100 – Adiyat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an
İbn Mesud,,Cabir, el-Hasen, İkrime ve Ata’nın görüşüne göre Mekke’de inmiştir, İhn Abbas, Enes, Mâlik ve Katade’nin görüşüne göre Medine’de inmiştir. Onbir âyettir.

Adiyat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )
Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle
- Andolsun harıl harıl koşan (at)lara,
- Tırnaklarıyla ateş çıkartanlara,
“Andolsun harıl harıl koşan (at)lara” buyruğunda kastedilen koşun atlardır. Genel olarak bütün müfessiıierle, dilciler böyle demiştir. Allah yolunda kakarak hırıltı çıkartan atlar demektir. Katade dedi ki: Koştuğu vakit hırıltı çıkartan atlar kastedilmiştir. el-Ferrâ dedi ki: ” Atların koşmaları halinde nefes alıp verirken çıkardıkları ses” demektedir.
İbn Abbas dedi ki: Hayvanlar anısında at, köpek ve tilki dışında hırıltı çjkaıtan yoktur.
Denildiğine göre; atların hırıltısı anlaşılmasın ve böylelikle düşman onların gelişini bilmesin diye ağızları bir şeyle kapatılırdı. Bundan dolayı bu halde iken gü^lü bir şekilde nefes alır, verirlerdi
İbnu’l-Arabî dedi ki: Yüce Allah Mulıamıııed (sav)’a yemin ederek: “Yasin. Çok hikmetli Kur’ân hakkı için” (Yasin. 36/1-2) diye buyurmuştur. Onun hayatına yemin ederek: “Hayatın hakkı için, onlar gerçekten, sarhoşlukları içinde şaşkın bir haldedirler” (el-Hicr, 15/72) diye buyurmuştur. Onun atlarına, atlarının hırıltılarına, tozlarına, toynaklarının taşlardan ateş çakmasına yernin ederek; “Andolsun harıl harıl koşan (at)lara…” diye -beş âyet-i kerimede- yemin etmektedir.
Dilciler dedi ki: …(Şair şöyle demiştir):
“Kanları şiddetle fışkırtan bir mızrak darbesi ki;
Onu atların dönüşü sırasında (ya da: Göğsünde) indirdim.”
Görüldüğü gibi şair burada (el-Âdiye ile) atları kastetmektedir. Bir başka şair de şöyle demektedir:
“Ve koşan atlarda yol yol görünen kan izleri
Sanki onların boyunları meyve yüklü dallara destek olmuş çubuklar gibidir.”
Şair (burada da aynı kelime ile) atları kastetmektedir. Antere de şöyle demiştir:
“Atlar da bilir koştuklarında Hani harıl ölüm havuzlarında”
Bir diğer şair de şöyle demektedir:
“Eğer atlar(ımız) Irak Sevadında harıl harıl koşmazsa Bana da Yemen’in Tubba’ı demesinler.”
Dilciler de şöyle demiştir: “Hırıltı çıkarmak” aslında tilkiler hakkında kullanılır. Sonradan istiare yoluyla atlar için de kullanılır olmuştur. Bu da Arapların ateşin bir kimsenin rengini değiştirip, ancak bu işi aşırıya götürmemesi halinde kullandıkları: “Ateş onun rengini değiştirdi” tabirlerinden alınmıştır, Şair de şöyle demiştir:
“Bizler (ateşin alevi ile) kızarıp pişecek hale gelince Alev onun rengini değiştirdi ve azıcık kararttı.
Rengi az miktarda siyaha doğru değişti” demektir. Şair şöyle demiştir:
“Benim rengim siyaha doğru değişmeden önce ona bağlanmıştım.”
Bu hayvanlar ancak korkmak, yorulmak ya da bir şeyleri ümit etmek gibi durumlarında bir değişiklik olursa, hırıltı çıkartırlar.
“Harıl harıl” lafzı mastar (meful-i mutlak) olarak nasbedilmiştir ki; “Harıl harıl koşmakta otan atlara” demek olur. ” Kül” manasına da gelir.
Basralılar; ‘in hal olarak nasbedildiğinî söylemişlerdir. Bunun hal konumunda mastar (meful-i mutlak) olduğu da söylenmiştir. Ebu Ubeyde dedi ki: “Atlar yürüdü, yol aldı” demektir. Yine Ebu Ubeyde; ile ‘ın “koşmak ve yürümek” anlamında olduklarını söylemiştir. el-Müberred de böyle demiştir: ” Yürümek halinde ön ayaklarını uzatmak” demektir.[2]
Rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (sav) Kinâneoğullanndan birtakım kimselerin üzerine bir seriye gönderdi. Bu sedyeden beklediği haber gecikti. Başlarına ensardan el-Münzir b. Amr’ı kumandan tayin etmişti ki, aynı zamanda (Akabe’deki) nakiblerden birisi idi. Münafıklar: Gönderilenler öldürüldü, diye şayia çıkardılar. İşte bu sûre Peygamber (sav)’a bu serıyeye gidenlerin esenlik içerisinde olduklarını haber vermek ve ona üzerlerine gönderdiği kimselere baskın yaptıkları müjdesini bildirmek üzere nazil oldu.[3]
Burada sözü edilen “koşan”lardan kastın atlar olduğunu söyleyenler arasında İbn Abbas, Enes, el-Hasen ve Mücahid de vardır. Maksat, üzerinde müminlerin gazaya çıktığı atlardır. Haberde şöyle denilmektedir: “Gazinin atına gerektiği gibi saygı beslemeyen kimsede bir çeşit münafıklık vardır.”
İkinci bir görüşe göre maksat develerdir. Müslim dedi ki; Bu hususta İk-rime ile tartıştım. İkrime dedi ki: İbn Abbas bunlardan maksat atlardır dedi. Ben de; Ali de bunlardan maksat hacdaki develerdir. Benim efendim ise senin efendinden daha bilgilidir, dedim.
eş-Şa’bi dedi ki: Ali ve İbn Abbas (ı.anhum); “harıl harıl koşanlar” hakkında tartıştılar. Ali: Bunlar hac esnasında koşup giden develerdir, dedi. İbn Abbas atlardır. Nitekim yüce Allah’ın: “Derken orada toz çıkaranlara” diye buyurduğuna bakmaz mısın:-‘ Bu tozu ancak toynaklarıyla çıkartır değil mi? Ve hiç develerin hırıltısı olur mu? diye cevap verdi. Ali şöyle dedi: Hayır, durum dediğin gibi değildir. Bedir günü bizimle birlikte Mikdad’a ait ablak bir at ile Mersed b. Ebt Mersed’e ait bir alın dışında hiç birimizin atı olmadığını gördük. Daha sonra Ali şöyle dedi: Sen insanlına bilgin olmaksızın nasıl ferva verirsin? Allah’a yemin ederim, Bedir, İslâm tarihinde yaptığımız ilk gazvedir. Beraberimizde biri Mikdad’a, diğeri ez-Ziıbeyr’e ait iki atm dışında at yoktu. Nasıl olur da bu atlar “harıl harıl koşanlar” olabilir? Harıl harıl koşanlar Arafe’den, Müzdelife’ye ve Müzdelife’den Arafe’ye koşup giden develerden başkası olamaz. İbn Abbas dedi ki: Bunun üzerine ben (kendi görüşümden vazgeçerek) Ali’nin görüşünü kabul ettim. İbn Mesud, Ubeyd b. Umeyr, Muhammed b. Ka’h ve es-Süddi de böyle demişlerdir. Abdu’l-Mui-lalib’in kızı Safiye’ye ait olan şu beyitte de bu anlamda kullanılmıştır
“Hayır… Cem’ (Müzdelife) sabahı koşup da
Ön ayaklarından tozun kalktığı âdiyâta (develere) yemin olsun”
Görüldüğü gibi burada şair (el-âdiyât) ile develeri kastetmekledir. Onlara bu ismin veriliş sebebi; ( jjuiO’den türeyen bir kelime oluşudur. Bu ise hızlıca yürürken ayaklar arasındaki mesafenin uzuk olmasını anlatır. Bir başka şair de şöyle demiştir:
“Arkadaşım, o koşan develer arasında bir asil dişi deve gördü ki;
Ve onun benzerlerini güçlü, kuvvetli ve ekşi otlar yiyen develer arasında gördü.”
“Âdiyât”ın develer olduğunu söyleyenlere göre; yüce Allah’ın: “Harıl harıl (anlamı verilen)” buyruğu, anlamında kullanılmış demektir. Buna güre “ha” harfi “ayn” harfinin yerine kullanılmıştır. Çünkü; denilir ki; bu da “develerin yürümeleri esnasında boyunlarını uzatmaları” demektir.
el-Müberred dedi ki: “Yürüme esnasında ön ayaklarını uzatmaları” demektir. (Ha harfi ile); çoğunlukla atlar hakkında kullanılır. (“Ayn” harfi ile); develer hakkında kullanılır. Bazan “ha”.harfi “ayn” yerine kullanılabilir.
Ebu Salih dedi ki: Atlar hakkında: “Hırıltılı nefes almak” demektir. Develer hakkında ise nefes almaları anlamındadır.
Ata dedi ki: At, tilki ve köpek dışında hırıltı çıkartan başka bir hayvan yoktur. Bu açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. Arapların: ” Filki hırladı” denildiği gibi; başka şeyler hakkında da bu fiili kullandıklarına dair dilcilerin açıklamaları daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Şair Fevbe şöyle demiştir:
“Eğer Leyla el-Ahyeliyye selam verse bana
Üzerimde yığın yığın toprak ve büyük taşlar da bulunsa
Sevinçle selâmını alarak şüphesiz cevap veririm ona.
Ya da kabrin yanından ses veren biri inleyerek ona karşılık verir.”
(Şiirdeki:): ” Seslendi, bağırdı” demektir. Her: “Bağıran” anlamındadır, ” Feryad” demektir.
“Tırnaklarıyla ateş çıkartanlara” buyruğu hakkında İkrime, Ata ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunlar toynaklarıyla ateş çıkartmaları halindeki atlardır. Bu açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir, Yine ondan gelen rivayete göre toynaklarıyla toz çıkartanlar, demektir. Ancak bu ateş çakmak (kıvılcım çakmak) şeklinde ondan gelen diğer rivayetlere aykırıdır, Bu (toz çıkarmak) ancak develer hakkında sözkonusudur.
İbnEbi Necih, Mücahid’den; “Andolsun harıl harıl koşanlara, tırnaklarıyla ateş çıkartanlara” buyruğu hakkında İbn Abbas’ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu, savaş halinde ve hac hakkındadır.
İbn Mesud dedi ki: Maksat çakıl taşlarını ayakları ile çiğneyerek onlardan ateş çıkmasıdır. ‘ın asıl anlamı “bir şeyi çıkartmaya çalışmak ve çıkartmak” demektir. Pınardan iyi olmayan su çıktığını anlatmak üzere kullanılan; ifadesi de buradan gelmektedir. “Çakmak taşını çaktım” denilir. “Yemek suyunu avuçiadım”; ” Suyu el ile avuçlanabilen (derin olmayan) kuyu,” demektir, “(şadı): Tencerenin dibinde kalıp da zorlukla (kepçeyle) alınan (yemek)” demektir, “Kendisi ile ateş çakılan (çakmak)”dır, “Ateş yakan taşa” denilir. ” Çakmak taşının alevi çıktı, çıkar” demektir. Bu fiilin mazisi bir başka şekilde (kesreli olarak); diye de kullanılabilir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Vâkıa Sûresi’nde (56/70-73- âyetlerin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
” Ateş çıkartmak” buyruğunun nasbedici; “Harıl hani” lafzını nasbeden ile aynıdır.
Bu âyetlerin atlar hakkında olduğu söylenmiştir. Ancak onların “tırnaklarıyla ateş çıkartmaları” atların sahipleri ile onların düşmanları arasında savaşın şiddetlenmesi demektir. Nitekim savaşta ordular birbirlerinin içine girdiği vakit kullanılan: “Tandır kızıştı” tabiri de bu kabildendir. Şanı yüce Allah’ın: “Onlar ne zaman bir savaş ateşi yakmak isteseler Allah onu söndürür” (el-Maide, 5/64) buyruğunda da bu anlam dile getirilmiştir. Bu anlamdaki açıklamalar İbn Abbas’tan rivayet edildiği gibi Katade de böyle demiştir.
Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre, burada “ateş çakanlar”dan maksat; yiğitlerin savaşta başvurdukları hile ve tuzaklar demektir. Mücahid ve Zeyd b. Eşlem de böyle demiştir. Araplar biri diğerine bir hile ve tuzak kurmak istediği vakit; ” Allah’a yemin ederim sana bir tuzak kuracağım, sonra da sana bunun ateşini göstereceğim” tabirini kullanırlar.
İbn Abbas’tan gelen bir başka açıklamaya göre bunlardan maksat, ihtiyaçları ve yemeklerini pişirmek için geceleyin ateş yakan gazilerdir. Ondan gelen bir diğer rivayete göre bu, düşmanı korkutmak için mücahidlerin çokça yanan ve çok görünen ateşi demektir. Düşmana yaklaşan herkes düşmanı kendisini çok zannetsin diye çok miktarda ateş yakar. İşte bu buyruk, buna bir yemindir,
Muhammed b. Ka’b dedi ki: Bu bir araya getirilen ateştir. Hile ve tuzak ateşini yakan yiğitlerin ortaya attıkları fikirlerdir, diye de açıklanmıştır.
İkrime ise şöyle demiştir: Bu büyük ve etkili konuşmaları dolayısıyla ateşin yakılmasına sebeb teşkil eden yiğit kimselerin dilleridir. Ortaya koydukları deliller, açıkladıkları belgeler, vuzuha kavuşturdukları gerçek ve batılı çürütmek sureti ile bunu gerçekleştirirler.
İbn Cüreyc’in rivayetine göre birisi de şöyle demiştir: Çakmak taşının ateş çakıp etrafı aydınlattığı gibi, işleri ve davranışları başarıya ulaştıran kimseler kastedilmektedir.
Derim ki. Bu açııklaamalar mecazi anlama göre yapılmıştır. Arapların: tijjs 054»): Filan kişi sapıklığın taşını çakmağıyla aydınlatır.” ifadeleri bu kabildendir. Birinci açıklama ise hakikattir. Çünkü atlar aşın derecedeki koşmaları dolayısı ile toynaklarıyla kıvılcım çakarlar.
Mukatil dedi ki: Araplar bu çakılan ateşe “nâru ebî hubâhib” adını verirler. Ebu Hubahib ise cahiliye döneminde Mudadı yaşlı bir kimse oiup en cimrilerden birisi idi. Herkes uyumadıkça ekmek pişirmek ya da başka bir maksatla ateş yakmazdı. Herkes uyuduktan sonra da kimi zaman alevlenen, kimi zaman alevi dinen çok az miktarda bir ateş yakardı. Birisi bu ateş dolayısı ile uyanacak olursa, o ateşten istifade etmesini arzu etmediğinden hemen söndürüverirdi. O bakımdan Araplar bu tür ateşi (kıvılcımları) Ebu Hubâhib’in ateşine benzetmişlerdir. Çünkü böyle bir ateşle (kıvılcımlarla) fayda sağlanmaz. Aynı şekilde kılıç miğfere isabet ettiğinde de bir ateş (kıvılcım) çakar. İşte ona da bu ismi verirler.
Nâbiğa şöyle demiştir:
“Hiçbir kusurları yoktur onların kılıçlarında Karşılarına, çıkan askeri birliklerle çarpışmaktan ötürü meydana gelen körelmenin dışında Kat kat dokunmuş Selûkî zırhını biçerler, Ve enlice taşlarda Hubâhib ateşini (kıvılcımlarını) çakarlar,” [4]
- Sabahleyin baskın yapanlara,
Sabah vakti düşmana baskın düzenleyen atlılar kastedilmektedir. Bı açıklama İbn Abbas’tan ve müfessirlerin çoğundan nakledilmiştir. Baskın yap mak istedikleri vakit geceleyin yol alır ve düşmanın bulunduğu yere sabahleyin ulaşırlardı. Çünkü bu vakit, insanların gafil oldukları bir zamandır. Yüce Allah’ın: “O korkutulanların sabahı ne kötü olur!” (es-Saffat, 37/177) buyruğu da bu kabildendir.
Güçlü oldukları için onlar gündüzün baskın yaparlar, diye de açıklanmıştır. Buna göre “sabahleyin” buyruğu sabahın açıkça görünmesine benzetilerek, açıkça (baskın yapanlara) demek olur.
İbn Mesud ve Ali (r.anhuma) ise şöyle demişlerdir: Maksat sırtındaki bi-nidleriyle birlikte kurban bayramı birinci günü Mina’clan Cem’a (Müzdelife’ye) gidenlerdir.[5]
Sünnet sabah olmadan gitmektir. el-Kurazi de böyle demiştir. “Baskın”; hızlıca yürümek demektir. Arapların: ” Ey Sebir dağı, üzerine güneşin doğmasıyla aydınlan ki (baskın yaparcasına) hızlıca yola koyulalım” şeklindeki tabirlerinde de bu anlamdadır. [6]
- Derken orada toz çıkaranlara,
Bununla baskın yaptığı yerde oldukça hızlı koşmalarından ötürü toz çıkartan allıları kastetmektedir. Abdullah b. Revaha dedi ki:
“Ölsün bütün çocuklarım eğer görmezseniz atlarımızı Keda dağının her iki yanından tozları dumana kattıklarını.”
” Orada” lafzındaki zamir “yer”mc yahulta baskının gerçekleştiği mekana racidir. Anlam bilindiği takdirde daha önce kendisinden açıkça söze-dilmemiş isimlere zamir gönderilebilir. Nitekim yüce Allah: “Nihayet o perde arkasına girince” (Sad, 38/32) buyruğunda da böyledir.
Buyruk; “derken onunla” yani koşmakla “toz çıkaranlara” anlamındadır, diye de açıklanmıştır. Zaten “koşmak”dan daha önce sözedîlmiş bulunuyor. (Dolayısıyla bu zamir ona gönderilmiş olmaktadır.)
“Toz” anlamı verilen; ‘in Müzdelife ile Mina arasındaki yerin adı olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Muhammed b. Ka’b el-Kurazi yapmıştır. Vadiye giden yol olduğu da söylenmiştir. Belki de “zamir’ bu yerden çıkartılan toza racidir.
es-Sıhah’in şöyle denilmektedir: ” Toz” demek olup, çoğulu; diye gelir. Bu kelime “suyun biriktirildiği yer” anlamına da gelir. Kuyuda biriken suya da bu isim verilir. Hadiste de: “Kuyuda biriken suyun başkası tarafından alınmasını yasakladı” anlamında; denilmiştir[7]
“Suyun biriktiği karabataktık yer” anlamına da gelir. Çoğulu; şekillerinde gelir. ” Deniz” lafzının çoğulunun; diye gelmesi gibi. Derim ki: Bu lafız hazan sesi yükseltmek anlamına da gelir. Nitekim Ömer (r.a)’a: Kadınlar bira raya gelmiş, Halid b. el-Velid için ağlıyor, denildiğinde önün: “Muğireoğulları kadınlarının Ebu Süleyman’ın ölümü için oturup ağlarken gözyaşlarını akıtmalarında herhangi bir nak [8] ve uğultu olmadıkça onlar için bir sorumluluk olmaz” şeklindeki ifadesinde de bu anlamdadır.
Ebu Ubeyde dedi ki: “Nak”‘ ile kasıt, sesin yükseltilmesidir. Ben ilim ehlinin çoğunluğunun bu görüşte olduklarını gördüm. Lebid’in şu beyi tinde de bu anlamdadır:
“Her ne zaman (savaş için) samimi bir feryad duyacak olurlarsa Sesi soluğu olan herşeyi o savaş için toplarlar. “[9]
el-Kisaî dedi ki: Ömer (r.a)’ın “ses yükselmesi ve uğultu olmadıkça” ifa-desindeki (ses yükselmesi anlamı verilen): aslında -matem zamanlarında- yemek yapmak demektir. Bu anlamda: ” Matemde yemek yaptım, yaparım” denilir. (Ancak) Ebu Ubeyd dedi ki: (el-Kisaî) burada bu kelimenin anlamına geldiği kanaatindedir. Halbuki onun dışındaki diğer ilim adamlarına göre bu yolculuktan gelme sırasında yapılan yemektir. Matem sırasında yapılan yemek değildir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Ömer: ” Ses yükselmesi” ifadesiyle başın üzerine toprak koymayı (bir nevi dövünme) kastetmiştir. Bu açıklamayı yapanlar bu lafzın toz anlamına geldiği kanaatindedirler. Ancak Ömer’in bu anlamı kastettiğini ve onların böyle bir iş yapacaklarından korkmuş olduğunu zannetmiyorum. O onların (oturmalarını isteyip) ayakta durmalarını hoş karşılamamışken, nasıl olur da bu derece ileri bir davranışı yapacaklarından korkabilir. O: “Onlar otururken gözyaşlarını dökmelerinde… (bir mahzur yoktur)” demiştir. Kimisi de bu lafzın yakaları yırtmak anlamında olduğunu söylemiştir ki; ben böyle bir anlamın bununla alakasının ne olduğunu bilmiyorum ve anlayamıyorum. Bana göre bu lafız bu rivayette sadece “yüksek ses” anlamındadır. (Ömer -r.a-ın kullandığı) diğer lafız olan: “Uğultu” ise “yüksek şiddetli ses” demektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığını işitmiş değilim.
Ebu Hayve “toz çıkaranlar” (lafzını) şeddeli olarak; diye okumuştur ki; “bunun izinin görülmesini sağlarlar” demektir. Bunu şeddesiz okuyanların bu okuyuşu ise karıştırmayı anlatmak üzere kullanılan; fiilinden gelmektedir ki: “Onlar yeri sürüp altüst ettiler.” (er-Rum, 30/9) buyruğunda da bu kökten (gelen lafız kullanılmış)dır. [10]
- Ve bununla bir topluluğun ortasına dalanlara ki
“Ortası” lafzı “dalanlar” anlamındaki; ‘in mefulüdür. Üzerlerindeki binicilerle birlikte düşmanlarının ortasına dalanlar, kastedilmiştir. Bu da kendilerine baskın yaptıkları topluluktur.
İbn Mesud dedi ki: “Ve bununla cemin ortasına dalanlara” buyruğunda Müzdelife’nin ortasına dalanlar kastedilmiştir.
Buraya Cem adının veriliş sebebi İse, İnsanların toplanmasıdır. ” Topluluğun ortasında yer aldım bulundum, yer alıyorum bulunuyorum, ortasında olmak” denilir.
Ali (r.a) şeddeli olarak; diye okumuştur ki, bu aym zamanda Ka-tade, İbn Mesud ve Ebu Reca’nın kıraatidir. Aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Hem şeddeli, hem şeddesiz olarak aynı anlamı ifade etmek üzere; “ve: O topluluğun ortasında bulundum” denilir. Şeddeli okuyuşun “o topluluğu iki kısma ayırdı” anlamında olduğu, şeddesiz okuyuşun; “(atlıların) topluluğun ortasında yer alması” anlamında olduğu da söylenmiştir ki her ikisi de nihayette “bir araya gelmek, toplamak” anlamına ra-cidirler. [11]
- Gerçekten İnsan, Rabbine karşı çok nankördür.
Bu buyruk, yeminin cevabıdır. Yani insan nimele karşı nankörlük edecek bir karaktere sahiptir. İbn Abbas dedi ki: “Nankör” Allah’ın nimetlerini çokça inkar eden demektir. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Yine el-Hasen musibetleri hatırlar, fakat nimetleri unutur, diye açıklamıştır.
Şair bu anlamdan hareketle nazm halinde şöyle demiştir:
“Ey yaptığı işinde zalim kişi!
Zulüm sonunda zulmedene geri döndürülür.
Ne zamana kadar ve nereye kadar
Musibetlerden şikâyet edecek ve nimetleri unutacaksın?”
Ebu Umame el-Bahili’nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “el-Kenud (çok nankör), tek başına yiyen, başkasına vermeyen, başkasını gözetmeyen ve kölesini döven kimsedir.”[12]
İbn Abbas’ın rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “bize en kötülerinizi bildireyim mi?” Ashab: Bildir, ey Allah’ın Rasûlü, deyince şöyle buyurdu: “Onlar tek başlarına konaklayanlar, başkasına vermeyip gözetmeyenler ve kölelerini dövenlerdir.”[13]Her iki hadisi de Tirmizî el-Hakim, Nevadiru’l-Usul adlı eyerinde zikretmiş bulunmaktadır.
Yine İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kenud” Kindelilerle, Hadramutluların lehçesinde isyankar, Rabia ile Mudar’ın lehçesinde nankör olan kimse demektir. Kinanelilerin lehçesinde ise oldukça cimri ve kötü huylu kimse demektir. Mukatil de böyle açıklamıştır. Şair şöyle demiştir:
“(O kimse) yiğitlerin nimetlerine karşı çokça nankördür ve her kim YiğitlerİD nimetlerine nankörlük ederse uzaklaştırılır.”
Görüldüğü gibi burada bu iafız “çokça nankörlük eden” demektir.
Bir diğer açıklamaya güre bu, az iyiliklere karşı nankörlük eden, çokça yapılan iyiliklere karşı da teşekkür etmeyen kimsedir. Hakkı inkâr eden kimse anlamında olduğu da {söylenmiştir. Kindelilere bu ismin veriliş sebebinin babalarını inkar etmeleri olduğu da söylenmiştir. Şair İbrahim b. Herme dedi ki:
“Eğer büyüklenip, yüz çevirirlerse terket cimrileri
Ve bir de çok nankör, pek güzel birisinin cimriliğini anmayı.”
lafzının “kesti” anlamına gelen: fiilinden geldiği de söylenmiştir. Bu işi yapan bir kimse «anki kesintisiz yapması gereken şükrü kesmiş olduğundan bu adı almış gibidir. İpi (halatı) kesenin bu davranışını anlatmak üzere; denilir. Şair el-A’şâ şöyle demiştir:
“Bir kenara itersen eğer, sen de itilirsin; ben katı kalbliyim diye Birtakım ipleri bağlarken bir kısmını kopartırım (ben)”İşte bu (beyit bu lafzın anlamının) kesmek iie ilgili olduğunu göstermektedir. ” Nimete karşı nankörlük etti, eder, nankörlük etmek” denilir. Bu durumda olan kimsey denilir. Kadın için de aynı şekilde; Nankör” denilir. de (anlam itibariyle) onun gibidir. Yine el-A’şâ şöyle demiştir:
“Sen ona yeni (iyilikler) yap, gözet; o da seni yeniden gözetir Çünkü o, mutad ziyaretçinin gözetlemesine karşı çok nankördür.”
Yani o, yapılan gözetlemelere karşı çokça nankörlük eder.
İbn Abbas dedi ki: Burada “insan”dan kasıt kâfir kimsedir. Onun çokça nankör olduğu söylenmektedir. Hiçbir bitki bitirmeyen yerin adı olan; de buradan gelmektedir.
ed-Dahhak dedi ki: Âyet el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir.
el-Müberred dedi ki: Kenûd (nankör) üzerindeki hakları vermeyen kimse demektir. Küseyyir’in (ki az önce bu beyitin d-Aşa’ya ait olduğu belirtilmiştir. Doğrusunun o olduğu söylenmiştir) şu beyitini de zikretmektedir:
“Sen ona yeni (iyilikler) yap, gözet; o da seni yeniden gözetir Çünkü o, mutad ziyaretçinin gözetmesine karşı çok nankördür”
Ebu Bekr el-Vâsıtî dedi ki: Kenûd (mealde: nankör): Allah’ın nimetlerini, Allah’a isyan olan alanlarda harcayan kimsedir. Ebu Bekr el-Verrak dedi ki: Kenûd, üzerindeki nimeti kendinden ve yardı mal arından bilen kimsedir. Tir-mizî dedi ki: Nimeti görüp de, nimeti vereni görmeyen kimsedir.
Zünnun el-Mısri dedi ki: Helû’ ve kenûd: Kendisine bir kötülük dokunduğu vakit dayanamayıp, sızlanan ve hayır isabet ettiği vakit onu başkasından alabildiğine engelleyen kimsedir. Bunun çok kıskanç ve kindar anlamına geldiği söylendiği gibi, kendi haddini bilmeyen kimse olduğu da söylenmiştir. Hikmetli bir sözde söyle denilmiştir: “Kadrini (ve haddini) bilmeyen kimse kendi gizli sırlarını açığa vurmuş kimse gibidir.”
Derim ki: Bütün bu açıklamalar nankörlük ve inkar etmek anlamlarında birleşmektedir. Peygamber (sav) “kenûd”u yerilen hasletlerle ve övülmeyen hallerle açıklamıştır. Eğer bu açıklamaların yapıldığı rivayetler sahih olarak gelmişse bu hususta söylenecek en üstün sözler onlardır, kimsenin bu hususta onunla birlikte ayrıta söyleyecek bir sözü kalamaz. [14]
- Şüphesiz kendisi de buna elbette şahittir.
Yani muhakkak şanı yüce Allah, Ademoğlıınun bu haline şahittir, tanıktır. Mansur, Mücahid’den böylece rivayet ettiği gibi müfessirlerin çoğunun da görüşü budur. İbn Abbas da bu görüştedir.
el-Hasen, Katade ve Muhammed b. Ka’b: “Şüphesiz kendisi” yani muhakkak insan da yaptıkları hususunda kendisine karşı bir şahittir, diye açıklamışlardır. Bu açıklama Mücahid’den de rivayet edilmiştir. [15]
- Ve gerçekten o, mal sevgisinde pek katıdır.
“Gerçekten o” sözü edilenin insan olduğunda görüş ayrılığı yoktur.
“Mal sevgisinde” buyruğunda geçen “hayır” lafzı mal demektir. Yüce Allah’ın: “Eğer geriye bir hayır (mal) terkederse…” (el-Bakara, 2/180) buyruğunda da bu antamda kullanılmıştır, Adiy şöyle demiştir:
“Ne umar nefisler hayır (mal) talebinden ki
Dünya sevgisi onları şiddetli gamlara düşürmüşken”
“Katıdır.” Mala olan sevgisi pek güçlüdür, pek cimridir, diye de açıklanmıştır. Çünkü cimriye “şedid ve müteşeddid (sıkı ve katı)” denilir. Tarafe de şöyle demiştir:
“Görüyorum ki ölüm şerefli kimseleri seçiyor ve yine seçerek ahyor Oldukça cimri, eli sıkı, katı olanın değerli mallarını”
Bu beyitte “fahiş” kelimesi de aynı zamanda cimri demektir. Yüce Allah’ın: “Şeytan… fahşayı emreder” (el-Bakara, 2/268) buyruğunda da cimriliği emreder demektir.
İbn Zeyd dedi ki; Yüce Ailah mala (hayır) adını vermiş bulunmaktadır. Oysa malın kötü ve haram olma ihtimali de vardır. Fakat insanlar onu “hayır” saydıklarından ötürü yüce Allah da ona “hayır” adını vermiştir. Aynı şekilde insanların adlandırmalarına uygun olarak; “Sonra da kendilerine hiçbir kötülük dokunmaksıztn Allah’tan bir nimet ve bolluk ile döndüler” (Ali İm-ran, 3/174) diye buyurmaktadır.
el-Ferrâ dedi ki: Âyetin nazmı; Şüphesiz ki o hayra karşı sevgisi pek ileri olandır” şeklindedir. Ancak “sevgi” lafzı daha önceden geçtiğinden ötürü’yüce Allah sadece; “Pek katıdır” diye buyurmuş ve sonunda “sevgi” (anlamına gelen lafzı) aynca zikretmemiştir. Çünkü daha önceden sözkonusu edilmiş ve ayrıca âyetlerin sonu da böyle olmasını gerektirmiştir. Yüce Allah’ın: ” Şiddetli bir günde” (İbrahim, 14/18) buyruğunda olduğu gibidir. Halbuki: “Şiddetli esig” günler için değil, rüzgarlar için sözkonusudur. Rüzgarlardan “gün”den önce söze-dildiğinden dolayı sonunda ayrıca rüzgar sözkonusu edilmemiştir. Sanki:
Rüzgarı şiddetli bir günde” buyurulmuş gibidir. [16]
9- Bilmez mi ki kabirlerde olanlar altüst edildiğinde,
- Göğüslerde olanlar da açığa çıkartıldığında,
- Şüphesiz ki o gün, Rabbleri kendilerinden elbette haberdardır.
“Bilmez mi ki” Ademoğlu “kabirlerde olanlar altüst edildiğinde” kabirlerin altı üstüne getirilip, içindekiler dışarıya çıkartıldığında…
Ebu Ubeyde dedi ki: ” Eşyanın allını üstüne getirdim” demektir.
Muhammed b. fria’b’dan: Bu, ölümden sonra d iri İtilecekleri zaman olacaktır, dediği rivayet edilmiştir.
el-Ferrâ dedi ki; Ben Esedoğullan bedevilerinden birisinin “ayn” yerine “ha” ile; diye okuduğunu duydum. el-Maverdi de bu okuyuşu İbn Mesud’dan nakletmigtir. Her ikisi aynı arlamdadır.
“Göğüslerde olanlarda açığa çıkartıldığında” yani göğüslerde bulunan hayır ve şer birbirinden ayırdedildiğinde… Müfessirler böyle açıklamışlardır. İbn Abbas: Açığa çıkartıldığında, diye açıklamıştır.
Ubcyd b. Umeyr, Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya’mer ve Nasr h. Asım: “Açığa çıkartıldığında” anlamındaki buyruğu “ha” harfini üstün, “sad” harfini üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki; “açığa çıktığında’ demektir.
. “Şüphesiz ki o gü», Rabbleri kendilerinden elbette haberdardır.” Yani onların durumlarını bilir, onların hiçbir şeyi Ona gizli kalmayacaktır. O, zaten onların hem o gündeki, hem sair zamanlardaki hallerini bilir. Fakat buyruğun anlamı o günde onlara amellerinin karşılığın: vereceği şeklindedir.
Yüce Allah’ın: “Altüst edildiğinde” buyruğundaki; …dİ-ğinde” lafzında amel eden; ” Altüst edildi” lafzın fiilidir. Buna “bilme’ fiili amel etmez. Çünkü bundan kasıt o vakit insanın bilmesi değildir, maksat insanın dünyada bitmesidir. Ayrıca “haberdardır” anlamındaki lafız da onda amel etmez. Çünkü: ” Şüphesiz”den sonra gelen ifadeler, ondan önce gelen ifadelerde amel etmez.
“O gün” lafzında amil: Haberdardır” anlamındaki lafızdır. Aralarına “lam” girmiş olsa bile. Çünkü lâm ibtida konumundadır. Haberin başına geüş sebebi ise, mübtedanın başına; ” Şüphesiz” edalının gelmiş olmasıdır.
Rivayet olunduğuna göre, Haccac minber üzerinde bu sûreyi muhatabla-rını cihada teşvik etmek maksadıyla okumuş ve istemeyerek: diye baştaki hemzeyi üstün olarak okumuş, daha sonra bunu telafi etmek için de: “y. Haberdardır” lafzını da İanfaız okumuştur. Halbuki “lam” olmasa idi “bilme”nin mefulü olduğundan dolayı meftûlı olması gerekirdi.
Ebu’s-öemmâl de;(âyetin başındaki hemzeyi üstün, buna karşılık “haberdardır” anlamındaki lafzın başına “lam” getirmeksizin ve merfû’ olarak) okumuştur.
Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah’tır,
(Âdiyât Sûresi burada sona ermektedir. Allah’a hamd olsun).
Adiyat Suresi