kâ­firler peygamberleri kendi dinlerine dönmek ile onları yurtlarından çıkarmak arasında muhayyer bırakmışlardı. İşte yüce Allah’ın peygamberlerine ve kullarına karşı uyguladığı budur. Yüce Allah’ın şu buyruğu da bunu göster­mektedir: “Yakında seni bu yerden çıkarmak için mutlaka rahatsız edecek­ler. O takdirde kendileri de senin ardından ancak pek az kalacaklardır. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler için de uyguladığımız sünnetimiz) budur.” (el-İsrâ, 17/76-77) Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce A’râf Sûresi’nde (7/88-89. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmak­tadır.

“Bunun üzerine Babblerİ kendilerine şunu vahyetti; Biz o zalimleri mu­hakkak helak edeceğiz ve onlardan sonra sizi o yere yerleştireceğiz. İş­te bu, Benim makamımdan korkanlara Benim tehdidimden sakınanlara, mahsustur.” Yüce Allah’ın makamı’ndan kasıt, kıyamet gününde O’nun huzurunda durmaktır. Burada mastar faile izafe edilmiştir. “Makam” kelime­si de “kıyam” gibidir, mastardır. Nitekim; “Kalktı, kalkmak, kıyam etmek” denilir.

Yüce Allah’ın burada makamı kendisine izafe etmesi ise, bunun kendisi­ne has olmasından dolayıdır.

“Makam” kelimesi “mim” harfi üstün olarak ikamet olunan, kalkılan yer anlamında da kullanılır. Ötreli olarak (mukam diye) kullanılırsa ayakta dur­ma işini ifade eder.

“İşte bu, Benim makamımdan korkanlara” buyruğu, Benim onun üze­rindeki kıyamımı yani onu gözetleyişimi bilenlere… anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her nefsin bütün kazandığını gözetleyen (kaim olan)…” (er-Ra’d, 13/33)

el-Ahfeş de der ki: “İşte bu Benim makamımdan” azabımdan “korkan­lara Benim tehdidimden” yani Kur’ân-ı Kerîm’im ve onun emr edici ve ya­saklayıcı buyruklarından “sakınanlara mahsustur.”

Burada “vaîd: tehdit” kelimesinin azab demek olduğu da söylenmiştir. “Vaîd” vaadetmekten isimdir.[16]

  1. Ve fetih istediler. İnad eden her zorba ise zarara uğradı.
  2. Arkasından cehennem de vardır. Ona irinli sudan içirilccektir.
  3. Onu yudum yudum içmeye çalışacak, rahatça boğazından geçi-rcmcyccck. Ölüm kendisini her yandan gelip saracak fakat o bir türlü ölmeyecek, arkasından da oldukça ağır bîr azab gelecek.

“Ve fetih istediler.” Yardım istediler, yani peygamberlere kavimlerine kar­şı yardım istemeleri, oniarın helak edilmeleri için bedduada bulunmaları için izin verildi. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır. Bu kelimeye da­ir açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/89. âyetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır. Bu hadis de bu türdendir: Peygamber (sav) muhacirle­rin fakir fukarası ile fetih İsterdi[17] ki yardım isterdi anlamındadır.

İbn Zeyd de der ki: Peygamberlerin ümmetleri dua ederek fetih (yardım) istediler. Nitekim Kureysliler de: “Ey Allah! Eğer bu Senin katından hakkın kendisi ise durma üzerimize gökten taş yağdır…” (el-Enfâl, 5/32) diye dua etmişlerdi. Bu görüş Ibn Abbas’tan da rivayet edilmiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: (Kimi) peygamberler: “Rabbim, onlar beni yalanla­dılar. Sen benimle onlar arasında bir fetih (ayırd edici hüküm) ver” dediler. Üm­metler de: Eğer bunlar doğru söyleyen kimseler iseler bizi azaplandır diye dua ettiler. Bu açıklama da yine İbn Abbas’tan nakledilmiştir. Bunun bir benzeri yü­ce Allah’ın şu buyruklarında dile getirilmektedir: “Allah’ın azabını bize getir, eğer sadıklardan isen” (el-Ankebût, 29/29); “Eğer sen gönderilmiş peygam­berlerden, isen, bizi tehdit edip durduğunu getir.” (el-A’raf, 7/77)

“İnad eden her zorba ise zarara uğradı.” Zorba (cebbar) hiçbir kimse­nin kendisi üzerinde bir hakkı olduğunu görmeyen mütekebbir demektir. Dil­cilere göre bunun anlamı budur ve bunu en-Nehhâs nakletmektedir.İnad eden(anid)ise hakka karşı inadla direnen ve ondan uzaklaşan kimse demektir. Bu açıklama da İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir.

” Kavminden uzaklaştı” demektir. Bu kelimenin; dan gel­diği de söylenmiştir. Bu da yan ve taraf anlamındadır. ise yüz çe­virerek bir tarafa doğru çekildi, demektir. Şair de şöyle demiştir:

“Konakladığım vakit[18] beni orta yere koyunuz,

Çünkü ben yaşlıca birisiyim, inatçı (binek)lerle baş edemem.”

el-Herevî der ki: Yüce Allah’ın: “înad eden her zorba” buyruğunda ge­çen “inad eden” orta yoldan, mutedil olandan sapıp uzaklaşan demektir. “Anûd, anîd ve ânid” aynı anlamdadır.

İbn Abbas yoluyla gelen hadiste -müstehâza kadın hakkında kendisine so­ru sorulduğunda- o: O, inad eden bir damardır,[19] demişti. Ebu Ubeyd dedi ki: Bu ise inatlaşan insan gibi, inad eden ve haddi aşan damar demektir. Böy­le bir damardan fazla çıkan kan dolayısıyla, o da inad eden bir insana ben­zetilmiştir. Şemir de der ki: Ânid (İnad eden), kesintisiz olarak akıp duran de­mektir. Hz, Ömer’de özel davranış ve tutumlarım söz konusu ederken; “Ben inatlaşıp uzaklaşanı da katarım” demiştir.

el-Leys der ki: Anûd (çok inatlaşan) deve, başka develerle bir arada bu­lunmayan ve her zaman için uzak bir kenarda duran demektir. (Hz. Ömer) bu ifadesi ile bir ayrılık çıkarmak yahut ta cemaatten ayrılmak isteyen kim­seye, cemaat ile birlikte ona doğru yönelip gittiğini kastetmektedir.

Mukatil der ki: “Anîd” kişi mütekebbir kimse demektir, tbn Keysan da: Bur­nunu havada tutan, burnu havada kimse anlamındadır. Anûd ite anîdin peygamberlere karşı büyüklük taslayan ve hak yoldan uzaklaşıp bu yolu iz­lemeyen kimse anlamında olduğu da söylenmiştir.

Araplar derler ki: En kötü deve, yoldan çıkan anûd (çok inatçı) devedir. “Anîd”in isyankâr kimse anlamında olduğu da söylenmiştir. Katade der ki: Anîd, lâ’İlahe illallah demeyi kabul etmeyen kimsedir.

Derim ki: Bu âyet-i kerîmede “cebbar ve anîd (zorba ve inatçı)” kelime­leri -lafızları farklı olsa dahi- aynı anlamdadır. Haktan uzaklaşan herkes aynı zamanda bir cebbar ve anîd yani mütekebbir kimsedir.

Âyet-i kerîmede kastedilen kişinin Ebu Cehil olduğu da söylenmiştir ki bu­nu el-Mehdevî nakletmektedir. el-Maverdî’nin “Edebu’d-Dünya ve’d-Dîn” ad­lı kitabında naklettiğine göre; Velid b. Yezid b. Abdu’l-Melik bir gün Mushaf ta fala baktığında karşısına yüce Allah’ın: “Ve fetih istediler, İnad eden her zor­ba ise zarara uğradı.” âyeti karşısına çıkınca, MuslıaFı parçalayarak şu be­yitleri söyledi:

“Her inatçı zorbayı tehdit mi edersin?

İşte o inatçı ve zorba kişi benim.

Bir haşr gününde Rabbinin yanına gidecek olursan,

Rabbim beni Velid parçaladı, dersin.”

Ancak aradan henüz bir kaç gün geçmişti ki, en kötü bir şekilde öldürül­dü, başı önce sarayının tepesine daha sonra da yaşadığı şehrin surunun üze­rine dikildi.

“Arkasından” yani o kâfirin arkasından “cehennem de vardır.” Bu da; he­lak edilmesinin arkasından cehennem vardır, demektir. Buradaki “arka” ke­limesi “sonra” anlamındadır. Şair Nâbiğa da şöyle demiştir:

“Ben (sana Allah adına) yemin ettim, artık senin için şüphe etmeyi gerektirecek bir şey bırakmadım, Esasen kişinin Allah adından öteye gidecek bir yeri de yoktur.”

Yüce Allah’ın adına yemin etmekten sonra söyleyecek bir şeyi kalmaz, de­mektir. Yüce Allah’ın: “Arkasından da oldukça ağır bir azab gelecek” buy­ruğu da aynı şekilde “ondan sonra,..” demektir. Yüce Allah’ın: “Onunarka-sındakini de inkâr ederler.’ (el-Bakara, 2/91) buyruğunda ise onun dışında-kileri inkâr ederler anlamındadır. Bu açıklamayı da el-Ferrâ yapmıştır. Ebu Ubeyd de, ondan sonra geleni inkâr ederler diye açıklamıştır.

“Arkasından” buyruğunun önünden… anlamında olduğu da söylenmiş­tir. Şairin şu beyiti de bu kabildendir:

“Arkanda (önünde) senin kendisine ulaşacağın bir gün vardır, Sen o günde ne hazır bulunacak ve ondan yana âciz bırakabileceksin,ne de ondan uzakta olacaksın.”

Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Mervanoğulları benim dinleyip, itaat etmemi mi umuyorlar? Halbuki kavmim olan Temimoğulları ve dümdüz geniş arazi de benim arkamda dır (önüm dedir).”

Şair Lebid de şöyle demiştir:

“Eğer ölümüm gecikecek olursa, arkamda (önümde) değil midir? Üzerinde parmakların büküleceği asaya yapışıp durmak?”

Kur’ân-ı Kerîm’de de: “Çünkü arkalarında… bir hükümdar vardı.” (el-Kehf, 18/79) buyruğunda ise, önlerinde (gidecekleri yerde) anlamındadır. Ebu Ubeyde, Ebu Ali Kutrubi ve diğerleri bu kanaattedirler.

el-Alıfeş de şöyle demektedir: Bu buyruk “bu iş senin arkandandır” yani gelip seni bulacaktır, anlamına benzemektedir. Yine: Ben filanın arkasında-yım ifadesi de, ben onu bulmak için uğraşıyorum ve ona ulaşacağım, anla­mındadır. en-Nehhas da der ki: Yüce Allah’ın: “Arkasından cehennem de vardir” buyruğu, önünde cehennem vardır, anlamındadır. Bu kelime zıt anlamlı kelimelerden değildir. Bu kök itibariyle; den gelmektedir ki, bu da gizlendi ve saklandı, demektir.

el-Ezherî de der ki: Eğer; kelimesi arka ve ön anlamlarını birlikte ifade ediyorsa, zıt anlamlı kelimelerden demektir. Bunu Ebu Ubeyde de ifa­de etmiştir. Her ikisinin de türediği kök; ” Saklanıp gizlendi” an­lamındadır. Cehennem de saklıdır ve görülmez. O bakımdan görünmediğin­den dolayı o da verâ’ (arka)dan demek olur. Bu açıklamayı el-Enbarî naklet-miştir ve güzel bir açıklamadır.

“Ona irinli sudan iç irilecek tir” buyruğu irin gibi bir su içirilecektir, an­lamındadır. Nitekim kahraman bir insana aslan demek de bu kabildendir. As­lan gibi demek olup bu, temsil ve teşbîhdir.

Şöyle de açıklanmıştır: Bu cehennemliklerin vücudundan akacak olan irin ve kandır.

Muhammed b. Ka’b el-Kurazîile er-Rabî’ b. Enes der ki: Bu cehennem eh­linin yıkanmalarından ortaya çıkan bir akımıdır. Bu, da zina eden erkekler­le, zina eden kadınların ferclerinden akan bir sudur.

Bir diğer açıklamaya göre; bu kişinin hoşlanmadığı ve başkasını da alıkoy­duğu bir sudur. Buna göre “irin” anlamındaki; kelimesi “alıkoymak” anlamındaki; den alınmıştır,

İbnu’l-Mubarek de şunu nakletmektedir: Bize Safvan b. Amr haber ver­di. O Ubeydullah b. Busr’dcn, o Ebu Umame’den, o Peygamber (sav)den, yü­ce Allah’ın: “Ona İrinli sudan içirilecektir, onu yudum yudum içmeye çalışacak…” buyruğu hakkında şöyle dediğini nakletmektedir: “(Bu su) ağ­zına yaklaştırılır fakat ondan tiksinir. Kendisi ona yaklaşacak olursa, yüzü­nü yakar ve başındaki saçlar o suyun içerisine düşer. O suyu içecek olursa, bağırsaklarını parçalar ve dübüründen çıkarlar. Yüce Allah da: “Ve bağırsak­larını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimseler gibi midir?,,,” (Mu-hammed, 47/15); “Eğer feryad edip yardım isterlerse erimiş maden gibi yüz­leri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O ne fena bir içecektir.” (el-Kehf, 18/29) diye buyurmaktadır. Bu hadisi Tirtnizî rivayet etmiş ve şöyle de­miştir: Bu garib bir hadistir.[20] Safvan b. Amr’ın kendisinden bu hadisi riva-yel ettiği Ubeydullah b. Busr’un Abduilah b. Busr’un kardeşi olma İhtimali vardır.[21]

“Onu yudum yudum içmeye çalışacak.” Yani o su çok acı ve sıcak ol­duğundan dolayı bir defada değil de bir çok yudumlar (cür’alar) halinde İç­meye çalışacaktır. “Rahatça boğazından geçiremiyecek” onu

rahatça yutamayacaktır. Meseia; ifadeleri suyu yudum yudum içti, anlamındadır. Eğer su kolaylıkla boğazdan aşağı iniyor ve geçi­yor ise; denilir. ise; Allah onu o kimseye kolaylıkla içirdi, boğazından geçirdi, manasınadır, ise sıla­dır ve onu ancak bir süre geciktirdikten sonra boğazından geçirebilecektir, demektir. (Aynı kökten gelen fiili kullanıldığı) Allah’ın:”Fa­kat az kalsın yapamayacaklardı” (el-Bakara, 2/71) buyruğu, bir süre gecik­meden sonra yaptılar, anlamındadır. İşte bundan dolayı yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmakladır: “Onunla karınlarında ne varsa eritilir, de­rileri de.”(el-Hac, 22/20) Bu da onların içtikleri bu suyu yutacaklarının de­lilidir. İbn Abbas da der ki: O su boğazından geçer, ancak onunla susuzlu­ğu da gitmez.

“Ölüm kendisini heryandan gelip saracak.” İbn Abbas der ki: Sağından solundan, üstünden, altından, önünden, arkasından herbir yönden ölünrjr sebepleri onun üzerine gelecektir. Yüce Allah’ın: “Onların üzerlerinde de ateş­ten tabakalar ve altlarında da tabakalar vardır” (ez-Zümer, 39/16) buyru­ğu da bunun gibidir.

İbrahim et-Teymîder ki: Ölüm vücudunun herbir yerinden hatta saç’an-nın dibinden dahi ona geiir. Buna sebeb ise vücudunun herbir yerindeki 20 ve ıstıraplardır.

ed-Dahhâk der ki: Ölüm ona herbir yandan ve herbir yönden ayaklanmr baş parmaklarından dahi gelecektir.

el-Ahfeş de der ki: Bu buyruk ile kâfire cehennemde isabet edecek be­lalar kastedilmektedir. Bunlar esas itibariyle ölümden de büyük olduğu hai-de bunları “ölüm” diye adlandırmıştır.

Bir diğer açıklamaya göre: Bir çeşit azaba duçar edilmedik hiçbir azala­rı bırakılmayacaktır. Yetmiş defa ölecek olsa dahi, bir tek anda ona isabet ede­cek bu azap türlerinden birisinden şüphesiz daha kolay gelecektir. Onun gö­receği bu azap ya kendisini sokan bir yılan, yahut bir akreb, yahut onu ya­kan bîr ateş, yahut ayaklanndaki bir zincir, yahut boynundaki bir tasma, ya­hut kendisine bağlanacağı bir zincir ya da içinde bulunacağı bir tabut, yahut bir zakkum veya kaynar bir su, veya bunun dışındaki herhangi bir azab çe­şidi olacaktır,

Muhammed b. Ka’b da der ki: Kâfir cehennemde içecek bir şey isteyece­ğinde, onu görür görmez defalarca ölür gibi olacaktır. O suya yaklaşacağı va­kitte defalarca Ölecektir. Ondan içerse yine defalarca ölecektir. İşte yüce Al­lah’ın: “Ölüm kendisini her yandan gelip saracak, fakat o bir türlü ölme­yecek” buyruğunda anlatılan budur. ed-Dahhak der ki: Ölmeyecek ve böy­lelikle de rahat yüzü görmeyecektir.

İbn Cüreyc de der ki: Ruhu gelip onun hançeresinde tıkanır, kalır. Ağzın­dan çıkmaz ve bunun sonucunda da Ölmez. Geriye, içerisine de dönmez ki hayatın ona faydası olsun. Bunun bir benzeri de yüce Allah’ın: “Sonra ora­da hem ölmeyecek hem de hayat bulmayacaktır” (el-A’la, 87/13) buyruğudur.

Denildiğine göre yüce Allah, onun cesedinde herbiri ölümün acı ve ıstı­rabı gibi olan pek çok acı ve ıstırablar yaratacaktır.

“Fakat o bir türlü ölmeyecek” buyruğu hakkında şöyle de denilmiştir; Çünkü ölümün şiddetleri ve sıkıntıları uzayıp gidecek, ölüm sekeratı devam edecektir. Bu da onun azabının daha bir arttın İması için olacaktır.

Derim ki: Bu açıklamalardan kişinin öleceği anlaşılmakta ise de durum böyle değildir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar hakkında hü­küm verilmez ki ölsünler. Onların üzerindeki (cehennem) azabından bir şey de hafifletilmez.”(Fatır, 35/36) Sünnet de bu şekilde vârid olmuştur. O hal­de kâfirlerin halleri sürekli olarak ölüm sekerâtının (sarhoşluğunun) üzeri­ni İstilâ ettiği kimselerin hallerine benzer. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.

“Arkasından” yani önünden “Oldukça ağır bir azab gelecek.” Kesintisiz, peşpeşe acılarla ve oldukça şiddetli bir azap gelecek demektir. Yü­ce Allah’ın: “Onlar sizde bir şiddet bulunsunlar” (et-Tevbe, 9/123) buyruğunda da aynı kökten gelen kelime kullanılmıştır kj; sizde bir çetinlik, sertlik ve kuvvet bulsunlar demektir.

Fudayl b. İyad’da yüce Allah’ın: “Arkasından da oldukça ağır bir azab ge­lecek” buyruğunu bu nefes almalarının önlenmesi ve nefeslerinin içinde tu­tulması demektir, diye açıklamıştır.[22]

  1. Rabblerini İnkâr edenlerin durumu: Amelleri aynen fırtınalı bu­günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandık­larından hiçbir şeyi ellerine geçiremezler. Uzak sapıklığın tâ kendisi işte budur.
  2. Görmez misin ki, Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Eğer dilerse, sizi yok eder ve yerinize yeniden başkalarını yaratır.
  3. Bu da Allah’a göre zor bir iş değildir.

“Rabblerini inkâr edenlerin durumu: Amelleri., bir küle benzer” buy­ruğunda yer alan; “Durumu” kelimesinin merfû” gelmesi hususunda nahiv bilginlerinin farklı görüşleri vardır. Sibeveylı der ki: Bu kelime mübtedâ olarak reP olmuştur, haberi de gizlidir. İfadenin takdiri de şöyledir: Si­ze okunan veya anlatılan şeyler arasında “Rabblerini İnkâr edenlerin du­rumu” da vardır. Daha sonra yeni bir cümleye başlayarak: “Amelleri aynen fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir küle benzer” diye bu­yurmuştur.

ez-Zeccac da der ki: Size okunan buyruklar arasında inkâr edenlerin du­rumu, amelleri… bir küle benzer… demektir.

el-Ferrâ’ya göre buradaki “durum” anlamındaki kelimeyi yok farz ederek ifadenin takdiri şöyledir: Rabblerini inkâr edenlere gelince, onların amelle­ri… bir küle benzer. Yine ondan nakledildiğine göre bir muzaf hazfedilmiş olup ifadenin takdiri şöyledir: Rabblerini inkâr edenlerin amellerinin duru­mu, bir küle benzer. Birinci görüşü el-Ferrâ’dan, el-Mehdevî ikincisini de el-Kuşeyrî ve es-Sa’lebî nakletmiştir.

Bununla birlikte bu kelimenin mübtedâ olması da mümkündür. “Filanın sıfatı: Esmer olmasıdır” demeye benzer. Buna göre bu­radaki “durum” anlamındaki kelime; sıfatı, niteliği anlamındadır.

Günlük konuşma esnasında; “amelleri” anlamındaki kelimenin; “İnkâr eden(ler)”den bedel-i istimal olmak üzere cer konumunda olması da mümkündür.

Bu buyruk aslında az önce geçen: “İnad eden her zorba ise zarara uğra­dı” (İbrahim, 14/15) buyruğu ile ilişkilidir. Onların amelleri boşa çıkmış ola­cak ve kabul edilmeyecektir, demektir. Kül ise bir şeyin yanmasından son­ra geriye kalandır. Şanı yüce Allah bu âyet-i kerîme ile inkâr eden kâfirlerin amellerinin misalini vermektedir. Fırtınalı bir günde şiddetli rüzgann külü sa­vurduğu gibi yüce Allah amellerini yok edecektir.

“Rüzgarın şiddetli olması” demektir. Bunun bu şekilde tecelli et­mesi ise onların işledikleri amellerinde Allah’tan başkasını ortak koşmuş ol­malarıdır. O günün “fırtınalı” olmakla nitelendirilmesi hususunda da üç gö­rüş vardır:

1- Fırtına her ne kadar rüzgar hakkında kullanılıyor ise de, gün de bunun­la nitelendirilebilir, Çünkü böyle bir rüzgar günün içerisinde eser. O bakım­dan -sıcak ve soğuk günün içerisinde meydana gelen olaylar olmakla birlik­te- sıcak bir gün ve soğuk bir gün denilebiJdiği gibi “firtına/ı bir gün” de de­nilebilir.

2- “Fırtınalı bir günde” buyruğu ile rüzgann kendisi kastedilebilir.Çünkü rüzgar kelimesi de önceden zikredilmiş bulunmaktadır. Şairin şu mısra­ında olduğu gibi:

“Güneşi kararmış, tutulmuş bir gün geldiğinde…”

Şair burada; güneşi kararmış ve güneşi tutulmuş bir gün, demek istemiş ve ikincisinden “güneş” kelimesini hazfetmiştir. Çünkü önceden geçmiş bu­lunmaktadır, Bu iki açıklamayı da el-Herevî nakletmiştîr.

3- Buradaki “fırtına” rüzgarın sıfatıdır. Ancak “fırtına” kelimesi “gün” ke­limesinden sonra geldiğinden dolayı i’rab itibariyle ona tabi kılınmıştır. Me­selâ Yıkık bir kertenkele deliği” demek gibi. Bunu da es-Sa’lebî ve el-Maverdî zikretmişlerdir.

İbn Ebi İshak ve İbrahim b. Ebi Bekr ise; “Fırtınalı bir gün­de. .” diye okumuşlardır.

“Kazandıklarından hiçbir şeyi” o kâfirler “ellerine geçiremezler.” Ya­ni âhirette dünyada iken yaptıkları İyiliklerin sevap ve mükâfatından hiçbir şey elde edemeyeceklerdir. Çünkü küfür ve inkârlarıyla bunu boşa çıkarmış­lardır.

“Uzak sapıklığın tâ kendisi” büyük hüsranın ta kendisi “işte budur.” Bu hüsranın büyük ve sapıklığın uzak olması ise, ölüm sebebiyle artık bunun telafi edilebilme imkânının elden kaçırılmış olmasından dolayıdır.

“Görmez misin ki Allah gökleri ve yeri hak İle yaratmıştır.” Buradaki “görmek” den kasıt, kalbî görmektir. Çünkü senin bu konuda bilgin yok mu anlamındadır. Hamza ve el-Kisaîise; “Gökleri ve yeri… yaratmıştır” buyruğunu; “Göklerin ve yerin yaratıcısıdır” diye okumuşlardır.

“Hak ile” yaratılmasının anlamı ise bunların yaratılışının O’nun kudreti­ne delil olarak görülmesi içindir.

“Eğer dilerse” ey insanlar “sizi yok eder.” Yani O, lıerşeyi var etmeye güç yetirdiği gibi, yok etmeye de güç yetirendir. O bakımdan O’na isyan etme­yiniz. Şayet O’na isyan edecek olursanız, “sizi yok eder ve yerinize yeniden” sizden daha üstün ve sizden daha itaatkâr olan “başkalarını yaratır.” Zira yeni yaratılacak olanlar öncekiler gibi olurlarsa böyle bir değişikliğin anla­mı olmaz. “Bu da Allah’a göre zor bir iş” imkânsız ve olmayacak bir şey “de­ğildir.?[23]

  1. Hepsi toplanıp Allah’ın huzuruna çıkarlar da zayıflar müstek-birlere derler ki: “Biz izinizden giderdik. Şimdi siz Allah’ın azabından azıcık bir şeyi dahi olsa bizden uzaklaştırıp gidere­bilecek misiniz?” Onlar da: “Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi bidayete erdirirdik. Şimdi biz sızlansak da, sab-retsek de bizim İçin birdir, sığınacak hiçbir yerimiz yoktur” der­ler.
  2. İş olup bitince, şeytan da der ki: “Doğrusu Allah’ın size verdi­ği söz gerçekti. Ben de size vaadde bulunmuştum ama size ver­diğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nü­fuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabııl ettiniz. O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız. Artık ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen ben, daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim. Gerçek şu ki: Zalimler için can yakıcı bir azap vardır.”

“Hepsi toplanıp Allah’ın huzuruna çıkarlar.” Yani kı­yamet gününde kabirlerinden çıkacaklardır. Ortaya çıkmak, görünmek demektir, ise ortada göründü­ğü için- geniş yer anlamındadır. İnsanlara karşı çıkıp görünen kadın anlamın­daki; tabiri de buradan gelmektedir. Buna göre “çıkarlar” buyru­ğu kabirlerinden çıkarlar, anlamındadır.

Buyruk burada İstikbal anlamında olmakla birlikte mazi lafzı ile gelmiş­tir. (Çünkü bu Allah’ın ilminde tahakkuk edecek olan bir şeydir.) Bu buyruk yüce Allah’ın: “înadeden her zorba ise zarara uğradı” (İbrahim, 14/15) buy­ruğu ile ilişkilidir. Yani fetih istemeleri üzerine (kâfirler) helak edildiler. Son­ra da Allah’ın huzurunda hesap vermek İçin öldükten sonra diriltildiler ve hep birlikte yüce Allah’ın huzurunda açıkça toplanıp bir araya geldiler ve hiçbir şey onlan Allah’ın gözünden perdelemeyecek saklamayacaktır. (Buyruktaki): “Allah’ın” lafzı Allah’ın onlara çıkmaları için emir vermeleri üzerine… anlamındadır.

“Zayıflar” yani tabi olanlar “müstekbirlere” önder ve liderlere “derler ki: Biz İzinizden giderdik.” Bu buyrukta geçen; “iz…den gidenler” ke­limesinin mastar olması mümkündür. İfadenin takdiri de uyma durumunda olan kimseler şeklinde olur. Bununla birlikte bu kelimenin “uyan” anlamın­daki; lafzının çoğulu da olabilir.

“Bekçi, bekçiler, hizmetçi, hizmetçiler, gözetleyici, gözetleyiçiler, yarıp genişleten, yarıp genişletenler” gibi.

“Şimdi siz Allah’ın azabından azıcık bir şeyi dahi olsa bizden uzaklaş­tırıp” önleyip “giderebilecek misiniz?” Bu buyrukta; ” Azab(ın)dan” kelimesindeki; sıladır. ifadesi ondan eziyeti önledi, giderdi anlamındadır. Bir kimseye faydalı bir iş yaptığı, faydası do­kunduğu zaman da -harfi cersiz olarak-; denilir.

“Onlar da derler ki: Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de si-zi hidayete erdirirdik.” Yani Allah bizi imana iletmiş olsaydı, biz de sizi ona iletirdik.

Şöyle de açıklanmıştır: Allah bizi cennete giden yola iletmiş olsaydı, biz de sizi cennetin yoluna iletirdik. Yine şöyle açıklanmıştır: şayet Allah bizi azaptan kurtarmış olsaydı, biz de sizi o azaptan kurtarmış olurduk.

“Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir” buyruğundaki-, ” Bizim için birdir” lafzı mübtedâ olup haberi de; “Sızlan­sak da” anlamındaki buyruktur. “Sığınacak” kaçıp gidecek ve sığınacak “hiçbir yerimiz yoktur.”

Buradaki; “Sığınacak yer” kelimesinin mastar anlamında olma­sı da mümkündür, isim anlamında olması da mümkündür. “Filan kişi o şeyden uzaklaştı ve meyletti” demektir. Muzari ve masdarlan da; şeklinde gelir. Yani: Bizler herhangi bir şekilde cehennemden uzaklaşanlayız.

Peygamber (sav)den de şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Cehennem ehli azapları şiddetlendiğinde: Gelin, sabredelim derler. Beşyüz yıl süreyle sabrederler bu sabırlarının kendilerine bir fayda sağlamadığını göreceklerin­de; Haydi gelin sızlanalım diyecekler. Beşyüz yıl süreyle sızlanıp feryat edecekler. Bunun da kendilerine bir fayda sağlamadığını göreceklerinde bu sefer: “Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bizim için bîrdir. Sığınacak hiç­bir yerimiz yoktur” diyeceklerdir.”[24]

Muhammed b. Ka’b eî-Kurazîde der ki: Bize nakledildiğine göre cehen­nem halkı birbirlerine: Ey adamlar, diyecekler. Gördüğünüz şekilde bela ve azaplarla karşı karşıyasınız. Haydi gelin sabredelim, belki itaat ehli Allah’a itaat üzere sabredip de bu sabırlarının faydasını gördükleri gibi, sabrın bi­ze de bir faydası olur. Böylelikle sabretmek üzere görüş birliğine varırlar ve sabrederler. Bu sefer sabırları uzayıp gider, artık sabrçdemez olurlar, sızlan­maya başlarlar. Bunun üzerine de: “Şimdi biz sızlansak da, sabretsek de bi­zim için birdir. Sığınacak” yani kurtulacak “hiçbir yerimiz yoktur” diye­cekler. Bunun üzerine İblis kalkarak: “Doğrusu Allah’ın size verdiği söz ger­çekti. Ben de size vaadde bulunmuştum, ama size verdiğim sözde durma­dım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni kınamayınız, bi­lakis kendinizi kınayınız. Artık ne ben sizi kurtarabilirim” benim size hiç­bir faydam olmaz demek istiyor “ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen ben daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim…” di­yecektir… Hadis bu şekilde uzayıp gider. Biz bunu “et-Tezkire” adlı eserimiz­de tamamiyle kaydetmiş bulunuyoruz.

“İş olup bitince, şeytan da der ki…” el-Hasen dedi ki: İblis, kıyamet gü­nünde cehennemde ateşten bir minber üzerinde ve herkesin sesini işitece­ği bir şekilde kalkıp, bir konuşma yapacaktır. “İş olup bitince” buyruğu: Cen­net ehli cennete, cehennem ehli de cehenneme gittikten sonra… anlamında­dır. İleride Meryem Sûresİ’nde (18/39- âyetin tefsirinde) açıklaması gelece­ği gibi.

“Doğrusu Allah’ın size verdiği söz gerçekti.” Bununla öldükten sonra diriliş, cennet, cehennem, itaat edenlerin mükâfat görmesi, isyankârların ce­zalandırılması hususlarında O verdiği sözleri gerçekleştirmiştir. Ben ise öl­dükten sonra diriliş, cennet, ateş, mükâfat ve ceza gibi bir şey yoktur, demiş­tim. Fakat size verdiğim bu sözümde durmadım.

İbnu’l-Mubarek, Ukbe b. Âmir yoluyla gelen hadisteki rivayetine göre Ra-sûlullah (sav) şefaat hadisinde şöyle buyurmuştur: “İsa diyecek ki: Ben size ümmi peygambere gitmenizi tavsiye ederim. Bunun üzerine bana gelirler, Al­lah bana kalkmak için izin verecek. Benim meclisimden, güzel koku kokla-mış herkesin kokladığı kokudan daha da hoş bir koku rüzgarı yayılacaktır. Nihayet Rabbimin huzuruna geleceğim, benim şefaatimi kabul edecek ve ba­na saçımdan ayağımın tırnağına kadar bir nur ihsan edecek. Sonra kâfirler şöyle diyecekler: Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, peki bize kim şefaat edecek? Bu sefer: Bu, İblis’ten başkası olamaz. Bizi sap­tıran odur, diyecekler ve bunun üzerine iblis’in yanına varacaklar. Ona: Mü’minler kendilerine şefaat edecek kimseyi buldular, haydi sen de bize şe­faat et. Çünkü bizi saptıran sen oldun, diyecekler. Bu sefer onun meclîsin­den kokusu alınmış en kötü ve pis bir koku rüzgarı yayılacak. Sonra da ağ­laşmaları oldukça ileri dereceye varacak. İşte o vakit (İblis): “Doğrusu Allah’ın size verdiği söz gerçekti. Ben de size vaadde bulunmuştum ama size ver­diğim sözde durmadım” diyecektir.[25]

“Gerçek söz” ifadesi bir şeyin kendi sıfatına izafesidir. Arapla­rın; “Cami mescid” demelerine benzer. el-Ferrâ dedi ki: Basralılar şöyle demişlerdir: (Buyruğun anlamı şudur): O size hak günün vaadin­de bulundu yahut ta o size hak vaadde bulundu ve size vaadine sadık kal­dı. Burada halin delâleti dolayısıyla mastarın hazfı söz konusudur.

“Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu.” Benim size karşı getireceğim herhangi bir delil, bir açıklamam yoktu. Yani ben size dün­ya hayatında iken verdiğim söze ve size süslü ve güzel gösterdiğim şeylere dair herhangi bir delil göstermemiştim.

“Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz.” Ben sizi azdır­dım siz de bana uydunuz, arkamdan geldiniz. Şöyle de açıklanmıştır: Ben si­zi kendisine davet ettiğim şeye kahredip zorlamadım,

“Yalnız ben sizi çağırdım” anlamındaki; ise, munkatı’ bir istisnadır. Yani ama ben sizi vesveselerde bulunarak çağırdım, siz de kendi tercihinizle benim çağrımı kabul ettiniz. “O halde beni kınamayınız, bila­kis kendinizi kınayınız.”

Şöyle de açıklanmıştır: “Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu.” Yani sizin kalpleriniz ve iman mahhalliniz üzerinde bir etkinliğim yoktu. Ama ben sizi çağırdım, siz de benim çağrımı kabul ettiniz.

Bu açıklama İblis’in isyankâr mü’min ile inkarcı kâfire hitab etmesi görü­şüne göredir. Ancak bunun böyle oluşu su götürür. Çünkü yüce Allah’ın: “İş olup bitince” buyruğu, İblis’in yalnızca kâfirlere hitab ettiğine, muvahhid is­yankârların bu sözlerine nıulıatab olmadığına delil teşkil etmektedir. Doğru­sunu en iyi bilen Ailah’tır.

“O halde beni kınamayınız, bilakis kendinizi kınayınız.” Çünkü siz her­hangi bir delil getirmeksizin bana gelmiş bulunuyorsunuz. “Artık ne ben si­zi kurtarabilirim” yardımınıza koşabilirim “ne de siz beni kurtarabilirsiniz” bana yardıma gelebilirsiniz. -Aynı kökten gelen-; “Yardım ve destek talebinde bulunan kimse” demektir. ise; yardım ve imdat isteyen kişi, anlamındadır. Şair Selam e b. Cendel dedi ki:

“Dehşete kapılmış yardım isteyen bir kimse bize geldiğinde,

Onun bu yardım isteme feryadı dolayısıyla biz alelacele yardımına koşardık.1

Umeyyc b. Ebi’s-Salt da şöyle demektedir:

“Sızlanıp durmayın, şüphesiz ki ben sizin imdadınıza koşacak değilim, Benim size bir faydam da olmaz, yardımım da.”

Filan kişi yardım istedi” demektir. Müzari ve mastarları: şeklindedir.ise bir yardım feryadı, anlamındadır. da mazi şekli ile aynı anlamdadır. Feryad ve yardım iste­mek İçin kendisini zorlamak” “Yardıma koşan, imdada koşan” ise imdada çağıran, yardıma çağıran demektir. O bakımdan; “Benden yardım istedi, ben de yardıma koştum” denilir. ise yardım İsteyenin sesi demektir. Bu aynı zamanda an­lamındadır, bu da hem yardıma koşan, hem yardım isteyen demektir. Buna göre bu şekliyle zıt anlamlı bir kelimedir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yap­mıştır.

“Siz beni kurtarabilirsiniz” buyruğu genel olarak “ya” harfi üs­tün okunmuştur, el-A’meş ve Hamza ise; şeklinde “ya” harfini es-reli olarak okumuşlardır. Bu kelimenin aslı; şeklindedir, izafe dolayısıyla “nun” düşmüştür. Çoğul için gelen “ya” ile izafet “ya”sı birbirine idğam edilmiştir.

Bunu nasb ile okuyanlar, bu muzaafhk (çift ya) dolayısıyla mansub oku­muşlardır. Çünkü izafet ya’sının ma kabli (önceki harfi) sakin olduğu takdir­de üstün olarak okunması gerekir. “Benim arzum ve benim asam” gibi, eğer ma kabli hareke alırsa, o takdirde üstün okunması da, sa­kin okunması da caiz olur. ” Benim kölem” gibi. Esreli okuyuş ise iki sakinin arka arkaya gelmesi dolayısıyla esre harekesinin verilmesin­den dolayıdır. Çünkü “ya1′ esrenin kardeşi gibidir. el-Ferrâ da der ki: Ham-za’nın kıraati onun bir yanılmasıdır. Kurra’dan bu gibi hatalardan kendileri­ni kurtarabilenler de pek azdır.

ez-Zeccac da şöyle demiştir: Bu pek üstün olmayan bir kıraat şeklidir ve zayıf bir açıklama şekli dışında uygun bir açıklama şekli yoktur.

Kutrub da der ki: Bu Yerbû’oğullarının şivesidir, onlar izafe yâ’sına bir “ya” daha ilave ederler.

el-Kuşeyrî de der ki: Bu gibi açıklamalara ihtiyaç bırakmayacak durum Pey­gamber (sav)den tevatür yolu ile sabit olan şeydir. Bu konuda böyle bir şey yanlıştır, çirkindir veya bayağıdır demek caiz olmaz. Aksine böyle bir oku­yuş Kur’ân-ı Kerîm’de fasihtir ve yine Kur’ân-ı Kerîm’de bundan daha fasih olan şeyler de vardır. Bu açıklamalarda bulunanlar, Hamza’nın okuduğundan başka türlü kıraatin daha fasih olduğunu kastetmiş olabilirler.

“Esasen ben daha önce beni ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etme­miştim.” Yani sizin itaatlerde beni Allah’la ortak koşmanızı İnkâr etmiş idim. Buna göre; “Beni ortak tutmanızı” anlamındaki buyruk­ta yer alan; mastar anlamını vermektedir.

İbn Cüreyc de der ki: Ben bugün dünyada iken iddia ettiğiniz Allah’a şirk ve ortaklık iddiasını İnkâr ediyorum.

Katade de der ki: “Sizin beni ortak koşmanız ile” şüphesiz ben Allah’a isyan etmiş idim. es-Sevrî de der ki: Dünya hayatında iken sizin bana itaati­nizi inkâr ediyorum, kabul etmiyorum.

“Gerçek şu ki zalimler için can yakıcı bir azab vardır.” Bu âyet-i kerî­melerde Kaderiye’nin, Mutezile’nin, İmamiye’niri ve onların yollarından gi­denlerin kanaatleri reddedilmektedir.

Burada kendilerine tabi olunanların: “Allah bize hidayet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi bidayete erdirirdik” diyeceklerine, İblis’in de: “Doğ­rusu Allah’ın sîze verdiği söz gerçekti” dediğine bakınız. Bunlar yüce Al­lah’ın sıfatları hakkında -cehennemin en aşağı basamaklarında iken bile- hak­kı nasıl itiraf ettiklerine bir bakalım. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöy­le buyurmaktadır: “İçine herbir grup atıldığında bekçileri onlara… sorarlar… böylelikle günahlarını itiraf edecekler.” (el-Mülk, 67/8-11)

Cehennemin en aşağı basamaklarında iken bile hakkı itiraf etmelerinin kendilerine bir faydası yoktur, İtirafın ancak dünyada sahibine faydası olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Onlar salih ameli başka bir kötü (amel) ile karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder.” (et-Tevbe, 9/102)

Yüce Allah’ın: “Olur ki” anlamındaki ihtimali va’di ise, muhakkak tahak­kuk edecektir, anlamındadır.[26]

  1. İman edip salih ameller işleyenler İse Rabblerinİn izni ile alt­larından ırmaklar akan cennetlere konulacaktır. Orada ebe-diyyen kalacaklardır. Onların orada birbirlerine tahiyyeleri de selâmdır.

“İman edip salih ameller İşleyenler ise Rabblerinİn izni île altlarından ırmaklar akan cennetlere konulacaklardır” buyruğundaki: “Cennet­lere” kelimesi cennetlerde, anlamındadsr. Çünkü; Gir­dim” fiili teaddi etmez. Tıpkı onun zıttı olan “çıktım” anlamındaki fiilin te-addi etmediği gibi. Bu fiillere kıyas yapılmaz. Bu açıklamayı el-Mehdevî yap­mıştır. Şanı yüce Allah, cehennemliklerin halini bildirdikten sonra, cennet­liklerin de halini haber vermektedir.

Çoğunluğun kıraati; “Girdirildi (mealde; konuldu)” şeklinde olup meçhul bir fiil olarak okunmuştur. el-Hasen ise bunu hem istikbal, hem de isti’naf anlamında (konulacaktır diye) okumuştur.

“Rabblerinİn izni İle” emriyle demektir. Meşîeu ve kolaylaşurmasıyla di­ye de açıklanmıştır. Burada “Rabblerinİn izni ile” diye buyurulup “benim iz­nimle” denilmemesi, Rabbi ta’zim ve tefhim içindir.

“Onların orada blribirlerine tahiyyeleri selâm’dır” buyruğuna dair açıklamalar İse daha önceden Yunus Sûresi ‘nde (10/10. ayetin tefsirinde) geç­miş bulunmaktadır. Cenab-ı Allah’a hamdolsun.[27]

  1. Allah’ın boş bir sözü nasıl misallendirdiğini görmez misin? Kö­kü sabit ve dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
  2. O ağaç, Rabbİnin izniyle her zaman meyvelerini verir. Allah in­sanlara düşünüp, ibret alsınlar diye misaller verir.

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:[28]

1- Mü’minin Ameli:

Yüce Allah, kâfirlerin amellerinin misalini söz konusu ederek, amellerinin şiddetli fırtınalı bir günde, şiddetlice esen bir rüzgarın savurduğu küle ben­zediğini belirttikten sonra; “Allah’ın hoş bir sözü nasıl misallendirdiğini gör­mez misin?” buyruğu ile mü’minlerin sözlerinin ve diğer amellerinin misa­lini de zikretmektedir. Daha sonra bu misali açıklayarak şöyle buyurmakta­dır: “Hoş bir sözü” yani mahsulü hoş bir sözü… demek olup ifadenin buna delâleti dolayısıyla bu kelime hazfedilmişiir, İbn Abbas da der ki: Hoş sözden kasıt, lâ ilahe İllallah’ür. Güzel bir ağaçtan kasıt ise mü’mindir.

Mücahid ve İbn Cüreyc derler ki: Hoş sözden kasıt iman’dır. Atiyye el-Avfî ile er-Rabî’ b. Enes ise, bu mü’minin kendisidir demişlerdir. Yine Mücahid ve İkrime bundan kasıt hurma ağacıdır, demişlerdir. Buna göre anlamın şöyle olması mümkündür: Mü’minin kalbinde bulunan -iman-, kelimenin kö­kü, bitişi ve verimi itibariyle hurma ağacına benzetilmiştir. Onun amelinin gö­ğe doğru yükselmesi de hurma ağacının dallarının yükselişine, Allah’ın mü’minin ameline vereceği mükâfat ise mahsulüne benzetilmiş olur.

Enes yoluyla gelen hadiste Peygamber (sav)e şöyle buyurduğu rivayet edil­mektedir: “İmanın misali kökü sağlam bir ağaca benzer. İman bu ağacın kök­leridir, namaz onun gövdesidir. Zekat gövdeden ayrılan kollandır, oruç onun dallarıdır. Allah uğrunda sıkıntılara katlanmak onun filizleridir, güzel ahlâk onun yapraklarıdır. Allah’ın haramlarından uzak durmaksa onun meyvesidir.”[29]

Anlamın şu şekilde olması da mümkündür: Ağacın kökü yeryüzünde sa­pasağlamdır. Yani onun kökleri yerden su içer ve sema da onun üstünden ona su verir. O bakımdan bu ağaç temiz ve güzel bir şekilde gelişip durur. Tirmizî de Enes b. Malik’in şu hadisini rivayet eder: Enes (r.a) dedi ki: Ra-sûlullah (sav)a hurma dallarından yapılmış bir tabak içerisinde taze hurma getirildi. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Hoş bir sözün misali kökü sabit ve dallan gökte olan güzel bir ağaç gibidir. O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir.” (Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: “İşte o hurma ağa­cıdır. “Kötü bir kelime de toprağın üstünden, kökünden koparılmış istikrar­sız, sebatı olmayan kötü bir ağaç gibidir” diye buyurduktan sonra da: “İşte bu ağaç da hanzal (Ebu Cehil karpuzu )dır.”[30] Enes’ten diye, Enes’in sözü rivayet etmiş ve: O daha sahihtir, demiştir.[31]

Dârakutnî de İbn Ömer’den gelen şu hadisi zikretmektedir: İbn Ömer de­di ki: Rasûlullalı (sav): “Allah’ın hoş bir sözü nasıl mis al tendir dlğlni gör­mez misin? Kökü sabit…” buyruğunu okudu. Sonra Rasûlullah (sav): “Bu­nun ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Benim içime bunun hurma ağacı olduğu doğdu.[32]

es-Süheylî der ki: Bu hususta Ali-b. Ebi Talib’den, bu güzel ağacın Hindisza cevizi teğscı) olduğuna dair geten rivayet sahih değtidjr. Çünkü Peygamber (sav)den, İbn Ömer yoluyla gelen şu hadis sahih olarak gelmiştir: “Ağaçlar arasında öyle bir ağaç vardır ki; bunun yapraklan düşmez. Bu ağacın misali de mü’mine benzer. Bana bu ağacın ne olduğunu haber veri­niz.” Sonra da: “Bu hurma ağacıdır” diye buyurdu.[33]

Bu hadisi Malik, İbnu’l Kasım ve diğerlerinin rivayeti ile Muvatta’da nakletmiştir. Ancak Yahya rivayet ettiği Muvatta’da bu hadisi zikretmemiştir. Yi­ne bu hadisi sahih hadis sahipleri de rivayet etmişlerdir. Bu hadiste ayrıca el-Haris b. Üsame’nin, Peygamber (sav)den şöyle dediğine dair bir fazla ibare­si vardır ki, sırf bunu nakletmek için yolculuk yapmaya (rihle) değer: “İşte o ağaç hurma ağacıdır. Bunun yapraklan düşmez, mü’minin de aynı şekîlde yaptığı hiçbir dua düşmez.” Böylelikle hem hadisin manasını, hem de ben­zerlik yönünü açıklamış bulunmaktadır.

Derim ki: Yine el-öaznevî ondan şöyle dediğini nakletmektedir: “Mü’mi-nin misali hurma ağacına benzer. Onunla arkadaşlık yaparsan sana faydalı olur, onunla beraber oturursan sana faydalı olur. Onunla istişare edersen, sa­na faydalı olur. Tıpkı hurma ağacı gibidir, onun herbir şeyiyle faydalanılır.” Yine Hz. Peygamber: “Hala’nızdan yiyiniz” diye buyurmuştur.[34] Bununla hur­ma ağacını kastetmektedir, Çünkü hurma ağacı Adem (a.s)ın hilkatinden ar­tan çamurdan yaratılmıştır. Aynı şekilde hurma baş tarafı ile kalıcıdır. Kalbi ile hayat vericidir, onun meyvesi de erkek ve dişi (organların) bir arada ol­masıyla vücuda gelir.

Şöyle de denilmiştir: Hurma ağacı, ağaçlar arasında insana en çok ben­zeyen ağaç olduğundan dolayı insana benzetilmiştir. Şöyle ki: Herbir ağacın baş tarafı kesildi mi onun yan tarafından dallan çıkar. Hurma ağacının ise baş tarafı kesildi mi kurur ve temelli gider. Çünkü hurma ağacı da aşılanmak ba­kımından insanlara ve diğer canlılara benzemektedir. Hurma ağacı aşılanma-dıkça ürün vermez. Peygamber (sav)de şöyle buyurmuştur: “Malın en hayır­lısı etrafı aşılı hurmalarla çevrilmiş bir yol (bahçe) ile doğurgan bir kısraktır.”[35]

İleride Hicr Sûresi’nde (15/22. âyetin tefsirinde) aşılama ile ilgili açıkla­malar gelecektir. Diğer taraftan hurma ağacı H2. Adem’in çamurunun artığın­dan yaratılmasıyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: Yüce Allah, Hz. Adem’i çamurdan sureti endi rdiğ inde bir parça çamur arttı. Onu da kendi eliyle şekillendirdi ve Adn cennetinde dikti. O bakımdan Peygamber (a.s) de: “Ha­lanıza ikramda bulununuz” diye buyurmuştur. Onlar: Ey Allah’ın Rasûlü! Ha­lamız kimdir? demeleri üzerine, o: “Hurma ağacıdır” diye buyurdu.[36]

“O ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvelerini verir.” er-Rabî’ dedi ki: “Her zaman”dan kasıt sabah-akşamdır. İşte mü’minin ameli de aynı şe­kilde günün başlangıcında ve sonunda yükselir. Bu açıklamayı İbn Abbas yap­mıştır. Yine ondan nakledildiğine göre: “O ağaç Rabbinin İzniyle her zaman meyvelerini verir” buyruğu hakkında dedi ki: Bu Hint cevizi ağacıdır, mey­vesiz hiçbir zaman kalmaz. Her ay mahsûl taşır. İşte her zaman Allah rızası için amelde bulunan mü’minin yaptıkları, çeşitli zamanlarda mahsûllerini ve­ren hurma ağacına benzetilmiştir.

ed-Dahhak der ki: Gece gündüz, yaz kış her vakit, her zaman mahsulü yenilir. İşte mü’min de böyledir, o hiçbir zaman hayırdan uzak kalmaz.

en-Nehhâs da der ki: Bu sözler birbirlerine yakındır, birbirleriyle çelişki­li değildir. Çünkü oldukça istisna teşkil edenler hariç olmak üzere, bütün dil bilginlerine göre “el-hîn: zaman” kelimesi az süre hakkında da, uzun süre hak­kında da kullanılan “vakit” anlamındadır. el-Esmaî de, en-Nâbiğa’nın şu be-yitini nakletmektedir:

“(O yılan) kötü zehirinden dolayı mkye yapanlar (tedavi edenler) bu konuda birbirlerini uyardılar; (bu yılana ilişmeyin, diye) O zehrinin acısı bir zaman gidiyor, bir zaman da geri geliyor.”

İşte burada bu kelimenin “zaman” anlamında olduğunu açıkça ortaya koy­maktadır.

İman mü’minin kalbinde sabit ve sağlamdır, ameli, sözü ve teşbihi ise se­maya doğru hurma ağacının dalları gibi yükselir. İmanın bereket ve mükâ­fatından kazandıkları ise, senenin bütün zamanlarında hurma ağacının mah­sûllerinden sağlanan faydaya benzer. Bu hurma ağa emin meyvesi henüz ye­ni olduğu sırada, taze iken, sararmaya yüz tutmuşken, sarardıktan sonra, ya­vaş yavaş kızarmaya başlarken, kuruyup hurma haline gelirken ve henüz to­murcuk halinde iken her halinde faydalıdır.

İbn Abbas’tan nakledilen bir rivayette de şöyle denilmektedir: Şüphesiz buradaki ağaç cennetteki ağaçtır, her vakit mahsûl verir.

“Misal” anlamındaki kelime; “…lendirdi” fiilinin mef’ulüdür. ” Bir söz” ise onun bedelidir, ” Bir ağaç gibidir” ise; “Bir söz” kelimesinden hal olmak üzere nasb mahallindedir. İfadenin takdi­ri de şöyledir: Güzel bir ağaca benzetilen, güzel bir sözü andırmaktadır.[37]

2- “Hin: Zaman”in Süresi:

Bütün’ağaçlar her yıl bir defa mahsul verdiklerine göre yüce Allah’ın: “Her zaman meyvelerini verir” buyruğu aynı zamanda “lıîn”in hükmüne dair açık­lamayı da ihtiva etmektedir. Bundan dolayı biz (Malikıler) şöyle deriz: Bir kim­se filan ile bir hîn konuşmayacağına dair yemin edecek olursa ve şu kadar zaman (hîn) diyerek bunu belirlemezse buradaki hîn sene anlamına gelir.

Bir başka yerde de “hîn” kelimesi varid olmuş ve bu kelime ile bundan çok daha uzan bir süre de kastedilmiş bulunuyor. Çünkü yüce Allah: “İnsan üzerinden öyle uzun süre (hin) geçti ki, o anılmaya değer bir şey değildi.” (el-İnsan, 76/1) “Tefsir”de denildiğine göre bu süre kırk yıldır. İkrime’nin nak­lettiğine göre bir adam: Bir lıîn’e kadar şu, şu İşi yapacak olursam kölem hür olsun, dedi. Sonra durumu sormak üzere Ömer b. Abdu’l-Aziz’e geldi. O da bana bu hususta sordu, ben de: Kimi hîn vardır ki bunun ne olduğu idrâk edilemez. Yüce Allah’ın: “Bilmiyorum belki de o sizin için bir imtihandır, bir süreye (hîn’e) kadar bir faydalanmadır.” (el-Enbiyâ, 21/111) Görüşüme göre sen hurma ağacının meyvelerinin toplanması ile bir daha meyve yük­leneceği vakte kadar yemininde durmandır, dedim. Sanki bu (Ömer’in) ho­şuna gitti. Aynı zamanda Ebu Hanife’nin “hîn” hakkında ki görüşü de budur. O İkrime ve diğerlerine uyarak bu altı aylık bir süreyi ifade eder. “Hin” ke­limesiyle ilgili olarak ilim adamlarının değişik görüşlerine dair yeterli açık­lamalar bundan önce el-Bakara Sûresi’nde (2/36, âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır. Yüce Allah’a hamdolsun.

“Allah insanlara düşünüp İbret alsınlar diye misaller” benzetmeler yaparak “verir.” Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmak­tadır.[38]

  1. Kötü bir kelimenin misali de toprağın üstünden kökünden ko­parılmış, istikrarsız, sebatı olmayan kötü bir ağaca benzer.

Yüce Allah’ın: “Kötü bir kelimenin misali… kötü bir ağaca benzer”

buyruğundaki “kötü kelime” küfür sözüdür, bizatihi kâfirin kendisi olduğu da söylenmiştir, “Kötü ağaç” ise Hz. Enes yoluyla rivayet edilen hadiste geç­tiği gibi, Hanzai (Ebu Cehil Karpuzu) ağacıdır. Bu aynı zamanda İbn Abbas, Mücahid ve diğerlerinin de görüşüdür.

Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre bu yeryüzünde yaratılmış bir ağaç değildir. Bunun sarımsak ağacı olduğu da söylenmiştir ki bu da İbn Ab­bas’tan nakledilmiştir.

Bundan kastın yer elması yahut yosun olduğu söylendiği gibi, küsküt otu (bağboğan) olduğu da söylenmiştir. Bu ise yerde kökleri ve yaprağı olma­yan bir bitkidir. Nitekim şair şöyle demektedir:

“Onlar hepai küsküt otudur, ne gövdeleri vardır, ne de yaprakları,”

“Toprağın üstünden, kökünden koparılmış” yani tâ dibinden sökülüp alınmış demektir ki, bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Lakıt (b. Ma’merün şu beyiti de buradan gelmektedir:

“Karşılaşacağınız o şey sizi kökten koparacak olan bir sürgündür, Bir gün olsun bunun gibisini kim görmüş ve kim işitmiştir.”

el-Muerric derki: (Aynı kökten gelen); “cüsse” bizatihi kendisi demektir. Cüsse otursun, ya da ayakta bulunsun insanın kendisine denir. ise onu kökten söktü anlamındadır, de onu yerin üzerinden söküp aldı demek­tir.

Bunun anlamı şudur: Böyle bir ağacın kökleriyle yerden su içen, dibe doğ­ru uzanan bir gövdesi yoktur. Üstelik “sebatı olmayan” bir ağaçtır. Yani onun yerde sabit bir gövdesi, bir kökü yoktur. Sebatı yoktur, diye de açıklanmış­tır. İşte kâfirin durumu da böyledir, onun herhangi bir delili, sebatı olmadı­ğı gibi, onda bir hayır da yoktur. Onun güzel bir sözü ve salih bir ameli yükselmez.

Muaviye b. Salih, Ali b. Ebi Talha’dan yüce Allah’ın: “Allah’ın hoş bir sö­zü nasıl misallendirdiğini görmez misin?” (İbrahim, 14/24) buyruğu ile il­gili olarak: O la İlahe illallahtır ve bu “güzel bir ağaç gibidir” (İbrahim, 14/24) bu da mü’mindîr. “Kökü yerde sabit’ lâ ilahe illallah mü’minin kalbinde sa­bittir. “Kötü bir kelimenin” yani şirkin “misali” ise “kötü bir ağaca benzer” bu da müşriktin “Toprağın üstünden, kökünden koparılmış ve istikrarsız” dır, Yani müşrikin kendisine istinaden amelde bulunacağı bir dayanağı, bir esası yoktur.

Şöyle de açıklanmıştır: Misal iman’a davet ile şirke davet ile ilgilidir. Çünkü “kelime”den herhangi bir şeye davet etmek ve herhangi bir söz söylemek anlaşılmaktadır.[39]

  1. Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir. Allah zulmedenleri şaşırtır. Allah ne dilerse yapar.

“Allah iman edenlere… sağlam söz üzere sebat verir. İbn Abbas der ki: Bu söz lâ ilahe illallah’tır. Nesaî, el-Berâ b, Âzib’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir” buyruğu kabir azabı hakkında inmiştir. Orada kişiye: Rabbin kimdir? denilir. O: Rabbim Allah’tır, dinim Mulıammed’in dinidir, der. İşte yüce Allah’ın: “Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir” buyruğunda anlatılan budur.[40]

Derim ki: Bu hadis Müslim’in rivayet ettiği yollardan birisinde el-Be-râ’dan onun sözü olarak, mevkuf bir şekilde gelmiştir.[41] Sahih olan ise bu hadisin merfu olduğudur. Nitekim Müslim’in Sahih’inde, Nesaî’de, Ebû Dâ-vûd, İbn Mace ve diğerlerinde de bu şekilde el-Bera’dan, o Peygamber (sav)den diye rivayet etmişlerdir.[42]

Buhârî de şöyle nakletmektedir: Bize Cafer[43] b. Ömer anlattı, dedi ki: Bi­ze Şu’be, Alkame b. Mersed’den anlattı, o Sa’d b. Ubeyde’den, o el-Berâ b. Âzib’den, o da Peygamber (sav.)den dedi ki: “Mü’min kabrinde oturtulduğun­da ona birisi gelir, sonra da Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve Muham-med’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şahitlik eder. İşte yüce Allah’ın: “Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhirette de sağlam söz üzere sebat verir” buyruğunda kastedilen budur. “[44]

Biz bu hususu “et-Tezkire” adlı eserimizde açıkladığımız gibi yine orada kabrinde imtihana çekilecek ve soru sorulacakların da olduğunu açıklamış bulunuyoruz. Bu hususta bilgi sahibi olmak isteyenler bu konuyu oradan iz­leyebilirler.

Sehl b. Ammâr da der ki: Ben Yezid b. Harun’u vefatından sonra rüyam­da gördüm. Ona: Allah sana ne yaptı? diye sordum. O şöyle dedi: Kabrim­de haşin ve kaba iki melek bana geldi ve dinin ne, Rabbin kim, Peygambe­rin kim? dediler. Beyaz sakalımı sıvazladım şöyle dedim: Benim gibi birisi­ne mi bu sözler söyleniyor, ben insanlara seksen yıl boyunca size verilecek cevabı öğrettim. Bunun üzerine gittiler ve giderken de: Sen Harîz b. Os­man’dan hadis yazdın mı? dediler. Ben: Evet, deyince bu sefer oniar şöyle de­diler: O Alî’ye buğzedjyordu, Allah ona buğzedesice.

Yüce Allah’ın: “Allah… sebat verir” buyruğunun, Allah onları sürekli sa­bit ve sağlam söz üzere devamlı kılar, anlamında olduğu da vSöylenmiştir. Ab­dullah b. Revâha’nm şu beyiti de bu türdendir:

“Allah aana verdiği güzel şeylere sebat verir, Musa’ya verdiği sebat gibi ve yine Musa’nın yardıma mazhar olduğu gibi, sana da yardım etsin.”

Şöyle de açıklanmıştır: Yüce Allah dünyada da, âhirette de bu sebatlı, sağ­lam söze karşılık onian mükâfatlandırır.

el-Kaffal ve bir topluluk “dünya hayatında” buyruğunu, kabirde diye açık­lamışlardır. Çünkü ölüler diriitilinceye kadar dünyadadırlar. “Âhirette” buy­ruğunu da hesap esnasında diye açıklamışlardır. Ayrıca bu görüşü el-Maverdî, el-Berâ’dan da nakletmişttr. el-Berâ dedi ki: Dünya hayatından kasıt, ka­birdeki sorudur, âhiretten kasıt ise kıyamet günündeki sorgulamadır.

“Allah zulmedenleri şaşırtır” yani dünya hayatında küfürleri sebebiyle saptıkları gibi, kabirlerinde de onların delil getirmelerine fırsat bırakmaz, şa-Şirıverirler. Hak sözü söylemelerini onlara telkin etmez, kabirlerinde sorgu­lanacakları vakit bilmeyiz, derler. Bu sefer ona: Bilmez olasıca, bir şey oku­yamaz olasıca, denilir.[45] İşte o vakit -bu husustaki haberlerde de sabit oldu­ğuna göçe- bunlara demirden kamçılarla vurulur. Biz bu hususları “et-Tezki-re” adlı eserimizde zikretmiş bulunuyoruz.

Bir diğer görüşe göre; dünya hayatında sapıklıkları daha da artsın diye on­lara mühlet verilir, demektir. “AUah ne dilerse yapar.” Kimilerini azaplandırmak, kimilerini saptırmak gibi.

Bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebinin Peygamber (sav)den gelen şu riva­yette belirtildiği gibi olduğu da söylenmiştir: Hz. Peygamber Münker ve Ne-kir’in soru sormalarını ve ölünün vereceği cevabı açıkladığında Hz. Ömer şöy­le sorar; Ey Allah’ın Rasûlü! Peki aklım başımda olacak mı? Hz. Peygamber: “Evet” diye cevap verince, bunun üzerine Hz. Ömer: O halde bu İşin altın­dan kalkabilirim, dedi.[46] Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi in­dirdi.[47]

  1. Görmez misin Allah’ta nimetini küfür İle değiştiren ve kendi ka­vimlerini de helak yurduna sokanları?
  2. Cehenneme ki, onlar oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir karargahtır!
  3. Onlar, Allah’a O’nun yolundan saptırmak için eşler koştular. De ki: “Faydalana durun; varacağınız yer şüphesiz ateş olacaktır.”

“Görmez misin Allah’ın nimetini küfür ile değiştiren… teri?” Yani Al­lah Muhammed (sav)i aralarından bir kişi olarak içlerinde peygamber gön­derdiğinde onlar onu inkâr etmek suretiyle üzerlerindeki Allah’ın nimetine şükredecek yerde küfre saptılar ve inkâr ettiler.

İbn Abbas, Ali ve diğerlerinden nakledildiğine göre maksat Kureyş müş­rikleridir ve âyet-i kerîme onlar hakkında inmiştir. Bir diğer görüşe göre, bu âyet-i kerîme Bedir günü Peygamber (sav) ile savaşan müşrikler hakkında in­miştir. Ebu’t-Tufeyl der ki: Ben Ali (r.a)ı şöyle derken dinledim: Burada sö­zü edilenler Bedir günü öldürülen KureyşIilerdir.

Bir diğer görüşe göre bu âyet-i kerîme Kureyş arasından en çok facir olan Mahzumoğullan ile Umeyyeoğulları hakkında inmiştir.Umeyyeoğulları bir süreye kadar faydalandınidıiar. Mahzumoğulları ise Bedir günü helak edildiler. Bu görüş de Ali b. Ebi Tahb ile Ömer b. el-Hattab Allah ikisinden de razı olsuna aittir.

Dördüncü bir görüşe göre de burada sözü edilenler Araplar arasından hris-tiyanlığa giren Cebele b. el-Eyhem ve arkadaşlarıdır. Cebele birisine tokat vur­duğunda, Hz. Ömer misliyle kısas uygulanmasını emretmişti. Cebele bunu kabul etmeyerek, büyüklük tasladı, hristiyanlığa girerek irtidad etti. Kavmin­den bir grup ile birlikte Bizanslılara katıldı. Bu açıklama İbn Abbas ve Ka-âde’den nakledilmiştir, Cebele nihayet Bizans topraklarına vardığında piş­manlıkla şu beyitleri söyledi:

“Bir tokat (yemenin) utancıyla eşraf hristiyanlığa girdi, Fakat eğer sabretmiş alsaydım, bunun olmazdı bir zararı. Bundan dolayı bir kibir ve bir gurur istilâ etti beni, Ve yine bu sebepten sağlıklı gözü, değiştim, kör bir göze Keşke o beldede süt veren develeri otlatsaydım, Ve Ömer’in söylediği o söze karşı çıkmasaydım.”

el-Hasen ise bu âyet-i kerîme’nin bütün müşrikler hakkında umumi oldu­ğunu söylemiştir.

“Ve kendi kavimlerini helak yurduna sokanları.” Yani cehenneme var­dırıp konaklatanları. Bunu da İbn Abbas söylemiştir. Burada sözü edilenler ise Bedir günü müşriklerin kumandanlarıdır. “Kavimlerini” buyruğu ile ka­sıt, kendilerine tabi olanlardır.

“Helak yurdu” denildiğine göre cehennemdir ki; bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır.

Bunun Bedir günü olduğu da söylenmiştir ki bu da Ali b. Ebi Talib ile Mücahid’in görüşüdür.

(Âyet-i kerimede geçen): “el-Bevâr” helak oluş demektir. Şairin şu beyitinde de aynı kelime kullanılmıştır.

‘Savaşın başladığı sabah vaktinde helak olmaktan korkulduğunda ben Onlar gibi savaş kahramanı kimseler görmedim.”

“Cehenneme ki onlar oraya gireceklerdir.” Bu buyruk ile “helak yurdu”nun İbn Zeyd’in dediği gibi cehennem olduğunu beyan etmektedir. Bu­na göre; Helak yurdu” üzerinde vakıf yapmak caiz değildir. Çün­kü cehennem “helak yurdu” kelimesini açıklamak üzere nasb edilmiştir. Eğer ref ile okunacak olursa, o takdirde ref’ edici bir lafız takdir edilir ve anlam: “O cehennemdir” şeklinde olur. Yahut ta; ” Oraya gire­ceklerdir” buyruğu ndaki zamirin cehenneme ait olması dolayısı ile de ref edilebilir. Çünkü; Helak yurdu” üzerinde de vakıf güzel olur.

“Orası ne kötü bir karargahtır!” Ne kötü bir kalacak yerdir!

“Onlar Allah’a, O’nun yolundan” yani dininden “saptırmak İçin eş­ler tapındıkları putlar “koştular.” Bu buyruktaki; ” Eşler” kelimesi­ne dair açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi’nde (2/22. âyet, 6. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

İbn Kesir ve Ebû Amr; ” Saptırmak için” buyruğunu “ya” harfini üstün olarak (sapsınlar diye, anlamında) okumuşlardır. Hac Sûresi’nde de “Al­lah yolundan sapsın diye…” (22/9) anlamına gelecek şekilde aynı kelime­nin “ya” harfini üstün olarak okudukları gibi, Lukman Sûresi’nde Cbk. 31/6. âyet, 5- başlık) ve ez-Zümer Sûresi’nde (bk. 39/8. âyette) de böyle okumuş­lardır.

Diğerleri ise “İnsanları Allah yolundan saptırsınlar diye” anlamında olmak üzere “ya” harfini ötreli okumuşlardır.

Üstün olarak okuyanların kıraatine göre; kendileri Allah yolundan saptı­lar, anlamındadır. Yani onların akıbeti nihayet sapmaya ve saptırmaya vara­caktır. O bakımdan buradaki “lam” harfi akıbet “larrTıdır.

“De ki: Faydalana durun!” Bu onlara yapılan bir tehdittir ve bu, onların içinde bulundukları dünya zevklerinin -kesintiye uğrayacağından dolayı- ol­dukça az olduğuna da bir işarettir.

“Varacağınız yer şüphesiz ateş olacaktır.” Döneceğiniz ve döndürülece­ğiniz yer cehennem azabı olacaktır.[48]

  1. İman eden kullarıma de ki: “Namazı dosdoğru kılsınlar, alışve­rişin de, dostluğun da olmayacağı o gün gelmezden evvel rızık olarak kendilerine verdiğimiz şeylerden gizli ve açık infak et­sinler.”

“İman eden kullarıma dakî…” Yani Mekke halkı Allah’ın nimetini küf­re değiştirdiler. O halde sen de iman eden ve gerçekten Bana kulluk eden kimselere “namazı dosdoğru kılsınlar” de. Yani beş vakit namazı kılsınlar. Bu da onlara: Namazı kılın de, demektir. Bu emirle beraber mukadder bir şart da vardır. Mesela, Allah’a itaat et, O da seni cennete koyar, denilir. Yani Al­lah’a itaat edersen seni cennete koyar anlamındadır. Bu el-Ferrâ’nın görüşü­dür.

ez-Zeccac ise der ki: ” Kılsınlar” buyruğu “lam” anlamı dolayısıy­la cezm edilmiştir ve bu demektir. Lam’in düşürülmesinin sebebi “de ki” şeklindeki muhataba verilen emrin, gaibe delalet etmesinden dolayıdır. Yine ez-Zeccâc der ki: Bununla birlikte “kılsınlar” anlamındaki buyruğun haz­fedilmiş bir emrin cevabı olma ihtimali de vardır.

Yani”Sen onlara namaz kılınız de; Namazı kıl­sınlar” takdirindedir.

” … Rızık olarak kendilerine verdiğimiz şeylerden gizli ve açık infak etsinler.” Bu buyruk ile İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre ze­kât kastedilmektedir.

Cumhur ise der ki: Gizliden kasıt, gizli saklı verilen, açıktan kasıt ise ve­rilirken görülen ve zahir olan demektir.

el-Kasım b. Yahya İse der ki: Gizliden kasıt tatavvu’ sadakalar, açık olan­dan kasıt ise farz zekâttır. Bundan önce el-Bakara Sûresi’nde yüce Allah’ın: “Sadakalarınızı açıkça verirseniz o ne güzeldir…” (el-Bakara, 2/271) buy­ruğunu açıklarken bu anlamda güzel açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

•Alışverişin de, dostluğun da olmayacağı o gün” e dair açıklamalar da yine el-Bakara Sûresi’nde (2/254. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Arkadaşlık(lar)” kelimesi ın çoğuludur. “Testi” kelime­sinin çoğulunun; şeklinde gelmesi gibi. Şair (İmruu’1-Kays) da şöyle demektedir:

“Ben nitelikleri buğzedilen birisi de değilim, buğzeden birisi de değilim.”[49]

  1. Allah, gökleri ve yeri yaratandır. Gökten su İndirip onunla si­ze rızık olarak türlü ürünler bitiren, emri ile denizde akıp git­sin diye gemileri emrinize verendir. Nehirleri de emrinize ve­rendir O.
  2. Mutad hareket ve özellikleriyle güneşi ve ayı size müsahhar kıl­dı. Geceyi ve gündüzü de faydanız İçin müsahhar kıldı.
  3. O size kendisinden İstediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah’ın nimetini topluca saymak İsteseniz dahi siz onları saya­mazsınız. Gerçekten İnsan çok zulmedici ve çok nankördür.

“Allah gökleri ve yeri yaratandır.” Yani daha önceden var olan bir ör­nek söz konusu olmaksızın, onları yoktan var edendir.

“Gökten” buluttan “su indirip onunla size rızık olarak” ağaçlardan “türlü ürünler bitiren, emri ile denizde akıp gitsin diye gemileri emrini­ze verendir,” Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden el-Bakara Sûresi’nde (2/164. âyet 3-başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Nehirleri de emrinize verendir O.” Yani onlardan içmeniz, davarlarını­zı sulamanız, ekin ekmeniz için tatlı suları da emrinize verdiği gibi, tuzlu su­yu olan denizleri de emrinize vermiştir. Çünkü bu suların herbirinin değişik faydaları vardır.

“Mutad hareket ve özellikleriyle güneşi ve ayı size müsahhar kıldı.” Ya­ni bu ikisinin bitki ve benzeri hususların düzene girmesinde katkıları vardır.

İkisinin mutad hareket ve özellikleri” anlamındaki kelimenin kökü­nü teşkil eden; herhangi bir şeyin cereyan edip giden bir adet ve iti-yad üzere işini sürdürüp devam ettirmesi demektir. Güneş ve ay, yüce Allah’ın emrine uyarak yol alışlarında mutad hareket eden iki varlıktır diye de açık­lanmıştır. Yani bunlar kıyamet gününe kadar ayrılmaksızın böylece akıp gi­deceklerdir. Bu anlamdaki bir açıklama İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.

“Geceyi ve gündüzü de faydanız için müsahhar kıldı.” Yani geceleyin sükûn ve rahat bulmanız için gündüzün de lütfündan aramanız için onları mu-sahhar kılmıştır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Geceyi ve gündü­zü sizin için sükûn bulaşınız ve lütfundan arayasınız diye yaratmış olma­sı O’nun rahmetindendir.” (el-Kasas, 28/73)

“O, size kendisinden İstediğiniz şeylerin hepsinden verdi.” Yani O, si­ze istenilen şeylerden olup kendisinden istediğiniz her şeyden verdi. Bura­da “istenilen şeyler* anlamındaki; lafzı hazf edilmiştir. Bu açıklama el-Ahfeş’ten nakledilmiştir.

Anlamı: Kendisinden istediğiniz ve istemediğiniz herşeyden size verdi de­mek olup bunun “istemediğiniz herşey” bölümünün hazfedildiği de söylen­miştir. Çünkü biz, O’ndan ne güneş, ne ay istedik, ne de O’nun bize baştan beri ihsan etmiş olduğu nimetlerinin pek çoğunu. Bu da yüce Allah’ın -ile­ride de geleceği üzere-: “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler…” (en-Nahl, 16/81) buyruğuna benzemektedir.

“Herşeyden” buyruğundaki…den”in zâid olduğu söylen­miştir. İstediğiniz herşeyi size verdi, demektir.

îbn Abbas, ed-Dahhak ve başkalan ise; “Herşeyden” diye tenvirdi olarak okumuşlardır. Bu kıraat el-Hasen, ed-Dahhak ve Katade’den de riva­yet edilmiştir ki nefy anlamında olup O’ndan istemediğiniz herşeyden vermiş­tir, demek olur. Güneş, ay ve onların dışındaki pek çok şey gibi. Bunun is­temediğiniz her şeyden size verdi, anlamında olduğu da söylenmiştir.

“Eğer Allah’ın nimetini” nimetlerini “topluca saymak isteseniz dahi, siz onları sayamazsınız” saymaya gücünüz yetmez. Bunları tesbit etme imkâ­nınız da olmaz. Çünkü bunlar pek çoktur. İşitmek, görmek, suretin en gü­zel şekilde yapılması ve buna benzer afiyet, nzık gibi sayılamayacak bir çok nimetler. Bütün bu nimetler Allah’tandır. Peki Allah’ın nimetini ne diye kü­für ile inkâr ile karşılıyorsunuz? Neden bu nimetlerin yardımı ile Allah’a ita­at etmiyorsunuz? “Gerçekten insan çok zulmedicl, çok nankördür.* Buy­ruktaki “insan” lafzı cins isim olmakla birlikte, bununla özel insan türü kas­tedilmiştir ki, İbn Abbas’ın görüşüne göre Ebu Cehİl’dir. Bununla bütün kâ­firlerin kastedildiği de söylenmiştir.[50]

  1. Hani İbrahim şöyle demişti: “Rabbim, şu şehri emniyetli kili Be­ni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut!
  2. “Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar. Ar­tık kim bana uyarsa işte o bendendir, kim de bana isyan eder­se… Gerçekten Sen, günahları bağışlayansın, Rahîm’sin.”

Yüce Allah’ın: “Hani İbrahim şöyle demişti: Rabbim şu şehri emniyet­li kıl!” buyruğunda kastedilen şehir Mekke’dir. Buna dair açıklamalar daha ön­ceden el-Bakara Sûresi’nde (2/126. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

“Beni ve oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut!” Yani beni putlara ibadet etmekten uzak bir kimse kıl. “Oğullarımı” sözü ile de sulbünden ge­len oğullarını kastetmişti ve bunlar sekiz kişi idiler. Onlardan hiçbiri bir pu­ta tapmış değildir. Bunun yüce Allah’ın, kendilerine dua etmesini murad et­tiği kimselere bir dua olduğu da söylenmiştir.

el-Cahderî ve İsa; “Beni… uzak tut” buyruğunu; şeklin­de kat’ hemzesi İle okumuşlardır, mana birdir. Mesela; ” Bu işten uzak durdum” denildiği gibi; “Ben o kimse­yi, o işten uzak tuttum, o da o işten uzak kaldı” denilir.

İbrahim et-Teymî de kıssa anlattığında şöyle derdi: İbrahim el-Halih “Be­ni de oğullarımı da” babamın ve kavmimin o putlara taptığı gibi “putlara tapmaktan uzak tut” dediğine göre; artık kim belâ ve imtihandan yana kendisini emin görebilir ki?

“Rabbim, çünkü onlar insanlardan bir çoğunu saptırdılar.” Putlar sap­tırmanın sebebi olduklarından dolayı mecazi olarak saptırma fiili de onlara izafe edilmiştir. Çünkü putların kendileri cansızdır, herhangi bir fiilde bulu­namazlar.

“Artık kim bana” tevhidde “uyarsa işte o bendendir.” Benim dinimin mensuplanndandır. “Kim de bana isyan ederse” şirk üzere ısrar ederse “gerçekten Sen günahları bağışlayansın, Rahîm’sin.”

Denildiğine göte bu sözleri şanı yüce Allah’ın kendisine şirk koşulması­nı bağışlamayacağını ona bildirmesinden Önce söylemiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Ölümünden önce masiyednden tevbe eden kim­seler için günahlarını bağışlayansın, Rahîm’sin demektir. Mukatil b. Hayyan da: “Kim de bana” şirkten daha aşağı günahlar hususunda “isyan ederse…” demektir, diye açıklamıştır.[51]

  1. “Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbi-mizl Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık Sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve şükrederler umuduy­la kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır.”

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:[52]

1- Ekin Bitmez Bir Vadiye Yerleştirilen Zürriyet:

Buhârî’nin, İbn Abbas’tan rivayetine göre kadınlar arasında beline ilk ke­mer bağlayan kişi Hz. İsmail’in annesidir. O Sarâ’nın izini farketmemesi için (etekleri yere sürünmesin diye) bir kemer edinmişti. Sonra İbrahim onu ve oğlu İsmail’i -henüz ona süt emziriyor iken- alıp onları Beyt’e geti­rip Beyt’in yakınında, Mescid’in yukarı taraflarında, Zemzem’in üst yanında büyükçe bir ağacın yanma bıraktı.

O gün Mekke’de hiçbir kimse yoktu ve orada su da yoktu. İşte ikisini de oraya bıraktı, yanlarına da içinde bir miktar hurma bulunan bir torba ile için­de su bulunan bir kırba koydu. Sonra İbrahim geri dönüp gitti.

İsmail’in annesi onun arkasından gidip: Ey İbrahim dedi. İçinde hiçbir in­sanın ve hiçbir şeyin bulunmadığı bu vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun? İsmail’in annesi bu sözleri ona defalarca tekrarladığı halde İbrahim ona dönüp bakmıyordu bile. Bu sefer ona: Bunu Allah mı sana emretti? diye sorunca, o: Evet dedi. Bunun üzerine: O halde O bizi zayi etmez, diyerek geri döndü.

İbrahim de yoluna koyulup gitti. Nihayet kendisini görmeyecekleri tepe­nin yanına geldiğinde yüzünü Beyt’e dönerek, bu duaları yaptı. Ellerini kaldırarak: “Rabbim, ben zurriyetimden bir kısmını… ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim… ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rızıklandır” diye dua etti. İsmail’in annesi de, İsmail’i bir taraf­tan emziriyor, diğer taraftan da o sudan içiyordu. Nihayet kırbadaki su bitin­ce, annesi de susadı, oğlu da susadı. Oğlunun kıvranmaya başladığını gör­dü, onu görmemek için kalkıp gitti.

O yerde kendisine en-yakın tepe olarak Safâ’yı gördü. Üzerine çıktı, sonra da kimseyi görür mü diye vadiye doğru yöneldi, ancak kimseyi göre­medi. Safa’dan indi, nihayet vadiye ulaştığında elbisesinin yanını yukarı doğru çekerek oldukça gayret gösteren birisi gibi koşuştu. Sonra vadiyi aş­tı ve arkasından Merve’ye ulaştı, onun üzerinde durdu ve kimseyi görür mü diye baktı. Yine kimseyi göremedi, aynı işi yedi defa tekrarladı.

İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “İşte iki tepe arasın­da insanların sa’y etmeleri budur (buradan gelmektedir.)”

Merve’nin üzerine çıktığında bir ses duydu -kendi kendisine-: Sus dedi, sonra da kulağını kabarttı. Yine bir ses işitti, bu sefer şöyle dedi: Sen sesini bana duyurdun, eğer bana yardıma koşabileceksen (yardıma gel.) Bir de bak­tı ki Zemzem’in yanıbaşında melek duruyor. Ayağının ökçesi -veya kanadı-ile (yeri) eşti ve nihayet su çıktı. Annesi suyun önünde havuz yapmaya ve eliyle suyu avuçlayıp kabına doldurmaya başlıyordu. Su ise o avuçladıktan sonra yine kaynamasına devam ediyordu.

İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Allah İsmail’in an­nesine rahmet buyursun, şayet Zemzemi bıraksaydı -yahut ta: Eğer sudan avuçlamamış olsaydı, dedi- Zemzem sürekli kaynayıp duran bir pınar kala­caktı.” Derken annesi de o sudan içti, oğluna su verdi. Melek de ona şöyle dedi: Zayi olmaktan yana korkun olmasın. Çünkü burası Allah’ın evidir. Bu çocuk ve onun babası bu evi bina edeceklerdir, hiç şüphesiz Allah bu evin ehlini zayi etmeyecektir..[53] diyerek hadisi uzun uzadıya nakletti.[54]

Tevekkül Adıyla Çoluk-Çocuğu Zayi Etmek Caiz Olmaz:

Tevekkülün gerçek mahiyeti ile ilgili olarak sufilerin aşırıya kaçmış olan­larının söyledikleri gibi; herhangi bir kimse çotuk-çocuğunu zayi olacakla­rı bir yerde Aziz ve Rahim olan Allah’a tevekkül ederek ve İbrahim el-Halil’in fiiline uyarak, bırakmak hususunda buna delil diye yapışması hiç kimseye caiz değildir. Çünkü Hz. İbrahim bunu yüce Allah’ın emri üzere yapmıştır. Hadis-i şerifte: “Sana bunu Allah mı emretti diye sorunca, onun: Evet” diye ce­vap verdiği belirtilmekledir. Yine rivayet edildiğine göre Hz. Hacer, Hz. İs­mail’i doğurduktan sonra, Hz. Sara onu kıskanınca İbrahim (a.s) onu alıp Mek­ke’ye götürdü. Rivayete göre Hz. İbrahim ile Hz. Hacer ve çocuk Burak’a bin­diler. Bir tek günde Şam’dan Mekke vadisinin içine ulaştılar. Oğlunu ve ca­riyesini de orada bırakıp aynı gün Buiağa binip geri döndü. Bütün bunlar yü­ce Allah’ın vahyine dayanarak yapılmıştı. Hz, İbrahim geri döndüğünde bu âyet-i kerîmenin muhtevasında belirtilen duayı yaptı.[55]

2- Zemzem Suyu:

Yüce Allah işleri temellendirmeyî, orada kalmayı hazırlamayı ve Beyt-i Mü-kerrem’in yerini tesbit edip Haram beldenin mekanını ortaya çıkarmak iste­yince, meleği gönderdi. O da suyun üzerini eşti ve bu suyu da gıda seviye­sine getirdi.

Sahih hadiste rivayet edildiğine göre Ebu Zerr (r.a) geceli-gündüzlü otuz gün süreyle Zemzem ile yetindi. Ebu Zerr der ki: Zemzem suyundan başka yiyecek bir şey bulamıyordum. Şişmanlamaktan vücudumda boğumlar orta­ya çıkıncaya kadar şişmanladım ve bu arada da içimde açlığın hiçbir etkisi­ni de duymadım… diyerek hadisin geri kalan bölümlerini nakletmektedir.[56]

Dârakutnî de İbn Abbas’tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Zemzem suyu ne için içilir ise onun için (iyi gelir.) Eğer sen onunla şifa bulmak ümidiyle o suyu içersen, Allah da sana şifa verir. Eğer sen onu doymak kastıyla içersen, Allah onun vasıtasıyla seni doyurur. Şayet sen onu susuzluğunu kesmek için içersen, susuzluğunu keser. Çünkü o Hz. Cebrail’in ayağıyla vurduğu ve yüce Allah’ın İsmail’e içmek üzere ihsan et­liği sudur. “[57]

Dârakutnî, İkrime’den şöyle dediğini rivayet eder: İbn Abbas, Zemzem su­yundan içtiğinde şöyle derdi: ” Allah’ım Sen’den faydalı bir ilim, geniş bir rızık ve her türlü hastalıktan şifa dilerim.”[58]

İbnu’l-Arabî der ki: Zemzem suyunda niyeti sahih olan, kalbi selim olan, bunu yalanlamayan ve denemek kastıyla içmeyen herkes için bu özellikler vardır. Şüphesiz Allah tevekkül edenlerle beraberdir ve O denemek kastıyla bu işe kalkışanları da rüsvay edendir.

Ebu Abdullah Muhammed b. Alî et-Tirmizî de der ki: Bana babam -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- anlattı, dedi ki: Karanlık bir gecede tavafa girdim. İd­rarım beni meşgul edecek kadar sıkıştırdı, kendimi tutmaya koyuldum. Ni­hayet beni rahatsız etti, mescidden çıkacak olursam bazı kimselerin ayakla­rına da basmaktan korktum. Çünkü o günler hac günleriydi. Bu sefer bu ha­disi hatırladım, Zemzeme girdim içebildiğim kadar içtim. Sabaha kadar bu ha­limden rahatsız olmadım.

Abdullah b. Amr’dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zemzem’de, Rük­nün karşı tarafında cennetteki bir pınar vardır.[59]

3- Hz. İbrahim’in Beyt’in Yakınında Yerleştirdiği Zürriyeti:

“Zürriyetimden bir kısmını” buyruğundaki;”…. den bir kısmını” teb’îz (kısmilik.) içindir, yani ben zürriyetimin bazısını burada yerleştirdim. Bu söz­leriyle Hz. İsmail ile annesini kastetmektedir. Çünkü Hz. İslıak Şam diyarın­da idi. Buradaki bu edatın sıla olduğu da söylenmiştir, “Zürriyetimi… yerleştirdim” demek olur.[60]

4- Mukaddes Ev:

Yüce Allah’ın: “Senin mukaddes evinin yanında” buyruğu, Beyt’in -ri­vayet olunduğuna göre- tufan’dan önce ve ondan eski olduğunun delilidir. Bu anlamdaki açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresİ’nde (2/127. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada Hz. İbrahim, Beyt’i yüce Allah’a iza­fe etmiştir. Çünkü bu Beyt’e ondan başka kimse malik olamaz. Onu mukad­des (muharrem) olmakla da nitelendirmiştir. Yani başka yerlerde helâl olan cima ve buna benzer helâl kabul edilen bazı şeyler orada haramdır.

Bir diğer açıklamaya göre bu Ev zorbalara karşı muharremdir (korunmuş ve saygı değerdir.) Saygınlığının çiğnenmesine ve hakkının hafife alınması­na karşı korunmuştur. Bu açıklamayı Katade ve başkaları yapmıştır. Yine bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Mâide Sûresİ’nde (5/97. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır.[61]

5- Namazın Kılınması:

Yüce Allah’ın: “Rabbİmiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye” buyruğun­da (Hz. İbrahim) dinin diğer hükümleri arasında özellikle zikretmesi, bu din­de namazın fazileti ve önemli yeri dolayısıyladır. Namaz Allah’ın kullan nezdindeki ahdi (emâneti.)dir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur; “Beş vakit namaz vardır ki, Allah onu kullara (farz olarak) yazmıştır…”[62]

Yüce Allah’ın: “Namazı dosdoğru kılsınlar diye” buyruğun-daki “lam” harfi “key lam’ı”dır. Bu konuda kuvvetli görülen görüş budur ve bu lam “yerleştirdim” anlamındaki fiile taalluk etmektedir. Bununla birlikte emir lam’ı olması da mümkündür. (O takdirde anlam… “namazı dosdoğru kıl­sınlar” demek olur.) Bu sözleriyle Hz. İbrahim, sanki yüce Allah’a onların na­mazı dosdoğru kılmaya muvaffak kılınmalarını arzu etmiş ve dilemiş gibidir.[63]

6- Mekke ve Medine Mescidlerinde Namazın Fazileti:

Bu âyet-i kerîme, Mekke’de kılınan namazın başka yerlerdeki namazlar­dan daha faziletli olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü yüce Allah’ın: “Kabilimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye” buyruğunun anlamı şudur: Ben, zürriyetimi Senin mukaddes Evinin yanında burada namazı dosdoğru kılsın­lar diye yerleştirdim.

İlim adamları Mekke’de kılınan namazın mı, yoksa Peygamber (sav)in Mes­cidinde kılınan namazın mı daha faziletli olduğu hususunda farklı görüşle­re sahiptir.

Genel olarak eser ehli (yani rivayetlerin ihtiva ettiği hükümleri esas alan­lar) Mescid-i Haram’da namaz kılmanın Rasûlullah (sav)ın Mescidinde namaz kılmaktan yüz kat daha faziletli olduğu görüşündedirler. Onlar bu hususta Abdullah b. ez-Zübeyr’in rivayet ettiği şu hadisi delil gösterirler. Abdullah de­di ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Benim bu Mescidimde kılınan bir na­maz -Mescid-i Haram müstesna- onun dışındaki diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir.[64] Mescid-i Haram’daki bir namaz ise benim bu Mescidimde kılınan namazdan yüz kat daha faziletlidir. “[65]

İmam Hafız Ebu Ömer (b. Abdi’1-Berr) der ki: Bu hadisi Habib el-Muallim, Atâ b. Rebah’tan, o Abdullah b. ez-Zübeyr’den senediyle rivayet etmiş ve onun ceyyid olduğunu belirtmiştir. Ne lafzında, ne de manasında hiçbir karışıklık yapmamıştır. Habib güvenilir (sika) birisi idi. İbn Ebi Hayseme der ki: Ben Yahya b. Maîn’İ şöyle derken dinledim: Habib el-Muallim sika bir ra-vidîr. Abdullah b. Ahmed de der ki: Ben babamı şöyle derken dinledim: Ha­bib el-Muallim sika bir ravidir, onun rivayet ettiği hadisler ne kadar sahihtir. Ebu Zür’â er-Razî’ye de, Habib el-Muallim hakkında sorulmuş, o da: Bas-rahdir ve güvenilir bir ravidir, demiştir.[66]

Derim ki: Habib el-Muallim’in rivayet ettiği bu hadîsi, Atâ b. Ebi Rebah’tan, o Abdullah b. ez-Zübeyir’den, o da Peygamber (sav) yoluyla olmak üzere Ha­fız Ebu Hatim Muhammed b. Hatim et-Temimî el-Büstt “el-Müsned es-Sahih” adlı eserinde rivayet etmiştir. Buna göre hadis sahihtir; anlaşmazlık ve ayrı­lık halinde ise delil olacak olan da budur. Yüce Allah’a hamdolsun.

Ebu Ömer b. Abdi’1-Berr der ki: İbn Ömer’den ve o Peygamber (sav)den olmak üzere İbn ez-Zübeyr’in hadisinin bir benzeri rivayet edilmiştir. Bu­nu Musa el-Cühenî, Nafi’den, o İbn Ömer’den yoluyla rivayet etmiştir. Musa el-Cühenî ise Kûfelidir ve güvenilir bir ravidir. el-Kattân, Alımed, Yah­ya ve onların benzeri bir topluluk ondan övgüyle söz etmiştir. Şu’be, es-Sev-rî ve Yahya b, Said ondan hadis rivayet etmiştir. Hakim b. Seyf rivayet edi­yor: Bize Ubeydullah b. Amr anlattı, o Abdu’l-Kertm’den, o Atâ b, Ebi Re­bah’tan, o Cabir b. Abduilah’tan dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Benim bu Mescidimde bir namaz -Mescîd-i Haram müstesna- onun dışın­daki diğer mescitlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Ha-ram’da bir namaz ise onun dışındaki mescidlerde kılınan bin namazdan da­ha faziletlidir. “[67]

Burada sözü edilen Hakim b. Seyf, Rakkaİı bir hadis bilginidir. Ondan Ebu Zür’â er-Razî de hadis rivayet etmiştir, İbn Vaddah da ondan hadis almıştır, onlara göre o, rivayetinde mahzur olmayan, doğru sözlü bir hadis alimidir. Eğer o da (bu hadisi) hıfz etmiş ise o takdirde bunlar iki hadistir. Aksi tak­dirde makbul olan Habib el-Muatlim’in söylediğidir.[68]

Muhammed b, Vaddâh da şöyle rivayet etmektedir: Bize Yusuf b. Adî an­lattı, o Ömer b. Ubeyd’den, o Abdu’l-Melik’ten, o Atâ’dan, o İbn Ömer’den dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Benim bu mescidimde bir namaz -Mescid-i Haram müstesna- onun dışındaki diğer mescidlerde kılınan bin na­mazdan daha faziletlidir. Onda (Mescid-i Haram’da) kılınan namaz daha fa­ziletlidir.”[69]

Ebu Ömer (b. Abdİ’1-Berr) der ki: Bütün bunlar görüş ayrılığı halinde gö­rüş ayrı lığını sona erdiren ve kendisine doğru yol gösterilip de taassubu do­layısıyla doğrudan kaymayan kimseler nezdinde açık bir nasstır. İbn Habib, MutarriPden ve Esbağ’dan, İbn Vehb’den naklettiklerine göre, ikisinin (ya­ni Mutarrif ile İbn Vehb’in) kanaatine göre Mescid-i Haram’da kılınan namaz,

Peygamber (sav)in Mescidinde kılınan namazdan -bu konudaki hadîslere bi­naen- daha faziletli olduğu görüşünde idiler.[70]

Malik ve diğer ilim adanılan ise bayram namazları için Mekke dışında bü­tün şehirlerde dışarıya çıkılacağını İttifakla kabul etmişlerdir. Mekke’de bay­ram namazları ise Mescid-i Haram’da kılınır. Hz. Ömer, Ali, İbn Mes’ud, Ebu’d-Derdâ ve Cabir (r.anlıum) Mekke’de ve Mekke Mescidinde kılınan namazın daha faziletli olduğunu kabul ediyorlardı. Bunlar ise kendilerinden sonra ge­lenlere göre taklid edilmeye daha layık kimselerdir. Şafiî de bu görüştedir, Atâ’nın, Mekkeli İlim adamlarının ve Kûfelİlerin görüşü de budur. Bunun ben­zeri bir görüş de Malik’ten rivayet edilmiştir. İbn Vehb ise “Camidinde Ma-lik’ten şunu nakletmektedir: Adem (a.s) yeryüzüne indirilince: Rabbim bu­rası sana ibadet olunmasını en çok sevdiğin bir yer midir? diye sordu, yüce Allah: Hayır Mekke’dir diye buyurmuştu. Ancak Malik’ten ve diğer Medine’li alimlerden meşhur olan görüş, Medine’nin daha faziletli olduğudur. Basra’lılar ve Bağdat’lılar ise bu konuda farklı görüşiere sahiptir. Kimi kesim Mek­ke’nin daha faziletli olduğunu, bir diğer kesim ise Medine’nin daha fazilet­li olduğunu söylemektedir.

“Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini meylettir” buyruğundaki; “Gönüller” kelimesi in çoğulu olup “kalpler” demektir. Şairin şu beyitinde de olduğu gibi kimi zaman “fuâd” kalb hakkında kullanı­labilir:

“Şüphesiz ki aradan geçen bunca zamana rağmen beni sana doğru Şevk ile götüren bir gönül, elbetteki çok sabırlıdır.”

Buradaki “gönüller” anlamındaki kelimenin (hey’et anlamındaki.) “vefd” kelimesinin çoğulu olduğu ve bunun aslının; “Heyetler” olup “fe”nin “vay”dan öne geçirilip ondan sonra da “vav”ın aslına uygun olarak “ya.”ya kalbedildiği söylenmiştir. Sanki: Artık sen de insanlardan bir kısmının hey’etler halinde onlara meyletmesini sağla.., demiş gibidir.

“Meyletmek”in mazisi; şeklinde gelir. Adeta bir kuyunun boşluğun­da imiş gibi oldukça hızlı koşan devenin durumunu anlatmak için de; denilir. Yüce Allah’ın: “Onlara meylettir” buyruğundaki kelime de buradan alınmadır.

İbn Abbas ve Mücahid derler ki: Şayet bütün insanların gönüllerini demiş olsaydı, hiç şüphesiz Fârisîler, Rumlar, Türkler, Hintliler, Yahudiler, Hristiyan-lar ve Mecusiler burayı tıka basa doldururlardı. Fakat o “insanlardan” de­di, bunlarda müslümanlardır. Yüce Allah’ın: “Onlara meylettir” buyruğu ise kalplerinin onlara meyletmesini, Beyt’i ziyaret etmeye şevk duymasını sağ­la, demektir.

Mücahid bu buyruğu; şeklinde “onları şiddetle sevsinler ve on­ları ta’zim etsinler” anlamında okumuştur.

“Ve şükrederler umuduyla kendilerini bir takım meyvelerle rıztklan-

dır.” Yüce Allah Taif’de onlara sair ağaç çeşitlerinin yetişmesini sağlayarak ve diğer bölgelerden oraya çeşitli mahsullerin getirilmesi suretiyle onun du­asını kabul buyurdu.

Sahih-i Bulıârî’de, İbn Abbas’tan nakledilen uzunca hadiste -ki bir bölü­münü önceden de zikretmiş idik- şöyle denilmektedir: “İsmail evlendikten sonra İbrahim gelip orada bıraktıklarını görmeye geldi. İsmail’i bulamadı, ha­nımına İsmail’i sordu. O: Bizim için bir şeyler bulmak üzere çıktı, dedi. Son­ra onlara geçimleri ve hallerine dair soru sordu. Hanımı: Halimiz kötü, dar­lık ve sıkıntı içerisindeyiz diyerek, ona şikayette bulundu.

İbrahim (a.s) dedi ki: Kocan geldiğinde ona selâm söyle ve ona kapısının eşiğini değiştirmesini söyle.

İsmail (eve) geldiğinde bir şeyler hisseder gibi oldu, size kimse geldi mi? diye sordu. Hanımı: Evet şöyle şöyle bir ihtiyar bize geldi. Bana seni sordu, ben de ona söyledim. Geçimimizin nasıl olduğunu bana sordu, ben de ona darlık, sıkıntı ve zorluk içerisinde olduğumuzu söyledim. Bunun üzerine İs­mail: Sana herhangi bir tavsiyede bulundu mu? diye sordu. O, bana sana se­lam söylememi İstedi ve kapının eşiğini değiştir de, dedi. Hz. İsmail şöyle de­di: ü-gelen kişi benim babamdır, bana senden ayrılmamı emretti. Haydi ya­kınlarının yanına git diyerek, onu boşadı.

Yine o kabileden (Curhümlülerden) bir başka kadın ile evlendi. Yüce Al­lah’ın dilediği bir süre Hz. İbrahim yanlarına gelmedi. Daha sonra yanları­na geldiğinde yine İsmail’i bulamadı. Hanımının yanına girdi ve ona oğlu­nu sordu. O: Bizim için bir şeyler aramak üzere çıktı deyince, yine Hz. İb­rahim: Nasılsınız? deyip geçimlerini, hallerini sordu. Kadın şöyle dedi: Ha­limiz iyidir, bolluk içindeyiz diyerek yüce Allah’a hamd-u senada bulundu.

Hz. İbrahim: Neler yersiniz? diye sorunca, kadın: Et dedi. Ne içersiniz? diye sorunca, kadın su dedi.

Bu sefer Hz. İbrahim şöyle dedi: Allah’ım, onlar İçin eti ve suyu bereket­li kıl. Peygamber efendimiz (sav) da şöyle buyurdu: “O gün onların tahılla­rı yoktu, şayet olsaydı tahılın da mübarek kılınması için onlara dua edecek­ti.” (Hz. Peygamber devamla) buyurdu ki: “İşte Mekke dışında bir kimse yal­nızca et ve su ile yetinmeye kalkışacak olursa, mutlaka bunlar o kimseye uy­gun gelmezler” diyerek, hadisin geri kalan bölümünü zikretti.[71]

İbn Abbas da der ki: Hz. İbrahim’in: “Artık sen İnsanlardan bir kısmı­nın gönüllerini onlara meylettir” duasıyla yüce Allah’tan, insanların Mek­ke’de yerleşmeyi sevmelerini takdir etmesini ve böylelikle buranın hürmet duyulan mukaddes bir ev haline gelmesini istemişti. Bütün bunlar da oldu. Yüce Allah’a hamdolsun.

Oraya ilk yerleşenler Curhümlülerdir. Zaten Buhârî’de de: “Şüphesiz Al­lah oranın ehlini zayi etmez” ifadesinden sonra şöyle denilmektedir: “Beykin yeri o sırada bir tepecik gibi yerden yüksekçe idi. Etrafından gelen seller onun sağından, solundan bir miktar alırdı. Bu durum böylece devam etti. Ni­hayet onların yanlarından Kedâ yolundan gelmekte olan Curlıümiülerden bir arkadaş grubu geldi ve Mekke’nin alt taraflarında konakladılar. O sırada su etrafında dönüp duran bir kuş gördüler ve dediler ki: Şüphesiz ki bu kuş, su etrafında dönmektedir.

Bildiğimiz kadarıyla bu vadide su yok. Bunun üzerine bir ya da iki kişi­yi elçi olarak gönderdiler. Bunlar ummadıkları bir şekilde su ile karşılaştılar. Arkadaşlarına dönüp suyu haber verdiler, hep birlikte geldiler. O sırada su­yun yanında da Hz. İsmail’in annesi vardı. Ona: Senin yanında konaklama­mıza izin verir misin? dediler. O: Evet ama suda herhangi bir hakkınız yok, dedi, onlar da: Olur dediler.

İbn Abbas dedi ki: Peygamber (sav) buyurdu ki: “İşte o Curhümlü kafile İsmail’in annesini böylece buldu. O da ünsiyeti seven birisi idi.” Böylelikle Curhümlüler indiler ve diğer yakınlarına da haber gönderdiler. Onlar da ken­dileri ile birlikte konakladılar. Nihayet orada onlardan bir kaç hane halkı da meydana geldi. Oğul yetişti, İsmail’in annesi de vefat etti. Daha sonra İbra­him, İsmail’in evlenmesinden sonra geride bıraktıklarının durumunu öğren­mek üzere geldi… diye hadis devam [72]etmektedir.[73]

  1. “Rabblmiz, doğrusu Sen gizlediğimizi de açıkladığımızı da bilir­sin. Zaten yerde re gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.
  2. “Bana ihtiyarlığınla rağmen İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan Allah’a hamdolsun. Doğrusu Rabbim elbette duayı işitendir.
  3. “Rabbim! Beni ve zürriyetimden gelecekleri de namazı dos­doğru kılanlardan eyle! Rabbimiz, duamı kabul buyur!”
  4. “Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, anamı ve bütün iman edenleri bağışla!”

“Rabbimiz, doğrusu Sen gizlediğimizi de, açıkladığımızı da bilirsin.” Ya­ni hallerimizden hiçbiri Sana gizli değildir. İbn Abbas ve Mukatil der ki: Ekin bitmeyen bir vadide yerleştirildikleri için İsmail ve annesi ile ilgili gizlediğim açığa vurduğum bütün üzüntüyü de bilirsin.

“Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” Bunun Hz. İb­rahim’in duası arasında olduğu söylendiği gibi, Hz. İbrahim: “Rabbimiz, doğ­rusu Sen gizlediğimizi de, açıkladığımızı da bilirsin” demesi, üzerine yü­ce Allah’ın da: “Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizil kalmaz” di­ye buyurduğu da söylenmiştir.

“Bana İhtiyarlığıma rağmen” yani benim ve hanımı mm yaşının büyük­lüğüne rağmen ” … bağışlayan Allah’a hamdolsun.” İbn Abbas dedî ki: Hz. İbrahim doksandokuz yaşında iken oğlu Hz. İsmail, kendisi yüzoniki yaşın­da iken de oğlu Hz. İshak dünyaya geldi. Said b, Cübeyr de der ki: Hz. İbrahim’e, Hz. İshak’ın doğuş müjdesi yüzon yıl sonra verilmişti.

“Doğrusu Rabbim elbette duayı İşitendir.”

“Rabblm beni ve zürriyetimden gelecekleri de namazı dosdoğru kılan­lardan eyle!” Beni islâm üzere sebat gösteren, onun hükümlerine bağlı ka­lan kimselerden kıl. Züniyetimden namazı dosdoğru kılacak kimseler var et.

“Rabbimiz, duamı” yani ibadetimi “kabul buyur.” Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: “Rabbiniz buyurdu ki: Bana duan edin, Ben de duanızı kabul edeyim.” (el-Mu’min. 40/60) Hz. Peygamber de: “Dua ibadetin özü­dür.”[74] diye buyurmaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önce eJ-Bakara Sûresi’nde (2/186. âyel, 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

“Rabbimlz, hesabın görüleceği gün beni, ana babamı ve bütün iman edenleri bağışla.” Denildiğine göre Hz. İbrahim ana babasına onların Allah’ın düşmanı olduğuna dair kesin kanaati oluşmadan önce mağfiret dilemişti, el-Kuşeyrî de der ki: Annesinin müslüman olmuş oima ihtimali uzak değildir. Çünkü yüce Allah, yalnızca babasına mağfiret dilemekteki mazeretini söz ko­nusu ettiği halde, annesi hakkında böyle bir şeyden söz etmemiştir.

Derim ki: İşte Said b. Cübeyr’in “Rabbim bana ve ana babama mağfiret buyur” ile babasını kastediyor, şeklindeki,kanaati bu açıklamaya göredir. Denildiğine göre; o ana babası iman eder umuduyla onlar için mağfiret isteğinde bulunmuştur. Bir diğer açıklamaya göre, müslüman olmaları şartı ile onların günahlarının bağışlanmasını istemiştir. Bir başka açıklamaya gö­re o, Hz. Adem ile Hz. Havva’yı kastetmiştir.

Rivayet edildiğine göre kul: Allah’ım, bana ve ana babama mağfiret bu­yur, dediğinde eğer anne babası kâfir olarak ölmüş iseler buradaki mağfiret isteği Hz. Âdem ile Hz. Havva hakkında söz konusu olur. Çünkü onlar bü­tün insanların ana babasıdırlar.

Yine denildiğine göre; o bu sözleriyle iki oğlu İsmail ile İshak’ı kastetmiş­tir. İbrahim en-Nehaî de -bu anlamı verecek şekilde-; “Ve iki oğlu­ma…” diye okumuştur ki; bununla iki oğlunu kastetmektedir. Yahya b. Ya’mer de böyle okumuştur. Bunu el-Maverdî ve en-Nehhâs zikretmişlerdir.

“Ve bütün iman edenleri…” ibn Abbas der ki: Mulıammed (sav)în üm­metinden iman edenleri, bir diğer açıklamaya göre “bütün iman edenler”den kasıt ne kadar iman eden varsa hepsini bağışla, demektir. Daha kuvvetli gö­rülen görüş de budur.

“Hesabın görüleceği gün” ise insanların hesaplarının görülmesi için ayağa kalkacakları gün, demektir.[75]

  1. Sakın Allah’ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma! On­ları ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erte­liyor.
  2. Hepsi de başlarını dikerek koşacaklar, gözleri kendilerine bi­le dönüp bakmayacak. Kalpleri ise bomboş olacaktır.

“Sakın Allah’ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma” Bu buyruk, -müşriklerin yaptıkları işlerin ve Hz. İbrahim’in dinine muhalefet etmeleri­nin hayret edilecek bir şey olduğunu belirttikten sonra- Peygamber (sav)e bir tesellidir, Yani İbrahim’in sabrettiği gibi sen de sabret ve müşriklere şunu bil­dir ki; Azaplarının ertelenmesi, yaptıkları işlere razı olunduğundan dolayı de­ğildir, aksine isyankârlara bir süre mühlet vermek Allah’ın bir sünnetidir.

Meymûn b. Mitırân der ki: Bu buyruk zalime bir tehdit, mazluma da bir tesellidir.

“Onları ancak gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor.” Yani Mekke müşriklerine mühlet vermekte ve azaplarını ertelemektedir. Genel olarak kıraat; ” Onları… erteliyor” şeklinde “ya” harfi iledir. Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim de bunu tercih etmiştir. Çünkü bundan önce: “Sa­kın Allah’ı … sanma” diye buyurulmaktadır. el-Hasen ve es-Sülemî aynı za­manda Ebu Amr’dan rivayete göre- ta’zim “nun”u ile (onları erteliyoruz, an­lamında) okudukları da rivayet edilmiştir.

“Gözlerin dehşetle yerinden fırlayacağı bir güne” yani o günde göre­ceklerinin dehşetinden dolayı gözlerin kapa nama ya cağı bir güne… Bu açık-İamayı el-Ferrâ yapmıştır. “Adam gözlerini dehşetle açtı” de­nildiği gibi; “Gözün kendisi dehşetle açıldı” da denilir. Bu da gördüğünün dehşetinden dolayı dışarı doğru yukarı bakarcasına fırladı, de­mektir

İbn Abbas der ki: O gün insanların gözleri aşın hayret ve şaşkınlıktan do­layı havaya (boşluğa) doğru bakacaklar ve keskin bir bakış ile bakamayacak­lardır.

“Hepsi de başlarını dikerek” hızlıca “koşacaklar.” Bu açıklamayı el-Ha-sen, Katâde ve Saîd b. Cübeyr yapmışlardır. Bu kelime hızlıca koştu, koşar, koşmak anlamındaki;dan alınmıştır. Yüce Allah’ın: “Davet-çiye hızlıca koşarak” (el-Kamer, 54/8) buyruğunda da aynı kökten gelen ke­lime kullanılmıştır. Şair de der ki:

“Dicle’dedir onların evi ve ben Dicle’de onların Semâ’a doğru hızlıca koştuklarını görüyorum.”

ın; zillet ve huşu’ içerisinde bakan kimse, demek olduğu da söy­lenmiştir. Yani onlar gözlerini kırpmaksızın bakarlar demek olur. Bu açıkla­mayı da İbn Abbas yapmıştır. Mücahid ve ed-Dahhak ta derler ki: ” Sürekli bakarak, bakışlarını uzatarak… anlamındadır. en-Nehhas da der ki: Sözlükte bilinen, hızlıca koşmayı anlatmak üzere; şeklinin kullanılma­sıdır. Ebu Ubeyd de der ki: Her iki şeklin de sürekli bakmakla birlikte, hız­lıca koşmak anlamına gelme ihtimali de vardır. İbn Zeyd ise bu kelime ba­şını kaldırmayan kimse hakkında kullanılır, demektedir.

“Hepsi de başlarını dikerek” yani zillet içerisinde bakarak ve başlarını yukarı doğru, dikip kaldırmış olarak, demektir. Çünkü “Başın yu­karı doğru kaldırılması” demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Mücahid yap­mışlardır.

İbn Arafe, el-Kutebî ve bagkalan da derler ki: “Başını diken kim­se, başını kaldırıp gözleri ile de önüne doğru bakan kimse” demektir. Nite­kim namazda ikna’ da bu anlamdadır. Sesin iknâ’ı da yükseltilmesi demek­tir. el-Hasen der ki: O gün insanların yüzleri semaya doğru bakacak, kimse kimseye bakmayacaktır. Bunun, başlarını önlerine eğmişler olarak… anlamın­da olduğu da söylenmiştir.

el-Mehdevî der ki: Bu tabir hem başını kaldırması halinde, hem de zillet ve boyun eğme şeklinde başını önüne eğmesi halinde kullanılır. Âyet-i ke­rîmenin her iki anlama gelme ihtimali de vardır. Bu açıklamayı el-Müberred de yapmıştır. Ancak birinci görüş dilde daha çok bilinen bîr husustur. Şair recez vezninde şöyle demiştir:

“Başım bana doğru eğdi ve kaldırdı, Sanki bir şey gördü de umutlandı.”

eş-Şemmâh da develeri vasfederken şöyle demektedir:

“Dikenli iri ağaçlara yukarı doğru kaldırdıkları başlarıyla hızlıca koşuyorlar, Dişleri ise çift yönü de kesen keskin baltalar gibidir.”

Şair burada bu dikenli ağaçlan yemek için başlarını kaldırdıklarını kastet­mektedir. Kadının başından aşağı yüzüne sarkıttığı peçesine de yukarıda bulunduğu için “mikna’a” denilmesi de buradan gelmektedir. Kişinin razı ol­ması halini anlatmak üzere kullanılan “kani oldu” ifadesi de buradan gelmek­te olup, artık soru sormaktan yana başını kaldırdı (soru sormaz oldu), demek­tir. Yine soru sorma halinde de bu fiil kullanılır. Yani böylelikle ikna” oldu­ğu bir dereceye varmış demek olur. Bu açıklamalar en-Nehhâs’dan gelmiştir.

“Mukna’ ağız” ise dişleri içe doğru ağız demektir. Mukanna’ adam, başın­da miğfer butunan adam demektir. Bu açıklamayı da el-Cevherî yapmıştır.

“Gözleri kendilerine bile dönüp bakmayacak.” Yani gözleri yukarı doğ­ru fırladığı için kendilerine dönüp bakamayacaktır. Göz kapaklarını kapata­mayacaklardır. “Adam gözlerini kapattı, kapatır” deni­lir. O bakımdan bakmaya da; denilmesi buradan dolayıdır. Çünkü bakmak onunla gerçekleşir. Göz anlamına da gelir. Şair Antere de der ki:

“Komşum bana görünecek olursa, hemen gözümü kapatırım,

Tâ ki komşum barınağının içinde saklamncaya (evine girinceye) kadar.”

Şair Cemil de şöyle demiştir:

“Ve ben Cuml’ün önünde gözümü kaldırıp bakmıyorum, Cuml’e saygımdan, hem de kaldırıp bakmadığım gözüme saygımdan ötürü.”

“Kalpleri ise bomboş olacaktır.” Yani aşın korkudan dolayı hiçbir fay­da sağlamayacaktır. İbn Abbas der ki: Kalplerinde hiçbir hayır bulunmaya­caktır. es-Süddî der ki: Kalpleri göğüslerinden dışarıya çıkmış olacak ve gırt­laklarına sıkışıp kalacaktır. Mücahid, Murre ve İbn Zeyd de der ki: Kalpleri boş, yıkık, paramparça, hiçbir hayır ve hiçbir idrâk olmayacaktır. Bu da için­de hiçbir şey bulunmayan bir ev hakkında: O ancak bomboştur, demeye ben­zer. İbn Abbas da böyle bir açıklamada bulunmuştur. Sözlükte; “İçi boşaltılmış ve boş” demektir. Hassan’tn şu beyiti de bu kabildendir:

“Benden yana Ebu Süfyan’a şunu bildir: Sen yüreksiz mi yüreksiz, İçinde kalbi bulunmayan korkağın tekisin.”

Züheyr de başı küçük bir dişi deveyi nitelendirirken şöyle demektedir:

“Onun üzerindeki adara adeta göğüs kafesi bomboş küçük başlı Bir erkek devekuşu üzerindeymiş gibi.”

Kur’ân-ı Kerîm’de de “Musa’nın annesi kalbi bomboş sabahı etti” (ei-Kasas, 28/10.) diye buyurulmaktadır. Musa hakkındaki düşüncesi dışında kal­binde hiçbir şey yoktu, demektir.

Buradaki buyrukta mukadder bir kelimenin de olduğu söylenmiş olup “kalpleri bomboş ve içinde hiçbir şey bulunmayan kalpler” anlamında oldu­ğu bildirilmiştir.[76]

  1. Sen insanları kendilerine o azabın geleceği gün ile korkut Za­limler şöyle diyecekler: “Rabbimiz, bizi yakın bir müddete ka­dar geciktir de Senin çağrını kabul edelim, peygamberlere uya­lım.” Halbuki daha önce siz kendiniz için hiçbir zeval yoktur, diye yemin etmemiş miydiniz?

“Sen İnsanları” İbn Abbas’ın elediğine göre Mekke ahalisini “kendileri­ne o azabın geleceği gün” kıyamet günü “ile korkut.” Yani bu günün gele­ceği ile onları korkut. Bugün de mükâfatın da verileceği bir gün olmakla bir­likte, ondan özellikle “azab günü” diye söz edilmesi, ifadelerin isyankârla­ra tehdit mahiyetinde oluşundan dolayıdır.

“Zalimler” o günde “şöyle diyecekler: Rabbimiz, bizi yakın bir müdde­te kadar geciktir” süre ver. Bu ifadeleriyle yüce Allah’tan, âhirette hak apa­çık ortaya çıkacağı vakit dünyaya döndürülmeyi isteyeceklerdir. ” … de se­nin” islâm’a yapılan “çağrını kabul edelim, peygamberlere uyalım.”

Onlara şöyle cevab verilecek: “Halbuki daha önce” dünya yurdunda iken “siz kendiniz için hiçbir zeval yoktur, diye yemin etmemiş miydiniz?”

Mücahid der ki: Bu Kureyşlilerin, hiçbir şekilde diriltilmeyeceklerine dair ye­minlerine işarettir. İbn Cüreyc de der ki: Bu, yüce Allah’ın şu buyruğunda yap­tıklarını naklettiği yeminlerine işarettir: “Onlar var güçleriyle… ölecek kim­seyi Allak diriltmez, dîye Allah’a yemin ettiler.” (en-Nahl, 16/38)

‘Kendiniz için hiçbir zeval yoktur” buyruğu ile ilgili olarak iki te’vil (yo­rum) yapılmıştır: Birisi sizin için dünyadan, âhirete geçiş söz konusu olma­yacaktır. Yani öldükten sonra diriltilmeyecek ve hasredilmeyeceksiniz, an­lamındadır. Bu Mücahid’in görüşüdür. İkincisine göre ise; “kendiniz için hiç­bir zeval yoktur” yani azab söz konusu olmayacaktır, demektir,

el-Beyhakî, Mulıammed b. Ka’b el-Kurazî’den şöyle dediğini nakletmek­tedir: Cehennem ehlinin beş duası olacaktır. Allah onlann bu dualarından dör­düne cevap verecektir. Beşincisini yaptıkları takdirde de artık bundan son­ra ebediyyen konuşmayacaklardır.

Onlar şöyle diyecekler: “Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de di­rilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik. Artık çıkış için bir yol uarmı?” (el-Mu’min, 40/11)

Yüce Allah da onlara: “Bunun sebebi şudur: Bir olarak Allah’a dua edil­diği vakit inkâr ediyordunuz. Eğer O’na ortak koşulsa iman ederdiniz. İş­te hüküm çok yüce ve büyük olan Allah’ındır.” (el-Mu’mîn, 40/12) diye on­lara cevap verecektir.

Daha sonra cehennemlikler şöyle diyecekler: “Rabbimiz gördük, işittik. Artık bizi geri döndür, salih amel işleyelim. Gerçekten biz inandık.” (es-Secde, 32/12)

Yüce Allah da kendilerine şöyle cevap verecektir: “O halde siz bugünü­nüze kavuşmayı unuttuğunuz için (azabı) tadın. Gerçekten Biz de sizi unuttuk. Şimdi işleyegeldiklerinize karşılık olarak ebedilik azabını ta­dın.” (es-Secde, 32/14)

Daha sonra şöyle diyecekler: “Rabbimiz bizi yakın bir müddete kadar geciktir de, Senin çağrını kabul edelim, peygamberlere uyalım.” Yüce Al­lah da kendilerine: “Halbuki daha önce siz kendiniz için hiçbir zeval yok­tur, diye yemin etmemiş miydiniz?” diye cevap verecektir. Yine onlar: “Rabbimiz bizi çıkar ki önceden işlediğimizden başka türlü salih bir amel işleyelim” diyecekler, yüce Allah ise kendilerine: “Sizi düşünecek kimsenin öğüt alabileceği kadar yaşatmadık mı ve size uyarıcı gelmedi mi? O halde şimdi tadm(azabı). Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur.” (Fa-tır, 35/37) diye cevap verecektir.

Yine onlar: “Rabbimiz bedbahtlığımız bize galip geldi. Biz doğru yoldan sapmış bir topluluk idik. “el-Mu’minun, 23/106) diyecekler, yüce Allah da kendilerine: ‘Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin.” (el-Mu’minun, 23/108) diye cevap verecek ve bundan sonra bir daha ebediyyen konuşma­yacaklardır.

Bu hadisi Îbnu’l-Mubarek “Dekâik” adlı eserinde bundan daha geniş bir şekilde rivayet etmiştir. Biz de bunu “et-Tezkire” adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Îbnu’l-Mübarek sözü geçen hadiste (İbn Ka’b el-Kurazî’nin açık­lamasında) ayrıca şunu da zikretmektedir: “Hatta siz kendilerine zulmeden­lerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız da sizin için apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gösterdik. Gerçekten onlar tuzakları­nı kurmuşlardı. Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onla­rın tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki.” (İbrahim, 14/45-46) Dedi kî: Bu, onların üçüncü istekleri olacaktır. Daha sonra hadisin geri kalan kısmı­nı zikredip yüce Allah’ın: ‘Yıkılın içerisine! Bana da söz söylemeyin” buy­ruğundan sonra şu ilaveyi nakletmektedir: İşte o vakit, dua ve umudun so­nu gelir, ardı arkası kesilir. Biri diğerinin yüzüne karşı köpek gibi ulumaya koyulur ve cehennem üzerlerine kapatılır. (İbnu’l-Mübarek) devamla der ki: Bana el-Ezher b, Ebi’l-Ezher’in anlattığına göre; kendisine; işte yüce Al­lah’ın: “Bu, onların konuşmayacakları bir gündür. Onlara izin de verilme­yecek ki özür dilesinler.” (el-Murselât, 77/35-36) buyruğunda söz konusu edi­len durumlarının bu olduğu söylenmiştir.[77]

  1. Hatta siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara neler yaptığımız da sizin için apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gösterdik.
  2. Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı. Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki.

“Hatta siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında yerleştiniz. Onlara ne­ler yaptığımız da sizin İçin apaçık ortaya çıktı. Size bir çok misaller de gös­terdik.” Yani siz Semüd vb. gibilerinin yurtlarında yaşadınız. Bizim onlara ne­ler yaptığımızı apaçık gördükten ve Kur’ân-ı Kerîm’de size bunca misalleri ver­dikten sonra niçin, onların meskenlerinden gereken ibretleri almadınız?

Ebu Abdu’r-Rahman es-Sulemî; “Sizin İçin apaçık ortaya çık­tı” anlamındaki buyruğu baştaki “te” yerine “mm” harfi ile sondaki “nûn” har­fini de cezm île okumuştur; bu muzari bir fiil olmakla birlikte anlamı mazi­dir. (Ve size apaçık gösterdik, anlamındadır). Böylelikle yüce Allah’ın: “On­lara neler yaptığımız da…” ifadesine uygun düşmüş olur. Ancak büyük ço­ğunluğun kıraati ise “te” iledir. Mana itibariyle bu da onun gibidir. Çünkü böy­le bir şeyin onlar için açıkça ortaya çıkması, ancak yüce Allah’ın bunları on­lara açıkça bildirmesiyle mümkün olur.

“Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı.” İbn Abbas ve diğerlerinden nakledildiğine göre Allah’a ortak koşmak, peygamberleri yalanlamak ve inatlaşmak suretiyle…

“Onların tuzaklarının cezası Allah katındadır. Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki” mealindeki buyruktaki; edatı, an­lamındadır. Yani onların kurdukfan tuzakların zayıflığı ve gevşekliği dolayı­sıyla bu tuzakları dağlan yerinden oynatabilecek değildi. Kur’ân-ı Kerîm’de nın; olumsuz edatı olarak; nın ankmtna geldiği beş yer vardır:

1- Bu âyet-i kerîme.

2- “Sana indirdiğimizden şüphede isen -ki sen değilsin.-” (Yunus, 10/94 Bk. bu âyetin Kurtubî’deki tefsiri)

3- “Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edi­nirdik. Fakat biz (bunu) yapanlar değiliz.” (el-Enbiyâ, 21/17)

4- “De ki: Rahman’ın eğer bir evladı olsaydı -ki yoktur anlamında-” (ez-Zuhruf, 43/81)

5- “Andolsun size vermediğimiz imkanları onlara vermiş idik.” (el-Ahkaf, 46/26)

Büyük çoğunluk (cemaat) buradaki; şeklinde “nun” iJe okumuş­lardır. Amr b. Ali, İbn Mes’ud ve Ubeyy ise; diye “dal” harfi ile oku­muşlardır.[78]

Genel kıraat; Yerinden oynatma, şeklinde “lam” harfini esreli ola­rak red ve inkâr anlamındaki “lam” olmak üzere okumuşlardır. İkinci “lan’’ı da nasb ile okumuşlardır. İbn Muhaysm, İbn Cüreyc ve el-Kisaî ise birinci “lam”ı ibtida lam’ı olarak üstün, İkincisini de merfû’ olarak okumuşlardır.

Buna karşılık; da şeddelisinden mulıaffef kabul edilmiştir. BöyJe bir kıraat; onların hile ve tuzakları hayret edilecek kadar büyüktür, demektir. Ya­ni onların hile ve tuzakları o kadar büyük idi ki, ondan dolayı dağlar dahi neredeyse yerinden oynayacaktı.

et-Taberî der ki: Ancak birinci kıraat tercih edilmiştir, çünkü dağlar için yerlerinden oynamak söz konusu olsaydı, sabit olmamaları gerekirdi. Ebu Bekr el-Enbarî der ki: Müslümanların benimsedikleri Mushaf’a karşı bize Ah-med b. el-Husayn’in naklettiği şu hadîs delil olamaz; Ahmed b. el-Husayn de­di ki: Bize Osman b. Ebi Şeybe anlattı: Bize Vekî’ b. el-Cerrâh anlattı. O İs­rail’den, o Ebu İslıak’tan, b Abdu’r-Rahman b. Danyal’dan dedi ki: Ben Ali b. Ebi Talib (r.a)ı şöyle derken dinledim; Zorbalardan bir zorba dedi ki: Ben göklerde kimin olduğunu bilmedikçe bu İşin ardını bırakmayacağım. Bunun üzerine kartal yavruları aldı, bunlara et yedirilmesini emretti. Nihayet bu yav­rular güçlenip kasları da kuvvet kazanıp irileşince bu sefer iki kişinin sığa­bileceği kadar bir sandukanın yapılmasını emretti. O sandukanın içine de ucunda oldukça kırmızı bir etin yerleştirileceği bir sopa konulmasını, kartal­ların ayaklarının kazıklara sağlam bîr şekilde bağlanmasını ve bunların da o sandukanın ayaklarına iyice bağlanmasını istedi. Sonra da kendisi ve arka­daşı bu sandukaya oturdu, kartalları da harekete geçirdi. Kartallar sopanın ucundaki eti görünce, onu almak istediler, böylelikle bu sandukanın da yükselmesini sağladılar ve yüce Allah’ın dilediği kadar yükseldiler. Zorba ki­şi arkadaşına: Şu sandukanın kapısını arala da bir bak, ne göreceksin? Adam: Dağları bir sinekmiş gibi görüyorum dedi, bu sefer kapıyı kapat de­di. Sonra yine Allah’ın dilediği kadar sanduka yükselmeye devam etti. Yine bu zorba kişi arkadaşına: Kapıyı arala da bir bak, ne görüyorsun? dedi. Bu sefer arkadaşı: Ben semadan başka hiçbir şey görmüyorum ve o da gittikçe bizden uzaklaşıyor. Bu sefer ucunda et bulunan sopayı aşağıya indir, dedi. O da bu sopayı aşağı indirince bu sefer kartallar da aşağı doğru uçmaya baş­ladılar. Bu sanduka yere düştüğü vakit yıkılışının öyle bir sesi işitildi ki, bun­dan dolayı dağlar neredeyse yerlerinden oynayacaktı. Abdu’r-Rahman dedi ki: Ben Ali (r.a)i: “Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki” anlamındaki buyrukta yer alan; ın birinci “lam”‘ını üstün, ikincisini de ötreli okuduğunu işittim.[79]

es-Sa’lebî de bu haberi bu anlamıyla nakletmiş, sözü geçen bu zorba ki­şinin Rabbi hususunda Hz. İbrahim ile tartışan Nemrut olduğunu söylemiştir. İkrime der ki: Bu kişi ile beraber o sandukada tüyü bitmemiş bir çocuk var­dı. Beraberinde bir de ok ve yay almıştı. Attığı ok, ona, kana bulanmış ola­rak düşcü, gösterilince de: tşte sen semadaki ilahın hakkından geldin, diye söy­ledi, îkrime der ki: Attığı ok semadaki bir balığın kanına bulanmıştı. Bu ba­lık havada asılı duran bir denizden kendisini bu okun üzerine bırakmıştı.

Bu okun bir kuşa isabet ettiği de söylenmiştir. Daha sonra Nemrut arka­daşına ucunda et bulunan sopayı aşağı doğru indirmesini emretti. Kartallar bu sandukayı aşağı doğru indirdiler, dağlar bu sandukanın seslerini işitti, kar­tallar da bu sesi İşitti ve ürktü. Semadan onlara bir musibet geldiğini ve kı­yametin koptuğunu zannettiler. İşte yüce Allah’ın: “Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz ki” buyruğu ile anlatılan budur.

el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir şey dağlarda hayatın yaratılmasını kabul et­mek suretiyle mümkündür,

el-Maverdî’nin de İbn Abbas’tan naklettiğine göre Nemrud b. Ken’ân, Kü­fe topraklarından er-Res denilen kasabada bu kuleyi inşa etmiştir. Sözü ge­çen bu1 kulenin yüksekliği beşbinelli arşın, eni ise üçbinyirmi arşın idi. O bu kule ile kartallar sayesinde yükseldi. Semaya ulaşmanın imkânsız olduğunu öğrenince bu sefer bu kuleyi bir kale edindi. Aile halkını ve çocuklarını için­de korunmak üzere aldı. Ancak yüce Allah onun yaptığı bu binayı temellerinden yıktı ve kule üzerlerine yıkılarak hepsi helak oldular. İşte yüce Allah’ın: “Gerçekten onlar tuzaklarını kurmuşlardı” buyruğunda anlatılan budur

Hileleri dolayısıyla yıkılacakları kastedilen dağlar hususunda da İki açık­lama söz konusudur: Birisine göre kasıt yeryüzünün dağlarıdır, ikinci görü­şe göre ise İslâm ve Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü İslâm’ın ve Kur’ân-ı Kerîm’in sebat ve sağlamlıkları, köklü oluşları dağlar gibidir.

Yine el-Kuşeyrî der ki: “Onların tuzaklarının cezası Allah katandadır” buyruğu şu demektir: O, bunu bilir ve bunun karşılığında onları cezalandı­racaktır. Yahut da “onların tuzaklarının cezası Allah katındadır” anla­mında olup muzaf hazfedilin iştir.

“Hem onların tuzakları dağları yerinden oynatamaz kî” buyruğunda da “lam” harfi esreli okunur. Yani onların bu tuzakları yüce Allah nezdinde her­hangi bir etki ve herhangi bir ehemmiyete sahip değildi. Burada dağlar Peygamber (sav)in durumuna dair bir misaldir.

Şöyle de açıklanmıştır: “Hem onların tuzakları’ kendi kanaatlerine gö­re “dağları yerinden oynatacaktır” ve böylelikle İslâm’ın çürütülmesinde et­kili olacaktır, zannediyorlardı.

buyruğu birinci “lam” harfi üstün, ikincisi ötreli olarak da okun­muştur. Yani onların giriştikleri tuzak dağlan yerinden oynatacak kadar bü­yüktür. Fakat Allah, Rasûluliah (sav)ı buna karşı korumuştur. Bu anlamıyla yüce Allah’ın: “Ve onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular.” (Nuh, 71/22) buyruğunu andırmaktadır. Dağlar yerinden oynamaz,-fakat İba­re yaptıkları işin büyüklüğünü ifade etmek kastıyla kullanıldığından böyle gel­miştir.[80]

  1. Öyleyse sakın Allah’ın peygamberlerine olan va’dindcn cayaca­ğını zannetme! Şüphesiz ki Allah mutlak galibtir, intikam sahi­bidir.

“Öyleyse sakın Allah’ın peygamberlerine olan va’dinden cayacağını zan­netme!” buyruğunda yüce Allah’ın ismi ile; “Cayacağı” kelimeleri “zannetme” anlamındaki fiilin mefulleri, “peygamberlerine” anlamındaki kelime ise “va’dî” kelimesinin mefulüdür ve bu şekliyle mastarın amel et­mesi esasına göredir. Buyruğun anlamı da: O, peygamberlerine verdiği va’dini değiştirmez, caymaz, demektir. Şair de der ki:

“Sen öküzü (aşırı sıcaktan) orada başını gölgeye doğru sokmuş görürsün, Bedeninin diğer bölümü ise tümüyle güneşe karşı açıktır.”

el-Kutebî der kî: Bu buyruk sonradan gelen ifadelerin açıklık kazandır­dığı mukaddem ile takdimin açıklık kazandırdığı muahhar ifadelerdendir. O bakımdan ister; “Peygamberlerine va’dinden cayıcı” de, is­tersen de; de, aynı şeydir.

“Şüphesiz Allah mutlak galibtir. İntikam sahibidir.” İntikam alandır. Yü­ce Allah’ın güzel isimlerinden birisi de “el-Muntakim: intikam alıcı”dır. Biz bunu: “el-Kitâbu’l-Esnâ fî Şerhi Esmâi’Hahi’l-Hüsnâ” adlı eserimizde açık­lamış bulunuyoruz.[81]

  1. O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, gökler de. Bir olan, Kahhâr olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır.
  2. O gün günahkârları bukağılara vurulmuş olarak görürsün.
  3. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplayacaktır.
  4. Allah herkese kazandığının cezasını versin diye. Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir.
  5. İşte bu, İnsanlara bir bildiridir. Onunla uyarüsınlar, O’nun an­cak bir tek İlâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri de iyice öğüt alsınlar diye.

“O gün yer başka bir yerfe değiştirilecektir.” Yani sen yerin başka bir yer­le değiştirileceği günü hatırla. Buna göre bu buyruk, bundan önceki buyruk­larla alakalıdır. Bunun yüce Allah’ın: “Hesabın görüleceği gün’ (14/41. âyet) buyruğunun sıfatı olduğu da söylenmiştir.

Yerin başka bir yerle değiştirilmesi hususunda farklı görüşler vardır. Pek çok kimse şöyle demektedir: Yerin başkasıyla değiştirilmesi, niteliklerinin de­ğiştirilmesinden, tümseklerinin düzeltilip dağlarının savrulmasından ve ka­ra bölümünün de uzatılıp genişletilmesinden ibarettir. Bu açıklamayı tbn Mes’ud (ra) da rivayet edip, İbn Mace de bunu Sünen’İnde zikretmiştir.[82] İbnu’l-Mübarek de bunu Şehr b. Havşeb yoluyla nakledilen hadiste zik­retmektedir. Şehr dedi ki; Bana İbn Abbas anlattı, dedi ki; Kıyamet günü ol­duğunda yeryüzü bir derinin uzatılması gibi uzatılır ve genişliğine şu kadar, şu kadar ilave edilir… diyerek hadisin geri kalan bölümlerini zikretti.

Bu hadis Ebu Hureyre yoluyla merfu olarak da rivayet edilmiştir. Buna gö­re Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Yer başka bir yer ile değiştirilecek­tir. (Allah) onu yayar ve tıpkı Ukaz panayırında satılan deriler gibi açar. Ora­da ne bir eğrilik, ne bir pürüz görürsün. Sonra yüce Allah bütün insanları bir sarsıntı ile sarsar, ansızın onlar ikincisinde İlkindeki yerlerini andıran şekil­de yer alırlar. Yerin içinde bulunan içine girer, üstünde olan da üstüne çıkar.” Bunu da el-Ğaznevî zikretmektedir.

Semanın değiştirilmesi ise oradaki güneşin ve ayın tortop edilip dürülme­si, yıldızlarının dağılmasıdır. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. Semanın de­ğişmesinden kastın, farklı hallerde olduğu da söylenmiştir. Bir seferinde eri­miş maden gibi, bir seferinde de yağ tortusu gibi olacaktır. Bunu da Ibnul Enbarî nakletmiştir. Biz bu hususu “et-Tezkire” adlı eserimizde etraflı açık­lamalarıyla söz konusu ettiğimiz gibi, bu konudaki ilim adamlarının görüş­lerini de kaydettik. Sahih olan ise Peygamber (sav)den sabit olduğuna gö­re, bu yerin tamamiyle yok edilmesidir. Çünkü Müslim, Rasûlullah (sav(in azadlısı Sevbân’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ben Rasûlullah (sav)ın yanında bulunuyordum. Yahudi alimlerinden bir alîm onun yanına gelip, es-selamu aleykum, dedi ve hadisin geri kalan bölümlerini zikretti. Bu hadiste şu ifadeler de yer almakladır: Yahudi dedi ki: Bu yer başka bir yerle, gök­ler de başkalarıyla değiştirileceği vakit insanlar nerede olacaktır? Rasûlullah (sav)da: “Köprünün (Sırat köprüsünün) beri tarafında karanlık içerisinde” di­ye buyurmuştur. Sonra da hadisin geri kalan bölümü zikredilmektedir.[83]

Yine Müslim, Hz. Âişe’den şöyle dediğini rivayet eder: Rasûlullah (sav)a yüce Allah’ın: “O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir, gökler de” buy­ruğu hakkında sorularak, o gün insanlar nerede olacaktır? denildi. O: “Sırat’ın üzerinde” diye cevap verdi.[84] Bu hadisi İbn Mace de aynen Müslim’in sene­diyle rivayet etmiştir.[85]

Tirmİzî de Hz. Âişe’den bu hadisi rivayet etmekte ve bu soruyu soranın Hz. Aişe olduğunu belirtmektedir. Ayrıca Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadis­tir demiştir.”[86] İste bu hadisler göklerin ve yerin değiştirileceklerini ve bun­ların ortadan kaldırılacaklarım, Allah’ın başka bir arzı yaratacağını açıkça ifa­de etmektedir. İşte İnsanlar önce Köprü’nün üzerinde, sonra bu yer üzerin­de olacaklardır.

Yine Müslim’in, Sahlh’inde Sehl b. Sa’d’dan şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: “Kıyamet gününde insanlar, üzerinde hiç­bir kimsenin herhangi bîr alameti olmaksızın bembeyaz, un gibi, beyaza ça­lan renkli bir arz üzerinde haşredileceklerdir.”[87]

Câbir de der ki: Ben Ebu Cafer Muhammed b, Ali’ye yüce Allah’ın: “O gün yer başka bir yerle değiştirilecektir” buyruğu hakkında sordum da şöyle de­di: Yer o gün bir ekmek parçasına dönüştürülecektir ki, Kıyamet gününde bü­tün insanlar ondan yiyeceklerdir. Sonra yüce Allah’ın: “Onları yemek yemez bir ceset de kılmadık” (el-Enbiyâ, 21/8) buyruğunu okudu.

İbn Mes’ud da der ki: Bu yer başka bir yer ile değiştirilecektir. O yer gü­müş gibi olacak, üzerinde bir tek günah dahi işlenmemiş olacaktır.

İbn Abbas da der ki: Beyaz gümüşten bir yer ile değiştirilecektir. Ali (r.a) der ki: O gün yer gümüşten bir yer ile değiştirilecek, semâ da altından bir sema İle değiştirilecektir. İşte bu, bizzat varlıklarının değiştirileceğini göster­mektedir. Bu da bu konuda yeterli bir açıklamadır.

“Bir olan, Kahhâr olan Allah’ın huzurunda toplanacaklardır.” Yani kabirlerinden çıkarak, O’nun Jıuzurunda bir araya geleceklerdir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

“O gün” kıyamet günü “günahkârları” müşrikleri “bukağılara vurulmuş

olarak görürsün.” Bukağılar anlamı verilen; “Gerek boyuna, ge­rekse ayağa vurulan zincirler” olup bunun tekili; şeklinde gelir. ise, onu zincire vurdum demek olur, ismi de; şeklinde ge­lir. Bu işin çoklukla yapıldığını anlatmak istersek; denilir. Amr b. Külsûm der ki:

“Onlar talan edilen şeylerle, esir alınan çoluk-çocuklarla geri döndüler, Biz de zincire vuruMuş hükümdarlar ile geri döndük.”

Şair Hassan da şöyle demektedir:

“Zinciri bağlanan, esir alınan herbir kartal ki O hoş olmayan (savaş) ile karşı karşıya kaldığında (korunması gerekenleri) himaye eder.” “Ona verdim” anlamındadır.

Bir diğer görüşe göre; “Zincir vurmak” hakkında kullanıl­dığı gibi, vermek hakkında da kullanılır. Şair Nâbiğa da şöyle demiştir:

“Ey kötülenmeyi haketmeyecek bir iş yapmayaaıca, ben ihsanda bulunmayı tariz yoluyla ifade etmiyorum.”

Burada; “İhsan etmek, vermek” demektir. Çünkü ihsan da kişi­yi adei£ zincire vurur ve köleleştirir. Ebu’t-Tayyib de şöyle demiştir:

“Ve ben kendimi sana duyduğum sevgi dolayısıyla, sana yakm bir yerde zincire vurdum, Kim ihsanı kendisine vurulan bir zincir gibi bulursa, o da kendisini zincire bağlar.”

Denildiğine göre herbir kâfir, bir şeytan ile birlikte aynı zincire vurulacak­tır. Yüce Allah’ın şu buyruğu da buna açıklık getirmektedir: “Toplayınız zul­medenleri ve onlara eş olanları…” (es-Sâffât, 37/22) Bununla onlarla birlik­te aynı zincire vurulacak şeytanları kastetmektedir.

Bir diğer açıklamaya göre, burada söz konusu edilenler kâfirlerdir. Dün­ya hayatında iken masiyetler üzere bir araya geldikleri gibi kıyamet günün­de de zincirlere birlikte vurulacak ve bir araya getirileceklerdir.

“Gömlekleri katrandandır.” Âyet-i kerîmedeki “serâbil” kelimesi İbn Düreyd ve başkaları tarafından “gömlekler” diye açıklanmıştır. Bunun tekili de “sirbâl” şeklindedir. Fiili; “Ben gömlek giyindim” ile; “Başkasına gömlek giydirdim” şeklinde kullanılır. Kâb b. Malik de der ki:

“Savaşta size karşı peygamber etrafında Davud’un dokuduğu Zırhlardan üzerlerinde gömlekler bulunan bir topluluk çıkacaktır.”

“Katrandan” ifadesi ile develere sürülen katran kastedilmektedir. Bu açık­lamayı el-Hasen yapmıştır. Böylesi ateşin onları daha ileri derecede yakma­sını sağlar. Sahih hadiste belirtildiğine göre ölü için ağıt yakan kadın eğer ölü­münden önce tevbe etmeyecek olursa, kıyamet gününde üzerinde katrandan bir gömlek ve uyuzdan (her tarafını kaşınması anlamında da) bir örtü ile kab­rinden kaldırılacaktır.[88]

Hammâd’dan rivayet edildiğine göre ilim adamları bundan kasıt bakırdır, demişlerdir. İsa b, Ömer; şeklinde “kaf’ harfini üstün, “ti” harfini de sakin olarak okumuştur. Üçüncü bir kıraat ise “kaf” harfini esreli, “ti” harfi de sakin şeklindedir. Ebu’l-Necm’in şu beyiti de bu şekildedir:

“Simsiyah birisidir, sanki ondan sızan ter, Ona kıtran ve kıldan elbise giydirmiş gibidir.”

Dördüncü bir kıraat de; şeklindedir. Bu kıraat ise İbn Abbas, Ebu Hureyre, İkrime, Said b. Cübeyr ve Ya’kub’dan rivayet edilmiştir. “Kıtr” ise eritilmiş bakır ve san bakır demektir. Yüce Allah’ın: “(\Jû -uU Getirin bana, üzerine erimiş bakır dökeyim” (el-Kehf, 18/96) buyruğu bu­radan gelmektedir. -Dördüncü kıraatteki kıtr’dan sonraki ikinci kelime olan; Sıcaklığının en ileri derecesine varmış olan, demektir. Yüce Allah’ın: ” Ve son derece stcak bir su arasında…” (er-Rahman, 55/44) buyruğu da buradan gelmektedir.

“Yüzlerini de ateş kaplayacaktır.” Yani yüzlerine ateş vurulacak ve ta­mamen onları örtecektir.

“Allah herkese kazandığının cezasını” kazandığının karşılığını “versin diye. Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir.” Buna dair açıklamalar önceden geçmiş bulunmaktadır.

“İşte bu insanlara bir bildiridir.” Yani bizim sana bu indirdiğimiz bir teb­liğ ve bir öğüttür. “Onunla uyarılsınlar” yüce Allah’ın cezası ile korkutul­sunlar… diye.

” Uyanlsınlar” buyruğu “ya” harfi ile “zel” harfi üstün olarak da okunmuştur. ifadesi, bir şeyi bilip de onun için gerekli ha­zırlıkları yaptığını anlatmak için kullanılır. Ancak aynı kökten mastarım kul­lanmazlar. Tıpkı; “Umulur ki, değildir” lafızlarından mastar kul­lanmadıkları gibi. Adeta İle birlikte fiili kullanmakla mastara ihtiyaç duy­mamışlar gibi. Mesela; “O şeyi bilmem, beni. memnun et­ti” demek gibi.

“Onun ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler” Yüce Allah’ın ortaya koy­muş olduğu kesin delil ve belgeler ite vahdaniyetini bilsinler “ve akıl sahip­leri de iyice öğüt alsınlar.” Akıl sahipleri gereken İbreti ve öğüdü çıkarsın­lar “diye.”

” Uyarılsınlar, bilsinler, öğüt alsınlar” buyrukla-nndaki “lam” harfleri hazfedilmiş bir kelimeye taalluk etmektedir. İfade; Biz bu kitabı bunun için indirdik” takdirindedir.

Yeman b. Riâd bu âyet-i kerîmenin Ebu Bekir es-Sıddık (r.a) hakkında in­diğini rivayet etmektedir. Birisine: Allah’ın Kitabının mahiyetini açıklayan bir buyruklar mıdır? diye sorulmuş. O da: Evet, diye cevap vermiş. Nerededir bu buyruk? diye sorulunca, yüce Allah’ın: “İşte bu, insanlara bir bildiridir, onunla uyardsınlar…” âyetini sonuna kadar okuyarak cevap vermiştir.

Kuran

İbrahim Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.