Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul 13°C
Hafif Yağmurlu
İstanbul
13°C
Hafif Yağmurlu
Per 9°C
Cum 7°C
Cts 9°C
Paz 10°C

100 – Adiyat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

İbn Mesud,,Cabir, el-Hasen, İkrime ve Ata’nın görüşüne göre Mekke’de inmiştir, İhn Abbas, Enes, Mâlik ve Katade’nin görüşüne göre Medine’de in­miştir. Onbir âyettir.

100 – Adiyat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an

Adiyat Suresi | el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi Tefsiri )

Rahman ve Rahim Allah’ın Adı İle

  1. Andolsun harıl harıl koşan (at)lara,
  2. Tırnaklarıyla ateş çıkartanlara,

“Andolsun harıl harıl koşan (at)lara” buyruğunda kastedilen koşun at­lardır. Genel olarak bütün müfessiıierle, dilciler böyle demiştir. Allah yolun­da kakarak hırıltı çıkartan atlar demektir. Katade dedi ki: Koştuğu vakit hı­rıltı çıkartan atlar kastedilmiştir. el-Ferrâ dedi ki: ” Atların koşmala­rı halinde nefes alıp verirken çıkardıkları ses” demektedir.

İbn Abbas dedi ki: Hayvanlar anısında at, köpek ve tilki dışında hırıltı çjkaıtan yoktur.

Denildiğine göre; atların hırıltısı anlaşılmasın ve böylelikle düşman onla­rın gelişini bilmesin diye ağızları bir şeyle kapatılırdı. Bundan dolayı bu hal­de iken gü^lü bir şekilde nefes alır, verirlerdi

İbnu’l-Arabî dedi ki: Yüce Allah Mulıamıııed (sav)’a yemin ederek: “Ya­sin. Çok hikmetli Kur’ân hakkı için” (Yasin. 36/1-2) diye buyurmuştur. Onun hayatına yemin ederek: “Hayatın hakkı için, onlar gerçekten, sarhoş­lukları içinde şaşkın bir haldedirler” (el-Hicr, 15/72) diye buyurmuştur. Onun atlarına, atlarının hırıltılarına, tozlarına, toynaklarının taşlardan ateş çakma­sına yernin ederek; “Andolsun harıl harıl koşan (at)lara…” diye -beş âyet-i kerimede- yemin etmektedir.

Dilciler dedi ki: …(Şair şöyle demiştir):

“Kanları şiddetle fışkırtan bir mızrak darbesi ki;

Onu atların dönüşü sırasında (ya da: Göğsünde) indirdim.”

Görüldüğü gibi şair burada (el-Âdiye ile) atları kastetmektedir. Bir başka şair de şöyle demektedir:

“Ve koşan atlarda yol yol görünen kan izleri

Sanki onların boyunları meyve yüklü dallara destek olmuş çubuklar gibidir.”

Şair (burada da aynı kelime ile) atları kastetmektedir. Antere de şöyle demiştir:

“Atlar da bilir koştuklarında Hani harıl ölüm havuzlarında”

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

“Eğer atlar(ımız) Irak Sevadında harıl harıl koşmazsa Bana da Yemen’in Tubba’ı demesinler.”

Dilciler de şöyle demiştir: “Hırıltı çıkarmak” aslında tilkiler hakkında kullanılır. Sonradan istiare yoluyla atlar için de kullanılır olmuştur. Bu da Arapların ateşin bir kimsenin rengini değiştirip, ancak bu işi aşırıya gö­türmemesi halinde kullandıkları: “Ateş onun rengini değiştirdi” tabirlerinden alınmıştır, Şair de şöyle demiştir:

“Bizler (ateşin alevi ile) kızarıp pişecek hale gelince Alev onun rengini değiştirdi ve azıcık kararttı.

Rengi az miktarda siyaha doğru değişti” demektir. Şair şöyle demiştir:

“Benim rengim siyaha doğru değişmeden önce ona bağlanmıştım.”

Bu hayvanlar ancak korkmak, yorulmak ya da bir şeyleri ümit etmek gi­bi durumlarında bir değişiklik olursa, hırıltı çıkartırlar.

“Harıl harıl” lafzı mastar (meful-i mutlak) olarak nasbedilmiştir ki; “Harıl harıl koşmakta otan atlara” demek olur. ” Kül” manasına da gelir.

Basralılar; ‘in hal olarak nasbedildiğinî söylemişlerdir. Bunun hal ko­numunda mastar (meful-i mutlak) olduğu da söylenmiştir. Ebu Ubeyde de­di ki: “Atlar yürüdü, yol aldı” demektir. Yine Ebu Ubeyde; ile ‘ın “koşmak ve yürümek” anlamında olduklarını söylemiş­tir. el-Müberred de böyle demiştir: ” Yürümek halinde ön ayak­larını uzatmak” demektir.[2]

Rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (sav) Kinâneoğullanndan birtakım kimselerin üzerine bir seriye gönderdi. Bu sedyeden beklediği haber gecikti. Başlarına ensardan el-Münzir b. Amr’ı kumandan tayin etmişti ki, aynı za­manda (Akabe’deki) nakiblerden birisi idi. Münafıklar: Gönderilenler öldü­rüldü, diye şayia çıkardılar. İşte bu sûre Peygamber (sav)’a bu serıyeye gi­denlerin esenlik içerisinde olduklarını haber vermek ve ona üzerlerine gön­derdiği kimselere baskın yaptıkları müjdesini bildirmek üzere nazil oldu.[3]

Burada sözü edilen “koşan”lardan kastın atlar olduğunu söyleyenler arasında İbn Abbas, Enes, el-Hasen ve Mücahid de vardır. Maksat, üzerinde müminlerin gazaya çıktığı atlardır. Haberde şöyle denilmektedir: “Gazinin atı­na gerektiği gibi saygı beslemeyen kimsede bir çeşit münafıklık vardır.”

İkinci bir görüşe göre maksat develerdir. Müslim dedi ki; Bu hususta İk-rime ile tartıştım. İkrime dedi ki: İbn Abbas bunlardan maksat atlardır dedi. Ben de; Ali de bunlardan maksat hacdaki develerdir. Benim efendim ise se­nin efendinden daha bilgilidir, dedim.

eş-Şa’bi dedi ki: Ali ve İbn Abbas (ı.anhum); “harıl harıl koşanlar” hak­kında tartıştılar. Ali: Bunlar hac esnasında koşup giden develerdir, dedi. İbn Abbas atlardır. Nitekim yüce Allah’ın: “Derken orada toz çıkaranlara” diye buyurduğuna bakmaz mısın:-‘ Bu tozu ancak toynaklarıyla çıkartır değil mi? Ve hiç develerin hırıltısı olur mu? diye cevap verdi. Ali şöyle dedi: Hayır, du­rum dediğin gibi değildir. Bedir günü bizimle birlikte Mikdad’a ait ablak bir at ile Mersed b. Ebt Mersed’e ait bir alın dışında hiç birimizin atı olmadığı­nı gördük. Daha sonra Ali şöyle dedi: Sen insanlına bilgin olmaksızın nasıl ferva verirsin? Allah’a yemin ederim, Bedir, İslâm tarihinde yaptığımız ilk gaz­vedir. Beraberimizde biri Mikdad’a, diğeri ez-Ziıbeyr’e ait iki atm dışında at yoktu. Nasıl olur da bu atlar “harıl harıl koşanlar” olabilir? Harıl harıl ko­şanlar Arafe’den, Müzdelife’ye ve Müzdelife’den Arafe’ye koşup giden deve­lerden başkası olamaz. İbn Abbas dedi ki: Bunun üzerine ben (kendi görü­şümden vazgeçerek) Ali’nin görüşünü kabul ettim. İbn Mesud, Ubeyd b. Umeyr, Muhammed b. Ka’h ve es-Süddi de böyle demişlerdir. Abdu’l-Mui-lalib’in kızı Safiye’ye ait olan şu beyitte de bu anlamda kullanılmıştır

“Hayır… Cem’ (Müzdelife) sabahı koşup da

Ön ayaklarından tozun kalktığı âdiyâta (develere) yemin olsun”

Görüldüğü gibi burada şair (el-âdiyât) ile develeri kastetmekledir. Onla­ra bu ismin veriliş sebebi; ( jjuiO’den türeyen bir kelime oluşudur. Bu ise hız­lıca yürürken ayaklar arasındaki mesafenin uzuk olmasını anlatır. Bir başka şair de şöyle demiştir:

“Arkadaşım, o koşan develer arasında bir asil dişi deve gördü ki;

Ve onun benzerlerini güçlü, kuvvetli ve ekşi otlar yiyen develer arasında gördü.”

“Âdiyât”ın develer olduğunu söyleyenlere göre; yüce Allah’ın: “Ha­rıl harıl (anlamı verilen)” buyruğu, anlamında kullanılmış demektir. Bu­na güre “ha” harfi “ayn” harfinin yerine kullanılmıştır. Çünkü; de­nilir ki; bu da “develerin yürümeleri esnasında boyunlarını uzatmaları” de­mektir.

el-Müberred dedi ki: “Yürüme esnasında ön ayaklarını uzatmala­rı” demektir. (Ha harfi ile); çoğunlukla atlar hakkında kullanılır. (“Ayn” harfi ile); develer hakkında kullanılır. Bazan “ha”.harfi “ayn” yerine kullanılabilir.

Ebu Salih dedi ki: Atlar hakkında: “Hırıltılı nefes almak” demek­tir. Develer hakkında ise nefes almaları anlamındadır.

Ata dedi ki: At, tilki ve köpek dışında hırıltı çıkartan başka bir hayvan yok­tur. Bu açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir. Arapların: ” Filki hırladı” denildiği gibi; başka şeyler hakkında da bu fiili kullandıkları­na dair dilcilerin açıklamaları daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Şair Fevbe şöyle demiştir:

“Eğer Leyla el-Ahyeliyye selam verse bana

Üzerimde yığın yığın toprak ve büyük taşlar da bulunsa

Sevinçle selâmını alarak şüphesiz cevap veririm ona.

Ya da kabrin yanından ses veren biri inleyerek ona karşılık verir.”

(Şiirdeki:): ” Seslendi, bağırdı” demektir. Her: “Bağıran” an­lamındadır, ” Feryad” demektir.

“Tırnaklarıyla ateş çıkartanlara” buyruğu hakkında İkrime, Ata ve ed-Dahhak şöyle demişlerdir: Bunlar toynaklarıyla ateş çıkartmaları halindeki at­lardır. Bu açıklama İbn Abbas’tan da rivayet edilmiştir, Yine ondan gelen ri­vayete göre toynaklarıyla toz çıkartanlar, demektir. Ancak bu ateş çakmak (kıvılcım çakmak) şeklinde ondan gelen diğer rivayetlere aykırıdır, Bu (toz çıkarmak) ancak develer hakkında sözkonusudur.

İbnEbi Necih, Mücahid’den; “Andolsun harıl harıl koşanlara, tırnakla­rıyla ateş çıkartanlara” buyruğu hakkında İbn Abbas’ın şöyle dediğini riva­yet etmektedir: Bu, savaş halinde ve hac hakkındadır.

İbn Mesud dedi ki: Maksat çakıl taşlarını ayakları ile çiğneyerek onlardan ateş çıkmasıdır. ‘ın asıl anlamı “bir şeyi çıkartmaya çalışmak ve çıkart­mak” demektir. Pınardan iyi olmayan su çıktığını anlatmak üzere kullanılan; ifadesi de buradan gelmektedir. “Çakmak taşını çak­tım” denilir. “Yemek suyunu avuçiadım”; ” Suyu el ile avuçlanabilen (derin olmayan) kuyu,” demektir, “(şadı): Tencerenin di­binde kalıp da zorlukla (kepçeyle) alınan (yemek)” demektir, “Kendisi ile ateş çakılan (çakmak)”dır, “Ateş yakan taşa” de­nilir. ” Çakmak taşının alevi çıktı, çıkar” demektir. Bu fiilin mazisi bir başka şekilde (kesreli olarak); diye de kullanılabi­lir. Buna dair açıklamalar daha önce el-Vâkıa Sûresi’nde (56/70-73- âyetle­rin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.

” Ateş çıkartmak” buyruğunun nasbedici; “Harıl hani” laf­zını nasbeden ile aynıdır.

Bu âyetlerin atlar hakkında olduğu söylenmiştir. Ancak onların “tırnakla­rıyla ateş çıkartmaları” atların sahipleri ile onların düşmanları arasında sava­şın şiddetlenmesi demektir. Nitekim savaşta ordular birbirlerinin içine girdi­ği vakit kullanılan: “Tandır kızıştı” tabiri de bu kabildendir. Şanı yüce Allah’ın: “Onlar ne zaman bir savaş ateşi yakmak isteseler Allah onu söndürür” (el-Maide, 5/64) buyruğunda da bu anlam dile getirilmiştir. Bu an­lamdaki açıklamalar İbn Abbas’tan rivayet edildiği gibi Katade de böyle de­miştir.

Yine İbn Abbas’tan nakledildiğine göre, burada “ateş çakanlar”dan mak­sat; yiğitlerin savaşta başvurdukları hile ve tuzaklar demektir. Mücahid ve Zeyd b. Eşlem de böyle demiştir. Araplar biri diğerine bir hile ve tuzak kur­mak istediği vakit; ” Allah’a yemin ederim sana bir tuzak kuracağım, sonra da sana bunun ateşini göstereceğim” tabirini kulla­nırlar.

İbn Abbas’tan gelen bir başka açıklamaya göre bunlardan maksat, ihtiyaç­ları ve yemeklerini pişirmek için geceleyin ateş yakan gazilerdir. Ondan ge­len bir diğer rivayete göre bu, düşmanı korkutmak için mücahidlerin çokça yanan ve çok görünen ateşi demektir. Düşmana yaklaşan herkes düşmanı ken­disini çok zannetsin diye çok miktarda ateş yakar. İşte bu buyruk, buna bir yemindir,

Muhammed b. Ka’b dedi ki: Bu bir araya getirilen ateştir. Hile ve tuzak ateşini yakan yiğitlerin ortaya attıkları fikirlerdir, diye de açıklanmıştır.

İkrime ise şöyle demiştir: Bu büyük ve etkili konuşmaları dolayısıyla ate­şin yakılmasına sebeb teşkil eden yiğit kimselerin dilleridir. Ortaya koyduk­ları deliller, açıkladıkları belgeler, vuzuha kavuşturdukları gerçek ve batılı çü­rütmek sureti ile bunu gerçekleştirirler.

İbn Cüreyc’in rivayetine göre birisi de şöyle demiştir: Çakmak taşının ateş çakıp etrafı aydınlattığı gibi, işleri ve davranışları başarıya ulaştıran kimse­ler kastedilmektedir.

Derim ki. Bu açııklaamalar mecazi anlama göre yapılmıştır. Arapların: tijjs 054»): Filan kişi sapıklığın taşını çakmağıyla aydınlatır.” ifade­leri bu kabildendir. Birinci açıklama ise hakikattir. Çünkü atlar aşın derece­deki koşmaları dolayısı ile toynaklarıyla kıvılcım çakarlar.

Mukatil dedi ki: Araplar bu çakılan ateşe “nâru ebî hubâhib” adını verir­ler. Ebu Hubahib ise cahiliye döneminde Mudadı yaşlı bir kimse oiup en cim­rilerden birisi idi. Herkes uyumadıkça ekmek pişirmek ya da başka bir maksatla ateş yakmazdı. Herkes uyuduktan sonra da kimi zaman alevlenen, kimi zaman alevi dinen çok az miktarda bir ateş yakardı. Birisi bu ateş do­layısı ile uyanacak olursa, o ateşten istifade etmesini arzu etmediğinden he­men söndürüverirdi. O bakımdan Araplar bu tür ateşi (kıvılcımları) Ebu Hubâhib’in ateşine benzetmişlerdir. Çünkü böyle bir ateşle (kıvılcımlarla) fay­da sağlanmaz. Aynı şekilde kılıç miğfere isabet ettiğinde de bir ateş (kıvıl­cım) çakar. İşte ona da bu ismi verirler.

Nâbiğa şöyle demiştir:

“Hiçbir kusurları yoktur onların kılıçlarında Karşılarına, çıkan askeri birliklerle çarpışmaktan ötürü meydana gelen körelmenin dışında Kat kat dokunmuş Selûkî zırhını biçerler, Ve enlice taşlarda Hubâhib ateşini (kıvılcımlarını) çakarlar,” [4]

  1. Sabahleyin baskın yapanlara,

Sabah vakti düşmana baskın düzenleyen atlılar kastedilmektedir. Bı açıklama İbn Abbas’tan ve müfessirlerin çoğundan nakledilmiştir. Baskın yap mak istedikleri vakit geceleyin yol alır ve düşmanın bulunduğu yere sabah­leyin ulaşırlardı. Çünkü bu vakit, insanların gafil oldukları bir zamandır. Yü­ce Allah’ın: “O korkutulanların sabahı ne kötü olur!” (es-Saffat, 37/177) buy­ruğu da bu kabildendir.

Güçlü oldukları için onlar gündüzün baskın yaparlar, diye de açıklanmış­tır. Buna göre “sabahleyin” buyruğu sabahın açıkça görünmesine benzeti­lerek, açıkça (baskın yapanlara) demek olur.

İbn Mesud ve Ali (r.anhuma) ise şöyle demişlerdir: Maksat sırtındaki bi-nidleriyle birlikte kurban bayramı birinci günü Mina’clan Cem’a (Müzdelife’ye) gidenlerdir.[5]

Sünnet sabah olmadan gitmektir. el-Kurazi de böyle demiştir. “Baskın”; hızlıca yürümek demektir. Arapların: ” Ey Sebir da­ğı, üzerine güneşin doğmasıyla aydınlan ki (baskın yaparcasına) hızlıca yo­la koyulalım” şeklindeki tabirlerinde de bu anlamdadır. [6]

  1. Derken orada toz çıkaranlara,

Bununla baskın yaptığı yerde oldukça hızlı koşmalarından ötürü toz çı­kartan allıları kastetmektedir. Abdullah b. Revaha dedi ki:

“Ölsün bütün çocuklarım eğer görmezseniz atlarımızı Keda dağının her iki yanından tozları dumana kattıklarını.”

” Orada” lafzındaki zamir “yer”mc yahulta baskının gerçekleştiği me­kana racidir. Anlam bilindiği takdirde daha önce kendisinden açıkça söze-dilmemiş isimlere zamir gönderilebilir. Nitekim yüce Allah: “Nihayet o per­de arkasına girince” (Sad, 38/32) buyruğunda da böyledir.

Buyruk; “derken onunla” yani koşmakla “toz çıkaranlara” anlamındadır, diye de açıklanmıştır. Zaten “koşmak”dan daha önce sözedîlmiş bulunuyor. (Dolayısıyla bu zamir ona gönderilmiş olmaktadır.)

“Toz” anlamı verilen; ‘in Müzdelife ile Mina arasındaki yerin adı ol­duğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı Muhammed b. Ka’b el-Kurazi yapmış­tır. Vadiye giden yol olduğu da söylenmiştir. Belki de “zamir’ bu yerden çı­kartılan toza racidir.

es-Sıhah’in şöyle denilmektedir: ” Toz” demek olup, çoğulu; diye gelir. Bu kelime “suyun biriktirildiği yer” anlamına da gelir. Ku­yuda biriken suya da bu isim verilir. Hadiste de: “Kuyuda biriken suyun baş­kası tarafından alınmasını yasakladı” anlamında; denil­miştir[7]

“Suyun biriktiği karabataktık yer” anlamına da gelir. Çoğulu; şe­killerinde gelir. ” Deniz” lafzının çoğulunun; diye gelmesi gibi. Derim ki: Bu lafız hazan sesi yükseltmek anlamına da gelir. Nitekim Ömer (r.a)’a: Kadınlar bira raya gelmiş, Halid b. el-Velid için ağlıyor, denil­diğinde önün: “Muğireoğulları kadınlarının Ebu Süleyman’ın ölümü için oturup ağlarken gözyaşlarını akıtmalarında herhangi bir nak [8] ve uğultu ol­madıkça onlar için bir sorumluluk olmaz” şeklindeki ifadesinde de bu anlam­dadır.

Ebu Ubeyde dedi ki: “Nak”‘ ile kasıt, sesin yükseltilmesidir. Ben ilim eh­linin çoğunluğunun bu görüşte olduklarını gördüm. Lebid’in şu beyi tinde de bu anlamdadır:

“Her ne zaman (savaş için) samimi bir feryad duyacak olurlarsa Sesi soluğu olan herşeyi o savaş için toplarlar. “[9]

el-Kisaî dedi ki: Ömer (r.a)’ın “ses yükselmesi ve uğultu olmadıkça” ifa-desindeki (ses yükselmesi anlamı verilen): aslında -matem zamanla­rında- yemek yapmak demektir. Bu anlamda: ” Matemde yemek yaptım, yaparım” denilir. (Ancak) Ebu Ubeyd dedi ki: (el-Kisaî) burada bu kelimenin anlamına geldiği kanaatindedir. Halbuki onun dışındaki di­ğer ilim adamlarına göre bu yolculuktan gelme sırasında yapılan yemektir. Matem sırasında yapılan yemek değildir. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Ömer: ” Ses yükselmesi” ifadesiyle başın üzerine toprak koymayı (bir nevi dövünme) kastetmiştir. Bu açıklamayı yapanlar bu lafzın toz anla­mına geldiği kanaatindedirler. Ancak Ömer’in bu anlamı kastettiğini ve on­ların böyle bir iş yapacaklarından korkmuş olduğunu zannetmiyorum. O on­ların (oturmalarını isteyip) ayakta durmalarını hoş karşılamamışken, nasıl olur da bu derece ileri bir davranışı yapacaklarından korkabilir. O: “Onlar otu­rurken gözyaşlarını dökmelerinde… (bir mahzur yoktur)” demiştir. Kimisi de bu lafzın yakaları yırtmak anlamında olduğunu söylemiştir ki; ben böyle bir anlamın bununla alakasının ne olduğunu bilmiyorum ve anlayamıyorum. Ba­na göre bu lafız bu rivayette sadece “yüksek ses” anlamındadır. (Ömer -r.a-ın kullandığı) diğer lafız olan: “Uğultu” ise “yüksek şiddetli ses” de­mektir. Bu hususta herhangi bir görüş ayrılığını işitmiş değilim.

Ebu Hayve “toz çıkaranlar” (lafzını) şeddeli olarak; diye okumuş­tur ki; “bunun izinin görülmesini sağlarlar” demektir. Bunu şeddesiz okuyan­ların bu okuyuşu ise karıştırmayı anlatmak üzere kullanılan; fiilinden gelmektedir ki: “Onlar yeri sürüp altüst ettiler.” (er-Rum, 30/9) buyruğunda da bu kökten (gelen lafız kullanılmış)dır. [10]

  1. Ve bununla bir topluluğun ortasına dalanlara ki

“Ortası” lafzı “dalanlar” anlamındaki; ‘in mefulüdür. Üze­rlerindeki binicilerle birlikte düşmanlarının ortasına dalanlar, kastedilmiştir. Bu da kendilerine baskın yaptıkları topluluktur.

İbn Mesud dedi ki: “Ve bununla cemin ortasına dalanlara” buyruğunda Müzdelife’nin ortasına dalanlar kastedilmiştir.

Buraya Cem adının veriliş sebebi İse, İnsanların toplanmasıdır. ” Topluluğun ortasında yer aldım bulundum, yer alıyorum bulunuyorum, ortasında olmak” denilir.

Ali (r.a) şeddeli olarak; diye okumuştur ki, bu aym zamanda Ka-tade, İbn Mesud ve Ebu Reca’nın kıraatidir. Aynı anlamda iki ayrı söyleyiş­tir. Hem şeddeli, hem şeddesiz olarak aynı anlamı ifade etmek üzere; “ve: O topluluğun ortasında bulundum” denilir. Şed­deli okuyuşun “o topluluğu iki kısma ayırdı” anlamında olduğu, şeddesiz oku­yuşun; “(atlıların) topluluğun ortasında yer alması” anlamında olduğu da söy­lenmiştir ki her ikisi de nihayette “bir araya gelmek, toplamak” anlamına ra-cidirler. [11]

  1. Gerçekten İnsan, Rabbine karşı çok nankördür.

Bu buyruk, yeminin cevabıdır. Yani insan nimele karşı nankörlük edecek bir karaktere sahiptir. İbn Abbas dedi ki: “Nankör” Allah’ın nimetlerini çok­ça inkar eden demektir. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Yine el-Hasen mu­sibetleri hatırlar, fakat nimetleri unutur, diye açıklamıştır.

Şair bu anlamdan hareketle nazm halinde şöyle demiştir:

“Ey yaptığı işinde zalim kişi!

Zulüm sonunda zulmedene geri döndürülür.

Ne zamana kadar ve nereye kadar

Musibetlerden şikâyet edecek ve nimetleri unutacaksın?”

Ebu Umame el-Bahili’nin rivayet ettiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: “el-Kenud (çok nankör), tek başına yiyen, başkasına vermeyen, başkasını gözetmeyen ve kölesini döven kimsedir.”[12]

İbn Abbas’ın rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “bi­ze en kötülerinizi bildireyim mi?” Ashab: Bildir, ey Allah’ın Rasûlü, deyince şöyle buyurdu: “Onlar tek başlarına konaklayanlar, başkasına vermeyip gö­zetmeyenler ve kölelerini dövenlerdir.”[13]Her iki hadisi de Tirmizî el-Hakim, Nevadiru’l-Usul adlı eyerinde zikretmiş bulunmaktadır.

Yine İbn Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kenud” Kindelilerle, Hadramutluların lehçesinde isyankar, Rabia ile Mudar’ın lehçesinde nankör olan kimse demektir. Kinanelilerin lehçesinde ise oldukça cimri ve kötü huy­lu kimse demektir. Mukatil de böyle açıklamıştır. Şair şöyle demiştir:

“(O kimse) yiğitlerin nimetlerine karşı çokça nankördür ve her kim YiğitlerİD nimetlerine nankörlük ederse uzaklaştırılır.”

Görüldüğü gibi burada bu iafız “çokça nankörlük eden” demektir.

Bir diğer açıklamaya güre bu, az iyiliklere karşı nankörlük eden, çokça yapılan iyiliklere karşı da teşekkür etmeyen kimsedir. Hakkı inkâr eden kim­se anlamında olduğu da {söylenmiştir. Kindelilere bu ismin veriliş sebebinin babalarını inkar etmeleri olduğu da söylenmiştir. Şair İbrahim b. Herme de­di ki:

“Eğer büyüklenip, yüz çevirirlerse terket cimrileri

Ve bir de çok nankör, pek güzel birisinin cimriliğini anmayı.”

lafzının “kesti” anlamına gelen: fiilinden geldiği de söylen­miştir. Bu işi yapan bir kimse «anki kesintisiz yapması gereken şükrü kesmiş olduğundan bu adı almış gibidir. İpi (halatı) kesenin bu davranışını anlatmak üzere; denilir. Şair el-A’şâ şöyle demiştir:

“Bir kenara itersen eğer, sen de itilirsin; ben katı kalbliyim diye Birtakım ipleri bağlarken bir kısmını kopartırım (ben)”İşte bu (beyit bu lafzın anlamının) kesmek iie ilgili olduğunu göstermek­tedir. ” Nimete karşı nankörlük etti, eder, nankörlük etmek” de­nilir. Bu durumda olan kimsey denilir. Kadın için de aynı şekilde; Nankör” denilir. de (anlam itibariyle) onun gibidir. Yine el-A’şâ şöyle demiştir:

“Sen ona yeni (iyilikler) yap, gözet; o da seni yeniden gözetir Çünkü o, mutad ziyaretçinin gözetlemesine karşı çok nankördür.”

Yani o, yapılan gözetlemelere karşı çokça nankörlük eder.

İbn Abbas dedi ki: Burada “insan”dan kasıt kâfir kimsedir. Onun çokça nankör olduğu söylenmektedir. Hiçbir bitki bitirmeyen yerin adı olan; de buradan gelmektedir.

ed-Dahhak dedi ki: Âyet el-Velid b. el-Muğire hakkında inmiştir.

el-Müberred dedi ki: Kenûd (nankör) üzerindeki hakları vermeyen kim­se demektir. Küseyyir’in (ki az önce bu beyitin d-Aşa’ya ait olduğu belirtil­miştir. Doğrusunun o olduğu söylenmiştir) şu beyitini de zikretmektedir:

“Sen ona yeni (iyilikler) yap, gözet; o da seni yeniden gözetir Çünkü o, mutad ziyaretçinin gözetmesine karşı çok nankördür”

Ebu Bekr el-Vâsıtî dedi ki: Kenûd (mealde: nankör): Allah’ın nimetlerini, Allah’a isyan olan alanlarda harcayan kimsedir. Ebu Bekr el-Verrak dedi ki: Kenûd, üzerindeki nimeti kendinden ve yardı mal arından bilen kimsedir. Tir-mizî dedi ki: Nimeti görüp de, nimeti vereni görmeyen kimsedir.

Zünnun el-Mısri dedi ki: Helû’ ve kenûd: Kendisine bir kötülük dokun­duğu vakit dayanamayıp, sızlanan ve hayır isabet ettiği vakit onu başkasın­dan alabildiğine engelleyen kimsedir. Bunun çok kıskanç ve kindar anlamı­na geldiği söylendiği gibi, kendi haddini bilmeyen kimse olduğu da söylen­miştir. Hikmetli bir sözde söyle denilmiştir: “Kadrini (ve haddini) bilmeyen kimse kendi gizli sırlarını açığa vurmuş kimse gibidir.”

Derim ki: Bütün bu açıklamalar nankörlük ve inkar etmek anlamlarında birleşmektedir. Peygamber (sav) “kenûd”u yerilen hasletlerle ve övülmeyen hallerle açıklamıştır. Eğer bu açıklamaların yapıldığı rivayetler sahih olarak gelmişse bu hususta söylenecek en üstün sözler onlardır, kimsenin bu hu­susta onunla birlikte ayrıta söyleyecek bir sözü kalamaz. [14]

  1. Şüphesiz kendisi de buna elbette şahittir.

Yani muhakkak şanı yüce Allah, Ademoğlıınun bu haline şahittir, tanık­tır. Mansur, Mücahid’den böylece rivayet ettiği gibi müfessirlerin çoğunun da görüşü budur. İbn Abbas da bu görüştedir.

el-Hasen, Katade ve Muhammed b. Ka’b: “Şüphesiz kendisi” yani muhak­kak insan da yaptıkları hususunda kendisine karşı bir şahittir, diye açıklamış­lardır. Bu açıklama Mücahid’den de rivayet edilmiştir. [15]

  1. Ve gerçekten o, mal sevgisinde pek katıdır.

“Gerçekten o” sözü edilenin insan olduğunda görüş ayrılığı yoktur.

“Mal sevgisinde” buyruğunda geçen “hayır” lafzı mal demektir. Yüce Al­lah’ın: “Eğer geriye bir hayır (mal) terkederse…” (el-Bakara, 2/180) buyru­ğunda da bu antamda kullanılmıştır, Adiy şöyle demiştir:

“Ne umar nefisler hayır (mal) talebinden ki

Dünya sevgisi onları şiddetli gamlara düşürmüşken”

“Katıdır.” Mala olan sevgisi pek güçlüdür, pek cimridir, diye de açıklan­mıştır. Çünkü cimriye “şedid ve müteşeddid (sıkı ve katı)” denilir. Tarafe de şöyle demiştir:

“Görüyorum ki ölüm şerefli kimseleri seçiyor ve yine seçerek ahyor Oldukça cimri, eli sıkı, katı olanın değerli mallarını”

Bu beyitte “fahiş” kelimesi de aynı zamanda cimri demektir. Yüce Allah’ın: “Şeytan… fahşayı emreder” (el-Bakara, 2/268) buyruğunda da cimriliği em­reder demektir.

İbn Zeyd dedi ki; Yüce Ailah mala (hayır) adını vermiş bulunmaktadır. Oy­sa malın kötü ve haram olma ihtimali de vardır. Fakat insanlar onu “hayır” saydıklarından ötürü yüce Allah da ona “hayır” adını vermiştir. Aynı şekilde insanların adlandırmalarına uygun olarak; “Sonra da kendilerine hiçbir kö­tülük dokunmaksıztn Allah’tan bir nimet ve bolluk ile döndüler” (Ali İm-ran, 3/174) diye buyurmaktadır.

el-Ferrâ dedi ki: Âyetin nazmı; Şüphesiz ki o hayra karşı sevgisi pek ileri olandır” şeklindedir. Ancak “sevgi” lafzı daha önceden geçtiğinden ötürü’yüce Allah sadece; “Pek katıdır” diye buyurmuş ve sonunda “sevgi” (anlamına gelen lafzı) aynca zikretmemiştir. Çünkü da­ha önceden sözkonusu edilmiş ve ayrıca âyetlerin sonu da böyle olmasını ge­rektirmiştir. Yüce Allah’ın: ” Şiddetli bir günde” (İbrahim, 14/18) buyruğunda olduğu gibidir. Halbuki: “Şiddetli esig” günler için değil, rüzgarlar için sözkonusudur. Rüzgarlardan “gün”den önce söze-dildiğinden dolayı sonunda ayrıca rüzgar sözkonusu edilmemiştir. Sanki:

Rüzgarı şiddetli bir günde” buyurulmuş gibidir. [16]

9- Bilmez mi ki kabirlerde olanlar altüst edildiğinde,

  1. Göğüslerde olanlar da açığa çıkartıldığında,
  2. Şüphesiz ki o gün, Rabbleri kendilerinden elbette haberdardır.

“Bilmez mi ki” Ademoğlu “kabirlerde olanlar altüst edildiğinde” kabir­lerin altı üstüne getirilip, içindekiler dışarıya çıkartıldığında…

Ebu Ubeyde dedi ki: ” Eşyanın allını üstüne getirdim” demek­tir.

Muhammed b. fria’b’dan: Bu, ölümden sonra d iri İtilecekleri zaman olacak­tır, dediği rivayet edilmiştir.

el-Ferrâ dedi ki; Ben Esedoğullan bedevilerinden birisinin “ayn” yerine “ha” ile; diye okuduğunu duydum. el-Maverdi de bu okuyuşu İbn Mesud’dan nakletmigtir. Her ikisi aynı arlamdadır.

“Göğüslerde olanlarda açığa çıkartıldığında” yani göğüslerde bulunan hayır ve şer birbirinden ayırdedildiğinde… Müfessirler böyle açıklamışlardır. İbn Abbas: Açığa çıkartıldığında, diye açıklamıştır.

Ubcyd b. Umeyr, Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya’mer ve Nasr h. Asım: “Açığa çıkartıldığında” anlamındaki buyruğu “ha” harfini üstün, “sad” harfini üstün ve şeddesiz olarak okumuşlardır ki; “açığa çıktığında’ de­mektir.

. “Şüphesiz ki o gü», Rabbleri kendilerinden elbette haberdardır.” Ya­ni onların durumlarını bilir, onların hiçbir şeyi Ona gizli kalmayacaktır. O, zaten onların hem o gündeki, hem sair zamanlardaki hallerini bilir. Fakat buyruğun anlamı o günde onlara amellerinin karşılığın: vereceği şeklindedir.

Yüce Allah’ın: “Altüst edildiğinde” buyruğundaki; …dİ-ğinde” lafzında amel eden; ” Altüst edildi” lafzın fiilidir. Buna “bilme’ fiili amel etmez. Çünkü bundan kasıt o vakit insanın bilmesi değildir, mak­sat insanın dünyada bitmesidir. Ayrıca “haberdardır” anlamındaki lafız da on­da amel etmez. Çünkü: ” Şüphesiz”den sonra gelen ifadeler, ondan ön­ce gelen ifadelerde amel etmez.

“O gün” lafzında amil: Haberdardır” anlamındaki lafızdır. Aralarına “lam” girmiş olsa bile. Çünkü lâm ibtida konumundadır. Haberin başına geüş sebebi ise, mübtedanın başına; ” Şüphesiz” edalının gelmiş olmasıdır.

Rivayet olunduğuna göre, Haccac minber üzerinde bu sûreyi muhatabla-rını cihada teşvik etmek maksadıyla okumuş ve istemeyerek: diye baştaki hemzeyi üstün olarak okumuş, daha sonra bunu telafi etmek için de: “y. Haberdardır” lafzını da İanfaız okumuştur. Halbuki “lam” olmasa idi “bilme”nin mefulü olduğundan dolayı meftûlı olması gerekirdi.

Ebu’s-öemmâl de;(âyetin başındaki hemzeyi üs­tün, buna karşılık “haberdardır” anlamındaki lafzın başına “lam” getirmek­sizin ve merfû’ olarak) okumuştur.

Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah’tır,

(Âdiyât Sûresi burada sona ermektedir. Allah’a hamd olsun).

Kuran

Adiyat Suresi

el Camiu li-Ahkami’l-Kur’an ( İmam Kurtubi ) | İnterGez

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.