103 – Asr Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Mekke’de nazil olmuştur.

Asr Suresi | İbn Kesir Tefsiri
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.
1 — Asr’a andolsun ki;
2 — Muhakkak insan, hüsrandadır.
3 — Ancak îmân edenler ve sâlih amel işleyenler müstesnadır. Bir de birbirine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler.
Asr, içinde âdemoğlunun hayır veya şer yönünde hareketlerinin gerçekleştiği zamandır. Mâlik, Zeyd İbn Eslem’den naklen der ki: Asr, akşam demektir. Meşhur olan birinci görüştür. Allah Teâlâ asr’a kasem ederek insanların helak ve hüsranda olduğunu bildiriyor. «Ancak îmân edenler ve sâlih amel işleyenler müstesnadır.)) buyuruyor. Böylece kalbleriyle îmân edip organlarıyla sâlih amel işleyen mü’minler hüsrandan istisna edilmektedir.
«Bir de birbirine hakkı tavsiye edenler.» Emirleri yerine getirip yasakları terkedenler ki terketmek haktır. «Ve sabrı tavsiye edenler.» Mu-sîbet ve kadere sabredenler. Kendilerine ma’rûfu emredip münkerden nehyedenlerin verdiği rahatsızlıklara dayananlar.[1]
İzahı
Müreccah olan kavle göre bu sûre Mekke’de nazil olmuştur. Öyle rivayet ederler ki, İmâm Şafiî: Kur’ân nâmına yalnız bu sûre inmiş olsaydı insanlara elverirdi, insanlar yalnız bu sûreyi derin derin düşünmüş olsalardı onlara kâfî gelirdi, dermiş. Muhakkaktır ki ashâb-ı ki-râm’ın ikisi bir yere gelince bu sûreyi biri diğerine okumadan, diğeri de ona selâm vermeden aynlmazlarmış. Ashabın bu âdeti, teberrük içindir, zannmda bulunanlar yanılıyorlar. Zîrâ bu sûre-i güzîn’i okumaktan maksad, içindeki mânâları, husûsiyle hakkı sabrı tavsiyede bulunmayı karşısındakine hatırlatmaktır. Tâ ki arkadaşından ayrılmazdan evvel onda bir hayırlı vasiyet, nasihat varsa onu kendisine celbetmiş olsun.
Hilkat alemindeki eşyadan, yâhud şuûnu kâinattan birine yemîn etmek, kitâbullaha da câri olan âdet muktezâsıdır. Bundaki maksad ise insanlara o yemîn vesilesi olan şeye ezelden beri emânet edilen hikmeti hatırlatmak, şayet insanlar onda bir nevi şer tevehhüm etmişlerse, hatâ etmekte olduklarını; fenalığın, şerrin o eşyada olmayıp o eşyayı kullananların, yâhud o surette i’tikâd edenlerin kendilerinde bulunduğunu anlatmaktadır.
Öyle dinler vardır ki, onlara sarılanlar gerek bu kâinatın, gerek onun ihtiva ettiği varlıkların değişen, bozulan nesne olduğunu, onun için hakîkî bahtiyarlık peşinde. koşanlar için bunu hor görmek, bugünün nimetlerinden, zevklerinden, eğlencelerinden kaçmak, nefislerini bu kevn-ü fesâd âleminin üstünde bir âleme ayırmak ve hasretmek gerekeceğini zannederlerdi.
Kur’ân, onların bu hususta tamâmiyle yanıldıklarını açıktan açığa bildiriyor. Allah’ın kitabında vârid olan yeminler, o gibi zanda bulunanların hatâlarmı kendilerine bildirmek için ihtiyar olunmuş usûl cümlesindendir. Yani bu eşya hikmet-i İlâhiyye’ye mazhariyet bakımından öyle bir mertebede bulunuyor ki Cenâb-ı Hak onunla yemîn ediyor, gûyâ ki Cenâb-ı Hakk’ın ta’zîmine arz-ı istihkak ediyor. Artık her şeyin hâliki olan ve bütün varlıkların varlığı, kendi vücûd-u ezelîsi ile kâim bulunan Hallâk-ı Azîm’in ta’zîmine mazhariyet kadar büyük şeref olabilir mi?
Asır, zamanın ma’lûm olan bir cüz’üdür ki o da konuşan kimsenin başkaları ile beraber yaşadığı müddettir. İster bu müddet senelerin sayısı ile takdir olunsun da meselâ yüz sene densin, isterse mikdârı hiç ta’yîn olunmasın. Yahud öğle ile akşam arasındaki bildiğimiz vakittir. Burada her ikisinin ihtiyarı doğru olabilir. İnsanlar evvelkine sövüp saymayı âdet etmişlerdir… Evet, herkes bulunduğu asırdan müştekidir. Sırası geldikçe bu asır, cehalet asrıdır, alçaklık, mürüvvetsizlik asrıdır, menfaatperestlik, ahlâksızlık asrıdır, der. Hayra dâir murâd ettiği şeylerin kâffesini de kendisinden asırlarca evvel geçmiş olan zamana isnâd eder. Onun için Cenâb-ı Hak «Asır» nâmına yemîn etmek suretiyle bu i’tikâdın kalblerden silinmesini, insanlar tarafından hor görülen bir mâhiyyetin ta’zîmine lâyık sayılmasını murâd ediyor.
İkinci mânâya göre ise asır; gerek Kureyş’e, gerek şâir kabilelere mensûb olan işsiz bir takım araplann Harem’de, yahut şâir mahallerde toplanıp gıybet gibi, ötekini berikini maskaraya almak gibi hiç faydası olmayan şeylerle uğraştıkları zaman olduğu için zihinlerde bu zamanın fena bir zaman olduğu, serden başka bir işe yaramadığı zannı iyice yer etmişti. İşte Cenab-ı Hak bu fenalığın zamanda olmayıp kendilerinde olduğunu yoksa o zamanın yerleri, gökleri yaratan Hâlik’a yemîn mevzuu, olacak derecelerde şeref sahibi bulunduğunu, onun için bu vakti,
o vaktin sânına yakışacak surette yaşamak, ulvî işlerle geçirmek, kötü işler yüzünden uğrayacakları ziyandan bu ,sûretle kurtulmak lâzım geleceğini beyân buyuruyor.
Asır kelimesi iki mânâdan hangisine alınırsa alınsın, buradaki kasem, Cenâb-ı Hakk’ın bize îrâd etmiş olduğu bir hakikati belirtmek için .vârid olmuştur ki o hakikat da insanın hüsran içinde bulunmasıdır. Bu bir haberdir ki, te’kîde muhtaçtır. Zîrâ halkın bir çoğunun zannına göre bu sûrede istisna edilen a’mâlin, ahvâlin hâricinde öyle işler vardır ki, hiç de hüsranı mûcib değildir. Hattâ bunların inanışına göre îmân saadeti denilen, fazilet denilen kayıdlardan vareste kalmak; fikir hürriyeti, fiil hürriyeti nâmı altında hiç bir fenalıktan, hiç bir fuhuştan geri kalmamak, ukbâda helaki mûcib olsa bile, dünyada nefsin hiç bir hazzını diriğ etmemek ile olurmuş. Yine bu inanışa göre, milletler için^ de öyleleri varmış ki, ferdleri heveslerine kapılmak, ihtiraslarına esîr olmakla beraber servet kazanmaya devam ettikçe, kuvvet ve kudret sahibi olmak için her çâreye baş vurdukça mes’ûd olmaktan geri kalmı-yorlarmış. îster bu adamlar îmân etsinler, ister etmesinler, ister doğru dürüst işler işlesinler, ister işlemesinler, ister birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye etsinler ister etmesinler, müsavi imiş…
Bu zannı besleyenlerin sayısı her vakit her yerde sayılamayacak derecede çoktur.
Fakat Kur’ân-i Kerîm’in telâkkisine göre, bu hareket tarzı hüsrandır. lügatta dalâl, helak, noksan mânâlanna gelir. Yapmış olduğu işin insana getirdiği her şer, husur’dur. Hüsran ve hasâret de bu mânâyadır. Zîrâ insan o iş ile bir fayda peşinde koşuyordu. Halbuki netice böyle zuhur etmeyerek sa’yi kendisini istediğinden mahrum bıraktığı, bilâkis çekindiğini başına getirdiği için hüsrana uğruyor. Yani maksadı yolunda dalâlete uğramış, nefsinin arzusunu tatmin hususunda noksanlık göstermiş, fakat peşinde koşarken yorgunluğa uğramış oluyor. Sana elem veren, seni mahrum bırakan, canının sıkıntıya uğramasına, kalbinin ıztırâb duymasına sebep olan her şey aradığın zevk için bir noksandır.
Sen kalbe huzur verecek, maişetini refaha kavuşturacak bir iş işler de bilâkis ıztırâba düşersen, kasdında dalâla, sa’yinde hüsrana uğramış olursun. .Âyetteki hüsran ise mutlaktır. Dünyevî veya uhrevî kaydıyla mukayyed değildir. Sûrede anlatılan vasıflan hâiz olmayan her mükellef için gerek bu fânî hayatta, gerek onu ta’kîb edecek bakî hayatta hüsrandan bir hisse vardır. Zîrâ yukarıda söylediğimiz gibi sûre Mekkîdir. Mekkî sûrelerdeki hitâb ise birçok âyetlerde umûmîdir.
Bu sûredeki îmân da mutlaktır ve hiç bir şey ile mukayyed değildir. Bununla beraber muhâtabların anladığı mânâdadır. îmânı umûma karşı hitaba en mülayim şekilde ta’rîf için şöyle demelidir: îmân nefsin hayır ile şerrin, fazilet ile rezîletin arasındaki farkı yakînen anlaması, bu varlık âlemi üzerinde hayra razı olan, lâkin şerre razı olmayan, fazileti isteyen, lâkin rezîleti istemeyen mutlak bir vücûdun nigeh-bân olduğunu yine o itmi’nân ile bilmesi mahlûkâti arasından dilediğini esrâr-ı ilâhîsinden bazısına mahrem ederek bu mümtaz insanları, şâir insanlara doğru yor göstermek, kalblere fâsid heveslerin ve ihtirasların nasıl girebileceğini, akıllara sağlam delillerin her yol ile erişebileceğini bildirmek vazifesi ile mükellef tutmuş olması da o Vâcib el-Vü-cûd’un rahmet eserlerinden olduğuna i’tikâd etmesidir. Tâ ki beşer, o sahîh delillere yönelsin, o tarîk ile kendisine telkin olunan hakîkatları İyi karşılayarak kabul etsin, kalbinde fâsid heveslere karşı açık duran menfezleri kapasın, o gibi fâs>d ihtirasların ilerde beklenilecek sirayetine karşı da kat’î, ebedî bir azim ile müdâfaada bulunsun.
Yoksa îmân, umumiyetle sanıldığı gibi akim, vicdanın dahli bulunmaksızın sırf taklîdden ibaret olduğu halde kabul olunan mücerred mâhiyet değildir. Bu çeşit îmân, peygamberlerin peygamberliğini gerçek saymış birçok milletleri hüsrandan kurtaramamıştır.
Asıl îmândan maksad, ruhun itmi’nânına, ruhî kuvvetlerin i’tikâd-İarı benimsemesine bağlı olan îmândır. «Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah’a ve peygamberine inanmış, sonra hiç bir veçhile şüpheye düşmemiş, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmışlardır. İşte gerçek kimseler bunlardır.» âyeti bu hakikati apaçık anlatıyor. İnsanların, dünya ve âhirette ziyandan kurtuluşu bu îmâna bağlıdır.
İnsanların babalarından işiterek öğrendiği, bir müslüman çocuğunun mânâsını, mâhiyetini anlamaksızın diline doladığı, hamiyet şevki ile müdâfaasına kalkıştığı îmâna gelince, bunun Allah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Çünkü, herhangi dine mensûb be kimse, bu şekilde yetişir. Allah nezdinde kabul olunan îmân, ancak ruhun o itmi’nânıdır ki, rûh onun sayesinde, ulvî bir cevherin içine sindiğini hisseder. Kalbin o i’tikâdıdır ki kalb içindeki mevkiini yine kalb takdir eder. Ruhu, hakîkî hayata kavuşturan, ruhu kemâle yükseltecek her şeyi hazırlayan îmân. bu türlü îmândır. îmân olmadığı halde îmân dedikleri şey ise, ruhları tahrîb eden, insanları felâkete sürükleyen bir baş belâsından başka bir şey değildir.
Sûredeki sâlih amellere gelince akl-ı selimin reddetmediği o hayırlı işlerdir ki, herkese faydası dokunur, herkesin menfaatıyla hemâhenk olarak yapılır. Bunların bir kısmı, bütün mahlûkâtına her türlü hayır ve iyiliği lütfeden Allah’a karşı arz-ı şükran ifâde eder. Dinin emrettiği ibâdetler gibi. Bir kısmı da hayır yolunda malını feda etmek, muhtaç olanlara yardım etmek; yahut verilen hükümlerde adaleti gözetmek, herhangi bir kimsenin zulme uğramasına imkân vermemek gibi bir takım iyi hareketlerdir. Bir kısmı da emânet gibi, iffet gibi, insaf gibi, ihlâs ve muhabbet gibi güzide sıfatların asıl kaynağından sâdır olan faziletlerdir.
Demek ki ister bedene bağlı bir zahirî hareket şeklinde tecellî eden, ister ruha âid bir bâtınî vasıf şeklinde göze çarpan her şey, sâlih amel-ler cümlesindendir. Nefis, mücâhede ile amellere alıştınlırsa, amelleri benimser ve bunları i’tiyâd eder. Dinin emrettiği hükümler, bu ameller çerçevesi içindedir. Onun için kendilerine peygamber gönderilmeyen milletlerin, akıl yolu ile keşfettikleri faziletler de bu ameller sırasına girer. Sâlih amellerin öyle esâsları vardır ki, bütün insanlarca kabul edilmiş ve hepsi tarafından tanınmıştır ve onun için bunlar üzerinde ihtilâf vuku’ bulmaz. Bu yüzden bu esâslar Kur’ân’da «nıa’rûf» diye bahîs mevzuu edilir ve zıdlarına da «münker» denilir. Yani, «ma’rûf» olan esâslar akl-ı selimin kabul ettikleri, «münker» olanlar da onun red ve inkâr ile karşıladıklarıdır.
«Birbirine tavsiye» iki şahıstan birinin diğerine bir şeyi tavsiyede ^bulunmasıdır. Sûre-i şerife, mü’minlerin birbirlerine hakkı tavsiye et-f tiklerinden bahsediyor. Hak, bâtılın mukabilidir. Mânâsı hemen herkesçe ma’lûm olmakla beraber, insanların çoğu bu mânâyı cüz’iyyâta hamlederek yanılırlar. Meselâ içlerinden biri kalkarak bâtıl olduğu apar-şikâr olan bir bâtılı, hak suretinde telâkki etmek ister. Eğer sûredeki hak kelimesi tavsiye eden adamın telâkkisine bağlı olmak lâzım gelseydi, o zaman mânâ şöyle olurdu: «Her biri arkadaşına hak olduğuna inandığı şeyi tavsiye eder ve o tavsiye ettiği şeyi kabul etmesini ister.» Halbuki birinin hak olarak tanıdığını ve tavsiye ettiğini bir başkasının aynı şekilde tanıması ve onun hak olduğuna kail olması beklenmeyeceğine göre o takdirde «birbirine tavsiye» münâkaşa ve mücâdeleye yol açar. Ayet-i Kerîme’nin istediği bu değildir. Onun istediği, iki şahıstan
her birinin diğerinde, hak olduğuna inanmış olduğu şeyi araştırmayı tavsiye etmesi, onu hakkın delillerini bulmaya ve asıl hakka varmak için çalışıp çabalamaya teşvîk etmesidir. Şayet hakkı tavsiye eden adam, muhatabının yaptığı araştırmada sapıttığını görürse delil ikâme ederek onu doğru yola çevirecek, onun istidlalde taksirini anlarsa onu îkâz edecek, işlerin iç yüzüne nüfuz etmeksizin dış yüzünde kaldığını hissederse iç yüze nüfuz etmesini sağlayacaktır. Fakat bu vazife yalnız bir tarafa âit değildir, iki taraf da birbirine karşı aynı vazifelerle mükelleftirler ve karşılıklı olarak tavsiyenin mânâsı budur.
Birbirine hakkı tavsiye etmek sâlih ameller çerçevesi içindedir. Onun ayrıca adıyla sanıyla zikrolunmasından maksad, hakkın sânını yükseltmek, onun başlı başına bir kurtuluş esâsı olduğunu anlatmaktır.
Hakkı tavsiye eden bir adamın kendi vasiyeti ile amel etmese de bu vazîfeyi yapmakla kurtulmuş olacağını ve kurtuluşunun yalnız karşılıklı tavsiyeye bağlı olduğunu sanması yanlıştır. Çünkü «hakkı tavsifye eden kimse»den maksad, «hak üzere olan ve hakkı tavsiye eden»dir. Zâten başkasına bir şeyi tavsiye eden kimsenin, o şeyden en büyük payı almış olması gerektir. Yoksa bir işi lâyıkıyla yapmayan ve lâyıkı ile yaptığı bir tarafından belli olmayan kimse nasıl olur da başkalarını o işi yapmaya davet eder, yahut davet etse de muvaffak olabilir? Kendileri münker olan şeylerden çekinmedikleri halde insanları «ma’rûf» olan şeylere sevk etmek isteyenlerin muvaffak olmaları şöyle dursun, insanları vardırmak istedikleri gayeden büsbütün tiksindirirler. Kur’-ân-ı Kerîm ise, ziyandan kurtuluşu evvelâ herkesin hak üzere olmasına, sonra o hakkı tavsiye etmesine bağlamaktadır ve işin doğrusu da budur.
Sabır ise bütün güzide ahlâkın ana kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de yetmiş.yerde zikrolunması, değerinin büyüklüğünü gösteren bir delil olarak îrâd edilir. Fakat bu sayıyı ileri sürmek o kadar büyük bir fayda te’mîn etmez. Bize lâzım olan nokta, Hak Buyruğunun bu fazileti öge-rek sabırlı kimselerin mutlaka muvaffak olacaklarını, mutlaka murada ereceklerini müjdelemesidir.
Sabır, ruhun o kudret kaynağıdır ki, hak yolunda dayanılması güç olan bütün mihnetlere katlanmak, nefsin hoşlanmadığı bütün meşakkatlere göğüs germek ancak onun sayesinde mümkündür. Bütün beşerî meziyetlerin kemâli, bu meziyete bağlıdır. Bu seciyeden mahrum olmak, yâhud bu kudret kaynağından istifâde edememek, bir insan için en büyük felâkettir. Ferdleri bu bakımdan zaafa uğramış olan bir milletin, her şeyi zayıf olur ve bütün kuvvet kaynaklan tükenir. Bunu bir misâl ile izah edelim:
Milletlerin birine bakıyoruz, onu ilim bakımından geri görüyoruz. Sebebi nedir? Cehalet ile pençeleşmekten ve onu yenerek ilim ile aydınlatmak için uğraşmaktan yüz çevirmektir. İlim sahibi olmak ise uzun uzadıya çalışmaya, birçok sıkıntılara göğüs germeye bağlıdır. Bu çalışmayı ve bu gayreti göze alamayanlar, yani cehalete karşı savaş açmaya dayanamayanlar, mukallidlikle iktifa ediyor ve karanlık içinde yaşıyorlar. Bunlar «sabır» faziletinden mahrum insanlardır. Bunlar ilim yolunda hiç bir meşakkate göğüs germemiş, hiç bir gayret sarfet-memiş oldukları halle, geçmişlerin gayretlerine kuru saygı göstermekle, onların gece gündüz çalışmış olduklarını anmakla kendi hareketsizliklerinin, gayretsizliklerinin kusurunu örtmüş olacaklarını sanıyorlar. Halbuki bunlar, geçmişlerine karşı hakîkî saygı beslemiş olsaydılar, onları kendilerine rehber sayarlar, onlann tuttukları yolu tutarlar, araştırma yolunda katlandıkları yorgunlukların bir kısmına olsun katlanırla, elhâsıl onlar gibi çalışırlar, çabalarlar, onların varamadıkları şahikalara tırmanırlar ve böylece sabır dediğimiz o yüksek meziyeti hâiz kimseler olduklarını isbât ederlerdi.
Milletleri bırakarak ferdlere bakalım:
Ferdler içinde öyleleri vardır ki, bir şeyler öğrenmek için çalışır ve öğrenir. Fakat öğrendiğini başkalarına öğretmeye takat getirmez. Yani sabır edemez. Böylesi hakkında verilecek hüküm onun sabır faziletinden mahrum olduğudur.
Yâhud bir talebe, mektebine bir sene veya iki sene devam eder, sonra tahsil güçlükleri yüz göstererek dersi bırakır, yahut okuduğunu anlamak hususunda gevşek davramr, yahut babası tahsil masrafını kısmak isteyerek oğlunu kendisi için daha kârlı saydığı başka bir işe sürükler, oğlu da ilim peşinde koşmaktan vazgeçerek cehalet yoluna dalar. Bunların hepsi sabır ve sebat faziletinin zaafından ileri gelen kötülüklerdir.
Tamahkâr bir adamın bütün işi gücü malını tutmak ve elinden çıkarmamaktır. Böylesi birçok hayırlı işler karşısında kaldığı halde hepsinden yüz çevirir ve hiç birine de yardım etmek istemez. Böylece vatanına ve milletine zulmetmiş, milletini hor görmüş olur. Bu adamın elini bağlayan sebebi araştıracak olursak, «sabr»ındaki zaaf derhâl göze çarpar. Çünkü bu adam vâhimesinde dolaşıp günün birinde üzerine çökmekle kendisini tehdîd eden zaruretin korkunç hayâline karşı duracak derecede bir sabra, bir metanete mâlik olsaydı, kendini bu hırstan kurtarır ve milletine mutlaka faydalı olurdu.
İsrafa dadanan bir adam, keyfi uğrunda birçok şeyleri heder eder. Hevesine baş eğen bir adam, türlü türlü kepazeliklere dalar, nihayet günün birinde varı yoğu biter, hali fenâlaşır, eskiden i’tibâr sahibi olduğu halde sefalete uğrar. Bütün bunlara uğramasının sebebi, nefsânî hevâ ve heveslerine mukavemet göstermemesi, yani sabredememesi, ken-sini uçurumlara yuvarlamaktan alıkoyamamasıdır. Bu adam nefsânî temayüllerine karşı sabır ve metanet göstermiş olsaydı hem serveti elinden gitmez, hem kendisi de bu felâkete düşmezdi.
Elhâsıl bütün rezaletleri saymak, hepsinin asıl sebeplerini araştırmak istemiş olsak, ya sabrın zaafında, yâhud yokluğunda karâr kılarız. Bütün faziletleri de sayacak ve faziletlere kan ve can veren kaynağı araştıracak olursak yine sabra vannz.
Mevkii bu derece yüksek olan bir fazilet, Hak Buyruğunda anılmaya liyâkat kazanmaz mı?
Hak, ilmin medâr-ı hayatıdır. İtmi’nân onunla hâsıl olur. Ve akıl, onunla yakîn sahasına varır. Sabır bütün faziletleri faaliyete geçirir, bütün kötülükleri defeder ve bütün iyiliklere varlık verir. Bu kadar kıymetli iki esâs, insanların başarabilecekleri en değerli işler arasında, her halde en fazla anılmaya lâyıktır. Çünkü herkesin dikkatini bunlann üzerinde toplamak ve herkesi bilhassa bu iki esâsa tutunmaya teşvik etmek bu sayede mümkün olur.
Şimdiye kadar verdiğimiz bu İzâhât, Sûre-i Celîle’de bahis mevzuu olan bütün esâsları kısaca belirtmiş ve insanlar içinde hüsrandan kimlerin kurtulmuş olduğunu açığa vurmuştur.
Bizim beyân etmiş olduğumuz mânâya göre îmân, insan ruhunun o tavrıdır ki; insan, bulunduğu fena halden kurtulmak için o tavra yükselmiştir.
İnsanların nefsi, şehvetlere düşkünlük bakımından, hayvanlar gibidir. Bir farkı, geçmişteki bir zevkini hatırlamak, göz önüne getirmek, gelecekte duyacağı bir hazzı tasavvur edebilmektir. Bu yüzden ülfet etmiş olduğu lezzetleri elde etmek, istikbâlde onları kat kat sağlamak için gösterdiği hırs, hayvanların hırsları ile ölçülemeyecek derecededir. Her nefis, heveslerinin ve hırslarının gözettiği zevki elde etmek için kuvvetlerini kullanır. Beşerin her ferdi kendisi için lezzetli, yahut faydalı tahayyül ettiği her şeyi elde etmek, nahoş yahut muzır saydığı bir şeyi mahvetmekten başka bir şey düşünmezse, bundan büyük bir fenalık tasavvur olunabilir mi? Çünkü bu takdirde arzu ettiği bir şeyi başkasının elinde görünce onu gasb için hücum edecek, yahut kendisi için muzır saydığı şeyi ortadan kaldırmak için saldıracak.
Bir saldırganın tecâvüzünü önlemek için, hücuma uğrayan şahsın kuvvetinden başka bir engel yok. İçlerinden biri de hayrın, yahut şerrin, faziletin yahut rezîletin aslına astarına inanmıyor. Herkesin nazarında hazzı; hoş veya faydalı gördüğü şeyden ibaret. Ama o şey başkası için fena, yahut muzır olmuş, kendisince müsâvî.
Beşeriyetin hayır ile şerri ayırd edemediği devrini tasvir eden bu vaziyet, hayır ile şerri ayırd edememenin ne büyük bir mahrumiyet ve ne büyük bir felâket olduğunu vuzuh ile belirtmiyor mu? Bu vaziyetin en büyük hüsran olduğu aşikâr değil midir?
Hayr ile şerri ayırd etmek esâsına, şuura lâhık olmayan her ferdin dalâletten, kötülükten hissedar olması pek tabiî olduğu gibi bu ferdin diğer ferdlere olan muamelâtında haksız davranacağı da muhakkaktır. Ama bu” ferd hayr ile şerri ayırd edebilirse vaziyet değişir. Başkasına vereceği ezanın kendisine de ezâ getireceğini anlar. Gitgide bu yüzden vicdan azabı duymaya başlar.
Fakat hayr ile şerri ayırd etmek kâfî değildir. Beşeri kurtaracak kuvvet, her bir hareket ve her bir amel kendisine müntehi olan o fevk el-hayâl kudrete, o saltanat-ı kâhireye îmân etmektir. Çünkü ona îmân etmeyen, mâsivânın ona müsahhar olduğunu anlamayan inşama, gözü kör, basireti aksak, vehmi büyük ve güvendiği her şey sarsaktır. Böylesi, karşısında gördüğü kuvvetlerin her birini, mevcudiyetinin kaynağı sa-nar, onun kendi hayatı üzerinde müessir olduğuna zâhib olur. Sebebini anlamadığı bir şer kendisine isabet ederse o karşılaştığı kuvvetlerden birini sebeb olarak tahayyül eder, yahut emeği olmaksızın kendisine bir hayır isabet edecek olursa, vâhimesi p hayır için körü körüne bir kaynak îcâd eder. Bu yüzden nazarında ilâhlar çoğalır, her şeyin sebebini araştırmak ve bulmak yolu yüzüne kapanır ve bunun neticesi olarak hayatına âid bütün işlerde güvenilmeye lâyık olmayan şeylere güvenir durur. Bu ise putperestliğin alabildiğine inkişâf etmesine, beşer aklının bu yüzden bozuldukça bozulmasına ve insanlığın hüsrandan hüsrana uğramasına sebebiyet verir.
Fakat gördüğümüz bütün kuvvetlerin bir kuvvetten sâdır olduğuna, o kuvvetin de bir irâdenin idare etmekte olduğu nizâma tâbi olduğuna îmân eden kimse, karşılaşacağı hayrın, yahut şerrin sebebine vâkıf oluncaya kadar araştırmalarda bulunmak ister, yahut işi mukadder esbaba vardırmak her akıl için vâcib olduğuna i’tikâd eden insan, şüphe yok ki, bu dalâlin şerrinden emin kalır ve kâinata mevcûd olan eşyanın hepsi de gözüne müsâvî görünür, cümlesinin bir Allah’a âid olup bu hususta hiç birinin diğerine karşı bir imtiyazı olmayacağını, arada bir fark varsa hususiyetler i’tibân ile olacağını yakînen anlar, bu sayede kalbi her bakımdan sükunete kavuşur, birliğine inandığı Allah’a karşı i’timâdı artarak amellerinde ve fiillerinde onun ezelî kanununu aşmaz, esbâb ve müsebbiblerin tâbi’ olduğu nizâmdan ibret alarak huzur ve itmi’nân içinde yaşar, kudret-i İlâhiyye hakkında anlayabileceği mertebeyi anladıktan sonra hiç bir şeyden korkmaz olur.
Bu yüksek hikmetin insanlar arasında doğru yolları gösterecek, şek ve şüphe perdelerini açacak müjdeciler ve peygamberler zuhurunu îcâb ettireceğine inanmayan, o güzide varlıkların peygamberliğini te’yîd eden delillere karşı göz yuman insan, bu mürşidlerin irşadından istifâde olunmaksızın elde edilmesi güç, yâhûd büsbütün imkânsız bir takım bilgilerden, hakîkatlardan mahrum kalır, hayatî meselelerin bir çoğunu anlayamaz, fiillerinin çoğunda doğru yolu göremez, hayra çalışmak isterken şerre düşer, menfaat ümid ettiği yerden zarar görür. Acaba bundan büyük bir ziyan olur mu?
Fakat Allah’a karşı îmânını şu bizim beyân ettiğimiz tarzdaki îmânını kaybeden adamın giriftar olacağı hüsranın ilk derekesi, kudret ve azameti bütün varlık âlemini sarmış olan Kâdir-i Mutlak’a tâm i’timâd-dan doğan azim kuvvetinden mahrum olmasıdır. Mahrum olacağı nimetin en hafîf derecesi de güçlüklerle karşılaştığı zaman ruhun en büyük desteğinden uzak düşmesidir. Uğrayacağı ziyanın en nâçiz mertebesi ise türlü türlü hava ve hevesler arasında şaşkın kalarak yöneleceği doğru yolu gösterecek bir rehber bulamaması, içinden çıkamayacağı karanlıklara düşmesidir.
Hangi mahrumiyet bundan daha büyük olur?
Fakat bu mahrumiyet ferdlere hâs değildir. Çünkü milletler de ferd-ler gibi bu mahrumiyete uğrarlar.
Salih ameller en çok, sağlam îmâna bağlıdır. Bununla beraber halk içinde şu zannı da besleyenler var: Gûyâ, îmân, fiillere te’sîri olmayan, bâtında kalan bir hayâli, bir mücerred mâhiyeti ifâde eder bir kelimedir. Yâhud bir şahsın kendini diğerinden ayırd etmek üzere edinmiş olduğu i’tikâddır. Bir müslümanın muvahhid olduğuna, Hazreti Muhammed’in ümmetinden bulunduğuna i’tikâd ederek şâir dinlere bağlı olan kimselerden kendini ayırdığı gibi. Yâhud bir dine mensûb olup herkes gibi o dine âid olduğu sanılan her şeye i’tikâd etmekle beraber kendini o dinin muktezâsmca harekete mecbur görmemesi gibi. Böyle bir îmân sahibini hüsrandan kurtaramaz. Şüphe yok ki hüsrandan kurtulmak için amel-i sâlih lâzımdır! Bu yararlı iş ve hareketlerin ne olduğunu yukarı-
da anlattık. Bunları ihmâl edenlere, gerek dünyada gerek âhirette yüklenecek ziyan kadar büyük ziyan tasavvur olunamaz. Hüsrana bu mânâyı verdikten sonra, o îmânı kaybedenlerin ve sâlih amel ve hareketleri terk edenlerin de hüsran içinde oldukları tavazzuh eder. Çünkü âyet-i kerîme mü’minlerden olmayan ve sâlih ameller işlemeyenlerin hüsran içinde olduklarını, apaçık bildiriyor.
Bunun ise hangi zamanda, hangi mekânda olursa olsun, hangi hal üzere bulunursa bulunsun, bütün beşere şâmil olduğunda şüphe yoktur.
Sûre-i Celîle’de milletlerin de, ferdîerin de ziyandan kurtuluşunu te’mîn edecek iki esâs- (îmân ve sâlih ameller) zikrolunduktan sonra iki esâs daha vârid olmuştur ki, bunların her biri ferdîerin el birliğiyle gerçekleşir. Bunlar, birbirine hakkı tavsiye etmek, birbirine sabrı tavsiye etmek. Tek ferd bunları tek başına edâ edemez. Çünkü «birbirine tavsiye» ancak müteaddid şahıslar tarafından yapılabilir. O halde sayılan ne kadar çok olursa olsun, milletin ferdlerinden her biri tanıdığı şâir ferdlere hakkı taleb ve iltizâm ile, her işte sabır ve metanet dâiresinde hareket ile vasiyette bulunmadıkça hüsrandan kurtuluş yoktur. Eğer tek bir şahs bu vazifeyi îfâ eder de başkasına vasiyette bulunur, lâkin başkaları onun îfâ ettiği bu vazifeden geri durursa, cümlesine behemehal dünyada hüsran gelecektir. Zîrâ bir milletin en büyük kısmı haktan ve herkesi hakka çağırmaktan yüz çevirir ve kalblerdeki sabır ve metanet zaafa uğrarsa, şüphe yok ki o millet bâtılın istilâsına uğrar, o milletin azmi körleşir, hali fenâlaşır ve böylece kendisi izmihlal uçurumunu boylamış olur. Dünyada bu böyledir. Ahirete gelince, orada ziyan, yalnız vazifesini yapamayana, yâhud kendisine hak ve sabır tavsiye olunduğu halde bu tavsiyeyi dinlemeyene ve kabul etmeyene âid olur. Eğer tavsiyede bulunan adam, sözünün dinlenmesi için muhtaç olduğu vâsıtaları elde etmez de muhatabının adem-i kabulü kendisinin na~ sîhat hususunda tuttuğu yoldan ileri gelirse, yani o nasîhatları başka bir suretle anlattığı takdirde kabul etmesi ümîd olunursa o zaman âhi-retteki hüsrandan onun da hissedar olması lâzım gelir.
Kötülüklerin alabildiğine yayıldığını gördükleri halde ağızlarını açmayan, kötülüklerin önünü almak için hiç bir harekette bulunmayan bir millet hangi kurtuluşa lâyık olabilir. Kötülükler ise ferdlerin bozulmasına ve milletlerin çökmesine sebeb olur.
Birbirine hakkı tavsiyeye, birbirine sabrı tavsiyeye iki esâs dâhil oluyor ki, biri ma’rûfu emir, diğeri münkeri nehiydir. Zîrâ hak ile vasiyette, hakka davette bulunan adam, bâtıldan nehiy etmedikçe bu vazifeyi tamamıyla îfâ etmiş sayılmaz. Salih amellerin güçlüklerine sabr ile tavsiyede bulunan adam rezil ve kötü işlerin kötülüklerini, güzel işlerin bırakılmasından husule gelecek neticeleri anlamadıkça ve göstermedikçe maksada varamaz. Ferdlerinden her biri elinden geldiği derecede bu farzı edâ etmeyen bir millet için dünya ve âhirtte ziyandan kurtulmaya imkân yoktur.
Hüsrandan kurtulmak isteyen her millete şu farzı edâ etmek vâ-cibdir. O da; hayrı tavsiye etmek, _ serden korunmak, yâhud birbirine hakkı, birbirine sabrı tavsiye etmek.
Şayet bir millet ahlakça uğradığı alçalmalar yüzünden hayır nâmına, hak nâmına vuku’ bulan tavsiyeleri kötümsüyor, yâhud herkesi hayra davet etmek hususunda gevşeklik göstermeyi tercih ediyorsa bu hâl o milleti dünyada zillet, esaret ve izmihlale, âhirette azaba sürükler.
Bir millet bu yolda gevşeklik gösterdiği halde, onun ıslâh edilemeyeceğine inanarak ortalıktaki fenalığa yalnız kalben buğzetmek suretiyle dünyadaki hüsrandan olmasa bile, ührevî hüsrandan kurtulacağına kail olmak, hiç bir kimse için caiz olmaz. Gerçi bugünkü müslü-manlardan bir kısmı, bilhassa din âlimleri buna zâhib olmaktadır. Fakat bu zehâblannda pek büyük hatâ ediyorlar. Çünkü bunların vazifesi, kendilerinden yüz çevrilse de, başka ne yapılsa da, halkı irşâd etmek ve ziyandan kurtulmanın yolunu göstermektir. Onun için bu vazifeyi başarmaktan kaçınmaya imkân yoktur. Şu var ki gerek ulemâya, gerek ulemâdan görünenlere bu vazifeyi edâ için hâlin, zamanın bütün îcâdlarını, her milletin hususiyetlerini nazar-ı dikkate almaları, söz söylemenin usûlünü ^öğrenmeleri, söz söyleyebilmeleri için milletlerin tarihini, milletleri yükselten ve alçaltan âmillerin mâhiyetini öğrenmeleri, ahlâk ilmine ruhiyat ilmine vâkıf olmaları, elhâsıl bâtıl fikirler akıllara nasıl yol bulur, akıl ile hakkın arası nasıl bulunur, insanlar serden nasıl korunur, hayra nasıl cezbedilir gibi bütün incelikleri bellemeleri ve ona göre insanara hitâb etmeleri lâzımdır. Bunları öğrenmeden halka karşı söz söylemeye teşebbüs ettikleri takdirde halka bir şey öğrete-meyecekleri için halkın vebalini yüklenmiş olurlar. Bunların âciz olduklarını söylemeleri de bir fayda te’mîn etmez. Zîrâ bunlar dedikodu ile ağız münâkaşası ile o kadar vakit kaybediyorlar ki, kaybettikleri bu vakit, müsbet ilimleri tahsil etmelerine fazlasıyla kâfî gelir. Bunlar da eski büyükler gibi ilim tahsiline çalışırlarsa Allah da onlara yardım eder. Halbuki böyle yapacaklarına lüzumsuz bir takım tahayyüllere dalarak vakit kaybediyor, sonra acz iddia etmekle vebalden kurtulmayı umuyorlar. Bunlar mazeretlerinin kabul olunmasını değil, başlarına bir belânın gelmesini beklemelidirler.
Bu belâdan kurtulmak isteyenler, gösterdiğimiz tarzda çalışmalı, uğraşmalı ve bu sûrenin anlattığı dört esâsa sarılmalıdırlar. Çünkü bu dört esâs, insanların bahtiyarlığını te’mîne kâfidir.
«Hani Ashâb-ı Kiram, ayrılalım derlerken
Mutlaka sure-i «Vel-Asr»ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede esrarı felah:
Başda îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh
Sonra hak, sonra sebat, işte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsran artık.»[2]
İnsan Fıtratı ve Yetenekleri
İnsan bu kâinatta hârika ve eşsiz bir varlıktır. Tabiatı ve terkibi bakımından hârika, görevi ve varlık hedefi bakımından hârika, aynı zamanda geleceği ve akıbeti bakımından hârika… Bizim bildiğimiz bütün yaratıklar arasında tekrarlanmayan yegâne yaratıktır. Allah’ın bize bahşettiğine göre ve bizim müşahedelerimize göre böyledir. Her şey ile ölçülü ve plânlı yaratılmıştır. Oldum olasıya ve tesadüfi olarak var olmamıştır. Bir amaç için yaratılmıştır. Başıboş ve lüzumsuz bir yaratık değildir. Bir önceki bölümde naklettiğimiz Kur’ân âyetleri ve İslâm’ın topluca insana bakışından bu gerçek ortaya çıkmaktadır. İnsanın biyolojik âlemde mevcûd olmayan birçok özelliklere sahip bulunması ve bu özelliklerle temayüz etmiş olması, Neo-Darwinist Julian Huxley*in klasik Darwinizm’den dönüşler yapmasına neden olmuştur. Bu dönüş zorunlu bir dönüştü. Çünkü pratik gerçeklerin baskısı altında kalarak bu görüşlerden dönmek mecburiyetini hissettiği için vazgeçmişti. Zîrâ o, insanın kendine hâs bir biyolojik varlık olduğunu ve bu Özelliklerin diğer canlılarda mevcûd olmadığım i’tirâf etmek zaruretini hissetmiştir. în-sanın bu özelliklerinin diğer varlıklarda mevcûd olmayan apayrı etkileri bulunduğunu kabul etmiştir. Şimdi sözü ona bırakalım da, «Modern Dünyada İnsan» adlı eserinin, “İnsanın Eşsizliği» başlığını taşıyan bölümünden bazı pasajlar aktaralım:
«insanın, diğer canlılar içerisinde kendinin sâhib olduğu yeri ile ilgili görüşleri, aşırı hayranlıkla güvensizlik arasında gidip gelen bir sarkaç gibi değişip durdu. Bazı bakımlardan insanla diğer hayvanlar arasında korkunç uçurumlar bulunurken, kimi zaman da bu ayrılık küçük farklılıklara kadar inip durmaktadır. Danvin teorisinin ortaya çıkmasıyla sarkaç hep ters yönlerde gitmeye başladı. Ve insan, bir kez daha hayvan olarak değerlendirildi. Nihayet varabileceği en son noktaya vardı ve ortaya Danvin teorisinin mantıkî sonuçlarından başka bir şey çıkmadı. Buna göre; insan da diğer hayvanlar gibi bir hayvandır. Bu nedenle insan hayatının anlamıyla ilgili görüşleri ve yüce idealler adım verdiği fikirleri bir bakterinin veya bir kurtçuğun hayatının anlamı hakkındaki fikirlerden hiç de fazla bir değere lâyık değildir. Tekâmülcü haşarının biricik ölçüsü hayatta kalmaktır. Bu bakımdan tüm canlı varlıklar değer i’tibârıyla eşittirler. İlericilik fikri sadece insanlar tarafından uydurulmuş bir fikirdir. Günümüzde insanın «yaratıkların efendisi» olduğu fikri pek revaçta olmakla beraber, bir süre sonra kedilerin veya farelerin bu yeri onun elinden kapacağı muhakkaktır.
İnsanla hayvan arasındaki uçurum; hayvana aşın derecede insanlık’ niteliklerinin verilmesi sonucunda ortaya çıkmış değildir. Sadece insanın beşerî özelliklerinin azaltılması neticesinde ortaya çıkmıştır. Ne var ki yakın zamanlarda, yeni bir görüş belirmiştir. Bu görüşün nedeni, daha çok bilimsel analiz ve deney sahasının genişlemesi, buna bağlı olarak da insan hakkındaki bilgisinin artmasıdır.
Şimdi ikinci kez sarkaç ters yönde gelişmekte ve bu sefer de insanla hayvan arasındaki uçurum gittikçe genişlemektedir. Darwin nazariyesinden sonra artık insan kendini bir hayvan saymaktan kaçmama5-makta, sadece gerçekten çok yabanî bir hayvan olarak görmeye başlamaktadır. Ama pek çok konularda eşi ve benzeri bulunmayan bir hayvan… İnsanın biyolojik açıdan eşsizliğinin araştırılması ve tahlili henüz son noktasına ulaşabilmiş değildir. Bu konuda söz sadece bugünkü durumunu açıklamasıyla ilgili çırpınışlardan ibarettir…
İnsanın eşi bulunmaz özelliklerinin ilki ve en açık olanı spekülatif (nazarî) düşünme gücüne sâhib olmasıdır. İnsandaki bu ana özelliğin pekçok sonuçlan bulunur ki; bunların en önemlisi gittikçe artan geleneklerin ortaya çıkmasıdır. Geleneklerin artmasının en önemli sonuçlan —isterseniz siz ona gerçek olan görüntülerinin en önemlisi deyin— insanın, sâhib olduğu araç ve gereçleri uygun biçimde geliştirip kullanmasıdır. Bu alışkanlık ve görenekler, hazırlıklar, diğer canlılar arasında insana efendilik mevkiini hazırlayan en önemli özelliklerdir… Görülüyor ki günümüzde biyolojik Özellikler insanın eşsiz özelliklerinden bir diğer özelliktir… Böylece biyoloji ilmi insanı, dinlerin dediği gibi, kabiliyet ve yetenekleri itibarıyla «yaratıkların efendisi» durumuna eş bir yere koymaktadır.
Alışkanlık ve hazırlık yapma konusunda söylenecekler, sözü diğer yaratıklar arasında insanın eşi bulunmayan başka özellikleri üzerinde konuşmaya kadar götürür. İnsanın eşsizliğinin büyük kısmı pek açık olarak bilinmektedir.
İnsan, hâkim tür bakımından da eşsiz bir varlıktır. Diğer hâkim türler yüzler ve binlerle sıralanacak cinslere bölünebildikleri ve her türün sayısız ayırımlara ve daha büyük birimlere ayrılıp toplanması mümkün iken insan, «efendiliği»ni ayırımsız olarak kullanmıştır. İnsan soyunun türleri bir tek türün çerçevesi içindeki ayırımlardan ibaret kalmıştır. Öte yandan insan, tekâmül noktası bakımından da gelişmiş canlılar arasında eşi bulunmayan bir varlıktır. İnsanın daha başka biyolojik özellikleri de bulunmaktadır. Bunlar insan evrimindeki tarihi benzerinin bulunmamasıdır. Biz bugün evrim tarihi bakımından insanın eşsizliğini göstermeye imkân sağlayan bir noktada bulunuyoruz. Ama insanın ana özelliği, hâkim olan bir varlık olarak hususiyeti; ma’nevî spekülasyon (fikir yürütme) kabiliyetidir. Şu ana kadar insan hakkındaki araştırmamız genel hatlarıyla insanın hususiyetleri ve özellikle evrim bakımından insanın arzettiği farklılıklardır. Şimdi insana dönelim ve biraz da fcu farklılıkların sebeb ve sonuçları üzerinde duralım. Öncelikle şunu zihnimizden hiç çıkarmamalıyız ki, insanla hayvan arasındaki aklî yapı bakımından fark, bizim tahmin ettiklerimizden çok daha büyüktür. Hepimiz sürüngenlerdeki içgüdünün kuvveti hakkında bilgi sahibiyiz. Ancak bu içgüdü yeni öğrenme yolları bulmaktan yoksundur. Memeliler de bundan daha fazla bir yeteneğe sâhib değildirler. Düşünme kabiliyetinin insan bakımından alelade düşüncelerin, doğru veya yanlış davranışları ele alınması halinde bile, çok büyük biyolojik önem taşımaktadır. Hayvanların davranışları sadece tekrarlamaya dayanan bir hareket belirtir. Yani dar sınırlar içerisinde değişiklik arzet-meyen bir davranıştır. İnsan ise davranışları i’tibânyla nisbeten hür bir varlıktır. Alış verişlerinde de aynı ölçüde özgürdür. İnsanın bu esnek farklılıkları realist filozofların çoğunlukla unutur göründükleri psikolojik sonuçlar doğurmaktadır. İnsan bu sistemler içerisinde de kısmen eşsiz bir varlıktır. Sözgelimi insanın psikolojik yapısındaki bu esneklik, psikolojik çatışmalara ma’rûz olabilen biricik canlı varlık olması sonucunu doğurmuştur. Ancak modern teorilere göre insanda çatışmayı en az sınıra indiren organlar bulunmaktadır. Bunu psikologlar «baskı ve sindirme» olarak ifâde etmektedirler.
İnsanın özellik arzettiği bu hususiyetler ve biyolojik olmaktan çok psikolojik diyebileceğimiz unsurlar aşağıdaki üç özellikten bir veya birkaçından kaynaklanır:
1- Özel ve genel anlamda düşünme gücü,
2- Hayvanlardaki zihin ve davranış farklılığının tersine, insanda zihnî fonksiyonları belirli ölçülerde birleştirme yeteneğinin bulunması,
3- Kabile, millet, parti, dinî cemaatlar gibi birimlerin bulunması ve her birinin kendi kültür ve geleneklerine bağlanması.
İnsan zihninin, insanlık öncesi merhaleden insanlık merhalesine geçişi esnasında kaydettiği evrim neticesinde, ikinci derecede pekçok sonuçlar ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şüphesiz ki insan, bu alanlarda da yine biyolojik açıdan eşsiz bir varlıktır. Pozitif bilimlerdeki kabiliyetlerini, müzik yeteneğini, san’at alanında, dinî sâhâda ve plâtonik sevgi alanındaki yaratıcı yeteneğini sayabiliriz. Biz burada bu çalışma alanlarından bir kısmım sıralayacak değiliz. Gerçekte insan fâliyetlerinin en önemlileri ve en husûsî olanları, onun ana özelliklerinin ikinci dereceden sonuçlarıdır. Bu bakımdan biyolojik açıdan da insan eşsiz bir varlıktır. Kaldı ki, insanın henüz kullanılamayan ikinci dereceden sonuçlar doğuracak eşsiz özellikleri de bulunabilir. Bunlar sayesinde insan, bugün tahmin ettiğimizden çok daha farklı, insanın bu evren içerisindeki tabiatının ve terkibinin, görev ve varlık gayesinin geleceği ve sonuçları bakımından eşsiz olduğunu görebilir. İslâm’ın insanla ilgili düşüncesi ana kaynaklardan açık olarak tesbît edilmiştir. İslâm düşüncesi insanın eşsiz bir yaratık olduğunu, özel bir maksada göre yaratılmış bulunduğunu bildirir. İnsanın belirli vazifeleri olduğunu ve bu vazifelerin, varlığının gayesini teşkil ettiğini, hayat imtihanına tâbi olduğunu, bu imtihanda denendiğini, neticede davranışlarına göre hesaba çekileceğini ve bu davranışlarının onun neticesini ve bu neticenin ortaya çıkaracağı müsbet veya menfî karşılığını ta’yîn ettiğini bildirir. İnsan gerek organik yapısı itibarıyla, gerekse zihnî ve ruhî yapısı itibarıyla son derece girift yapıya sâhib bir varlıktır. Kaldı ki, onu muhtelif faaliyet şekilleri içerisinde, bugün dahi kimsenin mâhiyetini bilmediği bu ilişkilerin gerçek şekliyle tesbît edemediği değişik çalışmaları da son derece girifttir. Bilinebilen, sadece görüntüleri kavramak ve yüzeye çıkan hususları tesbît etmektir. Bu girifttik yalnızca bir bütün olarak insan bünyesinde ortaya çıkmakla kalmaz. Aynı şekilde sayısız hücrelerinden her birinde de açıkça görülür. Şu ana kadar kimse hücrenin oluşumundaki sırrı çözebilmiş değildir. Bir gün hücrenin maddî yapısındaki elemanların keşfedilmesi mümkün olsa da, onda saklı bulunan hayat elemanı, derinliği ve niteliği bakımından, her zaman için meçhul kalacaktır. Maddî yapının keşfedilmesi, canlı hücrenin esrarını bilmek için gidilen uzun yolda atılan ilk adımdan başka bir şey değildir. Bir hücre akıllı bir varlık gibi vazifesini tâm olarak yapmakta, gelecekteki görevlerini tesbît etmekte, Öteki hücrelerle nasıl bir ilişki içerisinde bulunduğunu çok iyi kavramaktadır. O, kendi yolunda görevini yerine getirmek için şaşmaz bir doğrulukla yürümektedir. İnsan zekâsının bizzat kendi yapısında bile kavrayamadığı bir incelik ve isabetle…
İnsanın yapısı, görevleri ve faaliyet sahalarıyla ilgili bu giriftlik onun yeryüzünün halîfesi olması esasına dayanan görevinin büyüklüğü ve yaygınlığıyla uyuştuğu gibi, Allah’ın bize sözünü ettiği var oluşunun tabiatıyla da uyuşmaktadır:
«Hani Rabbın, meleklere demişti ki: Ben, çamurdan bir insan yaratacağım. Onu düzeltip ruhumdan üfürünce ona secde edin.» (Sâd, 71-72).
İşte başlangıcı bir çamur ve Allah’ın nefhettiği ruhtan ibaret olan —aralarında anlatılmaz mesafeler ve boyutlar bulunan— varlığı beşer zekasının kavraması güç bir giriftlik içerisinde bulunmasını gerektirmiştir. Çünkü o, beşer zekâsının üzerinde ve ondan daha büyük bir realitedir. Ama bu varlık Allah Teâlâ için kolay, hem de çok kolaydır.
Diğer taraftan insan, bir ferd olarak tek başına eşsiz bir âlemi oluşturur. Öteki ferdler içerisinde benzeri bulunmayan bir hârika teşkil eder. Türün ferdlerini birleştiren bütün ortak insanî karakterleriyle beraber, her ferdin ayrı bir karakter yapısı vardır. İşte konuyu daha da gi-, rift yapan budur. Bu sebeple insanı etüd etmek son derece zorlaşmaktadır. Hattâ her /erdin kendine hâs ferdiyeti içerisinde mümeyyiz özellikleri tâm olarak bilmemizi önleyen bir engeldir bu. Kaldı ki bu durum, milyonlarca sene içerisinde beşer türünün genel organik ve ruhî yapısının bilebilme imkânının bulunması varsayımına dayanmaktadır. Nitekim Dr. Carrel insandaki ferdiyet konusunda şöyle demektedir:
Şu temel üç gerçek:
1- İnsanın bu evrende eşsiz bir varlık olması gerçeği,
2- İnsanın son derece girift ve komplike bir varlık olması gerçeği,
3- İnsanın sayısı beşer ferdleri sayısınca olan başlı başına tek tek âlemlerden oluşması gerçeği…
İşte bu gerçekler, onları gözönünde bulunduran ve dikkate alan insanlık için ortak bir hayat sistemi kurmayı gerektirmiştir. Bu sistem insanı, tabiatı ve terkibi, görevindeki eşsizliği, varlığındaki amacı, geleceği ve neticeleri i’tibârıyla benzeri bulunmayan bir varlık olduğunu dikkate almalıdır. Ayrıca onun çok komplike bir varlık olduğunu, fâaliyet şekillerinin türlülüğünü ve bu faaliyetler arasındaki ilişkilerin gi-riftliğini gözönünde bulundurmalıdır. Sonra da insanın toplumsal yaşantısıyla beraber ferdî hayatını nazar-ı i’tibâra almalıdır. Bütün bunların üstünde onun bütün faaliyet şekillerini, enerjisi doğrultusunda kullanabilmesini te’mîn etmelidir. Öyle ki hiç bir gücünü bastırıp sin-dirmemeli, ifrata gidip aşırı biçimde tüketmemelidir. Buna karşılık bu gücün diğerlerinin üstüne binerek .onları bastırmasına müsâade etmemeli, vazifesini gölgede bırakacak vazife vermemelidir. Ve neticede her ferdin toplumun bir uzvu olmakla beraber, asıl ferdiyetini değerlendirmesine izin vermelidir.
Ne var ki bizim insan hakkındaki bilgisizliğimiz dolayısıyla, insanların kendileri için kurmaya çalıştıkları hayat sistemleri; bu son derece iç içe, birbirinden farklı, birbirinden değişik ve aynı zamanda birbiriyle uyuşan komplike değerlendirmeleri dikkate almak imkânından yoksun bulunmaktadır. Bütün bu değerlendirmeleri gözönünde tutan biricik sistem, insan fıtratım ve yaratılışını bilen, gücünü ve fonksiyonunu gören, insanın yaratanı tarafından konulmuş olan sistemdir. O yaratan ki, insan için varlığının gayesini gerçekleştiren faaliyet şekillerini denkleştiren, hem ferdiyetini hem de toplumsallığını ortaya koyan bir sistem vaz’etmeye muktedir yegâne güçtür. Şüphesiz ki, konu öylesine önemli, karmaşık, çetrefil ve kompledir ki, bunun çözümü için bir ilâhî bilgiye, ilâhî hikmete ve ilâhî adalete ihtiyâç vardır. Bu sebeple onu çözecek sistemi yalnızca Allah Teâlâ yapabilir. Öyleyse hızlı ifâdelerle insanın kendine bakışının nasıl değişip aşağılaştığını, Allah’ın hidâyetinden uzaklaşıp heveslerine uyunca nasıl başına buyruk kesildiğini görmeye çalışalım.
Grek mitolojisine göre insan tanrılarla eşitti. Güç ve bilgide onlarla yansırdı. İlâhlar-insanı ezer ve kahrederlerse de o, hiç bir zaman ilâhlara boyun eğip teslim olmazdı. İlâhlar insanlara gâlib geldikleri sırada bile insan ilâhlara karşı çıkmakta direnir ve ısrar ederdi.
Roma döneminde —ki biz bugünkü Batı medeniyetinin gerçek temeli olarak Roma uygarlığım kabul ediyoruz— ilâhların gölgesi çekilmeye başladı ve insan bizzat kendine, arzularına tapınmaya başladı. Ama hiç bir şekilde yeryüzündeki hayatına ve davranışlarına ilâhların müdâhale etmesine göz yummuyordu. Sadece ilâhların, kâhinlerin diliyle bir takım kehânette bulunmalarına izin veriyordu. Roma’h, ilâhları kendine zararı dokunmayan sosyal bir gelenek gibi değerlendiriyor ve belirli zamanlarda yaptığı gösterişli törenlerle romalılar gibi eğlence tarzı içerisinde her türlü kayıddan uzak olarak eğlenmenin ötesinde bir şey yapmıyordu.
Kilisenin kabul ettiği gibi Hıristiyanlık Roma devletine hâkim olunca, insan günahkârlık damgasını yedi. Zilletten başını eğmek gereğini duydu. Bu durum «günahkâr insan» görüşünden kaynaklanan heykellerde açıkça görüldüğü gibi, öteki yorum vâsıtalarında da görülmektedir.
Her ne kadar Hıristiyanlığın insana bakışı Allah’ın bu cinse lütfettiği bir şerefin izlerini taşırsa da, kilisenin tasarladığı gibi Hz. Âdem’in işlediği günâh tâm insan türünü suçlulukla damgaladı. En sonunda «insanoğlu», «Mesîh», «Rab», «Oğul», v.s. kurtarıcı olarak gelmiş ve Âdem’in işlediği bu günâhı temizlemiştir. Ama insan bununla da başını kaldırabilmiş değildir. Onun hayatı boyunca çeşitli işkenceler, sıkıntılar, zillet ve eziklikle suçunun cezasını ödemesi gerekir ki; kurtarıcıya ulaşabilsin, onunla birleşerek bağışlanabilsin. Hıristiyanlık aynı zamanda insanın fıtrî eğilimlerini «pislik ve kirlilik)) olarak değerlendirmiş, cinsel ilişkilerini «kötülük ve aşağılık» şeklinde belirtmiş ve kendi varlığının farkına varmasını «günâh ve suç» saymıştır. Az sonra açıklayacağımız gibi bu ruhbanlık hayatının Ötesinde onu reddeden ve bir daha durup dinme bilmeyen hâl ortaya çıkmıştır. Bu fiilî reddin sonunda Avrupa kiliseye başkaldırmış, kilise düşüncelerine isyan etmiş, bütün dinî kavramlarını inkâr etmiş, bu isyanla birlikte yeni bir insan görüşü ortaya çıkmıştır. İnsan zekâsına yeni bir bakışla bakılmaya başlanmıştır.
‘Miladî 18. asrın yarılarında yani «Aydınlanma Çağı»nda akıl put-laştırıldı, dış dünyanın varlığını zihnin yaratıp meydana getirdiği hayatın her alanında tek yetkinin akla âit bulunduğu ve aklın ortaya koyduğu görüşlerin tâm bir kesinlik ifâde ettiği fikri benimsendi. Bu sebeple insanın davranışlarında tamamen hür olduğu, insandan başka hiç bir varlığın onun davranışlarını sınırlandıramayacağı ilân edildi. Ve böylece dinin hayata müdâhale etme çağı son buldu. Onsekizinci asrın sonlarına doğru Aydınlanma çağı bitti. 19. asrın başlarına gelindiğinde, hem insan aklına jıem de onunla birlikte insanın kendisine öldürücü darbeler vurulmaya başlandı. Çünkü pozitivist’felsefe, maddenin ilâhlığını ilân ediyordu. Ve insan aklını ortaya çıkaran etken madde olduğuna göre, insanın duyularına en uygun damgayı basan da madde idi. Böylece aklın gücü zayıfladı. Onunla birlikte insanın yeri küçüldü. Artık insan ne kendinin ilâhıydı, ne de herhangi bir şeyin ilâhı… Sadece tabiatın basit bir yaratığı ve bu tabîat tanrısının küçük bir kulu oluvermişti.
Nihayet Darwin geldi ve 1859 yılında yayınladığı «Türlerin Kökeni», 1871’de neşrettiği «İnsanın Kökeni» isimli eserlerinde insanın hayvanlığı tezini ortaya attı. Böylece insan, daha önce dinî düşüncenin kendisine verdiği üstün mevkiyi, şerefli, eşsiz ve özellikleri bulunan bir varlık olma mertebesini tümden kaybetti. Ayrıca felsefenin Aydınlanma Çağ’ında ona giydirdiği pozitiv, bağımsız ve hâkim olma kaftanını da çıkarıp attı. Artık o, bugün bir hâkimiyete sahip olsa da diğer herhangi bir hayvan gibi hayvan durumuna düşmüştü. Julian Hauxley’in anlattığı gibi bu üstünlük bir gün bir kedi veya farenin de eline geçebilirdi.
Nihayet öldürücü darbeyi bir yandan Freud, öte yandan da Kari Marks’ın elinden yedi. Birincisi insanın bütün güdülerini cinsel eğilimlerine indirgedi ve onu gırtlağına kadar seks batağına batmış bir varlık şeklinde tasvir etti. İkincisi de bütün tarihî gelişmeleri ekonomiye indirgedi. İnşam cılız, olumsuz bir şekilde tasvir ederek, ekonomi tanrısının karşısında eli-kolu bağlı zayıf bir yaratık olarak dikti. Ekonomi tanrısının değil, üretim araçları tanrısının…
Hiç bir zaman istikrar kazanmamış olan ve hiç bir gün dengeye ulaşmamış olan batının bu insan görüşü; gerek toplumun davranışında, gerekse ferdlerin hareketinde, sistemlerde ve vaziyetlerde aşağılık bir durumun ve sarsaklığın doğmasında önemli etkileri olmuştur. Zîrâ insanın kendisi hakkındaki düşüncesiyle, günlük hayattaki davranışları arasında ayırım yapma imkânı yoktur. Keza insanın fıtrî eğilimleri karşısındaki davranışlarıyla, kabiliyet ve yetenekleri, toplumun beğeneceği ahlâkî davranışları ve ferdlerin cemiyet içindeki davranışlarına damgasını vuran hareketleri arasında düşüş ve çöküşler belirdi. Avrupa ifratla tefrit, baskı ile çılgınlık ve insanın tabiî istekleri, fıtrî eğilimleri sindirmekle başıboş bırakmak arasında dönüp dolaştı. Uzun tarihi boyunca hiç bir zaman dengeli bir yol bulamadı. Ve buna bağlı olarak da düşüncelerinde asla denge kuramadı.
Putperestlikle lekelenmiş olan bu Hıristiyanlık, Pagan devri Roma hayatının aşağılık ve iğrenç hayvani hayatını değiştirmedi. O zaman bunun aksine bir eğilim göstererek her şeyi reddederi ruhbanlığı (keşişlik hayatını) seçti. İnsanın fıtrî eğilimlerini baskı altında tutan, doğal gücünü ezen ve yeryüzündeki temel beşerî fonksiyonunu yok eden, i’mâr ve hilâfet görevini ortadan kaldıran ruhbanlığı… Sonra da beşer yapısının kökü derinlere inen bu gücünü öldürme yolunda hiç bir başarı sağlayamadı. Elde ettiği biricik başarı; hayatı bir tutup bir salıvermek şiddetli itme ve çekmelere ma’rûz bırakarak insanlığın bünyesini içten yıkan acı çekişmeler, sosyal ve medenî hayatta korkunç felâketler doğurmaktan öteye geçemedi. Nitekim Laky, «Avrupa Ahlâk Tarihi» isimli eserinde ruhbanlığın ulaştığı noktayı bize şöyle anlatır:
«Râhiblerin sayısı gittikçe büyük bir hızla arttı.. Durumları güçlendi. Ve işleri yoğunlaştı. Dikkatleri üzerlerine çektiler. Ve halkı meşgul ettiler. Bugün onların sayılarını titizlikle tesbît etmek mümkün değildir. Ancak sayılarının ne kadar çok olduğunu ve ruhbanlık -hareketinin yayılışını şu tarihî gerçek en güzel biçimde ifade etmektedir. Bir Fısıh bayramında elli bir râhib toplanmıştı. Milâdın IV. asrında bir râhib beş bin rahibe başkanlık ediyordu, Râhib Seraptan onbin rahibin başıydı. IV. yüzyılın sonlanna doğru râhiblerin sayısı Mısır halkıyla eşit olmuştu.»
Laky ve diğerleri ruhbanlık hayatının tavsifinde fıtrattan uzak, insanı müsbet gelişmelerden soyutlayan, hayatın güzelliklerinden aşın biçimde kaçınmaya sevkeden, fıtratın enerjisiyle mücâdeleye iten kötülüklerini öylesine gözler önüne sermişlerdir ki, biz sadece üstâd Ebu’l-Hasan el-Nedvî’nin «Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?» isimli eserinin «Papazların Garîblikleri» bölümünden bazı alıntılar yapmakla yetineceğiz.
Fıtratın karşısında böylesine farklı bir tutum içerisine girmenin, insan bünyesinde derin kökleri olan fıtrî eğilim ve kabiliyetleri sindirip ezmeye çalışmanın sonucu ne oldu? Bu azgın sapıklık hiç bir zaman başarıya ulaşamadı. Çünkü imkânsızdı. Fıtrat daha baskın çıktı. Roma şehvetperestliği ve azgın materyalizmi dengelenip orta bir yol tutula-madı. Bir o yandan bir bu yandan bazı şeyler alınarak karışım yapıldı ve böylece hayat büsbütün ifsâd edildi. Nihayet kilise; yanlış ilmî görüşleri, yaygın efsâne ve hurafeleri bağrına basarak bunları din ve akîdenin bir bölümü saydı ve bunun neticesinde büyük kıyametler koptu. İslâm üniversitelerinde yetişen Avrupa’lı öğrenciler vasıtasıyla elde edilen ilmî tecrübe metodunun karşısına dikilerek bu metodu öğrenen talebe ve hocaları sürgüne, engizisyonlara mahkûm edip yakmaya koyuldu. Onların metodlan ve deney sonucu görüşleri aforoz edilerek bunlara karşı çıkıldı. Bu son çırpınış, büyük bir felâketin kopmasına sebeb oldu. Önce bilginler, sonra halk yığınları kilisenin baskısına karşı direndiler. Bir daha da denge ve sınır diye bir şey tanımadılar. Bunun arkasından insanı çirkeflere bulayan, küçülten, azgın teori ve sistemler ortaya çıktı. Hudûd ve kayıd tanımaksızın azgın şehevî düşüklükler normal kabul edildi. Ve bu azgın sel günümüze kadar gittikçe gücünü artırdı. Avrupa’dan onun veledi olan Amerika’ya geçti. Oradan da bütün dünyaya dağıldı. Hâlen bu yolda ilerleyip durmaktadır. Basın, sinema, tiyatro, edebiyat, resim, heykel ve öteki sanat dallarıyla propaganda ve yayın vâsıtaları bu korkunç fırtınayı yeryüzünde körükleyip durmaktadır. Ve hepsinin arkasnda da Siyon protokollan yer almaktadır. Evet, beynelmilel-Siyonizm, yahûdî olmayan dünyayı mahvetmek için temel hedef olarak tesbît ettiği, önce ahlâkî inhilâle düşürüp sonra Siyonizm’in hâkimiyetine imkân sağlayan ortamı hazırlamak için temel ilkeler saydığı bu fırtına ile yeryüzünü kasıp kavurmaktadır.
Beşeriyet hâlâ korkunç ve felâketli uçuruma doğru yuvarlanıp gitmektedir. Hayat çarkı azgın ve delicesine dönmektedir. Bu korkunç dönüşü sayısız araçlarla destekleyen akıl almaz güçler hızlandırmaktadırlar. Allah’ın izniyle insanlığın liderliğini o deli, o şaşkın, o başı dönmüş budala ellerden başka bir el teslim alıncaya değin… (Seyyid Kutub, el-İslâm ve Müşkilât’ül-Hadâre, 37-60).
îslâm’ı doğru olarak anlayabilmek için İslâm’ın insan, hayat ve kâinat görüşünü iyice kavramamız gerekir.
îslâm düşüncesi, bütün varlıkların kendisinden doğduğu «ilâh» gerçeğiyle yola çıkar. Sonra tüm varlıklar, şekiller ve suretler ile birlikte var olan dünyaya açılır. Bu arada, Allah’ın yeryüzündeki «halîfeasi olması nedeniyle, insana büyük bir özen gösterir. Ona, çizdiği tabloda geniş bir yer verir. Sonra tüm varlıklarla birlikte, tekrar her şeyin O’ndan gelip O’na döneceği ilâh gerçeğine yönelir. Allah’tan başlayıp Allah’a varan bu engin gezintide, İslâm düşünce sistemi hiç bir anını boş bırakmaksızın bütün kâinatı kuşatır, ister duyular kavrasın, ister kavramasın… Akıl ister idrâk etsin, ister etmesin… Rûh, ister enginliğine kanat gersin, ister germesin… tster şuur altında olsun, ister şuur ötesinde… Her şeyi kuşatır. Gerek maddî, gerekse ruhî, gerek ekonomik veya fikrî, gerekse toplumsal faaliyetlerin gerek dünya hayatıyla ilgili gerekse dünya ötesiyle bağlantılı bütün çalışma ve çabalarını kapsar.
İslâm; Allah’ın zâtını, beşer idrâkinin kavrayabildiği en açık ve en mükemmel şekilde tasvir eder.
Allah… Yaratıcı, yönetici, güçlü, Hâkim… Her şeyi yaratan O… Varlıklar dünyasında bulunan her şey O’nun eseri… Göklerde ve yerde O’ndan başka yaratıcı yok… Kudretine hudûd olmayan Kadir… Göklerde ve yerde yarattığı her şeye Hâkim… Varlıklar dünyasında, O’nun olmasını istediğinden başka, hiç bir şey olamaz. O’nun, olmasını istemediği hiç bir şey var olamaz. Mutlak bir kudret… Hiç bir şey O’nu sınırlamaz ve hiç bir engel karşısına dikilemez… Bir ve tek… Eşsiz ve benzersiz… Yaratıcılıkta ve yaratıkları üzerindeki hâkimiyette ortağı yok… Her şeyi tutan O… Her şeyi yalnız başına idare eden O… Her şeye tek basma O’nun gücü yeter. Bu engin mülkte tek başına O’nun hükmü geçer. Her şeyin mülkiyeti O’nun elindedir. Ve her iş O’na döner. ..
Hiç kapalı ve örtülü bir yanı olmayan, sâde ve açık bir düşünce şekli… Hurafelerin karanlığı, efsânelerdeki kargaşalık, tutarsızlık ve çelişki yok bu düşüncede… Semavî veya beşerî kaynaklı öteki dinlerin düştüğü düşünce sapıklıklarından hiç birisine yer yok bu düşüncede… Anlaşılması için zorlanmaya gerek bulunmayan, açık, seçik ve sâf bir düşünce sistemi… Bunların yanı sıra insanın duygulannı çelen ve onu derinden sarsan üstün ve mükemmel bir düşünce sistemi… Aslında insanı kendinden geçiren güçlükler güçlüsünün gücü, engin bilgisi, erişilmez hikmet ve eşsiz dikkatidir…
İslâm, insan duygularına değişik ölçüde etkiler yapar. Bu etkiler, vicdanı derinden sarsar, hisleri uyarır, görüşleri açar. Neticede bu ilâhî gerçek, bütün parlaklığıyla ruhun derinliklerinde kesinlik kazanır ve bedîhî bir biçim alır. Daha da ötede insan ruhunun bir parçası, bir cüz’ü olur. İnsan yaşarken onunla birlikte nefes alır, onunla birlikte hareket eder ve onunla birlikte durur. Kısacası hayatının her anında onu yaşar.
Bu etkiler değişiktir. Bazan beşer gönlünü Allah’ın kâinat sayfalarına saçılmış olan âyetlerine çevirir. Bazan her şeye hükmeden ezici ilâhî kudrete yöneltir. Bazan da Allah’ın engin ve geniş ilmine…
Kâinat… Allah’ın bu büyük mucizesi ve akılları yerinden oynatan eşsiz kudret sergisi…
Allah’ın en büyük âyeti olan kâinat, akılları hayrete düşüren yenilmez kudretinin arz yeridir. Lâkin alışkanlıklar ve âdetler sebebiyle akıl, kâinat âyetine ibret bakışından, azamet duygusundan yoksunlaşı-yor, coşarak derinliklere ulaşan dehşet verici duygular bozuluyor. Duyu organları duyup gördüğü şeylere karşı adetâ aptallaşıyor, her şeyin yanından sanki orada hiç bir şey yokmuş gibi ilgisiz gelip geçiyor, alışkanlık gereği olarak çevresindeki her şeyin, dilediği gibi halkeden yaratıcı, mübdi kudretin eseri olduğunu unutuyor.
Bu yüce kuvvet ve kudretin eserlerine bir nazar edelim: Yeryüzünde peşpeşe akıp giden mevsimlerin değişmesiyle uzunluk ve kısalığı değişen gece ve gündüz…
Her gün doğup batan, bir gün bile bu hareketinden inhiraf etmeyen güneş…
Sanki karanlıkta etrafı gözetleyen, aralarındaki uzaklığa rağmen birbirlerine seslenen, gecenin karanlığında salındıkça parıldayan yıldızlar…
Nerede ise görülemeyecek derecede küçük bir kavis olarak görünmeye başlayan, yüzü aydınlıkla doluncaya kadar devamlı bir şekilde büyüyen, güzel, sakin, akıcı, donuk, rü’yâmsı aydınlığını yeryüzüne salan, sonra başladığı gibi geri dönüp görülmeyecek derecede küçücük bir çizgicik halinde^küçülen ve boşlukta gizlenen ay…
Küçücük çekirdekte biten, sonra bir kuvvetle yeri delen, ufacık yeşil yapraklar çıkaran bitkideki canlanma olayı…
Doğar doğmaz annesini emerek yaşayan yahut annesinin getirdiği besinleri yiyen, gagasıyla beslenmeyi öğrenen, annesinin peşinde yavaş yavaş büyüyen çelimsiz hayvanda, küçücük yavruda gelişen hayat…
Hakîkatında canlı ve hareket halinde bulunan, görünürde «ölü» sanılan kâinatın katları arasında serpilmiş hayat nizâmı…
Milyonlarca sene takdir edilen uzun zamanlar boyunca yolundan kıl kadar şaşmayan, bir tek gezegeninde veya yıldızında dahi bir bozukluk meydana gelmeyen, tüm kâinatın intizâm İçinde yürümesini te’mîn eden, inceliğinde akılları şaşırtan, parlaklığında ruhlara dehşet veren evrenin düzeni…
Zaman denen şey, onun hakikati, künhü ve idrâk edilmeyen mâhiyeti…
Varlığına yerleştirilmiş ince sistemleri, devamlı gücü ve yaşayışı ile beşerî yaratık…
İnsan yapısındaki bedenî, fikrî ve ruhî faaliyetler…
İşte bunların hepsi kâinatta Allah’ın âyetleridir. Onlardan her biri başlı başına birer mucizedir. Hepsinde bir azamet, bir heybet, bir büyüleyici te’sîr vardır. Lâkin uzayıp giden âdet ve alışkanlıkların te’sîriyle insan, bu âyetlerin yanından duygusuz ve düşüncesiz olarak geçip gider, bu üstün san’at eserlerinden ibret almaz.
İslâm —ruhu terbiye ederken— bu âyetlere yönelir, onların her birisinden birer hayat düstûru çıkarır:
İnsanın, kâinattaki âyetlere karşı basiret gözünü açması, bunlardaki mübdi’ kudret elini idrâk etmesi için Kur’ân, ruhun bütün sistemlerini yakalar, onu alışkanlık ve âdetlerinden uyandırır, sanki yeni bir oluşla karşılaşmışcasına bva âyetleri gönül alıcı bir üslûb içinde insana yöneltir.
Bu gerçekleri ifâde etmekte Kur’ân’m acîb bir kudreti vardır. Zîrâ ruhu alışkanlığından vazgeçirmek öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değildir.
Alışkanlık, nefsin yapısına perçinlenmiş bir parçadır. Bu parça, nefis için zarurî ve kaçınılmaz bir vezîfe görür. Binâenaleyh ruhun, duyu organlarının ve sinir sisteminin deney, duygu, yer ve eşyadan muayyen şekillere alışması lâzımdır ki, yeni deneylere, yeni duygulara, yeni mekânlara, yeni varlıklara doğru hızla yürüsün. Eğer alışkanlık ve âdetler olmasaydı; insanın bütün hayatı okumak, yazmak, konuşmak, he-sâblamak vesaire gibi alışkanlıkla elde edilen işlere sarfetmekte devam eder gider, başkaca işlerle meşgul olmaya zamanı kalmazdı. Böylece alışkanlık ve âdetlerin, ruhun yapısında ve bu yapının gelişmesinde bir yeri ve vazifesi vardır.
Fakat alışkanlık velâdetler çoğu zaman kendi vazifelerinin ötesine geçerek ruhun tüm yönelimlerini kendi te’sîrleri altına alırlar. Bu se-beble şuurlar anlayışsız hale gelir, içgözlem (kalb gözü) kapanır, fikirler donar. İşte o zaman alışkanlık ilerlemeye bir engel, mutluluğu bozucu ve insan tabiatını hissizleştirici bir saik olur. Bu durumda açılması ve hayatı teneffüs etmesi için ruhu dalmış bulunduğu uyuşukluktan uyandırmak lâzımdır.
Ruhta bu açılma ve uyanma meydana gelince, beşer tabiatında yeniden hayat verici bir te’sîr husule gelir. Gerçekten ruh, boğulmaktan kurtulup nefes aldığı zaman etrafında esen gönül açıcı nesîmi alır ve ciğerlerine kadar çeker, çünkü o manen ve maddeten yenilerek gerçekten bir hafiflik içinde serbestçe dolaşır.
İnsandaki ruhî açılma ise bir bakıma bu söylenenlere benzer, fakat o, daha kuşatıcı ve daha ürperticidir. Zîrâ o, ruhî yapının tümünü sarsar, onu uyandırır, ona canlılık verir ve heyatını yeniler. Artık ona gelen her düşünce yeni, her duygu yeni, her deney canlı ve enerji yüklüdür.
İnsanda ilk olarak meydana gelen her şey ne kadar güzeldir, Zîrâ o, canlı, parlak, ruhî bir tecrübedir… Sanki o, açık bir sinire dokunan yumuşak bir temastır. İşte ondan müteessir olan organ, bu dokunmayı his merkezine nakleder. Şüphesiz bu, mutluluk verici, gönül alıcı güzel bir harekettir, devamlı yenilenerek hayata zenginlik, genişlik ve zevk doldurur.
Eğer insan, her şeyi ilk meydana geldiği şekilde yaşamaya muktedir olsaydı, işte o zaman acizlik, ihtiyarlık ve tükenmenin yol bulamayacağı devamlı gençliği bulup yaşamaya muktedir olurdu…
Fakat o, zor bir iştir, çünkü hayatın bitmeyen ttcılan, zahmetleri, buna mukabil ömrün kısalığı, mes’elelerin çokluğu, bunların hepsi enerji ve ilgiyi tüketiyor.
Bunları gerçek mânâda ancak Kur’ân ele alır ve gerçekleştirir. Kur’ân büyüleyici üslûbu, ferahlatıcı havası, engin ve berrak mânâsı, kendine hâs sistemiyle insanı alışkanlık ve âdetlerinden koparır, uyanması için onu sarsar, açık duyu organlarına hafifçe dokunur, tüm bu vurguları ve akışları ile organlar bunu his ve idrâk merkezine naklederek gerekli istifâdeyi elde eder ve teçhizatını alır. O sebeple insan hâdiseleri ve oluşları sanki ilk vukuunda olduğu gibi yaşar, bu gerçeklerin te’sîrini ve acâib zevklerini tadar.
İnsan Kur’ân’da kâinat ile sevimli, güzel devamlı bir buluşma halinde yaşar… nefse tad veren, hissi zevklendiren, ruha mutluluk dolduran ve Allah’ı tesbîh ederek serbest dolaşmasını sağlayan bir buluşmadır bu.
Esasen Kur’ân, zâtı itibarıyla güzel ve ma’nevî zevklerle insanı bü-rüyen bir kitâböir. Okuyan, onu bitmeden tekrar okumak ister. Onun içindir ki bu buluşma, ruhun derinliklerinde ve kâinatın yüzünde durmadan yenilenir ve bu oluş asla bitmez, tükenmez, kendinden asla bırakılmaz.
Şimdi beraberce okuyalım Kur’an’dan şu âyetleri:
«Bilmez misin ki Allah; göklerde olanları da yerde olanları da bilir. Üç kişinin gizli bulunduğu yerde, dördüncü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli bulunduğu yerde altıncı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka Allah onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara, işlediklerini haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.» (Mücâdele, 7).
Kur’ân, kalbi bu duygulara yönelttiği, onu derinden derine sarstığı, kalbde bıkmadan, kesilmeden ölçülü bir şekilde yenilenerek canlanarak bu duygularla duygulandığı zaman, Allah ile beşer kalbi arasında gece veya gündüz hiç kesilmeyen, bir iş veya bir duygu yahut bir düşüncede irtibatını yitirmeyen, gizli veya açık işlerde asla sekteye uğramayan yalnızlıkta veya toplulukta hayat devam ettiği müddetçe kat’iyyen kopma-yan bir bağ kurar.
Kalb, Allah’a çeşitli şekillerde bağlanır: Huşu’ ve takva ile, dünya işlerinden her birinde murâkaba ile sevgi ve ümitle, kaza ve kaderine boyun eğmekle, O’nun rızâsına teslim olmakla bağlanır.
Huşu’ ve takva, Kur’ân’ın te’sîri altında kalan, O’nun dokunaklı ifadeleriyle sarsılan, tavsiyeleriyle heyecanlanan mü’minin iki mühim vasfıdır: (İslâm Terbiyesinin Metodu isimli eserimizin Ruhun Terbiyesi bölümüne bakınız).
İşte İslâm düşüncesindeki ulûhiyyet gerçeği… Ve Allah karşısında insan, kâinat ve hayatın durumu… Bu, yaratıcıya hâlis ubûdiyyet durumudur. Aynı zamanda sevgi, itaat ve teslîmiyyet… Nimetleriyle kuşatan Yüce Efendiye ve Yaratıcıya sığınma mutluluğuna ermenin verdiği teslîmiyyet… Burada, kin, nefret, inâd ve çatışmaya yer yok,.. Kin, inâd ve çatışma, antik Yunan mitolojisinde ve oradan çalınarak şuuraltına aşılanan ve böylece orada kökleşen Batı kafasında yer alabilir.
«Şüphesiz ki; göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde akıp giden, gemilerde, Allah’ın gökten indirip, yeryüzünü ölümden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârların değiştirilmesinde, gökle yer arasında emre hâzır bekleyen bulutta, elbette akleden bir kavim için âyetler vardır.» (Bakara, 164)
«Muhakkak ki Allah; taneyi ve çekirdeği yaratandır.» Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. Nasıl olup ta yüz çeviriyorsunuz?»
«Sabah yarıp çıkarandır. Geceyi bir sükûn, güneşi ve ayı da vakit ölçüsü kılmıştır. İşte bu? Azîz, Alîm olanın takdiridir.»
«O’dur, yıldızları yaratmış olan, karanın ve denizin karanlıklarında onlarla yol bulaşınız diye. Âyetlerimizi bilen bir kavim için uzun uza-dıya açıkladık.»
«Ve O’dur, sizi bir tek nefisten yaratmış olan. Sonra bir karâr yeri, bir de emânet yeri vardır. Âyetlerimizi, anlayan bir kavim için uzun uzadıya açıkladık.»
«O’dur, gökten su indirmiş olan. Onunla her bitkiyi çıkardık. Ondan yeşillikler çıkardık. Ondan yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler yapıp çıkarıyoruz. Meyvesine; bir meyve verdikleri zaman, bir de olgunlaştıkları vakit bakın.
Şüphesiz ki bunlarda, îmân eden bir kavim için âyetler vardır.» (En’âm, 95-99).
«Ölüden diriyi, diriden ölüyü O çıkarır. Yeryüzünü, ölümünden sonra O canlandırır. İşte siz de (kabirlerinizden) böylece çıkarılacaksınız.»
«Sizi topraktan yaratmış olması O’nun âyetlerindendir. Sonra siz, yayılmakta olan bir beşer oldunuz.»
«Kendileriyle huzura kavuşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratıp, aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, düşünen kavim için âyetler vardır.»
«Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için âyetler vardır.»
«Geceleyin uyumanız, gündüz de lutfundan rızık aramanız, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunlarda, kulak veren bir kavim için âyetler vardır.»
«Size korku ve ümit vermek için şimşeği göstermesi, gökten su indirip, ölümden sonra, yeri onunla diriltmesi de O’nun âyetlerindendir. Doğrusu bunlarda, akleden bir kavim için âyetler vardır.»
«Göğün ve yerin, O’nun emriyle ayakta durması da yine O’nun âyetlerindendir. Sonra sizi bir çağırmaya görsün, yerden hemen çıkı-verirsiniz.» (Rûm, 19-25)
«İnsan yiyeceğine bir baksın.»
«Doğrusu Biz, suyu bol bol indirdik.»
«Sonra toprağı iyiden iyiye yardık.»
«Böylece orada tane (ler) bitirdik.»
«Üzümler ve yoncalar…»
«Zeytinlikler ve hurmalıklar…»
«Sık ve bol ağaçlı bahçeler.»
«Meyveler ve mer’alar.»
«Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması için…» (Abese, 24-32)
Böylece’ insanın, Kur’ân’a gözlerini açarak, onu kucaklayarak, azametini hissederek, büyük küçük söylediği her şeyde onu incelenerek her âyetin Ötesinde «kudret-i kâdire»yi ve her tedbîrin arkasındaki Yed-i Mübdî’i anlayarak yaşaması için Kur’ân, kâinattaki ve insan nefsinde-ki âyetlerine karşı duyguları îkâz eder.
Kur’ân beşerî, Allah’ın kâinattaki mübdi’ kudretine yönelttiği gibi, onu eliyle her işi tutan, tek başına her türlü tedbîr ve irâdeyi yürüten Kahir kudretine de yöneltir.
Daha önce Allah’ın kâinattaki âyetlerine insanı yöneltme sistemi hakkındaki delilleri naklettiğimiz için, bu yöneltme üzerine Kur’ân’ın pekçok olan delillerini nakletmeye ihtiyâcımız yoktur. Çünkü biz orada bunu sâdece Kur’ân’da tekrar gibi gözüken şeylerin hakîkatta tekrar olmadığını anlatmak için yaptık. Onlar ancak dokunma ve te’sîrin yenilenmesi için gereken bir ifâde yenilemesidir. Her dokunma ve temasın kendine göre bir yeri vardır. Ve yine her dokunmanın, aydınlatmada kendine hâs bir havası vardır. Binâenaleyh biz, burada âyetlerden bazı pasajlar sunmakla yetineceğiz:
«Göklerin ve yerin mülkünün gerçekten Allah’a âit olduğunu ve sizin için Allah’tan başka bir sahip ve yardımcı olmadığını bilmez misin?» (Bakara, 107).
«Allah O’dur ki; kendisinden başka hiç bir ilâh yoktur. Hayy ve Kayyûm’dur. O’nu dalgınlık ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde olanların hepsi de O’nundur. O’nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Dilediği kadarından başka O’nun ilminden hiç bir şey kavrayamazlar. Kürsîsi gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek O’na ağırlık vermez. O, Öyle Ulu, öyle Yücedir.» (Bakara, 255).
«Göklerin ve yerin yaratanıdır. Bir şeyin olmasını isteyince, ona sadece «ol» der, o da oluverir.» (Bakara, 117)
«O, kullarının üstünde yegâne mutasarrıftır. Ve O, Hakîm’dir, Ha-bîr’dir.» (En’âm, 18)
«De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize erişmez. O bizim Mevlâmızdır. Onun için mü’minler Allah’a tevekkül etsinler.» (Tev-be, 51).
«Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.» (İnşân, 30)
Bunların hepsi bir takım âyetlerdir ki; kalbî, kâinatın ve ruhun yapısındaki bu büyük hakîkata yöneltir:
Tek başına yaratıcı ancak Allah’tır. Herşeyi yalnızca idare eden de Allah’tır. İşleri yerli yerinde yapan da ancak Allah’tır. O’nun kuvvetinden başka bir kuvvet, O’nun idaresinden başka bir idare yoktur. Allah-tan gayrı her şey, başkaları hakkında bir şeye mâlik olmak şöyle dursun bizzat kendileri hakkında bile hiç bir şeye mâlik değillerdir. Fayda ve zarar tek başına Allah’ın elindedir. Diğerleri bir takım sebepler ye vesilelerdir. Hiç kimse Allah’ın izni olmadan bir başkasına zarar veremeyeceği gibi fayda da te’mîn edemez. Rızık da, onlara yeniden dirilme de, O’nun elindedir. «Sânı yücedir, bütün mülk elinde olanın. Ve O, her şeye kadirdir.» (Mülk, 1).
Kalbi, Allah’ın mübdi’ ve kahir kudretine yönelttiği gibi Kur’ân, semavât ve arzın ve rûhlann içinde bulunan her şeyi bilen ve yakalayan, her şeyi kuşatan ilmine de yöneltir:
«Görüleni de, görülmeyeni de bilir. Yücelerin yücesidir O.»
«Aranızdan birisi ister sözü gizlesin, ister açığa vursun, ister geceye bürünerek gizlensin, ister gündüzün ortaya çıksın, hiç fark yoktur.» (Ra’d, 9-10)
«Gaybın anahtarlan O’nun katındadır. O’ndan başka kimse bilmez. Karada ve denizde olanı da O bilir. Bir yaprak düşmez ki; onu bilmesin. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru müstesna olmamak üzere, her şey apaçık bir kitâbtadır.»
«O’dur, geceleyin sizi kendinizden geçiren. Gündüzün de ne yaptığınızı bilir. Sonra sizi tekrar kaldırır. Tâ ki, belirli bir ecelin hükmü yerine gelsin. Sonra sizin dönüşünüz O’nadır. Sonra ne yaptığınızı size haber verecektir.» (En’âm, 59-60)
«Yere gireni, oradan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir. O; Rahîm’dir, Ğafûr’dur.» (Sebe\ 2).
«Onunla sizin için hurmalıklardan, üzümlüklerden nice bağlar ve bahçeler yaptık ki, içlerinde sizin için birçok yemişler vardır. Onlardan yersiniz.» (Mü’minûn, 19).
«İstersen sözü açığa vur, şüphesiz ki O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir.» (Tâhâ, 7).
«Allah, sizi topraktan yaratmıştır, Sonra bir damla sudan, sonra da sizleri çiftler olarak var etmiştir. Hiç bir dişi O’nun bilgisi olmadan hâmile kalmaz ve doğum yapmaz. Bir ömürlünün çok yaşaması ve ömrünün azalması ancak kitâbdadır. Muhakkak ki bu; Allah’a pek kolaydır.» (Patır, 11)
«Oğulcuğum, işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir (ortaya çıkarır). Muhakkak ki Allah Latif dir, Habîr’dir.» (Lokman, 16)
Avrupa, Roma İmparatorluğunun ve Yunan kültürünün bir kalın-tısıdır.
Kendisinin bir Avrupa’lı olduğunu bilerek veya bilmeyerek daha hâlâ Avrupa’nın materyalist medeniyeti ve fikrî akımları bu iki kaynaktan beslenmektedir.
Yakın tarihinde Avrupa, Allah’ı tanımada ve dinî inançlarında Roma ve Yunan^düşüncesini devam ettirmiştir.
Bir kere şunu bilmek lâzımdır ki, Hıristiyanlığın kendi ülkesinde yayılmasına ve Avrupacıların gerek engizisyon mahkemelerinde ve gerekse Haçlı seferlerinde aşın bir taassubla hareket etmelerine rağmen, daha hâlâ bazı garb dillerinde «Hıristiyan medeniyeti» olarak bahse-dilmesine rağmen… Evet, bütün bunlara rağmen Avrupa, hiç bir zaman hakkıyla Hıristiyan olmamıştır.
Hayır, hayır. Hiç bir zaman Avrupa gerçekten Hıristiyanlığı kabul etmiş değildir. Hıristiyanlığın bütün kuvvet ve varlığı, Avrupalıların kalblerini kiliselerde yumuşatmak, ruhlarını, müzik nağmeleri ve insanı mesteden dualarla te’sîr sahasına çekmekten öteye geçemez. Hıristiyanlık, umûmî hayata hükmedemez. Yeryüzünün hiç bir meselesini çözecek kudrette değildir. İnsanlar kiliseyle olan bağlarını kopardıkları zaman, Hıristiyanlıktan çıkarak eski Yunan ve Roma putperestliğine dönerler. Fikir ve düşüncelerini, teşrîât ve nizâmlarını velhasıl sapık, materyalist medeniyetin bütün ihtiyâçlarını bu kaynaktan alırlar.
Her nasılsa, yunanlıların tanrı düşüncesi avrupa’lıların şuuraltında veya başka bir ifâde ile Hıristiyanlık kılıfı içinde varlığını devam ettirdi. Avrupa’lıların kalblerini kendine doğru çekerek… Dinî hislerinin derinliklerinde silinmez izler bırakarak…
Şu halde Yunan efsânesindeki, tanrı düşüncesi veya ilâhlar mefhûmu nasıl meydana geldi? Biz burada, bütün Yunan mitolojisini anlatacak değiliz. İlâhların tasvir ettikleri o gülünç manzarayı sunacak değiliz. Fevkalâde kuvvete sahip beşer telakkileri olmakla beraber, nefisleri çirkin duygularla en basît insanların bile sakındıkları iğrenç sapıklıklarla doludur. Biz sadece «ilim» mevzuu ile yakın alâkası olan bir tek efsâne üzerinde duracağız. Mukaddes ateşi çalan Promete’den bahsedeceğiz.
Bu efsâne, insanlarla ilâhlar arasındaki münâsebeti kin ve husûmet dolu daimî bir çatışma olarak tasvir ediyor. Evet, merhamet duygularından, şefkat ve dostluk bağlarından hiç bir eser görülmeyen bir alâka olarak… Alevleri kesilmeyen, tekrar tekrar tutuşarak büyüyen bir çatışma olarak.
Çatışma, mukaddes ateşin, yani «ilim» ateşinin üzerine oturmaktadır. Çünkü insanlar kâinatın bütün esrarını öğrenmek ve böylece ilâhların seviyesine yükselmek için bu ateşi çalmak istiyorlardı. İlâhlar ise yeryüzünde tek hâkim kuvvet olarak otoritelerini devam ettirebilmek için, insanların bu ihtiraslarını şiddet ve nefretle reddediyorlardı.
İnsanlarla Allah arasındaki münâsebetin mâhiyeti işte budur. Avrupalıların zihinlerine yerleşerek fikir ve düşüncelerini hiç bir eleştiriye tâbi tutmadan istediği tarafa çeken alâkanın gerçek ruhu işte bu şekilde tezahür etmektedir. İnsanlara Allah’ın meşiyyeti önünde boyun eğdiren tek husus, âciz^ oluşlarıdır. Fakat insanlar bu durumlarından hiç iremnûn değillerdi. Acizlikleri karşısında bir türlü susamıyorlardı. «İlim» ve «kuvvet» istemenin daimî çırpınışı içindeydiler. Sürekli bu aczi yenmek için çalışıyorlardı veya —kendi lisânlarıyla— tabiat kuvvetini ezmek istiyorlardı. Yahut da —şuuraltı lisânlarıyla— kâinatın esrarını «çekip almak)» arzu ve emeliyle yaşıyorlardı. Evet, kendilerinden mukaddes ateşi almak için, çalıştıkları eski putperest ilâhlardan kâinatın esrarını öğrenmek için çırpmıyorlardı.
Garplılar, kalblerinin derinliklerine yerleşen veya başka bir ifâdeyle şuûraltlanna yerleşen bu gizli kuvvet sayesinde «ilmin» atmış olduğu her adımın, insanı bir derece yükseltirken ilâhları da bulundukları mevkiden aşağıya indirdiğini hissediyorlardı.
Böylece çatışma bir daire çizerek devam ediyor… İlmin gelişen fütûhâtı, ilâhları küçültürken insanları yükseltiyor, yüceltiyor. Böylece ilmin elde ettiği her yeni fütuhat, ilâhların durumunu alçaltırken insanların durumunu yükseltiyordu. Nihayet istenen ve Batı insanının dört gözle beklediği an geliverdi. Evet insanın, hayatı bizzat «yarattığı» ve kendisinin tanrı durumuna dönüştüğü an geliverdi. (Peygamberden İktibaslar adlı eserimize bakınız.)
Birbirinden tamamen farklı, kesin olarak ayrı ve zıd iki durum… Allah’ın karşısında Avrupa’nın ve İslâm’ın durumu… Biz burada bozuk, putperest Grek inancının yer ettiği gönüllerde meydana gelen kriz, ıztırâb, çatışma ve tutarsızlıklar ile İslâm inancına bağlanan gönüllerin eriştiği huzur, güven ve emniyeti karşılaştırma gereğini duymuyoruz.
İslâm düşüncesine göre, Allah’ın irâdesinden doğan evren, insanla hemdem olan, karşılıklı anlayış ve diyalog içerisinde bulunan, dost, arkadaş ve yakın bir evrendir. Gökyüzü ışıklarla süslenmişti.
«Andolsun ki Biz, yere en yakın göğü kandillerle donattık.» (Mülk, 5)
Buradaki «süsleme» deyimi, son derece duygulandırıcıdır. Bununla, evrenin yaratıcısının, yarattığı şeylerin güzel olmasını istediği ve güzelliğin bu evrenin yapısında köklü bir bölümü oluşturduğu ifâde edilmektedir.
İnsanın içinde yaşamak durumunda olduğu evren, Allah tarafından, insanın hayatına elverişli duruma getirilmiş ve her türlü isteğini karşılayıcı şartlarla yaratılmıştır.
«Andolsun ki Biz, yere en yakın göğü kandillerle donattık. Onlarla şeytânların taşlanmasını sağladık. Ve onlara çılgın alevli azabı hazırladık.» (Mülk, 5)
«Andolsun ki; sizi yeryüzüne yerleştirdik. Ve size orada geçimlikler yarattık. Ne de az şükrediyorsunuz?» (A’râf, 10)
«Onlar sarsılmasın diye yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdik. Doğru yolda gitsinler diye orada geniş yollar açtık.» (Enbiyâ, 31)
«O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi ve orada bereketler yarattı. Ve onda arayanlar için dört günde eşit gıdalar takdir etti.» (Fussilet, 10)
«Size yeryüzünü boyun eğdiren C’dur. O halde onun sırtlarında yürüyün. O’nun rızkından yeyin, nihayet dönüş O’nadır.» (Mülk, 15)
Gök ve yeryüzü, içinde taşıdıkları bütün varlık ve eşya ile insanın yaşaması için hazırlanmıştır. Onda bulunan her şey, insanın hayatına yardımcı olmaya çalışmakta ve Allah’ın yeryüzündeki «hilâfet» i görevini kolaylaştırmaya gayret etmektedir:
«Güneşi ışık, ayı nûr yapan; yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için aya konak yerleri düzenleyen O’dur.. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. Bilen insanlar için âyetlerini uzun uzadıya açıklar.» (Yûnus, 5).
«Göklerde onlan, yerde onları, hepsini size müsahhar kılmıştır. Elbette ki, düşünen bir kavim için bunda âyetler vardır.» (Câsiye, 13).
«Allah; gökten su indirir de onunla yeryüzünü öldükten sonra tekrar diriltir. Muhakkak ki bunda, dinleyen topluluklar için âyet vardır.»
«Sizin için hayvanlarda da ibret vardır. Onların karınlanndaki fışkı ile kan arasından; Size içenlerin boğazından kolaylıkla geçen, dupduru süt içiririz.» (Nahl, 65-67)
«Taze et yemeniz, giyineceğiniz süs eşyanızı çıkarmanız ve Allah’ın bol nimetinden istifâde etmeniz için denizi müsahhar kılan O’dur. Gemilerin onu yara yara gittiğini görürsün. O’nun lutfunu aramanız ve şükretmeniz içindir, belki şükredersiniz.»
«Yeryüzünde sarsılmayasınız diye, sabit dağlar, nehirler ve yollar koymuştur ki onunla, doğru yolu bulaşınız.»
«İşaretler de. Yıldızlarla da, onlar yollarını bulurlar.» (Nahl, 14-16)
Bunun için, tüm varlıklar insanın «dost»udur. Onunla yardımla-şır, ona iyi davranır ve şefkat gösterir. İnsanla «varlık»lar arasında kin ve nefret, düşmanlık ve uyuşmazlık bulunmaz. İnsanla uyuşan bu güzel varlıklar aynı zamanda düşünce ve idrâk sahibi olan canlı yaratıklardır.
«Sonra göğe yöneldi ki, o duman halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin. İkisi de dediler ki; İsteyerek geldik.» (Fussilet, 11)
«Yıldızlar ve ağaçlar da O’na secde ederler.» (Rahman, 6)
Ayrıca bu evren, dengeli ve uyumludur. Onda bulunan herşey ya-nümaz ve şaşmaz ölçülerle ölçülmüş ve disiplin altına alınmıştır:
«Biz her şeyi, bir ölçüye göre yarattık.»
«Muhakkak ki sizin Rabbımz; gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmeden1 Allah’tır. Gündüzü; durmadan kovalayan gece ile bürür. Güneş, ay ve yıldızlar O’nun emri ile müsahhar kılınmışlardır. Bilin ki; yaratma da, emir de O’nundur. Âlemlerin Rabbı olan Allah’ın şanı ne yücedir.» (A’râf, 54)
«Gerçekten Biz emâneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Ve korkup titrediler. Onu insan yüklendi. Doğrusu insan, pek zâlim ve pek câhil oldu.» (Azhâb, 72)
Ayrıca bu evren, «hak» ile yaratılmıştır. Onun yaratılışında «hak» olmayan, boş ve anlamsız hiç bir şey bulunmadığı gibi «tesadüf» ve «uydurma» da yoktur:
«Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler! oyun ve oyalanma olsun diye yaratmadık.» (Duhân, 38)
«Gökleri, yeri ve aralarındakini ancak hak ile yarattık.» (Hicr, 85) «Allah gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Tâ ki her nefis, hem de
herkesi zulme uğratılmaksızın kazancına göre karşılık görsün.» (Câsiye, 22)
Burada «Fî Zılâl’il-Kur’ân» tefsirinden, Kur’ân’ın kâinata işaretlerini gösteren bazı bölümler aktarmayı uygun görüyoruz: «Güneş de, ay da bir hes&b iledir.» (Rahman, 5)
Oradaki ince ölçü, muntazam oluş ve hareketler, insan kalbini dehşet ve ürpertiyle doldurur. İnsana buradaki işaretin büyüklüğünü ve kapsadığı derin gerçekleri anlatır. Şüphesiz ki güneş, gökyüzünde bulunan cisimlerin en büyüğü değildir. İnsanlann henüz hududunu bile bilmedikleri fezada milyarlarca yıldız vardır. Ve bu yıldızlardan birçoğu güneşten çok daha büyüktür. Isısı ve ışığı daha çoktur. Büyük ayı’da-ki Cirius yıldızı güneşten yirmi kat daha ağır, ışığı da güneşin ışığından elli defa daha fazladır.
Arctürüs yıldızının hacmi ise güneşin hacminin seksen katı, ışığı güneşten bin kat daha fazladır. Süheyl yıldızı ise güneşten iki bin beş yüz defa daha kuvvetlidir. Vs… Vs…
Şu kadar var ki, bize nisbetle, en önemli yıldız güneştir. Çünkü bizim gezegenimizin sakinleri güneşin ışığında yaşar, ısısından istifâde eder, cazibesine kapılırlar. Ay da böyledir. Dünyamızın bir küçük uydusudur ama dünyanın hayatında kuvvetli te’sîrleri vardır. Denizlerdeki med ve cezir olayının en büyük âmilidir.
Güneşin hacmi, ısı derecesi, bizden uzaklığı, ta’kîb ettiği yörünge, keza, ayın hacmi dünyaya uzaklığı ve yörüngesindeki hareketleri son derece ince bir ölçekle, en mükemmel şekilde ölçülüp hesâblanmış; yeryüzünde hayatın gerçekleşebilmesi için yaptığı etkiler dikkate alınmıştır. Ayrıca uzaydaki diğer yıldızlarla olan ilişkisi de gayet iyi hesâblan-mıştır.
Biz bu ince^ hesabın, üzerinde yaşadığımız gezegenle ve bu gezegendeki canlılarla ilgili bazı noktaları ele alalım:
Güneşin dünyamıza ortalama uzaklığı 92,5 milyon mil civarındadır. (Yaklaşık olarak 142.500.000 Km.) Eğer güneş bundan biraz daha yakın olsaydı; yeryüzü tutuşur, erir veya uzaya yükselen bir buhar haline dönüşürdü. Bu uzaklık biraz daha fazla olsaydı, yeryüzünü buzlar kaplar ve ne kadar canlı varsa ölürdü. Bize ulaşan güneş ışığı, güneşin ısısının iki milyonda birini aşmaz ve ancak bu derece küçük ısı mikdâ-n bizim hayatımıza elverişlidir. Eğer büyüklüğü ve parlaklığıyla Şi*râ’ yıldızı, bize güneş kadar yakın bulunacak olsaydı; yer yuvarlağı buhar haline gelir ve yok olurdu. Ayın da, uzaklık ve hacim yönünden yeryüzüne etkisi bu şekildedir. Eğer ay şimdikinden biraz daha büyük olsaydi, çekim gücü sebebiyle yeryüzü denizleri tûfâna dönüşür, su baskınlarına sebep olurdu. Şayet Allah’ın bir kıl kadar da olsa şaşmaz ölçüsüyle bugünkü yerinden dünyamıza biraz daha yakın bulunsaydı, netice yine aynı olurdu.
Güneş ve ayın çekim gücünün ise yeryüzünün dengesinde ve akıllan durdurucu bir feza boşluğundaki hareketlerini kontrolünde ayrı bir yeri vardır. İçinde bulunduğumuz güneş sistemi, akıllan durduran bu boşlukta saatta yirmi bin millik bir hızla, Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıldız, bu akış esnasında birbirleriyle çatışmamakta, çarpışmamaktadır.
Korkunç feza boşluğunda, hiç bir yıldız, kendi yörüngesinden bir kıl payı ayrılmaz. Hacim ve hareket halindeki denge ve nizâm, en ufak bir şekilde bozulmaz. Ne doğru söylüyor, «Güneş de ay da bir hesâb iledir.» buyuran yüce Allah…
«Bitkiler ve ağaçlar O’na secde eder.»
Bir önceki âyette, evrendeki büyük ölçü ve hesaba işaret edilmişti. Şimdi ise evrenin hareketlerine değinilmektedir ki, bunlar son derece duygu yüklü gerçekleri ihtiva etmektedir.
Şüphesiz ki, bu mevcudatın ilk kaynağının onu yoktan var eden yaratıcısıyla, bir ibâdet ve kulluk irtibatı vardır. Bitki ve ağaç bu ilişkinin iki örneğini oluşturur. Metinde geçen (Necm) kelimesini, bazı tef-sîrciler, «gökteki yıldız» bazıları da «ağaç» şeklinde mânâlandırır. İster öyle, ister böyle olsun, âyetin işaret ettiği nokta aynıdır. Ve bu kâinatın hareket ve yönelişlerini göstermektedir.
Evren, hayat ve rûh sahibi bir yaratıktır. Bu ruhun şekli ve görünümü, hayat derecesi, varlıktan varlığa değişir ama gerçekte hep birdir. Beşer kalbi, eski çağlardan beri evrende canlanan hayat gerçeğini idrâk etmiş; kâinatın ruhuyla, yaratıcısına yöneldiğini içten gelen bir ilhamla anlamıştır. Ne var ki bu gerçeği, duyuların ve tecrübelerin mahkûmu bulunan sınırlı akılla ölçmeye kalkışınca onu kaybetmiş ve görmez olmuştur. Son zamanlarda evrenin yapısında görülen «birlik» gerçeğini tekrar yakalamışsa da, onu ruhî realitelerinden habersiz olduğu için hâlâ çok uzaklarda dönüp dolaşmaktadır.
Bugün ilim, kâinat binasının temel yapısının «atom» olduğunu, atomun ise gerçekte «ışık»tan ibaret bulunduğunu kabul etmektedir. İlmin eğilimine göre, evrenin ana prensiblerinden birisi «hareket» tir. Ve harekette evrenin bütün varlıkları ortaktır. Öyleyse bu hareket ile evren nereye yönelmektedir?
Kur’ân diyor ki:
Evren, özündeki hareketle, kendisini yaratana doğru yönelmektedir. Asıl «hareket» budur. Bu hareketin dışa akseden tarafı, «öz»ünün ifâdesinden başka bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîm, birçok âyetlerinde bu «hareket»e değinmektedir. İşte bunlardan bazıları: «Bitkiler ve ağaçlar O’na secde ederler.» (Rahman, 6) «Yedi gök, yeryüzü ve içinde bulunanlar; O’nu tesbîh ederler.» O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz, onların teşbihlerini anlamazsınız.» (İsrâ, 44)
«Görmedin mi ki, göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah’ı tesbîh etmektedir. Her biri kendi duasını ve tesbîhini bilir.» (Nûr, 41)
Bu gerçeğin düşünülmesi, evrenin duâ ve teşbihinin izlenmesi, insan kalbine bambaşka bir huzur verir. Ve insana, çevresinde bulunan her şeyin canlı duygulara sâhib olduğunu, kendisiyle birlikte yaratanına yöneldiğini bildirir. Ve o zaman insan, eşyanın ruhuyla hemdem olur. Onlarla düşüp kalkar ve dost olur. Bu işaretler çok uzaklara ve derinliklere temas etmektedir.
Bunlar gökte, yörüngelerinde, durmadan devreden, gizlenen ve meydana çıkan yıldız ve gezegenlerdir. Bunu ifâde için kullanılan deyim, gizli yuvalarına giren, çıkan ceylanların zarîf hareketlerine benzetilmektedir. Aynı zamanda bu yıldızların zarîf, güzel ve parlak durumlarına ve hareketlerindeki üstünlüklere de işaret etmektedir. Gizlenmede, meydana çıkmada, seyirde de görülen şeylerdir bunlar… İfâdesinin mânâsı kadar, mûsikînin güzel etkisini duymaktayız:
«Kararmaya başlayan geceye andolsun.»
Kararma anlamına gelen kelimedeki ses titreşimi, gece hayatına işaret etmektedir. Gece genel durumuyla ve görülmeyen hareketleriyle sanki böyle sesler çıkarmaktadır. Bu deyim, son derece düşündürücü ve hayret verici anlamları akla getirmektedir.
Aynı durumda «Ağarmaya başlayan sabaha andolsunn âyetinde de bunu daha canlı olarak görmekteyiz. Sanki sabah, nefes alıp veren bir canlıdır. Her canlıya sirayet eden ışıktan nefesler, hayat ve harekettir. Öyle zannediyorum ki, Arap dili, her türlü ifâde zenginliğine rağmen, sabahı dile getiren bu deyimin benzerine sâhib değildir. Görmesini bilen ruhlara, fecrin manzarası, sanki nefes alıp verdiği görünümü vermektedir.
Tasvirin güzelliğinden zevk alabilen herkes, Allah’ın şu âyetindeki: «Gündüz gizlenip geceleri hareket eden gezegenlere andolsun.» «Kararmaya başlayan geceye andolsun. Ağarmaya başlayan gündüze andolsun.» anlatım üstünlüğünün ve edebî zenginliğin, evrendeki olayların kendisine sunduğu üstün gerçekleri taşıdığını teslîm eder. Bu, son derece zarif ve güzel zenginlikler, şairane ruhlara, kat kat ilham vermektedir.
Modern ilmin de keşfetmiş bulunduğu evrendeki engin nizâmın tabiatını bilip anlayan kişiler dehşete kapılır, kendilerinden geçerler. Ancak şunu belirtelim ki, kâinattaki göz alıcı gerçekleri görmek için bilgin olmaya gerek yoktur. Çünkü Yüce Allah lütfederek, insanlara, daha bakar bakmaz, bu kâinattan ilham alma ve onunla karşılıklı konuşma gücünü vermiştir. Beşer kalbi, kendisini ona verircesine yöneldiği zaman, bu evrenin akıllan durdurucu güzelliklerini kolaylıkla alır. Ve bu seslerle, iki canlının konuşması gibi konuşur. Bu varlıklar alemindeki akılları durdurucu ve hayret verici gerçekleri öğrenmeden de, bilerek gözetlemekle bunları yapabilir.
Bunun için. zâten Kur’ân insanları, bu evreni gözlemeye çağırıyor. Hayret ve garîbliklerini izlemeye davet ediyor. Çünkü Kur’ân, bütün insanlığa hitâb etmektedir. Her çağdaki insana… Ormanda sessiz bir hayat yaşayan, çölün derinliklerine gömülüp gidenlere olduğu gibi sitelerde yaşayan, denizlerde gezinen insanlara da hitâb etmektedir. Kur’ân, okuma yazma bilmeyen, bir harf yazmasını dahi beceremeyen bilgisiz insanlara olduğu kadar astronomi bilginine, fizik âlemine ve düşünüre de seslenmektedir. Her birisi, Kur’ân’da aradığını bulur. Ve kendini evrene bağlayan gerçekleri görür. Kalbinde düşünce uyandıran ve sevinç veren hakîkatlan da…
Bu evrenin ana planında «mükemmellik» kadar «güzellik» unsuru da gözönünde bulundurulmuştur. Hattâ diyebiliriz ki, mükemmellik ve güzellik, bir tek gerçeğin iki ayrı görünümünden başka bir şey değildir.
Bu kâinattaki «mükemmellik», «güzellik» derecesine ulaşır. Bunun için zâten Kur’ân, «göklerin mükemmeliği»nden sonra «güzelliğine» de dikkatleri çekmektedir:
«Andoİsun ki Biz, yere en yakın olan göğü kandillerle donattık.» «Yere en yakın olan gök» de ne demek. Bu deyimle, belki de dünyamıza en yakın yerde bulunan ve bu Kur’ân’ın hitabına mazhar olan dünya yerlilerinin hayâtına yakın semâ kasdedilmektedir. Ve belki de burada işaret edilen «kandiller», çıplak gözle görülen ve dünyaya yakın olan yıldızlardır. Böylece bu ifâde dikkatleri gökyüzüne çeken âyetlere muhâtab insanların kabiliyetleriyle hemâhenk olmaktadır. Yeryüzünde yaşayan insanlar, gökyüzündeki varlıkları görebilmek için yalnız çıplak göze sâhib idiler. Semâyı süsleyen parlak cisimleri ancak, gözleriyle görebilmekteydiler.
Gökyüzündeki yıldızların manzarası gerçekten güzeldir. Bunda şüphe yok… Öyle bir güzellik ki kalbleri büyülüyor. Vakti değiştikçe rengi değişen ve her an yenilenen bir güzellik… Sabahtan akşama doğudan batıya kadar bambaşka bir güzellik… Mehtaplı geceden karanlık geceye; parlak gökyüzünden, bulut dolu, yağmur dolu semâya kadar, her biri ayrı güzellikte bir manzara… An be an değişen, bir bakıştan diğerine, bir açıdan öbürüne göre çeşitli manzaralar arzeden bir güzellik… Bu güzelliklerle dolup taşmaktadır zihinler…
Bir yana çekilmiş ışıldayıp duran şu küçücük yıldız, sanki güzel bir göz gibi sevgiyle çağırmaktadır karşısındakini ve göz kırpmaktadır…
Öbür tarafa çekilmiş, yalnız kalmış, tek başına iki gök cismi… Sanki kalabalıktan kurtulmuş, fısıldayıp durmaktadır.
Ötede, üst üste yığılmış ve serpiştirilmiş şu yıldız toplulukları… Gökyüzündeki ihtifalin sevimli bir halkası gibidir… Bir bayram gecesinde arkadaş olan, birleşip ayrılan yoldaşlar misâli…
Bir gece, yeryüzünü aydınlatıp parlaklık saçan, bir gece sönüp sönüp giden, başka bir gece yuvarlana yuvarlana kırılan, bir gece yeniden hayata atılan ve başka bir gece de dürülüp yokluğun içine dalan bir fâniyi andıran ay…
Gözün görebildiğince, boşluklarına uzanıp gittiği ve derinliklerini göremediği bu engin feza…
Hep güzellik… İnsanın, içine çekip yaşayabileceği ama dile getirmek için anlatacak söz ve ifâde bulamadığı güzellik…
Kur’ân, ruhları göğün güzelliğine, evrenin güzelliğine çevirmektedir. Çünkü varlıktaki güzelliği kavrayınca varlıkları yaratanın güzelliğini kavramak daha kolay ve daha doğru olur. İşte bu idrâktir ki, insanı ulaşabileceği en üstün ufuklara götürür. Çünkü o zaman, ebedî hayatın, kendisi için hazırladığı güzellik ve enginliklerle dolu bir âlemde, yeryüzünün her türlü şaibesinden ve basitliklerinden uzak, o üstün noktada yaşayabilme imkânına erer. Şüphesiz ki beşer kalbinin en mutlu olduğu anlar, kâinattaki ilâhî güzelliği ve yaratıcı kemâli görüp seyrettiği demlerdir. Çünkü o anlar, doğrudan doğruya, ilâhı güzelliğe ulaşmak ve onunla kucaklaşmak için birer giriş ve hazırlık mahiyetindedir.
En büyük yaratılış mucizesi olan hayat, tüm biçim ve şekilleriyle bambaşka bir güzelliğe sâhibtir. Kur’ân işte gönlü bu güzelliklere çekmekte ve bu varlıklar alemindeki bitki, hayvan ve kuş gibi diğer canlılarla insan arasında çok yakın ilişkiler kurmaktadır:
«O’dur, gökten su indirmiş olan. Onunla her bitkiyi çıkardık. Ondan yeşillikler çıkardık. Ondan yığın yığın taneler, hurmaların tomurcuklarından sarkan salkımlar, birbirine hem benzeyen, hem benzemeyen üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler yapıp çıkarıyoruz. Meyvesine; bir meyve verdikleri zaman, bir de olgunlaştıkları vakit bakın Şüphesiz ki bunlarda, îmân eden bir kavim için âyetler vardır.» (En’-âm, 99)
Burada bir hayat panayırıyla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu panayırda her çeşit bitki var. Değişik renkte, değişik biçimde ve ayrı ayrı.
Hepsi birbirinden güzel, hepsi birbirinden süslü. Her şeyin dopdolu dağılıp coştuğu bir panayır. İnsan duygusu, bu değişik güzellikleri birbiri ardı sıra yakalamaya, kavramaya, doya doya seyretmeğe, sonra bir diğeriyle karşılaştırmaya çalışıyor. Şurada uzun, göğe dal salmış bir ağaç var. Orada dalları yere değecek, salkım salkım salınmış, birbirine benzeyen ve benzemeyen ağaçlar. Hepsinin de meyvesi var. Ve bütün meyveler olgun. Hem göze zevk veriyor, hem damağa tad… Âyet-i kerîme insanları: «Bir meyve verdikleri zaman, bir de olgunlaştıkları vakit.» onlara bakmaya davet ediyor. Burada insanın hissen dolup taştığı bu tatlı yiyecekler sergisinde, özellikle bir meyve verdiği zaman, bir de olgunlaştığı zaman dikkatleri onlara çekmektedir. Diğer yerlerde:
«Size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yeyin.» (Tâhâ, 81) derken burada öyle demiyor. Değişik biçim ve türden tatlı meyvelerle dolu bu sergiyi gezdirdikten sonra; yeyin, demiyor da «bakın.» diyor. Evet. Şu canlılık dolu evrende serpiştirilmiş olan güzelliğe bakın. Bu tatlı, uyumlu, hareket dolu, tabiî tablodaki güzelliğe bakın da zevk alın. Buradaki güzellik, ruha gıda veren bir gaye ile sergileniyor. Çünkü burada maksad, bedenlerin gıdasından önce ruhu gıdâlandırmaktır.
«Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerinden yersiniz. Akşamleyin getirip sabahleyin salarken onlarda sizin için bir güzellik vardır.» (Nahl, 5-6)
Burada «hayvanlar» in pekçok faydaları açıklanmaktadır. Bu faydalan Allah, insanlara açıklıyor ki nimet ve lutfuna şükretsinler. Lâkin yalnızca duygusal faydalar değil sözkonusu edilen… Aksine açıkça bu hayvanlardaki «güzellik» unsuruna dikkatler çekiliyor. Evet:
«Akşamleyin getirip, sabahleyin salarken.» Size zevk veren güzelliğe… Güzel, bu evrenin ve canlıların ana yapısında köklü bir unsurdur. Aranan ve görülmeye çalışılan bir unsur… İnsanların onunla zevklendikleri ilâhî bir lütuf… Şükretmeleri ve ibâdet etmeleri için Allah Teâlâ onları insanlara hem yeriyor hem de hatırlatıyor. Buradaki «güzellik» unsuruna işaretin İslâm’ın varlık düşüncesiyle yakından ilişkisi bulunduğu dikkatlerden uzak değildir. Doğrusu, bu varlıkların derinliğinde güzellik unsuru çok derin bir yer işgal eder. Canlı ve katı her varlıkta güzellik vardır. Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan insan, bu güzelliğe hissen açılmakla yükümlüdür. Çünkü o, kendi özündeki en güzel unsur —güzellik hissi— ile evrenin özündeki en güzel unsur arasında bir ilişki kurmak zorundadır. Bu karşılıklı ilişkiyle insanlık basamak basamak yükseklere doğru tırmanır, arınır ve temizlenir. Kâinatta ve hayattaki her türlü güzelliğin çepeçevre yer aldığı geniş ve kapsamlı bir noktada Tanrı gerçeğiyle karşılaşır.
İnsanlar için büyük faydalar sözkonusu olan hayvanlardaki güzellik unsuruna dikkatlerin çekilmesi, İslâm düşüncesine göre insanın bulunması gereken önemli yer için değişik işaretler vardır. Bir kere İslâm düşüncesine göre insan, çok yönlü ufuklarda ve geniş bir alana yayılan varlıktır. însan, bir yandan duygusal cephesiyle eşyadaki «fayda»lan değerlendirmeye çalışırken, öte yandan, ma’nevî cephesiyle, eşyadaki «güzellik»leri yakalamaya çabalar. O, hissen bütünüyle «fayda»nın içerisinde boğulup kalmamak zorundadır. Yani hayatının diğer önemli yanlarını ihmâl ederek tek bir tarafa çakılıp kalmaması istenmektedir. Hayatta «fayda» unsuru bulunduğu gibi «güzellik» unsuru da vardır. Ve insan, hayattaki bu «fayda» unsuruyla birlikte «güzel»e doğru açılacak kapasitede yaratılmıştır. Onun için hayatı, bütün yönleriyle almak ve kendini bütün yönleriyle hayata vermek zorundadır. Hayatla içice girip Allah katındaki değerli yerini kazanabilmesi için bütün kabiliyet ve kapasitesiyle birlikte harekete geçmesi gerekir.
«Ve Rabbın bal ansına vahyetti ki: Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin.»
«Sonra her tür üründen ye. Sonra da Rabbınm, işlemen için gösterdiği yoldan yürü. Karınlarından insanlara şifâ olan renkleri çeşit çeşit bir içecek çıkar. Bunda düşünen bir kavim için şüphesiz âyet vardır.» (Nahl, 68-69)
İnsanların gezindikleri dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva kuran sonra her tür bitkinin özünü alıp bambaşka güzellikte yepyeni bir bileşim meydana getirerek insanlara lezzet ve şifâ kaynağı olan «arı» ile birlikte bir gezintiye çıkmak… Böyle bir gezinti, insan ruhuna çok değişik duygu ve izlenimler verecektir. Önce insan, bu canla, enerjik, durup dinlenmeden koşuşan ve oynaşan küçücük yaratığın gezintisini İzleyecektir, öyle ki Kur’ân’ın ifâdesinde kelimelerin çıkardığı müzik ve nağmeler bu hareket ve canlılığı çizgiler halinde tab-lolaştırmaktadır. Dalga dalga uçuşan bir bal arısı gibi, sağa sola, yukarı aşağı durmadan devinip hareket etmektedir. Bir an duraklayacak, sonra yeni bir yöne doğru açılıp gidecektir. Bu gezintiye katılan yolcu, ardından o hareketli, güçsüz yaratığın fevkalâde üstün yanlarını kavramaya başlayacaktır. Onunla arasında, sevgi ve şefkat karışımı, ruhî bir ilişki kurulacaktır. Ve nihayet insanlara gıda veren, tatlı kokusuyla bambaşka güzellikte bir içecek takdim eden, ufacık tefecik bu yaramazla arasındaki ilişkinin duygusallaştığını görecektir. İşte böyle bir yaklaşma ve kaynaşma, bal ansıyla insan arasında bir tür hayat arkadaşlığı kurmaktadır.
«Onlar; üzerlerinde kanat çırpan sıra sıra kuşlan görmezler mi? Onları, Rahmân’dan başkası tutmuyor. Muhakkak ki O; her şeyi görendir.» (Mülk, 19)
«Görmedin mi ki, göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah’ı tesbîh etmektedir? Her biri kendi duasını ve teşbihini bilir. Allah, onların yaptıklarım bilendir.» (Nûr, 41).
Burada, dizi dizi kuşlar, kanatlan gere gere, ayaklarım oynata oy-nata bir o yana bir bu yana salınarak uçuşmakta ve dikkatimiz bu uçuşan varlıklara yöneltilmektedir. Âyetin dikkatleri bu noktaya çekmesinin pekçok hedefi vardır. Bir kere Allah’ın evrene hâkim olan sonsuz gücüne, planlı ve dikkatli yaratıcılığına yöneltilmekteyiz. Burada Allah’ın göklerde ve yer yüzündeki ululuğunu görmekteyiz. Her birinin ayrı bir dili, ayrı bir konuşması ve ayn bir tarzı vardır. Bu âyette dikkatlerin toplandığı ana hedef bu… Ama bunun yanı sıra Kur’ân atmosferinde yaşayan ve İslâm’ın hayat ve kâinat görüşünü bilen, duyarlı ve dikkatli gözlerin çekildiği başka hedefler de var… Birinci âyette:
«Üzerlerinde» kelimesi, yalnız «kuşlar»m yerini ta’yîn etmekle kalmıyor sonundaki «onların» zamîriyle insanla kuşlar arasında bir ilişki kuruyor. Eğer âyet-i kerîme, böyle değil de «Onlar kanat çırpan sıra sıra kuşları görmezler mi?» şeklinde olsaydı veya:
«Onlar gökte kanat çırpan sıra sıra kuşları görmezler mi?» demiş’ olsaydı; bu ilişki, kesinlikle anlaşılamazdı. Fakat: «Üzerlerinde» kelimesiyle kuş ile insan arasında öyle bir ma’nevî bağlantı kuruluyor ki; bu ilgi, soyut olarak görme ve düşünme ilişkisinden çok daha derin ve köklü… Bu öylesine bir ilişki ki, insan kalbiyle kuşun kalbi, aynı anda ve aynı noktalarda çarpıyor.
İkinci âyet ise insanlarla kuşlar ve öteki tüm varlıklar arasında bir başka bağ kuruyor… Tüm varlıklar Allah’ı tesbîh ediyorlar… Her biri kendi yolu ve vasıtasıyla… Hepsinin buluştuğu nokta «tesbîh» noktası… Yani tüm varlıkları tek bir kuvvetli bağla bağlayan ve aynı şuur etrafında birleştiren husus, «ibâdet» ilişkisidir. Böylece bu evrendeki tüm canlı varlıklar arasında bir yakınlık bağı kuruluyor. Duyu vasıtasıyla kavranan; insan, kuş, hayvan ve bitki ile «göklerde ve yerde bulunanlar» cümlesiyle ifâde edilen ve duyu organlarıyla kavranması mümkün olmayan her şey birbirine yaklaşıyor ve Allah’ı teşbihte yan yana geliyorlar.
Kur’ân ve İslâm atmosferinde yaşayan duyarlık sahibi insanlar, varlıklar arasındaki ilişkinin bu derin işaretlerden ibaret olmadığını, bunların yanı sıra aynı derecede anlamlı daha pek çok îmâ ve işaretlerin bulunduğunu görecektir.
«Allah, hareket eden her canlıyı sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.» (Nûr, 45)
Buradaki yakınlık, sadece ma’nevî ve ruhî bir yakınlık olmaktan öte, çok daha açık ve seçik şekilde duyulabilen maddî bir yakınlıktır. Bir kere, tüm varlıkların yaratıldığı ana maddedeki —mecazî değil gerçek— ortaklık anlatılmaktadır. Ana maddesi su olan tüm canlılar, daha sonra ayrı ayrı şekillerde ve değişik türler içerisinde farklı hüviyet kazanımış olmakla beraber, neticede hepsi yeşerdikleri ana kaynağa döneceklerdir. Şu halde insan, kendisiyle mevcudattaki canlı varlıklar arasında çok yakın ve kuvvetli bir ilişkinin bulunduğunu duyarken hayâl ve vehme damlamakta, şairane tahayyüllere gömülmemektedir. Bu ilişki hayâl değil gerçektir. Ama öylesine korkunç bir gerçek ki, insan gözüne çok çeşitli pencereler açıyor ve hayatı bu pencerelerden seyrettiriyor. İnsan ruhunda bu gerçekliğin yer aldığı alan gittikçe gelişiyor, derinleşiyor ve kökleşiyor, İnsanoğlunun sâhibolduğu şiir ve sanat, ruhla kâinat arasında en geniş anlamda bir pencere açıyor. Burada âyet-i kerîme’nin hayvanlardan söz ederken edatım kullanıp ta genellikle düşünmeyen varlıklar için kullanılagelen edatını kullanmayışı da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Bu ifâde ile, insanın rûh dünyasıyla kâinatın derinlikleri arasında bir bağlantı kurma gayesi güdülmüştür. Yukardaki âyetin sözünü ettiği insanla, kimi karnı üzerinde sürünen, kimi iki ayakla yürüyen, kimi de dört ayakla gezinen yeryüzü canlıları arasındaki bu yakınlığı diğer âyet-i kerîme’de —açık sözle olmasa bile— en azından îmâ yoluyla daha ilerilere götürmektedir:
«Ve Allah, sizi yerden ot bitirir gibi bitirmiştir.» (Nûjı, 17)
Bu âyetin, kesin olarak, derinliğini kavrayamadığımız ilmî delâletlerini bir yana bırakacak olursak çok derin psikolojik işaretleriyle karşı karşıya geliriz. Burada insanla bitki arasında yakın bir bağlantı kurulmaktadır. Her ikisi de yerden bitmiştir. Ve her ikisi de biten bir bitkidir.
İnsanı hayat ve kâinata bağlayan bundan daha derin ve köklü bir bağ bulunabilir mi? Ve insan, kendisini öteki canlılara bağlayan bu canlılık bağını zihninde derinden derine düşündüğü zaman, rûh ve kâinat platformunda benzersiz bir genişliğe eriştiğini görür. Öyleyle Allah Rasûlü’nün bir küçük fidanı tutup öperek: «Keşke ben de aşılanan bir ağaç olsaydım.» “diye söylenmesi anlamsız değildir. O, hayat ve canlılarla sağlam ve kopmaz bir bağlılık içinde bulunduğunu, yüce ve eşsiz ruhunda hissetmiş ve bu duygusunu kelimeler halinde kalıplara dökmüştür.
Ve nihayet, İslâm düşüncesine göre insanın aldığı rol gelir. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halîfesidir:
«Hani Rabbın, meleklere Ben, yeryüzünde bir halîfe yaratacağım, demişti de…» (Bakara, 30)
İnsan yaratıldığı andan beri, Allah katında üstün bir mevkie sâ-hibtir:
«Andolsun ki Biz, âdemoğlunu mükerrem kıldık. Karada ve denizde taşıdık. Ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onlan üstün kıldık.» (İsrâ, 70)
Allah, insanı en güzel biçimde yaratmıştır: «Size suret verip suretlerini en güzel şekilde yapmıştır. Dönüş ancak O’nadır.» (Teğâbün, 3)
Ve ona bir yığın kabiliyetler vermiştir: «Ve sizin için kulaklar, gözler ve kalbler var eden O’dur. Ne de az şükrediyorsunuz.» (Mülk, 23).
İnsanoğluna, evren içerisinde yüce bir yer lütfetmiştir: «Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini size müsahhar kılmıştır.» (Câsiye, 13) «Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. O halde onun sırtlarında yürüyün ve Allah’ın verdiği rızıktan yeyin.» (Mülk, 15)
Hayat hâdiselerinde müsbet bir rol vermiştir: «Şüphesiz ki bir kavim, kendini değiştirmedikçe; Allah da onları değiştirmez.» (Ra’d, 11)
Şu halde Allah’ın irâdesi, insan irâdesi vasıtasıyla cart olmaktadır.
Böylece insanın hayattaki rolü kesinlik kazanmaktadır. Şöyle ki; Allah insanı en güzel biçimde yaratmış ve ona hem kendi yapısında, hem de çevresindeki kâinatta sayısız lütuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Yeryüzündeki hilâfet vazifesini yapmak, kâinatı i’mâr edip geliştirmek, dünyadaki değerli rızık hazînelerini çıkarmak, hem eşyanın esrarını ve hem de göklerde ve yeryüzündeki esrarı öğrenmek için büyük bir yer lütfetmiştir. İnsan, Allah’ın izniyle kendi emrine verilen enerji sayesinde kâinattaki esrarı çözmeye çalışır. Ve bunlan kullanarak Allah’ın gösterdiği yolda dosdoğru yürüyen iyi bir insan hayatı kurmayı gerçekleştirir:
«Eğer tarafımdan size bir hidâyet gelir de, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık onlar için hiç bir korku yoktur. Ve onlar üzülecek de değildirler.» (Bakara, 38).
Üstün bir hayat, yüce ve tertemiz bir yaşantı… Allah’ın lütuf ve ihsanlarıyla yarattığı birçok varlıklara üstün kıldığı insana yaraşan bir hayat… Bu yüce ve üstün mevkiden inip hayvanların yaşadığı seviyeyi boylamayan bir hayat… Şimdi de İslâm’ın nazarında insanca yaşamanın nasıl olabileceğini açıklamaya çalışacağız.
İslâm Düşüncesinde İnsan
İslâm düşüncesinde insan; aynı yapı içinde içice girmiş ve birbirine bağlı, değişik iki unsurdan ibarettir. Yeryüzünün çamurundan bir kabza… Ve Allah’ın ruhundan bir nefha…
Toprağın çamurundan bir avuç… Orada maddî elementlerin hepsi mevcûd. Oksijen, hidrojen, karbon, kalsiyum, fosfor, vesaire… Bu elementlerle toprağın arzuları ve yeryüzünün ihtiyâçları temsil ediliyor.
Allah’ın ruhundan alman nefha’da, tertemiz ruhî parlaklık, idrâkin güçlü şuuru ve insan ruhunun irâde gücü temsil ediliyor. Bu ikisinden insan denen varlık meydana geliyor. Öyleyse insan yalnızca bir avuç toprak değildir. Toprağın ihtiyâcı olan yeme, içme ve cinsel arzulara boyun eğen bir parça değildir. Bu ihtiyâçlar karşısında kendine sâ-hib olmayan ve belirli bir hareket biçimi ta’yîn edemeyen bir varlık değildir. İstediği yana açılabilen, hiç bir ihtiyâca boyun eğmeyen, zaman ve mekân kayıdlarının te’sîri altında kalmayan, varlık ve yokluk gibi sınırlarla bağlanmayan, toprağa yapışıp kalmış bir et parçasından ibaret değildir.
İnsan, ezici ihtiyâçların ve sınır tanımaz aydınlıkların kompleksi bir varlıktır. Bu karışımda, zaman olur iki unsurdan biri gâlib gelir ve o zaman ya toprağın zorunlulukları ve çamurun yapışkanlığı ortaya çıkar. Veya ışığın hafifliği ve parlaklığı beliriverir. Fakat insan, hayatının hiç bir alanında bu iki unsuru birbirinden ayırarak yaşayamaz.
Mümkün olsa da rûh ve beden unsurundan ayrılabilse, o zaman aslî yapısından uzaklaşır ve artık ona «insan» demek mümkün olmaz.
Sadece cesedden ibaret olsa, her türlü aydınlıktan uzak, tamamen hissinin mahkûmu bir varlık haline gelse, çirkin ihtiyâçların esîri olsa, bitmez tükenmez yeme içme ihtiyacıyla kavrulup dursa, doymak nedir .bilmeyen cinsî eğil’mlerinin kölesi olsa… Duygularının kavradığı sınırların içine hapsolup kalsa ve şuur âleminin ötesindeki, ruhun kavrayabileceği engellikler evrenine geçemese… Bu takdirde o, insan olamaz. İnsanlık âleminden çıkıp hayvanlar dünyasına gömülür.
Sâf bir ruhtan ibaret olsa, maddî bünyesini ihmâl etse, vücûdunun ezici ihtiyâçlarım karşılamasa ve râhiblik hayatı yaşasa… Evet, his ötesi dünyada yaşayabilmek için duygularıyla kavradığı âlemi tamamen bir kenara itse… Artık o, insan olamaz. Kendi gözünde insandan daha üstün bir varlık haline gelebilmek için çırpındığını sansa da gerçekte o üstün varlık seviyesine asla ulaşamaz. Çünkü onun varacağı üstün seviye tamamen bir menfî durumdur ki, üstünlük ve meziyetle ilgisi yoktur.
Aslında bur insanın sâhib olduğu en üstün değeri, pratik hayatta etkin rol alan müsbet değeri tüketip heder etmekten başka bir şey değildir.
Şu halde insan, kendi fonksiyonunu yeryüzünde gerçekleştirir. Kapasitesinin en üstün şeklini tahakkuk ettirir. Komple tabiatı olan toprak parçasıyla ruhî soluğu birlikte yaşadığı zaman beklenenin üstünde, çok daha iyi şeyleri gerçekleştirir. İşte bu toprak parçasıyla ruhî soluğun İslâm terminolojisinde birleştirilmesinin gereği şudur:
İnsan, biyolojik yapısının gereği olan toprağa bağlı ihtiyâçlanm hayvanca yollara başvurarak değil, insanca yollara başvurarak giderir. Keza meleklere özgü ruhanî şevklerini gerçekleştirirken meleklere mahsûs araç ve yollarla değil, insana mahsûs yollarla gerçekleştirir.
Yer, içer, cinsel ihtiyâçlarını tatmin eder… Bütün bu konularda hayvanlarla ortak yapıya sahiptir. Ama yine de insan bu ihtiyâçlarını «Hayvanca» değil «insanca» yerine getirir. Bu ihtiyâçlarının karşılanmasında, insanla hayvan arasındaki başlıca fark, mekanik olarak ihtiyâçları karşılama biçiminden ibaret değildir. Hattâ bu karşılama biçimi, çoğu zaman birbirine de benzer. Ama insanla hayvan arasındaki başlıca fark, aradaki ruh ve şuur farklılığıyla «davranış tarzı»dır.
Yemek, içmek ve cinsel istek… Bu ihtiyâçları hayvan direkt olarak içgüdüsünün kendisine gösterdiği belirli biçimlerle karşılar. Bu karşılama biçiminde hayvanın seçme hakkı yoktur. Mikdânm ta’yîn. edemez. Zamanını kestirmez. Ve herhangi bir nedenle onlardan uzaklaşmada kendi ihtiyarı sözkonusu değildir.
Yemek, içmek ve cinsel istek… Bunlar insanın karşılamak zorunda olduğu ihtiyâçlardır. Fakat insan bunları «insanca» yollarla karşılar. Kendine bir «davranış biçimi)) seçer. Maksadı, bu ihtiyâçları törpüleyerek, eğiterek, güzelleştirerek ve «seçerek» karşılamaktır… O, bir çiğ et parçasını tırnağıyla koparıp dişleriyle öğüterek çiğnemez ve yutmaz.- Bir parça kapıp hayvancasına saldırarak bir doyumluk şeyle yetinmez. Aksine bunu belirli bir ölçü ve edeb içerisinde yapar. Maksadı, içgüdüsel sâiklerle (motiv) bu sâikleri karşılama hali arasında farklı bir mesafe bırakmaktır. Nihayet o da içgüdüsel motivlerini karşılamaktadır. Doğru. Ama, şüphesiz ki bu sâiklerle onların «karşılanışı» arasındaki merhale ve kendi kurduğu davranış kuralları, karşılama biçimi arasına yerleştirdiği mesafe farklıdır. Bu mesafe belirli duygular, düşünceler ve belli davranış şekilleriyle «güzelleştirilir.» İşte «in-san»la «hayvan»ı ayıran nokta, sâikle (motiv) karşılama arasındaki bu mesafedir. Ve bu mesafeden, insanın biyolojik ihtiyâçlarını karşılama şeklinin hayvandan ayrı ve insanca olduğu görülmektedir.
Cinsiyet konusunda da durum aynıdır. Hayvanlar dünyasında, dişi ve erkeklerin çiftleşme mevsimi gelmeden cinsî sâikler artar. Çiftleşme vaktini belirlemede hayvanın «seçme» yetkisi yoktur. Cinsel dürtüler topluca harekete geçer ve orada hayvanın ferdî ayrıcalığı yoktur. Heyecana gelen cinsî istekler, belirli hareketlerle ilerleyerek neticede cinsel birleşimle son bulur.
Bu hareketleri hayvan kendisi seçemez. Tür’ün bütün bireylerinde aynı hareketler vardır. Bundan daha önemlisi de hayvanlar dünyasında her dişi her erkek için mubahtır. Her erkek her dişiye istek duyabilir. Bu «komünite» isteğini gerçekleştirmemek için hiç bir engel yoktur. Ancak erkeklerin dişilerle veya kendi aralarında savaşıp birçoğunun helak olup geriye kalanların dişiler bölüğüne sâhib olmaları ile mümkün olur.
Cinsel ihtiyâçlar insan dünyasında da mevcûddur. Fakat insan —insan olunca— cinsel ihtiyâcını «hayvanlardan» ayrı bir biçimde karşılar. Her şeyden önce insan, hayvanda olduğu gibi belirli «zaman» kaydından uzaklaşmış ve yılın bütün günleri insan bakımından, çiftleşmeye elverişli duruma gelmiştir. Fakat buna karşılık, insan —her şeyden önce kendi faydasına olarak— cinsel isteğini tatmin için gerekli mikdân ta’yîn konusunda bir bağımlılık gereği duyar. Bu bağımlılığın sağlanması için gereken kontrol mekanizması da onun bünyesinde mevcûddur. Her konuda olduğu gibi, cinsiyet bahsinde de insan, bir hayvan «sürüsü» olmaktan çıkmış, başlıbaşına bir «kişiliğe» sâhib varlık haline dönmüştür. O, davranışını, yollarını, zamanını, birleşme ve ayrılma şeklini kendisi seçer ve ta’yîn eder. İnsanlar dünyasında her dişi, her erkek için mübâh değildir. Her erkek, her dişiye sâhib olamaz. Çünkü insanlık âleminde cinsel istek, şuursuzca, mekanik bir hedefe yönelik değildir. O, insanın kişisel bilincinin neticesinde gerçekleşir. Cinsel birleşimde insanın rolü, sadece temas değildir. Çünkü o, bir makine değildir. İnsanlık dünyasındaki her şey gibi cinsel isteğin de, insan bireyi tarafından kavranan ve bu kavrayış gereğince yerine getirilen şuurlu bir hedefi vardır.
Bu kavrayıştır ki insana, yeryüzündeki vazifesinin bir «aile» ve «toplum» oluşturmak yoluyla gerçekleşebileceği «gerçeği»ni kavratmış-tır. Aile yuvasının kurulabilmesinin temel şartı, erkekle dişi arasında bir sevgi ve şefkat bağının bulunmasını, bir kadının bir erkeğe, bir erkeğin de bir kadına âit olmasını gerektirmiştir. Böylece yetişen nesillerin eğitimi için en sağlam kurum olan «aile yuvası» içerisinde nesiller, hem maddî hem de ruhî huzur içerisinde sakin bir yuvada yetişme imkânı bulurlar. O zaman, toplumun ferdleri arasında «dişi»leri «avlamak» için erkekler arasındaki barbarca çatışmalardan başka, türlü ilişkiler kurmak mümkün olur. Ve o zaman ferd, cinsî ihtiyâcım huzur ve güven içerisinde karşıladıktan sonra insan denen varlığın ihtiva ettiği öteki insancıl hedeflere doğru yönelir ve onlara ihtimam gösterir.
Nihayet insan^ cinsî isteğini karşılamaktadır… Evet. Ama… Şüphesiz ki cinsel istekle onun karşılanması arasında geçirilen korkunç bir mesafe vardır. İşte bu mesafede cinsel arzuyu tatmin davranış kuralları ve edebiyle ortaya çıkar. Ve bu mesafede biyolojik motife insanî duygular eklenir:
«Kendileriyle huzura kavuşmanız için size kendi nefislerinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun âyetlerin-dendir. Şüphesiz ki bunlarda, düşünen bir kavim için âyetler vardır-» (Rûm, 21).
İşte bu sûrede işe belli hedefleri olan düşünceler karışır. İnsanla hayvanı ayıran mesafe buradadır. Burada anlaşılır, insanın hayvanı ihtiyâçlarını insanca nasıl telâfi edeceği.
İslâm’ın insan konusundaki düşüncesinin birinci bölümü bu… İnsanla hayvanın ilişkisi bu bölümde açıklanır, İkinci bölümde ise insanın melekle ilişkisi ortaya konur. Bu ilişki insanın yüce arzularım melekçe yollarla değil, insanca yollarla karşılaması gereğini ortaya koyar.
İslâm düşüncesinde, şekli çizildiği gibi «melek», doğrudan doğruya «nûr» dan yaratılmış bir varlıktır. Bedenin ağırlığı ve çamurun tutuculuğu onda yoktur. Bunun için de melek, safî parıltıdan ibaret ve görevi belirlenmiş bir varlıktır. Hedefi, biteviye ve tâm olarak mutlak anlamda Allah’a itaattir:
«Ki onlar; Allah’ın kendilerine emrettiğine kat’iyyen isyan etmezler. Ve emrolunduklanm yaparlar.» (Tahrîm, 6)
«Gece gündüz hiç durmaksızın O’nu teşbih ederler.» (Enbiyâ, 20)
«Rabbının nezdinde bulunanlar gece gündüz O’nu tesbîh eder dururlar ve onlar hiç usanmazlar.» (Fussilet, 38)
Şu halde çizilen «melek)) tablosu, parlak, aydınlık ve güzel bir tablodur. Fakat tabiatı komple ve hedefi çift yönlü olan insan tablosundan ayrıdır. Bunun için insan melekleşmek için zorlanmaz. Çünkü insanın «melekleşmesi» onun insanî tabiatını bozar. Ve bünyesindeki biyolojik yönü yıpratarak verimsiz hale getirir. Bunun için Yüce Allah:
«Onların uydurdukları rehbâniyyete gelince; onu kendilerine Biz yazmadık» buyuruyor. (Hadîd, 27)
Bu demek değildir ki insan; kendi tabiat yapısını ve birleşimini meydana getiren «parıltıya» kapılmasın. Enginlik ve rûhâniyete açılmasın. İhtiyâçlarını yenerek onların üstüne çıkıp her türlü sınır ve bağdan kurtulmasın. Bilakis insan bunu yapmak için teşvik olunur ve her vesile ite buna yöneltilir. Ama onu yaparken ayağını yerden kesmesi de istenmez:
«Ve dünyadaki nasibini de unutma.» (Kasas, 77)
«Enes İbn Mâlik rivayetle diyor ki:
Üç kişi, Peygamberin eşlerinin yanına gelip O’nun ibâdetini soruşturuyordu. Peygamberin nasıl ibâdet ettiği kendilerine bildirilince O’nun yanında kendi durumlarının önemsizliğini îmâ edercesine dediler ki: Biz, nerde, Allah’ın Rasûlü nerde? Allah onun gelmiş ve geçmiş günâhlarını bağışlamıştır.
İçlerinden birisi dedi ki: Ben (Peygambere uymak için) geceleri, bütünüyle, namaz kılarım, ikincisi de dedi ki: Ben (Peygambere uymak için) bütün gün oruç tutar ve hiç bozmam. Üçüncüsü ise şöyle dedi:
Ben (Peygambere uymak için) ebediyyen evlenmem ve kadınlardan uzak bulunurum.
Bunu duyan Rasûlullah (s.a.) geldi ve dedi: Böyle böyle diyen sizler misiniz? Vallahi ben, sizin içinizde Allah’tan en çok korkan ve en çok sakınan kişiyim. Fakat hem oruç tutarım hem yerim; hem namaz kılarım hem yatanm; hem de kadınlarla evlenirim. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse; o benden değildir.
İşte insanın üstünlüğü buradan gelmektedir: O, ayağını toprağa basa basa yürürken ruhu ile semâlarda gezinir…
İşte beşer fıtratını, bütün gerekleriyle göz önünde bulunduran İslâm mucizesinin insana bakış tarzı… Değişik ve aşın hedefler arasında dolaşmadan orta ve denge noktasını meydana getiren bir düşünce sistemi… Ne Darvinizm gibi insanı hayvan derecesine düşürür, ne de Budizm ve Hind dinleri gibi insanı râhib hayatına sürükler. Nasıl «idealist» görüşten çeşitli düşünce ve felsefe sistemleri ortaya çıkmışsa, insanı hayvanlann derekesine düşüren «materyalist» görüşten de değişik psikoloji, sosyoloji ve ekonomi akımları doğmuştur. Darvinizm ve materyalizmden, ekonomi alanında Marksizm, sosyoloji alanında tarihî materyalizm ve psikoloji alanında Freudizm gibi akımlar doğmuştur. İnsanı ruhbanlığa sevkeden görüşten de antik çağda Platon’un «idea-lİ2m»inden 19. Yüzyılda Hegel’in felsefesine kadar değişik idealist akımlar ortaya çıkmıştır. Ve her iki görüş açısından san’at ürünleri meydana gelmiştir. Burada söz konusu edilen husus, İslâm düşüncesindeki «realizmedir. Ama yeri geldiği için kısaca değinip geçmek istiyoruz: Gerek «idealist», gerekse «materyalist» düşünce sistemlerinden ve bunlann insana bakış açısından doğan eksiklik ve yanlışlıkla san’at alanında sapık eserler meydana çıkmıştır. Birçok noktalarda sâhib olduğu derinlik ve inceliğe, üstünlük ve güzelliğe rağmen, bütün bu san’at eserleri eksiktir. Bu eserleri, her şeyi ortaya çıkaran insancıl ölçeklerle ölçtüğümüz zaman onlardaki güzellik ve incelik, derinlik ve üstünlük gözümüzü kamaştırıp ta taşıdıkları sapıklıkları görmezlikten gelmemeliyiz. Elimizdeki «insanî ölçü» insan tabiatını belirli bir noktaya toplayan tekelci görüşten uzak, insanı tüm gerçekleriyle birlikte ele alan toplayıcı ve birleştirici görüştür.
«Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa, yakında Biz. onu cehenneme sokacağız. Bu, Allah’a pek kolaydır.»
«Size yasaklanan büyük günâhlardan kaçınırsanız; küçük günâhlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkie koyarız.»
«Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay vardır. Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’ın fazlından ve lutfundan isteyin. Muhakkak ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir.»
«Ana-babanm ve akrabanın geriye bıraktıklarından her birine vârisler kıldık. Yeminlerinizin bağladığı kimselere hisselerini verin. Muhakkak ki Allah; her şeye şâhid olandır.»
«Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allah, kimini kiminden üstün kılmıştır. Hem de erkekler, mallarından infâk etmektedirler. İyi kadınlar; itaatli olan ve Allah’ın kendilerini korumasına karşılık, kendileri gizliyi koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara öğüt verin; kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (yine uslanmazlarsa) dövün, size itaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Muhakkak ki Allah, Aliyy ve Kebîr olandır.»
«Eğer aralarının açılmasından endîşeye düşersiniz-, erkek tarafından bir hakem, kadın tarafından bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse, Allah; onlann arasını bulur. Muhakkak ki Allah; Alîm, Hakîm olandır.»
«Allah’a ibâdet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.»
((Onlar ki hem cimrilik ederler, hem de insanlara cimrilik tavsiye ederler ve Allah’ın kendilerine lutfundan verdiği şeyleri saklarlar. Biz, kâfirler için hor ve rüsvây edici bir azâb hazırladık.»
«Mallarını, insanlara gösteriş için sarfeden, Allah’a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytân kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır.»
«Ne olurdu sanki; onlar Allah’a, âhiret gününe inanmış ve Allah’ın verdiği rızıklardan riyasızca infâk etmiş olsalardı. Allah onları çok iyi bilendir.» (Nisa, 30-39).
tşte Hz. Âdem’in kıssası… Bu kıssa, başlangıcından sonuna kadar beşeriyetin kıssasıdır. Evet. Başından sonuna insanlığın hikâyesi… Bu kıssada, san’at bakımından üzerinde durulacak birçok noktalar var.
İnsan, kendi iç dünyasını gözetlediği zaman bu kıssada anlatılan gerçeklerin doğruluğunu yeryüzündeki hayatının her anında görtir. Bir kere insanoğlu, enerji sahibi, güçlü kudretli bir varlık olarak yaratılmıştır. Ama nefsinde sürekli bir zaaf noktası taşır. Şehvet ve arzularına düşkünlük.
«Kadınlardan, oğullardan, kantar kantar altın ve gümüşten, ni-şânli atlardan, develerden ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük; insanlar için süslenip hoş göründü. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.» (Al-i İmrân, 14)
İnsanoğlu bazan bu şehvet ve isteklere boyun eğer, kendini onlardan alıkoyamaz. Şehvet ve isteğinin kulu kölesi olur. Peşinden sürüklenir gider. Bazı kereler bir anlık zaafa kapılırsa da, kısa zamanda kendine gelip tevbe eder ve Allah onun tevbesini kabul buyurur. Bazı zaman şehvet ve arzularım kendi buyruğu altına alır, ihtiyâçlarının üstüne çıkar ve böylece kendi takat ve isti’dâdının en üstün şeklini gerçekleştirerek yücelere açılır: «Hani sen, mü’minlere: İndirilmiş üç bin melekle Rabbınızın size yardım etmesi yetmez mi? diyordun.» Evet.
Sabreder, sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize gelirlerse, Rabbınız size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir.» (Âl-i İmrân, 124^126).
însan, isteklerinden kaçınıp nefsine hâkim olduğu zaman en üstün seviyeye erişir ve Allah’a en yakın noktaya yükselir. Ama kendini arzularına kaptırır ve şehvetin esîri olursa, düşer, düşer ve en alt noktaya iner. Ve işte o zaman, şeytânın oltasına takılır kalır. Ama Allah yine de merhametlidir. Çünkü yeryüzünde ona hiç bir nimeti lutfetmekten esirgememiştir:
«Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.» (A’râf, 24)
İnsana, şehvetin esîri olmayı yasaklamıştır. Gönderdiği düstûruyla şehvet ile, eğlenme arasındaki farkı göstermiş, istenen nimete ermek için bu yasaya uyulmasını öngörmüştür.
«Andolsun ki Biz, âdemoğlunu mükerrem kıldık. Karada ve denizde taşıdık. Ve onları temiz nimetlerden rızıklandırdık. Yaratmış olduklarımızdan çoğuna onları üstün kıldık.» (İsrâ, 70)
İslâm düşüncesinde «insan» Allah tarafından şereflendirilmiş bir varlıktır. Allah’a bağlı olduğu ve onun çizdiği yolda yürüdüğü sürece bu şerefi beraberinde taşır. Yüce Allah, insanı yeryüzünün i’mârı için gerekli olan güçlerle donatmıştır:
«Ve onu karada ve denizde taşıdık. Temiz nimetlerden rızıklandırdık.»
Temiz nimet deyimi çok geniş ve kapsamlı bir ifâde belirtir. Her türlü yiyecek ve içecekleri içine alır. Yalnız yiyecek ve içecek şeyleri mi? Hayır, karada ve denizde saklanmış olan, gökte ve yerde mevcûd bütün nimet ve hazîneleri…
«Göklerde olanları, yerde olanları, hepsini size müsahhar kılmıştır.» (Câsiye, 13)
Gökler ve yeryüzü tüm olanlarıyla birlikte, kanun ve nizâmları, üretim ve enerji kaynaklarıyla birlikte Allah tarafından insanın emrine verilmiştir. İnsan oradan elde ettiği güzel rızıklarla hayatını sürdürür ve yeryüzündeki hilâfet görevini yerine getirir. Bu var olan her şeyin içinde dünyamızı aydınlatan, ısıtan ve canlandıran güneş ışınları toprağı yeşerten yağmur, hayatın devamını sağlayan hava ve içindeki elementler, elektromanyetik dalgalar, med ve cezir olayları, gök cisimlerinin çekim gücü ve… Varlık âleminde bulunan tüm enerji ve imkânlar insanoğluna verilmiştir. Bu imkânlar arasında Allah’ın insanlara ihsan ettiği bazı lutuflar da vardır. Bunların başında da, bu kâinattaki enerji ve varlıkları bilmek, onları yeryüzünün i’mârı, hayatın geliştirilmesi için kullanma bilgisi de vardır. İnsanoğlu bütün bu lütuf ve nimetlerle «iyi iş» (Amel-i Salih) yapmak zorundadır.
«Muhakkak ki inanıp iyi işler (Amel-i Salih) yapanlar…»
İyi iş, (Amel-i S&Iih) insanı Allah’a yönelten her şeydir. İbâdet ve zirâat, san’at ve mimarî, her türlü bilgi ve evrenin hazînelerini keşfetme yollan. Yapılan işlerin amel-i sâlih olabilmesi için Allah’ın yasasında belirtilen şartlann bulunması gerekin Bu şartlar, insanı en ince detaylarına kadar onun tüm hayatını kapsar. Ferdî ve sosyal hayatını, ruhî ve fikrî hayatım, maddî ve ekonomik hayatını… Gayesi yeryüzünde tüm insanların sevgi ve kardeşlik esâsları dâhilinde, ezelî hak ve adaletin ışığında, Allah’ın geniş rızkından faydalanarak doğru, temiz, düzenli ve erdemli bir hayat kurmaktır.
İslâm düşüncesine göre, ruhî, fikrî, sosyal, ekonomik, maddî hayat; insanın Allah’a takdim etmesi gereken iyi iş (amel-i sâlih) in bir bölümüdür. Bunun için de her zaman Allah’a bağlı olmak zorundadır. Çünkü İslâm’ın gözünde insan, birbirinden ayrı iki bölümden meydana gelmiş değildir. İnsan, bir parçası dünyaya bağlı iş gören, bir parçası göğe bağlı ibâdet eden varlık değildir. İslâm’da iş ibâdettir. İbâdette iştir. Ve her iki bölümüyle insan aynı insandır. Çünkü o,’ doğduğundan beri bir avuç toprakla bir soluk ruhtan ibarettir. Toprak ve ruh iç içedir onda ayrı değildir. Bunun için onun bünyesi diğer varlıklardan farklı değildir. Ruh, akıl ve beden tek bir yapıdır. İş ve ibâdet bir tek varlıktır. Dünya ve âhiret aynı öze sâhibdir. Ve insanın yaptığı her iş, bütün varlığından çıkar. (İslâm Terbiyesinin Metodu isimli eserinin İslâm Eğitiminin Özellikleri Bölümü.) Hayatın her anı, hem dünya hem âhiret içindir. (Peygamberlerden İktibaslar isimli eserimize bakınız.) Bunun İçin işler; bir kısmı Kayser’e, bir kısmı Allah’a âit olmak üzere, ikiye bölünmez. Bilakis her şey Allah içindir. Kayser de Allah’ın hükmü altında, Allah’ın kanununa boyun eğer. Öyleyse Allah’tan ayrı, insanın ne ekonomik düzeni, ne sosyal sistemi, ne de dünyevî nizâmı olur. Hiç bir şey için; bu, dünyanın nizâmıdır. Oraya Allah’ın müdâhalesi yoktur; denemez. Ve yine hiç bir şey için; bu, dini ilgilendirir dünyayı ilgilendirmez, denemez. Dünya; içinde bulunan her şeyi ile beraber Allah’a boyun eğer. O’na Allah’ın hükümlerinin hâkim olması gerekir. İnsanların ahlâk ve âdetleri… 3irbirleriyle ilişkileri… Bireysel ve toplumsal hareketleri… cinsî, ekonomik ve sosyal davranışları… Savaş ve barışı… İç ve dış politikası… Hepsi Allah’ın yasasıyla çevrilidir. Ve yasaya göre düzenlenmiştir. Hepsini Allah kontrol eder, insanın istek ve kaprisine terkedilen hiç bir şey yoktur.
Bu işlerin bütünü birbiriyle bağlantılıdır. Hem ruhların derinliğinde, hem de hayatın içinde… İnsanın yaptığı işlerden, kendi başına bağımsız ve ötekilerle ilişkisi olmayan hiç bir iş yoktur. Ruhî, aklî ve organik faaliyetleri bu birleşik yapıdan doğmuştur. Bunun için de birbirine bağlıdırlar. Her cephesi ötekilere etki eder. Toplum hayatı bakımından da durum böyledir. Ekonomik düzeni; sosyal, ruhî ve ahlâkî düşünceden ayırmak imkânsızdır. Bunlardan hiç birini diğerinden ayrı olarak ele alamayız. Hiç birinin diğerine etki etmediğini veya etkisi altında kalmadığını ileri süremeyiz. Ekonomik hayat; ruhî ve ahlâkî değerlerden ayrılamaz. Ahlâkî değerler ekonomik hayattan soyutlanamaz, İnsanlara: Siz kişisel davranışlarınızda serbestsiniz. Cinsî hareketlerinizi ve ruhî değerlerinizi istediğiniz şekilde düzenleyebilirsiniz. Ama politik ve ekonomik konularda devletin şu veya bu düzenine uyun, denilemez.
Keza: Geleneksel ahlâk kaidelerine bağlanın. Kötülük yapmayın, içki içmeyin ve farz ibâdetleri yerine getirin. Sonra ekonomik durumunuzu, istediğiniz gibi şekillendirin. İnsanları sömürün, köleleştirin ve haklarım yeyin, denemez. Çünkü toplumun ve ruhun iç yapısında mev-cûd olan ilişkiler, bütün bu konuların belli bir düzen ve sistem içinde olmasını gerektirir.’
Bütün bu konularda işin başı dengeye dayanır. Denge; Allah’ın nizâmı üzere yürüyen ruhların kazandığı bir niteliktir. Denge, bu evrende hâkim unsurdur. Gök cisimleri dengelidir. (İslâm Terbiyesinin Metodu, isimli eserimize bakınız.) Bir arpa boyu şaşmayan, bir saniye veya sâlise uzaklaşmayan, bir metre ışık hızı değişmeyen, ince, sağlam ve hassas bir nizâm evreni dengeler. Denge; bizim bir bölümünü teşkil ettiğimiz güneş sisteminin belirgin bir özelliğidir. İçinde yaşadığımız dünyanın özellikle bir niteliğidir. Ve çok daha özel olmak kaydıyla, yeryüzündeki hayatın ana simgesidir. Evrendeki denge konusunda ilim, çok şeyler söylüyor. Ama burada onları açıklayacak değiliz. Duygulu ve derin görüşlü kişiler, evrendeki dengeyi ilim söylemezden önce de idrâk ediyorlardı. Ruhî bir parıltı ve huzme halinde bunu kavramışlardı.
İnsan hayatı da, içinde yaşadığı kâinatın ve bütün canlıların uyduğu en büyük kanuna uymak ve bütün davranışlarında denge esâsmı ölçü almak zorundadır. Uçucu hayâllerle ezici ihtiyâçlar arasında denge kurmak zorundadır. Kişisel istekleriyle toplumsal istekler, maddî arzularıyla ruhî arzuları, reel gücüyle hayâl gücü arasında, sevgi ve nefret, işle ibâdet arasında denge kurmak mecburiyetindedir. Toplumun menfaatıyla ferdin yararını, bir neslin ihtiyacıyla nesillerin ihtiyâcım kısaca hayattaki her şeyin arasını dengelemek zorundadır.
İnsanlar, tek bir nefisten meydana gelmiş olmaları, başlangıçları ve sonları itibarıyla” ortak olmaları nedeniyle birbirlerinin kardeşidirler;
«Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikinizden birçok erkek ve kadın üreten Rabbmızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tâm bir gözeticidir.» (Nisa, 1)
«Ey insanlar; doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışasmız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Gerçekten Allah katında en değerliniz; O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah, Alîm’dir, Habîr’dir.» (Hucurât, 13)
Bu kardeşlik, hayâl âleminde saklanan güzel bir teoriden ibaret değildir. Aksine beşer hayatının derinliklerine inen ve üzerine sistem ve hükümlerin konduğu köklü bir gerçektir. Maldan istifâde konusunda tüm insanlar ortakiaşırlar:
«Tâ ki mal, içinizde zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın.» (Haşr, 7)
Huzur ve güven tüm insanlığın malıdır.
Müslümanın müslümana kam, malı, namusu ve her şeyi haramdır.
Sadece müslümanın mı? Tüm insanlığın…
«Her kim, bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse; bütün insanları öldürmüş gibi olur.» (Mâi-de, 32)
Ahlâk, insanî bir meseledir. Ve insanların kardeşliği prensibinden doğar. Yeryüzünde bozgunculuk ve fuhuş yapan kişi bir kardeşinin veya bacısının namusuna saldırmaktadır. İnsanlarla alay eden veya çekiştiren, insanları aldatan ve yalan söyleyen, hırsızlık yapan ve başkasının malını zorla alan kişi; kendi nefsi için sevdiğini kardeşi için de sevmesini, kendisi için yaptığı şeyi kardeşi için de yapmasını buyuran kardeşlik kanuna tecâvüz etmektedir. Zâten bunun için kardeşliği korumayı emreden hükümler getirilmiştir. Bu hükümleri çiğneyenler, ağır baskı ve cezalarla durdurulmak istenmiştir. îşte her iş ve duyguda hâkim olan bu ruh, insan hayatının esâsı olmaktadır. Hayatın içinden coşup gelen gerçek bir unsur…
Bütün bunların yanı sıra îslâm, insanı nazariyeler dünyasında gezinen bir yaratık olarak ele almaz, fiilen içinde yaşadığı gerçekleri göz önünde tutar. Ama gerçeklere böyle yakından dikkat etmesi, onun dar sınırlar içerisinde tıkanıp kalan mahdûd realiteleri ön plana alması anlamına gelmez. İslâm, insan varlığını, olduğu gibi ele alır. Ne ona tabiatına uygun olmayan yükümlülükler yükler, ne de enerjisini ihmâl eder. İnsanı bütün motifleri, arzulan ve davranışlarıyla ele alır. Onları kabul eder, göz önünde tutar. Yaptığı yegâne şey, o duygu ve istekleri içe gömmek ve baskı altına alarak yaratılışıyla savaşmak değil, eğitmek ve temizlemektir.
Cinsel enerji, aslında temizdir. İslâm onu, açık ve seçik olarak kabul eder:
Doğrusu sizin birçok şeylerinizde mükâfat vardır. Çevresinde bulunanlar derler ki: Ey Allah’ın Rasûlü, birimiz şehvetini dindirirse yine mükâfat mı alır? Buna verdiği cevab şu olur: Biliyor musun, şayet onu haram yola harcamış olsaydı, üzerine günâh olmayacak mıydı? Aynı şekilde, helâl yola harcayınca da mükâfat vardır. (İslâm ve Materyalizm Arasında însan, isimli eserimizde İslâm’ın görüşü bahsine bakınız.)
Mülkiyet isteği temizdir. İnsanın kendi nefsini sevmesi temizdir. Savaşma arzusu ve kabiliyeti temizdir. Nefret duygusu temizdir. Evet. İslâm insanın bütün kabiliyet ve yeteneğini kabul eder ve ‘cevâblandı-nr. Yalnız bununla da kalmaz, onları gerçek yerine yerleştirerek bizzat gerçekleşmesini ister. Fakat bunu yaparken hududu aşmamasını şart koşar. Hududu aştığı zaman bu temiz istekler, «fuhş»a dönüşür. Fuhuş, haddi aşmaktır. Bunun için çalışmasını önleyecek kontrol mekanizmaları koyar. Temizlemek üzere belirli hedefler tayin eder ve bu hedeflerden şaşmaması için onları Allah’a bağlar. Bunu yaparken, insan ruhunda saklı olan ve bizzat Allah tarafından kendisine lütfedilmiş bulunan araçlara dayanır:
«Andolsun nefse ve onu düzenleyene.» Sonra da ona; hem kötülüğü, hem de takvayı ilham edene.» Nefsini arıtan gerçekten felaha ermiştir. Ve onu örtüp kirleten ise muhakkak ziyana uğramıştır.» (Şems, 7-10)
Bunları yaparken insanın bir parçasının çamurdan olduğunu ve çamurun ağırlığını ve yapışkanlığını bilir. Onun için .insanın gerçeklerin baskısı ve etkisi altında bulunduğunu, zayıf yaratıldığım kabul eder ve zayıflığını gidermeye çalışır:
«Allah (tekliflerini) sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan, zayıf yaratılmıştır.» (Nisa, 28)
Yükümlülüklerini hafifletir: «O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır.» (Hacc, 78) «Allah, kimseye gücünün yeteceğinden fazlasını yüklemez.» (Bakara, 286) Ve gücü nisbetinde emredileni yapmasını buyurur: Ben size bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapın. Ve bir şeyden de sizi nehye-dersem ondan sakının. (Müslim)
Ve nihayet insanın ayağının kayıp düşmesini affeder. Kişi yaptığında ısrar etmediği sürece gazab kılıçlarını üzerine indirmez. «Hem onlar yaptıklarında bile bile ısrar da etmezler. İşte onlann mükâfatı; Rabla-rından bir mağfirettir.» (Al-i İmrân, 135-136) «Onlar ki; Allah ile beraber başka bir tanrıya tapmazlar. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler. Kim de bunları yaparsa, cezaya çarpar. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılarak temelli bırakılır. Ancak tevbe eden, inanıp sâlih amel işleyenlerin; Allah, işte onlann kötülüklerini iyiliklere çevirir. Ve Allah Ğafûr, Rahim olandır.» (Furkân, 68-70) Ademoğlunun hepsi hatâ edicidir. Hatâ edenlerin en iyileri de tevbe edenlerdir.
İşte İslâm’ın insan görüşü. Bu görüş, insan hayatının tüm incelik ve derinliklerini kavrayan geniş kapsamlı bir görüştür. Bu görüş, insanın insanlık değerini, başka değerler hesabına ayaklar altına almayan, bir yanını hatırlarken Öbür yanını unutmayan ahenkli ve dengeli bir görüştür.
Yüce, «insancıl» bir san’at eseri de ancak ve ancak böylesine kapsamlı ve dengeli bir düşünce sisteminden doğabilir. İnsan hayatının görülen ve görülmeyen her yanını içeren, ezici ihtiyâçlarını ve uçucu hayâllerini kapsayan bir san’at eseri… Realiteler dünyasını ve idealiteleri tasvir eden, ferdî ve toplumsal hayatı yansıtan üstün bir san’at eseri… Maddî üretim, fikrî üretim ve ruhî üretimi birlikte gösteren, düşüş ve yükselişini yakalayan bir san’at eseri… Böyle bir san’at eseri, şüphesiz ki, insanlığın şâhid olduğu en büyük eser olacaktır
Asr Suresi